Dış kırılganlıklar nasıl seyrediyor? - KORKUT BORATAV

Bu köşede ekonominin “gidişatı”na sık sık göz atıyoruz. 

Hızla güncelleyelim:TÜİK’in son verilerine göre ekonomik kriz (“küçülme”) 2019’da son bulmuştur. Ne var ki, bu hafta yayımlanan Eylül 2019 işgücü istatistikleri, toplam istihdamda on iki ay öncesine 623.000 düşme belirliyor. Temmuz-Eylül 2019 ortalamasına göre de 720 bin emekçi, işlerini yitirmiştir. İstihdamın bu boyutlarda düştüğü bir dönemde GSYH’daki artış nasıl açıklanabilir? 

Tartışmayı sürdüreceğiz.

İstihdamdaki daralma işsizlik oranlarını da sıçratmıştır. Bu tür bulgular, bir ay değil, on iki ay öncesiyle karşılaştırılır. Eylül 2018-2019 arasında işsizlik oranını karşılaştırın: %11,7 → %13,8… Üç aylık ortalamada 817.000 yeni işsiz, toplumsal krizin süregeldiğini gösteriyor. Olası bir finansal kriz ise (şimdilik) atlatılmış görünmektedir. Bu yazıda bu konuya odaklanalım: 2018-2019 döneminde dış kırılganlıkların ve finansal risklerin seyrini izleyelim. 

2016-2017: Artan dış kırılganlıklar  
Uluslararası finans çevreleri, 2013’ten itibaren Türkiye’yi “yükselen ekonomilerin en kırılganları” arasına yerleştirmişti.

Bu sınıflama, izlenen ülkelerin dış (döviz) yükümlülüklerinin karşılanmasındaki risk derecelerine dayandırılır. Aşağıdaki Türkiye tablosu 2016-2019’u kapsıyor ve bu değerlendirmelerde öncelik taşıyan dışsal kırılganlık göstergelerini içeriyor. 

Finans çevrelerince kullanılan en yaygın, bütüncül göstergeler ilk beş satırdadır.
Bunlar ve sonraki iki satırda yer alan ek bilgiler krizin öncesine ve seyrine ışık tutuyor.

Tabloda yer alan mutlak sayıların artması “dış kırılganlıklarda bozulma” olarak yorumlanır.
2016’dan 2017’ye dış kırılganlık göstergeleri ağırlaşmıştır, ama uluslararası finans sermayesi bu durumu caydırıcı görmemiştir. Tablo’nun son satırı, bu olumlu değerlendirmeyi yansıtıyor: 2017’de düşen CDS (“batık kredi takası”), dış kredilerin risk göstergesidir; temerrüt olasılığına karşı sigorta maliyetini yansıtır.
Nitekim, 2017’de Türkiye’ye yabancı sermaye girişleri bir önceki yıla göre yüzde 46’lık bir artışla 50 milyar dolar sınırına ulaşacaktır.

2018’e girildiğinde de “yükselen” ekonomilerde finansal istikrarsızlıkları tetikleyecek ortak etkenler söz konusu değildir. Arjantin ve Türkiye hariç… Bu iki ülkeye özgü sorunlar yabancı sermaye çıkışlarını tetikleyecektir.

Türkiye’ye özgü “tetikleyici etken” üçlüdür: Haziran seçimi sürecinde Cumhurbaşkanı’nın finans kapitale açıkça meydan okuması; değişen ekonomi yönetimi ve ABD ile Rahip Brunson krizi… 

Bu olumsuz dürtüleri krize dönüştüren temel neden ise, Tablo’da yer alan ve 2018 içinde ağırlaşan dış kırılganlıklardır. 

Dolarlı millî gelir hesaplarının sorunları
Dışsal kırılganlık göstergelerinin çoğu, dolarlı millî gelire (GSYH’ya) göre ölçülen oranlardan oluşur (bk. Tablo’nun ilk dört satırı). Burada IMF’nin Türkiye GSYH verilerini kullandım. 

Bu yılın GSYH verileri henüz kesinleşmedi; öngörüdür. Buna göre 2018-2019 arasında Türkiye’nin dolarlı millî geliri %3,6 oranında küçülecektir: Milyar dolar olarak ifade edelim: 771,3 → 743,7…  Sabit fiyatlı TL ile GSYH ise 2019’da %0,2 (binde 2) oranında büyüyecektir

GSYH öngörüsü, dolarlı hesaplamada küçülmekte; sabit fiyatlı TL ile (“birazcık”) büyümektedir. Bu uyumsuz durum, 2019’da dolar/TL kurunun ortalama değişimi ile ülke içi fiyat hareketleri arasındaki farktan geliyor: IMF’nin 2019 için ortalama dolar fiyatı öngörüsü 5,75 TL’dir. Bu kur, bir yıl önceki ortalama dolar fiyatının (4,83 TL’nin) yüzde 19 üstündedir. 2019’da ortalama fiyatların  (GSYH deflatörünün) artış temposu, doları geriden izleyecektir.

Bu yılın on bir ayında dolar fiyatı biraz daha yumuşak bir tempoyla arttı. Bu tempo Aralık’ta da aynı kalır ve IMF’nin enflasyon öngörüsü tutarsa, dolarlı GSYH’nin küçülmesi yüzde 2,3’e inecektir. 

2018: Krizin arifesi, ilk ayları: Kırılganlıklar zirvede
Tablo sütun 3’te yer alan dış kırılganlık göstergeleri, 2018’in “en kötü” ayına aittir. 
Kriz ortamının (“tetikleyici etkenler”in) patlak vermesinin hemen öncesinde, Mart 2018’de üç gösterge “en olumsuz” değerlere çıkıyor: Ekonominin döviz varlıkları ile yükümlülükler arasındaki açığın (satır 2); finans-dışı şirketlerin net döviz yükümlülüklerinin (satır 3) ve dış borçların (satır 4) millî gelire oranları… 

IMF’nin Mart 2018 tarihli Türkiye raporu bazı uyarılar içerdi; ama kulak asan olmadı. 

On iki aylık cari işlem açığının millî gelire oranı Mayıs 2018’e kadar yükselmeyi sürdürdü. Döviz krizi Ağustos’ta patlak verdi; aylık dış açık, Ekim’de son buldu. 
Kısa vadeli dış borçların TCMB brüt döviz rezervlerine oranı ise üst eşiğe Eylül’de ulaşacaktır. Mart 2018 sonrasında kısa vadeli dış borçlar çok ılımlı bir tempoda düştü; bu gösterge yine de bozuldu. Altı ayda 20 milyar dolara yaklaşan rezerv erimesi nedeniyle… 

2019: Krizin hafiflettiği kırılganlıklar 
Kırılganlık göstergeleri Ağustos-Eylül 2018’de zirveye çıkarken yabancı sermaye net çıkış yapmaktaydı. Vadesi gelen kredi anaparaları tahsil edilmeye başlandı. Yerli burjuvazi de ülke dışına fon aktarımlarını hızlandırdı.

2019’da yabancı sermaye yeniden girişe başladı; ama, kriz öncesine göre düşük bir tempoda... 

2018’in “en kötü” aylarıyla  2019’un son (Haziran-Ekim) verilerini  milyar dolar olarak karşılaştıralım.
Bankalar, uzun vadeli dış kredilerinin bir bölümünü “döndürebildi.” Şirketlere verdikleri döviz kredilerini TL’ye dönüştürdüler veya yapılandırdılar. Sonuçta, şirketlerin net döviz dengesi  düzeldi: -222,5 → -178,0 milyar dolar.  
Bir bölümü döndürülebilen dış borç stokunda 20 milyar dolarlık düşme (467 → 447) oldu. Şirketlerin dış borç yükünün kamu bankaları, Hazine, hatta dolaylı yöntemlerle TCMB tarafından devralındığı anlaşılıyor. 2018 sonu ile Haziran 2019 arasında dış borçlarda kamunun payı (%33 → %34) bu şaibeli işlemlerle artmış olsa gerektir. 

Yabancı sermayenin çıkışı ve yabancıların Türkiye’deki (taşınmazlar, hisse ve borç senetleri olarak) TL varlıklarının dolar cinsinden erimesi, ekonominin net döviz pozisyonunu (açığını) düzeltti: -449 → -352

2018-2019 arasında en çarpıcı “düzelme” 12 aylık (birikimli) cari işlem dengesinde gerçekleşti: -57,4 → +4,3… Türkiye’nin kısa vadeli dış finansman gereksiniminde 61 milyar doları aşkın bir rahatlama… On iki ay içinde vadesi gelecek dış borçların Ekim 2019’daki toplamı 167 milyar dolardır; bir önceki yıl sonuna göre 8 milyar hafiflemiştir. Acil döviz yükümlülüklerine yüksek cari işlem açığı da eklenseydi, dış borç krizi gündeme gelirdi.

Geleceğe ilişkin riskler
Dış kırılganlıklarda gözlenen bu “iyileşmeler” millî gelire oranlanınca (bk Tablo’nun ilk dört sütunu) önemli derecelerde aşınmaktadır. Nedenini yukarıda açıkladım: Dolarlı millî gelir (IMF’ye göre) 2019’da yüzde 3,6 küçülecektir. 

Yine de cari denge/GSYH oranı hariç, (sütün 3,4,5’te yer alan) tüm kırılganlık ölçütleri 2016 ve/veya 2017’nin üstündedir. Kriz şokunun yarattığı zorunlu onarım, ekonominin 2016-2017’deki dış kırılganlıklarını tamamen giderememiştir.  
2019 sonundaki dış kredi risk göstergesi (CDS) de, bu nedenle 2016-2017 düzeyinin bir hayli üstüne yerleşmiştir (Tablo, son satır).

Millî gelirden bağımsız olarak tanımlanan kısa vadeli dış borç/rezervler oranı ise Ekim 2019’da hâlâ 2016 ve 2017’nin açık ara üstünde seyretmektedir. Bir neden TCMB rezervleriyle ilgilidir: Ağustos 2018’i izleyen hızlı rezerv erimesinin sadece bir bölümü telafi edilebilmiştir. Diğer neden, 2018 sonu ile Haziran 2019 arasında kısa vadeli dış borçların toplam içindeki oranındaki artıştır: %26,3 → %27,4
Tablo, dış kırılganlıkların, kriz öncesindeki düzeylerin altına inmediğini gösteriyor. Uluslararası finansal ortamın dinginliği içinde küçülen Türkiye, finansal krize sürüklenmemiştir.

“Sıfır büyüme” ortamından yüzde 3’lük bir büyümeye geçiş dahi toplumsal bunalıma son vermeyecektir. Bu tespiti geçen hafta vurguladım. Ekonomi 2016’da yüzde 3 civarında büyürken 33 milyar dolar cari işlem açığı vermişti. Aynı ortama dönüş artık mümkün değildir. 

İktidarın kronik basiretsizliklerini ekleyin: Risklerle, belirsizliklerle  dolu; bunalımlı bir gelecek öngöreceksiniz. 

Korkut Boratav / SOL

Ekrem İmamoğlu: Babanıza çiftlik mi yapıyorsunuz? - Hazal Ocak / CUMHURİYET

Ekrem İmamoğlu Kanal İstanbul için kimsenin üzerinde baskı kuramayacağını vurguluyor. “Dozerle gireriz diyorsunuz. Kendinize, babanıza çiftlik kurmuyorsunuz. Burası değil 16 milyonun, 82 milyon insanın bekasıyla ilgili bir konudur” diyor. İstanbul’un geleceğinin gasp edildiğine dikkat çeken İmamoğlu, “Projenin yaratacağı tahribatı, kirliliği tahmin bile edemiyorum. İstanbul’un buna ihtiyacı mı var Allah aşkına? Burası çöl mü, burası çöl de buraya kent mi kuruyorsunuz?” diye soruyor.


Kanal İstanbul nedeniyle kenti bekleyen büyük tehlikeyi anlatan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, iktidarın “çılgın projedeki” ısrarını eleştirdi. İmamoğlu’nun sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
- Kanal İstanbul 2011 yılında ilk ilan edildiğinde ne düşündünüz, ne hissettiniz?
Açıkçası beni etkilemedi. Daha çok şaşırdım. İlk duygum şaşkınlıktı. Yapı sektöründen gelen biri olarak inceleme ihtiyacı hissettim, nedir, niçin diye merak ettim... Çünkü seçime çok yakın bir zamanda, büyük bir görsel şovla açıklanmıştı. Bir kanaldan geçen tekneler, gemiler gördük. Bunlar çok bir şey ifade etmedi açıkçası. Sonraki dönemde bu süreci yakından takip ettim. O günden bugüne pek çok analiz yaptım ve şunu söyleyebilirim: Bu konuyla ilgili o günden beri toplumu doyurucu, kamuoyuna açık hiçbir ortam yaratılmadı. Bu nedenle toplumun yüzde 85-86’sı böyle bir proje olduğunu biliyor ama bu projeye dair bir fikri yok. Yani, vatandaşın tam olarak ne olduğunu bilmediği Türkiye’nin gelmiş geçmiş en önemli projelerinden biri İstanbul’a yapılmak isteniyor. Bugün belediye başkanı olduğum için değil, başından beri bu süreci inceleyen biri olarak, olumsuzlukları alt alta dizdiğimde İstanbul için bir ihanet projesi diyebiliriz. Hatta bu bile hafif kalır... Gerçek bir cinayet projesi...
ÇOCUKLARIN GELECEĞİ İÇİN
- 3 çocuk babası bir yurttaş olarak bu projeye neden karşısınız?
Çünkü bu proje İstanbul’un geleceğini gasp ediyor. Tümüyle doğasını değiştiriyor. Fiziki koşullarını tümüyle değiştiriyor. Bence maneviyatını da yok ediyor. Burası bir coğrafya ve bu coğrafya on binlerce yılda oluşmuş, dünyanın en nadide coğrafyalarından bir tanesi. İstanbul bir uçtan bir uca sit alanıdır aslında. Hovardaca kullanmışız ve tümüyle büyük bir tahribat yaratmışız ama İstanbul, bütün Trakya’yı, Kocaeli yarımadasını, körfezi hatta Yalova’nın bir bölümü, yani bütün bu bölge sit alanıdır. Dünya gözünün bebeği gibi bakar bu alana. Bizim için, Türkiye için bu kadar mühim bir alanda taşın üzerine taş koyarken bile dikkat etmemiz gerekirken “ihanet ettik” diyorlar. İhanet etmenin altında yatan gerçek ne? Bilimden, akıldan uzaklaşmak. Benim bu şehrin insanlarının geleceği konusunda sorumluluğum var. Bu halk bize güvendi. 16 milyon insan “Emanetimize sahip çık. Adı üstünde sen şehri eminsin” dedi. Çocuklarımın geleceğini, bu kentin çocuklarının, bütün gençlerinin geleceğini düşünürsek beni hiç kimse bu projeye ikna edemez. Bu konuda bana baskı da kuramazlar.
- Peki uzmanlar bu projenin tahribata neden olacağı görüşünde. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Tek başına 130 milyon metrekareye yakın bir tarım alanından, 23 milyon metrekarelik ormandan bahsediyoruz. Üst süte koyduğunuzda tanımlanan, planlanan o kadar vahşi işler var ki... Belediye meclisinde arkadaşlar, “Efendim yok orada öyle bir nüfus” diyorlar. Bir iki gün sonra malum medyada “1 milyon 150 bin kişilik akıllı şehir kurulacak” diye manşet atılıyor. Bu gazeteler, bakanlıktan bilgi almadan bu başlıkları atamaz. Kaldı ki yapılmış planları biliyoruz. 1 milyon 150 binlik nüfus deniyorsa anlayın ki orada nüfus aslında 2 milyona doğru gider. 8 tane boğaz köprüsünün yarısı kadar köprüyle bağlantı kuracaksınız. Siz 8 milyon insanı bir adaya tıkacaksınız aslında. Büyük bir güvenlik tehdidi oluşacak. Depremle ilgili zaafiyetlerin olduğunu hâlâ iddia ediyorum. Yaratacağı inşaat travmasını 3 yıl, 4 yıl, 5 yıl tarif bile edemem.
HALK KARAR VERECEK
Ben zihnimde yaşadığımda yaratacağı tahribatı, kirliliği tahmin bile edemiyorum. İstanbul’un buna ihtiyacı mı var Allah aşkına? Burası çöl mü, burası çöl de buraya bir kent mi kuruyorsunuz? Ya bunun her tarafı tarih, doğa her tarafı güzellik, şu Küçükçekmece Gölü bile tek başına bir sit alanı. Avrupa’da böyle bir gölün kenarına, kıyısına dokundurmazlar. Siz gölü ortadan kaldırıyorsunuz. Yani bir geçiş yapacaksınız kimin kararıyla, hangi vicdanla. Şehri bilgilendirmek zorundasınız. Bilgilendireceğiz ve buna halk karar verecek. Bu öyle basit bir karar değil. Siyasi bir karar asla olamaz bu karar. Bu karar bence bir şehrin varlığıyla yokluğu arasında o ince çizgi kadar ciddi anlamda ele alınması gereken bir karardır. O bakımdan çocuklarımın geleceği için bu sürece tümüyle karşı çıkıyorum.
İSTANBUL’UN UYKUSU KAÇMALI
- Projeyle, Sazlıdere barajı ortadan kalkıyor, Durusu gölünün de (Terkos) projeyle ciddi bir tehdit altına gireceği söyleniyor. 
Şimdi bakın neresinden tutsak elimizde kalır. Bilim adamlarının hazırladığı bir rapor var. Raporda, 40’a yakın soru var ve bu 40 sorunun da cevabı yok şu anda. Daha bu soruların cevabını verememişsiniz, ‘yapacağım’ diyorsunuz. ‘Dozerle gireriz’ diyorsunuz. Kendinize, babanıza çiftlik kurmuyorsunuz. Evladınıza bir çiftlik yapmıyorsunuz. Yalı yapmıyorsunuz. Burası değil 16 milyonun, 82 milyon insanın bekasıyla ilgili bir konudur. 3 tanker geçecekmiş, 5 tanker geçecekmiş, Montrö sözleşmesiymiş... Kimseyi aldatmasınlar... Montrö Sözleşmesi’yle ilgili elimizi rahatlatacak hiçbir unsur içermiyor Kanal İstanbul. Toplumu aldatan, toplumu yanıltan sonra da biz yanıldık diyenlere İstanbul’un geleceğini tehdit ettirmeyiz.
SÜKSE ÖYLE YAPILMAZ
- Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kanal İstanbul’la ilgili bahsettiği siyasi sükse sizce nedir?
Benim ruh halimde hiç öyle bir şey yok... Sükse, üretimle yapılır. Dünyada sükse, teknolojik kalkınmayla yapılır. Bütün demokratik adımlarınızla atarsınız ve dünyada sükse yaparsınız. Özgürlükle, akılla, bilimle sükse yaparsınız. Başarılı üniversitelerinizle sükse yaparsınız. Başarılı sporcularınızla, yazarlarınızla, sanatçılarınızla sükse yaparsınız. Kanal İstanbul’la veya bir kanalla sükse yapılmaz. Dünyada çok bir anlam ifade etmez.
- Bu projenin hiç olumlu yönü yok mu?
Yok... Zihnimin kenarında bile olumlu bir yanı yok. 3 tarafı denizle çevrili bir ülkenin, her tarafı suyla çevrili bir İstanbul’un böyle bir oyuna tahammülü bile olamaz. Düşünmeye bile tahammülü olamaz. Bu proje her İstanbullunun uykusunu kaçırmalı.
- Kanal İstanbul projesi için 75 milyar liralık bir harcamadan bahsediliyor. Böyle büyük bir bütçe İBB’ye verilse ne yapardınız?
İstanbul’un dünya standartlarında en ön saflara çıkması için ihtiyacı olan bütün metroları bitirirsiniz. Bu kadar basit. En basiti yani. 75 milyar lirayla Türkiye’nin kalkınmayla ilgili birçok sorununda ciddi adımlar atarsınız. İstanbul’un dışında 5-6 merkeze büyük yatırımlar yaparak oraları bir anda istihdam merkezi haline getirirsiniz. Milyonlarca işsizimize iş imkânı, gelecek imkânı sağlarsınız.
KİMSE İŞİNE BAKMASIN
- İBB’nin bundan sonra izlediği yol ne olacak?
Sürekli takip edeceğiz. Sürekli bilgilendirme yapacağız, araştırma yapacağız. Devletin her kademesine bu konuda davette bulunacağız. Yani biz sürece nefes bile aldırmayacağız. Herkesin ensesinde soluğumuzu hissettireceğiz. İstanbul’la ilgili her ortamda, her olayda gündemimizde Kanal İstanbul olacak. Bunun yanlış olduğunu topluma anlatacağız. Biz anlatmayacağız, bilim adamları anlatacak.
- Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Kimse oturup işine bakmasın, bu işle ilgilensin...
ÇILGIN KANAL ABSÜRT BİR PROJE
Pekin İnşaat Endüstri ve Ticaret A. Ş. (PEKİNTAŞ) Yönetim Kurulu Başkanı iş insanı Özkan Olcay Kanal İstanbul projesine ilişkin “İstanbul’da seçim kazanmak her şeyin önüne geçti” dedi. Olcay Türkiye genelinde pek çok su projesi üzerine çalıştığını belirterek “Kanal İstanbul projesinin hiç çekinmeden absürt bir proje olduğunu söyleyebilirim” ifadelerini kullandı. 
İş insanı Özkan Olcay, tartışmalı projeyle ilgili gazetemizle görüşlerini paylaştı. Bir gram suyun ne kadar önemli olduğunu bildiğini vurgulayan Olcay “İstanbul’a yetmeyen kullanma suyunu Melen’den pompa istasyonları ve boru hattıyla temin ediyoruz. Bu proje ile İstanbul’un nüfusunu daha da artırmayı düşünenler, altyapıyı, su ihtiyacını ve ulaşımı nasıl sağlayacaklar? İstanbul’da seçim kazanmak her şeyin önüne geçti. İstanbul’un idare edilemez, kontrol edilemez hale gelmesi de yanlış bir iştir. Siyasetin teknik konuları bu kadar dejenere etmeye hakkı yoktur” dedi.
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Cahit Turhan’ın Kanal İstanbul’a ilişkin “İstanbul Boğazı’nı kazalardan kurtaracak projedir” açıklamasını anımsatan Olcay “Diyelim ki sis var. Boğaz’daki sis Kanal istanbul’da da olacak. 2 gemi kanalda çarpıştı ve biri battı diyelim. O geminin suyun içerisinden çıkarılması, bölgenin temizlenmesi ne kadar sürecek? Burada da var kaza riski. Yani bu proje çok iyi etüt edilmemiş” sözlerini kaydetti. Kanalın 75 milyar maliyetini de anımsatan Olcay “Bu kanalı yaptığınız anda yeni köprülere ihtiyacınız var. Maliyeti çok yüksek projeler. Bu köprülerin her biri başlı başına bir maliyettir. Onların hesap ettiğinden daha pahalıya mal olur. Yapılabilir bir proje değil” dedi. 
Hazal Ocak / CUMHURİYET

TÜİK’in hesabı izaha muhtaç! - BİRGÜN

Milyonlarca işçiyi ilgilendiren asgari ücret görüşmelerinde TÜİK, bir işçinin aylık asgari geçim tutarını 2 bin 331 lira olarak açıkladı. Buna göre, aylık geçim tutarı bir yılda yalnızca yüzde 5,3 arttı. Bu oran resmi enflasyonun bile çok altında.

Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 2020 yılında geçerli olacak asgari ücreti belirlemek için üçüncü toplantısını dün gerçekleştirdi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) ev sahipliğinde yapılan kritik toplantıda, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) bir işçinin aylık asgari geçim tutarını 2 bin 331 lira olarak açıkladı.

TÜİK’e göre bir işçinin asgari geçim tutarı, ağır statüdeki işlerde 2 bin 331, orta statüdeki işlerde 2 bin 86, hafif statüdeki işlerde ise bin 940 lira. TÜİK, geçen yıl aralık ayında Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na sunduğu raporda bu tutarı 2 bin 213 TL olarak hesaplamıştı. Buna göre, bir işçinin asgari yaşam maliyeti bir yılda sadece yüzde 5,3 arttı. Bu oran resmi enflasyon rakamının bile çok altında. Yine TÜİK tarafından açıklanan son enflasyon raporuna göre, kasım ayında yıllık enflasyon yüzde 10,56 olarak gerçekleşti. 2019 yılsonu enflasyon beklentisi ise yüzde 12 düzeyinde.

‘BU RAKAMIN İZAHI YOK’
BirGün yazarı ve Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Aziz Çelik’e göre, TÜİK’in açıkladığı tutarın iler tutar yanı yok. TÜİK’in bu hesaplamayı nasıl yaptığını kamuoyuna izah etmesi gerektiğini vurgulayan Çelik, şu değerlendirmede bulundu: “TÜİK’in açıkladığı tutara göre, bir işçinin asgari yaşam maliyeti bir yılda yalnızca yüzde 5,3 artmış. Bu mümkün değil. Birincisi, TÜİK’in açıkladığı tutar ortalama enflasyonun altında olamaz, bu nedenle saçma ve tutarsız. İkincisi, düşük gelirli tüketim kalıplarında gıdanın payı daha fazladır ve gıda enflasyonu ortalama enflasyondan daha yüksektir. Bu nedenle açıklanan rakamın resmi enflasyondan daha yüksek olması beklenir. TÜİK, bu hesaplamayı yaparken fiyatlarını aldığı yerleri açıklamalı ve bu rakamı kamuoyuna izah etmeli. Asgari ücret yönetmeliğindeki gizlilik ilkesinin arkasına sığınmamalı. Çünkü açıklanan tutar TÜİK’in kendi verileriyle dahi
çelişiyor.”

FATURALAR YÜZDE 5,3 ARTMIŞ!
DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu da TÜİK’in açıkladığı tutara tepki gösterdi. Çerkezoğlu, sosyal medyadan yaptığı açıklamada, “TÜİK’e göre bir işçinin yaşam maliyeti bir yılda sadece yüzde 5,3 artmış. Yanlış duymadınız: TÜİK’e göre pazarda fiyatlar, eve gelen faturalar sadece yüzde 5,3 artmış! Ama aynı TÜİK’in iki hafta önce açıkladığı yıllık enflasyon rakamı yüzde 10,56. Yüzde 5,3 nereden çıktı?” ifadelerini kullandı.

Komisyonda işçi kesimini temsil eden Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri Irgat da TÜİK’in açıkladığı rakamın beklentilerinin altında olduğunu vurguladı. Irgat, “Hayat pahalılığını dikkate aldığımızda yüzde 5,31’lik artışı anlayabilmiş değiliz. Asgari ücretin insanca yaşanabilecek bir ücret seviyesinde belirlenmesi gerektiğine inanıyoruz. Umuyoruz komisyonumuz bu yönde karar verir” dedi.

SON HAFTA AÇIKLANACAK
TÜİK’in raporunu sunması ile zam pazarlığı da başladı. Asgari Ücret Tespit Komisyonu, son toplantısını Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nda gerçekleştirecek. Ardından ayın son haftasında 2020 yılında geçerli olacak asgari ücret tutarı açıklanacak.

                                                           ***

TÜİK hesabına bile uyulmuyor
TÜİK her yıl Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na tek bir işçinin geçimi için gerekli besin içi ve besin dışı harcamalara ilişkin asgari tutarı hesaplayıp sunuyor. Buna karşın asgari ücret belirlenirken, bir devlet kurumu olan TÜİK’in sunduğu bu tutar çoğunlukla dikkate alınmıyor. 2003 yılından bu yana belirlenen tüm asgari ücretler, TÜİK’in açıkladığı tutarların altında kaldı.

(BİRGÜN)

Efsunlu Tangolar - duvaR

Bahar Sarıboğa, unutulmuş tangolara yeniden hayat verdi. Ordu Üniversitesi öğretim üyesi Bahar Sarıboğa, 'Efsunlu Tangolar' albümünde 11 eseri seslendirdi.

Ordu Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi  Öğretim Üyesi Bahar Sarıboğa, tangonun büyülü ezgilerini “Efsunlu Tangolar” albümünde bir araya getirdi.  Bahar Sarıboğa, Ahenk Müzik tarafından yayınlanan albümde Kaptanizade Ali Rıza Bey, Halit Bedi, Muhlis Sabahattin Ezgi, Ahmet Ziyaeddin Sarıkartal, Erdener Koyutürk ve Hadi Asitanelioğlu’nun eserlerini yeniden yorumladı.

Albümde ayrıca söz yazarı İlhan Şensoy ve Yunanistanlı besteci Papadopoulos’un klasik tangolarını ve bir valsi de seslendirdi. Müzisyen Ozan Sarıboğa, yaptığı düzenlemelerin yanı sıra albümde piyanosu ile yer aldı. Albümde sanatçıya ayrıca Ortaç Aydınoğlu (bandoneon-akordeon), And Karabacak (klarnet), Neyzen Özsarı (kontrbas), Hüseyin Kemancı (keman-viyola), Murat Süngü (çello), İlter Kurcala (klasik gitar) ve Ömer Arslan (perküsyon) eşlik etti.

Albümdeki eserler şöyle:
“Cemile” Söz: İlhan Şensoy / Müzik: Papadopoulos
“Duygularım” Söz ve Müzik: Hadi Asitanelioğlu
“Sarı Samur” Söz ve Müzik: Halit Bedi
“Neye Yarar” Söz ve Müzik: Ahmet Ziyaeddin Sarıkartal
“Elida” Söz ve Müzik: Ahmet Ziyaeddin Sarıkartal
“Onu Tanıdıktan Sonra” Söz ve Müzik: Hadi Asitanelioğlu
“Sevgilim Sendin” Söz ve Müzik: Ahmet Ziyaeddin Sarıkartal
“Geleceğim” Söz ve Müzik: Erdener Koyutürk
“Ege Bütün Kalplerde” Söz ve Müzik: Muhlis Sabahattin Ezgi
“Ilık Yaz Geceleri” Söz: Bilinmiyor / Müzik: Kaptanizade Ali Rıza Bey
“Hatırla Sevgili” Söz ve Müzik: Muhlis Sabahattin Ezgi.
duvaR

İngiltere Seçimlerinin-Corbyn’in ardından - HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

İzninizle İngiltere seçimleri (aslında İngiltere yanında İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda’yı içeren Britanya seçimleri) üzerinde son bir defa duralım. Sizleri sıkmama kaygısıyla çıkarımları 10 maddede toplamakta yarar olabilir:

1-Boris Johnson kişiliğinde seçimler tüm dünyada yükselen aşırı milliyetçi, reaksiyoner, faşizmle arasında ince bir çizgi bulunan sağ populizmin zirve noktasını oluşturdu. Tahminim ve temennim durgun küresel ekonomi ortamında bu kabarışın dinmesi; seçmenin yalanlara, çarpıtmalara, yabancıları, azınlıkları umacı gösteren demagojilere daha fazla rağbet etmemesi…

2-Bir anlamda İngiltere’nin Cumhur İttifakı iktidara geldi. Mayıs 2019’da %31.6 oyla ilk sırada yer alan Faşist lider Nigel Farage’ın Brexit partisi Muhafazakarlar`ın elindeki sandalyelere karşı aday çıkarmayarak Boris Johnson’a yol verdi. Farage’nin iktidarın gizli ortağı olduğunu söylemek abartı sayılmamalı.

3-Boris Johnson’un önünde çok zorlu bir Brexit süreci bulunuyor. Tüm teknik ayrıntılar, ekonomik pazarlıklar bir yana; AB üyesi ülkelerin merkez sağ-merkez sol hükümetleri kendi memleketlerindeki popülist alternatiflerin daha fazla güçlenmemesi için Boris’e hiç de hayırhah davranmayacak, burnunun sürtmesi için ellerinden geleni artlarına koymayacaklar.

4-İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn medya, sermaye çevreleri, dinci ve milliyetçi odaklar, hatta kendi partisinin sağ kanadı eliyle yürütülen eşi benzeri görülmemiş bir karalama kampanyasının muhatabı oldu. Yahudi düşmanlığına odaklanan iftiralar genel seçimleri adeta Corbyn’in önünü kesme kampanyasına dönüştürdü.

5-Corbyn’in gerçekten çok heyecan verici, ajitatif bir kişiliği yok. Ancak tüm dünya soluna örnek oluşturacak, 40 yılı aşan hep emekten, ezilenden, haklıdan yana tavır almış; tutarlı, tavizsiz, zikzaksız bir mücadele çizgisinin temsilcisi olarak hatırlanmayı hak ediyor.

6-Corbyn’in seçimi kaybetmesinde, Brexit konusundaki aslında “ilkesel” anlamda doğru, gelgelelim “evet-hayır” ikilemine sıkışmış seçmen nezdinde “stratejik” anlamda hatalı tutumu büyük rol oynadı. “Liberal Demokrat Yeşiller ve Galli Ulusalcılar”ın oluşturduğu “AB’de kalma” blokunun ciddi bir iktidar alternatifi görülmediği bir konjonktürde, Corbyn’in güçlü bir AB yanlısı çıkışı sonucu farklı şekillenebilirdi. Oldu bitti AB’ye sıcak bakmadığı bilinen Corbyn seçimi kaybetme pahasına samimiyeti elden bırakmadı. Bu noktada baş destekçisi John Mc Donnell ile ters düşmeyi bile göze aldı.

7-Corbyn, gölge Maliye Bakanı John Mc Donnell koordinasyonunda tüm dünya sol-sosyalist hareketlerine ufuk açacak bir müktesebat bıraktı. Mülkiyet biçimleri, yeni sanayi politikaları, dijitalleşme gibi konularda yazılan raporlar, düzenlenen sempozyumlar, seçim manifestoları sık sık başvurulacak çok değerli katkıları içeriyor.

8-İşçi Partisi 18-24 yaş arası gençlerin %57’sinin, 25-35 yaş grubunun ise %55’inin oyunu alarak genç kuşakların desteğini kazandı. Parlamento grubunda kadınların sayısı erkekleri geçti. Momentum hareketi özellikle gençler arasında örgütlendi; aktivistler son iki seçimde gerek sosyal medyada, gerekse de kapı kapı dolaşarak sahada büyük deneyim kazandı. Corbyn’in ideolojik çizgisinin takipçisi yeni liderlik bu avantajları kullanarak ciddi bir ivme yakalayabilir.

9-Johnson’ın aşırı milliyetçi, göçmen karşıtı, “Thatcher Devrimi”ni sürdürmeyi vaad eden neoliberal politikaları, özellikle Ulusal Sağlık Sistemi’ni piyasalaştırma hamlesine girişirse büyük tepki toplar. Ilımlı bir çizgi izlemesi halinde ise kendine oy veren reaksiyoner tabandan uzaklaşır. Brexit’e zaten sıcak bakmayan finans, hukuki hizmetler, eğitim, reklam-medya gibi sektörlerin konum yetirmesi, burjuvazinin özellikle Londra kanadının bayrak açmasına yol açabilir. İskoçya’da yeniden referandum talebi başını ağrıtabilir. Tüm söylemi demagojiye, göz boyamaya dayanan Johnson döneminde İngiltere’yi çalkantılı bir dönemin beklediği şimdiden söylenebilir.

10-Küresel iklim krizine karşı Yok Oluş İsyanı hareketi ciddi bir taban sağlamış durumda. 2010’da protestoları zirveye varan gençlik hareketinin de Boris’e tepki temelinde yeniden yükselmesi beklenebilir. Hele Ulusal Sağlık Sistemi’nin Amerikan sağlık zincirlerine açılması sade yurttaşları militanlaştırabilir. Öngörüm önümüzdeki dönem toplumsal muhalefetin sokaklardan yükseleceği, İngiltere’yi hareketli günlerin beklediği yolunda...

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Bürokrasinin evrimi - OĞUZ OYAN

Türkiye Cumhuriyeti'nde, kuruluştan itibaren, yeni devletin bürokrasisini yetiştirmek ve daha karmaşık (kapitalist) bir devletin işleyişini üstlenebilecek bir olgunluğa eriştirmek için çabalar harcandı. 

Başlangıçtaki kadrolar, en tepedeki siyasiler dâhil, Osmanlı Devleti'nden tevarüs edilen kadrolardı. Yönetim anlayışlarında değişmeler ortaya çıkmıştı ama eskinin izlerini bütünüyle silmek mümkün değildi. Özellikle de bürokraside ve birinci derecede sorumluluk üstlenmeyen siyasi kadrolarda. Cumhuriyetin mimarları bunun farkındaydılar. Eğtiim devrimine bunca önem verilmesi, Cumhuriyetin yetişmiş insana olan ihtiyacının had safhada olmasındandı. Görev alan kadroların hepsi yeni eğitim süreçlerinden gelmediler; bir kısmı üstlendikleri görevler içinde eylemle öğrenerek kendilerini yetiştirdiler.

Kuruluş döneminin merkezi bürokrasisi, ulusalcı ve bağımsızlıkçı refleksleri güçlü bir toplumsal kesim oluşturdu. Dış güçlerin bu bürokrasiye nüfuz etme koşulları ortada yoktu. Palazlanan sermaye kesimleri ile ilişkileri ise, II. Dünya Savaşı dönemi hariç, görece sınırlı sayılabilirdi. Savaş sonrası dönemde siyasetteki bölünme bürokrasiyi de içine alarak ilerleyecekti. 


Demokrat Parti (DP) döneminde siyasetçi-sermaye ilişkileri yoğunlaşırken, merkezi bürokrasi de bu çembere girmeye başlayacaktı. Ama liberal görüşler kamucu görüşleri tasfiye edebilecek bir etki gücüne erişemeyecekti. Esasen DP bile, KİT'leri özelleştirmek isterken 1950'lerin ikinci yarısında -ekonomik koşulların zorlamasıyla- yeni KİT'ler oluşturmak durumunda kalacaktı. Dış etkilere açıklık bu dönemde siyasetçiler kadar üst düzey bürokrasiyi de görece etkilemişti.

1960-80 arasındaki dönemde, kamu yararını öne alan anlayışlarda yeniden bir yükseliş yaşandı. Bunda, 1961 Anayasanının da önemli katkılarıyla Türkiye siyasetinin sola açılması, planlı sanayileşme ve kalkınma modelinin yeniden hatırlanması ve çok sayıda yeni KİT kurulması,  emeğin sendikal örgütlenmesinin ve mücadelesinin önemli bir ivme kazanması belirleyici oldu. Planlama süreci ve özelllikle Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Maliye Bakanlığı gibi ciddi devlet geleneği olan bakanlıklar ve kurumsal yapılar, çeşitli denetçi kadroları, vs. kamucu nitelikleri önde olan bir merkezi bürokrasinin vücut bulmasında okul işlevi gördüler. Birinci Plan (1963-67) dönemindeki kadrolar kadar özgün, bağımsızlıkçı, kamucu, yetkin ve görece otonom kadrolar belki izleyen dönemde görülemeyecekti; ama 1971 askeri darbesinden sonra kurulan sivil (bürokrat) hükümetinde bile bu ilk dönemin plancılarının bakan olarak yer alması, henüz Özal dönemine hazır olmayan bir Türkiye manzarası çiziyordu. 

1977'ye gelindiğinde Türkiye'de tarihi olarak en düzgün gelir dağılımı dinamiklerinin yakalanmış olması, iç ve dış egemenlerin tahammül sınırlarına gelindiğinin de habercisiydi.

ÖZAL VE SONRASI
1960-79 döneminin bütün izlerinin silinmesi için 1980'de -24 Ocak'ta ve 12 Eylül'de- dış güçlerin açık desteğiyle  peşpeşe iki darbe yapılacaktı. Bu darbeler, Türkiye'yi dışa bağımlı bir birikim modeline itelerken, gelir bölüşümünü emekçi kesimler ve tarım aleyhine bozan tüm düzenlemeler de darbe hukukuyla sahneye çıkmaktaydı. 1980 dönüşümünün hedefinde merkezi bürokrasinin dönüştürülmesi ve gücünün kırılması da bulunmaktaydı. Başlangıç yıllarında askeri kadrolar bir ikame gücü olmaya çalıştılar ama başarılı olamadılar. O kadar ki, Başbakan olarak atadıkları B.Ulusu'nun yardımcılığına eski DPT müsteşarı olan T. Özal'ı getirmek zorunda kaldılar. 1983 seçimlerinde sahneye çıkan sivil siyasi güç de, neoliberal politikalara ve dış telkinlere sonuna kadar açık olan T. Özal liderliğindeki ANAP oldu. 

Özal'ın merkezi bürokrasiye (hatta 1984'te büyükşehir modelinin getirilmesiyle yerel bürokrasiye) dokunuşları, sonraki dönemlere de yansıyacak etkilerde bulundu. Merkezi bürokrasinin gücünü kırmak için bürokrasi dışından hatta ülke dışından transferler yaptı. Fakat "Özal'ın prensleri" denilenler arasından da beklediği gibi kendisine tam biat etmeyenler çıkabildi. İkinci yöntemi, merkezi ekonomi bürokrasisinin gücünü onu parçalayarak, ekonomi kurullarının sayısını arttırarak kırmaktı. Sayılarını hızla çoğalttığı ve Başbakanlığa bağladığı kamu özel fonları ve yeni kamu tüzel kişilikleri de aynı amaca hizmet ediyordu. Bağlı olduğu bakanını atlayarak doğrudan başbakana erişebilen üst bürokrat tipi de Özal'ın Türkiye kamu yönetimi sistemine katkısıydı! Bu dönemde sermaye ile kimi siyasetçi-bürokrat kadroları arasındaki çıkar ilişkileri önceki dönemlerde görülmemiş bir fütürsuzluk düzeyine ulaşmıştı.

1990'lı yıllardaki koalisyon hükümetleri döneminde Özal'ın izleri kısmen sürdü, kısmen silindi. Ama, PKK ile çatışmalar nedeniyle güvenlikçi kadroların güçlenmeleri gibi arızî bir olay dışında, ekonomi bürokrasisi açısından yeni bir olgu sahneye çıkmaktaydı: 1980'lerdeki neoliberal dönüşümün yarım kaldığını düşünen dış finansman kurumları ve arkasındaki hegemonik güçler, Çiller dönemiyle birlikte ekonomi bürokrasisini neoliberal ideolojiye tam teslimiyet çizgisine getirmek için yoğun çaba harcamaya başlamışlardı. Bu, o dönemin birçok resmi, yarı-resmi belgesine de yansımıştı. 

IMF VE AKP DÖNEMLERİ
1998-2002 arasındaki AKP öncesi IMF'li dönem, sadece dış finans kuruluşlarının borusunun öttüğü, Türkiye'yi 2001 krizine sürükleyen ve zayıf hükümeti daha fazla baskılamayı mümkün kılan ortamın yaratıldığı, sonuçta iktidarın neoliberal bir İslamcı harekete geçiş koşullarının oluşturulduğu karanlık bir dönem olarak tanımlanabilir. Bu dönemde IMF/DB gözetiminde, merkezi ekonomi bürokrasine bağlı olmayan, siyasi iktidara karşı da yarı-otonom, buna karşılık dış finans kuruluşlarının telkinlerine çok açık bir takım "bağımsız" kurumlar (tütün, enerji, telekomünikasyon,vs.)oluşturulması gerçekleştirilmiştir. TCMB'nın otonomisinin vurgulanması hepsini aşan bir öneme sahipti. 

AKP, 2002-2008 döneminde dış ekonomik ve siyasi güçlere biat etmede önceki iktidarı aşan bir sadakat ve kararlılık göstererek kendisini kanıtlamıştı. Sonrasında da, 2015'e kadar dış telkinlere uyumu pek sorgulanmamıştı. Ancak daha henüz 2003 yılında bile TCMB Başkanının faiz hadlerini aşağıya çekmesi yoksa istifa etmesi üzerine yürütülen tartışmalar siyasileri (arkasında RTE olan Sanayi Bakanı Coşkun ile arkasında IMF olan Babacan'ı) birbirine düşürebilmekteydi. 

Her durumda, 2000'lerin başlarında kurulan sözde yarı-otonom kurumlar, varlıklarını korumuş olsalar da, etki alanları aşınmıştı. Giderek tek adamın elinde yoğunlaşan iktidar gücü, Türkiye'nin bağımsızlığı gibi doğru bir amaç adına değil, ama kendi gücünün paylaşılmasını engellemek adına bu kurumları -yönetimlerini kendisine sadık kadrolardan oluşturmasına karşın- giderek etkisizleştirdi. 

AKP, kendisinden önceki sivil-askeri bürokratik kadroları aşama aşama büyük tasfiyelere uğratarak ilerledi. Başlangıçta kendi kadroları yetersiz olduğundan Gülen cemaatinin kadrolarını bütün kritik pozisyonlara yerleştirdi. O kadrolar kendilerini yeniden üreterek/ yeni kadrolar doğurarak daha da hâkim pozisyona geçtiler. 2016 sonrasındaki tasfiyelerinin tam tamamlanamaması bile ne denli yayılmış olduklarının adeta kanıtı gibidir.

AKP dönemi merkezi bürokrasisi, iki siyasi odağa (RTE ve Gülen'e) tam biat ilişkisi içindelerdi. Cumhuriyet tarihinde emsali yoktu. 2016 sonrasında ve özellikle 2018'de Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi'ne geçildikten sonra Cumhurbaşkanı, üst kademe kamu yöneticilerinin tek kâbesi durumuna gelmişti. Otokratik rejimin "özlenen" tablosu oluşmuştu. Bu tabloda, merkezi bürokrasinin dış güçler karşısındaki bağımsızlıkçı refleksleri tamamen köreltilmişti. Cumhuriyetçi değerleri savunması -eğer hala bunlara bir değer veriyorsa- yasaklanmıştı. 

Sermaye ile kurulan organik ilişkiler en tepeden belirlenirken, ekonomi bürokrasisi de kolaylaştırıcı rolü oynamak durumundaydı. Merkezi bürokrasi içine siyasetçi eskilerinden takviyelerin yapılması ise, hem mansıp dağıtarak siyasi kadroları yamacında tutmak hem de bürokrasi üzerinde denetim kurmak amaçlarına yönelikti.

***

Bitirirken, otokratik rejimlerde lider sultası dışında görece otonom bir varoluşa sahip ne bir yargı veya yasama erkinin, ne de bir bürokratik yapının ayakta duramayacağını saptayalım. Bunu zaten benzer özelliklere sahip Trump döneminde üst düzey bürokrat/siyasetçi kıyımından da görebiliyoruz. Şimdi İngiltere gibi sağlam olduğu sanılan teamüllere sahip olan bir ülkede bile, Boris Johnson döneminde yaşanacakların pek de farklı olmayacağının işaretleri alınmakta. 

Kapitalizm artık -esasen doğasına aykırı olan- demokrasi içinde yönetilebilir bir rejim olmaktan çıkmaktadır.

Oğuz Oyan / SOL

Mahsun Kırmızıgül mucizesini arıyor! - Kerem Bumin / duvaR

Kırmızıgül filmine gerçeklik ve inandırıcılık hissi katmak için hikayesini 1960’lardan 1970’lere kadar uzanan bir döneme koyuyor ve filmde zaman zaman o döneme damga vuran tarihsel olayları bize aktarıyor. Ancak yönetmen bunu hikayesine bir boyut katmak için mi yoksa filmdeki sanat yönetmenliği becerisini göstermek için mi kullanıyor pek kestiremiyoruz.


Mahsun Kırmızıgül’ün (yine) senaryosunu imzaladığı ve yönetmenlik koltuğunda oturduğu yeni filmi ‘Mucize 2’, toplum tarafından dışlanan ve ötelenen bir karakterin etrafında şekillenen, bu hikayeyi anlatırken de aynı zamanda her insanda gizlendiğini düşündüğü ‘aşk’ arayışını sunan, bir dram… ‘Mucize 2’ aslında yönetmenin önceki filmi ‘Mucize 1’den tamamen kopuk durmasa da, yine de kendi içinde başlayıp sonlanan ve seyircilere hiçbir şekilde ilk bölümü izlemek zorunluluğu koymayan, (hikaye bazında!) bağımsız bir yapım…
Film genel anlamda dokunaklı ve tempolu bir sinema dili tutturup ‘arabesk’ bir senaryoya düşmekten kendini belli ölçülerde uzak tutarken, hikayedeki bazı tutarsızlıklar, inanması güç olaylar ve ‘daha fazla ağlatma’ sevdasında olan final, ‘Mucize 2’nin pozitif yanlarını silmese de zayıflatıyor.
1960’lı yıllarda, bir Doğu Anadolu kasabasında, Mizgin adında genç ve güzel bir kadın, babasının bir başka adama olan ‘can borcu’ nedeniyle onun bedensel engelli oğlu Aziz ile zorla evlendirilir. Başta içinden bu duruma isyan eden ancak daha sonra kabullenen Mizgin, kasabasındakilerin Aziz’e karşı tepkilerinden dolayı Foça’ya aile yakınlarının yanına taşınır. Burada da Mizgin türlü zorluklar yaşasa da, kasabadaki sinema sahibi Bahattin Amca, eski köylerinde Aziz’in öğretmeni olan Mahir ve diğer arkadaşlarının yardımıyla tekrar hayata tutunur. Bu yeni ‘başlangıç’ hem Mahir’in durumunu hem de Mizgin’in kocasına bakışını değiştirecektir.
YERLİ BİR ‘RAIN MAN’ DEĞİL…
Bedensel veya zihinsel engelli bir karakterin, bu durumuna rağmen birçok insana göre daha duyarlı ve vicdanlı olması ve etrafındaki insanların hayatını değiştirmesi çok orijinal olmasa da, güçlü bir hikayeyi kurmak için ideal bir alan gibi duruyor. Bu konunun işlendiği senaryoları, başta ‘Rain Man’ olmak üzere birçok filmde görmüştük…
Ancak ‘Mucize 2’de durum biraz daha farklı. Çünkü yönetmen ana karakterine yani Aziz’e diğer karakterlerden ayıran ‘üstün bir özellik’ katmamış ve onu kendi dünyasına kapanmış ve orada olmaktan huzurlu biri gibi değil de aksine ‘beden engelinin’ tamamen farkında ve ‘normal bir insan’ gibi olmak için inanılmaz istekli gibi tanıtıyor.
Dolayısıyla seyirci olarak asıl eğildiğimiz konu, Aziz’in ‘nasıl etrafındaki insanlara bir şeyler katacağından’ ziyade ‘Acaba Aziz iyileşebilir mi?’ oluyor. Her ne kadar filmin bir sekansında Aziz bir çocuğun hayatını kurtarmada önemli bir rol oynasa da senaryonun merkezine aldığı konu ve gerilim öğesi bu değil…
KARAKTERLER VE ‘AŞK’ YÜKLERİ…
Kırmızıgül filmine gerçeklik ve inandırıcılık hissi katmak için hikayesini 1960’lardan 1970’lere kadar uzanan bir döneme koyuyor ve filmde zaman zaman o döneme damga vuran tarihsel olayları (Başkan Kennedy ve suikastı, komünizmin yükselişi, uzaya çıkan ilk insan vb.) bize aktarıyor. Ancak yönetmen bunu hikayesine bir boyut katmak için mi yoksa filmdeki sanat yönetmenliği becerisini göstermek için mi kullanıyor pek kestiremiyoruz. Başka bir deyişle bu dönem ve yaşanan olaylar acaba Aziz ve çevresinin bu ‘hassas’ dönemde nasıl kendi küçük dünyalarında olduğunu göstermek için mi kullanılıyor yoksa sadece yönetmenin ‘bu dönemi iyi araştırdım ve her şeyi yerli yerine koydum!’ mesajını vermesi amacıyla mı yapılıyor, bizce tartışmaya açık bir konu…
Bütün bunların arasında tabii ki gözümüze çarpan bir olay da karakterlerin içinde taşıdıkları ‘aşk’ yükleri… Örneğin Bahattin Amca’nın, uzun süredir yürüttüğü sinemasına karşı bir sevgisi ve tam 40 senedir göremediği Yunanlı sevgilisine karşı bir tutkusu var. İdealist ve iyi kalpli öğretmen Mahir ise içinde bir ‘insan sevgisi’ (!) taşıyor. Zaten bunu diğer insanlar arasındaki uzlaştırmacı tavrında ve Aziz’e yaptığı büyük yardımla net bir şekilde görüyoruz. Ve tabii ki bütün dış baskılara ve alaylara göğüs gererek kocasına destek veren ve ona değer veren Mizgin bu ‘iyi kalpli’ insanların arasında adeta zirveye yerleşiyor. Kendisi, Aziz’e dair, ‘kabullenme’, ‘acıma’, ‘umut verme’ ve ‘vazgeçmeme’ gibi bütün duygusal etaplardan geçiyor.
AZİZ’E ACIMAK VE GETİRDİĞİ YANLIŞLAR…
Yönetmenin filminin genelinde ‘ucuz romantizm’ ve ‘arabeske kayma’ gibi durumlardan genelde kendini uzak tutuğuna değinmiştik ama bu, bazı gereksiz tekrarlar ve inandırıcı olmayan olayların önüne geçemiyor. Örneğin Mezgin’in Aziz’le geçirdiği sekanslar ne kadar gerçekçi duruyorsa, mahalledeki çocukların Aziz’in peşine takılıp, onun arkasına kuyruk bağlayıp, bağırarak alay ettikleri sekanslar da bir o kadar yapay görünüyor. Üstelik bunu belli aralıklarla, defalarca görüyoruz.
Hikayedeki Aksit karakteri de ne yazık ki bu ‘yapay’ tutumdan nasibini alıyor. Filmde Aksit’i önce, Mizgin ve kocası Aziz’e neredeyse ‘ateş kusan’ ve onunla alay eden kabadayı, saldırgan bir Foça yerlisi olarak tanıyoruz. Daha sonra Aziz, büyük bir fedakarlık yaparak, engelli olmasına rağmen Aksit’in oğlunu boğulmaktan kurtarıyor. Ardından da Aksit ve ailesi Aziz’i ziyaret edip, özür diliyor ve teşekkür ediyor. Buraya kadar her şey tamam ancak bundan sonra, filmin geri kalanında Aksit’in hep Aziz’in yanı başında, en yakın arkadaşlarından biri gibi durması pek gerçekçi görünmüyor. Bir karaktere, nefret ettiği bir kişi tarafından, en büyük iyiliklerden birisinin yapılması kuşkusuz onun sert ve ‘kapalı’ tutumunu değiştirebilir ancak onu bu derece ‘baştan aşağı’ yeni bir insana dönüştürmesi inandırıcı durmaz…
Filmdeki bir diğer tutarsızlık ise bizce senaryonun can alıcı noktasında, ‘Aziz’in iyileşme’ sürecinde yaşanıyor. Ciddi anlamda bedensel engelli olan, ayakta zor duran, konuşamayan, kollarını neredeyse kullanamayan bir kişi yoğun bir fizik terapi ve antrenmanla kuşkusuz daha sağlıklı bir hale gelebilir veya en azından hastalığının ilerlemesi engellenebilir ama o dönemdeki (60’lı yılların ortası) olanaklarla, bu kadar ciddi bir nörolojik hastanın sadece yoğun sporla 10 sene içerisinde eksiksiz, en ufak sorunu olmayan birisi haline dönüşmesi de hem gerçekçi olmayan hem de bilgi eksikliği taşıyan, yanlış bir durum…
Filmin finali ise bizce yapımın en zayıf bölümünü oluşturuyor ve gereksiz bir dramatizasyon havası ve ‘daha fazla ağlatma’ gayreti taşıyor… Hatta filmin son 15-20 dakikalık bölümü kurguda kesilse herkes için daha iyi olurmuş hissiyatına kapılıyoruz. Sanki ‘duygu sömürüsüne’ filmi boyunca direnen yönetmen sonunda buna teslim olmuş gibi duruyor.
Oyunculuklarda ise hem kusursuza yakın olanlarla hem de bizce ‘sahte’ performanslar gösterenler arasından doğmuş bir ‘sentez’ var. Usta oyuncu Erdal Özyağcılar, pek karakterine özellik yüklemese de Şenay Gürler, Mizgin’e hayat veren Biran Damla Yılmaz ve özellikle çok zor olabilecek Aziz rolünü üstlenen Mert Turak gerçekten başarılı ve inandırıcı oyunculuklar sergiliyor. Öğretmen Mahir’i canlandıran deneyimli oyuncu Fikret Kuşkan ve filmin ‘kötüsü (sonra fazla iyi olan) Aksit’i oynayan Levent Sülün ise bütün gayretlerine rağmen biraz ‘yapay’ ve tek boyutlu portreler çiziyorlar.
‘Mucize 2’, iyi sinyaller veren, belli bir seyir zevki tattıran, büyük emek verildiği belli ancak içinde taşıdığı tutarsızlıklar ve aksamalar yüzünden ortalamanın belki bir ‘tık’ üstüne çıkan bir yapım… Mahsun Kırmızıgül’ün ise yüzünü kızartacak bir yapım kesinlikle değil…
 Kerem Bumin / duvaR
Yönetmen: Mahsun Kırmızıgül  Oyuncular: Mert Turak, Fikret Kuşkan, Biran Damla Yavuz, Erdal Özyağcılar, Şenay Gürler, Sinan Çalışkanoğlu, Mahsun Kırmızıgül, Melis Sezen…Ülke: Türkiye

Türkiye, krizlerle büyümüyor, yönetiliyor - Şükran Soner

Prof. Bilsay Kuruç, “Sermayenin krizini çalışanlar öder” gerçeğinden yola çıkarak, sermaye sınıfının krizlerinden, işçi sınıfı hakkında bazı gözlemlere ulaşılabileceğini söylüyor. Dünya sermayesi, ağa devlet bütünleşmesinde, dünyayı kendinin sayarak, mülkiyetini sağlamlaştırma süreçlerindeki geçişlerle, sıklaşan günümüz krizlerini, ülkemizde yaşananları özetliyor.

“Ekonomik Kriz, Türkiye ve İşçi Sınıfı Sempozyumu”nun açılış konuşmasının, ülkemizin halktan yana bakış açısı üretmede bilge ekonomistlerinden Prof. Bilsay Kuruç yaptı. “Başlıkta işçi sınıfı var. Fakat ben size daha çok sermaye sınıfından söz edeceğim” cümleleriyle girişini yaparken de, iktisat kongresinde olmamakla birlikte, görsel tablolar, el yazısı notlarıyla, işçi sınıfı hakkında bazı gözlemlere ulaşılmasını hedeflediğini söyledi. Görsel sunumlu, el yazısı notları ile, grafiklerinden, sayfamıza sığdırabileceğimiz ölçekleri ile, kimi köşe taşlarının saptamalarını sizlerle paylaşmaya çalışacağız..

“Kriz sermayenin krizi... Onun için sermaye sınıfından daha çok söz edeceğiz. Krizler niçin var? Bunlar birbirine benziyor mu? Dünya kapitalizmi ve Türkiye kapitalizmininki birbirlerine benziyor mu” sorularına yanıt arıyor. “Dünya sermayesinin, sınıfının bir de dünya sermaye devleti var: ağa devlet. Bu ikisi bütünleşmiş durumda. Birbirlerinden bağımsız olmayan krizleri var.. Sermayenin dünya gezisi başladı, önü açıldı, her yere geliyor. Turist gibi gitmiyor. Gittiği yeri fethediyor. Sonra geziye devam ediyor. Sermaye bütün dünyayı kendinin sayarak artık, mülkiyetini sağlamlaştırıyor. Bu önemli dolarizasyon.
Kapitalizmin ağa devletinin parası dünya parasıdır. O halde ağa kreditördür. Züğürt ağanın elinde dünya ticareti 2. viteste artıyorsa, sermayenin gezisi 5. viteste. Dünyanın ürettiği toplam hasıla en altta, mutlu aileler, devletler birbirlerine benzemiyorlar. Bizim gibi ülkelerin mutsuzlukları da birbirlerinden farklı..
Hele 2008’den sonra iktisadı yeniden tanımlamamız gerekiyor. Kaynak aktarımlarında 20. yüzyılın sonlarına, 21. yüzyılın başlarına yakından bakılınca, son 20, son 10 yılda, işin esasının artık büyüme değil, kriz olduğunu görmeye başlamalıyız. Kapitalizm, artık sürekli büyüme yaratma peşinde değil, daha çok bilerek ya da bilmeyerek kriz yarattığını görüyoruz. Sürekli büyüme yerine adeta sürekli büyük krizler zamanından geçiyoruz..
Ağa kreditör, 1990’ların ikinci yarısına ait bir tablo, Amerika’nın borçlandığını gösteriyor. Allah Allah, ağa kreditör değil miydi? Karşımızda değişik bir senaryo var. 90’ların ikinci yarısı, 2.5 trilyon dolar borçlanmış. Neyle, kendi parasıyla. Ekonomiye ve insanların yaşamına paranın egemen olmasından doğan krize finansal kriz diyoruz. Finansal krizler dünyası. Para dediğin şey artık çeşitli kâğıtlar, hatta kâğıt bile olmayan, ekranda olan şeyler, vaatler, taahhütler.. Finans dünyası. Vaatler, sözleşme olduğu için para yerine geçiyor, insanların yükümlülüğü haline geliyor. Vaatler şiştikçe nasıl bir balon oluşuyor?
Ortadaki büyük mavi alan, kayda geçmeyen, kayıt altına alınmayan, dolayısıyla üstünden vergi alınamayan faizleri gösteriyor. Balon şişti 2008’de patladı. Daha ilginç bir dönem. Gelir yaratamıyorsanız, borçlanma yaratıyorsunuz. Kapitalizm borçlanmayı yarattı. Her şeyi yaratır. “Tüketin arkadaşlar, biz krediyi veriyoruz.”
2000 SONRASI TÜRKİYESİ
Allah razı olsun Tayyip’ten, borçlanma hakkı verdi. Bankalar, müteahhitler birleşti, siyasi iktidarlarını buldular. Konut verdiler, otomobiller verdiler, borçlanma hakkı verdiler.. Amerikan halkı yurttaş olmaktan tüketici olmaya geçti, biz de tüketici olmaya geçtik. 
Amerika’da eşitsizlik arttı. İngiltere I. Sanayi Devrimi’nin, Amerika II. Sanayi Devrimi’nin sahibiydi. Üçüncü perde gitmiyor. O zaman dolarizasyonla tek piyasa haline geçildi. Dolarizasyona motor lazım. Çin dedi ki “size zahmet olmasın, ben üretirim ne lazımsa dünyaya. Sizin yöntemlerinizle daha iyisini de yaparım. 20 yıl süresince yüzde onla büyüyeceğim. 6.viteste gidiyorum.” Çin de dünyayı tek piyasa olarak kabul etti, Amerikan ekonomisinin motoru oldu. Buradan Ankara’ya, durmadan 250 kilometre ile gidiyorsunuz.
2015-19 Çin’in büyümesi yavaşlıyor. Artık lokomotif yok. Amerika’nın da yeniden motorluk yapabilecek hali yok. Doları ucuz tutacağız ki dünyayı gezebilsin. Tayyip niye gürlerdi eski Merkez Bankası müdürüne. Borçlanmanın maliyetini düşük tutmak, Amerikan hazine bonosu almak için..
2008 sonrası bir sürdürülebilir hegemonya nasıl olacak? Yeni bir akılla bir şey kurgulamak lazım. Kriz kaçınılmaz. Amerika çok para basarak krizi erteledi, para bütün dünyada ucuzladı. Düşük gelirliler borçlanmaları ve gelirleriyle yaşarlar, yüksek gelirliler ise servetleriyle yaşarlar. Bu makas gitgide arttı.
MUTSUZ AİLE TÜRKİYE
Dünya milli gelirinin toplamı 80 trilyon dolar, dünya borcu 250 trilyona geldi. Dünyanın toplam hasılası 80 trilyon dolar, Türkiye bunun sadece yüzde l’ini üretiyor. Türkiye 30 yıl önce de böyleydi. Motoru hakkıyla beslerseniz kişi başına geliriniz 10 bin doları bulur. Gelirinizin yüzde 40 kadarını imalata ayırırsanız, ondan sonra ancak sanayi aklıyla örgütleyecek noktaya gelmişsiniz demektir. Bizde 5 bin dolar varken, imalat sanayiine ayırdığımız pay yüzde 15’lere düşmüş. Mutlu aile kriziyle benim krizim aynı değil. 15 yılda 1 trilyon dolara yakın kayıtlı para girmiş. Kayıtsızı bilinmiyor. Tuhaf, para nereye gitti? Gulyabani gibi yükselen boş binalara falan giti ile de izah edilemez bir durum. Sermaye sınıfı yeni katmanlarıyla siyasi iktidarını oluşturdu. İşin gerçek tablosu bu. 80 milyona sahip bir nüfus, böyle bir ekonomi daima bir çeşit krizle karşı karşıya. Onun için bir çeşit kriz yönetimi esas yönetim haline gelir. Ekonomi yönetimi boyuna paketler hazırlar. Bir önceki paketin ne olduğunu bilmeden yeni yeni paketler yapılır.. Krizi çalışanlar öder. Kamu hep zarar eder. Özel sektör borç istemek için Londra’ya falan gider. Çalışanlar her şekilde sermayenin krizini öder. Dünyaya bir demokrasi projemiz yok. Siyasi model, ekonomik modele göre ısmarlanmıştır..
Şükran Soner / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -7 Nisan 2025-

WhatsApp yerine Signal, X yerine Bluesky kullanınız…-Füsun Sarp Nebil- Sosyal medya şirketleri öyle büyüdüler ki, kimseye aldırdıkları yok. ...