Yeni yılda akıl, fikir, sağlık -Osman Öztürk-
Dahiliye, hariciye, nisaiye, çocuk bir zamanlar fakülteye adım atan tıp öğrencilerinin hayallerindendi. Diğer branşların, minörler derdik, stajları birkaç haftada biterken büyük stajlar, majörler aylarca sürerdi. Fakülte bittikten sonra, uzmanlık sınavlarının da gözdeleriydi.
Sonra AKP iktidara geldi, sağlıkta “reform” başladı. Artan hasta yükü, astronomik tazminat davaları, istiap haddini aşan şiddet; “Majörler tükendi, minörlere yolculuk” başladı. Aynı eğilim bu yıl da devam etti. Tıpta uzmanlık sınavı yerleştirmelerinde en altlarda yer aldılar, birçok klinikte asistan kadroları boş kaldı.
Allah sonumuzu hayreylesin.
***
Yıl bitti, Sağlık Bakanlığı hala Sağlık İstatistik Yıllığı 2024’ü yayınlamadı. Onun yerine Eylül ayının sonunda kısa bir Haber Bülteni paylaştı.
Bültende yer alan göre bilgilere göre Türkiye’deki toplam hastanelerin üçte birinden fazlası, toplam hastane yataklarının da beşte biri özellerin elinde. Yoğun bakım yataklarında bu oran iki katına çıkıyor; yenidoğanlarda ise özellerdeki sayı Sağlık Bakanlığı ve üniversitelerin toplamını geçiyor. Keza BT, MR, PET cihazlarının yarısı, diyaliz cihazlarının yarıdan fazlası da özellerde. Yaklaşık her beş hekimden, her dört sağlık emekçisinden ve her üç uzman hekimden biri de özel hastane patronlarının emrinde çalışıyor.
***
Buna karşılık özeller yıllık bir milyarı geçen hasta yükünün sadece on beşte birini karşılıyor. Sözün özü, pastanın kremasını sıyırıyor, gerisini devlet hastanelerine yıkıyorlar.
Aynı günlerde Sosyal Güvenlik Kurumu 2024 Yılı Sayıştay Denetim Raporu da yayınlandı. Raporun sonunda özel hastanelerde yapılan soygun ayrıntılı olarak anlatılmış.
Özel hastaneler ameliyat için kendilerine başvuran SGK’lı hastaları “O ameliyatı SGK karşılamıyor.”, “Bizim o branşta SGK anlaşmamız yok.” gibi bahanelerle ücretli hasta kategorisine alıyor, böylece ameliyatı paralı yapıyormuş. SGK yakalayıp ceza kesse bile normalde kazanacağının beş katı özel hastanenin cebine kâr kalıyormuş.
***
Toplam altmış dört sayfalık “Sağlık Bakanlığı 2024 Yılı Düzenlilik Denetim Raporu” da neredeyse tamamen şehir hastanelerindeki usulsüzlüklere ayrılmış.
Nihai tamamlama süreçlerinin yürütülmemesi, doğal gaz tüketiminde eksik ölçüm, görevli şirket tarafından tedarik edilmesi gereken ekipmanlarda eksiklikler, görevli şirket tarafından getirilen tıbbi ekipmanlarda meydana gelen onarım giderlerinin karşılanması konusunda sorunlar, ısıtma ve soğutma giderlerinin şirketlerden tahsil edilmemesi, sözleşmede yer alan hemodiyaliz hizmetinin verilememesi, daha neler, neler.
Sağlık Bakanlığı’nın memleketin dört bir yanındaki binlerce hastane, aile sağlığı merkezi, toplum sağlığı merkezi, sağlık evi, acil yardım istasyonundaki usulsüzlükler üç başlık ve on iki sayfa tutarken hepi topu on sekiz şehir hastanesindekiler on dokuz başlık ve otuz dokuz sayfaya ancak sığmış.
“Devletin cebinden tek kuruş çıkmayacak.” denilen Kamu Özel Ortaklığı Modeli şehir hastaneleri sadece devlete, millete, bütçeye yük olmakla kalmıyor usulsüzlük batağı olmaya da devam ediyor.
***
AKP’nin medar-ı iftiharı Genel Sağlık Sigortası, GSS 1 Ekim 2008’de yürürlüğe girmiş, 1 Ocak 2012’den itibaren de herkesin GSS’li olması mecburi olmuştu. Artık parasızlıktan hastanede rehin kalma problemi de, “Hastalandığımda bana kim bakacak?” derdi de sona erecekti. GSS’li olmak yetecekti.
Sistem gayet basitti. Bir işverene bağlı çalışanların GSS primi maaşlarından kesilecek, kendi hesabına çalışanlar kendileri ödeyecek, bunların dışında kalanlardan yoksulların primlerini ise devlet ödeyecekti. Prim ödeyebilecek olanlardan da cüzi bir prim toplanacaktı.
Yılın sonuna doğru o cüzi prime yüzde yüz zam geldi; 780 TL’den 1.560 TL’ye çıktı.
***
AKP’nin bir diğer övünç kaynağı Aile Hekimliği Türkiye Modeli idi. Herkesin bir aile hekimi olacak, doğumundan ölümüne kadar bütün sağlık sorunlarını takip edecekti.
Yıllardır “Siz ne doktorusunuz?” sorusundan bunalmış pratisyen hekimler de hem yeni bir kimliğe kavuşacak, hem de sağ iktidarlar tarafından yıllarca ihmal edilmiş sağlık ocaklarından kurtulacaklardı.
Sonra, sağlıkta kışkırtılmış talep şaha kalkıp kişi başı hekime başvuru oranı tavan yapınca durum değişti. Öyle ya, Türkiye’deki her bir vatandaş ortalama her ay bir kez hastalanıyorsa bu yükü hastanelerin taşıması mümkün değildi. Çare yükü aile hekimlerinin sırtına yıkmak; çözüm de, artık heybede havuç kalmadığı için ceza yönetmeliğiydi.
Onun için her zaman meslek örgütünün en dinamik gücü olan pratisyen hekimler, hala Bakanlığın paradigmasının dışına çıkamasalar da sonunda isyan ettiler. Bu seneyi de eylemlerle geçirdiler.
***
Geçtiğimiz yılı Yenidoğan Çetesi skandalıyla kapatmış; hep birlikte utanmış, üzülmüştük.
Yıl içinde Sağlık Bakanlığı’nın meydanlarda “Tartıyor, tartıyor!” diyerek dolaştığı Obezite Farkındalık projesiyle neşemiz biraz yerine gelir gibi oldu.
Sonrasında Saray’ın “Seksen altı milyon vatandaşa birinci sınıf sağlık hizmeti sunuyoruz.” demeciyle rahatladık, Saray’ın memuru Sağlık Bakanı’nın “Dünyanın en iyi sağlık hizmeti bizde.” sözleriyle hepten koyverdik.
Ama, sağ olsun Sağlık Bakanlığı’nın gönlü bu seneyi de bizlere yeni bir skandal izletmeden kapatmamıza razı gelmedi.
Sene biterken “Doktordan temiz taksi plakası!” ihalesi açtı. Özel hastane, hastane yatağı; dahiliyeci, hariciyeci, akliyeci, bevliyeci, bilumum doktor lisanslarını açık arttırmaya çıkardı.
Paranız varsa kaçırmayın, derim. Şu an kullanmasanız bile alın, atın bir kenara. Sonra, ihtiyacınız olduğunda fiyatlar fırlar, alamayabilirsiniz.
***
Bu yılı da böyle bitirdik, çok şükür.
Yeni yılda Allah akıl, fikir, sağlık versin!
/././
Erdoğan’ın “dostları” Erdoğan’a güvenmiyor -Güldem Atabay-
Cumhurbaşkanı Erdoğan, son yıllarda Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilerin hiç olmadığı kadar iyi olduğunu söylüyor. Yoğun diplomatik trafiğe, samimi görüntülü fotoğraflara ve ziyaretlerin sıklığına bakınca Erdoğan’ın haklı olduğunu düşünmek mümkün. Ancak Erdoğan’ın ekonomi cephesinde rahatsız edici bir gerçek var: Eğer bu ilişkiler gerçekten iyi ve iddia edildiği gibi “stratejik” ise, dünyanın neredeyse hemen her yerine uzanan Körfez varlık fonu sermayesi neden Türkiye’ye gelmiyor?
Bugün sözünü ettiğimiz para sıradan bir sermaye değil. Suudi Arabistan’ın PIF’i, Katar’ın QIA’sı, Abu Dabi’nin ADQ ve Mubadala’sı… Her biri yüzlerce milyar doları yöneten, toplamda trilyon dolarlık devlet fonları. Dünya fosil yakıttan uzaklaşırken bu ülkeler de petrol gelirine olan bağımlılıklarını düşürmek peşindeler. Körfez varlık fonu sermayesi çok güçlü, uzun vadeli bakışla doğrudan yatırım iştahları yüksek. Ama Erdoğan’ın “zengin dostları” için adres Türkiye olmuyor.
Bugün Körfez varlık fonlarının öncelik verdiği alanlarda ortak bir çerçeve var. Yapay zekâ ve veri merkezleri ilk sırada. Katar ve Abu Dabi fonları, küresel ölçekte milyarlarca dolarlık kaynakla veri merkezlerini besleyecek enerji altyapılarına, yüksek kapasiteli elektrik üretimine ve dijital altyapıya giriyor. Bu yatırımlar yalnızca bugünün değil, önümüzdeki 20–30 yılın teknolojik omurgasını oluşturuyor. Aynı fonlar, ABD ve Avrupa’da yapay zekâ ekosisteminin kalbine yerleşiyor. ABD, İngiltere, İtalya, Çin ve Latin Amerika Körfez varlık fonu sermayesiyle teknoloji, altyapı ve üretim kapasitesi inşa ederken çarpıcı bir şekilde Türkiye bu tablonun dışında.
Petrol dışı enerji ikinci büyük başlık. Doğalgazdan yenilenebilir enerjiye, hidrojen projelerinden enerji depolamaya kadar uzanan geniş bir yelpaze var. Körfez fonları, enerji arz güvenliği ile teknoloji yatırımlarını birlikte ele alıyor. Veri merkezi yatırımı yapıyorsanız, yanında enerji altyapısını da satın alıyorsunuz. Türkiye bu denklemde yine yok.
Ulaştırma ve altyapı üçüncü alan. Havalimanları, limanlar, lojistik merkezleri… Suudi Arabistan’ın İngiltere’de Heathrow Havalimanı’na ortak olması, Abu Dabi fonlarının Avrupa’da havaalanı ve liman işletmelerine ilgi göstermesi tesadüf değil. Küresel ticaretin düğüm noktaları satın alınıyor. Bu yatırımlar, yıllık yüz milyonlarca dolar nakit akışı yaratan, uzun vadeli ve düşük riskli varlıklar. Türkiye coğrafi olarak tam bu iş için biçilmiş kaftan; ama yatırımcı gözünde siyasi ve hukuki riskler bu avantajı boşa çıkarıyor.
Finans ve varlık yönetimi bir diğer kritik sektör. Katar fonu Çin’de büyük bir varlık yönetim şirketine giriyor, Suudi fonu ABD’de dev fonlarla milyarlarca dolarlık anlaşmalar yapıyor. Amaç sadece getiri değil; küresel finans mimarisinin içinde kalıcı yer edinmek. Türkiye ise Erdoğan’la çeyrek yüzyıla yakın dönemin sonunda hâlâ yüksek enflasyon, sık değişen regülasyonlar ve zayıf kurumsal çerçeve nedeniyle bu oyunun dışında tutuluyor.
Eğitim ve insan sermayesi yatırımları da dikkat çekici. Körfez fonları İngiltere’de özel okul zincirlerine, üniversite bağlantılı eğitim platformlarına yatırım yapıyor. Bizde “liyakati” Türkiye dışına gözünü kırpmadan yollayan yöneticilerimizin aksine Körfez ülkeleri teknoloji yatırımının nitelikli insan olmadan çalışmadığını çok iyi biliyor. Erdoğan Türkiye’sindeyse eğitim sistemi sık sık ideolojik ve idari müdahalelerle sarsılıyor, içeriği boşaltılıyor; uzun vadeli bir insan sermayesi stratejisi yok.
Oysa beklenti büyüktü. 2023 seçimlerinin hemen ardından, “rasyonel politikalara dönüş” söylemiyle Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek ve dönemin Merkez Bankası Başkanı Gaye Erkan ilk yurt dışı ziyaretlerini Katar’a yapmıştı. 50 milyar dolara kadar doğrudan yatırım ve finansman beklentisi kamuoyuna yansıtılmış ve bu rakam Türkiye ekonomisi için bir güven oyu olarak sunulmuştu. Bugün takvimler 2026’da, ne 50 milyar dolar geldi, ne de Körfez varlık fonu sermayesinden Türkiye’ye anlamlı bir doğrudan yatırım dalgası başladı.
Gelen sadece kısa vadeli portföy girişleri oldu. Faiz yüksekken girip, risk arttığında çıkan sıcak para oldu. Oysa Körfez varlık fonu sermayesi swap yapmaz; veri merkezi kurar. Tahvil alıp çıkmaz; enerji santrali yapar. Kısa vadeli faiz hesabı yapmaz; 20–30 yıllık nakit akışı hesaplar. Türkiye bu yatırım ligine bir türlü giremedi.
Sebep dış politika değil, diplomasinin yetersizliği hiç değil. Sebep Erdoğan rejiminin başarısız ekonomi yönetimi.
2018’deki başkanlık sistemine geçişten bu yana ekonomi kurala göre değil, talimata göre yönetiliyor. Toplumsal fayda ve adil bölüşüm peşinde Türkiye ekonomisinin yapısını yenileme hedefi yerine, bir tek Erdoğan’ın iktidarını kollayan bir ekonomik düzen oluşturuldu.
Bu yüzden Erdoğan’la fotoğraf vermekten kaçınmayan Körfez varlık fonu sermayesi Erdoğan’ın yönettiği ekonomiye milyar dolar bağlamıyor. Çünkü bu rejimde kurallar kalıcı değil, kurumlar güçlü değil, kararlar öngörülebilir değil. Bugün “rasyonel politikalara dönüldü” deniyor, yarın bir gece yarısı kararnamesiyle bütün çerçeve değişebiliyor.
Adını koyalım: Bu bir finansman sorunu değil.
Erdoğan rejiminin kara düzenini yaratan yönetim sorununun sadece bir başka boyutu.
/././
‘Aile Yılı’nda şüpheli kadın ölümleri, cinayet sayısını geçti -Gözde Bedeloğlu-
Malumunuz, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2025’i ‘Aile Yılı’ olarak ilan etmişti. Temel amaç; “Kadın ve erkeğin evlilik bağıyla kurulan, milli ve manevi değerlerin taşıyıcısı olan ailenin her türlü zararlı eğilimden korunması, sağlıklı nesillerin yetişmesi, dinamik nüfus yapısının ve kalkınmanın istikrarlı bir biçimde sürdürülmesini teminen aile kurumunun güçlendirilmesi” olarak belirlenmişti. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı 2025’in, bir aile içinde güvenle yaşamanın mutluluğunu hissedeceğimiz bir yıl olması için çalışacaklarını ilan etmişti. ‘Şiddetten ölen kadınlar için hazırlanan dijital anıtta bugün itibariyle 446 kadının adı yazıyor!
***
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP) verilerine göre, Ocak ayından Kasım ayı sonuna kadar en az 260 kadın erkekler tarafından öldürüldü. 267 kadının yüksekten düşme, ateşli silahla intihar iddiası veya nedeni belirlenemeyen nedenlerle ölümü ‘şüpheli’ olarak kayıtlara geçti. Hükümet, milli ve manevi değerlerin taşıyıcısı olarak büyük önem atfettiği ailenin her türlü zararlı eğilimden korunacağını söylerken, maalesef LGBTİ+ bireylerin haklarına savaş açmaktan bahsediyordu. Zira bu yıl da pek çok kadın, “bir aile içinde güvenle yaşamanın mutluluğunu hissedecekleri bir yıl” geçiremedi. Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu (TKDF) Başkanı Canan Güllü, öldürülen kadınların yüzde 60’ından fazlasının evli oldukları erkekler, partnerleri veya birinci derece akrabaları tarafından hedef alındığını açıkladı.
***
‘Aile Yılı’, ne yazık ki başarısız bir hükümet projesi olarak vaktini doldurmuş görünüyor. Güçlendirilmesi amaçlanan aile kurumu, 2026’da açlık sınırının altında kalan bir asgari ücret politikasıyla nasıl olacak da sağlıklı nesillerin yetişmesinde rol üstlenecek? Okula aç giden çocuklara bir kap ücretsiz yemek verilmezken, insanlardan ülkenin nüfusuna katkı sunmak için üçer beşer çocuk yapması hangi yüzle beklenecek? Şüpheli kadın ölümlerinin ilk kez tespit edilen cinayet sayısını geçtiği bir yılı tamamlamak üzereyiz. Bu feci, utanç verici tablo yetmezmiş gibi, kadın örgütleri ve baroların tüm uyarılarına rağmen, 11. Yargı Paketi’ndeki infaz düzenlemesiyle, kadına yönelik şiddet suçu işleyenler salıverilmeye başlandı.
***
Eşitlik İçin Kadın Platformu, dumanı üzerindeki itirazlarında, bu düzenlemenin şiddet faillerini cesaretlendirebileceği gibi, kadınları ve çocukları yeni risklerle karşı karşıya bırakabileceği konusunda hükümeti uyardı. Türkiye Barolar Birliği Kadın Hukuku Komisyonu, kadına yönelik şiddette en yüksek ölüm riskinin daha önce şiddet uygulamış ve cezasızlık ya da erken tahliye deneyimi yaşamış faillerde görüldüğünü hatırlattı. Ayrıca erken tahliye ve infaz indirimi düzenlemelerinin, 6284 sayılı Kanun kapsamında verilen koruyucu ve önleyici tedbirlerin caydırıcılığını zayıflattığı, kadınların devlete duyduğu koruma güvenini sarstığı vurgulandı. Kadına karşı ağır şiddettin, yalnızca öldürme ile sınırlı olmadığı, kalıcı zarar doğuran tüm şiddet fiillerinin, infaz kolaylığı düzenlemelerinin açıkça dışında tutulması gerektiği söylendi.
***
Haklılıkları, ne yazık ki çok kısa sürede ve bir kadının daha hayatına mal olacak şekilde kanıtlandı. Yeni infaz düzenlemesiyle tahliye edilen Okan Gür, cezaevinden çıkar çıkmaz arayıp tehdit ettiği dini nikahlı Rojda Yakışıklı’yı öldürdü. İktidar, yeni yargı paketiyle ilgili uyarıları duymazdan geldi ve sonuç olarak ‘Aile Yılı’ kadına yönelik şiddetin engellenemediği, kadın cinayetlerinin durdurulamadığı, şüpheli ölümlerin arttığı ve bütün bunlara karşın suçluların ‘affedildiği’ bir sene olarak kayda geçti. Bugün binlerce kadın 2026’yı korku içinde karşılamak zorunda bırakılırken, binlercesi de sesini duyurmak için meydanlara çıkmaya hazırlanıyor. Kadın Mitingi Bileşenleri adıyla bir araya gelen 37 kurum, uğradıkları sistematik erkek şiddetini ve erken infaz düzenlemesini protesto etmek için 10 Ocak günü Ankara Tandoğan’da bir araya geleceğini duyurdu.
Cezaevlerindeki doluluk sorunu kadınların potansiyel katillerini serbest bırakmakla değil; “insanca bir yaşam istiyoruz” diyerek asgari ücreti protesto eden 19 yaşındaki Bilge Kaan Şarbat’ı tutuklamamakla; siyasi ve hasta tutsakların esaretine son vermekle çözülür.
/././
“Aile Yılı”nın ardından...-Şükrü Aslan-
Geride bıraktığımız yılın doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından Aile Yılı ilan edildiğini nüfusun ne kadarı farkında bilmiyorum ama görünüşe bakılırsa ilgili kamu kurumları dışında 2025’in Aile Yılı olduğunu konuşan-tartışanlar çok değil. Nüfusun büyük bölümü, bir parçası olduğu aileyi gündemlerine almadığı gibi, ailelerin gündeminde de bu mevzu yokmuş gibi duruyor.
Sosyoloji ve siyaset ilişkisinde gerilimli alanlardan birisi ‘aile’dir. Bu kurum sosyolojiye göre anne, baba ve varsa çocuklardan oluşan bir topluluktur. İçinde bulunduğu toplumun bir tür aynası olan ve çeşitli sınıflardan, kültürlerden, kimliklerden izler taşıyan ‘en küçük’ toplumsal birimdir. Siyaset ise sosyolojiden farklı olarak aileyi politik stratejilerin bir parçası olarak niteler ve dolayısıyla siyasal hedeflerin işlevsel bir aracına dönüştürür. Bu da toplumsal maliyetleri son derece yüksek bir politik durum demektir.
Şimdiki siyasi iktidarın aile vurgusunun temelinde ailenin çözülmesi diye tanımlanan bir sosyolojik eğilim de yatıyor. Verilere göre gençler evli olmaya önem vermiyor, boşanmalar artıyor, evliliklerde genellikle bir çocuk dünyaya getiriliyor. Yani siyasetin görmek istediği klasik aile türü derin bir sarsıntı geçiriyor. Diğer yandan hakim siyaset, kendi kültürel iktidarına uygun bir aile tipi inşa etmek istiyor ki mevcut aile yapısı bu yönüyle de gerilimli görünüyor. Bu noktada siyasi refleksin devreye girme biçimi her zaman olduğu gibi kendi tercihine uygun aile türünün teşvik edilmesi oluyor. Bu anlamda ‘milli ve manevi değerlerle örülmüş aile’ vurgusu neredeyse politik söylemlerin merkezine oturuyor. Yanı sıra evlilik ve çocuk teşvikleri hep bu politikanın bir parçası olarak işliyor.
Elbette bu yeni bir durum değildir, Cumhuriyetin erken yıllarında da aile, siyasal iktidarın merkezindeydi ve temel kaygılar büyük ölçüde benzerdi. 1929’da çıkarılan Şoseler Köprüler Kanunu her erkek vatandaşın yılda on gün ücretsiz olarak yol ve tünellerin yapımında çalışma zorunluluğu getirmişti ve bundan muaf olmanın yegane yolu, en az beş çocuklu bir ailenin mensubu olmaktı. Bu da ancak evlenip çok çocuk yapmakla mümkündü. O yıllarda ‘ailenin üretimi’ tüm politik enstrümanlar kullanılarak teşvik ediliyordu. O kadar ki kamu görevlisinin, doğum yapan kadının önünde saygı duruşunda bulunması ve kadına madalya takılması gibi öneriler içeren raporlar yazılmıştı. Ama eğer aileler hakim kültüre yabancı ise, kadın on çocuk bile dünyaya getirse görünmez alanda kalıyordu. Aile farklı bir kimliğe mensup ise tasfiyesi de olağan demekti. Türkiye’nin nüfus sayımlarında beş ya da on yıl içinde radikal nüfus azalmaları tam da bu ailelerin tasfiyesi ya da sürgünüyle ilgiliydi. Hele Birinci Umum Müfettiş Zeynel Abidin Özmen’in hazırladığı rapordaki bir teklif dehşet vericiydi. Özmen, ‘Batıdan Türk kültürlü erkeklerin, Doğuya gelip Kürt kızlarıyla evlilik yapmasını’ önermişti. Bu şekilde oluşturulacak ‘aileler’in, ulusal kimliğin inşasında çok önemli bir işlevi yerine getireceklerini varsayıyordu.
Özetle ailenin siyasal iktidarlar tarafından hedef grup olarak seçilmesi hemen her zaman bir temel politik stratejiydi. Bu strateji her dönem kendi halini-dilini üretmişti. Fakat bu politika sanıldığı gibi o siyasal stratejilere uygun sonuçlar üretmemişti, üretemezdi. Çünkü Sosyoloji doğası gereği çoğulcudur ama modern siyaset tekil anlayışa ve benzeştirici bir politikaya dayanır. Aile bu gerilim alanının orta yerinde durur. Siyaset ‘aile’yi çoğul sosyolojinin bir parçası olarak kabul etmediği ve dolayısıyla birbirine benzeyen tek kültürlü aileyi inşa etmeyi hedefledikçe gerilim yaşaması kaçınılmazdır.
Demektir ki ailenin de bir tür ‘özel alanı’ vardır ve onun en önemli unsuru kimliğidir. Aileye bu noktadan müdahalenin başarısız olması sosyolojinin doğası gereğidir. Bu yüzden geçmişte ‘milli politik strateji’nin aileye müdahalesinde olduğu gibi, bugün de her din-dilden nüfusun yaşadığı ülkede, ‘dindar aileyi yaratma’ stratejisi, kaçınılmaz olarak sosyolojinin bariyerlerine çarpmaktadır. Nitekim bunu türlü örneklerde görmekteyiz. Bu vesileyle tüm ailelere özgürce-kimlikleriyle yaşayabilecekleri güzel bir yıl dilerim.
/././
PTT iştiraki eridi -Mustafa Bildircin-
PTT’nin bir iştiraki daha iflasın eşiğinde. Eski İBB bürokratı Aydoğan’a emanet edilen PTT Para Lojistik’in öz kaynaklarının eriyerek eksi 188,6 milyon TL’ye kadar gerilediği açığa çıktı.
Türkiye Varlık Fonu’na devredildikten sonra, “Kamu zararı ve usulsüzlük” iddialarının merkezine oturan PTT’deki kötü yönetim yalnızca kurumu değil, iştiraklerini de olumsuz etkiledi.
2018 yılında PTT’nin yüzde 100 iştiraki olarak, “Yerli ve milli” sloganı ile kurulan PTT Para Lojistik ve Özel Güvenlik Hizmetleri Anonim Şirketi’nin borca batık hale getirildiği öğrenildi. Şirketin vergi ve sigorta borçlarını dahi ödeyemez durumda olduğu bildirildi.
PTT Para Lojistik ve Özel Güvenlik Hizmetleri A.Ş (PTT PAL A.Ş.) 2018 yılında kuruldu. Kuruluş amacı, “Firmalara maliyetleri düşürücü, profesyonel çözümler sunmak” olan şirketin mali dengesinin altüst olduğu tespit edildi.
PTT PAL A.Ş, 2021 yılında 2 milyon 360 bin TL olan öz kaynaklarının tamamını yitirdi. Şirketin öz kaynakları, 2024 yılı sonu itibarıyla tamamıyla eriyerek eksi 188 milyon 618 bin TL’ye kadar geriledi. Şirketin maliyetleri ciddi oranda yükselirken gelirleri maliyetleri karşılayacak oranda artırılamadı. Şirketin 2024 yılındaki net dönem zararı ise 5 milyon 205 bin TL oldu.
BİRİKEN BORÇLAR
Şirketin mali ve ticari borçlarında da çarpıcı artış yaşandı. PTT PAL A.Ş’nin 2024 yılı sonu itibarıyla toplam 233 milyon TL mali, 91,1 milyon TL de ticari borcu bulunduğu belirtildi.
***
AKP BÜROKRAT KOLTUKTA
Şirketin genel müdürlük koltuğunda eski bir İBB bürokratı oturuyor. 2008 yılında AKP döneminde İSPARK A.Ş’de görev alan, 2015 yılında ise İBB’de yöneticilik yapan Rize doğumlu Cihan Aydoğan, şirketin genel müdürlüğünü yapıyor.
***
16,5 milyon kişi evini ısıtamıyor -Havva Gümüşkaya-
TÜİK’in son araştırması, göreli yoksullukta sınırlı düşüşe karşın temel ihtiyaçlarda kitlesel yoksunluğu ortaya koydu. 16,5 milyon kişi evlerini dahi ısıtamıyorken 21 milyon kişi beklenmedik harcamaları karşılayamaz halde.
2024 gelir bilgileriyle hazırlanan TÜİK “Yoksulluk ve Yaşam Koşulları” araştırması, göreli yoksulluk oranında sınırlı düşüşe karşın hanehalkının temel ihtiyaçlara erişimde ciddi kırılganlık yaşadığını ortaya koydu.
Gıdadan ısınmaya, konuttan borca uzanan göstergeler toplumun geniş bir bölümünün asgari yaşam standardını sürdürmekte zorlandığı bir tabloya işaret ediyor. Türkiye’de milyonlarca kişi iki günde bir et yiyemiyor, evini ısıtamıyor, borcunu ödeyemiyor.
TÜİK verilerine göre göreli yoksulluk oranı yüzde 13,0 oldu. Böylece oran, bir önceki yıla kıyasla 0,6 puan azaldı. Yoksulluk sınırı ise bir önceki yıla göre 77 oranında artarak 120 bin 575 TL olarak hesaplandı. Buna göre yoksul sayısı 10 milyon 930 bin kişi oldu.
Araştırma yoksulluğun gündelik yaşamda çok daha geniş bir nüfusu etkilediğini gösteriyor. Nüfusun 50,5'i evden uzakta bir haftalık tatil masraflarını, yüzde 35,1'i iki günde bir et, tavuk ya da balık içeren yemek masrafını, yüzde 25,1'i beklenmedik harcamaları, yüzde 19,6'sı evin ısınma ihtiyacını, yüzde 58,0'ı ise eskimiş mobilyaların yenilenmesini ekonomik olarak karşılayamadığını beyan ediyor.
2024’te yayımlanan araştırmada evin ısınma ihtiyacını karşılayamayanların oranı yüzde 15,1 ile nüfusun 12 milyon 703 bini oluşturuyordu.
Yoksulluk sınırı ortanca gelirin yüzde 60’ı olarak kabul edildiğinde ise yoksulluk oranı daha da yükseliyor. Buna göre hesaplanan yoksulluk oranı yüzde 20,6 oldu. Ülke nüfusunun 17 milyon 361 bininin geliri ortanca gelirin yüzde 60’ının altında bulunuyor.
Bu grup içerisinde yer alanların yüzde 92,52’si için konut masrafları yük getiriyor. Yüzde 44,7’si borç veya taksit öderken zorluk yaşıyor. Yüzde 72’si iki günde bir et ürünleri içeren yemek maliyetini karşılayamıyor, 8 milyon 767 bini evinin ısınma maliyetini ekonomi olarak karşılayamıyor.
SAĞLIKSIZ KONUTLARDA YAŞAM SÜRÜYOR
Nüfusun yüzde 28,8'i evinde sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçeveleri vb. problemler yaşarken yüzde 27,9'u konutunda izolasyondan dolayı ısınma sorunu yaşıyor. Ortanca gelirin yüzde 60’ının altında olanlarda konut ve çevre problemleri daha fazla yaşanıyor. Bu grupta olanların yüzde 45,9’u sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçeveleri olan evlerde yaşıyor, yüzde 44,9’u konutunda izolasyondan dolayı ısınamama sorunu yaşıyor.
Öte yandan TÜİK’in araştırması son yıllarda azalan konut sahipliği oranında ılımlı bir artış yaşandığını ortaya koydu. Kendilerine ait bir konutta yaşayanların oranı 1 puan artarak yüzde 57,1 oldu. Ancak bu oran konut sahipliğinin yüzde 61,1 ile zirve yaptığı 2014 yılının gerisinde kalmaya devam ediyor. 2014 yılında yüzde 22,2 olan kiracı oranı ise yüzde 27’ye ulaştı.
Ortanca gelirin yüzde 60’ının altında olanlarda 2014 yılında yüzde 57,8 olan konut sahipliği ise 48,7’ye geriledi. Bu kesimde ise kiracılık oranı yüzde 24,5’den yüzde 34’e çıktı.
TÜİK’in verilerine göre geçen yıla kıyasla konut alımı ve konut masrafları dışında borç veya taksit ödemesi olanların oranı yüzde 56,4 oldu.
***
KADINLAR YOKSULLUK VE SOSYAL DIŞLANMA RİSKİ ALTINDA
Fertlerin yüzde 27,9’u yoksulluk veya sosyal dışlanma riski altında kaldı. Kadınlarda bu oran yüzde 30,1 olarak hesaplandı. Erkeklerde ise yüzde 25,6 olarak belirlendi.
Yoksulluk veya sosyal dışlanma riski yaş gruplarına göre incelendiğinde en büyük riskin yüzde 36,8 ile 0-17 yaş grubunda olduğu görüldü. Bu yaş grubunda da kadınlar dezavantajlı olarak görüldü. Bu yaş grubundaki kadınlarda yoksulluk ve sosyal dışlanma riski yüzde 37,8 olarak hesaplanırken erkeklerde yüzde 36 ile ortalamanın altında kaldı.
***
Oranlar, 84 milyon 134 bin olan ülke nüfusuna göre şu anlama geliyor:
• 29 milyon 532 bin kişi iki günde bir et ürünleri içeren yemek masrafını karşılayamıyor.
• 21 milyon 218 bin kişi beklenmedik harcamaları karşılayamıyor.
• 48 milyon 800 bin kişi eskimiş mobilyasını değiştiremiyor.
• 16 milyon 491 bin kişi evin ısınma ihtiyacını ekonomik olarak karşılayamıyor.

***
YOKSULLUK SINIRI 98 BİN 188 TL
Türk-İş, açlık ve yoksulluk sınırı araştırmasının aralık sonuçlarını açıkladı. Dört kişilik bir ailenin sağlıklı ve dengeli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcamasını ifade eden açlık sınırı 30 bin 143 TL'ye yükseldi. İşçinin eline ancak şubat ayında geçecek yeni asgari ücret, bu tutarın 2 bin 68 TL altında kaldı. Gıda harcamasının yanı sıra kira, ulaşım, faturalar, eğitim ve sağlık gibi temel giderlerin dahil edildiği yoksulluk sınırı da 100 bin TL'ye merdiven dayadı. 4 kişilik bir ailenin insanca yaşayabilmesi için haneye girmesi gereken toplam tutar 98 bin 188 TL olarak hesaplandı. Tek başına yaşayan bir çalışanın aylık zorunlu harcaması 39 bin 123 TL olarak belirlendi. Bu rakam, yeni asgari ücretin yaklaşık 11 bin TL üzerinde seyrediyor.
***


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder