25 Mart 2020 Çarşamba

Felaket tellallığı değil: Bakanın açıkladığı sayıların sırrı - Mehmet Kuzulugil

Bakan Koca her gece kesinleşmiş vaka sayısını duyuruyor. Koca’nın PCR testleri pozitif çıkanların sayısı olarak açıkladığı sayılarda bir eksiltme olma ihtimali yok. Bu bilgiler en başta Bilim Kurulu tarafından denetleniyor. Öte yandan asıl yanıltıcı bilgi burada: Hastanelerde PCR sonucu alınmamış ama BT sonuçlarına göre tanı konulmuş çok sayıda hasta tedavi görüyor.

Ülkemizde resmi tanı konulmuş ilk hastaya ilişkin bilgi 11 Mart günü akşam saatlerinde Sağlık Bakanı Fahrettin Koca tarafından bir basın toplantısıyla duyuruldu. Bu duyuruyla birlikte Koronavirüs ülkemiz için dışarda yaşanan ve Türkiye’ye ne zaman bulaşacağı belli olmayan bir sorun olmaktan çıktı. Öte yandan pek çok kişi ve özellikle sağlıkçılar, virüsün bulaştığı hastalar olduğunu düşünüyordu. Bakan Koca’ysa, ilk vakanın 10 Mart gecesi tespit edildiğini ve üstelik “bir veya birkaç vakanın salgın olmadığını” söylüyordu!

Aynı şekilde, Koronavirüs sonucu resmi olarak tanınmış ilk ölüm de yine Koca’nın 13 Mart günü yaptığı basın toplantısıyla duyuruldu.

Bunu izleyen günlerde Türkiye salgının yayılmasına ilişkin sayısal bilgileri Koca’nın yaptığı gece açıklamalarıyla öğrendi. Bunların bazıları twitter mesajlarıyla oldu.

Bakan Koca’nın son olarak dün yaptığı açıklamaya göre bugüne kadar KOVİD-19 teşhisi konulmuş hasta sayısı 1529 oldu. Bu sayıya dahil olmak üzere 37 yurttaşımızı kaybettik.

Açıklanan sayılarla ilgili yapılan spekülasyonlarsa, sayılarla paralel olarak artıyor.

‘PCR TEST SONUÇLARINI GİZLEMEK MÜMKÜN DEĞİL’
Hasta ve KOVİD-19 nedenli ölüm sayısının gizlendiği iddialarıyla ilgili olarak uzmanların görüşü oldukça net: PCR testleri şimdiye kadar Halk Sağlığı referans laboratuvarlarında yapıldı ve test sonuçlarının gizlenmesi mümkün değil.
Bilim Kurulu’nda yer alan bazı saygın bilim insanları da şimdiye kadar bakanın yaptığı açıklamaların sayıları gizlediği yolunda herhangi bir yorum yapmadı, imada bulunmadı.

MESELE MERAK YA DA BOZGUNCULUK DEĞİL
Tanı konulmuş hasta sayıları ve ölümler sadece ülkemizde değil tüm dünyada insanların merak ve kaygıyla izledikleri bilgiler.

Sayıların seyrine bağlı olarak yapılan değerlendirmeler, alınan önlemlerin yeterliliği hakkında yapılan yorumlar hekimlerin ve sağlık uzmanlarının son günlerde yoğun olarak uğraştıkları çalışmalar haline geldi.

Bakanın açıkladığı sayıların gerçek tabloyu ne ölçüde yansıttığı konusundaki güvenceler de bu yüzden önem taşıyor.

Salgının ilk günlerinden beri görüştüğümüz sağlıkçılar, rastgele yapılan, dayanaksız “sayı çok daha fazla” yorumlarının paniği körüklemekten başka bir yararı olmadığını üstelik gerçekten önemli bir konu olan bilgi güvenilirliği ihtiyacını da yozlaştırarak bir süre sonra duyarsızlığı körüklediğini sıklıkla dile getirdiler.
“Yaşanan felaketin boyutları” ve sayısal ölçümlere daralmış bir habercilik halk sağlığı açısından da halkın politik uyanıklığı açısından da bir yarar sağlamıyor.
Öte yandan, sağlık sahasından gelen somut bilgiler, bakanın günlük olarak yaptığı vaka açıklamalarıyla ilgili oldukça kesin kuşkular yaratıyor. “Sayılar gerçek tabloyu yansıtmıyor” görüşünün objektif, bilimsel kesin dayanakları var.

PCR TESTİ HEPİMİZİN DİLİNDE AMA...
Bakan Koca dün yaptığı açıklamada yeni vaka sayısını tam olarak şöyle duyurdu: “Son 24 satte 3.672 test sonuçlandı. 293 yeni tanı kondu.”

Görüldüğü gibi, salgında durum bilgisi aslında Kovid-19 tanısı konulmuş olan hasta sayısı olarak değil PCR (+) sonucu kesinleştirilmiş hasta sayısı olarak duyuruluyor.

PCR testinin KOVİD-19 tanısı açısından (özellikle gerektiğinde tekrarlanması sayesinde) güvenilirliğini uzmanlar doğruluyor. Öte yandan tanı için tek araç aslında PCR değil.

Farklı hastanelerde görüştüğümüz acil servis uzmanları Bilgisayarlı Tomografi (BT) görüntülerinin de KOVİD-19 tanısı için veriler sunduğunu, bir süredir hastanelerde izolasyon altında KOVİD-19 tedavisi uygulanan, bir kısmı yoğun bakımda tutulan çok sayıda hasta için BT sonuçlarını da değerlendiren klinik tanıyla hareket edildiğini söyledi.

Birisi Anadolu yakasında, bir diğeri Avrupa yakasında olan iki büyük devlet hastanesindeki acil servis uzmanları söz konusu hastaların PCR örneklerinin alınıp merkez laboratuvara gönderildiğini ama test sonuçlarının beklenmediğini belirtti.

Bir uzman “PCR testi için örnek alıp yolladığımız hastalar oldu. Çoğu negatif çıktı. Pozitif bilgisi hiç almadık. Fakat test sonuçları şimdiye kadar 5 günden önce gelmedi. Tomografi (BT) sonuçlarına bakarak yatırdığımız ve KOVİD-19 tedavisine başladığımız hastalarımız var. BT ve diğer tetkiklere göre tedaviye başlıyoruz zaten” derken diğeri bulunduğu hastanede BT ve başka tetkiklerle tedavi yoluna gidildiğini söyledi ve “4 günden önce sonuç gelmiyor zaten. O yüzden özellikle BT görüntüleriyle kesinleştirdiğimiz vakalarda PCR beklemiyoruz” diye konuştu.

Genel bir tarama yapmak henüz mümkün olmasa da bilgi aldığımız birkaç noktadan hareketle, PCR testi yapılmamış ya da sonuçlanmamış olan ama “şüphe” olarak nitelenseler de aslında “kesin klinik tanıyla” tedavi görmekte olan hasta sayısının bakanın açıkladığı PCR (+)'leri fazlasıyla aşmış olduğunu düşünmek için çok neden var: Klinik tanı konulmuş, tedavi gören hasta sayısının 3’ün üzerinde olduğu iki hastanede de PCR+ tanı konulmuş vaka yok.

HIZLI TANI KİTİ: SALGIN ÖNLEMİ OLARAK ÖNEMLİ
“Durum buysa, hızlı tanı kitlerinin bu kadar gündeme oturması niye? Oyalamak için mi? Bakan bununla asıl meseleyi mi örtüyor?” Bunlar üzerinde düşünerek, bir acil servis uzmanına danışmak istedik.

Görüştüğümüz uzmanın “Hızlı tanı kitleri ve ‘hızlı tanı’nın kendisi bizim için çok kritik. Tek tek hastaların durumu açısından bakmayın. Hızlı tanı tarama yoluyla daha çok sayıda bulaşmış kişiyi tespit etmemizi ve böylece onları izole ederek yayılmayı durdurmamızı sağlayabilir” sözleri sonrasında bu konuda danışmanın ötesine geçip sorularımızı sıralamamız gerektiğini anladık.

Bakan Koca’nın PCR test sonuçlarının merkezi olarak denetlenmesi, herhangi bir laboratuvarda elde edilen bir test sonucunun (elbette özellikle pozitif olanların) bakanlığa bildirilmesi gereği konusunda söyledikleri elbette tartışılmaz bir haklılık içeriyordu fakat daha çok test yapılması her koşulda daha yararlı değil mi? PCR testlerinin yapıldığı yerlerin sayısının kontrolsüz bir şekilde artırılması kadar, yapılan test sayısının azlığı da “pozitif” vakaların bilgisinin bir yerlerde toplanmasına engel olmuyor mu? Test az yapılınca, Koronavirüs pozitif kişilerin de daha az bir kısmı tespit edilmiş olmuyor mu?

Daha fazla merkezde PCR yapılması uygun, Türkiye'de bunu yapmaya uygun üniversite hastanesi var. Bu testlerin sonuçlarının tabiki merkezi şekilde toplanması gerekiyor. Hem pozitif, hem negatif bulguların tek bir merkezde toplanması gerekir. Aynı zamanda bu pozitif çıkan kişilerin, çevresinin de taranması gerekir. Yaptığımız her işin bir bütünlüğün parçası olması gerekir. Bizde hala bu bütünlükten kopuk hareket ediliyor. PCR testi pozitif dediğimiz hastaları biz hastaneye yatırıyoruz, koronavirüs teşhisi kondu demiyoruz. Bu ara başvuru inanılmaz arttı.

Haftaya 5, 6 yatış ile başladık. 50 yatışla bitirdik. Bu bir haftalık süre şununla ilgili biz ilk gelen hastaların yakınlarına, temas ettiklerine test yapmadık, nerede diye sormadık, araştırmadık, onları izole etmedik haliyle devamı geldi. Şimdi yapılmayan testin sonucu olarak, tespit edilmeyenlerin sonuçları olarak hastanelerde arttmış. Muhtemelen birkaç hafta içerisinde baş edemeyeceğimiz hasta başvurusu ile karşı karşıya kalacağız. Test az yapılınca koronavirüs az çıkmış oldu, ama mızrakta çuvala girmiyor galiba. Şu an hastane başvurularında hala rutin test yapamamamıza rağmen. Yatırdığımız hastalarda bulunan bulgular, ek tetkitler yüksek öngörüde pozitif olduklarına dair, PCR sonuçlarını beklediğimiz hastalar var. PCR sonuçları bize bildirilmiyor. Bu hala saklanıyor.

PCR ve hızlı tanı kitinin güvenilirlikleri ne? Yani pozitif ya da negatif sonuçlarının doğruluk oranı nedir? Anladığım kadarıyla güvenilirlik sonuca göre de değişiyor. Bir testin pozitif sonucu yüksek güvenilirlik taşırken negatif sonucuna güvenilemiyor, ya da tersi.

PCR'ın zaman aldığı, testin alınma şeklinin zaman aldığı, sonucun çıkmasının zaman aldığı düşünüldüğünde, hastanın tedavi sürecini geciktiren, birazcık zaman kaybına neden olan bir şey. O yüzden yaygın, hızlı antijen testlerinin kullanımı öneriliyor. Çok kısa sürede sonuç olabiliyorsunuz. Güvenilirliği düşük değil. PCR'a göre düşük de olsa. Bu tarz salgın hastalıklarda hızlı müdahale ve hızlı karar almak önemli, haliyle bu işe yarayacak hızlı antijen testlerini kullanmamız. Sonrasında PCR ile doğrulamamız önemli. Hızlı antijen testleri de, PCR da bir hastada belli aşamalarda negatif çıkabilen tektikler. O nedenle, hastaya testi yaptık negatif, yine de hastayı izole etmemiz gerekir. Doğrusu bu testlerin belli sürelerde mutlaka tekrar edilmesi.

Hızlı antijen testinin bizim açımızdan gerçekten en önemli kısmı hasta olanları, sağlıklı olanlardan ayırmak. Haliyle test kendi başına ''Aaa sende hiç bişey yok, eve git dinlen'' demiyor. Negatif olsa dahi isolasyon öneriyor. Pozitif olduğunda ise tekrar kontrol edilmesi gerekiyor ancak mutlaka ve mutlaka isolasyon sağlıyor. Negatif çıkma meselesine her zaman güvenmemek, buna rağmen hastayı isolasyona almak gerekiyor. Temel hattımız hala isole etmek üzerine kurulu.

Hızlı tanı kitlerinin güvenilirliği yüzde yüz değil. Buna rağmen niye önem veriyorsunuz kullanılmalarına?
Hızlı tanı kitinin güvenilirliği yüzde yüz değil evet ama güvenilirlik oranı düşük de değil. Hassasiyeti yüzde 88'lerde. Genel olarak negaitf olanları kabul ediyoruz. Pozitif olanları PCR ile tekrar kontrol etmek gerekecek. Altın standart PCR kabul ediyoruz, onun kadar güvenilir değil. PCR alınma şekli, hastalığın kaçıncı gününde olduğuyla alakalı olarak PCR her zaman pozitif çıkmıyor. Haliyle diğer tektiklerle birlikte kombine etmek, birlikte düşünmek gerekir. Hastanın kliniğini ön planda tutmakta fayda var.

Şu terimleri artık ezberledik: Hızlı tanı kiti, PCR testi, klinik bulgular, tanı, klinik tanı.
Daha bireysel hasta düzeyine indiğimizde bunların önem ve ağırlığı nasıl görülür. Yani mesela Koronavirüs tedavisi uygulanması için PCR testinin pozitif sonuçlanmasına mı bakarsınız?

Tektiklerden PCR, tanı, kritik tanı. Bireysel hasta üzerinden değerlendirdiğimizde, ilk test negatif geldi. Bulgular devam ediyor. Mutlaka testlerin yeniden yapılması ve doğrulanması gerekiyor. Örneğin ilk hafta PCR negatif geliyor, ikinci kontrolde pozitif geliyor. İlk Tomografi bulguları pozitif, PCR'ını yapıyoruz, negatif gelebiliyor. Başka virüs de, aynı görüntüleri yapabiliyor bazen. Ama sonunda, biz hastanede yatışa karar verdiğimizde bunların tamamı ve klinik durumunu değerlendirmiş oluyoruz. Laboratuvar meselesi mevzu bahis olduğunda PCR'ı altın standart kabul ediyoruz. Tanı koymada kendimizi bilimsel yöntem ile belirlemek ile ilgili bir şey. Klinik süreç çok daha önemli ilk süreçte. Bu bireysel hastalığın tedavisi ile ilgili. Ancak bizim toplumumuzun hepsini izolede dikkat etmemiz gerekiyor. Şüpheli her tür vakayı izolasyona almamız gerekiyor. Bu da işin salgın ile ilgili boyutu.

Hastanın Kovid tedavisi başlama durumu, kliniği ile karar verilen bir süreç. Elimizdeki tüm ilaçlar belli koşullarda veriliyor. Ateşi, solunum sıkıntısı, oksijen ihtiyacı… İlaçları hastanın ihtiyacına bağlı olarak veriyoruz. Diğer kullandığımız antiviral ilaçlar, ya da diğer grup ilaçlar hastalığın klinik seyrine, aşamalarına göre veriliyor. Ama genelde evet PCR pozitif çıkmadan öncede, tomografi sonucu ve hastanın durumu hızlıca ağırlaşıyorsa klinik seyrine bağlı olarak ilerliyor. Ek hastalığına bağlı olanlara ek ilaçlar. Bu ilaçların tamamını hastanın klinik seyrine bağlı olarak veriyoruz.

Bir de elimizdeki protokollerde olası vaka tanımına uymadığı için hastaya test yapamadığımız sıralarda hastanın diğer klinik verileriyle, tam kan ve bazı laboratuvar değerleri, bazı görüntüleme bulguları ile hastaları yatırdık. Bundan sonra da hastaların triyajını yapacağız, klinik süreçleriyle yatırıyoruz, kontrol edeceğiz gibi duruyor.

BİLGİSAYARLI TOMOGRAFİ SONUÇLARIYLA İLGİLİ YAPILMIŞ BİR ARAŞTIRMA

BT sonuçları tedavi gerektiren pnömoni (zatürre) tablosunu ortaya çıkartıyor ve tedaviye başlamak ve KOVİD-19 protokollerini uygulamak için doğru yolu gösteriyor.

BT görüntülerine bakarak başlatılan tedavi KOVİD-19 ya da başka bir hastalık etkeni olmasından bağımsız olarak zaten zorunlu.

Öte yandan salgının kontrol altına alınması açısından da önemli sonuçları var BT görüntülerinin. Çin’de yapılan bir araştırmada Wuhan’daki kuşkulu 1014 hasta için BT ve PCR sonuçları karşılaştırıldı.

PCR sonuçlarına bakarak nCov-2019 pozitif olarak tespit edilmiş hasta sayısı 601’ken BT için bu sonuç 888 çıkıyordu. PCR testleriyle negatif olduğu tespit edilmiş 413 hastanın 308’i böylece BT tarafından pozitif olarak damgalanırken, PCR’da pozitif olarak saptanmış 601 hastanın 580’i BT sonuçlarında da pozitif olarak tespit edilmişti.

Araştırmayı yapan uzmanların bu verilerden çıkarak vardıkları sonuç salgın bölgelerinde BT’nin KOVİD-19 tanısı için birincil araçlar arasında görülebileceği.
Biraz detaya inersek şunu görebiliyoruz: Bu araştırmada PCR sonucuyla belirlenen 601 hastanın 580’i BT aracılığıyla da tespit edilebilmiş. Bu 601 hasta içinde sadece 21’inde virüsün tanıdan kaçabildiği anlamına geliyor ki salgını durdurmak için izlenecek izolasyon politikası açısından bu çok iyi bir oran. Salgın koşullarında BT görüntülerinin “gözünden kaçan” hasta oranı çok az.
Negatif sonuçlar açısındansa BT’nin performansının yüksek olmadığını söylemeliyiz. KOVİD-19 negatif olan 413 hastanın 308’i BT görüntülerinin değerlendirilmesiyle pozitif olarak tespit edilmiş oluyor ki bu aracın “özgüllüğünün” yüzde 25 olması demek.

Öte yandan konumuz açısından önemli nokta şu: Andığımız araştırmadaki oransal değerleri doğrudan uyarladığımızda şu anda hastanelerde PCR testi yapılmamış olarak ve BT görüntüleri dayanak alınarak KOVİD-19 protokolü uygulananların 508 bölü 888’inin (yüzde 57) PCR testlerinin de pozitif çıkmasını bekleyebiliriz!

Bu BT görüntülerine dayanılarak yapılan KOVİD-19 tanılarının klinik bulgular ve başka tetkiklerle desteklenmeye ve PCR ile doğrulanmaya gereksinim duyduğunu ama salgının yayılmasını kontrol altına almaktan söz ediyorsak, PCR ile doğrulanmadığı durumda dahi yüksek ihtimal olarak değerlendirileceğini gösteriyor.

Açıklanan "günlük salgın yayılma sayılarının" da esas olarak salgının kontrol altına alınmasında hangi noktadayız konusunda fikri vermesi gerektiğini hatırlatarak bağlayalım.

Mehmet Kuzulugil / SOL

24 Mart 2020 Salı

Özgürlüğün sınırı - Zülal Kalkandelen

Zorunlu olarak eve kapanan insanlar korona günlükleri tutmaya başladı. Sosyal medyada herkes dört duvar arasında nasıl vakit geçirdiğini anlatıyor.
İzlenecek filmler, dinlenecek müzikler, okunacak kitaplar listeler halinde paylaşılıyor.
Kimisi spor salonuna gidemediği için evde spor yapmaya dair yaratıcı yöntemler geliştiriyor.
Yemek tarifleri verenler de var.
Ne var ki tüm bunlar bazılarına yetmiyor; sıkıntıdan patladıklarını anlatıyorlar. Karısıyla kocasıyla kavga edenler, annesi ya da babası ile tartışanlar epey fazla.
Bunları görünce, ben niye evde sıkılmıyorum diye düşündüm. Kendimi oyalamakla ilgili hiç sorunum olmadı. Belki de kişilik yapısı önemli, bilmiyorum...
***
Aklıma zorunlu olarak evde kaldığım dönemler geliyor.
İlki 1980 askeri darbesiydi. Çocuktum ama hatırlıyorum o dönemi.
Sokağa çıkma yasağını...
Annem ve babamın endişe içinde konuştuklarını...
Tek kanallı televizyondan, radyodan tek taraflı haberleri dinleyişimizi...
Yan apartmanda oturan bir gencin evinden alınıp tutuklanışını anımsıyorum.
İkincisi 2001 yılında New York’ta İkiz Kulelerin yıkıldığı 11 Eylül saldırılarıydı. Facianın olduğu sırada Times Square civarındaydım. Tüm ulaşım ve iletişim durduğundan korku içinde o sırada yaşadığım eve yürüdüm.
Televizyonda izlediğim görüntüler yüzünden dehşete kapılınca kendimi tekrar sokağa attım. Fakat yetkililer, bir süre evden çıkılmaması çağrısı yapınca, günler sürecek ev hapsi başladı.
Yıkılan dev kulelerde çıkan yangının da etkisiyle havaya zehirli partiküller yayılmıştı. Betonun tozuna, eriyen demir, binlerce bilgisayar ve elektronik aletten çıkan alkalin, asbest, cıva gibi ağır metaller karışmıştı.
Hatta zehirli karışımın musluktan akan suya bulaştığı da söylendi. New York’ta hâlâ binlerce insan o dönemden kalma akciğer hastalıklarıyla boğuşuyor.
***
Zorunlu olarak evde kaldığım üçüncü dönem, 15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişimi sırasındaydı. Olayın yarattığı travmayla kendimi isteyerek eve kapattım.
Herkes gibi günlerce TV izleyip sosyal medyadaki paylaşımlara bakarak ne olduğunu anlamaya çalıştım.
Öfke, korku, üzüntü ve nefret duygularının birbirine karıştığı, geleceğe dair belirsizlik içinde sürüklendiğimiz berbat günlerdi...
Korona salgınından beri de yine bir süredir evdeyim. 10 gündür sadece bir kere mecburen ATM’den para çekmek için çıktım.
Evde olmaktan sıkılmadım ama yine gelecek hakkında tasalanıyorum.
İnsanların korona salgını sonrasında akıllanacağını, yaşantılarında kaçınılmaz hale gelen değişimleri yapacağından emin değilim. Kapitalizm buna engel olmak için kurgulanmış sonuçta...
***
Toplumsal bir olay nedeniyle evde kapalı kalmak üzerine yazarken dört duvar arasına kendi isteği dışında hapsedilenleri düşünüyorum.
Hiçbir terörist faaliyetle ilgileri olmadığı halde susturulmak için hapse atılan, sadece düşünceleri nedeniyle “terör” suçlamasıyla karşı karşıya kalan gazetecileri, yazarları düşünüyorum.
Ülkenin doğu ve güneydoğu illerinde sık sık ilan edilen sokağa çıkma yasakları altında ömür geçirenleri düşünüyorum.
Sırf insanlar kazanç sağlasın ve keyif alsın diye doğal ortamlarından koparılıp kafeslere kapatılan hayvanları düşünüyorum.
Mezbahalarda ölüm koridorunda hayatının son anlarını yaşarken tir tir titreyen hayvanları düşünüyorum...
Her haksız esaret içimi daraltıyor. Her kafesi kırmak istiyorum.
Dünyayı hem insanlara hem de hayvanlara dar eden sisteme ve insan bencilliğine isyan ediyorum!
Son tahlilde görüyorum ki, özgür olduğumuz tek alan kendi bedenimiz ve aklımız ile sınırlı.
Ve bunun tek sorumlusu bu adaletsiz, baskıcı ve sömürücü sistemi kurup kabul eden insanlık...
Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

Salgında durum kötü: Gidişatımız İtalya’yla karşılaştırılabilir - İLKER BELEK



Salgın ülkemizde etkisini giderek hissettirirken tablo da ağırlaşmaya başladı. İlk beş günlük veriler ülkemizin salgının yıktığı İtalya’yı bile geride bırakabileceğini gösteriyor.
Salgının ilk beş günündeki veriler Türkiye’nin salgının yıktığı İtalya’yı bile geride bırakabileceğini gösteriyor.
AKP hastalığın ülkemize girişini engellemekle övünüyordu. Oysa işin gerçeği, başlangıç aşamasında virüsün sessizce yayılması ile yeterli sayıda test yapılmıyor olmasıydı. Bir yandan test sayısının artışıyla, bir yandan da sağlık kurumuna başvurmayı gerektirecek ciddiyetteki klinik durumların ortaya çıkmasıyla birlikte durum değişti.

TÜRKİYE VAKA SAYILARINDA ÖNDE
Salgının başlangıç tarihi olarak ilk yerli vakanın saptandığı tarihi alıyoruz. Bu, Türkiye için 18 Mart’a denk geliyor. Aşağıdaki tablo ve grafikte her ülkede salgın başlangıç tarihini izleyen ilk beş gün için vaka sayılarını veriyoruz. (DSÖ günlük durum raporlarından hazırladık.)



TÜRKİYE HASTALIK HIZINDA DA ÖNDE
Bir de aynı dönem için hastalık hızının değişimini karşılaştıralım. Zira ülkelerin nüfusları birbirinden farklı ve bu nedenle tek başına vaka sayıları üzerinden yapılacak bir değerlendirme yanıltıcı olur. Aşağıdaki tabloda da bunu gösteriyoruz. (Yine DSÖ günlük durum raporlarından hesapladık.)



ALMANYA'DA ÇOK DAHA FAZLA TEST YAPILMIŞ OLMASINA RAĞMEN VAKA SAYISI VE HIZ DÜŞÜK
Bu değerlendirmeye, diğer ülkelerin de salgının başlangıcında Türkiye’den daha az sayıda test yapmış oldukları için vaka sayılarının ve hastalık hızlarının düşük olduğu yönünde bir itirazda bulunulabilir.

Öyle değil.

Sağlık Bakanı 22 Mart gününe kadar 22 bin 345 test yaptıklarını açıkladı. 
(1) Bu sayıyı salgının ilk beş gününde yapılmış olarak kabul ettiğimizde (Oysa öyle değil, elimizde Türkiye’nin 9 Mart tarihine kadar 940 test yapmış olduğuna dair veri var 
(2), yani 22 bin 345 test salgının ilk beş gününden önce yapılmış olanları da içeriyor) günlük test sayısının 4 bin 469 olduğunu buluruz.
Almanya ise 15 Mart tarihine kadar, yani salgının başlangıcından itibaren 17 gün içinde (Almanya’da da salgın öncesinde yapılmış testler bu sayının içinde yer alıyor olabilir) 167 bin test yaptı 
(3): Günlük test sayısı 9 bin 824.
Kısaca daha fazla test yapmış, yani vaka yakalamak konusunda daha titiz davranmış Almanya’da vaka sayısı ve hastalık hızı Türkiye’den çok daha düşük.
Ama beklenen zaten budur: Test yapar, vaka saptar, tedaviye alırsınız. Aynı anda vakaların temaslılarını belirler, izole eder, izlersiniz.

Aksi taktirde salgın yayılır.

İlker Belek / SOL


23 Mart 2020 Pazartesi

Kayıp balıklar atlası - Ahmet Eken / 1+1 FORUM

DEVECİYAN’IN KILAVUZLUĞUNDA BİR ZAMANLAR MARMARA

Balığın bol olması beklenen mevsimdeyiz, ama kasım ayının sonuna yaklaşmamıza rağmen bolluktan bereketten eser yok. Denizleri yağmalarcasına avlanıp, dizginsiz sınırsız kirletip bunun bir sonucunun olmamasını beklemek de abes olurdu elbette. Oysa devrin İstanbul Balıkhanesi müdürü Karekin Deveciyan bir asır önce çıkan “Balık ve Balıkçılık” kitabında deniz bereketinin eksik olmadığı bir coğrafyadan söz ediyordu. Marmara’nın iki denizi birleştiren benzersiz ekosistemi neredeyse tamamen çökmüş durumda. Karekin Deveciyan’ın kılavuzluğu ve Ahmet Rasim’in yarenliğinde yitirilen doğal deniz yaşamını hatırlıyoruz… 
        20. yüzyılın başından balık temalı bir İstanbul kartpostalı (Görseller: Feza Kürkçüoğlu Arşivi)

Marmara yakın zamanlara kadar balık çeşitlerinin zenginliğiyle istisnai sulardan. Özellikleri farklı iki denizin arasındaki konumu ve bunları bağlayan boğaz, pek çok balık türüne uygun bir yaşam ortamı oluşturduğu için, İstanbul da bu alanda farklı bir şöhret edinmiş.
O dönemleri anlatan değerli bir kitap var. Karekin Deveciyan tarafından yazılmış, Türkiye’de Balık ve Balıkçılık adlı çalışma ilk kez 1915’te Türkçe, ardından 1925’te Fransızca olarak basılmış. Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi’nde geniş ölçüde yararlandığı Deveciyan ve kitabı hakkında şöyle diyor: “‘Balık ve Balıkçılık’ milli kütüphanemizde benzerine ender rastlanan muazzam eserlerdendir ve kendi mevzuunda ise tek eserdir. Bugün İstanbul suları balıkçılığı hakkında bir şey biliyor isek, hepsini İstanbul Balıkhanesi’ne heykeli dikilecek koca adam Karakin Bey Deveciyan’a borçluyuzdur.”
Kitabın günümüz harfleriyle yeniden basımı ise hayli zaman almış, Aras Yayınları tarafından 2006’da yayınlanmış. Erol Üyepazarcı hem Osmanlıca hem de Fransızca baskılarından yararlanarak Türkçeye çevirmiş ve bir giriş yazısı yazmış. Üyepazarcı “Türkiye’de balıkçılık konusunda yazılmış en önemli eserlerin başında gelen ve konuyla ilgilenen herkesin takdirini kazanan çalışma alanında ilktir” diyor.

Deveciyan’ın yerel balık atlası

Karekin Deveciyan 1868 yılında Harput’ta doğmuş. Burada Fransız okulunda başladığı öğrenimini İstanbul’da Katolik Ermenilerin okulu olan Lusaroviç İdadisi’nde tamamlamış. 1891’de Düyun-u Umumiye İdaresi’ne girmiş. Düyun-u Umumiye’nin Bursa, Bandırma, Selanik, Sivas ve Beyrut şubelerinde çalıştıktan sonra, 1910’da İstanbul Balıkhanesi Merkez Müdürlüğü’ne, ardından balık işleri başmüfettişliğine ve daha sonra da başkontrolörlüğüne atanmış. Lozan Antlaşması ve onu izleyen yıllarda Düyun-u Umumiye merkez idaresi kadrolarının tedricen kaldırılmasından dolayı, 1927’de bu kurumdan ayrılmak zorunda kalmış.
Yukarıdaki bilgileri kendisinden öğrendiğimiz Üyepazarcı, Deveciyan’ın bazı küçük çevirilerinin de olduğu, ayrıca İstanbul’da çıkan bazı gazete ve dergilerde bilimsel makaleler yazdığını ifade ediyor. Deveciyan’ın elimizdeki kitabı uluslararası çevrelerde de ilgi görmüş ve zaman zaman kendisine bilimsel konularda başvurulmuş. Bu değerli insanın uzun bir ömrü olmuş ve 1964 yılında 96 yaşında vefat etmiş.
O günlerin göçmen balıklarından İstanbul’a uğrayanlar şöyle: Kılıçbalığı, orkinos, palamut, uskumru, kolyoz, lüfer, istavrit, dülger, hamsi, sardalye; yerli balıklardan kırlangıç, iskorpit, lipsos, hani, barbunya, tekir, karagöz, sarıgöz, mezgit, gelincik; gezici ve uğrayıcı balıklardan ise levrek, izmarit, istrongiloz, kupes, mercan, kayabalığı, gümüş, zargana, kalkan, pisi, dilbalığı, vatoz, köpekbalığı.
Deveciyan, kitabının “mukaddeme”sinde şöyle diyor: “Osmanlı ülkesi sularında ve bilhassa Dersaadet civarındaki boğaz ve denizlerde avlanan balıklar hakkında şimdiye kadar hiçbir inceleme yapılmaması ve buna dair bir eser vücuda getirilmemesi bizde balıkçılık fen ve ticaretinin zamanın terakkisinden nasipsiz ve avcılığın yalnızca sahil balıkçılığına münhasır kaldığına delil telakki olunabilir. Bu arada göçmen balıkların göç zamanı ve göç yolları hakkında da bizim balıkçıların malumatı pek mahduttur.” Bu tespitten sonra da balık ve balıkçılığa dair her türlü bilgiyi içeren bir kitap hazırlamaya çalıştığını ifade ediyor.
Çalışma dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde deniz ve tatlısu balıklarını, ikinci bölümde kabuklular ve yumuşakçaları, son bölümde de av araçlarını ve malzemelerini tanıtıyor. Eklerde ise o yıllara ait balıkhane istatistikleri ve çok-dilli bir balık sözlüğü bulunuyor.
     Karekin Deveciyan’ın Balık ve Balıkçılık kitabının 1915’te yapılan Osmanlıca baskısından sayfa örnekleri
Kitabın ilk sayfalarında genel olarak Türkiye’nin, özel olarak İstanbul’un göçmen, yerli ve gezici balıkları incelenmiş. Ayrıntılara girip kaybolmayalım. O günlerin göçmen balıklarından İstanbul’a uğrayanlar şöyle: Kılıçbalığı, orkinos, palamut, uskumru, kolyoz, lüfer, istavrit, dülgerbalığı, hamsi, sardalye; yerli balıklardan kırlangıçbalığı, iskorpit, lipsos, hanibalığı, barbunya, tekir, karagöz, sarıgöz, mezgit, gelincikbalığı; gezici ve uğrayıcı balıklardan ise levrek, izmarit, istrongiloz, kupes, mercanbalığı, kayabalığı, gümüşbalığı, zargana, kalkanbalığı, pisibalığı, dilbalığı, vatoz, köpekbalığı. Bu listede tatlısu balıkları yok. Ama bu eksik liste bile gösteriyor ki, o günlerin İstanbul’u balık açısından hayli zenginmiş.

Ahmet Rasim’in balıkçılığı

Deveciyan ile aynı yıllarda yaşamış olan Ahmet Rasim de benzer bilgiler veriyor. Bir yazısında Balıkpazarı’nda yaşadığı bir olayı naklettikten sonra aklına gelen balıkları sıralıyor: Lüfer, kofana, yunus, falyanos, orkinos, kılıç, poçita, altıparmak, torik, palamut, kestane palamudu, levrek, ispedik, kefal, uskumru, kolyoz, barbunya, izmarit, kıraça, istavrit, kırlangıç… Meğer üstat bir zamanlar meraklı bir balık avcısı imiş ve her türlü araç ve gereç kullanarak kimi zaman ayazda durma, üşüme, uykusuz kalma pahasına balık tutarmış!
O günler artık geride kaldı. Geri gelirler mi? Böyle giderse, hayır. Neyse, yeniden kitabımıza dönersek, ilk sayfalarda şu günlerde merakla beklediğimiz palamut hakkında şu satırları okuyoruz: “Palamut, torik, sivri, altıparmak ve pişotanın hepsi aynı tür balıklardır ve isimleri büyüdükçe değişir… Her soydan torikler Hıdırellez günü (mayıs) Karadeniz’e geçerler, palamut ise bir ay önce geçer. Bu balıklar kısmen Marmara Denizi’nde, kısmen Karadeniz’e geçerken Boğaziçi’nde yumurtlarlar. Temmuzun sonuna doğru sardalya kadar boyu olan küçük yavrular görülür. 15 Ağustos’ta boyları iri bir kolyoz kadar olur, bunlara çingene palamutu ismi verilir. 15 Eylül’de bu balıklar normal bir palamutun boyuna erişir ve Boğaziçi’nden düzgün olarak geçmeye başlar. Ekim ayında balık büyür ve yağlanır, tuzlamaya uygun hale gelir. Bir yaşına kadar olan balıklara palamut denir, iki yaşına gelince torik olur… Torikler Karadeniz’den 21 Ekim’den itibaren düzgün bir şekilde inmeye başlar.”
Yakın zamana kadar lüfer avı İstanbul’da yaşayanların eğlencelerinden biriydi; ay ışığı olduğu zaman akşamları, ay ışığı olmadığı zaman gün batarken ya da sabah erken saatlerde küçük teknelerle Boğaziçi’nde yemli olta ile yapılan bu av, genellikle bereketli de geçerdi.
Sezonun bir başka balığı lüfer de baharın sonlarına doğru Karadeniz’e çıkıp yaz sonundan itibaren Marmara’ya dönen balıklardan. Avlanma mevsimi genellikle ağustostan ekime kadar, ancak bu bazen kasım ve aralık aylarına kadar uzayabiliyor.
Yakın zamana kadar lüfer avı İstanbul’da yaşayanların eğlencelerinden biriydi; ay ışığı olduğu zaman akşamları, ay ışığı olmadığı zaman gün batarken ya da sabah erken saatlerde küçük teknelerle Boğaziçi’nde yemli olta ile yapılan bu av, genellikle bereketli de geçerdi. Şu günlerde bunu yapan var mı? Bilmiyorum, ama balıkçı tezgâhlarında lüfer yok.
Denizlerin gariban sakinlerinden hamsiye gelince; sezonun açılışında bu sene bol olduğu söylense de, balıkçılarda gördüklerim bunu pek doğrulamıyor.
                                  1900’lerin başında Emirgan’da balıkçılar ağlarını toplarken
Kitapta tavası ve dolması bolca yenen midye hakkında bilgiler de yer alıyor. Midyenin yer değiştirebilen, kayalara veya diğer cisimlere tutunarak yaşayan bir canlı olduğunu ifade eden Deveciyan şunları söylüyor:
“İstanbul’da yakalanan midyeler, midye çiftliklerinde özel olarak yetiştirilmemiş ve tamamen doğal olarak çoğalmış olsalar da, gerek boyları gerekse lezzetleri bakımından yine de çok makbuldür… Midyeler, kazıklara, dubalara, dubalı köprülere ve suyun altında bulunan her şeye yapışırlar ve oralarda gerçekten salkım salkım dururlar. Bu salkımlardan bir bölümü toplansa bile geri kalanlar hızla onların yerini doldurur… Alkarna ve kepçe yardımıyla midye avı yapılır. Kışın veya Hıristiyanların büyük perhiz döneminde çok fazla miktarda toplanır… Satılacak midyeler bazı sınıflara ayrılır: Salmalık, dolmalık, pilakilik ve tavalık… Taze olmayan midye mideye dokunur ve sağlığa zararlıdır, tuzlu sulardan gelen midyelerde zehir izleri bulunabilir, onun için bu yumuşakçayı güvenilir satıcıdan almak gerekir.”

Dalyan artık bir sokak adı

Çalışmanın üçüncü bölümünde av araçları ve malzemeleriyle ilgili çeşitli bilgiler yer alıyor. Buradan öğreniyoruz ki, Türkiye’de balıkçılar avlanmak için sekiz çeşit araç kullanıyor: Sabit ağlar, ığrıplar ve diğerleri, yani sürtme ağlar, çevirme ağları, dip ağları, salma ağlar, el ağları, oltalar ve diğer araçlar. Artık önemli bir bölümü kullanılmayan bu araçlardan biri de dalyanlar.
Erken gençliğinde Boğaziçi’nde son kalan birkaç dalyanı görmüş, merak etmiş ve hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışmış biri olarak dalyanlara iltimas geçeceğim! Çalışmanın verdiği bilgiler şöyle: “Türkiye sularında kullanılan sabit ağların en önemlileri, tarihi çok eskilere kadar uzanan dalyanlardır… Kıyıdan birkaç yüz kulaçta veya ırmakların ağızlarında yahut da göllerin savaklarında dalyanlar kurulur. Dalyanlar birçok kazık, halat ve demir çapa kullanılarak düzenlenmiş çok çeşitli ağlardan veya ağ gibi düzenlenmiş çitlerden oluşur… Dalyanlar özellikle göçmen balıkları avlamak için ortaya çıkmışsa da bu bazı dalyanlarda aynı zamanda yerli balıklarla gezici veya uğrayıcı balıkların avlanmasına engel teşkil etmez.”
Dalyanların bulunduğu yerlere zaman içinde binaların yapılması, deniz kirliliği, aşırı avlanma sonucu balıkların azalması, yunusların yok edilmesinin balık sürülerinin kıyıdan uzaklaşmasına yol açması ve gelişen teknolojinin avcılıkta kullanılmaya başlaması dalyanları giderek verimsiz hale getirmiş ve Beykoz’daki son dalyanın sökülmesiyle, dalyanlar yarım asır önce tarihe karışmış.
Ancak dalyan kurabilmek kolay bir iş değil. Deveciyan’ın bir uyarıyla noktaladığı paragrafını okuyalım: “İlk önce her yer dalyan kurmaya uygun değildir; dalyanlar ancak balıkların geçit yeri üzerine kurulur, ayrıca belli ölçüde akıntılar ve dalgalardan da korunmuş olmalıdır. Diğer taraftan dalyanın işletilebilmesi için on beş ile yirmi tayfaya gereksinim vardır; diğer bakım masrafları yanında mal sahibi bu işçilerin kumanyasını da sağlamak zorundadır. Eğer kötü yerde kurulmuşsa veya iyi düzenlenmemişse, dalyan sahibini batırabilir… Donanımın kurulması yalnızca parasal kaynak sağlamakla olmaz, deneyim ve uzmanlık da ister.”
Ayrıca dalyanlar, yaz dalyanı ve kış dalyanı olarak ikiye ayrılıyor. Her yıl nisan başında kurulan yaz dalyanları, 15 Ağustos’ta sökülüyor. Kış dalyanları ise ağustosun ortasında kurulup av verimli olarak devam ederse şubat sonuna kadar yerinde kalıyor. Dalyanların girişinin kesinlikle balıkların geçiş yönünde olması gerekiyor.
Altı tür dalyan olduğunu belirten yazar, sırayla bu dalyanları bize tanıtıyor. Bunlar içinde en büyüğü şıra dalyanı adı verilen dalyan. On üç direk ve beş çeşit ağdan oluşuyor. İstavritten kılıçbalığına giren balığın buradan çıkması mümkün değil.
Kitapta yer alan Boğaziçi ve çevresinin haritasında görüyoruz ki, 20. yüzyılın başlarında 52 adet dalyan bulunuyor. Ancak dalyanların bulunduğu yerlere zaman içinde binaların yapılması, deniz kirliliği, aşırı avlanma sonucu balıkların azalması, yunusların yok edilmesinin balık sürülerinin kıyıdan uzaklaşmasına yol açması ve gelişen teknolojinin avcılıkta kullanılmaya başlaması dalyanları giderek verimsiz hale getirmiş ve Beykoz’daki son dalyanın sökülmesiyle, dalyanlar yarım asır önce tarihe karışmış. Geriye kalan yalnızca adı dalyan olan sokaklar olmuş.
Ahmet Eken / 1+1 FORUM
KAYNAKÇAKarekin Deveciyan, Türkiye’de Balık ve Balıkçılık, çev. Erol Üyepazarcı, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2006Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, MEB Yayınları, Ankara, 1989Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 4, İstanbul, 1960

BOĞAZİÇİ’NİN BUZ TUTTUĞU GÜNLER. Bir yol gider Üsküdar’dan Beşiktaş’a - Ahmet Eken / 1+1 FORUM

Meteoroloji idaresi kışın İstanbul için mutad uyarılarını yine yapıyor, kar ve soğuk geliyor diyor. Bazen bu tahminler ürküttüğü kadar netice vermese de, bazen de şehirde hayat iptal olabiliyor. İstanbul’un karakış tarihinde kısa bir gezinti…
                      Fotoğraflar: Cengiz Kahraman, 1929 Kışı –Bir Şehir Efsanesi

Meteoroloji uzmanlarına göre İstanbul’un değişik hava akımlarının farklı yönlerde koridor oluşturduğu bir yerde bulunması ve doğal yapısının karmaşık olması gibi nedenlerden dolayı, şehrin iklimi de bu karmaşık yapıyı yansıtıyor. Yayıldığı bölgede genel olarak üç ayrı iklim tipinin, yani Akdeniz Bölgesi’nin ılıman, Karadeniz kıyılarının nemli ve iç bölgelerin karasal ikliminin özelliklerini görmek mümkün. Bu farklı iklim tiplerinin etkileri bazen art arda görüldüğü gibi, bazen de yan yana görülebiliyor. Bu nedenle İstanbul, Marmara bölgesindeki öbür illerden biraz daha farklı klimatolojik olayların yaşandığı bir yer. Ve yine bu nedenle sabah az gelen palto, öğleden sonra yük haline gelebiliyor.
Ancak, sonuç olarak İstanbul iklimi ılıman, orta derecede yağış alan bir yer. Yaşanan bazı istisnai olaylar zaten adı üstünde istisnai oldukları için ılıman tanımlamasını yalanlamıyor.
Çok konuşulan ve endişe yaratan iklim değişikliğine gelince, eğer denilenler doğru çıkarsa, o zaman kaçacak delik arayacağız! Ancak, yazının konusu bu değil. Anlatacaklarım olup bitmiş olaylar.

Bizans’ta buzlu günler

İstanbul, karlı bir şehir değil. Kısa süreli kar yağışları olsa bile genellikle bir müddet sonra kesiliyor ve genel olarak mevsim normallerini yaşamaya devam ediyoruz. Ancak, bazen böyle olmamış. Kuzeyden öyle soğuklar gelmiş ki, yağan kar durmak bilmemiş, sadece kara değil, deniz de donmuş. Dönemin tarihçileri olanları yazdığı gibi, dönemin şairleri de en zarif üslûplarıyla tarih düşürmüşler. Olabileceği kadar gerilere gidip şu yaşananlara bir bakalım.
“Tarihen sabittir ki Bizanslılar döneminde birkaç kere Boğaz’ın donduğu olağanüstü soğuklar yaşanmış ve Asya’dan Avrupa yakasına yürüyerek geçilmiştir…”
Ancak, daha sonra, uzun bir zaman bu konuda tarihçilerin eserlerinde bir bilgi okumuyoruz. “Tarih Boğaz’ın donmasını ancak 739’da saptar. Bu olay kısa bir süre sonra 753’te yinelenir” diyen doğabilimci Tchihatchef, şöyle devam ediyor: “Felaket 755’te bir kez daha görülür. Karadeniz, İstanbul ve Çanakkale boğazları buzla kaplanmıştır. Yedi yıl sonra (şiddetli soğuklar bir kez daha geri gelir.) Patrik Nikephoros 762 kışının İstanbul’daki korkunç sonuçları hakkında bize ilginç bilgiler verir. Sonbaharın başında olağanüstü soğuklarla kış geliverdi; tüm sular dondu ve bu dönüşümün sadece tatlı sularda değil, tuzlu deniz suyunda da ortaya çıkışı kent sakinlerini derinden etkiledi. Böylece yaklaşık 100 millik (150 km) bir mesafede, Karadeniz en kuzeydeki bölgelerde görülene benzeyen bir buzla kaplandı… ayrıca o kadar inanılmaz boyutta kar yağdı ki, buzun üstü dokuz metre kalınlıkta bir tabaka ile örtüldü. Bir süre sonra (buz) çok sayıda kütleye bölündü… Rüzgârla sürüklenen pek çoğu Boğaz’a hücum etti ve suyolunun tüm kıvrımlarını doldurup Avrupa sahilini Asya’ya bağladılar, iki kıta arasında öyle bir ulaşım yolu oluşturdular ki artık Boğaz’dan yaya olarak geçiliyordu… Karadeniz bir sonraki yüzyılda yeniden donmuştur.”
Ancak, bu donmalar hakkında elimizde yeterli bilgi bulunmadığını söyleyen yazar, 1011 yılında Boğaz’ın yeniden buzlarla kaplandığını belirtiyor. Bu tarihten sonra iki yüzyıl boyunca Bizanslı yazarlar, benzer bir olguya değinmiyor.
Bizans İstanbul’unda son donma olayı 1232 yılında, İmparator III. Dukas zamanında yaşanmış. Çok sıcak bir yazın ardından gelen sert kış ve donma Boğaz’ı kapamış.

Boğaz’dan yürüyerek geçmek

Bu olaydan sonra dört yüzyıl boyunca İstanbul’da başka bir donma olayı görmüyoruz, ancak 1621 senesinin ocak ayında, şiddetli soğuklar denizin donmasına neden olmuş.  Tarihçi Joseph Von Hammer (1774 - 1856), İstanbul ve Boğaziçi adlı kitabının “Rüzgârlar, Sıcaklar ve Soğuklar” başlıklı bölümünde şu bilgiyi veriyor: “Tarihen sabittir ki Bizanslılar döneminde birkaç kere Boğaz’ın donduğu olağanüstü soğuklar yaşanmış ve Asya’dan Avrupa yakasına yürüyerek geçilmiştir. Türklerin ilk defa Bizans İmparatorluğu’nun bazı şehirlerini kuşattığı 923 ve 934 yılları arasında, Romanus idaresi döneminde ve Türklerin Dukas yönetiminde 1252 yılında ilk anlaşmayı yaptıkları yıl olağanüstü soğuklar yaşamış, 401 yılında Arcadius rejimi sırasında da deniz yirmi gün boyunca donmuştu. Constantine Copronymus hükümdarlığı döneminde deniz yüzen bir buz haline gelmiş. Ve on yıl sonra 763’de deniz karadan yüz adım ötesine kadar ta şehrin surlarına kadar yükselen yüzen buz haline gelmişti.”
Neşati doğal afet için “Be medad dondu bin otuzda soğukta derya /  Üsküdar ile Sıtanbul arası dondu kamu”, Haşimi Çelebi de “Yol oldu Üsküdar’a bin otuzda Akdeniz dondu” dizeleriyle tarih düşmüşler.
Doğabilimci Pierre de Tchihatchef (1808-1890), 1864 yılında yayınlanan ve Hammer’in çalışmasıyla aynı adı taşıyan kitabında, Haliç ve Boğaziçi’nin buzlanmasını daha ayrıntılı olarak inceliyor. Karadeniz bölgesindeki soğumaya paralel, nadir de olsa görülen bu donma vakalarını kronolojik olarak anlatan yazar, bazı antik dönem yazarlarının Karadeniz ve civarında yaşanan donma olaylarından söz ettiğini alıntılarla gösterdikten sonra, bunlardan Ammianus Marcellinus’un MS 401 yılında, Karadeniz’in neredeyse tamamen donduğunu, Marmara Denizi’nde de dev buzdağları gördüğünü ifade ediyor.
Şubat başında Haliç’in ve Boğaziçi’nin buzlarla kaplandığını, Üsküdar ile Beşiktaş arasında insanların yürüyerek gidip geldiklerini, kıtlık ve pahalılık olduğunu anlatıyor. Bir başka tarihçi Na’imâ da, 15 gün boyunca kar yağdığını, soğuğun şiddetinden denizlerin baştanbaşa donduğunu, ancak akıntı ortasında biraz açıklık olduğunu söylüyor. Bu bilgileri kendisine borçlu olduğumuz Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları adlı kitabında “Zahire gemilerinin işlememesi sonucunda da İstanbul’da tam bir kıtlık yaşandı ve 75 dirhemlik (bir dirhem eşit 3,2 gr) ekmek bir akçeye, etin okkası 15 akçeye fırladı” diyor. Neşati, bu doğal afet için “Be medad dondu bin otuzda soğukta derya /  Üsküdar ile Sıtanbul arası dondu kamu”, Haşimi Çelebi de “Yol oldu Üsküdar’a bin otuzda Akdeniz dondu” dizeleriyle tarih düşmüşler.

Haliç’te buz ovası

Bir başka şiddetli kış 1755 yılında yaşanmış ve Haliç donmuş. İnsanlar, Hasköy’den Eyüp’e yürüyebilmişler. Bu kış için Tchihatchef, “sadece Haliç’in tamamını değil, Boğaz’ın güneyindeki bir bölümünü de kaplayan sürekli bir buz örtüsünün suyolundan epey içeri uzandığını ve belki de kuzey rüzgârının etkisine çok açık olan Kuzey ağzına dek ulaştığını düşünmek yerinde olacaktır” diyor.
Aradan 68 yıl geçer ve İstanbul kıyıları ve Haliç bir kez daha donar. Ancak bölgede donan sadece İstanbul değildir. Karadeniz’in kuzey kesimi de buzlanmıştır. Bu donma olayından 16 yıl sonra benzer bir olay yeniden yaşanır. Ve artık gazeteler olduğu için, oralara haber olacaktır: “Haliç’in tersaneye ve daha ileride Kâğıthane’ye uzanan kesimleriyle Humbaracı Kışlasının Feshane’ye bakan bölümü buz ovasına dönüştü.” Tarih: 14 Şubat 1849.
1862 yılının kışı da hayli sert geçmiş, Rusya’yı ve Karadeniz havzasını etkileyen soğuklar buralara kadar uzanmış ve ocak ayının başlarında Haliç köprüye kadar donmuş.
20. yüzyılda da buzlar İstanbul’u ihmal etmemiş ve 1929 ve 1954 yıllarında Tuna nehrinden gelen buzlar Boğaziçi’ni kaplamış. Ancak devir fotoğraf devri olduğu için fotoğrafçılar bu olayı güzelce görüntülemişler. Böylece onca buzlanma arasında bu buzlanmalar, fotoğrafları çekilen ilk vakalar olarak tarihe geçmiş!

Ahmet Eken / 1+1 FORUM 
KAYNAKÇA
Joseph Von Hammer, İstanbul ve Boğaziçi, cilt.1, çev. Senail Özkan, Türk Tarih Kurumu, 2011
Pierre de Tchihatchefİstanbul ve Boğaziçi, çev. Ali Berktay, İş Bankası Kültür Yayınları, 2019
Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, Oğlak Yayınları, 1999
Meral Avcı, “Doğal Yapı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1993
Eşher Berköz - Gül Kocaaslan, “İklim”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 1993
Fotoğraflar: Cengiz Kahraman, 1929 Kışı –Bir Şehir Efsanesi, İş Bankası Kültür Yayınları, 2007

Türkiye nasıl tampon oldu?(Silivri'den 5. mektup) - Barış Terkoğlu

Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim anlam ve öz şudur: Milli sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak millet ve memleketin gerçek saadet ve refahına çalışmak... Genellikle milleti uzun emeller peşinden yorarak zarara sokmamak... Medeni dünyadan, medeni, insani ve karşılıklı dostluk beklemektir.
Atatürk, Nutuk’ta “milli siyaset”i böyle tanımlıyor. Adresini ise Meclis olarak gösteriyor. Öyle ya; TBMM, Cumhuriyetten tam üç buçuk yıl önce kuruldu. Vatan savaşa savaşa olduğu kadar, konuşa konuşa da kurtuldu. Adı bile tartışıldı. Kurultay mı, şûra mı, meclis mi? Basit ama başındaki Türkiye adı bile yenilikti, açılıştan 9 buçuk ay sonra eklendi.
Şimdi Meclisimiz 100 yılı aştı. Sınırlarımızda mülteciler Yunanistan’a doğru koşarken, iktidar “açtık kapıları” diye bağırırken, ordumuz İdlib’de bir ileri bir geri giderken sormadan edemiyorum: Biz kuruluşta konuştuk da 100 yıl sonra neden konuşamıyoruz ya da dinlemiyoruz?
Erdoğan niyetini söylemişti
Günlerdir AB ile imzaladığımız Geri Kabul Anlaşması’nı ve Meclis’te kabulünü sağlayan tutanakları okuyorum. Perşembenin gelişi, değil çarşambadan, 6 sene önceden belliymiş.
16 Aralık 2013’te imzaladığımız anlaşma, görüntüde Türkiye üzerinden Avrupa’ya göçü önlemeyi hedefliyor. Özünde ise Avrupa’nın mülteci yükünü Türkiye’ye devrediyor. Zaten imza atıldığı gün Başbakan Tayyip Erdoğan da “Biz Avrupa’ya yük olmaya değil, yük almaya gidiyoruz” diyerek safça ama açıkça niyetini anlatıyor. Nihayetinde anlaşma, 6 yıl boyunca Avrupa’nın kendisine gelen göçmenlerden işgücünü değerlendirebileceklerini seçip, gerisini Türkiye’ye göndermesine yarıyor. İnsan hakları sözleşmeleri gereği, göçmenleri çıktıkları ülkelere gönderemeyen Avrupa, onları Türkiye’de depoluyor. Çanakkale’den Bodrum’a tüm göç yollarını kapatan Türkiye, İdlib kriziyle patlıyor. Peki, Türkiye’ye ne vaat ediliyor? 2017 sonunda Türk vatandaşlarına vizesiz Avrupa. Aslında tüm AB adayı ülkelere verilen bu hakkı da alamayan Türkiye, 6 yıl boyunca “tampon devlet” rolüyle cezalandırılıyor. Savaştan, yıkımından, yoksulluktan kaçan mültecilerin insani hakkını gasp ederek Türkiye’yi onlar için hapishane yapan politikayı AB hazırlayınca, sivil toplum örgütleri de cılızlaşıyor. Sonunda mülteciler sınıra yığarak “yallah Avrupa’ya” diyen zavallı dış politika ile yüzleşiyoruz.
Ancak sömürgeler imzalar
Gelelim tutanaklara...
Anlaşmanın tartışması 19 Haziran 2014 tarihinde öğleden sonraki oturumla başlıyor, 25 Haziran 2014 akşamı saat 19.55’te bitiyor.
Neler mi söyleniyor?
Faruk Loğoğlu (CHP): Türkiye, sayıları giderek artacak yasadışı göçmenlerin barındığı ve uzun süreler kalacağı bir ülke haline gelecektir. Buna karşılık, vize kolaylığı en erken üç buçuk yıl sonra devreye girecektir. O da farklı koşullara ve AB tarafının yapacağı değerlendirme ve karara bağlı olacaktır .(...) Bu anlaşmayı geri çekin, eksiklikleri gidermek için AB ile masaya yeniden oturun ve yeniden müzakere edin, biz de size yardımcı olalım ve konuyu ulusal çıkarlarımız doğrultusunda tekrar değerlendirelim.
Tunca Toskay (MHP): AB en önemli sorunlarından bir tanesini hiçbir maliyete katlanmadan çözüyor, biz de göçmenler için depo ülke olma niteliğini kabul etmiş oluyoruz. Size şu kadarını söyleyeyim. Avrupa’da bu, Almanya’da özellikle, çok tartışıldı. SPD’de İçişleri Bakanlığı yapmış olan Otto Schiff şunu söyledi: “Acaba Kuzey Afrika’da bir ülkeyi razı etsek, orada geniş kamplar yapsak, bu yasadışı göçmenleri oraya göndersek mümkün olur mu?” Şimdi ona gerek kalmadı. Türkiye gönüllü olarak “Belki bana vize muafiyeti verirler” diye bunları almayı kabul ediyor.
Erol Dora (HDP): Türkiye’deki yetkililerin geri kabul anlaşmasını iç kamuoyuna AB ile vizelerin kaldırılması olarak lanse etmeleri; AB’nin de bu anlaşmanın göçmenlerden ucuza kurtulma olduğunu kendi kamuoyuyla paylaşmakta sakınca görmemesi, insan haklarının gerek dış politik pazarlıklarda ve gerekse iç politikada iktidar yarışına kurban edilme çabasının görünür bir kanıtı niteliğindedir.
Oğuz Oyan (CHP): Vize servisi diyaloğu tamamen ucu açık bir diyalogdur. Oysa geri kabul anlaşması hemen şimdi yürürlüğe girmektedir. Yani aradaki bu kadar büyük orantısızlık ancak bir sömürge ülkesiyle o hâkim ülke arasındaki bir anlaşmada olabilirdi.
Aldatmaya alışmışsınız
Osman Korutürk (CHP): Okumuyorsunuz, bakmıyorsunuz, dinlemiyorsunuz, bu anlaşmaları yapıyorsunuz. Bu anlaşmayla alacağınız yükün altından çok zor kalkacağınızı, bu yükün altına hepimizin de birlikte girmekte olduğumuzu burada ben bir kez daha söylüyorum. Kayıtlara, tutanaklara geçiriyorum. Lütfü Tükkan (MHP): AB birtakım fonlar verecekmiş. Diyor ki siz benim çöplüğüm olun ama ben de size fonlar vereceğim. Türkiye’nin hani ekonomisi bu kadar iyiydi?
Hasip Kaplan (HDP): Geri kabul sözleşmesi neo-kolonyalist bir sözleşmedir arkadaşlar. (...) Avrupa’ya giden mültecilerin yüzde 65’i Türkiye üzerinden gidiyor arkadaşlar. Türkiye bir geçiş ülkesidir. Ve Türkiye üzerinden giden herkes yakalandığı zaman Türkiye’ye gönderilecektir. Bütün masrafı Türkiye yüklenecektir.
Faruk Bal ( MHP): Sayın Bakanım, AB bu vizeyi kaldırmayacak. AB, “Türkiye’yi üye olarak almayacağız, bunu nasıl söyleyeceğiz” diye çırpınıyor. Ama siz aldatılmaya ve kandırılmaya alışmış bir parti olarak aldatılmaya devam etmek istiyorsunuz. (...) Mesele gayet net. AB; Libya’dan, Tunus’tan, Fas’tan gelen, safra olarak gördüğü kişileri ağırlıklı olarak Türkiye’ye postalayacak.
Mahmut Tanal (CHP): İnsan Hakları Komisyonu üyesiyim. İtalya’ya gittiğimiz zaman şu söylendi bize: “Teşekkür ediyoruz size. Bu göçmenlerle ilgili sözleşmeyi imzalıyorsunuz, bu göçmenlerden kurtuluyoruz.
Celal Dinçer (CHP): Göçü önleme sorumluluğu, anlaşma ile Türkiye’ye verilmektedir. AB’ye anlaşmanın yürürlüğe girmeden önce göç edenleri Türkiye’ye yollama hakkı vermektedir. 5 yıl önce göç etmiş kişileri bile...
Alim Işık (MHP): Gelin, hep beraber, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni güce kavuşturacak dayanışma içerisinde buna “hayır” diyelim. Bugün bunu imzalarsanız, yarın başka şeyi size dayatacaklar.
Depo, tampon, sömürge
Sayfalar dolusu tutanağın özeti böyle... Kimi kızan, kimi yalvaran tondaki ricaları iktidar dinlemedi. Göçmen krizinin abartıldığını, Türk vatandaşlarının 2017 yılı sonunda Avrupa’da vizesiz gezeceğini anlattılar. 6 yıl boyunca göçün önlenmesine Suriye meselesinin çözümsüzlüğü de eklenince kriz, muhalefetin bile tahmininin ötesine geçti. 6 yıl önce muhalefetin deyimiyle “depo, tampon, sömürge” olmak kabul edilirken, 6 yıl sonra “Ey Yunanistan” demek, hafızası olmayanlara zafer diye satıldı.
Sonunda bağırsaklarınızın patladığı bir yemeği ziyafet diye anlatabilirsiniz. Yeter ki sizin için masal anlatmaya hazır adamlarınız olsun.
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Dünyaya 'el yıkamayı' öğreten komünist - Gamze Erbil

Yeni koronavirüs salgını nedeniyle ‘ellerimizi nasıl yıkamamız gerektiğini’ konuşurken asepsinin yani ellerin hastalığı taşımaması için yıkanması gerektiğinin ‘mucidi’ Ignaz Semmelweis yeniden dünyanın gündeminde.

Salgın başladığından beri “elleri 20 saniye sabunla ovuşturarak yıkama” uyarılarını dinlerken konunun google tarafından bu şekilde hatırlatılması insanlık için olumlu bir şey çünkü “el yıkama” denildiğinde Semmelweis'in “trajik hikayesi” pek de hatırlanmak istenmiyor. Çünkü yaşadığı dönemde bulguları bir türlü hak ettiği bilimsel itibarı kazanmıyor ve kapitalizm, tutuculuk ve dışlanma karşısında bilimin nasıl çaresiz kalabileceğini gösteren hikayelere fazla meraklı değil.
El yıkama buluşu “koruyucu hekimlik” bahsine dokunduğu için de aslında sistemin yine pek meraklısı olmadığı bir konu. Bırakın el yıkama işlerini dini ritüelleriyle çözsünler… Tıp tarihindeki hikayesine ne gerek var değil mi?

Ancak, önünde sonunda hekimliğin tedavi etmekten ibaret bir alan olmadığı, hastalığı sağaltan pratik kadar önemli bir unsurunun önleyici pratik olduğu tamamen gözardı edilemiyor. Çünkü türümüz bu olmadan yapamaz ama olabildiğince sistematiğinden çıkarılarak ve şirketlerin ve küresel organizasyonların ortaklığında düzenlenen kampanyalarla yürütülüyor bu çalışmalar. İlk Küresel El Yıkama günü 2008'de 15 Ekim'de başlatılmış, bir dizi adım atılmış. Bu konuda bir site de açılmış: https://globalhandwashing.org. Ancak Semmelweis'in hikayesi fazla gündemde değil ortamlarda.

SEMMELWEIS REFLEKSİ
Yıllar sonra itibarı iade edilen* ve hatta ismi “yeni bir bilgi ya da kanıtın, yerleşik norm, inanç ya da paradigmalarla çeliştiği için refleks olarak reddedilmesi” durumunu tarif etmek için Semmelweis refleksi ya da Semmelweis efekti şeklinde kullanılmaya başlanan bu komünist hekimin hikayesini bugünlerde bir kez daha görünür hale getirmek gerekiyor.

ALTIN ÇAĞIN ÖNCÜ HEKİMLERİNDEN
Alman asıllı Macar hekim Ignaz Semmelweis, “döneminin insanı” olarak niteleniyor ve o dönem hekimlerin altın çağı olarak görülüyor. Çünkü artık hekimler kadavralar üzerinde bilimsel çalışmalar yapıyor ve açıklamalarını “kötü hava şartları ya da kötü ruhlar” üzerine kurmuyor.
Döneminin insanı, Semmelweis önce hukuk alanına yöneliyor ancak daha sonra sağlıkta uzmanlaşmayı seçiyor. Hekimlik eğitiminden sonra Viyana Hastanesi'ndeki doğum kliniğinde çalışmaya başlıyor, kadavralar üzerinde araştırmalarını sürdürürken, klinikteki lohusa humması vakaları ve yaşanan ölümler üzerine yoğunlaşıyor.

Daha sonra bilimsel keşfinin temel bulgularını aktardığı “The etiology, concept, and prophylaxis of childbed fever” (Lohusa ateşinin etiyolojisi, kavramı ve profilaksisi) makalesinde de belirttiği şekilde, konuyla ilgili bir dizi gözlem ve deney yapıyor.

Hastanenin iki doğum kliniği var ve bunlardan birinde lohusa hummasının sebep olduğu ölümlerin diğerine nazaran daha fazla olduğu görülüyor. Ölüm oranlarındaki bu farkın nedeni üzerine bir dizi hipotez geliştiriyor; yatakların konumu, kliniklere bakan hekimlerin (bu klinikler başlangıçta kadın ve erkeklerin baktığı klinikler olarak ayrılırken daha sonra birinde hekimler, diğerinde hemşireler hasta bakıyor) özellikleri, sokak doğumlarıyla kliniklerde yapılan doğumlardaki ölüm oranları vs.

'MİKROP'UN İLK NÜVESİ
Ancak Semmelweis'ın asıl buluşunu yapmasını sağlayan kıvılcım, 20 Mart 1847'de hastanedeki bir adli tıp hekiminin ölüm nedenini öğrenmesiyle parlıyor. Tıp öğrencileriyle adli çalışmalarını sürdüren Profesör Jacob Kolletschka, daha önce otopside kullanılan bir bıçağın eline saplanması sonucu hastalık kaparak ölüyor. Kolletschka'nın ölüm hikayesinde, lohusa humması ölümlerinin benzeri semptomlarını okuyan Semmelweis klinikler arasındaki ölüm oranlarının farklılığının açıklamasını buluyor: Birinci klinik, otopsiye giren tıp öğrencilerinin taşıdığı çürük bedensel organik cisimler (faul animal organic matter) nedeniyle daha fazla ölümün yaşandığı kliniktir.

Hekimlerin altın çağı olsa da dönem “mikrop” kavramının oluşmadığı bir dönem; Semmelweis bu cisimleri germ (mikrop) olarak adlandırıyor, ancak buluşu o dönem “Semmelweis refleksi”nin kabul gördüğü bir dönem olmadığından bu refleksin kurbanı oluyor.

EL YIKAMANIN ÖNLEYİCİ NİTELİĞİ
Semmelweis, tıp otoritelerine bir türlü kabul ettiremediği için ilerletemediği bu buluşun ardından, ölümleri engellemek için yöntemler geliştiriyor. Önce klorlu sıvı, daha sonra maliyeti nedeniyle kireçli sıvı kullanımını uygulayarak ölüm oranlarının düşüşünü gösteriyor. Otopsiye giren hekimlerin, hamile ve lohusalarla temasında kireçli suyla ellerini yıkamaları, ölüm oranlarında gözle görülür düşüşlere neden oluyor.

Yine de bu uygulama önerisi kurumsal bir prosedür haline getirilemiyor. Semmelweis'ın buluşu uzun süren tartışmalara neden oluyor. Bir açıklamaya göre, tıp camiasında kimi hekimler kendilerinin (henüz tanımlanamamış) bir şeyleri hastalara taşıdığı fikrine öfke duyuyor.

Ama biz meselenin bundan ibaret olmadığını, sonraki dönem verdiği mücadelede Semmelweis'ın buluşunun insanlığa malolmasının yalnızca tıp alanının tutuculuğu değil, komünist kimliği nedeniyle de engellendiğini biliyoruz.

Dönemin öncü bilim insanlarından Semmelweis, bu dışlanmanın ağır yükünü taşıyamıyor ve girdiği ağır depresyon sonucu akıl sağlığını koruyamıyor. Ölümüne neden olan sürecin nasıl geliştiğine dair karanlık noktalar olsa da, 1865'te bir psikiyatri kliniğine yatırılmasından iki hafta sonra enfeksiyondan öldüğü biliniyor.
Semmelweis'ın buluşu, Louis Pasteur'ün mikrop teorisini doğrulaması, Fransız mikrobiyologlarının araştırmaları üzerinden Joseph Lister'ın hijyen yöntemlerini kullandığı pratiklerin büyük başarılar sağlaması sonrasında yaygın kabul görüyor.

KAPİTALİZMİN İADE-İ İTİBARI
Evet, “Semmelweis'in buluşunun önemi ölümünden sonra anlaşıldı” ve adını taşıyan üniversite (Budapeşte'de tıp ve sağlıkla ilişkili diğer disiplinleri kapsayan Semmelweis Üniversitesi), müze ve kitaplık (Budapeşte'deki evi bugün Semmelweis Tıp Tarihi Müzesi) klinik (Viyana'da bir kadın hastanesi olan Semmelweis Kliniği) ve hastaneler (Miskolc'da Semmelweis Hastanesi) yapıldı. Heykelleri dikildi.

Oysa yaşadığı dönemde verdiği mücadelenin doğru tarihinin yazılması ve kendi kimliğine uygun şekilde hatırlanması için, bağlandığı ideallerin gerçeklik bulduğu bir toplumsal düzen kurulması gerekiyor. Verdiği mücadelenin karşılığının pratikte hayat bulduğu bir sağlık sistemini kuracak bir toplumsal düzen.

İyi ki yaşadın, iyi ki “el yıkamayı” öğrettin Semmelweis yoldaş!

Gamze Erbil / SOL