19 Aralık 2020 Cumartesi

Camiler büyüdükçe - Orhan Gökdemir / SOL

Mabetler ve cüzdanlar büyüyor, demek ki yoksulluk büyüyor. Bunlar bütün dinlerde kıyamet alameti sayılır. Biz ise kıyamete devrim diyoruz! 

Padişah olmaya ne zaman karar verdi tam olarak bilmiyoruz. 

Bunu belirlemek üzere önümüzde iki yol var. 

Birincisi parayı, ikincisi camilerin büyümesini takip etmektir. 

Büyük büyük patron Rahmi Koç, sultan namzedinin henüz yönetimi ele geçirmeden önce 1 milyar Doları olduğunu iddia etmişti. Belli bir rakam verilen ilk ve son iddia bu oldu. 12 Eylül 2010 referandumunda yargı beyefendiye bağlanınca yeni bir rakam telaffuz etmeye kimse yanaşamadı haliyle. Fethullah şebekesinin 17 Aralık’ta kasa defterini açık etme teşebbüsünü de akim kaldığı için, delil gösteremiyoruz. 

Haliyle elimizde kalan tek yol camilerin büyümesini takip etmektir. “Selatin” camilerinin izinden gidiyoruz, bu yolla padişahlık ilanının kesin tarihini belirlemeye çalışıyoruz… 

2012’de, henüz mütevazı bir başbakandı, Ataşehir’de cami açılışı yaparken telaffuz etti ilk. “Bu yakada bir cuma cami, bir selâtin cami mevcut değildi. Bu yakada da birkaç tane selâtin cami olması lazım ve bu kararı verdik” dedi. Ataşehir’de ne selatin camisi olacak? Daha düne kadar tarlaydı. Büyük, gösterişli camiler şehirlerde inşa ediliyordu. İstanbul şehri ise sur içinden ibarettir. Şimdi şehir şehir olmaktan çıktı, nevzuhur bir sultanın devasa camileriyle dolduruluyor. TOKİ ve beton mikserleri eliyle bir tür padişahlık ilanıdır. 

Bunu “selatin camisi” sözünden, sultanlar demektir, çıkarıyoruz. Osmanlıda sultanların yaptırdıkları camilere verilen addır. İlk örnekleri Bursa Ulu Camii ve Yeşil Camii'dir. İstanbul'da ise açılışı II. Mehmet yaptı, Fatih Camisi olarak biliyoruz. İstanbul’un fethi şerefinedir.

Tabii, TOKİ düzeni henüz icat edilmemişti, bir padişahın o tür bir cami yaptırması için önemli bir askerî zafer kazanması ve büyük bir savaş ganimeti, İstanbul, ele geçirmesi gerekiyordu. Bu durumda bile selatin camilerinin yapımına devlet kasasından takviye olmaz, giderleri padişahın kesesinden karşılanırdı. Yani sefere gitmeyen ve ganimet elde edemeyen padişahlar selatin camisi inşa ettirmezlerdi. 

Bu gelenek I. Ahmet “Sultanahmet Camisini” inşa ettirirken bozuldu. Padişah para keseciklerini açmaya kıyamamıştı. Maliyetini hazineden karşıladılar. Sonra geleneği bir daha hatırlamadılar. Böylece yolsuzluk yol oldu. 

Yol olmasının sebeplerinden biri bu devasa yapıların sadece ibadet için değil belli bir ideolojinin tahkim edilmesi için inşa ediliyor olmasıdır. Her biri Osmanlı ailesinin “ebedi iktidarını” ayakta tutan ideolojik anıtlardan biriydi. Selatin camileri “fakir-fukaraya” mülkün sahibinin Osmanoğlu ailesi olduğunu hatırlatmak için dikiliyordu. 

Sonuncusu 2012’de inşa edilip ibadete açıldığına göre, nevzuhur sultanlığın ilk işareti sayabiliriz. Ülke, Ataşehir’de, o gün Cumhuriyetten fiili padişahlık rejimine geçti. 

***

Rejim değişmiştir; şehre dikilen yeni anıtların söylediği budur. Taksim Meydanına dikilenin, görece küçük olduğu için, devlet hazinesine maliyetini bilmiyoruz. Bildiğimiz, Ataşehir “selatin” camisi için 40 milyon lira harcandı. 42 metre kubbe yüksekliği olan camide 72 metrelik üç şerefeli 4 minare var. Her minareye ayrı bir müezzin çıkmadığına göre çok minare yaptıran ailenin gücünün göstergesidir. Caminin toplam kapasitesi 10 bin kişi. Ayrıca caminin 300 araçlık kapalı otoparkı bulunuyor. Her nedense, konferans salonları da var. Yüzme havuzu ve fitness salonu da var mı bilemiyoruz. Yoksa eksik kalmıştır…

İkincisini Çamlıca tepesine yaptılar, ilkinin altı katı büyüklüğündedir. 60 bin kişi aynı anda secde edebiliyor demek bu. 100 milyon dolara mal olan projeye ibadethanenin yanı sıra müze, sanat galerisi, kütüphane, konferans salonu, sanat atölyesi ve tabii otopark eklediler. TOKİ pazarlama taktiğidir. Yapılışına kaynaklık eden ideolojinin işaretlerini ise her yana kazıdılar. 107,1 metre yüksekliğinde altı minare diktiler. Bunları da imanın şartı-6- ve Malazgirt Zaferi ile açıkladılar. (Malazgirt Savaşı 107,1’de olmadı ama olsun, bir virgül için mimariyi zorlayacak halleri yok ya.) Caminin 72 metre yükseklikteki ana kubbesini İstanbul’da yaşayan 72 milletle, 34 metre çapındaki kubbesini de İstanbul’un trafik numarası ile açıkladılar. Plaka kodları da böylece kutsalın alanına girmiş oldu. 

Her ikisi de devlet kasasından yapılmış ve tek özelliği büyüklüğü olan sıradan yapılardır. Ve tabii Neo Osmanlı Sultanlığının ideolojik anıtlarıdır. 

Sanatsal değerlerine gelince, sadece bunlar değil, son yüzyılda inşa edilen camilerin çoğu 17. yüzyıl başındaki Sultanahmet Camisinin kopyalarıdır. Hepsi de büyüktür, çok minarelidir ve taklit ettikleri Hıristiyanlıkla, Ayasofya, rekabet içindedir.  
Yalnız, sanatta tekrar mümkün değildir. Tekrar varsa sanat yoktur. Demek ki sanat değildir, safi ideolojidir. 

***

Rejim değişti; şehre dikilen yeni anıtların söylediği budur. Sorun şu ki 60 bin kapasiteli cami 60 mümin bulmakta zorlanıyor. Sultanın yaptırdığı ikinci selatin cami tamamıyla boş kaldı. Doldurmak için çareler aradılar. Cami için yapılan bu büyük harcamanın yanı sıra bir de özel tünel yapıldı bu amaçla. Tünelin yapılmasının nedeni camiye ulaşımın kolaylaştırılmasını sağlamaktı. Yolları genişletelim falan derken hazineye bindirdiği yük büyüdü. Her şey, Erdoğan'ın "63 bin kişi aynı anda namaz kılacak" sözlerini gerçek kılmak içindi...

Yakınlarındaki AKP’li Üsküdar Belediyesine cemaati takviye görevi verildi. Bedava servis kaldırdılar. Böylece İstanbul’un ortasında “taşımalı ibadet”in de temelini atmış oldular. Fakat çare olmadı o da. Şimdi de 425 milyon lira daha harcanarak VIP metro hattı yapacaklar, camiye cemaat taşıyacaklar.

Laik Cumhuriyeti yıkıp padişahlığı ilan ettiler, anıtını da diktiler ama halkı yeni duruma ikna edemediler. VIP metro girişimi bu sıkışmayı bypass etme denemesidir.

***

Bu söylediklerimize “din-kutsallık” itirazı yapacaklara hatırlatalım. İslam tarihinin ilk döneminde bu tür “camiler” yoktur. Mescit ise hep var. Mescid-ül Aksa, Süleyman Tapınağı, Müslümanların eski kıblesidir. Peygamber için tek mescit ise “Beyt Allah”, Allah’ın evi olarak kabul edilen Mekke mabedidir. Burası peygamberin çocukluğunda da, demek ki İslamiyet’ten önce de, kutsal bir alandı. Şeytana uyup kutsal sayılan eski dişi tanrılar Lat, Uzza ve Menat vakti gelip yeni inançtan kapı dışarı edilmeden önce Beyt Allah’ta yalnız müminler değil, müşrikler de ibadet ederdi. Demek mescitte henüz inançlılarla inançsızlar birlikte secde ediyorlardı. 

Sonra Peygamberin evinin avlusuna özel bir mabet yaptılar. Kaynaklara göre etrafı kerpiç duvarlarla çevrili toprak bir avludan ibaretti. Güneşten korunmak için çatısını da hurma yaprakları ile örttüler, ilk mescittir. Bununla birlikte, boş ise deve bağlamakta bir sakınca görülmüyordu, demek ki henüz bir kutsiyeti yoktu. 

Fetih devri başlayınca her kışlanın ortasına bir benzerini yaptılar. Ordu hareket ettiğinde sazlar sökülüyor ve mescit bir köşeye yığılıyordu. Bir mimari bulmak imkansızdır.

Bugünkü mimariye ilhamı veren Şam şehridir. Arap ordusu tarafından işgal edilen şehirdeki Johannis Kilisesi bölündü ve yarısı Müslümanlara tahsis edildi. Hıristiyanlar ve Müslümanlar kilisede birlikte ibadet ettiler. Sonra kiliseleri camiye dönüştürdüler. Dönüştürecek kilise bulamayınca kiliseye benzer binalar inşa ettiler. İlk mescitlerdir. 

“Minare” ise daha geç dönemde ortaya çıktı. İlk örneklerinden biri Şam Emevi Camisindeydi. Bu ilk minare de Bizanslılar devrinde yapılan Yuhanna Kilisesine bağlı bir gözetleme kulesiydi. Kule, Emevi Halifesi al-Velid tarafından olduğu gibi korunmuş ve böylece bugünkü cami mimarisinin önemli bir parçası daha icat edilmişti. 

Mescitler Ortaçağdan çıkışa kadar birer ibadethane olmanın yanı sıra birer yoksullar evi gibiydi. İçinde yenilip içilmesi, gece kalınması, eğlenceler düzenlenmesi mümkündü. Mekke’ye has “Beyt Allah” nitelemesinin bütün mescitleri yakıştırılması görece yakın zamandadır. 

***

İnanç kabilenin devlete dönüşmesine aracılık etti ve devlet inancı alıp bir ideolojik aygıta dönüştürdü. Dini de mabetlerini de şekillendirenler, demek ki, Emevi ve Abbasilerdir.

İdeolojilerin anıtlara ihtiyacı vardır. Kilisenin camiye dönüştürülmesinde de bu ihtiyacın belirleyici bir rolü var. Arap-İslam devletleri büyüdükçe ibadethaneler de büyüdü. Bugünkü kontrolsüz büyümenin anahtarıdır.

Bu durumda “selatin camileri”ni İslam Tarihinin bir sonucu veya uzantısı sayamayız. Ondan çok dini ideolojik bir aygıta dönüştüren dünyevi bir düzenin icadıdır. Yani büyümelerinin inançla bir ilgisi yoktur. Camiler büyüyorsa, padişahın, paranın, mülk sahiplerinin egemenliği büyüyor demektir. 

Parayı takip edemiyoruz, selatin camilerine bakıyoruz ve paranın nerede, ne yaptığını anlamaya çalışıyoruz. Para ise büyük ölçüde tekelleşmiştir ve üç beş kodamanın kasasında birikmiştir. 

Mabetler ve cüzdanlar büyüyor, demek ki yoksulluk büyüyor. Bunlar bütün dinlerde kıyamet alameti sayılır. Biz ise kıyamete devrim diyoruz!

Orhan Gökdemir / SOL

Ruhunu yitirmiş kenti 42 yıl sonra tekrar hatırlamak...- ALİ MERT CANEL / SOL

 Bugün ülke tarihinin en kanlı sayfalarından birinin, Maraş Katliamı'nın 42. yılı...



'Der Mahzuni boyun eğme köpeğe

Döner kuzgun üleş, pislik yemeğe

Utanıyom Maraş’lıyım demeğe

Maraş halkı yine gamlı gamlısın” ( Aşık Mahzuni Şerif )

Birçok Maraşlı gibi benim de Maraşlıyım demeye dilim varmıyor. Maraş kelimesi geçtiğinde insanların sözcükleri boğazında düğümleniyor. Yıllar önce yaşanan acıları tekrar tekrar hatırlatmak gerekiyor. Fakat üzülmek için değil hesap sormak için... Yoksa katliama karşı olmamız hümanist bir çığlığın ötesine geçemez.

Katliamdan önce

Altı çeltik, üstü kekik kokan topraklarda 60'lardan başlayan solun etkisi ve 70'lerle beraber Maraş emekçileri politikleşip örgütlenir.

Aşık Mahzuni o yıllarda  Maraş'ın Alevileri, devrimcileri ile beraber Elbistan'da bir konser düzenlemek için hazırlık yaparlar. O dönem Elbistan'da faşist faaliyetler sürdüren ülkücüler, 6 Haziran 1967 günü konsere saldırdıktan sonra kitle dağılır.  Bir gün sonra ''pazar alışverişi'' için köylerden gelen Alevilere tekrar saldırırlar. Ülkücü faşistler, onlarca insanı yaralayıp işyerleri ve evleri yağmalarlar.

Bu saldırılar NATO ve CIA'nın desteği Türkeş'in egemen olduğu Özal Harp Dairesi, MİT ve kontrgerilla işbirliği ile gelişir.  6-7 Eylül saldırılarının ardından bu tür faşist saldırılar 1968 yılında Malatya'da, 1971'de Hatay-Kırıkhan'da, 1976-1977 yıllarında da Maraş'ın diğer ilçesi Pazarcık'da devam eder. 1977'de Taksim’de yüzbinlerce emekçinin katıldığı coşkulu 1 Mayıs kutlamasına The Marmara Oteli’nden sıkılan kurşunlar ile faşist saldırılar artmaya başlar. Hatta 1978'de o kadar çok katliam ve saldırı olduğundan 'katliam yılı' olarak adlandırılır.

Özellikle 1978 yılının Aralık ayında Kahramanmaraş’ta solculara ve Alevi yurttaşlara dönük olarak gerçekleştirilen katliam ve 1980 yılında Çorum’da yine solcu ve Alevi yurttaşlara dönük olarak ve yine devlet-MHP işbirliği ile gerçekleştirilen katliam darbe için gerekli 'atmosferi' yaratmak için atılan kanlı adımlar olmuştu. Kahramanmaraş ve Çorum’da gerçekleştirilen katliamlar günlerce sürmüş ancak devlet olaylara ısrarla müdahale etmemişti. Maraş katliamı sonrasında verilen sıkıyönetim kararı, katliamın 'amacına' ulaştığının bir kanıtıydı.

12 Eylül darbesinden iki yıl önce, 1978 yılının Aralık ayında tırmandırılan milliyetçi ve gerici hezeyan sonucu Maraş'ta yaşananlar, peşi sıra 11 kentte sıkıyönetim ilan edilmesine ve aynı senaryoların Sivas ve Çorum'da da sahnelenmesine bakılırsa, 12 Eylül'e giden yolu açmak amacı güdüldüğü anlaşılan provokasyonların öncüsü ve en kapsamlısıydı.

Maraş'ın tamamında katliamdan önce ETKO saldırıları sürüyordu. Bunun yanı sıra paket bomba eylemleri sürüyordu. Bu bombalardan biri Pazarcık CHP ilçe başkanı Memiş Özdal'a diğeri de Malatya belediye başkanı Hamit Fendoğlu'na gönderilmiş. Memiş Özdal şüphelenip paketi almayınca iki postane emekçisi paketi açmış, patlama sonrası biri ölmüş, diğeri de yaralanmıştı.

Ve katliam...

Maraş'ta 1978 Aralık ayında resmi kayıtlara göre en az 111 yurttaş, Alevi kaynaklarına göre 500'e yakın yurttaş vahşice öldürülmüştü. Binlerce kişi faşist çeteler ve dinci-gericiler tarafından yaralanmış, çocuklar katledilmiş, kadınlara tecavüz edilmişti.

19 Aralık 1978'de başlayan saldırılar 26 Aralık'a kadar iktidar, asker ve polis tarafından seyredildi. Seyretmek yetmezmiş gibi o gün Maraş'ta oturanların beşte biri bu katliama destek vermişti.

Maraş'ta yaşanan katliam sonrası aradan geçen 42 yılın ardından tüm katliamlarda olduğu gibi katiller cezalandırılmamış üstüne ödüllendirilmiş, katliam dosyası tozlu raflara kaldırılmıştı.

Maraş'ta katliam "Güneş Ne Zaman Doğacak" adlı Sovyetler Birliği karşıtı bir filmin ÜGD üyesi Ökkeş Şendiller ve Yunus İlhan tarafından bombalaması ve bu olayı Alevilerin, solcuların yaptığı söylentisini kentte yayması ile başladı. Daha sonrasında gerekçeli kararda bu iki sanığın suçlarının sabit görülmesine rağmen olayın üstü kapatıldı.

Patlamanın ardından sinemadan çıkan ülkücüler, PTT ve CHP binalarına saldırdı.

20 Aralık günü, yoğun olarak Alevilerin yaşadığı bir mahalledeki kıraathaneye bombalı saldırı düzenlendi. 21 Aralık'ta da Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu adlı TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) üyesi iki solcu öğretmen, okul çıkışında katledildi. İki öğretmenin cenaze töreni günü de yine ülkücüler meydandadır. Maraş müftüsü, resmi araçla kent sokaklarında dolaşarak Alevilere karşı saldırıya geçilmesi yönünde kışkırtıcı çağrılar yaparken, çevre ilçe ve köylerden getirilen birtakım kişiler de cenaze alayına saldırır.

Alevilerin yoğun olarak yaşadığı mahallelere giren ülkücüler yaralama olaylarına karışırken ev ve iş yerlerine de saldırdılar. DİSK, TÖB-DER, POL-DER, CHP ve Tekstil Sendikası binaları özellikle hedef gözetilen yerler arasındaydı.

Yaşanan vahşetin son noktası 24 Aralık’ta Alevi mahallelerinin otomatik silahlarla taranmasıyla başladı. Maraş tecavüzler, çocukların kurşuna dizilmesi ve daha yüzlerce insanlık dışı olaya sahne oldu.

Dönemin İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, olayların, solcuların tahrik etmesiyle ortaya çıktığını iddia edecek, bir yandan da jandarma ilk üç gün boyunca, olayların önüne geçecek herhangi bir girişimde bulunmayacaktı.

Katliamda devlet parmağı

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit'in ölümünün ardından, özel arşivinden çıkan 3 Ocak 1979 tarihli bir raporda, Maraş Katliamının MİT tarafından organize edildiğinin belirtildiği, katliamı örgütleyen dört MİT şefinin isimlerinin açıkça ifade edildiği ortaya çıktı. Bu raporda, MHP'nin ve Alparslan Türkeş'in katliamdaki sorumluluğu da açıkça belirtiliyordu. Katliamın ardından İçişleri Bakanlığı'nın gönderdiği özel araştırma ekibinin hazırladığı rapor ise kamuoyuna açıklanmadı.

CIA ajanı Paul Henze'nin Maraş Katliamı'ndan bir hafta önce Maraş'ta görüşmeler yaptığı, katliamın bu görüşmelerde planlandığı da iddialar arasında yer alıyor. Katliamda kullanılan bazı silahların İskenderun'daki NATO cephaneliğinin envanterinde yer aldığı belirtiliyor.

Dava...

1991 yılına dek süren Maraş Katliamı Davası'nda, 804 kişi yargılandı ve çeşitli cezalar verildi. Dosya, Yargıtay'ın bozma kararının ardından, 1991'de yeni çıkarılan Terörle Mücadele Yasası'na dayanarak kapatıldı.

Maraş'taki katliamda rol alanlar hiçbir zaman cezalandırılmadı... Yargılıyormuş gibi mahkemeye çıkarılıp ceza verilenlerin cezaları azaltıldı, sıkıyönetim mahkemesinin kararı Yargıtay tarafından bozuldu, yeniden yapılan yargılama sonucunda cezalar uygulanmadı. Ceza alanların cezaları da 1991'de çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu nedeniyle ertelendi ve daha sonra serbest bırakıldılar.

Katliamın ardında MİT ve MHP'nin yer aldığı birçok raporda yer aldı ancak tek bir adım dahi atılmadı.

Ölenleri anmak yasak, gerekçeli karara ulaşmak parayla

Dünün katliamcılarının bugünkü siyasal uzantıları Maraş katliamında katledilenleri her sene anmayı yasaklıyor, son yıllarda ise sadece katliamda katledilenlerinin ailelerine izin veriliyor.

2017 yılında da Maraş’ta 120 kişinin öldürüldüğü katliamın 39’uncu yıl dönümünde Meclis bünyesinde bir araştırma komisyonunun kurulması talebiyle önerge verildi. Ancak “katliam” ifadesi gerekçe gösterilerek önerge, Maraş'ın yıldönümünde iade edildi.

Dönemin CHP Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün bilgi edinme yasası çerçevesinde TBMM’ye dilekçe vererek Maraş Katliamı ile ilgili görülen dava dosyasının bir kopyasını istedi. Fakat mahkemenin gönderdiği o cevapta Aygün’ün istediği belgelerin 41 bin TL ücret ödenmesi karşılığında gönderilebileceği belirtildi.

Ökkeş Şendiller

Türkiye’de adı cinayetler, provokasyonlar ve katliamlarla anılan kişiler son zamanlarda kendilerine medyada sıkça yer bulmaya başladı.  Bunlardan biri de Ökkeş Şendiller. 'Reisi' Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte TRT tarafından yapılan bir belgeselde Maraş katliamını anlatan katil Ökkeş Şendiller "aralarında Hrant Dink'in de bulunduğu komünist militanların gerçekleştirdiği"ni iddia edecek kadar ileri gitmişti.

Şendiller, katliamın üstünün kapatılmasından sonra Ökkeş Kenger soyadını Şendiller olarak değiştirdikten sonra aklanarak ANAP-BBP ittifakıyla Kahramanmaraş milletvekili seçildi. Bu yıllarda Menzilci tairkata bağlanan Şendiller,  trajik olarak Meclis İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyeliğine getirildi. AKP'nin 'Alevileri dönüştürmek adına yapılan "Alevi Açılımı" çalıştaylarına davet edildi.   

Maraş katliamının bir numaralı sanığı Ökkeş Şendiller, adeta bir katil soğukkanlılığıyla 2010 yılında utanmadan Maraş’a giderek sorumluların bulunmasını isteyen binlerce kişiye faşist çetelerle birlikte saldırmış, katledilen insanlara gövde gösterisi sunmuştu.

Yalan, çarpıtma ve nicesi...

Tercüman gazetesi, katliama ilişkin “Maraş’ı bahane eden komünistlerin, dinsizlerin, devlete meydan okuması” diye yazdı.

2013 yılında Sütçü İmam Üniversitesi'nde görev yapan Prof. Dr. Ahmet Eycil, Akit'e verdiği röportajda, Gezi ve Maraş katliamı arkasındaki zihniyetin aynı olduğunu, devletin istikrarını bozmaya çalıştıklarını ileri sürerek şu skandal ifadeleri kullandı:

“78 olaylarının (Maraş katliamı) içinde yer alan sol grubun içinde Alevi de var, Ermeni de var, diğer gruplar da var. Şimdiki Gezi olayları içinde de bunlar var. Yani nerede devletin istikrarına olumlu veya olumsuz etki eden bir musibet varsa bunlar hemen içinde yer alıyor.”

Ahmet Eycil aynı röportajda daha da ileri giderek Sünniler ve Aleviler arasındaki 'kardeşlik anlaşmasını bozan maalesef ki Aleviler' diyerek Maraş katliamının sorumlusu olarak Alevileri gösterdi.

İki dönem önceki Maraş Belediye Başkanı Mustafa Poyraz, "İki taraftan da garip insanlar zarar gördü. Bunu kimse tasvip etmiyor. Bir insan bir yerden bir defa ısırılır. Biz bir defa yara aldık. İkinci yaraya K.Maraş izin vermez. Aramıza nifak tohumları, fitne fesat tohumları ekemezler" dedi.

Zaman gazetesi, 2008 yılında katliamın yıldönümüne yakın bir tarihte yaptığı haberde ise bu defa katliamı Sovyetler Birliği'nin planladığını iddia etmişti.

2010 yılında anmaya yapılan saldırının ardından aralarında Maraş Sanayi ve Ticaret Odası'nın da bulunduğu altı örgüt bir açıklama yayınlamıştı. O açıklamada yüzlerce yurttaşın öldürüldüğü bir katliamdan "1978 Maraş Olayları" şeklinde bahsediliyordu. Katliamdan bugüne ülkücü ve islamcı güçlerin katliamdaki başat rolleri açıkken, açıklama "ülkemizi karanlığa sürüklemek isteyen menfur mihraklar" gibi ifadelerle katliamcılarla katledilenlerin aynı "derin bağlantılara" sahip olduğunu imâ ediyordu.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Çorum ve Maraş katliamlarına ilişkin 2018'de yaptığı açıklamada Alevi ve solcu yurttaşları hedef alarak iki katliamın "Tamamen tiyatro" olduğunu söyledi.  İşte o açıklama: "Yaşı müsait olanlar hatırlar, Çorum ve Maraş olaylarını yaşadık. Onlarca vatandaşımızı şehit verdik. Tamamen tiyatroydu, tamamen kurgulanmış bir fitneydi.''

Üzülmek yetmez

Bugün Maraş'ta ve Türkiye'de kime sorsak katliam için üzüldüğünü söyler.  Fakat Maraş Katliamı için sadece üzüldüğünüzü, olmaması gereken bir olay olduğunu söylemek yeterli değildir. Temenniden daha çok olayların açığa çıkarılması, sorumluların hesap verebilmesini dile getirmek önemlidir.

Ökkeş Şendiller hâlâ katliamın sanığı değil, tanığı olarak belletilmeye çalışılarak, ülke sağının aklanması operasyonunda önemli bir figür olarak varlığını koruyor. Bugün Maraş Katliamı dosyası sessizce kapatılmış bulunuyor. Tıpkı Sivas Katliamı davasının zamanaşımından düşürülmesi gibi...

Emperyalizmin ve sermaye diktatörlüğünün yarattığı bu gerici, piyasacı, vahşi düşünce, Maraş Katliamı sırasında da iktidardaydı, bugün de iktidarda... Türkiye tarihine kara lekeler olarak yapışan bu karanlık ve alçak katliamların gerçek failleri, aslında hepsi birbirinin devamı olan bu gerici ve sermaye yanlısı hükümetler... Yıllar içerisinde cumhuriyet düşüncesini kemiren, ülkeyi gericiliğin karanlığı ile piyasacılığın vahşetine teslim eden iktidarlar, aslında tüm bu katliamların asli sorumlusu. Bize düşen ise katliamın hesabını sormak...

ALİ MERT CANEL / SOL


18 Aralık 2020 Cuma

Kendini bitiren kurumlardan biri: YÖK! (I-II)- Rıfat Okçabol / SOL

 


(I)

39 yaşındaki YÖK, son yıllarda bilimsel, demokratik ve laik eğitim ile ‘üniversite’ anlamı açısından tarihinin en kötü dönemini yaşamaktadır.

6 Kasım 1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile kurulan YÖK, kurulduğu günden bu yana eleştirilen bir kurum olmuştur. 

39 yaşındaki YÖK, son yıllarda bilimsel, demokratik ve laik eğitim ile ‘üniversite’ anlamı açısından tarihinin en kötü dönemini yaşamaktadır. Ancak ilginçtir, YÖK ile ilgili eleştiriler, geçmiş yıllara göre yok denecek kadar azalmıştır. 

Eleştirilerin azlığı, büyük çoğunluğu yandaş olan görsel ve yazılı medyanın sözlü ve yazılı eleştirilerde bulunanlara yer vermemesi ve de eleştiri yapanların yaptıklarına pişman edilmeleriyle ilişkilidir. YÖK son yıllarda kendi kendini bitiren bir kuruma dönüştüğü halde eleştirilerin azalması, ülkedeki laik, bilimsel ve demokratik tutum ve anlayışların azaldığının göstergesidir.

Bilindiği gibi YÖK, 1982 Anayasa’sında da yer alan özerk bir kurumdur. Anayasa’nın 131. maddesine göre YÖK, “Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, dü­zenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim-öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek, bu kurumların ka­nunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağ­lamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmakla” yükümlüdür. 

YÖK, Cumhurbaşkanı’na saygı gösterme ve onun söylemlerine değer verme durumunda olsa da, Cumhurbaşkanı YÖK başkanını ve üyelerini atasa da, yasal mevzuata göre YÖK’ü denetleyecek tek kurum, yapılan harcamalarla sınırlı olarak, Sayıştay’dır. Ancak YÖK yasal olarak herhangi bir makama sorumlu olmasa da, başta Anayasa olmak üzere yasalara uymak zorundadır. Anayasa’ya göre örneğin, 

  • Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir (m. 2). 
  • Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar (m. 10).
  • Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar (m. 26).
  • Eğitim ve öğrenim Atatürk ilkeleri ve devrimleri doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır (m. 42).

YÖK işlerini özellikle yukarıda değinilen anayasa maddelerine ve de Anayasa’nın başlangıcında belirtilen çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma, din duygularının devlet işlerine karıştırmama, eşitlik ve adalet, yurtta sulh cihanda sulh gibi ilkelere uygun bir şekilde yürütmek durumundadır. 

Yasal olarak YÖK üyeleri YÖK başkanının, üniversite mensupları da YÖK’ün emirlerine uymak zorundadır. Ancak emirlere uymak durumunda olanlar bile, anayasaya ve devlete bağlılıkla bağdaşmayan ya da hukuka aykırı olan emirlere uymak zorunda değildir. 

Oysa YÖK, kurulduğundan bu yana, Kasım 2003-Aralık 2007 dönemi dışında, özerk bir kurum kimliği gösterememiştir. Bu 4 yıllık dönem AKP’e iktidarda olsa da Cumhurbaşkanı’nın Ahmet Necdet Sezer olduğu dönemdir. YÖK, kurulduğu günden bu yana, iktidarlar gibi piyasacı ve (10 yıllık bir dönem dışında da) gericidir. YÖK, Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) irtica karşısı kararlar aldığı 28 Şubat 1997’tan sonra AKP’li Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ı Aralık 2007’de YÖK başkanlığına atayana kadar gericilikten uzak durmuştur. 

İlk YÖK başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı ile 12 Eylül 1980 darbesi lideri Kenan Evren kan kardeşi gibi olmuş, birbirlerinin isteklerini iki etmemişlerdir. Doğramacı, önceleri türban konusunda Turgut Özal ile anlaşamamış olsa da sonradan T. Özal’ın görüşünü benimsemiş ve T. Özal onu yeniden YÖK başkanlığına atamıştır. Yine de yükseköğretim konusunda genelde Doğramacı’nın dedikleri olmuştur. AKP dönemi öncesinde görev yapan diğer YÖK başkanları da, genelde iktidarla ve kendilerini atayan cumhurbaşkanlarıyla olumlu ilişki içinde olmuşlarsa da, onların güdümüne girmiş olduklarını söylemek zordur. Yalnız Prof. Dr. Kemal Gürüz, 28 Şubat süreci denen dönemde MGK kararlarıyla uyumlu çalışmış, bir ara iktidar ortağı MHP ile bir ara da Cumhurbaşkanı A. N. Sezer ile anlaşmazlık yaşamıştır.

Ancak YÖK başkanı Y. Z. Özcan, belirli bir biçimde, bir AKP’liymiş gibi AKP Genel Başkanı’nın eğilimleri doğrultusunda çalışmaya başlamıştır. Türban, üniversiteye girişte uygulanan katsayı, yandaş adayların rektör adayı olarak Cumhurbaşkanına sunulması, ilahiyatlara ağırlık verilmesi ve üniversiteye giriş sınavının değiştirilmesi gibi pek çok konuda AKP’nin eğilimlerine paralel bir şekilde hareket etmiştir. 

Özcan’dan sonra A. Gül’ün YÖK başkanlığına getirdiği Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya zamanında da benzer durum devam etmiştir. Örneğin Çetinsaya ODTÜ ile ilgili olaylarda üniversiteden değil AKP’den yana davranmıştır. ODTÜ öğrencileri, Başbakan’ın Göktürk 2 adı verilen uydunun fırlatılması için 18 Aralık 2012 günü 3 bin kişilik polis gücüyle birlikte ODTÜ’ye gelmesini, basın açıklaması yaparak protesto etmek istemişlerdir.I Polisin orantısız müdahalesiyle bir öğrenci kafasından olmak üzere, onlarca öğrenci çeşitli yerlerinden yaralanmıştır. ODTÜ akademisyenleri öğrencilerine sahip çıkıp polisin tutumunu eleştirmişlerdir. Başbakan ise ODTÜ yönetimini ve akademisyenleri eleştirmiştir. Bunun üzerine pek çok üniversitenin öğrenci ve akademisyenleri ODTÜ’yü desteklerken, YÖK başkanı ODTÜ’ye ve öğrencilere sahip çıkmamış, yandaş rektörlerin polis yerine ODTÜ’yü kınamalarını sağlamıştır. 

Haziran 2013 günlerinde yaşanan Gezi Parkı eylemlerinde de, Çetinsaya polis şiddetine karşı çıkmadığı gibi eylemcilerin protesto edilmesi için yandaş rektörleri de etkilemiştir. Pek çok yandaş rektör, Gezi eylemlerine barışçıl destek veren akademisyenlerini cezalandırmaya kalkışmıştır. 

AKP’li Ankara Büyükşehir Belediyesi, üniversite istemese de, Ekim 2013’de ODTÜ yerleşkesinde yol açmak için ağaç kesmeye başlayınca, olaylar çıkmıştır. YÖK başkanı Gökhan Çetinsaya bu olayda da, AKP’li gibi davranıp ODTÜ’ye sahip çıkmamıştır. 

Bilindiği gibi Arap Baharı denen süreçte, Mısır genelkurmay başkanı, önce Mursi’nin Cumhurbaşkanı olmasını sağlamış, sonra işler kötü gidince de 3 Temmuz 2013’de Mursi’yi devirip tutuklamıştır. Yargılama sonunda Mursi idama mahkum edilince, AKP Genel Başkanı Mursi’ye ve onun ihvan hareketine (Müslüman kardeşlere) sahip çıkmış ve ihvan hareketini temsil eden ‘Rabia İşaretini’ kullanmaya başlamıştır. O güne kadar, dünyadaki darbelerle ya da idam konularıyla hiç ilgilenmemiş olan rektörlerimizden 43 tanesi 30 Nisan 2014’de, “Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun” ifadesiyle başlayan ve “Türkiye'deki üniversite rektörleri olarak Mısır halkı ile Türk halkı arasında tarihi, kültürel ve dini yakınlıklar olduğuna inanıyoruz. Mısır halkının refah ve huzuruna önem veren Türk üniversite yöneticileri olarak iyi niyet taşıyan bu mektubu şahsınıza, ahlaki, hukuki ve entelektüel bir sorumluluk duygusu ile yazıyoruz”II deyip idamın durdurulmasını istemişlerdir. Bu mektup, AKP’ye destek olmak için YÖK başkanının aracılığıyla ve yandaş rektörlerin katılımıyla yazılmış bir mektup olmuştur.

AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı olunca, G. Çetinsaya’yı 2014’te görevden alıp Prof. Dr. Yekta Saraç’ı YÖK başkanlığına getirmiştir. Bu görevden alma, Çetinsaya’nın kendisinden istenenleri yapmamasından değil, A. Gül’e ve Fetöye yakın bir kişi olması nedeniyledir. 

Y. Saraç’ın başkanlığa atanmasıyla, YÖK’ün tam anlamıyla AKP Genel Başkanı’nın isteklerine göre hareket edeceği belli olmuştur. Çünkü Saraç, AKP Genel Başkanı’nın tercihi olarak 2005, 2009 ve 2013 yıllarında üst üste YÖK üyeliğine atanmıştır. Çünkü Saraç, Erenköy cemaatinin tanınmış isimlerinden Emin Saraç’ın oğlu ve AKP Genel Başkanı’nın isteği üzerine televizyon yayınını durdurduğu için 'Alo Fatih' diye bilinen Fatih Saraç'ın kardeşidir. Çünkü Sözcü gazetesinin 6 Kasım 2013 tarihli haberine göre, Başbakan YÖK’te alınmasını istediği kararları Saraç’a iletmiştir. 

YÖK başkanı Saraç, ilk iş olarak bir tarikat merkezini ziyaret edip oradaki Kuran kursunu denetlemesiyle, kendisinden beklenenleri mahcup etmeyeceğini ve bir tarikat üyesiymiş gibi itaatkâr olacağını göstermiştir. 

Not: Saraç’ın itaatkârlıkları gelecek haftalarda

                                                          ***

(II)

Bir tarikatı ziyaret edip orada sürdürülen Kuran kursuna da uğrayarak YÖK başkanlığı görevine başlayan A. Y. Saraç, Allah için kendisini bu göreve getirenleri mahcup etmemiştir.

Bir tarikatı ziyaret edip orada sürdürülen Kuran kursuna da uğrayarak YÖK başkanlığı görevine başlayan A. Y. Saraç, Allah için kendisini bu göreve getirenleri mahcup etmemiştir. A. Y. Saraç’ın göreve geldiği Kasım 2014’den bugüne kadar, bir YÖK başkanının şaşırtıcı icraatlarını aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür. 

27 Mart 2015 tarih ve 6639 sayılı yasayla Sağlık Bilimleri Üniversitesi ve bu üniversitede bir mütevelli heyeti oluşturulmuştur. Bu mütevelli heyetinin başı Sağlık Bakanlığı müsteşarı olacaktır ve heyet üyelerinin çoğunluğunu sağlık bakanlığı belirleyecektir. A. Y. Saraç üniversite özerkliğini yok edecek bu yasaya karşı çıkmamıştır. Anayasa Mahkemesi, mütevelli heyeti yapısının Anayasa'nın 130. maddesiyle güvenceye alınan bilimsel özerklik ilkesiyle bağdaşmadığı için mütevelli heyeti oluşumuyla ilgili maddeyi 9 Aralık 2016’da iptal etmiştir. 

1 Nisan 2015 tarih ve 6641 sayılı bir yasa ile “Türkiye Uluslararası İslam, Bilim ve Teknoloji Üniversitesi” kurulmuştur. Bu üniversiteyle ilişkili olarak bir “Üniversite Danışma Kurulu” ve “Türkiye Uluslararası İslam, Bilim ve Teknoloji Üniversitesini Güçlendirme Vakfı” oluşturulmuştur. Danışma kurulunda siyasal kurumların temsilcileri çoğunlukta olacaktır. Yine siyasal kurum temsilcileri ile yandaş vakıfların temsilcilerinin çoğunlukta olduğu bu vakıf, özel okullar açabilecek ve bu okulların denetimini, bakanlık tek başına değil, vakıfla birlikte yapacaktır! A. Y. Saraç, bu üniversitenin adına da, danışma kurulu ile vakfın oluşumuna da, vakfa üniversite dahil eğitim kurumları açma yetkisi verilmesine de, itiraz etmemiştir. 

Bir camisi ve 10 kadar mescidi olan ODTÜ’de, 25 Aralık 2015 günü basketbol sahasının kenarında namaz kılmaya kalkışan öğrencilere, diğer öğrenciler “Neden mescitte namaz kılmıyorsunuz” diyerek tepki göstermiştir. Bu olay üzerine AKP Lideri, “ODTÜ'de namaz kılan gençlerin üstüne saldırıldı, YÖK gereğini yapmalı" demiştir. İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nin  ‘Gençlik ve Tarih’  konulu etkinliğinde tesadüfen aynı gün konuşan A. Y. Saraç, “öğrencilerin sadece eğitim aldığı konularla ilgilenmelerini değil, düşünce ve ruh dünyalarına hitap edecek konuları da göz ardı etmemelerini istediklerini” belirtmiştir1. Bunları söyleyen ve üniversitelerde sağcı grupların genelde polis himayesinde yarattıkları olaylar karşısında kılını kıpırdatmayan A.Y. Saraç, liderin emrine uymuş ve hemen ODTÜ’yü kınayıp YÖK üyelerinden bir komisyonu olayı incelemek üzere görevlendirmiştir.

2015 genel seçimleri sonrasında güneydoğuda yaşanan olaylar üzerine, 11 Ocak 2016 tarihinde, 1.128 akademisyenin imzaladığı bir  ‘Barış Bildirisi’ yayımlanmıştır. Birkaç yıl önce düşünce hürriyetinden söz eden2 AKP Genel Başkanı, bu bildiriyi eleştirmekle yetinmemiş, “… Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız, karanlık; … Bunlar içinde bulundukları ihanet çukurunda çırpınacak3” gibi sözlerle imzacılara hakaretler etmiştir.  A.Y. Saraç da bu hakaretlerin ardından hemen imzacıları kınayıp soruşturma başlatacağını açıklamıştır. Kısa sürede 500’den fazla imzacı akademisyenin, yargı kararı olmadan meslekten atılmalarını sağlamış, bu arada imzacılar hakkında davalar açılmıştır. Davaları hızla bitirilenler teröre destek suçlamasıyla mahkum edilmeye başlanmıştır. Mahkum olan akademisyenlerin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi (AYM), 30 Temmuz 2019 tarihli kararıyla, barış bildirisini, yasalarda yer alan ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirip mahkumiyet kararının hak ihlali olduğunu belirtmiştir. AYM kararı üzerine barış bildirisini imzalayanlar hakkında açılan davalar düşmüştür. Ancak meslekten atılan akademisyenler görevlerine hâlâ döndürülmemiştir. Bu akademisyenlerin meslekten atılmasını sağlayan A. Y. Saraç, YÖK başkanlığından istifa etmeyi aklına bile getirmemiş ve meslekten atılanlardan özür bile dilememiştir. 

Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi, 17 Haziran 2016 günü, Ege'ye özgü zeybek ve çeşitli dans koreografilerinin sahnelendiği mezuniyet töreni düzenlemiştir. Bu tören, öğrenciler ve veliler tarafından coşkuyla karşılansa da gerici basının saldırısına uğramış ve A. Y. Saraç, o günlerde vekaleten dekanlık görevini yürüten profesörü, anında görevden almıştır.

Milli eğitim bakanlığıyla ilişkili olarak bir Milli Eğitim Vakfı varken, 17 Haziran 2016 tarih ve 6721 sayılı yasayla Maarif Vakfı kurulmuştur. Bu vakıf, milli eğitime ve YÖK’e alternatif olarak yasanın ikinci maddesine göre “Okul öncesi eğitim, ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretim kurumları” açabilecektir. Bu vakfın 13 kişiden oluşan mütevelli heyetinin 12 üyesini siyaset ve birini de YÖK belirleyecektir. A. Y. Saraç, bu vakfın kurulmasına da, mütevelli heyetinin yapısına da karşı çıkmamıştır. 

 Rıfat Okçabol / SOL

  • 1.https://www.istanbul.edu.tr/tr/haber/yok-kultur-sanat-soylesilerinin-ik…,
  • 2.AKP Genel Başkanı 2 Şubat 2009 günü Çetin Altan’a ödül verdiği törende, “… Eleştirel akıl olmadan, eleştiriye tahammül olmadan yol alamayız. Söz olmadan, yazı ve fikir olmadan uygarlık iddiamızı gerçekleştiremeyiz. Farklı düşünmek asla birbirimizi anlamaya, en azından anlama çabasına mani olmamalı. Demokrasinin temeli tahammül duygusudur. Bugün mutlulukla ifade ediyorum ki Türkiye ne Çetin Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ve düşünceyi mahkûm eden bir Türkiye’dir, ne de Nâzım Hikmet'i 12 yıl boyunca hapishanelerde tutan Türkiye’dir” demiştir
  • 3.https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/01/160111_erdogan_akademisyen_…, erişim 15 Temmuz 2020.


Milyonlarca işçi, köylü direniyor: Hindistan Kasım 2020 - Korkut Boratav / SOL

 Orada da kritik soru aynıdır: Meydanlara taşan  halk muhalefeti, siyasal örgütlenme içinde iktidara yürüyebilecek midir?


Hindistan, Kasım-Aralık  2020’de milyonlarca işçi, köylü ve çiftçinin direnişlerine tanık oldu. Bugünlerde de sürüyor. 

Hindu faşizmi, Türkiye’dekinin “ayna yansıması “gibidir. Narendra Modi on yıl sonra başlattı; aradaki farkı da kapatıyor. Bugünlerde patlak veren halk direnmesi bizleri de heyecanlandıracak özellikler taşıyor.  

Öğrendiklerimi okurlarımla paylaşmak istedim.  

250 milyon işçi grevde… 

Hindistan’da 10 sendika ve emekçi örgütü 26 Kasım 2020 için genel grev kararı aldı. Grev, üç komünist partisinin, Kongre’nin ve diğer  muhalefet partilerinin örgütlü olduğu konfederasyonlar, birlikler ve “kendi hesabına çalışan kadınlar topluluğu” (SEWA) tarafından örgütlendi.  

Sendikacılar, 250 milyon işçinin greve katılacağını bekliyordu. Gelişmeleri izleyen JACOBIN dergisi sonucu, “galiba tarihin  en büyük grevi” olarak nitelendirdi. Katılımın çok yaygın olduğu; 26 Kasım’da Hindistan’da hayatın büyük ölçüde durduğu haberleştirildi.

Eylül’den bu yana sendikal muhalefet çeşitli eylemlerle ve son olarak 26 Kasım’da iktidara taleplerini iletiyordu. Tespit edebildiklerimi sıralayayım:  İşgücü piyasalarını esnekleştiren  (örneğin günlük çalışma süresini 8 saatten 12 saate çıkaran) yasal düzenlemelerin geri çekilmesi; gelir vergisi ödemeyen her haneye altı ay boyunca 7500  rupi (yaklaşık 100’er dolar)  nakit ödenmesi; ihtiyaç sahibi ailelere ayda 10 kilo pirinç dağıtımı; özelleştirmelere son verilmesi; kamuda erken emekliliğin durdurulması; emeklilik haklarını aşındıran  düzenlemelerin iptali; salgın nedeniyle gerçekleşen istihdam, ücret kayıplarının telafisi… (The Wire, 28 Kasım; JACOBIN, 1 Aralık) 

Bu genel grevin Hindistan sınıf mücadeleleri açısından önemli bir boyutu da var: Hindistan nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı ve köylülük arasında sembolik dayanışmanın ötesine giden bir eylem ittifakı başlattı. Bu “ittifak”, bir anlamda Modi iktidarı tarafından tetiklenmişti.  Bu iki sınıfın Hindistan’daki geçmiş kazanımlarını tırpanlayan dört yasanın aynı tarihte (Eylül’de) parlamentoya getirilmesi ile…  

Nitekim 26 Kasım grev çağrısı, “neoliberal tarım reformu”nun geri çekilmesini ve kırsal bölgelerde istihdam garantisi uygulamalarının genişletilmesini de talep ediyordu. Hindistan çiftçi örgütleri birleşik cephesi (AIKSCC) de genel grevi desteklediğini duyurdu.

26 Kasım genel grevi, hızla, yaygın bir köylü / çiftçi hareketini de başlattı. 

Köylüler Yeni Delhi’yi kuşatıyor

Genel grevle aynı tarihte, Yeni Delhi’ye yakın eyaletlerin (Punjab ve Haryana’nın) köylü, çiftçi örgütleri “direnme” ilan etti. Yaklaşık 50.000 emekçi, 1200 traktörlü bir konvoyla ve yürüyerek başkente akmaya başladı. 

Yeni Delhi güvenlik güçleri köylüleri kent girişinde durdurmaya çalıştı; başaramadı. Valilik, eylemcilere kent sınırları içinde, boş bir alan tahsis etti;  gidenler oldu; ama büyük kalabalık kent girişlerine, kadınlar, çocuklarla birlikte yerleşti; açık hava kampları oluşturuldu; 

Güney eyaletlerinden katılanlarla birlikte Hindistan başkenti, girişleri kapatan çiftçiler tarafından (BBC’nin ifadesiyle) “kuşatma altına alındı.” Toplamın yüzbinlere ulaştığı tahmin ediliyor.

29 Kasım 2020: Yeni Delhi girişinde polis ve çiftçiler karşı karşıya











Modi, ilk başta çiftçilerle müzakereyi reddetti. “Kuşatma”, dünya kamuoyunun da dikkatini çekince  Tarım Bakanı’nı görevlendirdi. Eylemleri önce, “muhalefetin ve provakötörlerin  eseri” olarak   nitelendiren Bakan, direnme sertleşince, açlık grevleri başlayınca  “sınırlı revizyonlar” yapılabileceğini söyledi.  Çiftçi temsilcilerinin yanıtı, “yasalar tümüyle geri çekilsin” oldu. (The Wire, 5 Aralık; BBC News ve World Socialist Web Site, 8 Aralık; TeleSur, 14 Aralık).

Yüzbinlerce emekçiyi Yeni Delhi kapısına yığan “reform” üzerinde duralım.

“Tarımsal reform”: Türkiye’ye yabancı değil… 

Hindu faşizmi Türkiye örneğini on yıl geriden izlemektedir; baskı yöntemleri bakımından aradaki farkı kapatmaktadır. Ama köylüğü sarsan “neoliberal reform” geç başlatıldı. Kritik tarihler Türkiye’de 2000, Hindistan’da 2020… 

“Köylü” ve “çiftçi” terimlerini geçişli olarak kullandım. Hindistan açısından piyasa için üretim yapan; bir hektarı aşmayan kendi toprağını aile emeği ile işleyen 110 milyonluk bir emekçi sınıftan söz ediyoruz. Mevsimine göre ücretli emek kullanımı da söz konusu. Bunlar, bugünlerde Delhi’yi kuşatan küçük, orta çiftçilerdir. Aşağıda yer alan milyonlarca topraksız köylü, yukarıda büyük toprak sahipleri de eklenirse, tarımsal yapı kabaca özetlenmiş olur. 

Türkiye’de 2000’e, Hindistan’da 2020’ye kadar piyasa için üretim yapan köylülük, uluslararası piyasaların tarımsal ürünleri etkileyen dalgalanmalarına, olumsuz eğilimlerine karşı destekleme politikalarıyla korundu. Tarımda “yeşil devrim” sonrasında, Hindistan, “kendisini besleyebilen bir ülke” oldu. 

1980 sonrasında Özal dönemi Türkiye’de desteklemeye ayrılan kamu kaynaklarını kıstı. Bu kayıplar 1989 sonrasında telafi edildi. Hindistan’da iktidarın gediklisi Kongre Partisi’nin neoliberal reformlara yöneldiği dönemler oldu; ama, tarımsal destekleme büyük ölçüde korundu. 

Kritik dönemeç Türkiye’de 2000’de IMF ve Dünya Bankası (DB) programlarıyla başladı. “Tarımsal reform programı” için DB’ye bir “niyet mektubu” sunan tek ülke (galiba) Türkiye’dir. Oğuz Oyan’ın özlü bir bilançosu var1. Sonucu 2020 ortamında gözlüyoruz: Türkiye tarımının artan dış bağımlılığı, ülkeyi besleyememesi, yoksullaşan köylülüğün giderek tarımdan kopması… 

Hindistan’ın tarımsal reformu

Modi’nin Hindistan tarımına getirmeye kalkıştığı “neoliberal reformu”, iki solcu iktisatçı, Prabhait Patnaik ve Jayati Ghosh değerlendiriyor.

Prabhat Patnaik,  IDEAS sitesinde yayımlanan yazılarında tarım reformu ve sonrasıyla ilgili iki vurgulama yapıyor. 

28 Ekim  tarihli yazı, bir ay önce parlamentodan geçen tarım reformunu, “emperyalizmin gündemini içeren yasalar” olarak nitelendiriyor. Bu yasalar “kamu garantili destekleme fiyatlarını devre dışı bırakacak; milyonlarca küçük köylüyü piyasaların, ticaret sermayesinin insafına terk edecektir.”  Emperyalizmin Hindistan gibi ülkelerde tarımı ihraç ürünlerinde uzmanlaşmaya yönlendirme tasarımı da, Patnaik’e göre bu yasaların bir sonucu olacak; Hindistan gıdada dışa bağımlı bir dönüşüme sürüklenecektir.

Patnaik, 30 Kasım tarihli yazısında ise, 26 Kasım 2020 genel grevinin, Hindistan halkının  sermayeye  karşı direnmesini siyasete taşıyan yeni bir başlangıç olabileceğini umuyor.  Benzer bir sınıfsal direnme, 2019 seçimleri arifesinde patlak vermiş; Modi, bu konjonktürü İslamcı teröre ve Pakistan’a karşı başlattığı milliyetçi bir  karşı saldırı ile etkisiz kılmış; seçimi kazanmıştı. Patnaik iyimserdir: 26  Kasım’da patlak veren sınıf mücadelesi Modi iktidarını sarsabilecektir. 

Jayati Ghosh’un yazısı, “Çiftçiler ile Hindistan devleti karşı karşıya” başlığı taşıyor (Project Syndicate, 11 Aralık). “Çiftçilerin çıkarına” iddiasıyla parlamentoya getirilen üç yasanın özü, tarımsal ürünlerin ticaretini serbestleştirmektir. Kamu denetiminin, destekleme alımlarının  etkisizleştirmesi çitçinin eline geçen fiyatları düşürecek; sözleşmeli çiftçilik yaygınlaşacak; Hint tarımı  uluslararası ticarî  sermayenin denetimi altına girecektir. En sert etkilenenler küçük ve marjinal çiftçiler olmak üzere… 

Yirmi yıl önce 2000-2002’de, Türkiye tarımını da kapsayan “neoliberal şok”un siyasal sonucu (aynı programı sonraki yıllara taşıyacak olan) AKP’nin iktidara gelmesi oldu. Hindistan’da 2020’de işçi ve köylü sınıfları benzer bir “neoliberal şok” ile karşı karşıya kalıyor; tepkilerini milyonları kapsayan bir genel grevle; başkenti kuşatan  yüzbinlerce emekçi ile gösteriyorlar.

Orada da kritik soru aynıdır: Meydanlara taşan  halk muhalefeti, siyasal örgütlenme içinde iktidara yürüyebilecek midir? Veya, bir kere daha, egemen sınıfların denetimi altına sürüklenecek ve etkisizleşecek mi? 

Korkut Boratav / SOL    
 

  • 1.Oğuz Oyan, "Tarımda IMF-DB Gözetiminde 2000'li Yıllar", İzzettin Önder'e Armağan, Sav Yayınları, 2011

17 Aralık 2020 Perşembe

Ver 100 milyonu, Mustafa görsün işini - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 Gölgeler dünyasında yaşıyoruz. Kimi uzun kimi kısa… Ağaçların olduğu gibi insanların da gölgesi var. Bazen yere vuranı anlatarak gerçeği tarif ediyoruz.

Hem Cendere’de hem de bu köşede o ses kaydının hikâyesini anlatmıştım. 

Hepimizin evinde mutfak eşyaları olan Fransız T. firması ile Türk alacaklıları arasında oluşan hukuki ihtilafı ilgilendiriyordu. 

Kriz büyüyünce Cumhurbaşkanı’na yakınlığını kullanan “becerikli bir avukat” devreye girmişti. T. şirketinin meşhur avukatı K.S. ve T. şirketinin o dönemki CEO’su M.K. ile yargının önemli isimlerini buluşturmuştu. 

İstinaf dosyalarına bakan yargı mensubu H.K. ve Adalet Komisyonu’nda görev yapan üst düzey yargı mensubu B.A. ile bir toplantı yapmışlardı. “Becerikli avukat”ın öncülüğünde hep birlikte T. şirketini kurtarmak için yol aramışlardı.

Ne ortam dinlemesi ne gizli saklı işler…

Her şeyin ortaya çıkması içlerinden birinin aldığı ses kaydıyla ortaya çıktı. Toplantıya katılan T. şirketinin CEO’su, bizzat kendi telefonuyla “bu tür” görüşmeleri kayda alıyor, sonra da notlar çıkararak şirketine rapor ediyordu. Ancak şirket içi kavgalar o kaydın adliye koridorlarına taşmasına neden oldu. Bu sayede öğrendik. Meğer kimi hâkimler ile kimi kritik davalar için toplantı yapılıyor, nasıl karar verileceği konuşuluyordu.

Cendere’de de bu köşede de ses kaydına yer vermedik. Hatta kayıttaki kişilerin adlarını da yazmadık. Ama son dönem yargının nasıl işlere bulaştığının resmi olarak, “aslında ne oluyor”u anlattık.

Yazdık, ortaya çıktılar

Yerli ve milli” lafını ağzından düşürmeyenler; iş paraya gelince Türk şirketlere karşı, Türk ekonomisini batıracak kararları almak için elbirliğiyle çalışıyordu. “Aç yok” diyorlar ya, “milyonlar” deyince evlerine ekmek götürenleri değil, başka bir şey anlıyorlardı.

Bazen “Yazıyorsunuz da ne oluyor” diyorlar. Oysa yazmak tutkulu bir yol. Harflerle kurulmuş o taş, vitrini çatlatıyor. Camlar yıkılınca gerçeğin kendisi dokunulabilir oluyor.

Önce çatlatıyor, sonra da kırıyor…

Dün, belki bazı yayın organlarında okudunuz. Cendere kitabının ve Cumhuriyet gazetesinde yer alan haber ve yazıların ardından 3 Türk şirketi ortaya çıktı. “O ses kayıtlarında konuşulan davada, Fransız şirketini kurtarmak için bizim hakkımız yendi” dediler. Hâkimleri HSK ve Yargıtay’a, işi takip eden avukatları ve şirket yöneticilerini savcılığa şikâyet ettiler. Avukatların görev dışına taşan işlerini de baroya taşıdılar. En önemlisi, verdikleri dilekçelerde bizim yapmadığımız bir şeyi yaptılar. Yargıyı etkileyen o toplantının kayıtlarını, içeriğini, görüşmedeki isimleri kurumlara sundular.

Ses kaydında neler var?

Dün resmi kurumlardaki o dosyaları alıp okudum…

Ne mi gördüm?

Becerikli avukat”ın, kurtaracağı şirket yetkililerine, yüksek yargının önünde dönüp şunu diyebildiğini:

Şimdi bu Hilmi Bey’deki dosya çıkarsa, biterse bitiyor değil mi sizin, rahatlıyorsunuz ve emsal olarak da kullanıyorsunuz. Ondan sonra daraldığınız yerlerde biz tekrar müdahale ederiz.”

İki avukatın hâkimlerin önünde şunu konuştuğunu:

- Yargıtay’daki 2 tane karar bizim aleyhimize, istinaf mahkemesinde olan 3 tane karar bizim lehimize.

- Hıııı.. Yargıtay’daki aleyhinize. Orada da lehinize gelmesi lazım.

- Onların lehimize gelmesi lazım çünkü onlarda orada yazan, o gerekçeli karar içerisinde çok talihsiz ibareler var. Onları kullanabilirler aleyhimize.

Tehdit bile var... Türk şirketlerinin avukatlarının işlerini bitireceklerini, koca hâkimin önünde “becerikli avukat” şöyle ima ediyor:

(Avukat) M.B’yi biz şey yapıcaz inşallah! Mesleki kariyerine katkı sağlayacağız!”

Verirsiniz Mustafa’ya 100 milyon

En aklımın almadığı yer ise yaptıkları para esprileri:

Becerikli avukat: Avukat Mustafa’ya (kendinden bahsediyor) verirsiniz 100 milyon lira, o kalan kısmı halleder. (Gülüşmeler)

Hâkim H.K.: Tabii halleder (Gülüşmeler).

İşin ayağa düşmesinin bu kadar olduğunu sanmayın…

Becerikli avukat” etkiledikleri başka davaları anlatırken “işlerin nasıl yürüdüğünü” anlatıyor, hâkim üstüne de espri yapıyor:

“‘Becerikli avukat’: Ben şey yapıcam. Siz 22’dekini (Mahkemeyi kastediyor) halledin20’yle ilgili sorun çıkmaması için onu da ben yukarıdan arattıracağım. Çünkü o kadının daha önce biz şeyini biliyoruz. (Mahkeme başkanı F.Adan bahsediyor.) Bu UZEL dosyasında Mehmet Durum’un ve ekibinin baskısına yenik düştü. Yerel mahkemeden çıkmış ve ilk kendi verdiği kararı geri adım attı orada çünkü Ali Kibarların takip ettiği büyük paraların döndüğü bir dosyaydı. Bize de dışarıdan geldi. Bize de dediler ki ‘bak burada müdahale edilecek’. Hatta kadın isyan etmişti, şey dedi, ‘Yaa Aydın’daki bir savcı bile bu dosya için arıyor’ demişti. Herkes şey yapıyor. Ülkücü ekip onu takip ediyor o dosyayı. Tabii değer çok yüksek. O da 850 milyon gibi bir paradan bahsediliyor falan filan. Neyse bu icralar sıkıntılı iş, hayatımda hiç icra işi yapmadım başkanım.

Hâkim B.A.: Mustafa başkaları yapıyor, sen yine uğraşıyorsun! (Kahkahalar)

Fransız problem istemiyor

Vatana ihanet sadece askeri sırları alıp satmakla olur sanmayın. Adalet milletin değeridir. Adalet milletin kazancıdır. Siz adaletinizi pazarlıyorsanız…

Kitabı yazarken bilmiyorduk. O toplantıya katılan bir isim daha var. O da Fransız T. şirketinin Fransız CEO’su. Konuşmalara katılmayan CEO şu kadarını söylüyor:

“O zaman problem istemiyorum!”

Hepsi birden “inşallah” yanıtını veriyor. Konu para olunca Allah’ın adı, Fransız şirketinin önüne Türk şirketlerin varlığını sermek için aracı ediliyor. Merak ettiğim, Fransız şirketler kendi ülkelerinde de hukuku böyle mi işletiyor?

Toplantı bitip otoparka geldiklerinde “becerikli avukat”, “don’t worry (endişe etme)” diyor Fransız CEO’ya. “Veririm bir Yargıtay üyesine, irtibatlandırırım gider konuşursunuz” diye tamamlıyor.

Uzatmayayım…

Bizzat kendilerinin aldıkları kayıtlarda yer alan yukarıdaki ifadeleri HSK’deki, Yargıtay’daki, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’ndaki, barodaki dosyalardan aldım. Gizlisi saklısı kalmadı. Artık o konuşmalar, o görüşmeler, hukuka değer biçilen o hikâye, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarında.

Yargı reformu” diye yatıp kalkanlar gereğini yapacaklar mı? Yoksa yargı için satılık ilanı mı verecekler? Her yen kendi kırık kolunu örtüyor ya… Her konuda konuşan barolar, kendi içlerindeki avukatların karıştığı akçeli işler için hâlâ susacaklar mı? Yoksa gereğini yapacaklar mı?

Biz kitapta gölgeleri anlatmıştık. Biz yazıda gölgeyi tanımlamıştık. Biz haberde gölgelerin dünyasına girmiştik. Ortaya çıkan Türk şirketler sureti açıkladı. Yetmedi, aslını Türk yargısına teslim etti.

Biz vitrini çatlattık. Sıra sizde!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet