13 Aralık 2020 Pazar

Pandemi süreci ve uluslararası komünist hareket - Ekin Sönmez / SOL-Gelenek

 


Komünist partiler açısından nesnelliğin birtakım faaliyetleri kısıtlamayı dayattığı bu dönemde kardeş partiler arasında pratik alışverişin, beceri aktarımının ve ve dayanışmanın artışını görebildik.

İnsanlık COVID-19 pandemisine kapitalizmden sosyalizme geçiş çağında yakalandı. Bu ne anlama geliyor? Üretimin tamamen toplumsallaştığı; fakat üretim araçlarının mülkiyetinin hâlâ küçük bir azınlığın eline olduğu bir anda bir virüs tüm dünyaya yayıldı. Virüsün çok kısa sürede tüm dünyaya yayılmasının kendisi bile aslında üretimin sürecinin ne kadar toplumsallaştığının, dünya çapında iç içe geçtiğinin bir göstergesi sayılabilir. Ancak bu toplumsallaşmanın gücü kullanılabilecekken aylardır yayılımın sınırlanamaması ise, mülkiyetin sahibi olan küçük azınlığın bunu tercih etmemesinden kaynaklanıyor. Bu karşıtlığa hep birlikte tanıklık ediyoruz. 

Bu yazıda uluslararası komünist hareket ve pandemi süreci ile ilgili bazı gözlemler aktaracağım. Aslında aynı süre zarfında emperyalist düzen içinde kapitalist devletler, doğaları gereği rekabet etmeye ve silahlanmaya devam etti. Anlaşmalar imzalandı ya da bozuldu, seçimler yapıldı, iktidarlar değişti. Doğu Akdeniz’de, şimdilik bir miktar tansiyon düşmüş olsa da yaz boyunca yaşanan gerilim ya da Kafkasya’daki çatışmalar gibi bölgesel sınırlar içinde kalan fakat uluslararası öneme sahip birçok başka gelişme yaşandı. Her biri komünistler tarafından farklı şiddette tartışıldı. Bu yazıda bu tartışmalara tek tek girmenin imkânı yok. Niyetim partimizin de içinde bulunduğu komünist ve işçi partilerinin doğrudan pandemi ile ilgili olan tartışmalarını ve tutum alışlarını incelemek.

Söze Sovyetler Birliği ve komünist hareketin 30 yıl önceki yenilgisinin, pandeminin bugünkü seyrine büyük bir gölge düşürdüğü notuyla başlamak gerekiyor. Daha doğrusu bu yenilginin yol açtıkları... Çünkü insanlık tarihinin gördüğü en ölümcül pandemiyi, merkezi bilimsel planlamanın yokluğunda, hatta onu bırakın asgari bir akıl izan yokluğunda ve dahası çoğunluk için geçerli olacak şekilde geleceğe dair umudun yokluğunda yaşıyoruz. Kapitalist devletleri daha etkili önlemler almaya zorlayacak kadar güçlü, refah düzeyi, bilimsel ve teknik donanımı yüksek bir sosyalist devletin ve onun uygulamalarının yokluğunun bedeli, bu yazının yazıldığı tarihte örneğin ABD’de 9 milyona varmış vaka sayısıdır. Küba’nın muazzam başarısının şimdiden tarihe geçtiği söylenebilir; fakat Küba tek başına diğer devletleri özendirecek ya da rekabete davet edecek bir etki yaratamazdı ve yaratmadı. 

Ve bu yazının konusu, yani uluslararası komünist hareket… Bugün, 20. yüzyılın önemli bir bölümünde olduğu kadar hareketli, canlı, iç iletişimi güçlü bir komünist hareketin olmayışı, işçi sınıfının pandemi karşısında verdiği tepkinin niteliğini belirleyen etkenlerden birisi kabul edilmeli. Sınıfın taleplerinin hükümetler üzerinde baskın olamayışının, ya da en fazla bazı kısmi kazanımların koparılabilmiş olmasının bir nedeni de komünistlerin bunlara öncülük etmekteki zayıflığıdır. Bu zayıflık geçicidir; ancak gerçektir ve giderilmelidir.

Tarihin ilerletici motoru pandemi ya da genel anlamıyla birtakım afetlere çare bulma arayışları değil sınıf çatışmalarıdır; bu anlamda bakacağımız yer de pandeminin her açıdan derinleştirdiği eşitsizlikler ortamının hangi çelişki ve çatışmalara vesile olduğu olmalı. Pandemi kapitalizmin yapısal çelişkilerinin ziyadesiyle biriktiği ve emperyalist düzenin mihenk taşı olan bazı yapıların çatırdadığı bir zamanda yaşandı. Bir yıl içinde, üstelik hızlandırılmış bir şekilde, insanlar arasındaki sınıfsal uçurum devasa ölçüde büyüdü.

Bu süreç istisnasız tüm kapitalist ülkelerde, virüsün yayılmasını kontrol etme adı altında sermaye sınıfının ipleri eline daha fazla almasıyla sonuçlandı. Büyük şirketler için yapılan milyarlarca dolarlık kurtarma operasyonları güya amaçlandığı gibi çalışanların kapı dışarı edilmelerini hiç mi hiç engellemedi. Henüz pandemi sonlanmamış olsa da, gelecek aylarda önümüzü biraz daha görebilir olduğumuzda da bu sonuç değişmeyecek. 

Partilerin pandeminin itkisiyle tutumlarında dikkate değer bir değişikliğe gittiklerini söylemek zor. Ortaya çıkan kriz, aşamacıların ve devrimci partilerin verili çizgilerini bir veya öbür yönde değiştirecek bir sarsıntıyı tetiklemedi.

Bu anlamda en önemli referans metni, bu yıl Kore’nin başkenti Pyongyang’da yapılması planlanan ve askıya alınan 21. SolidNet Toplantısına sunulan yazılı katkıların oluşturduğu derleme olacaktır. Önümüzdeki günlerde çıkacak bu derlemeye ilgililerin göz atmasını öneririm.

Şimdi bazı ana tartışma başlıklarına bakalım.

Temel haklar için mücadele

Pandemi her şeyden önce insan sağlığı ve yaşamı ile ilgili bir durum. Komünistler, pandemi süreci boyunca öncelikle, toplumun belli bir bölümünün “ölebilir nüfus” olarak ihmal edilmesine karşı, yaşamı, yaşamdan yana olmayı, yaşatmayı savundular. Temel haklar için mücadelenin merkezinde yaşam hakkı durdu.

Sağlık, bireyin ve toplumun bütünsel iyilik hali gibi soyut ve zengin bir anlama karşılık geliyor. Buna rağmen sağlığın kapitalizmin sürekli genişleyen piyasası içine muayene, bakım, ilaç gibi kalemlerde somutlanmış hallerde meta olarak dahil olması, sağlık hakkı açısından ortaya çıkan sonucu en çok etkileyen durum. İşte bu nedenle, geçtiğimiz aylar boyunca komünist partilerin pandemiyi konu eden açıklamalarında değişmez olan nokta sağlıkla ilgili her şeyin ve elbette sağlık kurumlarının kamulaştırılmasına dönük çağrılar oldu. Bir başka deyişle sağlığın piyasada alınır satılır bir mal olmasının durdurulması, kullanım değerine iliştirilmiş değişim değerinin tasfiyesi talep edildi. 

Birçok komünist parti özelleştirilen sağlık kurumlarının acilen kamulaştırılmasını, malzeme ve kaynak eksikliklerinin giderilmesini, hastane ve yatak sayılarının artırılmasını, herkes için ücretsiz sağlık hizmeti sunulmasını ve benzerlerini içeren talepleri sıkça gündeme getirdi. Burada, “ne kadar test yapılmalı” sorusu vurgulanmaya değer. Çünkü bu düzende testler de bir meta ve “sürü bağışıklığı” gibi esasen piyasanın kesintisiz hareketine hizmet eden tehlikeli öneriler zaman zaman bazı bilim insanlarınca da dile getirildi. KP’lerin özellikle sağlıkçılar için olacak şekilde tüm topluma daha fazla test yapılması konusunda tereddüt taşımadığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Siyasi taleplere ek olarak, birçok parti sınıfın kendi içindeki dayanışmasına pratik katkılarda bulunmayı, ihtiyacı bulunanlara maske, malzeme hatta gıda yardımları iletmeyi görev bildi. Komünistler bu tür faaliyetleri göstere göstere yapmadığından, bildiklerimiz, doğrudan duyduklarımız kadar. Ama gerçekte çok daha fazlasının örgütlendiğine inanabiliriz. 

Özellikle yaşlılara, ama aynı zamanda çeşitli sebeplerle düşkünlükleri olanlara karşı ayrımcılık, sınıf siyaseti yapanların karşısına alması gereken ciddi bir problem olarak kendini gösterdi. Bu tür kriz dönemlerinde stereotipleştirme, öcüleştirme, toplumun belli unsurlarının suçlanması, dışlanması ve adeta büyüsel bir şekilde böyle yapılınca tehlikenin uzaklaştırılacağına inanılması; 21. yüzyılda insanlığın çoktan geride bırakmış olması gereken ama kahrolası kapitalizmin düşünce dünyamızda bıraktığı tortulardan biri. Yaşlılara yönelik ayrımcılığın aslında toplumun kendini koruyamayanlarına yönelik ayrımcılığın bir projeksiyonu olduğu mutlaka görülmeli. Bunun faşizan ideolojilerin değirmenine su taşıdığı bilinmeli. Bu anlamıyla pandemi döneminde ortaya çıkan “yaşlıları eve kapatın”cılığın ırkçılıktan, yabancı düşmanlığından, kadın düşmanlığından bir farkı yok. Pekâlâ yaşlıların, çocukların, gebe kadınların ve virüsten daha fazla etkilenme ihtimali bulunan herkesin korunabildiği önlemler alınabilirdi. Sermaye birikmeye devam edebilsin diye büyükanneler, dedeler, emekli emekçiler ölüme itelendiler. Buna basitçe cinayet de diyemeyiz; nitekim İspanya İşçileri Komünist Partisi’nin nitelemesiyle bakımevinde kalan yaşlılar üzerinde uygulanan, soykırım suçuna eşdeğerdir. Öyleyse bu suçu gelecekte yargılayacak mahkemeleri olmalı sosyalizmin. 

Gerçekleri talep etmek de temel haklardan biri sayılabilir. Zira pandemi boyunca sayılarla oynamak sağın kullandığı taktiklerden birisi olageldi. Türkiye’de vaka ve hasta sayıları üzerinden yaratılan muamma özel bir örnek. Ama genel olarak da ölüm oranları, vaka sayıları, toplumun ne kadarının bağışıklık kazandığına dair bilgilerin halktan saklanıyor olması gibi bir problemden söz edebiliriz. Büyük işyerleri ve fabrikaların bir tedbir getirilmesini önlemek adına vaka sayılarını bildirmemesi, işçileri çalışmaya zorlaması da gerçek bilginin halktan gizlenmesine yol açıyor, yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da geçerli bu. Sayılar başka türlü siyasi manipülasyon amaçlarıyla da kullanılıyor. Örneğin şu anda sağcıların muhalefette olduğunu söyleyebileceğimiz Arjantin’de Kirschner hükümetini kötülemek için bazı yorumcular tarafından ülkenin tüm dünyada 25. sırada olduğu ölüm sayısı yerine 10. sırada olduğu vaka sayısı kullanılıyor. 

Anaokulundan üniversiteye ücretsiz ve güvenli, sağlıklı eğitim talebi, işyerleri ve tüm kamusal alanlar için gerekli önlemlerin alınması sıkça yinelenen ihtiyaçlar olageldi. Ancak görece az yer verilen bir başlığın pandemiyle birlikte sırtlarındaki emek gücünün yeniden üretim yükü bir kat daha artan kadın emekçiler olduğunu not edelim. Karantina evde geçirilen süreyi artırdığı gibi, çocukların ve yaşlıların bakımı, artan düzeyde temizlik ve hijyen önlemlerinin alınması gibi birçok sorumluluğu kadınların omzuna bıraktı. Ayrıca pandemi ile doğrudan mücadele görevini üstlenenler arasında da kadınların oranı diğer işkollarına göre yüksek. Bu konu belki her zamankinden daha fazla önemsenmeyi hak ediyor.

Sermayenin saldırılarına karşı KP’ler

Pandemi birkaç nedenle sermaye sınıfına arayıp da bulamadığını verdi. Birincisi, şöyle sıralayabileceğimiz birtakım kitlesel duyguları tetikledi: Panik, korku, ne yapacağını bilememe, kafa karışıklığı, boş bulunma… Dolayısıyla, direnmek için gerekli olacak tüm zihinsel yakıtın başka yere harcandığı bir anda, yıllar öncesinden tasarlandığı ortaya çıkan katmerlenmiş sömürü biçimleri devreye sokuldu. İnsanların en köklü ve en primitif duyguları, yok olmak, sevdiklerini kaybetmek gibi en varoluşsal kaygıları ağır basarken, avının zayıf bir anını yakalamış bir akbaba gibi hücuma kalktı asalak sermaye sınıfı.

İkincisi, ortada öyle somut bir etken var ki, kötü giden ne varsa suçu üzerine atabilirsiniz. Taçlı bir virüs geldi ve kapitalizmin istikrarını bozdu. Bunu aşağıda daha ayrıntılı ele alacağım.

Sermaye sınıfının saldırısı devletler eliyle hem yeni çalışma biçimleri üzerinden, hem de örgütlenme hakkının kısıtlanması üzerinden yapılan müdahalelerle gerçekleştirildi. Örgütlenme hakkına yapılan saldırıları da iki alt boyuta ayırabiliriz. Bir tanesi doğrudan ifade ve eylem özgürlüğü denebilecek alana yönelik, diğeri ise sendikal haklara dair kısıtlamalar. 

Her ikisi için de, yurttaşları hem soğukkanlılığa ve akla davet etmek, hem bu müdahalelere karşı tepkiyi örgütlemek görevi işçi sınıfının öncülerine düşerdi.

Örneğin, KP’ler ve ilişkili sınıf örgütleri evden çalışmanın bir lütuf değil, uzun vadede kalıcı olacak bir bela olduğunu ve kabul edilmemesi gerektiğini dile getirdi. Uzaktan çalışma, aynı ya da daha düşük ücretlere karşı toplam çalışma sürelerinin uzadığı ve bu nedenle sömürü oranını tartışmasız artıran bir model. Ayrıca üretken özne olma konumundan giderek uzaklaşılan ve angaryanın çoğaldığı da bir biçim. Ne yazık ki bu konuya ciddi ciddi sıcak bakan ve büyük bir yanılgıya kapılan (örneğin bu sayede çevrenin daha az kirleneceği iddiası üzerinden olumlayan) birtakım Marksistlere de rast gelinebiliyor.1 Oysa çalışma biçimlerinin değişmesi, kapitalizmin özündeki temel sorunu, emekçi sınıfların bir bütün olarak içinde bulunduğu yabancılaşmayı ortadan kaldırmıyor. Hatta aksine, işyerinden ve oradaki birliktelikten uzakta olmak yabancılaşmayı pekiştiriyor.

Komünistler, ABD’de ya da seçim öncesi aylarda Bolivya’da, Şili’de örneklerini gördüğümüz polisle halkın karşı karşıya geldiği sokak çatışmalarında uygulanan saldırıların karşısında durdu. Yine Avrupa Birliği ülkelerinde getirilen toplantı-gösteri kısıtlamaları, grev hakkının askıya alınması gibi örneklerde karşı çıkışı örgütlemeye çalıştılar. Ne kadar başarılı olacaklarını zaman gösterecek. 

Örgütlenme hakkına karşı saldırılara dikkat çekici bir örnek olarak, Bolsonaro iktidarındaki Brezilya’da, bazı Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi komünizmi çağrıştıran sembollerin ve orak-çekicin nefret sembolü olarak addedilmesi ve yasaklanmasına dair düşüncelerin ortaya atılması verilebilir.2 Avrupa merkezli Sovyet sosyalizmi düşmanlığının Brezilya’ya taşınmış olması ilk başta şaşırtıcı gelse de, bu ülkenin dünyanın neredeyse en çürük pandemi karnesini çıkaran ülke olduğunu düşünüldüğünde meseleyi anlamak kolaylaşıyor. Ayrıca sermaye devletinin eli sıkıştıkça sertleşmesi yeni değil. Öte yandan burada yalnızca bir demokrasi sorunu görmek, merkezinde İşçi Partisi’nin durduğu sol bloğun durumu açısından ciddi bir talihsizlik. Tam da komünizme içkin değerlerin propagandasının halk nezdinde en çok tutabileceği bir dönemde, ters istikamette bir yorumlama. Burada esasen kapitalizmin kendini kriz karşısında yeniden konsolide etmesi sorunu var; iktidardaki çaplı - çapsız figürler aracılığıyla karşısında teorik olarak en güçlü, ideolojik olarak en sağlam alternatife saldırması bundan. Sonuç olarak, başta da söylediğim gibi, pandemi komünist hareketteki belli başlı partilerin pozisyonlarını değiştirmedi. Şu söylenebilir, bazı partiler bu pozisyonların uç noktalarına doğru bir salınım gösterdi. 

Özetle pandemi yönetenlerin istediği gibi yönetmekte zorlandığı, yönetilenlerin de artık eskisi gibi yönetilmek istemediği bir durumu tetiklemiş olabilir; ama kapitalist devletler böyle bir durumun nihai sonucuna ulaşmaması için gerekli önlemleri almakta gecikmiyor. Hatta pandeminin kontrol altına alınması için gerekli önlemler, işçi sınıfının hareketliliğinin kontrol altına alınması için gerekli önlemlerden sonra geliyor. Çünkü en büyük tehlikenin, belki kârların yükselişinin anlık olarak durmasından da büyük tehlikenin, halkta gelişen öfkenin daha ciddi ve örgütlü bir karşı çıkışa dönüşmesi, yani burjuva iktidarının sarsılması olduğunun farkındalar. Emek rejimini düzenlemek için acilen geçirilen kanunları bir de bu yönüyle, yani baskıyla ilişkileri üzerinden okumak gerekiyor. Ve bu siyasi okuma eksik kalınca, pandemiden çıkarılan en büyük ders “gelir adaletsizliği ortadan kalkmalı” ya da “sağlık sistemleri kamulaştırılmalı” kadar oluyor. Bu ayrım noktası, uluslararası komünist hareketi de belirliyor; ortada tüm gücüyle karşı sınıfa yüklenen ve düzen değişikliğini talep eden işçi sınıfı partileri olduğu kadar; sermaye sınıfının demokratik unsurları ile şu anki acil durumu toparlamak adına el ele verenler de var. Elbette ilk kategoridekiler için söylediğim o “tüm güç”ün ne kadar olduğu olayların seyrinde en kritik değişkenlerden biri.

Bireysel sorumluluk meselesi ve reformizm tuzağı

Az önce belirttiğim gibi KP’lerin ideolojik planda en büyük mücadelesi, meselenin COVID-19’un kendisi değil, kapitalist dünya düzeninin pandemiyi kaldırmaktaki zayıflığı olduğuna emekçilerin dikkatlerini çekebilmek oldu denebilir. Zira “artık dünya eskisi gibi olmayacak”, “toplumlar içine kapanacak”, “küreselleşmeye karşı ulus devletler yeniden önem kazanacak” türünden argümanların bağlandığı değişken hep bağlamından kopuk olarak COVID-19 pandemisi. Komünist partilerinin yayınlarında çeşitli biçimlerde yer alan “Bizi boğan maske veya oksijensizlik değil, kapitalizmdir” türünden sloganlar tam da bunu anlatmak için türetildi. Çünkü insanlığın bugünkü bilgi ve teknoloji birikiminde baş edilemeyen pandemi, deprem ya da sel olaylarının kendisi değil; tüm bunların bir yağma ekonomisi bağlamında gerçekleşiyor olması. Hayatın olağan akışının oldukça dışında gelişen pandemi gibi ekstrem bir durumu normalleştirmek gibi bir şey değil burada kast ettiğim. Japonya gibi bir yerde bile, KP’nin yayınında “sağlık hizmetlerinin ilk kez çöküşüne şahit olduk” diye yazılıyorsa ortada hiç de olağan olmayan bir durum var demektir. Gerçi hayatın akışı da yılda birkaç bin işçinin, birkaç bin kadının, birkaç bin mültecinin yok yere öldüğü türden bir olağanlık arz ediyordu, o ayrı. Fakat her şeyi COVID-19 pandemisine yüklemek hem bilimsel değil, hem pandemi ortadan kalkınca rahatlık geri dönecekmiş gibi sahte bir algı yaratıyor. En kötüsü de kapitalizmin aklanmasına yarıyor. Özetle, pandemi bugünün krizini şiddetlendirse ve ciddi ekonomik küçülmeleri birkaç aya sıkıştıracak kadar hızlandırsa da, ortaya çıkaran o değil. Pandeminin sonlanmasına ise virüsün öldürücülüğü, bilinmezliği değil bizzat kapitalizmin kendisi engel oluyor. Bu ikisi, komünist partilerin karşı durması gereken iki çok yaygın argümandı, böyle de yapıldı.

Liberal ideolojilerin yarattığı tahribatı, pandemiye karşı insanlığın ortak mücadelesinde bir kez daha hissettik. Bu tahribatın bir boyutu da, hükümetler tarafından sıkça kullanılan bireysel sorumluluk meselesiydi. İyi zamanlarda bireysel girişimciliği kutsayan yaklaşımın pandemi esnasındaki izdüşümü virüsten kendini korumakta en önemlisinin bireysel sorumluluklar olduğu vaazı idi. Haliyle bunun da uzantısı, altta kalanın canı çıksın olacaktı. Ve devletlerin sorumsuzluğu sonucu yaşanan kitlesel can kayıplarıyla birlikte bu metafor gerçek oldu. Tahribatın nereye vardığını Türkiye’de ortaya çıkan sakil görüntü gayet net ifade ediyor. Bir yanda maske-mesafe-temizlik nakaratını günde onlarca defa tekrarlayan kamu spotları bir yanda IBAN gönderen devlet.3 Daha sofistike görünümlü olsa da özünde farksız uygulamaları başka devletler de tercih etti.4 Yapılması gerekenleri bireysel sorumluluğa indirgemenin sakıncaları bununla da sınırlı değil. Hastalığa yakalananlara “kendini koruyamadı” gözüyle bakılması, virüsü başkalarına bulaştırma ihtimalinin ahlaki bir tutum halini alması… Virüsün bulaştığı ve hastalığı belirtileriyle birlikte geçirenlere karşı “bağışıklığı zayıf, çürük” muamelesi yapılması. Bunların hepsi çağımızın gerici ahmaklığının kötücül yansımalarıdır.

Buna Mart ayı sonunda 80’in üzerinde komünist ve işçi partisinin imzaladığı ortak açıklamada da vurgu yapılmıştı, ve şöyle denmişti: “ ‘Bireysel sorumluluk’ devlet ve hükümetlerin sorumluluğunun üzerini örtmek için bir mazeret gibi kullanılamaz. Bugün gerekli tedbirleri almak, halkın ihtiyaçlarını ve sağlığını kapitalist kârlılık sunağında kurban eden tekel gruplarını destekleme politikasına karşı da mücadele etmeyi gerektirmektedir.”

Aynı açıklamada geçen bir başka talep kamulaştırmaydı. Bakacak olursanız İspanya gibi bazı ülkelerde özel hastanelerin kamulaştırılması örnekleri görüldü, İtalya’da Alitalia havayolu şirketi, Galler’de demiryolları kamulaştırıldı. Fakat ne tek başına sağlık hizmetlerinin kamulaştırılması sorunu çözmeye yeter, ne de sermaye devletinin sonradan yine özelleştirmek üzere kârlılığı azalan bazı işletmeleri geçici olarak kanatlarının altına alması. Zaten bu açıklamada da, başka açıklamalarda da kaynakların kamuya aktarılması derken kastedilen yalnızca mülkiyetin kamunun eline geçmesi değil. Bir bütün olarak kamuya ait olması gereken; sağlık, eğitim, güvenlik, toplu taşıma hizmetleri ve en sonunda iş yerleri, fabrikalar, plazalar, topraklar… Ve buna ek olarak tüm bu alanlardaki planlamanın ve bu işlerin/hizmetlerin/üretimin örgütlenmesinin de kamunun inisiyatifinde olması.

Kapitalizmin büyüyen çelişkilerin yadsınması artık kimse için mümkün değil; ama bu çelişkilerin kapitalizmin aşılmasıyla ancak çözülebileceğine dair görüş, inanç, teorik okuma, adına ne dersek diyelim, bunun yok sayılması hâlâ büyük çoğunluk için geçerli. Kralın çıplak olduğunu herkes görüyor; ama şu kralı başımızdan atalım demekte keramet. İşte pandemi döneminde sosyalist, komünist ya da genel olarak emekçi karakterli diyebileceğimiz partiler için en büyük siyasi tuzak, devrim fikrine öncülük etmek yerine, durumun aciliyeti karşısında panikleyip ortalamacı taleplerin arkasında hizalanma ihtimali oldu. Aslında bu ihtimal pandemiden önce de sinyallerini veriyordu. Bizzat sermaye sınıfı, geleceğini tehlikede gördüğü için çevreye daha duyarlı, daha az agresif, daha adaletli bir kapitalizm çağrısını yaparken, kendine birtakım paydaşlar arıyordu. Pandemi ile birlikte bu çağrı daha da merkezi bir yere yerleşmiş oldu. Aslında çöküşte olan kapitalizmi kurtarmak için pandemi gibi olağanüstü bir durumu kaldıraç olarak kullanmaya çalışıyorlar bile denebilir. Sermayenin çağrısını duyup yetişen sosyal demokrasi asgari gelir yardımı, zenginlerin yüksek oranlardan vergilendirilmesi ya da Avrupa Birliği ve Avrupa Merkez Bankası’nın merkezinde durduğu bir kalkınma planı gibi artı değerin oluşum mekanizmasına dokunmayan ama daha adaletli bir bölüşüme dönük uygulamaları yaygın bir şekilde dillendirmeye başladı. Latin Amerika’nın büyük partileri, Arjantin’de iktidarda bulunan Kirchner’in partisi veya Lula’nın İşçi Partisi gibi Sao Paulo Forumu bileşenlerinin de ekonomik ve toplumsal krize dönük çözüm setinin başında bu tür öneriler geliyor. Yine, İspanya’da iktidar ortağı olan İspanyol Komünist Partisi 2021 ekonomi programının benzer tedbirlere dayalı şekilde hazırlanmasını büyük bir başarı olarak gördüğünü ilan etti. 

Oysa devletin piyasaya daha fazla müdahale etmesini sağlayacak birtakım düzenlemeler, bu aygıtın sınıf karakterini değiştirmiyor. Daha “sıkı” devletin burjuva dilinde sözlük anlamı ise belli: Bir yanda daha fazla kolluk kuvveti, ifade özgürlüğüne daha büyük baskılar, artmış milliyetçi/dinci hezeyanlar, diğer yanda emekçilerin sırtındaki borç kamburunun büyümesi ve daha fazla kemer sıkma. Tüm bunlara, örneğin askeri harcamalarda azalma değil artma eşlik edecek. Dolayısıyla bırakın sosyalizmin kurulmasını, aslında acil temel hakların karşılanmasına dahi hizmet etmeyecek paradokslarla dolu reformların savunuculuğu yapılmış oluyor.

Vietnam, Çin ve Küba

Pandemi Küba’nın turizmine, ticaretine ve üretimine, dolayısıyla tüm ekonomisine balta vurdu. Üstüne, Trump liderliğindeki ABD’nin adaya uyguladığı abluka sertleşti. Küba Komünist Partisi’nin gündeminde, pandeminin yönetilmesi olduğu kadar, 2016’daki son kongrede planlanan ekonomik değişikliklerin devreye sokulması vardı. Bu kapsamda ekonominin “canlandırılması” için özel dönemden bu yana devam eden bazı uygulamaların kaldırılması, ikili para sisteminin tekleştirilmesi, kamu çalışanlarının maaşlarının düzenlenmesi, dış ticarette özel inisiyatiflere yer verilmesi gibi birtakım somut dönüşümler geçtiğimiz aylarda başlatılmış oldu. Yiğit Günay’ın Gelenek’in bu sayısında yer alan yazısı, Küba KP’si öncülüğünde atılacak adımları olabildiğince açık anlatıyor. Bu şartlar altında tüm dünyanın şapka çıkardığı, komünistler için ise övünç kaynağı olan başarıların sahibi Küba, bunların arkasında yer alan kolektif emeğin ve çok çalışmanın kıymetini vurguladı. 

Vietnam, 2020 yılı boyunca koronavirüs ile mücadelede en başarılı performansı göstermiş ülke olmaya aday. Mart ve Temmuz’da yaşanan iki yükseliş dalgasına rağmen, birtakım ada ülkelerini bir kenara bırakacak olursak, 100 milyona yakın nüfusta bildirilen bin küsur vaka ve 35 ölüm ile, en düşük ölüm oranına sahip ülke sayılabilir. Bu sonuçta ülkenin salgınlar konusundaki geçmiş tecrübelerine dayanarak hızlı hareket edebilmesi; ama daha da önemlisi merkezi planlama sayesinde kaynakların hızlı ve odaklanmış bir şekilde sağlık seferberliğine aktarılabilmesi rol oynadı. Ülke gerçekliğini yansıtır şekilde kamu kuruluşlarınca ve ayrıca Vietnam’da bulunan bazı özel şirketlerce üretilen testler yaygın olarak ülke içinde kullanıldı ve ihraç edildi. Bu süre içinde uluslararası işbirliği çağrısında bulunmak, ayrımcılık ve dışlama gibi tehlikelerin altını çizmek gibi adımlar atan ve virüsün yayılması ile mücadelede ülkeye önderlik eden Vietnam Komünist Partisi’ne Vietnam halkının ve uluslararası sol kamuoyunun güveni artmış gözüküyor. Bunu tersinden şuradan da anlayabiliriz; Vietnam’ın bu başarısını içine sindirmekte zorlanan bazıları, “Tamam pandemide iyi bir sınav vermiş olabilirler ama görün bakın sonrası ne olacak” türünden şüphe dolu yorumlar yapmak zorunda kaldı.5 Tabi böylesi yorumlar örtülü bir antikomünizm de içermekte.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin ülkeden çıkıp dünyaya yayılan virüs pandemisini sınırlamaktaki, üstelik bu esnada ülkedeki üretimi sürdürmek ve beklenenin altında da olsa ekonomik büyüme kaydetmekteki başarısı da ciddiye alınmak zorunda. Bu başarının komünist harekette de Çin’in geliştirmek üzere çalışmalarını sürdürdüğü aşı modellerine övgü, her yere gönderdikleri maskeler için şükran, Xi Jinping’in açıkladığı üzere aşının bir kamusal çıktı olacağının müjde olarak karşılanması gibi somut yansımaları oldu. Gelecek yıl yüzüncü kuruluş yılını kutlayacak olan Çin Komünist Partisi’nin uluslararası alandaki saygınlığının ve bir ölçüde de otoritesinin arttığını ve artacağını görmek zor değil. Burada ince ayarı verecek olan, Orta-Latin Amerika’dan Hint Okyanusu’na ve Avrupa’ya kadar Çin Halk Cumhuriyeti’nin diğer ülke halklarıyla kurduğu (pandemi boyunca da avantajlı konumunu kullanarak ilerlettiği) ekonomik, siyasi ve ideolojik ilişkideki tavrı, emelleri ve eylemleri olacak. Tabi bir de Çin sınırları dahilindeki sınıf mücadelelerinin seyri… Çok daha ayrıntılı bir incelemeyi hak eden bu konuyu, başka bir yazının konusu olmak üzere burada bırakalım.

Sonuç yerine bir dilek

Komünist partiler açısından nesnelliğin birtakım faaliyetleri kısıtlamayı dayattığı özel bir dönemdi. Bir komünist parti için insan insana temasın zorunlu olarak azalması kadar engelleyici ne olabilir? Neyse ki sorunlar çözümleriyle birlikte var. O nedenle, bu kısıtlamanın karşıtı olarak kardeş partiler arasında pratik alışverişin, beceri aktarımının ve dayanışmanın artışını görebildik. Uzaklar yakınlaştı, mesafeler kısaldı. Tarih bugünleri, komünist partilerin telekonferans yoluyla iletişim kurdukları günlerdi diye yazacak. 

Ölüm kayıtlarında COVID-19 yazsa da esasında kapitalizm nedeniyle hayatını kaybeden tüm yoldaşlarımız, dostlarımız rahat uyusun. İnsanlık bu badireyi geride bırakacak, kapitalizmi ise tarihe gömecek. Gelecek güzel günlerde, bir daha yıkılmamak üzere sosyalizmi kurarken onların anısından güç alacağız. 

Ekin Sönmez / SOL-Gelenek

  • 1.Örneğin 70’lerden beri İngiliz İşçi Partisi’nin sol kanadında yer alan bir yazarın böyle bir görüşü bulunuyor. http://insurgentscripts.org/the-good-the-bad-and-the-ugly-coronavirus-c…
  • 2.https://www.rt.com/news/499700-bolsonaro-hammer-sickle-jail/
  • 3.IBAN’ların açıklandığı gün CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın programına çıkan uzmanlar, ilgili kampanya hakkında, “Kriz durumlarında insanların iyilik yapma, yardım etme isteğini karşılanmış oluyor, böylece kontrolde hissetmiş olacaklar”, “Böyle dönemlerde hepimizin görev alması lazım, bu bize iyi gelecek” diye övgüyle bahsetmişti. Güya bilimi kullanarak halkın manipüle edilmeye çalıştığı bu örnekte başkasının yerine utanmak duygusunu fazlasıyla yaşadım.
  • 4.Örneğin sorumluluğu Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlara atmak (her adımı doğru olmayabilir ve DSÖ de nihayetinde düzenden bağımsız bir örgüt değildir) ya da Çin’i işaret etmek de (farklı nedenler yanında) halkta gelişecek kapitalizm karşıtı tepkinin hedefini saptırmak amacını taşıyor.
  • 5.Asya-Pasifik bölgesi ile ilgili yayınlar yapan Japonya merkezli liberal site The Diplomat’ta çıkan yazı bunun tipik bir örneği. https://thediplomat.com/2020/08/vietnams-covid-19-success-is-a-double-e…

Rakı meselesi - Mehmet Bozkurt / SOL

 

'Bu coğrafyada içki hemen her dönem her kesimde tartışma konusu olmuştur. Oysa halkımız akla gelebilecek her türlü meyveden damıttığı içkiyi içmektedir.'

Olanı biteni izlemeğe çalışıyorum bana öyle geliyor ki kaçak ile sahte arasındaki fark bilinmiyor. Dilin kullanımındaki savrukluk olmalı, her ikisi de aynı anlama gelmek üzere uluorta kullanılıyor: 

Kaçak rakıdan şu kadar kişi öldü ya da sahte rakıdan ölenlerin sayısı bu kadara yükseldi. Kim bilir, özensizliğin nedeni belki de her ikisinin de aynı kapıya çıktığı inancıdır: 

Rakı işte canım sonuçta aynı zıkkım ha kaçak ha sahte ne fark eder, ikisi de öldürür.

Önce şu, her sahte içkinin kaçak içki olduğu doğrudur tamam ama her kaçak içki sahte değildir. Çok basit, sahte olan hile yoluyla sahi olana benzetilendir, içeni öldürür ya da en iyimser sonuçla süründürür. Kaçak içki ise bu anlamda masum olduğu gibi fiyat bakımından da gayet gönül çelendir.      

Bu topraklarda özellikle kırsal kesimde yüzlerce yıldır devlet tarafından belirlenen resmi çerçevenin dışında üretildiği için adı kaçağa çıkan üzüm, erik,incir gibi meyvelerden damıtılmak suretiyle yapılan “boğma rakı”, hani anladığımdan değil de anlatılanlara göre çoğunluk damak çatlatacak seviyede olduğu yönündedir.  

Şimdi bu üretim faaliyetinin başka türlüsünün çok daha basit şekliyle yüksek dereceli hazır alkolün, etil diyoruz; anason yağı, gliserin gibi ufak tefek katkılarla suyla buluşturulup içkiye dönüştürülmesi şeklinde apartman dairelerine taşındığı bilinmektedir. 

Artık mutfaklar imalathanedir. Ya da kimya laboratuvarı. Pipetler, ölçüm aletleri, enjektörler, cam şişeler… Apartman dairelerinin nispeten dar mutfaklarında yapılan üretim faaliyetini, her daireye bir bekçi hesabıyla durduramayacağını gören ve her aşamada ahaliye ne yapsam da hayatı zehir etsem diye kafa yoran hükümetimiz, bu defa yüksek dereceli alkolü, buna “etil” dendiğine işaret etmiştim, vergi artırımı marifetiyle erişilmesi zor bir mertebeye getirince, “krizi fırsata çevirmek”, soygun düzeninin bir ucundan tırtıklamak isteyen bir takım zevat etil olanı “metil” olanla karıştırıp piyasaya sürmeye başlamıştır. Yüzey temizleyicidir. Ucuzdur. Seri katildir.

Bu yazıyı yazarken haberlere göre ölü sayısı yüz seviyesine yaklaşmıştır. Bu sayı resmi açıklamalara göre Eylül sonlarında başlayıp Kasım başlarında sonlanan Ermenistan-Azerbaycan savaşında Azerbaycan tarafının doksan üçü bulan sivil kaybından fazladır.  

Alkol ve alkolizmle mücadele bütün ülkelerde yapılmaktadır. Yapılmalıdır ve tartışılması bile gereksizdir. Alkol erişimine yaş sınırlaması getirilmesi ve bununla ilgili yol yordam geliştirilmesi gayet doğrudur. Erişimi zorlaştırmak için farklı vergi uygulamalarına başvurulması ve buna bağlı olarak biçilen yüksek fiyatlar da bir mücadele yöntemi olabilir ancak burada ölçü kaçırıldığında bu defa içenlerin daha ucuz olana yönelmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Nitekim olan budur. Ölümlerle ilgili yapılan resmi açıklamalarda failin kimliği “metil” olarak ilan ediliyor olsa da metilin yalınızca tetikçi olduğu anlaşılmaktadır. Onu suça yönlendiren ise bitmez tükenmez kaprisiyle talebini ha bire yükselten, üstelik herhangi bir şekilde gelir getirici bir faaliyetin sonucu olarak değil, tamamen tüketicinin sırtına bindirilmek üzere “özel” bir tasarımla piyasaya salınmış olan vergidir. Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) namıyla bilinmektedir.

Güzel. Peki alkollü içeceklere uygulanan diğer vergi kalemleriyle birlikte 70’lik bir rakının üzerine bindirilen yüzde 82,50 lik insafsız vergi oranı vergi kazancına mı yoksa vergi zayiine mi neden olmaktadır hiç merak ettiniz mi?

Ben ettim ve sevgili Google’ye sordum. Sayıştay’ın raporuna göre yasal yerli distile alkollü içki pazarının 2019 yılı sonu itibariyle yaklaşık yüzde 25 oranında daraldığı, 2018 yılında 50 milyon litre olan yurt içi alkollü içki üretiminin 2019 yılında 40 milyon seviyesinde gerçekleştiği ve sadece hani şu özel tasarımla salınan verginin, yani ÖTV kaybının en az 1 milyon 560 TL’ye ulaştığı saptanmış… 

Yani maksat vergi gelirlerinin arttırılması falan değil. Maksat galiba benim aklıma gelen olmalı: 

Yaşam tarzına  müdahale… 

Mesela şunun izahı nasıl yapılabilir, sahiden merakımdır. Tamam, salgın nedeniyle hafta sonu iki gün sokağa çıkma yasağını anladık da peki marketlerin, yeni icattır, içki reyonlarının kapatılması neyin nesi oluyor, işte buna bir mana veremedim. Ne olabilir ki? 

Acaba diyorum Bilim Kurulu virüsün hafta sonlarında içki şişeleri arasında gezinmek gibi şimdilik nedeni tam olarak bilinmeyen tuhaf bir alışkanlığa sahip olduğunu keşfetmiş olabilir mi?

Ya da Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın aile bölümü evlerde içki içilerek geçirilecek iki günün ciddi bazı ailevi sorunlar yaratabileceğini, sonuçta sığınma evlerinde birikecek kalabalıkların “bulaş” riskini arttırabileceğini bu nedenle hafta sonu içki yasağının isabetli olacağını tavsiye etmiş olabilir mi?

Olmadı. 

Bir de Tanrı’nın buyruğu var.  

Yani bir markette bütün reyonlar açıkken yalnızca içki reyonlarının kapatılmış olmasının nedeni bu üç şıkkın dışında başka ne olabilir ki?

Bu coğrafyada içki hemen her dönem her kesimde tartışma konusu olmuştur. Oysa halkımız çoğunluk üzümden, erikten, elmadan, akla gelebilecek her türlü meyveden damıttığı içkiyi kendisine “güzel bir rızık” verdiği için Tanrı’sına teşekkür ederek içmiş, halâ de içmektedir. 

Bakar mısınız, elbette işitip itaat eden için şundan güzel şundan yarayışlı tebliğ ne olabilir:  

Nahl Suresi 67’inci ayetidir:

"Hurma üzüm gibi meyvelerden sarhoş edici bir içecek ve güzel bir rızık elde edersiniz. İşte bunda, aklını işleten bir topluluk için kesin bir mucize vardır…"

Sorunsuz tasasız yaşam sürerken ah o elli okçu!

İşi bozan o elli okçunun işgüzarlığı olmuştur ve İslâm dünyası yuvarlak hesap  bin 400 yıldır bu elli okçunun günahını çekmektedir.

Uhud Savaşı…

Müslümanlarla Mekkeli Müşrikler arasında 625 yılında Uhud Dağı eteklerinde yapılan savaştır. Daha önce Bedir Savaşı’nda fena halde yenilgiye uğrayan Müşrikler hem intikam almak, hem de Müslümanların daha fazla güçlenmelerinin önünü almak için güçlü bir orduyla Uhud önlerine gelmişler ve bizzat Peygamberin komutasındaki Müslüman ordusuyla savaşa tutuşmuşlardır. Zorlu bir savaşın sonunda Müslümanlar sayılarının azlığına rağmen düşman ordusunu dağıtmışlarsa da Peygamberin ikinci bir emre kadar yerlerinden ayrılmamalarını tembihlediği elli okçunun ganimet için mevzilerini terk etmeleri üzerine toparlanan Müşrikler son bir gayretle savaşı kazanmışlardır. Sonrasında yenilginin nedeniyle ilgili yapılan soruşturmada mevzideki elli okçunun bir gece önce sabaha kadar içki içip, zil zurna sarhoş vaziyette savaşa katıldıkları anlaşılmıştır.

İslami yaşam 15 yıl boyunca içkiyle sorun yaşamadan, namaza sarhoş yaklaşmayın ne dediğinizi bilemeyecek kadar içmeyin türünden bazı uyarılarla iyi kötü sürüp giderken, Uhud Savaşı’nın yenilgisinin faturası o elli okçu nedeniyle bütün Müslümanlara kesilince radikal değişimin kapısı açılmıştır:

"Ey iman enler içki, kumar,dikili taşlar ve fal okları ancak şeytan işi pisliktir. Onlardan kaçının kurtuluşa eresiniz."

Bu Maide Suresi 90’ıncı ayettir.

Tekraren söylüyorum, fikrime göre Müslümanların içkiyle olan düzeyli denebilecek ilişkisini bozan bu elli okçu olmuştur. Bunu genelleştirilmesinin nedenini şüphesiz ki yalnızca Tanrı bilir.

Yine fikrime göre marketlerdeki içki raflarına çaprazlama çekilen bantların nedeni budur. Allah’ın bu türden ayrıntılarla uğraşmayacağını bilmekle beraber aklıma başkaca bir şey gelmemektedir. Vesselam.

Mehmet Bozkurt / SOL

12 Aralık 2020 Cumartesi

Siyah pastel boya ile çizilmiş o resim çok şey anlatıyor - ERK ACARER / BİRGÜN


 Babasının istismarına maruz bırakıldığı iddia edilen 11 yaşındaki A.K.’nin, kamuoyuna yansıyan videodaki çığlıkları vicdanları yaraladı. Ancak görüntülerin devamı da var. Annesi ile Maraş’ta yaşarken, velayeti Adana’da idari hâkim olan babaya verilen ve polisler tarafından ‘bir mal gibi’ el konulmaya çalışılan A.K. yalvarıyor:

‘KENDİMİ AŞAĞI ATARIM’

“Ne olur bırakın, yoksa kendim balkondan aşağı atarım!” Bir başka videoda ise “Bana aynı şeyleri yapacak” diyor. Kara bir resim! İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı tarafından 5 doktor imzası olan raporun içinde yer alıyor. Rapor ‘İstismar var’ diyor. A.K.’den istismara uğradığını söylediği Maraş’taki yaşamını çizmesi isteniyor.

BABAYA YUMRUK ATTIĞINI RESMETMİŞ

A.K. siyah bir pastel boya istiyor, kapkara duvarları olan bir ev çiziyor. A.K.’nin annesi, Doktor Aynur Ergezgin’den ayrılan baba yeniden evlenmiş. A.K. o kara evin içinde kendini resmedip baba, yeni eşi ve ondan olan çocuklarını dışarda tutuyor. Aynı resimde baba yerde yatıyor. A.K. ona yumruk attığını söylüyor. Bu yüzden böyle çizmiş.

A.K.’nin çok sert şekilde anlattığı olay, henüz 6 yaşında Maraş’ın Armutlu ilçesinde gerçekleşiyor ve sistematik olarak sürüyor. Baba onu ölümle de tehdit ediyor. Öncesi de var. Annenin anlatımları çarpıcı: “Bebekken dudaklarını tahriş edene kadar ‘somuruyor’du.” Maraş dar bir çevre, boşanmak ayıp. Anne bir başına savaşıyor.

‘ÇOCUĞUNUZ HİÇ İYİ ŞEYLER ANLATMIYOR!’

Fakat çocuk olanları okulda rehberlik biriminde ve sonrasında sevk edildiği Maraş Çocuk İzlem Merkezi’nde anlatıyor. Hekim, anneye aktarıyor: “Çocuğunuz hiç iyi şeylerden söz etmiyor!” Anne Ergezgin böylece boşanma kararı alıyor. Ancak bu karara etken olan bir durum daha var. Ergezgin sürdürüyor:

‘BAŞKA ÇOCUKLAR DA VAR’

“Eski eşim Ş.K.’nin yaşı küçük olan kız çocuklarını da istismar ettiğine tanık oldum. Birinde ‘Ne yapıyorsun sen?’ diye sordum. ‘Çocuğu seviyordum’ diyerek karşılık verdi. ‘Böyle sevgi olmaz’ dedim, çocuğa hemen ailesinin yanına gitmesini söyledim. Bir başka kız çocuğuyla ise bana fotoğrafını çektirmek istedi. O sırada çocuğu istismara maruz bırakıyordu.”

BABADAN SAVUNMA: AKIL SAĞLIĞI BOZUK

A.K’nin, biri okul rehberlik birimine, diğerleri devlet kurumlarına ait 6 istismar raporundan birindeki görüşmeye yansıyan ifadeleri de yine ‘sevgi’ konusu ile ilgili. Çocuk da “Böyle sevgi olur mu?” diye soruyor. Bu raporların hepsi Maraş’ta yürütülen soruşturma dosyasında. Baba, anneyi akıl sağlığının bozuk olması ile suçluyor.

ANNE ERGEZGİN: AKLIM BAŞIMDA

Tarafımıza mail yolu ile gönderdiği açıklamada, “Ben tecavüzcü, hâkim baba değilim, çocuğu benden soğutmak için iftira atıyorlar” ifadelerini kullandı. Anne, Ergezgin’in ilaç kullandığına dair raporları delil olarak sundu. Anne, yaşadığı travmalar nedeni ile ilaç kullandığını belirtiyor. Fakat halen Maraş’ta aile hekimi olarak çalışıyor.

Ş.K. birden çok defa, eski eşi için ‘akıl sağlığından yoksun’ raporu aldırmaya çalışsa da başarılı olamıyor. Ergezgin, “Hayatımızı kâbusa çevirdi. Hasta bakarken polisler gelip alıyor, akıl sağlığı muayenesine götürüyor ama bir sonuç çıkmıyor, çünkü benim aklım başımda’ diyor. Anne adli tıp raporları için Ş.K’ye tazminat da ödemiş.

“ÇOCUK BU KURGUYU YAPAMAZ”

Bir anne, ‘koşullar ne olursa olsun’ çocuğunun geleceğini karartmaya yönelik buna benzer adımlar atabilir mi? Dahası, çocuk masumdur yetişkinlere ilişkin bilgilerden yoksundur. Hiçbir şeyi yaşamadan ‘korkunç ayrıntılar’ ile kurgulayamaz, her seferinde bütünlüğü bozmadan anlatamaz. Raporlarda da buna dikkat çekiliyor.

Ancak başka ayrıntılar da var. A.K. annesi ile babası ayrıldıktan sonra da evli olan babasının yanına gidiyor. Babanın yeni eşi S.K, A.K’nin o evde kaldığı süre içerisinde Facebook hesabından, çocuk istismarına ilişkin bilgiler paylaşıyor. Bu da savcılık dosyasında mevcut.

TARİKAT ÜYESİ İDDİASI

Babanın Süleymancı olduğu ve yargıda örgütlenen Hakyol İslam Grubu’nda çalıştığı edindiğimiz bilgiler arasında. Ankara ve Adana’dan uzaklaştırma karaları var. Ancak ikisini de bozdurmuş. Maraş Hâkimliği ise ısrarla uzaklaştırma vermiyor. Bilakis dün itibari ile Adana Aile Mahkemesi, anneye çocuğuna ilişkin 1 aylık tedbir kararı koydu.

Velayeti babaya Antep’teki hâkimler bu yıl verdi. Anne Ergezgin’in, Ankara’da bile görüşmeleri oluyor. Sonucunu anlatıyor: “Adalet Bakanı yardımcıları ile görüştüm. Bakan yardımcısına istismar evraklarını, uzaklaştırma kararını ve velayetinin babaya verildiğini gösterdim. Adalet Bakanı Yardımcısı bana, ‘Gönder ölmez, bir şey olmaz’ dedi.”

Adalet Bakanlığı’na “Bu korkunç iddia doğru mu?” diye soralım. 

Bir soruyu da Maraş AKP Milletvekili Habibe Öçal’a yöneltelim. “Neden annenin yaşadığını iddia ettiği bu kâbusa rağmen medyaya çıkmasına engel olmak istediniz? 

Niye çocuğun anneden de alınıp Çocuk Esirgeme Kurumu’na verilmesini öneriyorsunuz?” 

Çocuk anne ile kalmak istiyor ve babayı görmek istemiyor!

Erk Acarer / BİRGÜN

Kamulaştırmak: Beşli çete ve ötesi - Aydemir Güler / SOL

 Sermaye kamulaştırma fikrine kesseniz açık onay vermez. En ahlaksızı bile ailedendir çünkü. Ama bazen düzen sürsün diye vezir feda edilir. CHP işte o noktanın gelmesini bekliyor.

Bir kapitalist ülkede, kapitalizmle herhangi bir sorunu olmayan, bu anlamda düzenin has partilerinden birinin kamulaştırmadan söz etmesi önemlidir. Hele bu öylesine söylenmiş değilse…

Eylül ayında CHP’de gayet önemli bir pozisyonu, genel sekreterliği işgal eden Selin Sayek Böke, liberalliği falan bir kenara bırakmış ve “müzakere falan yok” demişti; CHP “beş şirket” hakkında kamulaştırma yoluna gidecekti… 

Cengiz, Limak, Kolin, Kalyon veya MNG patronları hep bir ağızdan küfretselerdi de bir önemi olmazdı, ama TÜSİAD’ın alınganlığı başkadır. Simone Kaslowski başında bulunduğu derneğin ülkenin bütün sermaye sınıfı karşısında sorumluluk taşıdığının bilincindeydi: “Herhangi bir özel şirketin mülkiyet haklarını çiğneyecek bir şekilde kamulaştırılması asla söz konusu” olmamalıydı!

Bugün beşliye, yarın sana bana… TÜSİAD başkanının söylemediği budur. Kapitalizm tam da budur ve mülkiyete el uzatmak ayakların baş olabileceği yönünde bir rüyayı beslerse… olmaz!

Üç ay geçti ve artık öylesine söylenmiş bir sözle karşı karşıya olmadığımızı biliyoruz. Kılıçdaroğlu birkaç gün önce, işin içine Allah’ı da karıştırması dışında genel sekreterinkinden farksız konuştu: “Allah'ın izniyle iktidarda olacağız, bu soygun düzenine son vereceğiz, 5'li çetenin, bizim torunlarımızı dahi sömürecek olan bütün bu yatırımları kamulaştıracağız ve alacağız."  

Şimdi top Kaslowski’lerin sahasındadır. Türkiye’nin geleneksel büyük sermayesinin daha dönemsel karakterli “yandaş” hizbini, yani şımarık kardeşlerini satıp satmayacağını göreceğiz. TÜSİAD’cılar topa hamle yapmazlarsa satış yolu açık demektir. Kaslowski, geçen sefer oyuna dalarak manevra imkanlarını biraz daraltmış oldu. Artık duymazdan gelmek, kulağının üstüne yatmak gibi tutumlar kayıtsızlık ve tarafsızlık anlamına gelmez. 

Biz de kayıtsız kalmayız. Kamulaştırma burjuvazi için nasıl korkunç bir lafsa, bizim için de kamulaştırmaya sınır koymak ikiyüzlülüğün daniskasıdır. Devletleştirme karşılıksız ve sınırsız yapılmalıdır. İşçi sınıfının artı-değeriyle, kanıyla beslenen sermaye insanlığın sırtında yüktür. 

Beşli çetenin ormana köye, yola köprüye, kısaca memleketin her bir şeyine tasallut etmesi neo-liberalizmin islamo-faşizmle çakıştığı güncel durumu resmediyor. Ama resim kapitalizmin 21. yüzyıl halidir ve sermayenin diğer kesimleri olaydan “vicdani” bir rahatsızlık duyuyorlarsa, ahlaksızlık yeri göğü sardığından değil. Sermaye sınıfı, burjuva demokrasisini “yağmada fırsat eşitliği” olarak kavrar ve bu anlamda gerçekten demokrattır! Lakin ailenin musluklara yapışan en kokuşmuş üyeleri, işin cılkını çıkartmaktadırlar. 

Biz de kayıtsız değiliz demiştim… Hesap sormaya, çoğunlukla düzenin en sakil yanından başlamak gerekebilir; mümkün ve akılcı olan bu olabilir. Ancak o en sakil yan, kralın çıplak halinden başka bir şey değildir ve bu başlangıç noktasından yola devam edip kralı kovmak tek çıkıştır. Beşli çetenin saklamadığı, örtmediği pislikler, düzeni deşifre edip hesap sormanın başlangıç noktası olabilir. Sadece başlangıç! Devamı gelmezse, emin olun, ilk boşlukta musluğa başkaları yapışır. 

Bayan Sabancı’nın Beratçı kesildiği günler çok yakın, Koçların kurucu dedesinin Evrenci olduğu zamanlar biraz geride. Hepsi aynı sınıftandır. İşçi için karantina süresinin fabrikaların çarklarına göre tayin edilmesini isteyen ve isteği ikiletilmeyen Hisarcıklıoğlu da dahil, bu adı geçenler, aralarından daha çok beşli çıkartırlar! Kâr yolunda şımarmak burjuvazinin sınıf karakteristiğidir. 

Top büyük sermayenin sahasında. “Dokunmayın mülkiyetimize” diye çığlık atmazlarsa eğer, CHP’nin kamera sokulmayan mekanlarında gözler dolabilir, kutlamalar yapılır. Sessiz onay, vizenin işareti sayılır. Daha fazlası beklenmemelidir. Sermaye kamulaştırma fikrine kesseniz açık onay vermez. En ahlaksızı bile ailedendir çünkü. 

Ama bazen düzen sürsün diye vezir feda edilir. CHP işte o noktanın gelmesini bekliyor. Böke ve Kılıçdaroğlu’nun kamuculuğu böyle bir mesaj olarak okunmalıdır. 

Bana sorarsanız, bu mesajlaşma trafiğinde eksik bir şey var. 21. yüzyılda tarihinin en kanlı, en yağmacı, en ahlaksız haline kavuşan kapitalizm için baskıcılık, gericilik, yayılmacılık, milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik, faşistlik ve benzeri özellikler bir tercih konusu değil zorunluluktur. Sermaye vezir feda ederse, yalnızca bu zorunluluğu takip edebilmek için, güç tazelemek için bunu yapacaktır. 

O yüzden biz deriz ki, evet ama yetmez! Vezir düşmesini düzenin de düşebileceğine yorarız. Vezir düşerse yetinmeyiz. Yetinmenin güç tazelemiş gericiliğe yenilmek anlamına geleceğini biliriz. 

Devam ederiz…


Aydemir Güler / SOL

Kul değil, ‘küûl’ kültürü - Orhan Gökdemir / SOL

 

Başımıza gelecek felaketi hissetmiş olmalı, Eczacı Ali Haydar 1926'da yazmış, evde rakı yapımını anlatmış. Örgütlenip örgütlü gericiliğe karşı mücadeleye girişmezseniz hepinize lazım olacak yakında. 

1926’da Osmanlıca harflerle yayımlanan bu kitabın yazarı “Düyun-u Umumiye Dersaadet Müskirat Fen Başkontrolörü Eczacı Ali Haydar…” Cumhuriyetin ilk yıllarında bir evde rakı yapım kitabı basıma imkân bulmuş. 

Girişinde kitabın yazılmasından güdülen amaç şöyle tarif ediliyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nde rakı sanatının bütün vaziyetlerini ve fenni usulle ve ilkel araçlarla rakı üretimini herkesin anlayacağı bir şekilde anlatır bir kitaptır.”

“Fenni” usulle ama ilkel araçlarla rakı üretimi, esası alkoldür, mümkündür. AKP iktidarına kadar bilmiyorduk. AKP biraz da dinsel saiklerle, alkoldeki vergiyi şişede katı sivri bir cisme dönüşene kadar arttırınca öğrenmeye başladık. Ne yazık, “İslam Devrimi”nden sonra İran halkı da böyle öğrenmişti. İran’da şişeden sürahiye transfer oldu “alkol”, eskisinden daha fazla ama şüphesiz gizli saklı içiliyor artık.

Bizde de köklü bir alkollü içki geleneği var. Osmanlı’da halk da padişahlar da içerdi. Her iki tarafta da şüphesiz ölçüyü kaçıranlar, sarhoş olanlar vardı ama bunu bir kültür haline getirenler de vardı. Her halükârda Ermeni ve Rum halkımız yaptı, biz içtik. Galiba içmeyi bir türlü öğrenemememizde bu uğursuz iş bölümünün payı var.

Şimdi yapıyoruz ve yaptığımızı içiyoruz. Böylece alkollü içki, ilk defa ve AKP sayesinde bir “kültür”e dönüşüyor. Kaybettiklerimizi, unuttuklarımızı hatırlıyoruz. 

Daha yakın zamanlarda kapatılana kadar Ziraat Okullarında “Şarapçılık” dersi vardı. Yapardık ve tadardık. O derslerde hiç “dinden çıkma” vakasına şahit olmadım. Alkollü içki, içeni Ateist veya Deist yapmaz. Ama yakınlarda yüksek bir Diyanet görevlisi, kutsal kitabı mealinden okumanın Deist yaptığını açıkladı. Demek, yeri geldiğinde “meal” “mey”den tehlikelidir.

İçki içmenin “alkol almaya” indirgendiği ve kötü gözle bakıldığı bugünlerde “rakı sanatı”nı anlatan bu Cumhuriyet kokulu kitabı Latin alfabesine Berire Umaz çevirdi ve dilini sadeleştirdi. Kitabın orijinalindeki çizimlere Alinda Su Gökdemir yeniden can verdi. 

İlkel araçlarla yapsanız bile usulde fenni olmak gereklidir. Yaparsanız, neyi içtiğinizi de daha iyi anlarsınız. Rakı “milli” içkimizdir. Hatta, galiba son zamanlarda bizi birleştiren az sayıdaki şeylerden biridir. Bu kitap gibi Cumhuriyet kokuludur. Yapana da içene de okuyup öğrenene de afiyet olsun!

***

Bunlar, yukarıda anlatılanlar, bir kitap önsözüdür. Hazırlanışında ve tabii önsözünde katkım var. Adı “bi’ufak”. Yakın zamanda yayımlandı. Ancak kapağına bakınca içinde ne olduğunu, ne anlattığını anlamak mümkün değildir. Halbuki Eczacı Ali Haydar “Rakıcılık” kitabı yazmıştır, adını da öyle koymuştur. Yayıncılığımızın son zamanlarda özenle inşa ettiği sayısız başarılarından biridir!

Orijinalinin baskı yılı 1926. Demek ki Osmanlıda yazılmış, Cumhuriyette basılmıştır. Kitapta “küûl”un, alkolün Osmanlıcasıdır, günah olduğuna, içeni dinden çıkardığına değin en ufak bir işaret yok gelin görün ki. Öyle anlaşılıyor, bu tür yobazlığı da modern zamanlarda icat ettik. 

“Alkol almak” deyimi o icadın bir uzantısıdır. Oysa gerçek hayatta kimse “alkol almaz”, içinde alkol de olan içkiler içer.  
Yobaza anlatır gibi anlatalım gerçeğini: “Küûl”da alkol, sanılanın tersine hep azınlıktadır. Birada 4.5-8.5, şarapta 10-12.5, rakıda 38-45 arasındadır. Bu oranlar öyle rastgele seçilmemiştir. İçkideki alkol oranını katılan şeker miktarı belirler genellikle. Rakıda başka bir sınır vardır, içindeki alkol oranını yüzde 38’in altına düşüremezsiniz. Çünkü bu oran yüzde 38’in altına düşerse anason beyaza dönüşür. Rakı daha şişede iken beyazlar yani. Su kattığınızda rakının beyaza dönüşmesinin sebebi de bardaktaki içki içinde ilave suyla birlikte alkol miktarının 38’in altına düşmesidir. Demek ki “sert” bir içki kabul edilen rakıdaki “küûl” oranı da gerçekte yüzde 20 civarındadır. Her durumda azınlıktır!

***

Eczacı Ali Haydar “Mukaddime”de, “Harb-i Umumi’den evvel Türkiye dâhilindeki rakıcılık sanatı pek iptidai ve aynı zamanda umumi bir çerçeve dâhilinde çekip çevrilen bir sanat ve bilhassa kuru maddelerden rakı imali hemen hemen alakadarınca bilinmeyen bir keyfiyetti” diyor. Rakı suması Marmara bölgesindeki şarap üretiminden kalan yaş üzüm posalarından elde edilirmiş. Bu rakıya da “cibre rakısı” denilirmiş. Haliyle kimse “bunu bir de kuru üzümden denesem mi” diye düşünmemiş. 
Bir de doğrudan doğruya Avrupa’dan getirtilen ispirtolardan rakı üretiliyormuş. Yöntemi alkole anason ve su ilave etmekten ibarettir. Bugün de sıkça başvurulan basit bir rakı üretme biçimi. Ancak Ali Haydar, bu günkünden farklı olarak ispirtonun yeniden damıtıldığına işaret ediyor.

Harb-i Umumi her şey gibi rakı üretim biçimini de değiştirmiş. İspirtonun alev alıp ateşlenmesi tehlikesi ve Marmara havzasından gelen sumaların da ihtiyacı karşılamaması yüzünden kuru üzümden rakı imali mecburiyeti hâsıl olmuş. Bu nedenle “rakıcılık sanatı” da zorlaşmış, teknik bilgileri edinmeyi gerektirmiş. Bu yola girilmesinin nedenlerinden biri de “hükümetin tanzim etmiş olduğu bir kanunla” ispirto resminin, alkol vergisidir, oldukça mühim bir hadde ulaşmış olmasıymış.

Bugün de öyledir.

Bu durum karşısında Eczacı Ali Haydar’a bir kitap yazıp sanatın icrasını kolaylaştırmak düşmüş. 

***

“İbtidai Malumatlar”, böyle başlıyor. “İçkinin esasını teşkil eden, yani insanda sarhoşluk halini doğuran kullanmakta olduğumuz içkilerin dâhilindeki küûl’dür.” Devam ediyor: “Her ne kadar alkollü içecekler dâhilinde daha başka ve hemen hemen küûl sınıfına mensup veya gayr-ı mensup birçok madde varsa da bunların tetkiki kimyaya ait olmak ve esasen eserin yazılma maksadının haricinde bulunmak itibariyle onlardan bahsedilmeyecektir.

Binaenaleyh küûllerden en ziyade alkollü mayilerin esasını teşkil eden maddenin ‘küûl etilen’ ve insanı sarhoş eden maddenin aslı da bu olduğunu öncelikle bilmek faydalıdır.

Küûl etilen ki: biz bunun 90 ve daha fazla dereceye sahip olanına halk arasında ‘ispirto’ adını veririz. Kolonya ve eczahanelerde kullanılan ispirtolar da 95 dereceye haiz arıtılmış, temizlenmiş küûl etilenden ibarettir. Kimyahanelerde kullanılan diğer bir nevi ispirto da vardır ki derecesi 100 olup kimyada ‘saf etil alkol’ namında ‘küûl-ü mutlak’ veya saf ispirtodur. Bunlar tamamen aynı sınıfa mensup ve hepsinden içki imali mümkün ve bunların saflık derecesi nispetinde de imal olunan içkilerin sıhhate zararı azalmaktadır.” Demek ki ne kadar safsa o kadar iyidir.

“Küûl tabiatta serbest olarak hemen hemen bulunmaz. Daima şekerli mayilerin ekşimesinden meydana gelir. Şekerli mayiler dediğimiz zaman neleri kastettiğimizi bilmek lâzımdır. Bu meyanda başlıca üzümden yapılan şıralar, elma, armut, kavun, incir, hurma ve benzeri tatlı meyvaların şıraları söylenebilir.” Kitaptan aktardım.

İptidaidir ama malumattır; demek ki şekerli meyvelerin olduğu yerde “alkol” olur. Doğada serbest halde rastlanmamasına karşılık “mey” meyvenin bir ürünüdür. 

Bunu hatırlatmamın sebebi, aslında her ne amaçla olursa olsun alkole yasaklayarak engel olunamayacağını anlatmaktır. İmkansızdır. Eski tarz cezaevlerinde, elbette iptidai şartlarda, elde edilebiliyordu. 1980’li yılların sonunda, Ankara Merkez Kapalıda tecrübe ettiğimi hatırlıyorum. Bolca dağıtılan üzüm kompostosunu bir fıçıda biriktirmek ve içine bir parça ekmek içi ve limon ilave etmek yeterliydi. Büyük şairimiz Can Yücel o kompostodaki üzümleri kurutarak şarap yapmayı da becermiş, içerken iş üzerinde yakalanmıştı. Son tahlilde hepsi “alkollü” içkidir. 

***

Hepimizi evlerine kapatıp, toplu yağmur duasına çıktılar. Demek ki yağmur artık bir doğa olayı değil, tanrının marifetidir. Haliyle canı isterse yağdırıyor. Son zamanlarda yağdırmayı canı istemediği için, kulları toplanıp avuçlarını gökyüzü yerine toprağa çevirerek ve elbette dua ederek istemesi sağlanmaya çalışılıyor. 

Halbuki eskiler, yağmur kadar meyin de tanrısal bir şey olduğuna inanırlardı. İçildi mi içeni tanrısına yaklaştırırdı, hatta içeni tanrı gibi hissetmesini sağlardı. Tanrıyla bütünleşmek için meyin yardımı şarttı.

Dua mua derken Ankara’da emniyet talimatıyla başlatılan içki yasağı genişleyerek ülke sathına yayılıyor. Gerekçesi belli değil. Hoş, vergiyi öyle bir yüklediler ki serbest bıraksalar da alıp içebilecek vatan evladı kalmadı. 

Başımıza gelecek felaketi hissetmiş olmalı, Eczacı Ali Haydar 1926'da yazmış, evde rakı yapımını anlatmış. Örgütlenip örgütlü gericiliğe karşı mücadeleye girişmezseniz hepinize lazım olacak yakında. 

Haram yemeye benzemez, masumdur. Sağlığa zararlıdır fakat o da içeni ilgilendirir her hâlükârda. Tanrılar ne derse desin, küûl işte, içene afiyet olsun!

Orhan Gökdemir / SOL

11 Aralık 2020 Cuma

Çürümüş bir düzenin encamı - Mesut Odman / SOL

 Çürümüş düzenin sonu hiç parlak değil. Bunu söylemekte ne bir yenilik var, ne de hatta bir bilinmezi açığa çıkarma özelliği. Ama bir sakınca olduğu görülüyor, iki yanlı bir sakınca.


Şu sıralarda, düzenin çürümüşlüğünden söz edilecekse, salgın ve yönetiminden daha verimli bir başlık var mıdır acaba? Sanmıyorum. Salgın manzaralarına rasgele bir göz atmak bile bir yığın malzeme sunabiliyor. Oradan başlayalım ve çok da rasgele olmayan bir bakışı deneyelim.

Öyle bir bakışla ilk göze çarpanlardan biri, muazzam sıfatının hiç de abartılı görünmediği bilgi kirliliği oluyor. Aslında, bilgi kirliliğinin çağdaş kapitalizmin yol açtığı bir durum, aynı zamanda, ideolojik mücadelesinde çok yararlandığı bir araç olduğu söylenebilir. Bunun bir de yan ürünü vardır: Bilgi kirliliği, kapitalist demokrasinin nimetleri arasında sunulan düşünce ve anlatım özgürlüğü masalının da bir tür külfetidir; öyle denmez mi, her nimetin bir külfeti olur işte! Her kafadan bir ses çıkar, özgürlüğün gereğidir. O arada, gerçekliğe ulaşmak için gerekli nesnel veriler çeşitli yollarla gizlenir, çarpıtılır, anlaşılmazlaştırılır. Sonuç olarak, halk karşı karşıya bulunduğu kötülüklerin nedenlerini de olası sonuçlarını da kavrayamadan egemenlerin açıklamaları ve yaptıklarıyla yetinmek zorunda kalır.

Hemen bununla birlikte ortaya çıkan bir gerçeklik de yönetilenlerin, sömürülenlerin, ezilenlerin yönetenlere, sömürücülere, ezenlere karşı duydukları güvensizliktir. Ama, deyim yerindeyse, çaresiz bir güvensizliktir bu. İnançlı halkımız güvensizliğinin en üst aşamasını anlatmak için “onun Allah bir dediğine inanma!” der. Öyle bir güvensizlik.

Hiç bitmeyecekmiş sanılan bir karabasana dönüşen salgının ortaya çıkardığı bir ideolojik/kültürel/dinsel olgu da çareyi yaradanda ve onun bağlantılılarında arama eğilimidir; böyle ciddi ciddi yazılacak kadar yaygınlık gösterdiğinden söz edilebilir. Sık sık gündelik haberlere konu olduğu görülen bu eğilimin, resmi salgın yönetiminin de ayrılmaz parçası olduğu görülmektedir. Nitekim, her konunun olduğu gibi salgın yönetiminin de bir numarası, ilk günlerdeki söylevlerinden birinde bu belayı da “sabır ve dua ile” savuşturacağımızı açık açık dile getirmişti. Bugün gelinen noktada, “temizlik, maske, mesafe” biçiminde yinelenip duran sloganın “3 m” olarak değiştirilmesi yerinde olacaktır. Temizlik imandan geldiğine, bu da elhamdülillah halkımızda bulunduğuna göre,  bunu tekrar etmeye gerek yoktur ve onun yerine “muska”nın m’sini koymakta isabet vardır.  

Ancak, benzer durumların pek gelişmiş kapitalist ülkelerde de ortaya çıktığı görülmektedir. Geçenlerde, o ülkelerden biri sayılan Almanya’da, aşı karşıtı gösteri yapan sağcı bir güruhun Robert Koch Enstitüsü’ne saldırdıkları haber veriliyordu. Hani şu, bizim Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü’ün kapatılışı eleştirilirken örnek gösterilen prestijli enstitü. Bu örneğe bakarak, bizdeki bilim düşmanı gericiliğin, hiç olmazsa, oralardaki kadar sokaklara dökülmüş bir saldırganlığa dönüşmediğini öne sürebilir miyiz? Böyle düşünürsek, iyimserlik ihtiyacı çok artmış olsa da dozunu kaçırmış mı oluruz? 

***

Salgın manzaralarını bir yana bırakıp merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasındaki itişmeye gelelim. İtişme sözcüğü gerçeğe uymaz görünüyorsa, yerel yönetimlerin merkezi yönetimce engellenmesi de diyebiliriz.

Son örneklerden birinin ortaya çıkışı geçen haftaydı galiba. Ülkenin en büyük kentinin belediyesinin üretip piyasadaki en düşük fiyatın 50 kuruş altında satışa sunduğu ekmeği alabilmek için yüzlerce yurttaş kuyrukta bekliyordu. Yoksulluğun ulaştığı boyutların sıradan  bir göstergesiydi. Bunu bütünleyen görüntü ise belediye meclisinde ortaya çıktı ve o yurttaşların kuyrukta bekleme süresini kısaltacak öneri, merkezi yönetimdeki koalisyonun yerel meclisteki yansımasının oylarıyla reddedildi. Bunun mantığını göstermek, anlayabilmek kolay değildi. Yerel iktidardaki muhalefet koalisyonu açısından kayda değer bir başarı göstergesi sayılmazdı; dolayısıyla, o başarıyı önlemek için yapılmış olamazdı. Buna karşılık, küçücük bir hakkın ya da imkânın bile yoksul insanlardan esirgenmesinin o insanlar üzerinde ve durumu öğrenecek öteki yoksullar üzerinde yaratabileceği tepki, oy peşindeki düzen politikacıları için umursanmayacak bir engel sayılmazdı. Yoksa, merkezi iktidardaki koalisyonun büyük ve küçük ortakları açısından artık oy peşinde koşmak söz konusu olmayacak mıydı? Ya da, zamanı geldiğinde, bu olayı unutturmanın türlü yollarını bulacaklar mıydı?

Soruları uzatmadan, siyasal iktidar ile düzen içi muhalefet arasındaki gündelik siyasal kapışmanın kayıkçı kavgası görünümüne bürünmesine  değinebiliriz. İsteyen, bunun örneklerini her günkü pek hararetli atışmaları izleyerek kolayca bulabilir. Yalnız, bulabilmek için dikkat edilmesi gereken noktalar var: Örneğin, o her gün atışıp duran taraflar, haklarını savundukları arasında hiç şaşırmadan sanayiciyi, yatırımcıyı, iş sahası yaratanı, bazen bunların birkaçını bazen tümünü sayıyorlar mı? Örneğin, soyguncu, sömürücü deyince akıllarına ve dillerine “beşli çete”den başkası da geliyor mu? Örneğin, dış politika denilen konular açılınca hemen milli birlik ve beraberlik ağzıyla konuşmaya başlıyorlar mı? 

Uzatmayalım ama, “kayıkçı kavgası” deyiminin anlamı üzerinde kısaca durmakta yarar olabilir. Kuru gürültü denebilecek bir tantanayla yürütülen, belli bir sonu ve sonucu olmayan ağız dalaşı demek oluyor bu deyim. Nereden çıktığına ilişkin söylentiler ise daha ilginç: Çok eskiden Haliç’in iki yakası arasında yolcu taşıyan kayıkçılar aralarında göstermelik, diyelim  kimsenin denize düşmesine yol açmayan, sözüm ona kavgalara tutuşurlarmış. Daha sonraları bu kavgalar Yeni Cami önlerine doğru kaymış ve kayıkçılar gürültülü patırtılı, ama bir tür gösteriden öteye gitmeyen döğüşlere girişir olmuşlar. Daha önemlisi şu: Aynı söylentilere göre, asıl amaçları, bu sözde kavgaları seyretmek üzere çevrelerine toplaşan insanları soymakmış. Bugünkü kayıkçı kavgalarına benzediği söylenemez mi?

***

Başlıktaki “encam” sözcüğü artık pek kullanılmıyor. Farsçadan dilimize girmiş bir sözcük bu. Bir zamanlar girmişse de, epeydir çıkmış, demek daha doğru belki. Bu işin, bu gidişin sonu anlamına geliyor. Çürümüş düzenin sonu hiç parlak değil. Bunu söylemekte ne bir yenilik var, ne de hatta bir bilinmezi açığa çıkarma özelliği. Ama bir sakınca olduğu görülüyor, iki yanlı bir sakınca.

On beş yıl kadar önce de yazmıştım. Gelenek dergisinin Temmuz 2006 tarihli sayısında. Böyle doğrular, temelindeki nesnellikler değişmedikçe, ne eskir ne de geçerliliğini yitirir:

“Çürüme, emperyalizm aşamasında, kapitalist toplumun çıplak gözle görülebilir, gittikçe yaygınlık ve derinlik kazanan bir özelliği, belirtisi, çaresizliği durumuna gelmiştir. Onun kaçınılmaz yıkılışının hem habercisi hem de hızlandırıcısıdır. Bütün bunları yazıp söylemekte bir sakınca yok. Ancak, ölçüyü kaçırmamak koşuluyla. Birçok durumda olduğu gibi burada da ölçü, işin rengini değiştirecek, daha uygun bir anlatımla, özünü etkileyecek kadar önemlidir. Ölçünün ölçüsüzlüğe dönüşmesinin bir örneği şurada ortaya çıkıyor: Kapitalizmin ya da çağımızın kapitalizmi olan emperyalizmin olağanüstü boyutlardaki çürüme süreci, eninde sonunda ve kendi başına, onun çöküşüne yahut yıkılışına varacaktır. Bir bakıma, (…) çürümenin önü alınmazsa ve alınamadığına göre, ölüm kaçınılmazdır, denilmiş oluyor. Bunu söylemenin son derece sakıncalı olduğunu, hemen ve çok açık biçimde  vurgulamak zorundayız. Söylenmesi o kadar değil, sadece söyleyip geçmek çok büyük sakınca yaratmayabilir belki; ama bunun beklenmesi, insanlığın kurtuluş umudunun başlangıcı olan yıkılışı geciktireceği, hatta bekleyiş sürüp gittikçe imkânsızlaştıracağı için, gerçek anlamda bir felakettir. Çürümekte olanın yıkılması, ancak, çürümeden en az sorumlu iken ondan en büyük acıyı çekenlerin bilinçli, iradi çabasıyla mümkündür.

Bununla da biraz ilgili sayılabilecek ikinci nokta ise şu: Buraya kadar çürüme sürecinin ya da olgusunun kapitalizmle ilgili olduğunu, ondan kaynaklandığını ve onun içinde gerçekleştiğini vurgulamış olduk. Bunun kapitalizmin yıkılışı açısından, bunu amaçlayanlar ve bu amaçları doğrultusunda mücadele edenler açısından bir kolaylaştırma etkisi yaratacağını, bu anlamda bir ‘avantaj’ oluşturacağını düşünmekte bir yanlışlık yok. Ama çürümenin sadece kolaylaştırıcı bir etkiye yol açtığını düşünmek doğru değil; çünkü, bu olgunun zorlaştırıcı etkisi de var. Zorluk şurada ortaya çıkıyor: Çürüme ve uzantıları, son derece bulaşıcı bir özellik gösteriyor; emperyalizmin kendisi kadar yayılmacı bir eğilim içinde bulunuyor. O kadar ki, bu bulaşma ve yayılma, deyiş uygunsa, ‘yapı’nın dost öğelerine yönelmekle kalmıyor, düşman öğeleri de etkiliyor. Sadece bir ayağı çukurda olanlar değil, ünlü benzetmeyle, “mezar kazıcılar” da, kimileyin değişik biçim ve ölçülerde, kimileyin tam da ötekiler gibi, çürümeye maruz kalıyorlar.”  

Mesut Odman / SOL

'Büyümede dünya rekoru' nasıl kırıldı? - Korkut Boratav / SOL

 

İstihdamın 2,5 milyon civarında düştüğü; ücretlerin GSYH’daki payının gerilediği bir dönemde özel tüketim ve yatırım harcamalarındaki artışlar, toplumun emekçi çoğunluğundan kaynaklanamaz.

Devlet aygıtını ve toplumu faşizme dönüştürmeyi hedefleyen iktidar, son adımı seçimler yoluyla atmak istiyor. 

Ama, çeşitli hayal kırıklıklarına uğruyor. Üçü önemlidir: 2015 Haziran seçimlerinin yenilgiyle sonuçlanması; 2017 Anayasa Oylaması’nın, “atı alıp Üsküdar’a geçilince” sonuçlanabilmesi ve 2019 yerel seçimlerindeki yenilgiler… 

Engelleri aşmak için iki yöntem izliyor: Birincisi, temsilî demokrasinin ve hukuk devletinin genel-geçer kurallarını fiilen çiğneyerek aşındırmak… Faşizme geçiş tamamlanmadığı için, geçmişten devralınan hukuk ve siyaset sisteminin engelleyici öğeleri tamamen yok edilememiştir; süregelmektedir.  

İkincisi “ekonomiyi zorlayarak” yüksekçe bir büyüme temposunu sürdürmek… Bu yöntem, seçmen tabanını en azından korumak için gerekiyor. Ayrıca, sermaye çevrelerindeki destekçilerine kaynak aktarmayı sürdürebilmek için…

“Ekonomiyi zorlama” yönteminin nicel boyutunu, sonuçlarını Sol Portal’da son üç yazımda inceledim. 

Nicel veriler bir yana, “ekonomiyi zorlama” ne anlama gelir? Bugün bu soruyu kısaca yanıtlamak, sonra da Türkiye’nin Temmuz-Eylül 2020’deki “büyümede dünya rekoru”na göz atmak istiyorum. 

“Ekonomiyi zorlamak” nedir?

Türkiye gibi, dünya ekonomisi ile “kronik” cari işlem açıkları içinde bütünleşen bir ülkeden söz ediyoruz. Ulusal para ve maliye politikaları ile iç talep, büyüme potansiyelini aşan bir tempoda genişlemekte ise, ekonomi zorlanmaktadır.  

Yatırımların sürüklediği, ekonominin bağımlı yapısını dönüştürmeyi hedefleyen bir “zorlama” türü, bugün gündemde olmayan bir planlama seçeneğidir; ekonominin büyüme potansiyelini yükseltebilir.  Aksi halde sonuç, yükselen enflasyon ve dış açıktır. Uç noktada dış borç krizi,  hiper-enflasyon gündeme gelir. Ekonomi, durgunlaşır; küçülür; potansiyel büyüme hızına döner. 

Ekonominin büyüme potansiyeli (veya “potansiyel büyüme hızı”) nasıl tanımlanır? Aktif emek düzeyinde, sabit sermaye stokunda ve ortalama verimlilikte gerçekleşen artışlarla sürdürülebilecek en yüksek büyüme temposudur.

Nasıl belirlenebilir; öngörülebilir? Geleneksel bir yöntem, ulusal ekonominin tümünü kapsayan neoklasik bir üretim fonksiyonuna dayanır. Buna göre büyüme potansiyeli emek miktarında, sermaye stokunda ve ortalama verim düzeyinde geçmiş veya öngörülen artış tempolarına göre hesaplanır.  

Bu yaklaşım, ulusal ekonominin sermaye stokunu hesaplama sorunları nedeniyle kavramsal olarak arızalıdır. Bu konuya burada giremeyiz. Altmış yıl önce sermaye teorisine ilişkin “Cambridge tartışmaları” bu eleştiriyi haklı çıkarmıştır. Ana-akım iktisatçıları tarafından hâlâ kullanılmaktadır. 

Orta-dönem millî gelir serilerinden türetilen alternatif  bir yöntem de var. Millî gelir (GSYH) hareketlerinin zirve, tepe tarihleri arasında gerçekleşen (“üssel”) büyüme tempolarından (gerekli bazı “düzeltmeler” sonrasında) türetilir. 

“Tepeden tepeye” veya geleneksel  yöntemlerle tahmin edilen potansiyel büyüme hızı, ekonomiler olgunlaştıkça aşağı çekilir. Sanayileşme öncesindeki emek rezervlerinin tükenmesi; sermaye birikiminin yavaşlaması ve ortalama verimliliği yukarı çeken dinamizmin tükenmesi nedeniyle… Yanıltıcı bir yakıştırma olan “orta gelir tuzağı”, aslında bu durumdur.

Türkiye’nin büyüme potansiyeli düşmektedir

Sözünü ettiğim “tepeden tepeye” yöntemi ile, Türkiye ekonomisinin potansiyel büyüme hızını, 1997-2011 yıları için  %4,2 olarak tahmin ediyorum. (2016 revizyonu öncesindeki GSYH verilerini kullandım.) Dönem, IMF programlarının ekonomiyi yönettiği beş durgunluk yılına (1998-2002’ye) ve yabancı sermaye girişlerinin ekonomiyi sürüklediği dokuz yıla (2003-2011’e) ayrılabilir.   Araya üç küçülme /  kriz yılı da (1999, 2001, 2009) girer.  

AKP iktidarının ilk dokuz yılında, yüksek tempolu dış kaynak akımlarının ve 1998-2002 durgunluğunun (“baz etkisinin”) katkısıyla ekonomi ortalama %4,7’lik bir tempoyla büyüdü; potansiyel büyüme hızı aşıldı. GSYH’nin ortalama yüzde 5’ine ulaşan cari işlem açıkları, yapısal bir dönüşüme de yol açtı: Özel ve kamusal tüketim oranları yükseldi; sermaye birikim oranı (benzer çok sayıda ülkeye göre) düşük kaldı. 

Bu dönüşüm, potansiyel büyüme hızını aşağı çekti. En başta durağan sermaye birikimi nedeniyle… Yurt-içi tasarruf oranlarının düşmesiyle birleşince sonuç, artan dış açık ve enflasyon oldu. Ekonominin “zorlanması” 2017’de hızlandı. Sonraki üç yılda (sabit TL ile) kişi başına GSYH yüzde 5 düşecektir. 

Orta-dönemli büyüme potansiyeli ne kadar geriledi? 2011 ile başlayan zaman aralığı dardır; tahmin güçtür. IMF 2025’e kadar yüzde 3,5’lik bir büyüme temposu tahmin ediyor. Bu, gerçekçi bir büyüme potansiyeli öngörüsüdür ve Türkiye için artan işsizlik anlamına gelir. 

Türkiye, Temmuz-Eylül 2020’de “dünya büyüme rekoru”nu bu ortamda kırdı. 

Temmuz-Eylül 2020’de millî gelir

Temmuz-Eylül 2020’de GSYH’nin bir önceki yıla göre %7,6 oranında  büyüdüğünü  belirleyen TÜİK verilerinin analizini usta bir iktisatçıya, Zafer Yükseler’e devredeceğim.

Yükseler’in “2020 Temmuz-Eylül Dönemi Büyümesi ve Etkileyen Unsurlar”, başlıklı 1 Aralık 2020 tarihli, iki sayfalık yazısına  (bk. zaferyukseler.academia.edu) başvuruyorum.

Üç aylık büyüme, büyük ölçüde, salgın kısıntılarının son bulduğu “normalleşme” sürecinin sonucudur. Üretime göre GSYH’yı sanayi, inşaat, tarım sürüklemiştir. Harcamalara göre millî gelirdeki artış ise, iç talepten kaynaklanmıştır. Öne çıkan  iki kalem, %22,5 artış gösteren gayrisafi  sabit sermaye birikimi ve %9,2’lik büyüme gerçekleştiren özel tüketimdir.

Zafer Yükseler, bu iki kalemde talep artışlarının kaynaklarını araştırıyor. Tespitleri ilginçtir. 

Yatırım hareketlerinin dökümüne göz atalım: İnşaat yatırımlarında %14,7; makine-teçhizatta %23,5, “diğer aktifler”de ise %57,6 oranında artışlar…

Yükseler, diğer aktifler kalemini sorguluyor. Bu “yatırım” türünün, ekonominin üretim kapasitesini genişleten sabit sermaye stokunu içermediğini belirliyor. TÜİK’in bu kaleme ilişkin ek bilgi vermesini öneriyor. Üstelik, “diğer aktifler”in sabit sermaye hareketlerindeki  payı ihmal edilemez: Cari fiyatlı sermaye birikimi tablolarına göre Temmuz-Eylül 2019-2020 arasında %10,8’den, %14,2’ye yükselmiştir. 

Bu “esrarengiz” kalemdeki artışın izlerini Yükseler, “parasal olmayan altın ve değerliler” içinde buluyor. Aynı dönemde, “parasal olmayan altın net ithalatında yüzde 459,5 oranında artış olduğu ve altın ithalatındaki bu artışın diğer aktiflerdeki yüksek oranlı artışı” belirlediği sonucuna ulaşıyor.

Temmuz-Eylül döneminde finans piyasalarındaki huzursuzluk, Türkiye’nin varlıklı katmalarını döviz mevduat hesaplarına yöneltmiştir. Bu hesapların geleceğine ilişkin tedirginliklerin aynı çevreleri altın biriktirmeye yönlendirdiği anlaşılıyor. Bu tasarruf tepkisi, “diğer aktifler” kalemi içinde sabit sermaye birikimi olarak GSYH toplamında kayda geçmiş; büyüme temposunu da böylece yukarı çekmiştir1

Yükseler, Temmuz-Eylül büyüme ivmesini besleyen diğer talep öğesinin, özel tüketim harcamalarının belirleyicilerine de odaklanıyor. Bunu, TÜİK’in GSYH tablolarının ötesine giderek yapıyor. 

Hane halkı tüketim talebindeki artışın ana kaynağı, banka kredilerinin çeşitli yöntemlerle pompalanmasında aranmalıdır. “Ekonominin zorlanması”na yol açan ana politika aracı budur. Bu dönemde toplam krediler yüzde 37,5 artmış; taşıt kredi faizleri üç puan düşmüş; motorlu taşıt satışları ÖTV indirimlerinden yararlanmıştır.

Sonucun alt-sektörlere yansımasında dayanıklı tüketim malı ve otomobil üretimi önde gelmektedir. Temmuz-Eylül döneminde trafiğe kaydı yapılan araç sayısı yüzde 124 artmıştır. Bu ivme, sanayinin büyüme hızını da yukarı çekmiştir.

İstihdamın 2,5 milyon civarında düştüğü; ücretlerin GSYH’daki payının yüzde 29,7’den yüzde 26,6’ya gerilediği bir dönemde özel tüketim ve yatırım harcamalarındaki artışlar, toplumun emekçi çoğunluğundan kaynaklanamaz.

Yükseler’in yazısı şu tespitle bitiriyor: “2020 Temmuz-Eylül döneminde büyümenin kaynağını araba, döviz ve altın sevdası oluşturmuştur.”

Türkiye’nin “büyümede dünya rekoru”, bu sınıfsal ayrışmaya dayanarak kırılmıştır.  Zafer Yükseler de “dengesizdir; sürdürülemez” teşhisine ulaşıyor. Ekleyecek fazla bir şey yok.

Korkut Boratav / SOL

  • 1.Bu bağlamda bk. Uğur Gürses, “Türkiye’nin Altın Dosyası”, Para Analiz’, 16 Ekim 2020.