WhatsApp yerine Signal, X yerine Bluesky kullanınız…-Füsun Sarp Nebil-
Sosyal medya şirketleri öyle büyüdüler ki, kimseye aldırdıkları yok. Tek düşünceleri "para kazanmayı sürdürmek" haline geldi. Asıl sermayeleri olan kullanıcıları harcayıp, para kazanmayı sürdürmek için hükümetlere istediklerini verme ikilemine düşüyorlar. Burada bahaneleri de sağlam; "yerel kanunlara uyuyoruz"

10 gün önce "x'i boykot edin, BlueSky'a geçin" başlıklı yazımda neden Musk'ın x.com'unu bırakmak gerektiğini yazmıştım. Bugün buna "WhatsApp'ı boykot edin Signal'e geçin" diye devam edeceğim. Ama bunu zaten ben ya da dünya yeni söylemiyoruz. Hatta 2020'de AB Komisyonu da kendi elamanlarına söyledi.
Şimdi artık, sosyal medyanın merkezi ve kapalı kod olanlarını kullanmaya son vermek lazım. Bunu kendi kişisel verilerinizin ne olduğunu bilmediğiniz yerlere satılmasını ya da hükümetlere verilmesini önlemek için ya da okumak isteyeceğiniz bilgilerin/kişilerin sansürlenmesini istemiyorsanız yapmalısınız.
"Sosyal medya" hayatımıza, aşağı yukarı 2005'ler sonrasında girdi. Bunları, antik Yunan kentlerinin merkezinde halkın politik, dini, ticari her türlü konudaki gelişmeleri öğrendiği, fikirlerini açıkça beyan edebildiği "AGORA" meydanlarına benzetebiliriz. Yani demokrasinin bileşenlerinden birisi gibi gözüküyorlar. Halkın sesini duyuruyorlar.
Ancak halkın düşüncelerini bu derece aktarması hoşa gider mi? Noam Chomsky'nin Medya Gerçeği kitabında, 1985'lerde UNESCO altında yapılan "Medyanın demokratikleştirilmesi" çalışmasına işaret eder. Başlatılmış ama kısa süre sonra, vatandaşın sesinin duyulması kurulu düzende sıkıntı yarattığı için sona erdirilmiş.
Sosyal medya şirketlerinin yeni hareket tarzı
Sosyal medya platformları için de benzer bir durum söz konusu. Hükümetler kademeli olarak artan düzeyde, sosyal medyanın özgürlüğünden hoşlanmadıklarını ortaya koyuyor. Özellikle de otokrasiler hiç hoşlanmıyor. Demokrasi diye geçinenler de bir şekilde engellemeye çalışıyor. Sosyal medya şirketleri de gitgide buna daha fazla uyum gösteriyor.
2011'de New York polisi, Wall Street Occupiers konusunda Twitter'ı sıkıştırdı. Jack Dorsey neredeyse 1 yıl kadar direndi. Ama sonuçta mahkeme kararı ile kendisinden istenen bilgileri verdi. Aslında 2005-2010 aralığında, kendilerini henüz oluşturmaya çalışan sosyal medya platformları için kullanıcıları çok çok önemliydi. Mesela o dönemde Google, New York'taki "Çin'in antidemokratik yaklaşımlarına" yönelik protestolarnedeniyle Çin gibi dev bir pazardan çıkmayı göze almıştı.
Şimdi 2025’te artık böyle değil. Farklı dikey ya da yatay kitlelere hitap eden sosyal medya platformlarının ya engellenmeleri (dolayısıyla para kazanamaz hale gelmeleri) söz konusu, ya da paşa paşa kendilerinden istenenleri vermek zorundalar. Uzun uzun açıklamalar yayınlasalar da, EkşiSözlük'ün başına gelen de bu olabilir.
2009’larda kullanıcılarının protestosu ile Çin gibi dev bir pazardan çıkan Google'un şimdilerde hükümetlerle düşüp kalktığı ve kullanıcılarına pek aldırmadığı, bazen hükümetlere kişisel veri kapsamında gizli kalması gereken müşteri bilgilerini (Gmail) verdiği biliniyor. En azından Hindistan'da iklim aktivistinin 2 kişilik görüşmelerinin (mesela aktivist ve Greta Thurnberg arasındakini) ya da maillerinin dava dosyasında gözükmesi buna işaret ediyor. Tabi kullanıcı bilgilerini veren ya da hesapları askıya alan, kapatan sadece Google da değil, x.com, Facebook, Instagram, Linkedin ve hatta Zoom da böyle davranıyor.
Sosyal medya şirketlerinin başı globalde zaten dertte. Avrupa’da vergi vermiyor olmaları ve çok büyümeleri nedeniyle Avrupalı şirketlerin (ya da diğerlerinin) büyümelerini engelledikleri için dertte. ABD’de ise hem çok büyüdükleri, her alana el attıkları ve diğer şirketleri satın alma ya da önünü kesme yoluyla engelledikleri için tartışılıyorlar. Hatta eski ABD başkanı Biden hem Cumhuriyetçilere, hem Demokratlara, bunlara karşı birleşmek ve mücadele etmek için çağrı yapmıştı.
Sonuçta, sosyal medya şirketleri öyle büyüdüler ki, kimseye aldırdıkları yok. Tek düşünceleri "para kazanmayı sürdürmek" haline geldi. Asıl sermayeleri olan kullanıcıları harcayıp, para kazanmayı sürdürmek için hükümetlere istediklerini verme ikilemine düşüyorlar. Burada bahaneleri de sağlam; "yerel kanunlara uyuyoruz."
Vatandaşın haberleşmesinin kontrolü
AKP hükümeti, 2020 yılında 5651 sayılı kanuna sosyal medya düzenlemeleri eklemişti. Yani istemedikleri mesajları ya da kişileri, sosyal medya firmalarına uygulayacakları para cezası, bant daraltma vs ile kontrol altına almaya çalıştılar. Ancak haberleşmelerin 2 kişi ya da grup arasında kalan modelleri (yani WhatsApp, Gmail, Zoom vs) henüz kontrol edemiyorlar. Şimdi AKP’nin mart ayında TBMM'den son geçirdiği Siber Güvenlik kanunu ile bu sefer bu 2 kişinin ya da grubun arasında kalması gereken haberleşmeler için yeni düzenleme geliyor.
Yasanın adı Siber Güvenlik kanunu ama hedefin, siber güvenlikten çok vatandaşın gözönünde olmayan haberleşmesinin kontrol edilmek istenmesi olarak değerlendiriliyor. Çünkü içeriğe bakıldığında, son yılların esas sorunlarına dair yeni önlem göremiyoruz. Halkın çok rahatsız olduğu telefon ve banka dolandırıcılıklarına karşı gerekli koordinasyonun yaratılmadığı, siber güvenlik açısından önemli olan bazı konuların ele alınmadığı anlaşılıyor. Çünkü kanun hazırlanırken, akademisyen ya da özel sektör siber güvenlikçilerinden görüş alınmadı. Kendilerin lazım olan maddeleri yazıp geçtiler. Kadroları da, zaten şu ana kadar siber güvenlikte herhangi bir başarısını göremediğimiz BTK'nın USOM ekibi ve Dijital Dönüşüm ofisinin elemanları ile oluşturdular. Yani eski tas, eski hamam.
Signal'e neden geçmeliyiz: WhatsApp konusundaki şaibeler
Genel perspektifi böyle çizdikten sonra WhatsApp ve x.com özelinde sorunlara yakından bakalım.
AKP'nin hedefinde WhatsApp mesajlaşmaları olduğu anlaşılıyor. Çünkü x.com gibi ortamlarda açık yazılan eleştirilerin, vatandaşların başına çeşitli dertler açması yüzünden, muhalefetin yürütüldüğü önemli bir ortam WhatsApp platformu. AKP şimdi WhatsApp'ın bir temsilcilik açmasını istiyor ve önüne sosyal medya firmalarına yönelik getirilen bant daraltma, para cezaları gibi tehditleri koyuyor.
Bunun sonucu ne olabilir? Basit: WhatsApp engellenebilir, (gerçi WhatsApp 2023'de bant daraltmalara karşı önlem aldığını açıklamıştı) ya da daha kötüsü, acaba AKP talep ederse, bazı kişiler ya da gruplar arasındaki mesajlaşmalar şifresiz olarak verilebilir mi?
Olmaz diyemiyoruz. Çünkü 2021'de WhatsApp'ın düzenli olarak ABD'li savcılara platformun üzerindeki konuşmaları sunduğu ve/veya 15 bin kadar moderatörün bunları inceleyebildiği ortaya konulmuştu. Yani WhatsApp kendisinin iddia ettiği kadar güvenli değil. Zaten en azından meta verilerini (kimin kiminle, hangi gün ve saatte, ne sıklıkla konuştuğu, hangi cihazla, hangi IP'den konuştuğu vs) verdiği, kullandığı biliniyor.
Ayrıca çok güvenli olmadığını da, Canduri casus yazılımı ile hacklenmesi ya da bazı bilgisayar korsanlarının WhatsApp kullanıcılarının telefonlarını açık açık satmasından görmüştük. Bu nedenle yapılan araştırmalara göre, ABD'liler artık Instagram ve WhatsApp'a güvenmiyor.
"Uçtan uca şifreleme" ve "yüksek gizlilik" iddiaları öne süren ama Gözetim Kapitalizminden nemalanan WhatsApp'a karşı, kısa bir süre önce önemli bir eleştiri Signal Başkanı Meredith Whittaker'dan geldi. Whittaker, Meta'nın (Facebook'un ana şirketi) WhatsApp'ı "uçtan uca şifrelenmiş" olarak sunmasını karşın, arka planda kime, ne zaman, ne sıklıkta ve ne kadar süreyle mesajlaştığınızla ilgili verileri toplamasını eleştirdi. Whittaker, "Meta verileri işlerken, WhatsApp gizliliği pazarlıyor" şeklinde suçladı. Bunu "gizlilik tiyatrosu" olarak adlandırdı: Çünkü yüzeyde şifreleme varken, altında gözetim mevcut.
Bu nedenle yazımızın başlığındaki tavsiyemizi hatırlatalım; bir an önce WhatsApp'dan Signal'e geçin. En azından hassas haberleşmelerinizi Signal üzerinden yapın.
Bunu sadece biz değil, bugünlerde bütün dünya yapıyor. Mart ortasında ABD üst yönetiminin Yemen konusundaki konuşmalarını Signal üzerinde yaptığının ortaya çıktığı sonrasında yapılan araştırmaya göre ABD'li kullanıcıların yüzde 45'i, küresel kullanıcıların yüzde 28'i Signal'e geçti bile.
Dünya neden Signal'e geçiyor?
Çünkü Signal açık kaynaklıdır. Gizli bir gözetim olup, olmadığını kontrol için kodu herkes tarafından incelenebilir. Bu önemli. Dolayısıyla kodlarından hareketle, Signal sizin hakkınızda neredeyse hiçbir veri toplamaz — sadece telefon numaranız elindedir. Signal bağışlarla finanse edilen kar amacı gütmeyen bir kuruluştur. Signal her zaman yeni güvenlik özelliklerini (kaybolan mesajlar, mühürlü gönderici vb.) zorluyor. Çünkü Signal ile amaç sadece güvenli iletişim olarak veriliyor (en azından şimdilik).
Buna karşılık WhatsApp, uçtan uca şifreleme iddia etse de, uzun bir gizlilik skandalları geçmişi olan Meta'ya (Facebook) ait. Tonlarca meta veri toplar (kiminle, ne zaman, ne sıklıkla konuştuğunuz, cihaz bilgileri, IP adresi vb.). WhatsApp reklam içermez ama bilgilerinizi paylaştığı ve kullanıcı verilerinden kâr eden devasa bir reklam ekosisteminin (Meta) parçasıdır.
WhatsApp iş modeli güvenliğe odaklanmıyor; etkileşim ve para kazanmaya odaklanıyor. WhatsApp'ta (Meta altında) amaç karı artırmak için veri toplamaktır.
Bu arada Signal'in bir zamanlar WhatsApp'ın altyapısı olduğunu hatırlatalım. Ama WhatsApp'ı Zuckerberg'e satan 2 kurucu, Acton ve Koum, daha sonra sistemin güvenliğinin geldiği noktaya itiraz ederek ayrıldılar ve Acton Signal'i tek başına güvenlikli bir uygulama yapmak için uğraşıyor.
Özetle; Gerçek gizlilik, daha az risk ve gizli veri madenciliği istemiyorsanız, Signal daha iyi bir seçimdir (en azından şimdilik, yarın değişirse durum bakarız).
x.com'u da bırakıp, merkeziyetsiz sosyal medyaya geçin (Mastadon, Bluesky)
x.com'u neden bırakmanız gerektiğini, 10 gün önce belirtmiştik. Bu yazıda başka bir kaç noktaya değinelim.
ABD'de 2020'deki "Goeorge Floyd'un polisler tarafından öldürülmesi" sonrasında patlayan "Black Lives Matter" olaylarında, Trump'ın şiddet öneren 2 tweet'inin altına uyarı etiketi eklenmişti. Arkasından 6 ocak 2021'deki Capitol Hill baskını sonrasında ise Trump'ın hesabı hem Facebook, hem de Twitter'dan bloklandı. O zaman henüz x'i almamış olan Elon Musk güya "ifade özgürlüğü"nü savunmuştu. Meğerse sadece Trump'ın ifade özgürlüğünden bahsediyormuş. Zaten bu nedenle x sürekli üye kaybediyor.
Jack Dorsey, zaten bu hükümetlerden gelen baskılar olayını fark etmiş ve 2019'dan itibaren "merkezi olmayan" sosyal medya üzerinde çalışmaya ve yatırıma başlamıştı. "Neden Merkeziyetsiz?" diye hala soran var mıdır? Bu; sansürlenemez, kapatılamaz anlamına geliyor. Orası kapatılsa, başka bir IP'den devam eder. Bir başka önemli merkeziyetsiz sosyal medya da kendisini Satılık Olmayan Sosyal Medya diye sunan, Alman menşeli "Mastodon'dur" sırası gelmişken hatırlatalım.
Şimdi ‘neden x.com'u bırakıp, Mastodon ya da BlueSky'a geçmeliyiz'i özetleyelim;
x, Elon Musk'a aittir; yani ifade özgürlüğü, moderasyon ve algoritmalarla ilgili kararlar bir topluluk tarafından değil, tek bir kişi tarafından verilir. Bluesky ve Mastodon ise merkeziyetsizdir; hiçbir kişi veya şirket onları kontrol etmez.
x'in moderasyonu karmaşıklaştı: Musk devraldığından beri daha fazla nefret söylemi, bot ve yanlış bilgi arttı. Mastodon'da her sunucu kendi kurallarını belirler. Bluesky, istediğiniz içerik filtrelerini seçtiğiniz "birleştirilebilir moderasyon" üzerinde çalışıyor.
x'in akışı sizi bağlı tutmak için viral ve tartışmalı içerikler sunar. Bluesky ve Mastodon size manipüle edilmiş bir algoritma dayatmaz; takip ettiğiniz kişilerin gönderilerini kronolojik olarak görürsünüz. Bluesky kullanıcıların algoritmaları seçmesine (veya devre dışı bırakmasına) olanak tanır. Mastodon (Fediverse) varsayılan olarak kronolojiktir; zorunlu algoritmik beslemeler yoktur.
x, reklamlar ve etkileşim algoritmaları için kapsamlı kullanıcı verileri toplar. Bluesky ve Mastodon daha katı gizlilik politikalarına sahiptir ve Mastodon merkeziyetsizdir (tek bir şirket verilerinizin sahibi değildir).
Bluesky ve Mastodon açık kaynaklıdır — herkes işlerin nasıl yürüdüğünü görebilir. x artık platformunu nasıl çalıştırdığı konusunda kapalı ve gizlidir.
Bluesky'nin protokolü (AT Protokolü) sosyal kimliğinize sahip olmanızı ve hatta isterseniz başka bir uygulamaya geçmenizi sağlar. Mastodon Fediverse'nin bir parçasıdır. Takpçilerinizi kaybetmeden sunucular arasında seçim yapma ve hareket etme özgürlüğü de verir. x tamamen merkezileştirilmiştir—Elon Musk politika değişikliklerini tek taraflı olarak kontrol eder.
x çok daha toksik ve aşırı hale geldi. Öfke ve reklamları teşvik eden etkileşim odaklı algoritmalar kullanıyor. Mastodon ve Bluesky genellikle daha küçük, daha sağlıklı topluluklara sahip. Mastodon sunucuları topluluk tarafından modere edilir (iyi kurallara sahip bir sunucu seçin). Bluesky proaktif moderasyona ve kullanıcı odaklı raporlamaya sahiptir.
Kısa özet:
Bluesky ve Mastodon = Özgürlük, gizlilik, kontrol.
x = Merkezi güç, toksisite, manipülasyon.
/././
CHP'nin yeni PM ve YDK üyeleri belli oldu: Özgür Özel’in anahtar listesinin tamamı delegeden onay aldı

CHP'nin 21. Olağanüstü Kurultayı'nda, Parti Meclisi (PM) ve Yüksek Disiplin Kurulu (YDK) seçimlerinin sonuçları açıklandı. Yeniden Genel Başkanlığa seçilen Özgür Özel'in seçimler öncesi yayınladığı 52 kişilik anahtar listesinin tamamı delegeden onay aldı. CHP PM’de eski başkan Kemal Kılıçdaroğlu'na yakınlığı ile bilinen Ali Haydar Hakverdi, Semra Dinçer ve emekli büyükelçi Namık Tan yer aldı. 38. Olağan Kurultay'da bağımsız girdiği seçimde listeyi delerek PM'ye giren Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz da en fazla oyu alan kişi oldu. Ayrıca PM’de “Her şey çok güzel olacak” sloganının mimarı olan ve tutuklanan Ekrem İmamoğlu için yapılan protestolarda gözaltına alınıp tutuklanan Berkay Gezgin de yer aldı. Listede ayrıca, trafikte üç kişinin saldırması sonucu hayatını kaybeden motokurye Samet Özgül'ün kardeşi Berna Özgül de var. 60 kişiden oluşan PM'nin 8 üyesi, Bilim Kültür Sanat Platformu (BKSP) listesinden seçildi. YDK seçimlerinde ise en fazla oyu alan Özgür Sağlam oldu.
Resmi sonuçlar, parti tüzüğünde belirtilen "cinsiyet" ve "gençlik" kotasının uygulanması ve itirazların değerlendirilmesinin ardından açıklanacak.
Özgür Özel yeniden Genel Başkan
Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP), "partiye kayyım atanmasını engellemek amacıyla" aldığı karar doğrultusunda yapılan 21. Olağanüstü Kurultayı'nda tek aday olan Özgür Özel, geçerli 1171 oyun tamamını alarak yeniden CHP Genel Başkanı seçildi.
Parti yönetimi belli oldu
Kurultayda, kürsü konuşmalarının ve Genel Başkanlık seçimlerinin ardından saat 20.00 sıralarında başlayan PM ve YDK ile Bilim Kültür Kurulu üyelikleri için seçimler saat 23.50'de tamamlandı ve oy sayımına geçildi. Oy sayımı 03.30 sıralarında tamamlanarak, sonuçlar açıklandı.
PM, YDK ve Bilim Kurulu üyelikleri için kurultayda, Genel Başkan Özgür Özel'in anahtar listesi ile İstanbul Milletvekili Oğuz Kaan Salıcı öncülüğünde hazırlanan "Denge ve Dayanışma" ve Elazığ Milletvekili Gürsel Erol tarafından hazırlanan "Ortak Akıl Ortak Vicdan" listelerindeki isimler yarıştı.
Anahtar listede yer alan mevcut PM üyesi, Zonguldak Milletvekili Deniz Yavuzyılmaz 876 oyla yeni PM seçimlerinde ilk sırada yer aldı. Yavuzyılmaz'ı, 856 oyla İstanbul Milletvekili Suat Özçağdaş ve 815 oyla Şanlıurfa Milletvekili Mahmut Tanal takip etti.
"Kılıçdaroğlu kayyım olarak atanır mı" sorusuna “Yüzüne tükürürler” yanıtı nedeniyle Kılıçdaroğlu cephesinin tepki gösterdiği Gökhan Zeybek de 43’üncü sıradan PM’ye girdi. Zeybek, bir önceki kurultayda en çok oyu alan isimdi.
Özgür Özel'in 12 kişilik BKSP listesinden 8 tercih yapıldı. 12 kişilik listedeki Örsan Kunter Öymen, Baran Seyhan, Taner Demirer, Armağan Erdoğan isimleri yer alamadı.
PM’de eski Merkez Yönetim Kurulu’ndan (MYK) Genel Başkan Yardımcıları Volkan Demir ve İlhan Uzgel'in dışında tüm isimler yer aldı. Demir'in Can Akın Çağlar'ın emekliliğinin ardından İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreterliğine getirileceği öğrenilmişti.
İşte Özgür Özel'in A takımı
CHP'nin A takımı olarak belirtilen 52 PM üyesi, resmi olmayan ve kota uygulanmış haliyle şu isimlerden oluştu:
"Deniz Yavuzyılmaz, Suat Özçağdaş, Mahmut Tanal, Gül Çiftci, Ensar Aytekin, Hikmet Erbilgin, Gamze Taşcıer, Ali Abbas Ertürk, Canan Taşer, Mahir Yüksel, Namık Tan, Turgay Özcan, Selin Sayek Böke, Özgür Karabat, Berkay Gezgin, Erhan Adem, Baki Aydöner, Semra Dinçer, Saniye Barut, Deniz Yücel, Nurhayat Altaca Kayışoğlu, Ozan Işık, Ali Haydar Hakverdi, Yalçın Görgöz, Burhanettin Bulut, Ali Haydar Fırat, Murat Bakan, Melisa Uğraş, Pınar Uzun Okakın, Ulaş Karasu, Bedirhan Berk Doğru, Hikmet Yalım Halıcı, Nazan Güneysu, Burcu Mazıcıoğlu, Mehmet Necati Yağcı, Zeliha Aksaz Şahbaz, İsmail Atakan Ünver, Ecevit Keleş, Mustafa Sezgin Tanrıkulu, Berna Özgül, Şengül Yeşildal, Mehmet Alkın Denizaslanı, Gökan Zeybek, Uğurcan İrak, Özgür Ceylan, Sinem Kırçiçek, Sevgi Kılıç, Engin Özkoç, Niyazi Şen, Aylin Nazlıaka, Ahmet Hakan Uyanık, Uygar Parçal."
PM yedek listesi ise şu isimlerden oluştu:
Orhan Sarıbal, Deniz Demir, Mustafa Tunç Soyer, Koza Yardımcı, Oğuz Kaan Salıcı, Müslim Sarı, Ali Öztunç, Selçuk Sarıyar, Mahir Polat, Gonca Yelda Orhan.
YDK üyeleri belirlendi
Özgür Sağlam 742 ile YDK'de en çok oy alan isim oldu. Sağlam'ı, 736 oy ile Deniz Çakır ve 732 oy ile Turan Taşkın Özer izledi. YDK'nin 15 kişilik listesi şu isimlerden oluştu:
"Özgür Sağlam (742), Deniz Çakır (736), Turan Taşkın Özer (732), İsmail Emre Telci (697), Esin Fatma Temel (695), Özkan Tice (652), Nurdan Yücal (696), Hümeyra Akkuş Sandıkcı (669), Ayça Akpek Şenay (725), Ekincan Aksoy (623), Ali Balta (643), Süleyman Bülbül (723), Deniz Demiröz (660), Aysemin Gülmez (692), Remzi Kazmaz (577)."
12 kişilik BKSP listesinden 8 tercih yapıldı
Kurultayda, 60 kişilik PM'nin BKSP listesinden seçilen üyeler de belirlendi. Özgür Özel'in, 12 kişilik BKSP listesinden 8 tercih yapıldı. Kotalı şekilde isimler şunlardan oluştu:
"Yalçın Karatepe (881), Yankı Bağcıoğlu (858), Emine Uçak Erdoğan (817), Gülşah Deniz Atalar (809), Gökçe Gökçen (794), Bahattin Bahadır Erdem (781), Baran Bozoğlu (735), Berker Esen (731)"
İstanbul’da ne oldu, ne oluyor, ne olacak?-Tolga Şardan-
İçişleri Bakanlığı, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, İzmir, Bursa, Eskişehir gibi büyükşehirlerde yaşanan sokak olaylarında polisin müdahale tarzının araştırılması ve incelenmesi amacıyla müfettiş görevlendirmesi yaptı. Yaşananların araştırılması çerçevesinde özellikle gözaltı ve nezarethanede tutulma işlemleri konusunda bazı özel ihbar ve şikayetler de incelemeye alındı

Konuya girmeden önce birbiriyle bağlantılı iki ön bilgiyi aktarmakta fayda var.
İlki, meslektaşım Gökçer Tahincioğlu’nun geçen cuma T24’te kaleme aldığı yazısı. Tahincioğlu, yazısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından sokağa çıkanların profili ortaya koymaya çalıştı. Okumanızı öneririm.
İkincisi ise, Eski Hatay Baro Başkanı Ekrem Dönmez’in yürüttüğü hukuki süreç. Kısa özet vereyim; hatırlarsınız, Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun döneminde Emniyet Genel Müdürlüğü sokak eylemlerinde polislerin “ses ve görüntülerinin alınmasını engelleyen” özel genelgeyi yürürlüğe koydu.
Genelgenin iptali konusunda yürütülen hukuki süreç sonunda, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Avukat Ekrem Dönmez’in davacı olduğu dosyayı geçen kasımda karara bağladı.
Kurul, İçişleri Bakanlığı’nın itirazı reddetti. Kurul, oy çokluğuyla Danıştay 10. Daire’nin kararını onadı. Böylelikle, genelge iptal oldu. Şimdilik yeni bir durum yok. Sokak eylemlerinde, ses ve görüntü kaydı yapılmasında bir engel kalmadı.
Sokağın tablosu
İmamoğlu ve ekibine yönelik adli soruşturmayla başlayan sokak hareketleri, birbirini takip eden günlerde kısa sürede farklı protesto eylemlerine evrildi.
Belediyecilerin tutuklanmasından sonra CHP’nin öncülük ettiği ve Genel Başkan Özgür Özel’in 19 Mart akşamı Saraçhane’de parti otobüsünün üzerinden başlattığı eylemler, bayram arasıyla beraber ikinci haftasını tamamladı.
Büyük şehirlerde başlayan sokak eylemlerinin iki hafta içinde geniş halk kesimlerince sahiplenilmesi dikkat çekici.
Ülke genelinde dalga dalga yayılan protesto eylemlerinde İstanbul başı çekti/çekiyor. Peşinden Ankara, İzmir, Bursa, Eskişehir, Adana, Mersin gibi büyük kentler geliyor.
Özel’in parti otobüsü üzerinden başlattığı ve üç gece üst üste gerçekleşen Saraçhane’deki iktidara yönelik protestolar, yüzbinlerin katıldığı Maltepe buluşmasıyla büyüdü. Akabinde eylemler, önce öğrencilerin tutuklanmasını protesto, ardından da ülke genelinde ticari boykota dönüştü.
Çoğunluğu İstanbul olmak üzere kamuoyuna yansıyan görüntüler, analizler, bilgiler ve açıklamalar, iki haftada yaşananların iktidarın gözünde rahatsızlıkla birlikte sıkıntı yarattığını gösteriyor.
Zira, iktidarın en çok rahatsız olduğu konuların başında 2013’teki Gezi Parkı eylemleri geliyordu kuşkusuz. Bir daha böyle bir sürecin yaşanmaması için iktidar, kitleler üzerinde baskı unsurunu hep kullandı.
Ancak bu kez tablo, Gezi’den epeyce farklı oldu. İktidarın karşısındaki eylemci gruplar, sadece Türk ve Kürt solu gruplarından oluşmadı. MHP dışındaki kentli milliyetçi gruplar sokaklarda yer aldı. Her ne kadar Türk ve Kürt solundan ayrı yerde dursalar da kentli milliyetçi grupların sokağa çıkması, süreci Gezi Parkı eylemlerinden daha farklı bir atmosfer yaratılmasının önünü açtı.
Meslektaşım Tahincioğlu’nun “sokak analizi”ni bu nedenle okumanızı önerdim.
Bilhassa İstanbul’da başlayan eylemlere yönelik polis müdahalesinin “yukarıdan” gelen talimatlarla sertleştiği biliniyor. CHP Genel Başkanı’nın ilk günkü konuşmasından hemen sonra ve sonraki mitinglerin ardından başlayan müdahaleler sırasında epeyce can sıkıcı görüntüler yaşandı.
Bir parantez açayım; sokak eylemleri, kamu yönetimince yani mülki amirler ve güvenlik güçlerince 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’na göre değerlendiriliyor.
Eylemler sırasında sokağın ve eylemcilerin güvenliğinin sağlanması, mülki amir ve olay yerindeki güvenlik güçlerinin en yüksek rütbelisinin sorumluluğunda.
Bu sorumluluk çerçevesinde yapılan müdahaleler vardı İstanbul’da.
Emniyet cephesinde neler oluyor?
Yaşananları, Ankara’da emniyet kökenli emekli ve muvazzaf bazı kaynaklarımla görüştüm.
Edindiğim bilgiler şöyle aktarabilirim.
* Yürütülmesiyle tepki çeken İBB soruşturmasının merkezindeki İstanbul’da polisin müdahalesinin sertleşmesinde siyasi iradenin tutumunun etkisi büyük.
* Bu arada gerek İçişleri Bakanlığı gerekse Emniyet Genel Müdürlüğü’nde olayın seyrine göre ne şekilde müdahalede bulunulacağı konusunda bir kafa karışıklığı yaşandı. Söz konusu kafa karışıklığının sebebi, siyasi iradedeki bakış açısının net ol(a)mamasıydı.
* İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün süreçle ilgili herhangi bir yol haritasının olmadığı görüldü. “Kervan yolda düzülür” deyişi misali günübirlik strateji üretildiğinin anlaşılması, teşkilat yönetiminde belirsizliğe neden oldu/oluyor.
* Kimi kaynaklarıma göre, bu yol haritası halen hazırlanmış değil. Özellikle İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ile Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş’ın, henüz ne zaman sonuçlanacağı belirsizliğini koruyan gelişmelere yönelik Ankara’da toplantılar düzenleyip alternatifli strateji geliştirmek yerine memleketlerinde bayram kutlaması dikkat çekici.
* İstanbul’da polis kuvvetlerinin en tepesindeki isim olan İstanbul Emniyet Müdürü Selami Yıldız, mesleki kariyerinde toplumsal olaylarda göstericilerle karşı karşıya gelmemesi nedeniyle böylesi kriz süreçlerinde etkisiz kaldı. Kariyerinin büyük bölümünü emniyet istihbarat hizmetlerinde geçiren Yıldız, yakın zamanda Adana ve Bursa Emniyet Müdürlüğü ve Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı görevindeydi.
* Saatlerce ayakta bekletilen polislerin, göstericilerle yakın mesafede tutulmaması gerekirken, özellikle İstanbul dışından getirtilen takviye kuvvet polislerin olaylarda görevlendirilmesi sokağı olumsuz etkiledi.
* Başka kentlerden gelen polisler, “Ramazan günlerinde ve bayram öncesi”nde İstanbul’da görevlendirilmekten memnun değildi. Yemek ve barınmada yeterli lojistik olanak yaratılamaması, görev süresinin planlanamaması gibi etkenler, polisin eylemci kitlelere psikolojik yönden bakışında olumsuzluk yarattı.
* Ayrıca, önleyici polislik yapılmalıydı. Gerekirse, CHP yönetimiyle temasa geçilip özellikle kalabalıkları “provoke eden” grupların alanlardan arındırılması sağlanmalıydı. Siyasi iktidarın, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası çerçevesinde protesto edilmesi gerekirken “maske takılı” halde eylemcilerin alanlarda yer almasının önüne geçilmeliydi. İşgal girişimi benzeri eylemlerin önüne geçilmesi sağlanmalıydı.
* Olayların İstanbul’da yoğunlaşmasının sebeplerinden öne çıkan bir diğeri, kentte gözaltına alınıp tutuklanan çok sayıda öğrenci olması. İstanbul Valisi’nin koordinesinde yürütülmesi gereken süreçte adliye öne çıktı. Eylemlere katılan öğrencilerin, diğer şehirlerin aksine İstanbul’da daha çok tutuklanıp cezaevine gönderilmesi, sakinleşmesi beklenen sokakları daha da yoğunlaştırdı.
* 2911 sayılı yasanın uygulamasında tutuklama tedbiri öngörülmemesine karşın polise mukavemet gösterdikleri gerekçesiyle çok sayıda kişinin tutuklanması, süreci olumsuz etkileyebilecek bir etken olarak kayda geçti.
* Bayram tatilinin bitmesiyle beraber sokakların yeniden hareketleneceği değerlendirmesi yapılıyor. Özellikle tatile giden üniversite öğrencilerin geri dönüşüyle birlikte protesto eylemlerinin yoğunlaşacağı beklentisi hâkim Ankara’da. Sürecin daha vahim boyutlara ulaşmasının önlenmesi amacıyla yeni tedbirlerin geliştirileceği belirtiliyor.
Bu noktada, CHP’nin de sokak eylemlerinin amacı dışında kullanılmasının önlenmesi konusunda girişimde bulunması önemli.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın annesine yönelik hakarete gösterilen tepki yerinde. Olmaması gerekirdi.
Bundan sonra da CHP, lider konumuyla sokağın tansiyonunu daha dikkatli izlemek zorunda. Aksi halde tüm ihale ana muhalefet partisinin üzerinde kalır.
Polis kasklarında numara yok
Bu arada, İstanbul başta diğer kentlerde eylemcilere karşı yapılan müdahalelerde görev alan polislerin kasklarında numara olmaması dikkati çeken başka bir durum.
Bilindiği üzere, özellikle AB’ye uyum döneminde, benzeri eleştiriler ve şikayetlerin önünü kesmek amacıyla Emniyet Genel Müdürlüğü toplumsal olaylarda görev alan polislerin kasklarına numara yazılması uygulamasını getirdi.
Son olaylara kadar bu uygulama büyük oranda işledi. Ancak, kamuoyuna yansıyan görüntülerin neredeyse tamamında polislerin kasklarında numara olmadığı görüldü.
Hele Saraçhane’deki ilk geceki müdahalede eylemcilere yönelik yakın mesafeden biber gazı sıkan ve tek yakaladıkları eylemcilere yönelik topluca orantısız güç uygulayan polislerin kasklarında numara bulunmaması kameralara yansıdı.
Uygulama değişikliğinin, yazının girişinde yer verdiğim Danıştay kararı nedeniyle gerçekleştiği Emniyet kaynaklarınca ifade ediliyor.
Toplumsal olaylarda ses ve görüntü alınması serbestisinin yasal dayanağının oluşması sonrasında görev alan resmi kıyafetli Çevik Kuvvet polislerinin, iklim ve hava şartları gerekçesiyle eşkal almayı önlemek amacıyla maske benzeri yarım yüz koruyucu kullanma uygulaması işlerlik kazandı.
İçişleri Bakanlığı müfettiş görevlendirdi
Son olarak bir bilgi daha verip yazıyı sonlandırayım.
İçişleri Bakanlığı, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, İzmir, Bursa, Eskişehir gibi büyükşehirlerde yaşanan sokak olaylarında polisin müdahale tarzının araştırılması ve incelenmesi amacıyla müfettiş görevlendirmesi yaptı.
Gezi Parkı eylemleri sonrasında da benzeri araştırma ve denetleme yapıldı. Polis amir ve müdürlerinin bilgisine başvuruldu. Ancak yapılan araştırmalar, inceleme boyutunda kaldı, ileri gitmedi.
Yaşananların araştırılması çerçevesinde özellikle gözaltı ve nezarethanede tutulma işlemleri konusunda bazı özel ihbar ve şikayetler de incelemeye alındı.
Örneğin, gözaltına alınan bir kadın şüphelinin, “erkek polis göğüslerime dokundu, o sırada altıma kaçırdım” şeklindeki açıklamasının açığa çıkartılması amacıyla müfettiş görevlendirmesi yapıldı.
Bakanlık ve Emniyet müfettişlerinin, bayram tatili sonrasında göreve başlaması bekleniyor.
/././
Balıkesir’deki patlama faciasında ikinci perde -Tolga Şardan-
Balıkesir faciasındaki mağdur ailelerinin avukatlarından Diren Yeşil: Tazminat olayları başladı. Tanıklar sustu, telefonlara yanıt vermiyorlar. Şüpheli sıfatıyla ifadesi alınması gerekirken, ifadeleri alınmayanlar var. Şirket sahiplerinin ifadeleri alınmadı.

Ülkede bitmeyen, bitecek gibi de görünmeyen “iş cinayetleri”nden birisi Balıkesir’de yaşandı, hatırlayacağınız üzere.
Yeni yıla girmeye günler kala, 24 Aralık’ta Balıkesir merkezdeki Karesi ilçesinde faaliyet gösteren mühimmat üretim tesisindeki patlamada 8’i kadın 11 kişi yaşamını yitirdi.
Kolayca tahmin edileceği üzere, yaşamını yitirenler ekmek parası peşinde koşan emekçilerdi. Tıpkı daha önceki iş cinayetlerinde olduğu gibi.
Faciada yaşamlarını yitirenlerden Muhammet Ergin, Seçil Çapa, Seda Akın, Tuğba Demir, Elif Özgür, Tuba Sert, Müberra Sönmez, Selin Karanlıkoğlu, Çetin Karamüftüoğlu ve Enes Kırmızı, fabrikanın “boxer kapsül 1” isimli biriminde işçiydi. Özlem Özçakır ise, tesiste kimya mühendisi olarak çalışıyordu.
Kavaklı mahallesinde ZSR Patlayıcı A.Ş.’ye ait tesiste 24 aralık sabahı iş başı yapan personel, mesainin henüz başındayken yaşanan faciadan elbette habersizdi.
Aslına bakarsanız “habersiz” demek tam gerçeği yansıtmıyor. Faciadan sonra başlatılan adli soruşturmaya bakıldığında; çalışanların, tesisteki eksiklikler ve yetersizliklerin farkında oldukları ancak ellerinden fazlaca bir şey gelmediği anlaşılıyor.
Tanıklar, facia öncesini anlatıyor
Balıkesir Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturmanın ardından hazırlanan iddianamenin satır aralarında yaklaşmakta olan facianın tablosunu görmek mümkün.
Birkaç bilgi aktarmak gerekecek iddianameden:
“(…) Boxer kapsül 1 isimli birimde çalışan ve patlamadan yaralı olarak kurtulan Sedef Örs, Hamide Irgali ve Asuman Kara’nın alınan ifadelerinde olay günü rutin mesailerine başladıklarını, herhangi bir olumsuz durum ile karşılaşmadıklarını, bir anda kendilerini moloz yığınları içerisinde bulduklarını, iş yerinde bulunan makinelerden sadece ebat kontrol makinesinin patlamadan 3-4 gün önce sigortasının atması nedeniyle teknik birimde çalışan görevlinin gelerek bu sigortayı değiştirdiğini ve sorunun çözüldüğünü, bunun dışında kağıt makinesinin hamurun nem oranı nedeniyle sorun çıkarması üzerine usta baslarının bu makinenin pançlarını temizlemek ya da değiştirmek suretiyle sorunu giderdiklerini, iş yerinde üretimi tamamlanarak iş yerinin içerisine depolanan kapsüllerin başka bir yere taşınması konusunda birim yöneticisi olan müteveffa Özlem Özçakır’ın üst amirlerine talepte bulunduğunu ancak herhangi bir netice alamadığını beyan ettikleri (…)”
Buradan anlaşılan, tesisin kimya mühendisi, sürecin farkındaydı. Bu nedenle üretimi tamamlanan mühimmatın başka bir yere taşınmasını istedi, ancak “yukarısı” bu talebi dikkate almadı.
Kimyager uyardı, üstler dinlemedi
Kaldı ki, Kimyager Özçakır’ın, konuyla ilgili kurum içi yazışmaları da dosyanın ekinde mevcut.
Devam ediyorum:
“(…) İş yerinde çalışan diğer vardiya görevlileri olan tanıklar Sefai Akkın ve Süleyman Eroğlu’nun kollukta alınan ifadelerinde fazla miktarda ürün depolandığını, müteveffa Özlem Özçakır’ın bu hususu üst amirlerine bildirdiğini ancak netice alamadığını beyan ettikleri,
Yine tanık Şükran Şenlioğlu’nun alınan ifadesinde üretimde kullanılan kimyasallar ile kapsül stoğunun fazla olduğunu beyan ettiği, (…)”
Bizzat tanıkların ifadelerinde, facianın “ben geliyorum” mesajını zamanında verdiği ama “üstlerin” bu mesajı almamakta direnerek faciaya zemin sağladığı bulgusu yer aldı.
İddianameye göre; savcılık, “olay sonrasında fazla miktarda patlayıcı maddenin üretim biriminden tahliye edildiğinin görülmesi, güvenlik kamera kayıtlarından da patlamanın meydana geldiği noktaya denk gelen yerde fazla miktarda üretimi tamamlanmış ürünlerin bulunduğunun görülmesinin, tanık beyanlarını doğrular mahiyette olduğu ve bu miktarlarda tamamlanmış ürünün üretim biriminde depolanmasının meydana gelen patlamanın tesirini arttırdığına delalet ettiği” tespitini yaptı.
Patronlar dosyada yok!
Peki yine iddianameye göre; facianın sorumluları kimler?
ZSR Patlayıcı A.Ş. adlı firmanın boxer kapsül 1 biriminden sorumlu şirket müdür vekili yani Operasyon Direktörü Cem Yılmaz, Patlayıcı Mesul Müdürü Serkan Bozoğlu, Mühimmat Üretim Müdürü Murad Bayraktar ve İş Sağlığı ve Güvenliği Müdürü Hulusi Yağız Oboumarsa.
Görüleceği üzere, 11 kişinin yaşamını yitirdiği, yaralıların olduğu ve tesisin dört sorumlusunun tutuklandığı adli dosyada kim / kimler eksik sizce?
Bildiniz, evet işveren dosyada yok!
Savcılığın hazırladığı iddianameye göre, facianın tek sorumlusu tesiste görevi bulunan profesyoneller!
İşverenin hiçbir günahı yok, her zamanki gibi.
Gazeteci Bahadır Özgür, faciadan sonra tesisin sahibi firmayla ilgili şu bilgileri kamuoyuna duyurdu:
“Balıkesir’de 12 işçinin yaşamını yitirdiği patlayıcı fabrikası, Yavaşçalar Av ve Spor Malzemeleri’ne aitti. 2016’da sahibi FETÖ’den tutuklandı. TMSF şirkete el koydu. 2017’de Sarsılmaz Mühimmat, TMSF ihalesinde şirketi satın aldı. 2018’de Zirve Holding ve Senta Madencilik ortak oldu. Adı ZSR olarak değişti.
Zirve Holding, Kalyon Grubu’nun. Senta ise, inşaatçı Zafer Topaloğlu’na ait. Toya Grup’un sahibi. Erdoğan, 2020'de nikah törenine katılmıştı. Ayrıca Erdoğan’ın futbol oynadığı Esenler Erokspor’un da başkanı Topaloğlu.
Rekabet Kurulu’nun kararına göre; Nisan 2024’te, ZSR’nin belli orandaki hissesi Topalipo A.S.’ye devredildi. Slovakya’da kurulmuş bir savunma sanayi şirketi. Slovakya’daki şirket de özellikle Ukrayna’ya yoğun mühimmat satan Çekya’daki Defence Export A.S.’ye bağlı.”
Facianın ihalesi, dört profesyonele kalmış durumda.
Mağdur avukatından yaşananların analizi
Bayramda Büyüteç’e konu edeceğim ikinci dosya Balıkesir’deki bu facia dosyasıydı.
Yaşanan yoğun siyasi gelişmelerin gölgesinde kalmaması ve mağdurların seslerine duyurmalarına araç olabilmek amacıyla bayramdaki iki Büyüteç’i Amasra ile Balıkesir dosyalarına ayırdım.
Balıkesir faciasının 21 Mart’ta ilk duruşması gerçekleşti.
Mağdur ailelerinin avukatlarından Diren Yeşil ile dosyayı görüştüm. Yeşil’in dosyadaki eksiklikler ve aksaklıklar çerçevesinde anlattıklarının özeti şöyle:
“ * Savcılık soruşturması sonucunda dava, “bilinçli taksirle adam öldürmek” iddiasıyla açıldı. Oysa biz; “olası kastla adam öldürmek” iddiasıyla dava açılması görüşündeyiz. Yaşananlarda ‘bilinebilir tehlike’ var. Önlem alınmalıydı. (Olası kast ile bilinçli taksir arasındaki farkı bir önceki Amasra dosyasında aktardım. Meraklısı için linki bıraktım)
* Patlamanın olduğu birime bölüm müdürü atanmıyor. Özlem Özçakır, bölüm sorumlusu olarak vefat etti. Oysa, diğer tüm birimlerde bölüm müdürü var. Bu birimde yok.
* Kurumdaki görev dağılımı flu. Net değil.
* Tazminat olayları başladı. Tanıklar sustu, telefonlara yanıt vermiyorlar. Balıkesir’e gidip
* Dosyadaki sanıklardan birisinin Jandarma’daki ifadesinin alımı sırasında bulunan bir meslektaşımız daha sonra 5 ailedeki 9-10 kişinin vekaletini aldı. Dosyaya ‘şikâyetten vazgeçme’ dilekçeleri sundu. Ailelerden birisinin önceki avukatı, bu durumdan haberdar değildi. Haberdar olunca dosyadan çekildi.
* Aralıkta olay oldu. Böyle zor bir dosyayı iki aya yakın sürede tamamlayıp dava açılması dikkat çekici.
* Şüpheli sıfatıyla ifadesi alınması gerekirken, ifadeleri alınmayanlar var. Şirket sahiplerinin ifadeleri alınmadı.
* İlk duruşma için sadece bir ay süre verildi, hazırlık için. Bu yeterli süre değil.”
* * *
Hem Amasra’daki maden faciası hem de Balıkesir’deki mühimmat fabrikasındaki patlamadan sonra yaşananlar, özellikle soruşturma ve yargılama aşamasındaki gelişmeler, iş cinayetlerinin önlenmesi yerine sorumluların kurtarılmasını sağlamak amacıyla hazırlanan yol haritalarını işaret ediyor maalesef.
Hele bir de İliç’teki facianın sonrası var ki, ayrı yazı konusu olacak cinsten.
/././
Devletimiz sahiden o kadar güçlü müdür?-Eray Özer-
Güçlü devlet iyidir. Kolay yıkılmaz. Yıkılma korkusu yaşamaz. Özgüvenli olur güçlü devlet. Merhametli olur. Kendine muhalefet edeni de sever, korur, kollar. Allah devletimize sahiden zeval vermesin

Yıllar önce Türkiye’nin en bilgili ve aynı zamanda en mütevazı tarihçilerinden rahmetli Necdet Sakaoğlu çok çarpıcı bir bilgi paylaşmıştı benimle. Daha sonra bunu -bu ay ne yazık ki kapatılan- #Tarih dergisi için de kaleme aldı.
Malum, “Allah devlete zeval vermesin” çok kullanılan bir kalıptır.
Çoğumuz bu kalıptaki “zeval” kelimesinin “yok olma” anlamına geldiğini düşünürüz. “Devlet hiç yok olmasın, hep varlığını sürdürsün” dediğimiz zannıyla kurarız bu cümleyi.
Necdet Hoca bunun yanlış olduğunu, “zeval” kelimesinin aslında tepe noktası yani bir tür zirve anlamına geldiğini aktarmıştı. Kelime, güneşin en tepede olduğu noktayı belirtiyordu.
Yani biz aslında “Allah devlete zirve vermesin” diyorduk. Ne acayip değil mi?
Sebebi de şuydu: Zirve vermesin ki, devlet hep yükselişini sürdürsün. Zirveden sonrası düşüştür. Devlet düşüşe geçmeden yükselip dursun.
Şimdilerde iktidar medyasında özellikle birkaç isim durmadan devletin ne kadar güçlü olduğunu anlatıyor bizlere.
Durmadan benzer şeyleri dinliyoruz onlardan: Devlet çok güçlü. Bu tür sokak eylemlerinden etkilenmez. Olan size olur.
Peki, güçlü devlet ne demek?
Yani bir devlet ne yaparsa güçlenir, ne yaparsa gücünü yitirir?
Bu konuda kafa yoran epey isim oldu aslında dünya tarihinde. Rousseau’dan tutalım Montesquieu’ye devlet felsefesi tartışanların listesi oldukça uzun.
Lakin gelin daha yakın tarihlilere ve özellikle bu “güç” meselesi üzerine kalem oynatanlara kabaca bakalım.
Robert Dahl diye bir siyaset bilimci ve onun “poliarşi” kavramı var mesela…
Oligarşi ve monarşiye karşı poliarşi… Yani çoğunluğun yönetimi…
Diyor ki Dahl, demokrasi klasik anlamıyla bir şey ifade etmez. Orası seçimle varılan bir yer değildir. Kimsenin ulaşamadığı bir hedeftir demokrasi.
Aslında demokrasi yoktur bu anlamda, demokratikleşme çabası vardır.
Demokratikleşme de devam eden bir süreç olmalıdır, “tamam demokratikleştik artık” deyip vardığınız bir yer değildir, bir devinimdir.
Devletler kırılganlıklarını azaltmak ve içeride veya dışarıda yaşadıkları krizleri atlatmak için ne kadar geniş bir temsiliyetle yönetilirlerse o kadar güçlü olurlar.
Amaç da tam olarak bu temsiliyeti sürekli artırmaya çabalamaktır.
Üstelik poliarşinin doğru işlemesi için sadece kurumların varlığı ve fonksiyonel çalışması da yetmez, farklı toplumsal grupların oluşumuna ve onların örgütlenmelerine alan tanınması da gerekir.
Geçelim…
Meşhur Samuel Huntington vardır. Hani faşizme göz kırpan dünya görüşleri ve “Medeniyetler Çatışması” kitabıyla 2000’lerin başında sıkça tartışılan siyasal bilimci…
Huntington her ne kadar bu dünyadan göçmeden önce Doğu’ya demokrasinin “yakışmadığına” dair abuk fikirleriyle tanınmış olsa da genç yaşlarında daha aklı başında işler üretmiş biri.
1968’da yayımlanan “Değişen toplumlarda siyasal düzen/Political order in changing societies” çalışmasında ekonomik gelişmeye ve siyasal katılımın artışına kurumların gelişmesinin eşlik etmemesi halinde bir devletin yeterince “güçlü” olamayacağını savunmuştu.
Yani diyordu ki: Seçim sisteminiz sağlıklı olacak; bürokrasiniz hür iradesiyle karar alabilecek; yargınız siyasetten bağımsız bir şekilde çalışacak.
Ancak bu şekilde güçlü bir devlet ve güçlü bir demokrasiniz olabilir.
Bu isimlerin yanına Lipset, Diamond ve Fukuyama gibi isimlerin teorilerini de koyabiliriz.
Hepsinde aşağı yukarı aynı şeyleri görürüz.
Ama gelin çok daha yakın tarihten ve içimizden birinin Nobel’e layık görülmüş fikirlerine bakalım.
Evet, Daron Acemoğlu’ndan bahsediyorum.
Acemoğlu, James Robinson’la birlikte kaleme aldıkları ve kendilerine Nobel Ödülü getiren “Ulusların Düşüşü” çalışmasında kurumların kapsayıcı, yani hakları koruyan bir nitelikte olmaması durumunda çöküşün kaçınılmaz olacağını anlatıyordu.
Buna göre formül basitti: Ekonominiz kapsayıcı olacak, malı mülkü koruyacak, kimse kimsenin malına çökmeyecek. Bununla birlikte siyasi kurumlarınız da kapsayıcı olacak, güçler ayrılığı prensibinde ekonomik düzeni koruyacak. Ayrıca hesap verebilir olacak.
Kitapta bunu yapmayan ülkelerin eninde sonunda güçsüz düşerek çökecekleri somut örneklerle de anlatılıyor.
Evet, bu kadar akademik bilgi yeter.
Artık bir devletin ne yaparak ve nasıl güçlü olabileceğine dair bir fikrimiz oluşmuştur sanırım.
Türkiye’nin artık çok güçlü bir devlet olduğunu söyleyen arkadaşlar yukarıdaki saptamaların neresinde durduğumuzu da izah ederlerse seviniriz.
Bırakalım yahu siyaset biliminin saptamalarını… İnsandan hareket edelim.
Güç özgüven demektir. Rahatlık demektir. Tevazu demektir.
Öyle değil mi?
Güçlü devlet deyince benim gözümün önüne vatandaşın bir günlük boykot eylemine adeta seferberlik ilan ederek cevap veren bir devlet gelmiyor.
Güçlü devlet deyince bir günlük boykottan çekinip koşa koşa kuruyemişçiye, markete gidip alışveriş yapan bakanları hayal etmiyorum.
Güçlü devlet deyince anladığım şey dizi oyuncularını bir gıdım muhalefetleri sebebiyle işlerinden eden bir organizasyon değil.
Çocukken babaannem “Canım sıkıldı” dediğimde “Sıkı can iyidir, kolay çıkmaz” diye cevap verirdi.
Güçlü devlet de iyidir arkadaşlar. Kolay yıkılmaz. Yıkılma korkusu yaşamaz.
Özgüvenli olur güçlü devlet. Merhametli olur. Kendine muhalefet edeni de sever, korur, kollar.
Allah devletimize sahiden zeval vermesin.
Ve kendini zevale ermiş sananlar da bilsin ki, bir şeyler değişmezse bundan sonrası düşüş.
İyi haftalar.
/././
Suriye’deki tansiyon Washington’a taşınıyor -Akdoğan Özkan-
Ankara’nın Suriye’deki egemenlik sahasını giderek genişleten İsrail’e bir anlamda “kafa tutarcasına” T4 hava üssüne yerleşme hazırlıkları yapmasının teyakkuza ittiği Tel Aviv yönetimi bu ülkedeki saldırılarına hız verdi. Netanyahu bugün Washington’da

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya “Türkiye ile Suriye’de çatışmamız kaçınılmaz” dedirten T4 hava üssü geriliminde tansiyon bir türlü dinmek bilmiyor. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın hafta içinde Türkiye'nin İsrail ile Suriye'de karşı karşıya gelmek istemediğini söyleyerek gerilimi düşürmeye çalışmasına rağmen İsrail Ankara’nın ülkenin orta kesimlerinde yerleşmeyi planladığı T4 (Tiyas) askeri hava üssü ile Tedmür hava üssüne füze ve roket yağdırmayı sürdürdü.
Saldırılarda bölgede bulunan TSK mensubu 3 Türk mühendisin hayatını kaybettiği iddia edilirken, Middle East Institute’de Terörle Mücadele ve Suriye Programları Direktörü Charles Lister, İsrail’in son 7 hafta içinde Suriye’de 48 hava saldırısı, 84 de kara saldırısı gerçekleştirdiği bilgisini paylaştı. İsrail’in hava saldırılarıyla tahrip etmeye çalıştığı T4 Hava Üssü, Anadolu Ajansı ekibi tarafından görüntülenirken son İsrail saldırılarının hemen akabinde bir Türk askeri heyetinin T4 ile Hama askeri üslerini ziyaret ettiği de ileri sürüldü.
BBC Orta Doğu muhabiri Lucy Williamson ise, “İsrail Suriye'deki saldırılarıyla Türkiye'ye meydan okuyor” başlıklı haber analizinde, “İsrail Savunma Bakanının Suriye'nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara'yı, ülkesine ‘düşman güçlerin’ girmesine izin vermesi halinde ‘çok ağır bir bedel ödeyeceği’ konusunda uyardığını” hatırlattı ve Tel Aviv yönetiminin asıl hedefinin Türkiye olduğunu yazdı.
Şimdi gözler ABD Başkanı Donald Trump’tan görüşme daveti alan Netanyahu'nun Washington’da bugün yapması beklenen temasların sonuçlarında olacak. Görüşmede İran ve Gazze meselelerinin yanı sıra Ankara-Tel Aviv gerginliğinin de ele alınması bekleniyor.
Bu arada, Dubai merkezli The National’a konuşan bir Suriyeli ordu komutanı Ankara’nın Tedmür’de (Palmira) üs kurma planlarını doğrulayan, bu doğrultuda istişareler yürüttüklerini ve bunun ülkesi için sevindirici olduğunun altını çizen bir beyanatta bulundu.
Geçen hafta T24’teki “Ankara ile Tel Aviv’in Tırmanın Suriye Gerilimi” başlıklı yazımda, Washington’a koltuğunun altında T4 (Tiyas) ile Şayrat hava üslerine TSK askerleri konuşlandırma teklifi ile gittiği ileri sürülen Fidan’ın Washington ziyareti öncesindeki İsrail saldırılarını hatırlatmış, Ankara ile Tel Aviv’in Suriye topraklarında sıcak çatışmayı da içerebilecek bir gerginlik noktasına doğru ilerlemekte olduklarını gösteren gelişmeleri ayrıntılı olarak sıralamıştım.
Fidan’ın ABD'li mevkidaşı Marco Rubio ile Washington’da görüşmesi sonrasında bir basın toplantısı düzenlenmeyişini Fidan’ın teklifine yönelik olgunlaşmış bir sonucun çıkmamış olma ihtimaline de bağlamıştım.
Doğal olarak şu noktada akla gelen soru şu:
Acaba ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Fidan’a o görüşmede mealen şöyle demiş olabilir mi?
Kürtlerin asli unsuru olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) Şam yönetimi ile anlaşmaları ve yeni yönetime tabi olmaları konusunda yapıcı rol oynayarak bir mutabakat metni imzalamalarını sağladık. SDG’nin ağırlık merkezini teşkil ettiği Suriye Kürtlerinin Şam yönetimi tarafından kurulacak geçiş hükümetiyle ilgili istişarelerin ve neticede kabinenin dışında tutulması isteğinize de karşı çıkmadık. Arzuladığınız üzere, SDG birlikleri altyapıları açısından hayati gördükleri Fırat’ın batısındaki noktalardan da tamamen çekilecek. İstedikleriniz bunlar değil miydi! Yani sizin için Suriye’nin kuzeyindeki olası tüm tehditleri ortadan kaldırdık, kaldırıyoruz. Şam yönetimi ile SDG arasında 250 kişiyi kapsayan geniş çaplı bir esir değişimi gerçekleşmesine de ön ayak olduk. Suriye’de sizin için daha ne yapabiliriz ki! PKK’yı silah bıraktırma konusundaki inisiyatifinizi ve tarihi uzlaşınızı da takdirle karşılıyoruz. Ancak İsrail’in Suriye’deki bazı hedefleri vurması bu ülkenin güvenlik gerekçeleriyle gerçekleştirdiği bir şey. Bu konuda ancak Ankara ile karşı karşıya gelmemeye dikkat etmeleri hususunda özenli olmalarını tavsiye edebiliriz, o kadar. Ama tabii Tel Aviv ile bir konuşalım bakalım. Keep in touch!
Nitekim ikilinin görüşmesinin akabinde, Ankara tarafından PKK’nın Suriye uzantısı olan terör örgütü olarak görülen SDG güçleri, yıllar önce Rojava altyapısı için kritik önem taşıdığı ileri sürülmüş (Fırat’ın batısındaki) Teşrin Barajı ile Karakozak Köprüsü’nden de 2 Nisan tarihinde çekildi. Ertesi günlerde ise SDG’ye bağlı güçlerin yıllardır denetim altında tuttukları Halep’in Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerinden de Fırat’ın doğusuna çekildiklerini ve buraların idari olarak Halep kentine bağlanması, güvenlik sorumluluğunun da Suriye İçişleri Bakanlığı’na devredilmesi konusunda mutabakat sağlandığını öğrendik.
Belli ki Ankara ile Washington’un da imzacıları arasında olduğu bir Suriye yol haritası var ve işler durumda.
Peki o zaman Ankara’yı endişelendiren ne?
Ankara ile Washington arasında Suriye temelinde Aralık 2024’ten bu yana bir anlayış birliği ve mutabakat vardıysa, acaba bu mutabakatın ve yol haritasının Fırat’ın doğusunda bir Kürt özerk yönetimi kurulmasını içeren ikinci fazı da olacak mı? Ve o özerk yönetimin Tel Aviv ile ikili ilişkiler kurma, anlaşmalar yapma serbestisi içinde olması ihtimali, İsrail’in Suriye’yi dört aydır bombalara boğması üzerine Ankara’yı Şam yönetimi ile görüşerek ön-almaya yönelik adımlar atmaya itmiş olabilir mi? Ankara’nın planları içinde İsrail’e balistik olarak karşılık verebilecek bir mesafe/konuma yerleşerek Suriye’de İsrail’i dengeleyici ve sınırına yaklaşmasını engelleyici bir rol oynamak da var mı? Ya da “gel anlaşalım, Suriye’nin birlikte garantörü olalım, ama şartlarım var” demek planlar arasında olabilir mi?
Washington’un hesapları içinde ise “40 katır mı 40 satır mı” ikileminde kalmış Suriye'nin bir gün İbrahim Anlaşmalarını imzalayarak -bu ülkeyi aylardır sıfır tehdit almasına rağmen kesintisiz bombalayan- İsrail'i resmen tanıması ihtimali de olabilir mi? Peki ya İran hesapları içinde Türkiye’ye de özel bir “yer” vermek?
Tüm soruların cevabını bilmesek de tarihe doğru soruları sorarak ilerlemek her zaman yol gösterici ve önemli. Ateşkesi rafa kaldırarak Gazze’deki kıyımda vites yükseltmiş, Filistinlileri kuşatma altındaki bölgeden etnik olarak arındırma stratejisinin bir parçası olarak son olarak güneyde Morag Koridoru’nu da kurmuş, 4 ay içinde Suriye’ye 730 hava saldırısı gerçekleştirmiş, bir taraftan da İran’a tehditler yağdırmakta olan Netanyahu’nun bugünkü Washington görüşmesi ve sonuçları bütün bu sorular bağlamında daha da önemli.
/././
Gelir vergisi beyanında dikkat edilmesi gereken hususlar…-Murat Batı-
Beyanname verme genel olarak ürkütücü bi’ şeymiş gibi bilinir ama beyanname verildiği zaman bazı giderleri indirim konusu yapabilir hatta bazı durumlarda iade bile alınabilmektedir.
2024 yılına ilişkin yıllık gelir vergisi beyannamesinin verilme süresinin son günü 31 Mart 2025 günüydü. Ancak 31 Mart’a kadar verilmesi gereken beyannameler ile vergi ödemeleri 31 Mart’ın Bayram tatiline rastlaması nedeniyle 2 Nisan Çarşamba gününe uzamıştı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 26 Mart Çarşamba akşamı yaptığı konuşmada Ramazan Bayramının bitiş/son günü olan 1 Nisan Salı gününden sonra gelen 2 Nisan Çarşamba, 3 Nisan Perşembe ve 4 Nisan Cuma günlerini idari izin/tatil ilan etmiş ve böylece bayram tatili dokuz güne çıkmıştı.
Daha sonra da Gelir İdaresi Başkanlığı, yayımladığı sirküler (https://www.gib.gov.tr/node/183022 ) ile beyanname verme ve ödeme sürelerini 7 Nisan Pazartesi gününe kadar uzatmıştı.
Böylece 2024 yılında elde edilen gelirlere ilişkin beyanname verme süresi 7 Nisan Pazartesi gününe uzamış oldu.
2024 yılında ticari kazanç, kira, serbest meslek kazancı gibi gelir elde edenler elde ettikleri bu gelirlerini 7 Nisan Pazartesi günü vergi idaresine yıllık gelir vergisi beyannamesi ile beyan edip hesaplanan vergilerinin ilk taksitini de yine 7 Nisan günü ödemek zorundalar.
Beyan vermek zorunda olup da beyanname ile beyan etmeyenler için vergi idaresi öncelikle alması gereken vergiyi cebren alır ve ilaveten para cezası ile gecikme faizi de alır. Bu nedenle 2024 yılında gelir elde edip de beyan etmek zorunda iseniz mutlaka beyan ediniz. Aksi takdirde cezalı işlemle karşı karşıya kalırsınız. Amman dikkat…
Bu arada beyanname verme genel olarak ürkütücü bi’ şeymiş gibi bilinir ama beyanname verildiği zaman bazı giderleri indirim konusu yapabilir hatta bazı durumlarda iade bile alınabilmektedir.
Aşağıda bazı gelirlerle alakalı minik uyarılarda bulunacağım. Bu konularla alakalı son üç ay içinde soru ve cevaplarla detaylı yazılar yazmıştım. Aşağıda ilgili yerlerde bunların linklerini de bulabilirsiniz.
Konut kira gelirine ilişkin…
Gelir Vergisi Kanunu’na göre bir gerçek kişi sahip olduğu gayrimenkulleri başkasına kiraya verip gelir elde ederse bu gelir, halk arasında kira vergisi olarak bilinen gayrimenkul sermaye iradı olarak vergilendirilir. 2024 yılında sahip olduğunuz konutu kiraya verdiyseniz bunu 7 Nisan Pazartesi günü yıllık beyanname ile mutlaka vergi idaresine beyan etmeniz gerekmektedir.
Buna göre;
Elde ettiğiniz yıllık konut kira geliriniz 33 bin lirayı aşıyorsa beyan etmeniz gerekir; 33 bin lira ya da altında ise beyan etmenize gerek yoktur,
Konuta hisseli sahipseniz, hissenize isabet eden kirayı siz, diğer hisse sahibi de kendi hissesi oranında kirayı beyan edecek ve iki kez 33 bin lira istisnasını düşeceksiniz. Tüm kira gelirini sadece biriniz de beyan edebilirsiniz.
Kira tutarı 33 bin lira ya da altındaysa beyan vermeyeceksiniz ama bunu bir dilekçeyle vergi idaresine bildirmenizde fayda var.
Beyannameyi elektronik ortamda bu linkten verebilirsiniz. Ancak bu uygulamadan sadece kira, ücret, menkul sermaye iradı veya diğer kazanç ve iratları ayrı veya birlikte elde edenler yararlanabilecektir. Kira, ücret, menkul sermaye iradı veya diğer kazanç ve iradın yanı sıra ticari, zirai veya serbest meslek kazancı elde edenler bu sistem üzerinden beyanname veremeyeceklerdir.
Konut kira gelirlerinin vergilendirilmesine ilişkin detaylı bilgi için bu yazıya bakabilirsiniz.
Ücretlere ilişkin…
Bir işverene bağlı olarak çalışan bir kişi 2024 yılı içinde stopaj yoluyla vergilendirilmiş 3 milyon lirayı geçmeyecek kadar ücret geliri almışsa bunu ayrıca kendisi beyan etmeyecek. Ancak bazı durumlarda ücret tek işverenden de alınmışsa bunu ayrıca çalışan da 7 Nisan günü yıllık gelir vergisi beyannamesi ile beyan etmesi gerekmektedir.
Bu koşullar şöyledir;
Stopaj yoluyla vergilendirilmiş ve tek işverenden alınmış 3 milyon lirayı aşmayan ücret geliri beyan edilmeyecek ancak 3 milyon lirayı aşıyorsa çalışan da ayrıca beyan etmek zorundadır.
Birden fazla işverenden ücret geliri elde eden mükelleflerin, birinci işverenden aldıkları ücret gelirleri de dâhil olmak üzere ücretleri toplamı, 3 milyon lirayı aşarsa ayrıca beyan edilmesi gerekmektedir.
Birden fazla işverenden ücret geliri elde eden mükelleflerin, birden sonraki işverenden alınan ücretleri toplamı 230 bin lirayı aşarsa ayrıca beyan edilmesi gerekmektedir.
Yıl içinde iş değiştirenler ikinci işverenden alacağı ücret tutarı, 230 bin lirayı aşarsa ayrıca beyan edilmesi gerekmektedir.
Stopaj yani vergi kesintisi yapılmadan ücret alanlar her koşulda bu tutarı vergi dairesine beyan etmek zorundadırlar.
Ayrıca futbolcular da ücretli sayılacak ve yıllık gelir vergisi beyannamesi vermek zorundadırlar. Futbolcuların vergilendirilmesi için bu yazıya bakabilirsiniz.
Beyannameyi elektronik ortamda bu linkten verebilirsiniz.
Ücret gelirlerinin vergilendirilmesine ilişkin detaylı bilgi için bu yazıya bakabilirsiniz.
Değer artışı kazancına ilişkin…
2024 yılında arsanızı, arazinizi, iş yerinizi ve/veya konutunuzu satmış olabilirsiniz. Bu satış sonucunda Gelir Vergisi Kanunu mükerrer m.80 uyarınca değer artışı kazancı olarak gelir vergisi ödeyebilirsiniz. Buna göre gayrimenkul satışından dolayı gelir vergisine tabi iseniz, bunu 7 Nisan’a kadar beyan edip dolayısıyla vergisini de ödemeniz gerekmektedir.
Buna göre;
Değer artışı kazancı uyarınca gelir vergisi ödenmesi için aşağıdaki tüm koşulların birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.
Bunlar;
- Gayrimenkul bir ya da birden fazla gerçek kişiye ait olacak
- Bu gayrimenkulün edinimi miras, bağış vs. gibi ivazsız bir yolla olmamış olacak
- Bu gayrimenkul satış gibi bir yolla iktisap tarihinden itibaren beş yıl içinde elden çıkarılacak
- Satış tutarı ile alış tutarı arasındaki fark ise 2024 yılı için 87 bin TL’den fazla olacak.
Bu şartlardan biri oluşmamış ise değer artışı kazancından söz edilmez ve dolayısıyla da gelir vergisi ödenmeyecektir.
Beyannameyi elektronik ortamda bu linkten verebilirsiniz.
Değer artışı kazancının vergilendirilmesine ilişkin detaylı bilgi için bu yazıya bakabilirsiniz.
Eurobond kazancına ilişkin…
Eurobondlardan elde edilen gelir faiz ve alım/satım kazancı olmak üzere iki türlüdür. Faiz kazancı GVK m.75 uyarınca menkul sermaye iradı; alım/satım kazancı ise değer artışı kazancı olarak gelir vergisine tabi tutulur. İki durumda da vergilendirme farklıdır.
Bu nedenle bazı koşullarda eurobond kazançları yıllık gelir vergisi beyannamesi ile beyan edilmesi gerekmektedir.
Beyannameyi elektronik ortamda bu linkten verebilirsiniz.
Eurobond kazancının vergilendirilmesine ilişkin detaylı bilgi için bu yazıya bakabilirsiniz.
/././
Dayanışma eylemi olarak tüketici boykotu -Mustafa Durmuş-
Boykotlar halkı bilinçlendirme ve halka güven verme konusunda önemli araçlar olsalar da sadece uzun erimli daha büyük bir mücadelenin ve stratejinin geçici bir parçası olarak etkili olabilirler.
Bugünlerde, özellikle de gençlerin başını çektiği “hak, hukuk ve adalet” talep eden kitlesel eylemlere sırt çeviren, onları görmezden gelen (hatta suçlayan ve karalayan) bazı büyük sermaye şirketlerinin sattıkları ürünlerin ve/veya hizmetlerin satın alınmaması yoluyla boykot edilmesi, iç siyasetin ana konusu haline geldi. Böylece demokratik muhalefet, doğru bir biçimde, iktidarın gündemine takılmayıp kendi gündemini yaratmayı sürdürüyor.
Bu boykot eylemleri, İktidar Blokunu ve sermaye örgütlerini öyle rahatsız etmiş olmalı ki eylemler gecikmeksizin “yasa dışı” ilan edildi. Dahası “yerli ve milli şirketleri sabote etmeyi amaçlayan, “ekonomiye zarar vermeyi hedefleyen”, hatta iktidarı devirmeye dönük bir tür “darbe” olarak tanımlandılar.
“Yerli ve milli” olmanın ölçütü?
Bu iddiaların içleri büyük ölçüde boş!
Bir kere, anayasal hak olan bir şey “yasa dışı” değildir. Tüketmeme hakkı da bir haktır. “Yerli ve milli şirketleri sabote etme” iddiası ise son derece su götürür bir iddiadır. Bir şirketin yerli ve milli olması hissedarlarının yerli ve milli olmalarından ziyade, izlediği politikalar (satış politikaları gibi), ürettiği ürünlerin sağlıklı ve güvenilir olup olmadığı ve aşırı fiyatlama gibi kamu yararını doğrudan ilgilendiren konularla ilgilidir.
Nitekim bu ülkede yerli tarım ve hayvancılık, iktidara yakın çok uluslu tekellerle iş birliği halindeki “yerli ve milli ithalatçı şirketler” daha fazla kâr elde etsin diye yok edilme noktasına getirilmedi mi? Keza ocak ayında bizzat Cumhurbaşkanı halkı, bazı üç harfli yerli ve milli tekelleri aşırı fiyatlama yaptıkları için boykot etmeye çağırmadı mı?
“Ekonomiyi gerçekte kim ya da kimlerin sabote ettiğini” görmek içinse 19 Mart Sivil Darbe Girişimi sonrası ekonomide ortaya çıkan büyük hasara bakmak yeterli olur.
Dezenflasyon politikasına ters!
İktidarın boykota karşı hamleleri uyguladığını iddia ettiği dezenflasyon politikalarıyla da çelişiyor.
Çünkü dezenflasyon politikası yürütülürken daha az tüketim harcaması yapılması hedeflenir ki boykot eylemleri bu politikanın daha etkili olmasına yardımcı olabilir.
Buna rağmen İktidar Bloku, muhalefetin boykot çağrısının daha da genişleyip iktidarını sarsacağını düşünerek, reaksiyon olarak tabanına daha fazla tüketim yapma çağrısı yapıyor. Nitekim trajikomik bir biçimde yandaşlar, üstelik bir Ramazan günü, boykot edilen kahve zincirlerinde oluşturdukları uzun sıralarda ellerindeki içi boş kahve kartonlarıyla şov yaptılar (bu arada bir fincan kahvenin ne kadar pahalı satıldığının farkında oldular mı bilemeyiz!)
Son olarak, kapitalist bir piyasa ekonomisinde bir mal ya da hizmeti satın alıp tüketmek nasıl bir tüketici tercihi ya da hakkı ise satın almayı ve tüketmeyi reddetmek yani boykot etmek da bir tercih ya da haktır. Böyle bir temel hakkın meşruiyetinin sorgulanması, suç ile ilişkilendirilmesi abesle iştigal olduğu gibi, ekonominin kanunlarına da aykırıdır.
Dayanışma biçimi olarak boykot
Tüketici boykotunun bir boyutu daha mevcut: Dayanışma. İçinde yaşadığımız ekonominin neredeyse yüzde 65’ini oluşturan tüketim harcamalarının boykot edilmesi Türkiye toplumunu demokrasiye sahip çıkma yönünde harekete geçirebilecek bir dayanışma biçimidir.
Dayanışma ise basitçe ifade etmek gerekirse, “en az üç kişiyi kapsayan bir etkileşimdir. Yani “senden, üçüncü bir kişiye/kişilere ya da tarafa/taraflara karşı benim yanımda durmanı, benimle birlikte tavır koymanı istiyorum” çağrısına verilen olumlu yanıttır.
Başka bir deyişle dayanışma, “hak mücadelesinde birlikte hareket etmek” demektir. Kesişen ya da ortak maddi çıkarlarımızı ya da demokratik hukuk devleti ve barış gibi siyasal hedeflerimizi birlikte savunmaktır. Özetle, “Hak, Hukuk ve Adalet” için bugünlerde kitlesel olarak verilen mücadeleye aktif katılım demektir. Tüketici boykotu da bu mücadele biçimlerinden sadece biridir.
Sınıflı toplumlarda dayanışma kaçınılmaz bir olgu
Emek, doğa ve kadın sömürüsüne dayalı kapitalist düzen ve bunun üzerinden şekillenen antidemokratik, otoriter siyasal rejim, kurduğu sömürü ve tahakküm sistemi aracılığıyla hayatlarımızı birbirine kenetlediği için istemeden de olsa dayanışmanın büyümesine yol açar. Kısaca, baskı ve sömürünün olduğu her yerde dayanışma kaçınılmaz bir insanlık hakkı olarak kendini var eder.
Diğer yandan, “dayanışma bir fiildir, eylemdir. Bu sözcük eylemsel karşılığı olan bir sözcüktür”. Öyle ki dayanışmayı örneğin sadece sosyal medyada paylaşım yaparak, tweet atarak gösteremeyiz. Ya da ihtiyaç içindeki birine maddi destek sağlamaya indirgeyemeyiz.
Aksine, tanıdık ya da tanımadık, yerel ya da uluslararası sınıf kardeşlerimizle, ezilenlerle birlikte hareket ederek, (mümkünse) fiziki olarak da onların yanında yer alarak dayanışmayı inşa ederiz.
Dayanışma birlikte hareket etmektir!
Dayanışma inşa etmek harekete geçmektir ve dayanışma içinde hareket etmek birlikte hareket etmektir. Bazen bir süpermarketin önünde tüketim boykotu ya da bir bankanın önünde kredi borcunu ödememe boykotu veya bir vergi dairesinin önünde vergi borcunu ödememe boykotu yapanların arasında /yanında olmak, bazen de grevci işçilerin grev çadırında olmak, onlara destek vermek demektir.
Dayanışma aynı zamanda karşılıklı yardımlaşma üzerine kurulu doğru bir sosyalleşme aracıdır. Farklı sosyal kesimlerin ve güçlerin, farklı stratejilerin ve taktiklerin bir araya getirilmesi, birçoklarının maddi çıkarlarının ve hedeflerinin demokratik siyasal ve sosyal hedeflerinin herkes adına kolektif eylemde birleştirilmesi anlamına gelir.
Dayanışma birlikte özgürleşmedir!
Dayanışma aynı zamanda “birlikte özgürleşme” aracıdır. Mississippi'li (ABD) siyahi sivil haklar aktivisti Lou Maer’in 1964 Demokratik Ulusal Kongresi'nde verdiği ifadedeki sözleriyle, “hepimiz özgür olana kadar kimse özgür değildir. Kendi içimdeki ötekiliğe kör kaldığım sürece nasıl özgür olabilirim? Ve ben özgür olmadan siz de özgür olamazsınız”. (1)
Ayrıca dayanışma, farklı görünen mücadeleler arasındaki çoğu zaman gizli bağlantıların farkına varmak anlamına geldiğinden, boykotlar, işgaller, iş bırakmalar, genel grevler ve şiddetsiz protestolar gibi farklı eylem biçimlerini gerektirir,
Ancak, ülkedeki konjonktürün iyi bir ekonomi politik analizinin yapılıp uygulanacak olan eylem biçimlerinin buna göre belirlenmesi gerekir. Bir ülkede ya da belli bir zamanda ortaya konulan ve başarılı sonuçlar alınan dayanışma biçiminin, diğer bir ülkede ve zamanda aynı sonuçları vermesinin garantisi olmadığı gibi, tersine sonuçlar da ortaya çıkabilir.
Bu noktada atlanmaması geren çok önemli bir husus da şudur: Siyasal iktidarın sahipleri bu tür eylemlerin yaygınlaşıp kendilerini iktidardan etme korkusu yaşarken, ekonomiye hükmedenler ancak satışlar yapıldığında kârlarının gerçekleşebileceğini iyi bildiklerinden sert sınıfsal tepkiler verirler ve boykotlara ya da iş bırakmalara karşı çıkarlar. Ayrıca tüketimin azalması demek vergi gelirlerinin de azalması demektir ki bu noktada siyasal iktidar ile ekonomik iktidarın sahiplerinin çıkarları ortaktır. Bu durum da onları kendi içlerinde dayanışmaya iter.
Sonuç olarak, boykotlar halkı bilinçlendirme ve halka güven verme konusunda önemli araçlar olsalar da sadece uzun erimli daha büyük bir mücadelenin ve stratejinin geçici bir parçası olarak etkili olabilirler.
Dip notlar:
(1) https://academic.oup.com/mississippi-scholarship-online/book/29348 (3 Nisan 2025).
/././
1.5 yılın zirvesinde: Türkiye'nin kredi risk primi (CDS) 377 baz puana yükseldi.

Türkiye'nin 5 yıllık kredi risk primi (CDS) 377 baz puana yükseldi.
ABD Başkanı Donald Trump'ın açıkladığı gümrük vergileri ve bazı ülkelerin verdiği misillemelerin ardından Türkiye'nin kredi ödeyebilme durumunu gösteren ve risk primi olarak adlandırılan beş yıllık kredi temerrüt takasında (CDS) yükseliş gerçekleşti. Türkiye'nin 5 yıllık kredi risk primi (CDS) 377 baz puana yükseldi. CDS son 1.5 yılın en yüksek seviyesine çıktı.
Türkiye'nin kredi ödeyebilme durumunu gösteren ve risk primi olarak adlandırılan beş yıllık kredi temerrüt takası (CDS), Mart 2021'de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın (TCMB) başkanlık görevine Şahap Kavcıoğlu'nun atanmasının ardından risk priminde yükseliş kaydedilmiş ve ay sonunda risk primi 480 baz puanın üzerine tırmanmıştı. Takip eden dönemde görece yatay bir seyir izleyen risk primi parasal gevşeme döneminin başlamasıyla yükseliş ivmesine girmiş ve Temmuz 2022'de 900 baz puanı aşarak 2008 sonrası en yüksek seviyeye ulaşmıştı.
2023 yılındaki genel seçimlerin ardından ekonomi yönetiminin değişmesiyle birlikte CDS’de düşüş başlamıştı. 17 Kasım 2023’te, Türkiye'nin 5 yıllık kredi risk primi (CDS) yaklaşık 3 yılın ardından ilk kez 350 baz puanın altına inerek 348,2 seviyesine gelmişti.
Türkiye'nin risk primindeki iyileşme devam ederken, 14 Aralık 2023’te aşağı yönlü bir eşik daha kırılmıştı. Türkiye'nin 5 yıllık risk primi 19 baz puan gerilemeyle 300 baz puanın altına düşmüştü. 7 Mayıs 2024 tarihinde de (CDS), Şubat 2021'den bu yana ilk defa 282 baz puanın altına gerileyerek 281,75 puana düşmüştü.
***
Saraçhane tutuklusu Boğaziçili genç anlatıyor: Tek beklentim ülkemin daha demokratik bir ülke olması -Tuğçe Tatari-
“CHP Genel Başkanı’nın çağrısına uyarak anayasal toplanma hakkımı kullandım. Yanlış bir şey yaptığını düşünmüyorum, ailelerimiz de bizi destekliyor. Toplum bu demokratik mücadeleye destek verdikçe olumlu sonuçlar yaşayacağımıza inanıyorum”

Son günlerde tüm ülkenin gözü kulağı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla başlayan süreçte demokratik haklarını kullanarak sokağa çıkan, gözaltına alınan ve tutuklanan -bazıları çocuk yaştaki- gençlerde.
Yaşadıkları, içinde bulundukları durumlara dair pek çok şey duyuyor, okuyoruz.
Ben de, Metris Cezaevi’ne götürülen ve hâlâ Silivri Cezaevi’ne nakil bekleyen gençlere avukatları aracılığıyla sorular gönderdim.
Tüm cevaplara tek seferde ulaşmak teknik olarak mümkün olmadı.
Cevaplar geldikçe hepsini tek tek yayınlayacağım.
Bugüne sadece bir tanesi yetişti.
Genç arkadaşımız -adı bende saklı kalmak suretiyle- yaşadıklarını, düşüncelerini siz okurlarla paylaştı.
Ben de kalemim izin verdiğince ona ses olmaya çalışacağım.
Buyrun başlayalım.
Kendisi 20 yaşında bir Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi.
Saraçhane’den, miting sonrası alınmış.
Gözaltına alınırken darbedilmiş ve hakarete uğramış. Yanındaki arkadaşının da burnu kırılmış. Bu genç arkadaşımız, yazılı olarak gerçekleştirdiğimiz söyleşide, sorguda kendisine ısrarla “Saraçhane’ye neden gittiği, maske, gözlüğü olup olmadığı, döviz taşıyıp taşımadığı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a küfür edip etmediğinin sorulduğunu” belirtiyor.
Gözaltı süresince iletişim ve haber alma haklarının kısıtlandığını, doyurmayacak kadar yiyecek, susuzluğu gidermeyecek kadar su verildiğini, ışıklar açık bırakılarak uyumalarının istendiğini, keyfi olarak gözaltı süresinin uzun tutulduğunu anlatıyor.
Silivri’ye nakilden önce Metris Cezaevi’nde eşya teslimi, aile-yakın iletişimleri gibi hakların aksatıldığından söz ediyor.
Bulunduğu koğuşta televizyon olmadığını, dışarıdan haber alabilmelerinin tek yolunun radyo ve ziyarete gelen avukatlar olduğundan bahsediyor.
Gündemi, dışarıda neler olduğunu merakla takip etmeye çalıştıklarını ekliyor.
Tutuklandıklarından beri gönüllü avukatlar ve CHP’li vekillerin onları yalnız bırakmadığı, İstanbul Barosu ve sol STK’ların desteğini gördüklerini anlatıyor.
Genç arkadaşımız devam ediyor:
“Ben Saraçhane’ye eylem yapmak amacıyla gitmedim. Demokratik sorumluluğum neticesinde orada bulundum. Sokağa çıkmadım, CHP Genel Başkanı’nın çağrısına uyarak anayasal toplanma hakkımı kullandım. Bu kullandığım hakkın, değişim isteyenlerin çok sesliliğinin bir ayağı olduğumu düşünüyorum. Tek beklentim ülkemin daha demokratik bir ülke olması.
Biz öğrenciler de sesimizi çıkartarak bu değişimi bir miktar ateşledik, bunun farkındayım. Toplum bu demokratik mücadeleye destek verdikçe olumlu sonuçlar yaşayacağımıza inanıyorum.”
Son dönemde “öğrenci hareketleri geri döndüğü” yorumları için “Toplumun sokaklara taşan insanlara öğrenci hareketi olarak baktığının farkındayım. Bu hareketin tüm toplum tarafından desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum” diyor.
Korku veya pişmanlık yaşamadığını, yanlış bir şey yaptığını düşünmediğini belirtirken “Ailelerimiz de yanlış bir şey yaptığımızı düşünmüyor, bilakis yanımızdalar ve bizi destekliyorlar” diye ekliyor.
Genç arkadaşımızın şimdilik size iletmek istedikleri bunlar.
Cevaplar gelmeye devam ettikçe çok sayıda tutuklu gencin de düşüncelerini paylaşacağım.
Yazıyı da, herhangi bir suça, şiddete bulaşmamış gençlerin derhal serbest bırakılması gerektiğini tekrar ve tekrar yineleyerek bitiriyorum.
/././
T-24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder