19 Ekim 2021 Salı

Dünden bugüne: Saray, siyaset ve “haşmet” - Taner Timur / BİRGÜN

 

Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim, Tayyip Bey halkın bir zaafını çok iyi saptamış görünüyor ve siyasetteki başarısının sırrı da daha çok “itibar” söyleminde yatıyor.

Fransızların “küçük cümle” (La petite phrase) dedikleri bir deyim vardır. Cümle küçüktür ama anlamı büyüktür. Daha çok siyasi şahsiyetlerin öfkeyle, ağızlarından kaçırarak ya da kitleleri etkilemek amacıyla düşünüp taşınarak söyledikleri çarpıcı sözler için kullanılır. Ve sonra da bu cümle belleklere çakılır; yıllarca o şahsı -olumlu ya da olumsuz yönde- anımsatan işaretlerden biri haline gelir.

Yakınlarda R. T. Erdoğan’ın “itibardan tasarruf olmaz!” sözlerini duyunca bu deyimi anımsadım ve Tayyip Bey’de böyle “küçük cümle”ler bol diye düşündüm. “FETÖ”cüler hakkındaki “ne istedilerse verdik!” itirafı; 15 Temmuz Darbe Girişimi için “bu bize Allah’ın bir lütfudur!” şükranı; Meral Akşener’e yapılan saldırıdan sonra, “daha neler neler olacak!” tehdidi vb. gerçekten de saymakla bitmez. Ama yine de “itibardan tasarruf olmaz!” sözleri, bana bu “küçük cümle”lerin en önemlisi gibi geliyor! Üstelik son yıllarda sık sık yinelendiğine göre, ne öfke eseri, ne de lapsus; belli ki dikkatle seçilerek kullanılmış bir cümle! İlk kez 2016 Sayıştay raporunda, Saray’ın sadece temizlik işleri için yılda 2 milyon lira harcandığının belirtilmesi üzerine söylenmişti!

***

Sezar’ın hakkını Sezar’a verelim, Tayyip Bey halkın bir zaafını çok iyi saptamış görünüyor ve siyasetteki başarısının sırrı da daha çok “itibar” söyleminde yatıyor. “İtibar”, “şan”, “haşmet” denilince bu ülkede damarlar kabarıyor ve bu nedenle başarı peşinde koşan siyaset erbabı da, hangi konumda olursa olsun, mikrofonu eline alınca “büyük” konuşmaya, “büyüklük” taslamaya başlıyor!

Gerçekten de tarihin derinliklerine uzanan bir tutkumuz bu! Daha yüzyıllar önce, vakanüvisler, Hazine’nin tamtakır olduğu bir sırada İran’a gönderilecek bir elçimizin, kap kacak eritilerek muazzam hediyelerle donatıldıktan sonra, “mal der Hindistan; akıl der Frengistan; haşmet der Alî Osman!” diye uğurlandığını yazmışlardı. “Avam”dan yüksek duvarlarla korunmuş saraylarda yaşayan sultanlar için “haşmet”, “mal”dan da, “akıl”dan da önce geliyordu. Lale Devri ve Kağıthane’de yapılan “Sâdâbad” eğlenceleri; Sultan Aziz ve “Saray” tutkusu (Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan); Abdülhamit ve köşkleri, kasırları, tiyatrosu, hatta çini fabrikasıyla “Yıldız” Sarayı… O gün bu gün, en buhranlı anlarda dahi aynı tutku depreşiyor ve devlet fonları “şan” için harcanıyor. Yakınlarda da Tayyip Bey, öğrencilerin barınacak “yurt” bulamadıkları bir ülkede, 1000’den fazla odalı “Saray”dan seslenerek, yine bu “tasarruf dışı” tutkumuzu hatırlattı. Ama unutmayalım ki “Saray”dan yönetilen ülkelerde de genellikle “vatandaşlar” değil, “kullar” yaşar; en azından istenen, hedeflenen budur!

***

İktidar artı itibar! Aslında bu basit formülün altında, bir yönüyle de geri kalmışlığımızın şifresi gizli. Feodal ve komünal ilişkilerden bir türlü endüstri devrimine ve “ulus-devlet”e geçemeyişimizin açıklaması büyük ölçüde bu tutkuda yatıyor! Daha yalın bir ifadeyle, siyasette başarıyı simgeleyen “haşmet” gösterileri, ekonomide de geri kalışı açıklıyor. Halkın bağrından kopan, fakat Saray’ın kalın duvarlarını aşamayan “böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var!” çığlıklarını da açıkladığı gibi..

***

Aslında bu hastalığı yüzyıllar önce anlayan ve anlatanlar olmuştu. Ne yazık ki bunların çoğu da Batılılar arasından çıkıyordu. Bakınız yaklaşık iki yüzyıl önce Dersaadet’e gelen bir Alman yüzbaşı bu konuda neler yazmıştı:

“Avrupa’nın uygar ülkelerinde servet, değerli nesne üretiminden doğuyor; zenginleşen insanlar aynı zamanda devlet hazinesini de büyütüyorlar. Bu ülkelerde para, insanların sahip oldukları mülklerin ifadesinden başka bir şey değildir. Türkiye’de ise serveti bizzat para oluşturuyor ve bu da genel olarak mevcut para miktarının şunun ya da bunun kasasında birikmesinden oluşuyor. Türkiye’de yüzde 20’den daha az olmayan yüksek faiz oranları hiç de büyük sermaye hareketlerinin işareti değildir. Bu sadece sermaye dolaşımındaki tehlikeye tanıklık ediyor. Her sermayenin şartı, onun güvenlik altına alınabilmesidir. Reaya, 100 bin kuruşluk bir mücevher almayı bir değirmen veya fabrika almaya yeğler. Lüks nesneler hiçbir yerde burada olduğu kadar sevilmezler ve zengin ailelerde küçük çocukların taşıdıkları mücevherler bile ülkenin fakirliğinin çarpıcı bir delilidir”.

Yüzbaşının adı Helmut von Moltke idi; 35 yaşındaydı; İstanbul’a II. Mahmut’un daveti üzerine, “askerî ıslahata” katkıda bulunmak için gelmiş ve ilk işi de Türkçe öğrenmek olmuştu. Birkaç yıllık inceleme ve gözlemlerinin ürünü olan hikmet dolu “Mektuplar”ında “Türkiye’de önemli olan mevkiiler değil, o mevkiiyi işgal eden insanlardır” diyordu. Ne var ki o insanlar da zamanla yerli değil, yabancı çıkarları temsil eder hale geleceklerdi. Osmanlı Devleti “Almancı”ların, “Fransızcı”ların, “İngilizci”lerin “vekâlet savaşı” şekline dönüşmüş saray entrikaları ve saray darbeleri içinde çöktü.

***
Ulusal Kurtuluş hareketimiz, Mustafa Kemal Paşa’nın “Baştan nihayete kadar harabezar” dediği topraklar üzerinde başladı. Oysa bu fakir topraklarda “israf” ve “gösteriş”e hâlâ son verilememişti. Bu yüzden de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nin ilk çıkardığı yasalar arasında “Meni Müskirat (alkollü içki yasağı)” ve “Düğünlerde İsrafın Meni” gibi yasalar da vardı. “Şan için” havaya sıkılan mermilere artık son verilmeliydi. Meclis’in açılmasından üç yıl sonra İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde de Kazım Karabekir Paşa şu acı gerçeği dillendirdi: “Bugün Ziraat Bankası’nın ikraz ettiği paraları bir tarafa yazarsak pek acı hakikatlerle karşılaşmış oluruz. Bu paranın yüzde ellisi düğünlere ve lüzumsuz göreneklere sarf edilmiştir. Birçok aileler düğün yüzünden mahvolmuştur”.

Arkadan dünya buhranı, “yerli malı haftaları”, planlı ekonomi girişimleri vb. geldi ama yine de “büyüklük” kuruntuları sona ermemişti. Bizim kuşak Orta Asya’dan çıkan okların dünyanın her yönüne yayıldığını gösteren haritaları, tüm dillerin Türkçeden doğduğunu iddia eden kuramları çok iyi anımsar. Oysa Atatürk, büyük bir gerçekçiydi; daha 1921 yılında, bugün de kulaklara küpe olacak şu sözleri söylemişti:

“Efendiler, biz büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik”.

Bu sözler Osmanlı son döneminin adeta özeti gibiydi; ama yine de bir kısım çevrelerde “hayal peşinde koşma” ve “böbürlenme” hastalığı sürüyordu. Bu arada “Kemalist” giysilere bürünmüş birtakım Enver’ci ve Talat’çılar da eski türkülerini söylemeye devam ediyorlardı. Neyse ki bunlar döneme damgasını vuran “egemen söylem” haline gelmediler; ama yine de siyasi kadrolarda -günümüze kadar süregelen- güçlü bir temsil olanağı da buldular.

***

Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nı, dışarıdan da olsa, çok zor koşullarda yaşadı. Nazizm yenilmiş, savaşı “Özgürlük Cephesi” kazanmıştı. Yeni bir dünya düzeni kuruluyordu; DP ile CHP “Sam Amca”nın gözüne girme yarışı içindeydiler.

Yarışı DP kazandı. Washington İsmet Paşa’nın savaş yıllarındaki ikili oyununu unutmamıştı; “Truman Doktrini”nin vaat ettiği fonlar “Milli Şef”e bırakılamazdı. Böylece DP, ABD desteğiyle iktidar olacak ve Menderes de “haşmet” politikasını bu kez Amerikan dolarlarıyla canlandıracaktı. Hiroşima ve Nagazaki’de, hiç de askeri bir zorunluluk olmadığı halde, yüzbinlerce insanı yok edecek kararı gözünü kırpmadan veren “Özgür Dünya” liderine, o yıllarda bir “kurtarıcı” gözüyle bakılıyordu!

Türkiye’de de durum buydu. CHP’nin sesi soluğu kesilmiş, görünüşe göre taşlar yerine oturmuştu. Oysa bu yeni “böbürlenme” dalgasına en büyük muhalefet de üniversite çevrelerinden geldi. Forum dergisinde bir araya gelen hukukçu ve iktisatçılar, Menderes’in “tek adam” yönetimini eleştiriyor, uygulanan politikayı “keyfilik”, “plansızlık” ve “müsriflik”le suçluyorlardı. O yıllarda bir Mülkiye öğrencisi olarak izlediğim bu dergide “Gösteriş İçin İstihlak” başlığıyla yayımlanan bir yazıyı hâlâ hatırlarım. Menderes’in hâlâ kulakları çınlatan “küçük cümle”lerinden biri de “Her mahallede bir milyoner yaratacağız!” sözleri olmuştu!

Aslında “gösteriş için tüketim” Türkiye’ye özgü bir olay değildi; iktisat tarihinde de yeri vardı ve zaten kavram da Amerikalı bir iktisatçı tarafından icat edilmişti.
Thorstein Veblen, bugün “Aylak Sınıf Kuramı” diye anılan düşüncelerini, 19. yüzyıl sonlarında Amerika’da ortaya çıkan “yeni zengin” zümrenin görmemişliğini sergilemek ve bundan sonuçlar çıkarmak için geliştirmişti. “Gösteriş için tüketim” (Conspicuous Consumption) kavramı da bunu anlatmak için kullanılıyordu. O tarihlerde ekonomi dilinde “az gelişmiş” ya da “kalkınmakta olan” ülkeler gibi kavramlar yoktu ve Veblen de kuramını doğrulayan en çarpıcı örneklerin yüz yıl sonra bu gibi ülkelerde çıkacağını bilemezdi.

Oysa gelişmeler böyle oldu.

Bırakalım Paris Opera Binası’nda düzenledikleri “haşmetli düğün”leri Hintliler tartışsınlar; ama Tayyip Bey yönetiminde Türkiye’nin de bu alanda en çarpıcı örneklerden biri haline geldiğini gözden kaçırmayalım.

Gerçekten de, - Şansölye Merkel’in Beştepe’de oturtulduğu “haşmetli” koltuk gibi ayrıntılar bir yana- örneğin bizde dış politikada “şan” için yapılan harcamaların hesabı yapılmış mıdır? Geçelim “gemicik”leri; unutalım nasıl kotarıldıkları ve neye harcanacakları belli olmayan dolar dolu “ayakkabı kutuları”nın fezlekesini; ama en azından, artık “aktive” edilemeyeceği anlaşılan S-400’lere harcanan milyarların ya da parası ödendiği halde bize gönderilmeyen F-35’lerin bir gün hesabı sorulacak mıdır? Söyleyin bakalım, bu milyarlar Türkiye’nin gücünü ve itibarını artırmak için mi kullanıldılar, yoksa Erdoğan’ı “uluslararası bir lider” gibi sunmaya çalışan aldatıcı bir diplomasi cambazlığı uğruna heba mı edildiler?

***

Garip bir ülkede yaşıyoruz! Bu ülkede kime sorarsanız “antiemperyalist”! İslamcısı da, milliyetçisi de, Kemalist’i de antiemperyalist; ama ülke de emperyalizme bağımlılıktan bir türlü kurtulamıyor; aksine bu bağımlılık her geçen yıl biraz daha artıyor!

Neden?

Çünkü “emperyalizm”in anlamı bu ülkede her ağıza göre değişiyor. Oysa “emperyalizm”, aslında kapitalizmin dışında bir olgu değildir; kapitalist üretim biçiminin 19. yüzyıl sonlarında ulaştığı “aşama”yı temsil eder. Bu nedenle antiemperyalizm de, ancak -kavramı yaratan- tarihi maddeci yöntemle bugünkü pazar ilişkilerinin analizi ve eleştirisiyle yapılır. Oysa siz dinci ve milliyetçi görüşlerle yola çıkıp, “antiemperyalizm” nutukları atarsanız, aslında insanları emperyalizme karşı değil, sadece Türk ve Müslüman olmayanlara karşı düşmanlığa kışkırtmış olursunuz ve bu arada da ülkede dış borçlar, faizler ve fiyatlar artmaya devam eder; halk da artık muktedirlerin hiçbir sözüne inanmamaya başlar.
(Almanya Eski Şansölyesi Merkel’in Tayyip Erdoğan görüşmesinde oturduğu varaklı koltuklar dünyada gündem olmuştu.)

İşte Türkiye’de de sonunda varılan nokta budur; Tayyip Bey’in “büyüklük retoriği” sonunda ülkeyi bu hale getirmiştir! Artık mızrak çuvala sığmıyor; takke düştü, kel göründü, köy kılavuz istemiyor!

Taner Timur / BİRGÜN




















18 Ekim 2021 Pazartesi

Washington Post yazdı: Erdoğan ekonomisinin perde arkası - Zeynep Çam / Cumhuriyet

Erdoğan'ın yüksek faiz oranlarıyla ne işi var? Argümanları makul mü? Erdoğan'ın hatalı olmasının bir önemi var mı? Onur Ant ve Lynn Thomasson tarafından kaleme alınan analize göre; Erdoğan'ın aldığı faiz kararları ekonomik büyümeyi yavaşlatırken, enflasyonu körüklüyor.

The Washington Post'ta Onur Ant ve Lynn Thomasson imzasıyla yayımlanan  "Erdoğan'ın alışılmışın dışındaki görüşleri Türkiye piyasalarını nasıl etkiliyor?" başlıklı analiz, Erdoğan'ın yürüttüğü para politikasının perde arkasına ışık tutuyor. Ant ve Thomasson, Erdoğan'ın Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'ndaki görev değişikliği kararını ve ülke ekonomisine olan etkilerini 6 soruda cevaplandırdı.

"Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ülkedeki bankaların borç almak için insanlardan nispeten yüksek ücret talep etmesinden hoşlanmıyor. Erdoğan'ın ucuz para ile seçimde destek alabileceği düşünülürse, bir politikacı olarak bu durum onu olağandışı bir konuma koymaz. Erdoğan'ı sıra dışı yapan özelliği, düşük faiz oranlarına yönelik alışılmışın dışındaki görüşleri ve para politikasının kontrolünü teorik olarak bağımsız merkez bankası yöneticilerinden zorla almasıdır" ifadelerine yer verilen analizde şu sorular soruldu:

1. Erdoğan'ın yüksek faiz oranlarıyla işi ne?

Erdoğan'a göre, yüksek faiz oranları ekonomik büyümeyi yavaşlatırken, enflasyonu körüklüyor. Bu tez, Türkiye'nin finansal sisteminin en ön sıralarında yer alan ve uluslararası yatırımcıları yıllardır tedirgin eden bir konu. Pandemi sırasındaki harcama ve kredi patlaması ülkede büyümeyi hızlandırırken, ekonomi de çift haneli enflasyon ve öngörülemeyen politika hareketlerinden zarar gördü.

2. Argümanları makul mü?

İlk olarak; merkez bankasının oranları artırıldığında, bankalar zorunlu rezervleri korumak için daha az borç alabilir ve kendi yüksek oranlarında borç verme eğilimine girebilir. Bu, işletmeler için kredileri daha pahalı hale getirir ve bu nedenle ekonomiyi yavaşlatabilir. Ancak Erdoğan'ın ikinci görüşü (yüksek faiz oranlarının fiyatların yükselmesine neden olduğu) geleneksel ekonomik teorilerle çelişiyor. Oranlar artığında borçlanmanın azaldığı, tüketicilerin daha az harcama yapması ve enflasyonu düşürmesine yol açtığı savunuluyor.

3. Erdoğan'ın teorisinin temeli nedir?

Bir politikacı olarak kariyeri başlamadan önce, çoğunlukla gıda endüstrisindeki işletmeleri yönetme deneyimine dayanıyor olması muhtemeldir. Pek çok Türk şirketi, işletme giderlerini karşılayabilmek için nispeten yüksek oranda borçlanıyor. Bu da borçlanma maliyetlerindeki oynaklığı bir belirsizlik kaynağı ve faiz artışlarını ek bir gider haline getiriyor. Erdoğan'a göre, daha yüksek faiz oranları daha yüksek fiyatlara neden oluyor. Çünkü işletmelerin artan maliyetleri müşterilerine yansıtmaktan başka seçeneği yok. Bu çerçeve, faiz oranlarının, şirketlerin maliyetlerinin önemli bir bölümünü oluşturduğu ve üreticilerin kendi isteklerini tüketicilere empoze etmek için yeterli fiyatlandırma gücüne sahip olduğu gibi akılcı ekonomistlerin meydan okuduğu varsayımlarda bulunuyor.

4. Erdoğan ile kim hemfikir?

Erdoğan'ın görüşünün birkaç savunucusu var. Düşük faiz oranlarının düşük enflasyon ürettiği argümanı, 2014 yılında New York'taki Stony Brook Üniversitesi'nde finans alanında yardımcı doçent olduğu sırada Noah Smith tarafından “neo-Fisherite İsyanı” olarak adlandırıldı. Bu; Yale Üniversitesi ekonomisti Irving Fisher'ın enflasyon, nominal faiz oranları ve enflasyonu açıklayan reel faiz oranları arasındaki ilişkilere ilişkin bir teorisine referanstı. Neo-Fisherite'leri eleştirenler, teorilerinin değeri olsa bile, Türkiye gibi kronik olarak yüksek enflasyondan muzdarip ve dış finansmana bağımlı bir ekonomi için geçerli olmayacağını söylüyorlar. Faiz oranlarını düşürmek Türk varlıklarına yatırım getirisini azaltırken, yabancı yatırımcıların piyasadan çekilmesine neden oluyor. Bu durum da yerel para biriminin zayıflamasına neden oluyor. Bu, ithal edilen malların lira cinsinden maliyetini artırırken, daha yüksek fiyatlara veya daha fazla enflasyona neden oluyor. Erdoğan bunu Türkiye'de yapmaya çalışıyor olsa da "neo-Fisherc'i" görüş, herhangi bir ülkenin para politikasının temeli olmak için yeterli geçerliliğe sahip değil.

5. Erdoğan görüşlerini eyleme geçirmek için ne yaptı?

Erdoğan, Mart ayında faiz oranlarını artırılmasından birkaç gün sonra Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal'ı görevden almıştı. Yerine geçen ve "daha düşük oranların savunucusu" olarak bilinen Şahap Kavcıoğlu, iki yıldan kısa bir süre içinde ülkenin dördüncü merkez bankası başkanı oldu. Ekim ayında Erdoğan, daha fazla faiz indirimi konusunda temkinli olan başkan yardımcıları Semih Tümen ve Uğur Namık Küçük ile komite üyesi Abdullah Yavaş'ı görevden almak için gece yarısı bir kararname yayımladı. Erdoğan, 2019'da politikalarına uymadığı için eski başkan Murat Çetinkaya'yı da görevden almıştı. Diğer ülkelerde, merkez bankalarına kısa vadeli faiz oranlarını belirleme özerkliği vermek, politikacıların ekonominin sürdürülebilirliği açısından krediyi artırma dürtüsüne karşı bir sigorta olarak görülüyor.

6. Erdoğan'ın hatalı olmasının bir önemi var mı?

Eğer yanılıyorsa -ki tarih öyle olduğunu gösteriyor- zorladığı daha düşük oranlar daha zayıf bir lira ve daha yüksek enflasyon üretecek. Kavcıoğlu, tüketici enflasyonunun yüzde 19,6'ya yükseldiği Eylül ayında gösterge faizini beklenmedik bir şekilde 100 baz puan düşürerek yüzde 18'e düşürmeden önce yaklaşık altı ay boyunca politikayı değiştirmedi. Türk yetkililer, ülkenin serbest piyasalara bağlı kalacağı ve fiyat istikrarına öncelik vereceği konusunda güvence verirken, yatırımcılar politika istikrarına olan güvenin sarsıldığını söylüyor. 

Zeynep Çam / Cumhuriyet

17 Ekim 2021 Pazar

Bir güzelleme: Atatürk döneminde açılan fabrikalar - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Markete gittim, toz şeker alacağım. Pakete uzandım, elime aldım, evirdim çevirdim ve Ukrayna yazısını gördüm. Vay canına, şekeri Ukrayna’dan ithal etmişiz. Yeşil mercimek severim, pakete uzandım, onu da evirip çevirdim, Hindistan yazısını gördüm. Nevrim döndü, tüm bakliyatlara bakmaya başladım, hemen hepsi bir başka ülkenin etiketini taşıyor. Ceviz de Şili’den, yeşil elma Brezilya’dan. Bir market sahibi şöyle demişti: “Tam bakliyat satacağımız zaman bakliyat için konulan ithal vergisini sıfırladılar.” Kahrolsun ülkenin üreticileri!

Vay canına, dolar ve Avro Türk Lirası’na karşı inanılmaz bir hızla yükselirken, her şeyi yurtdışından alan ülkemizde belli ki 2022 çok zor geçecek! Üstelik petrol ve doğalgaz fiyatları tüm dünyada yükseliyor. Yani kısaca en derine doğru hızla batıyoruz. Bu batışa karapara da yetmez!

Böyle canım sıkkın, internette dolaşıyorum, bir heykel dikkatimi çekti. Heykel yanda göreceğiniz gibi kocaman bir çarkı döndüren Atatürk heykeli. Heykel, 1935 yılında Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası’nın o dönem tezgâhlarını kuran SSCB mühendislerinin fabrikaya bir armağanı. Bir Rus heykeltıraş yapmış. Heykel, 1950 yılına kadar fabrikanın en güzel yerinde muhafaza edilmiş. Ne zaman sağcı hükümetler başa gelmiş, 1950 yılında heykel, “Atatürk çıplak olamaz” bahanesiyle depoya kaldırılmış. 71 yıl orada kalmış. Şimdi kapatılan Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası’nın yerine kurulan Abdullah Gül Üniversitesi’nin bahçesinde.

Yıl 1935, Kayseri’de bir fabrika kuruluyor, acaba dedim, Atatürk döneminde ülkesinin kalkınması için fedakârca savaşan, Cumhuriyetin çoban ateşleri yakan Promete’leri kaç fabrika inşa etti? Köy Enstitüleri hepimizin malumu, belgeselini çektiğim Beşikdüzü Köy Enstitüsü çıkışlı Musa Hoca şöyle demişti: “Kendi okullarımızı, balıkçı sandallarımızı kendimiz yapmalıydık, ama çivi yoktu, yollarda, yıkık evlerde günlerce dolaşıp kullanılmış, eğri büğrü çivileri topladık. Onları çekiçle vurarak kullanışlı hale getirdik. Hiçbir şeyimiz yoktu ama inanılmaz bir inancımız ve inadımız vardı. Okulları yaptık, balık avına çıkan sandallarımızı da yaptık!

Araştırmaya başladım, Atatürk döneminde genç Cumhuriyet bakın hangi fabrikaları yapmış. Ben listeyi görünce bugünkü iktidarın Atatürk kinini daha iyi anladım.

Buyurun:

Ankara Fişek Fabrikası (1924),

Gölcük Tersanesi (1924),

Şakir Zümre Fabrikası (1925),

Eskişehir Hava Tamirhanesi (1925),

Alpullu Şeker Fabrikası (1926),

Uşak Şeker Fabrikası (1926),

Kırıkkale Mühimmat Fabrikası (1926),

Bünyan Dokuma Fabrikası (1927),

Eskişehir Kiremit Fabrikası (1927),

Kırıkkale Elektrik Santralı ve Çelik Fabrikası (1928),

Ankara Çimento Fabrikası (1928),

Ankara Havagazı Fabrikası (1929),

İstanbul Otomobil Montaj Fabrikası (1929),

Kayaş Kapsül Fabrikası (1930),

Nuri Killigil Tabanca, Havan ve Mühimmat Fabrikası (1939),

Eskişehir Şeker Fabrikası (1934),

Turhal Şeker Fabrikası (1934), 

Konya Ereğli Bez Fabrikası (1934),

Bakırköy Bez Fabrikası (1934),

Bursa Süt Fabrikası (1934),

İzmit Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası (1934 temel atma),

Zonguldak Antrasit Fabrikası (1934 temel atma),

Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası (1934),

Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1934),

Isparta Gülyağı Fabrikası (1934),

Ankara, Konya, Eskişehir ve Sivas Buğday Siloları (1934),

Kayseri Bez Fabrikası (1934 temel atma),

Nazilli Basma Fabrikası (1934 temel atma),

Bursa Merinos Fabrikası (1935 temel atma),

Gemlik Suni İpek Fabrikası (1935 temel atma),

Keçiborlu Kükürt Fabrikası (1935),

Zonguldak Taşkömürü Fabrikası (1935),

Nuri Demirağ Uçak Fabrikası (1936 - İlk Türk uçağı Nud-36 üretildi.),

Malatya Sigara Fabrikası (1936),

Bitlis Sigara Fabrikası (1936),

Malatya Bez Fabrikası (1936 temel atma),

İzmit Kâğıt ve Karton Fabrikası (1934 temel atma), 

Karabük Demir Çelik Fabrikası (1937 temel atma),

Divriği Demir Ocakları (1938),

İzmir Klor Fabrikası (1938 temel atma),

Sivas Çimento Fabrikası (1938 temel atma).

  

Bütün bunlar olurken Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin bıraktığı borçları da son kuruşuna kadar ödedi.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


16 Ekim 2021 Cumartesi

Gönüllü kulluğun sonu - Orhan Gökdemir / SOL

 Çok açıktı ve çok bulanıklaştırdılar. Sorumluluğu dine sosyal bir işlev yüklemeye çalışanların omuzlarındadır. Bir kez daha not edelim öyleyse: Kuran özel mülkiyete karşı değildir.

“Abd”, Arapçada kul demek. Tabii bir tanrıya kulluk dışında bildiğimiz “köle” anlamını da içeriyor. Kullanıldığı dönemde kölelik yerini köylülüğe bırakmak üzereydi ve kölelik düşerken köleliğin gönüllü ve ancak teorik bir biçimi inanç çerçevesinde yeniden üretiliyordu. Kulluk diyoruz. Yeni din köleliği ortadan kaldırmıyordu ancak köle sahiplerine kullarına daha merhametli davranmasını öğütlüyordu. Söyledik tekrarlayalım, merhamet zalimin erdemidir. Ancak zulüm varsa merhamet vardır. Kulluk yoksa merhametin bir anlamı yoktur.

Haliyle kuldan, abd, türetilen pek çok Arap-Müslüman adı var. En bilineni Abd-ül-ilah’tır. Yaygın kabule göre Abdullah, peygamberin babasının da adı. Ancak bu halde “abd” kökenli Allah’a atıfta bulunan isimlerin İslam öncesinde de kullanıldığını kabul etmemiz gerek. Yalnız Allah henüz bilinmiyorken, kim neden kulluk etmeye kalkışsın? Bir teze göre isminde “abd” olmakla birlikte kulluk Allah’a değildir. “Şems” var, “Kamer” ile birlikte iki önde gelen tanrıdır. Bu durumda Abdullah yerine Abdulşems daha akla yatkındır. Abdullah, Abdulşems olabiliyorsa, Abdulmenaf veya Abduluzza da olabilir. Olduğunu biliyoruz.

Abdülşems, Güneşin Kulu, Güneşe tapınmanın delilidir. “Tek tanrılı” dinlerden önce Güneş, Ay ve bilinen beş “seyyare”, gezegen, var. Tabii, gezegenlerin gezegen olduğu henüz bilinmemektedir ve hepsi birlikte tanrılar panteonundadır. Toplamı yedidir. Yedi, Arapçada heft, yedi tanrıya ayrılmış yedi günün toplamına karşılık geliyor. Pazar Güneş günüdür, Pazartesi Ay’a ayrılmıştır. Cuma’ya Venüs denk düşer. Heft-hafta panteonun Arapçasıdır.

İslam’dan sonra da varlıklarını korumayı başardıkları açıktır. Mesela Tebriz Güneş’i var; Mevlâna Celaleddin-i Rumi’den biliyoruz. Şems-i Tebrizi, Mevlana’yı çok etkiliyor ve Mevleviliğin oluşumunda önemli bir rol üstleniyor. Şems bir çeşit sofi olarak kabul görmekle birlikte inanışları konusunda bilgi sahibi değiliz. Güneş Tanrı’nın çocuklarından biri olduğunun işaretleri var ve bu yalnızca adındaki Güneş’ten kaynaklanmıyor. Güneş etrafında kendi etrafında dönerek dönme, Müslümanlıktan çok bir Güneş tapımının işaretidir. Sema, göklerdeki tanrıların hareketlerinin bir taklididir. Kullukta biat ve taklit birlikte var. Güce biat ediyorsun ve güçle özdeşleşiyorsun, esası budur. 

***

Bizde ise “abd” türevleri, Abdullah önde gidenidir, dine sonradan intisap etmeye işaret sayılıyor. Kulluk iddiası iman noktasındaki şüpheleri ortadan kaldırıyor ve o nedenle tercih ediliyor. İslam’a sonradan girenler önce girenlerden daha tutucudur, yasadır. Haliyle abd olanlar, geride başka bir inanç bırakanlardır. 

Trabzon örneğinden biliyoruz; XV. yüzyılda nüfusunun neredeyse tamamı Rum ve Hristiyan’dı. 1461 yılındaki fethinin ardından çok hızlı bir değişim yaşandı. Neredeyse bir yüzyıl içinde kentteki bütün Rum-Hıristiyanlar kaybolmuş, kent bütünüyle Müslümanlaşmış görünüyordu. Bu değişimi Hıristiyanların sürgününe veya soykırımına yoranlar oldu.

Araştırmalar yapıldı, Müslümanlaşma açık olmakla birlikte şehir nüfusunda kayda değer bir değişiklik olmamış görünüyordu. Buna karşılık kaybolduğu sanılan Hıristiyanların sayısı kadar, baba adı Abdullah olarak kaydedilenlerin sayısında bir artış olmuştu. Yani Hıristiyan Rumlar, vergi ödememek için Müslümanlığa geçmiş, baba adlarını da Abdullah olarak kaydettirmişlerdi. Heath W. Lowry’nin “Trabzon Şehrinin İslamlaşması ve Türkleşmesi 1461-1583” adlı çalışmasından özetledim. 

Demek ki Abdullahlara veya Fethullahlara bu kayıtla yaklaşmakta fayda var. Gönüllü kuldurlar ve gönüllü kul olmayanlara zulmetmeye pek yatkındırlar. 

***

Demek ki Şems’e kulluktan Allah’a kulluğa geçiş, sadece bir iman değişikliği olarak yorumlanamaz. İnançta her kümelenmenin toplumsal bir karşılığı vardır. Yeni gelenler iktisadi olarak güçlendikçe itikadi olarak da güçlenmektedir. Vergiden vareste tutulma, inancın haklılığından daha yönlendiricidir. Gerçekte kimse öteki dünyadaki cennet için bu dünyanın nimetlerinden vazgeçmeye yanaşmaz. Din bu ilişkilerden azade değildir. Alman İdeoloji’sinde denildiği gibi, “Kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan yer yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır… Bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları, tek mantıklı, evrensel olarak tek geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır.” Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir…

Türkiye’deki İslamizasyon, iktisadi bir ağın örgütlenmesiyle birlikte ilerledi. İslamcılar devletin desteğiyle palazlandılar ve yayıldılar. Güvenlik ve eğitim aygıtı içinde örgütlendiler. “Öğrenci yurtları” bu iktisadi gücün odaklandığı mekanlar oldu. Oralardan örgütlendiler ve oralardan maddi dağıtımı yaptılar. İktidarı ele geçirince bu yolu tahkim ettiler. Devasa vakıflar yığını bu tahkimatın bir sonucudur. Sorun bu aygıtın artık sadece küçük bir azınlığın çıkarına hizmet ettiğinin kuşku götürmez bir biçimde ortaya çıkmasındadır. Vakıf, verimli bir kapitalist işletmedir. Din ise o kapitalist işletmenin toplumun yararına olduğu yanılsamasını yarattığı için işlevseldir. Din kapitalizmin örtüsüdür. 

***

Çok açıktı ve çok bulanıklaştırdılar. Sorumluluğu dine sosyal bir işlev yüklemeye çalışanların omuzlarındadır. Bir kez daha not edelim öyleyse: Kuran özel mülkiyete karşı değildir. Toplumsal eşitsizlikleri mesele etmez, hatta tavsiye eder ama bunun yanında ilahi hüküm karşısında servetin faydasızlığını vazetmekten de geri durmaz. Kölelik gibi ücretli çalışmaya da bir itirazı yoktur, ikisinde de çalıştırana veya mülk sahibine merhametli ve hakkaniyetli davranmasını öğütler. Ticaret, kazanç peşinde koşmak neredeyse kutsaldır, tabii bu işleri de dürüstçe yapan Allah katında makbul kullardandır. Muktedire toplanan vergilerin ve bağışların bir kısmını yoksullara dağıtmayı öğütler. Zengine de malının küçük bir miktarını, zenginleşmesine halel getirmeyecek bir miktardır bu, muhtaç olanlara vermesini emreder. Sonuçta hepsi sadakadır. Merhamet gibi sadaka da varsılların ve yoksulların, ezenlerin ve ezilenlerin varlığını varsayar. 

Geldiler, hızla zenginleştiler ve aynı hızla genişleyen bir sadaka dağıtım ağı kurdular. Yoksul halktan toplanan vergileri yağmalayıp, tabakta kalan artıkları yoksul halka dağıtmaya “hayır” dediler. Kızılay bile görev değil “iyilik” yapıyor artık.   
Abdullah veya Fethullah, bu sistemde yağmacıların da kullaşması esastır. Kirli peçete yiyenleri, kirli don koklayanları biliyoruz. Ardından kula kulluk edenler peyda oldu, reislerini peygamber hatta Allah ilan ettiler. Bu bir kullar düzenidir. 
Yani kurdukları düzen kitabına uygundur. Sorun bu düzenin kitaba uyması ancak hayata uymamasındadır.

***

Güya, “Allah’ın Fatihi”, Fethullah'la mücadele ediyorlardı. Fırsat o fırsat yerine bir sürü Fethullah benzeri şebeke koydular. "Tügvallahçılar" onlardan sadece biri. Daha geride Ensarullah, Türgevullah ve benzerleri var. Hepsi Allah adınadır. Tepelenmiş laikliğin yan etkileridir...

Sonucu görüyoruz: Liyakati sildiler, yurttaş olmanın temelini dinamitlediler. Bunlar basit bir hırsızlık veya haksızlık değil, bildiğiniz yıkıcılıktır. 

Ama deniz bitmek üzere. Devleti soydular, halkı yoksullaştırdılar, insanı kul, parayı pul yaptılar. Ülke idari ve iktisadi derin bir krizle karşı karşıya şimdi. Uzun gericilik döneminin son perdesidir. 

Kriz net, haliyle program sade: Ne kulluğa izin vereceğiz ne köleliğe. Ne merhamet dileneceğiz ne sadaka isteyeceğiz. Üretim araçlarının özel mülkiyetini ve haliyle ücretli çalışmayı kaldıracağız. Soymak, yağmalamak, çalmak gibi sömürmeyi de yasaklayacağız. Kitabına ister uysun ister uymasın!

Orhan Gökdemir / SOL


Yolsuzluğu anlattı: Çamlıca camisi için İBB'den 290 milyon dolar çıktı ama cami için 60 harcandı - SOL

 Eski TMSF Finansman ve Tahsilat Daire Başkanı Abdullah Güzeldülger, Çamlıca camisi için İBB kasasında 290 milyon dolar çıktığını ama bunun 60 milyon dolarının cami için kullanıldığını söyledi.

Gelecek Partisi Yolsuzluklarla Mücadele Komisyonu Başkanı ve eski TMSF Finansman ve Tahsilat Daire Başkanı Abdullah Güzeldülger, TV 5'te 4.Güç programında TMSF’nin işleyişini değerlendirerek yapılan yolsuzlukları anlattı.  

Boydak Holding’de CEO’nun yaptığı yolsuzlukları ifşa ettiğini aktaran Güzeldülger, “Bununla ilgili 4 yıl boyunca basında bir takım çırpınışlarda bulundum. Aydınlı’da, Koza’da diğer şirketlerde de bir takım yolsuzlukların yapıldığına dair bilgiler bana geliyordu. Bu yaygın yolsuzluğu engellemeye çalıştım, tabii kısmen başarılı da oldum. Nurettin Canikli, o dönemin başbakan yardımcısı ki bu yolsuzluklarda birebir sorumluluğu vardır. Çünkü bu yolsuzlukların yapılabilmesi için şirketin, yönetim kurulu başkanını baypas eden bir imza sirküleri ihdas etmiştir. Nurettin Canikli, o dönemki yönetim kurulu başkanının imza atmayacağını bildiği için bu yolsuzluklara, Muhittin Gülal’ın da başında olduğu ekibin imza atabilmesi için bakan olarak imza sirkülerine müdahale etti. Böylelikle yolsuzluklar yapılabildi. O dönemki yönetim kurulu başkanı da düzgün ahlaklı bir insandı” dedi.

Güzeldülger, "İBB’den Çamlıca camisinin yapımı için 290 milyon dolar çıktı ama caminin maliyetinin 60 milyon dolar olduğu ifade ediliyor. Dolayısıyla burada FETÖ benzeri bir mekanizmadan bahsedebiliriz” dedi.

                                                                    ***

Çamlıca Camii için İBB'nin harcadığı para 290 milyon dolar( SOL-04/06/2021)

Çamlıca’ya yapılan cami için devasa bütçe harcandığı ortaya çıktı.


AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “İstanbul’un her yerinden görünecek” talimatıyla yaptırdığı ve AKP tarafından her fırsatta övünülen Çamlıca Camisi için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) caminin yapımından bugüne kadar harcadığı tutar ortaya çıktı.

İBB cami için aydınlatmadan temizliğe, güvenlikten bakım ve onarıma kadar toplam 290 milyon 601 bin 510 dolar harcadı. Bugünkü kurla hesaplandığında cami işleri için 2 milyar 522 milyon 421 bin 106 lirayı buluyor. Sadece cami mimari aydınlatma işinin 6 milyon 640 bin 617 dolar tuttuğu belirlenirken, caminin inşaat maliyeti ise 66.5 milyon dolar olarak hesaplanıyor. 

Doğal sit alanı olan Çamlıca Tepesi’ne Çamlıca Camisi’nin yapılacağı ilk olarak 2012 yılında dönemin başbakanı Erdoğan tarafından “Çamlıca’daki bu dev cami, İstanbul’un her yerinden görülecek” sözleriyle açıklanmıştı. 6 Ağustos 2013 tarihinde temelleri atılan cami, 2016’da ibadete açıldı. 

Camiye giden cadde boyunca 50 metre arayla 3 cami yer alıyor. Camiye giden yollar üzerinde yer alan taşınmazlar için de Bakanlar Kurulu, 4 Ocak 2016 tarihinde acele kamulaştırılması kararı aldı. Ayrıca cami inşaatı sürerken 2014 yılının kasım ayında İBB Meclisi’ne gelen teklifle “camiye rahat ulaşım sağlanması için özel tünel” projesi oyçokluğuyla kabul edildi. CHP’liler projeye itiraz etmişti. 

Tünel projesinin ardından camiye özel metro projesi de 2017 yılında duyurulmuştu. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca sunulan proje tanıtım dosyasında metronun amacı, “turizm ve ibadet amaçlı ulaşımın sağlanması” şeklinde özetlenmişti. Resmi Gazete’de geçen yıl yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararı ile Çamlıca Camisi’ne giden raylı sistem hattının yapımı İBB’den alınarak Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’na verilmişti. 

İşte o tablo

Cumhuriyet'ten Hazal Ocak'ın haberine göre belediye, Çamlıca Camisi’nin yapımından bugüne dek cami için yaptıkları iş ve işlemleri inceledi. Bu kapsamda hazırlanan raporda belediyenin hangi biriminin hangi işe ne kadar harcadığı kalem kalem sıralandı. Harcama tablosu şöyle:

  • Raylı Sistem Daire Başkanlığı - Altunizade - Çamlıca Raylı Sistem Hattının Uygulamaya Esas Kesin Proje Hizmetleri İşi : 721 bin 617 lira - 247 bin 129 dolar.
  • Fen İşleri Daire Başkanlığı - “İstanbul Geneli Yol, Tünel ve Köprülü Kavşak Tamamlama İnşaatı” işi kapsamında Çamlıca Tepesi’nde yapılacak imalatlar: 64 milyon 51 bin 431 lira - 11 milyon 797 bin 803 dolar.
  • Yol Bakım ve Altyapı Koordinasyon Daire Başkanlığı - Çamlıca Camisi çevresi yapılan işler - 11 milyon 105 bin 444 lira - 2 milyon 154 bin 13 dolar.
  • Enerji Yönetimi ve Aydınlatma Müdürlüğü - Çamlıca Tepesi cami mimari aydınlatma işi - 23 milyon 303 bin 920 lira - 6 milyon 640 bin 617 dolar.
  • Enerji Yönetimi ve Aydınlatma Müdürlüğü - Genel aydınlatma ve enerji tesislerinin bakım, onarım ve işletilmesi işi - 3 milyon 766 bin 964 lira - 667 bin 910 dolar.
  • Yeşil Alan ve Tesisler Yapım Müdürlüğü - Çamlıca cami yakın çevresi 1. etap düzenleme işi - 89 milyon 727 bin 335 lira - 18 milyon 682 bin 33 dolar.
  • Yeşil Alan ve Tesisler Yapım Müdürlüğü - Çamlıca Camii yakın çevresi 2. etap düzenleme işi - 81 milyon 893 bin 229 lira - 14 milyon 882 bin 738 dolar.
  • Etüd ve Projeler Daire Başkanlığı - Çamlıca Sosyal Tesisleri ve Yakın Çevresi 1. 2. ve 3. Etap Rekreasyon Projesi - 1 milyon 507 bin 933 lira - 348 bin 89 dolar
  • Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı - Metrekare bazında temizlik hizmeti 2018 - 8 milyon 235 bin 628 lira - 1 milyon 509 bin 141 dolar.
  • Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı - Metrekare bazında temizlik hizmeti 2019 - 35 milyon 843 bin 218 lira - 6 milyon 88 bin 927 dolar.
  • Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı - Güvenlik hizmeti 2018 - 117 bin 341 lira - 22 bin 179 dolar.
  • Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı - Güvenlik hizmeti 2019 - 3 milyon 304 bin 67 lira - 573 bin 661 dolar.
  • Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı - Güvenlik hizmeti 2020 - 3 milyon 936 bin 521 lira - 560 bin 747 dolar.
  • Kültür Varlıkları Projeler Müdürlüğü - Çamlıca Camisi’nin temizlik hizmetleri - 1 milyon 350 bin 502 lira - 193 bin 985 dolar.
  • İBB ve ait Beyoğlu ilçesi 2 parseldeki arazi ile TRT’nin mülkiyetindeki Çamlıca Cami alanında kalan arazinin takası - 353 milyon 962 bin 388 lira - 65 milyon 783 bin 706 dolar.
  • Emlak Müdürlüğü Kamulaştırma Müdürlüğü Mesken Müdürlüğü - 644 milyon 668 bin 985 lira - 160 milyon 448 bin 825 dolar. 

Farklı farklı zamanlarda yapılan harcamaların toplam tutarı 1 milyar 327 milyon 496 bin 530 lira.

Harcamaların yapıldığı dönemdeki kurlardan dolar cinsinden incelendiğinde ise toplam tutar 290 milyon 601 bin 518 doları buluyor.

Bugünkü kurdan hesaplandığında ise caminin İBB’ye maliyeti 2 milyar 522 milyon 421 bin 106 lirayı buluyor. 

(SOL)


15 Ekim 2021 Cuma

Ağrı’dan İstanbul’a dönüm dönüm arazi satılıyor - FİLİZ GAZİ / BİRGÜN

 Mimar Esin Köymen, kamu arazilerine, tescilli yapılara çeşitli yöntemlerle el konulduğunu “Bir kabusun içindeyiz” sözleriyle anlatıyor. Köymen, “Yaylaları birbirine bağlayacağız, turizmi teşvik edeceğiz dediler. Bütün yaylaları, mera alanlarını yapılaşmaya açtılar. Köylerde koca koca viyadükler yaptılar. İstanbul’da en güzel kıyı şeritleri hep otopark alanları olarak kaldı” diyor.


Ülke kapitalizmi hiçbir dönem olmadığı kadar sermayeyi güçlendirirken, kentler ve hatta son aşamada yaylalara kadar el konuldu. AKP iktidarlığı boyunca tüm bu müdahaleler için ne gibi yasal değişiklikler yapıldı? İstanbul’da atıl halde kalan iş merkezleri, yapı bloklarının durumu ne olacak? Seçim arifesine doğru hızlandırılan mülkiyet değişiklikleri neler? Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Başkanı Esin Köymen anlattı.

Kentsel dönüşümle başlayan, kamu arazilerinin pay edilmesine kadar gelen süreçte İstanbul’a ne yapıldı?

İktidarın ekonomik döngü olarak inşaat sektörünü ve hatta gayrimenkulleri kabul etmesi sonucunda sadece İstanbul değil Türkiye coğrafyasının tamamı arazi olarak görüldü. Bazı kritik eşikler yaşadık. 1999 Marmara depremi ile insanlara dayanıklı bina sözüyle aslında yapılaşmaya asla açılmaması gereken pek çok alanda yapılaşmalar oluşmaya başladı. Arkasından 15 Temmuz süreci geldi. Milli Savunma Bakanlığı’na tashih edilen kamusal araziler birdenbire askeriyenin şehir dışına çıkarılması sonucunda ya satışa çıkarıldı ya da yapılaşmaya açıldı. Öte yandan Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Kültür Bakanlığı’na bağlanmasıyla birlikte kamuya ait tescilli yapılar- ki bunların içinde İBB ve ilçe belediyelerine ait çok sayıda tescilli kültür varlığı da var- Osmanlı döneminde kurulan ve bugün mazbut vakıf olarak ifade edilen vakıflara devredildi. Vakıflar bunları ister satabiliyor isterse de uzun süreli kiraya verebiliyor. Taksim Gezi Parkı, Selimiye Kışlası, Şişli Etfal Hastanesi, Galata kulesi, Adile Sultan Sarayı, Pera Palas Oteli, Vefa Lisesi, i Sait Halim Paşa Yalısı gibi pek çok önemli yapı ve taşınmaz mazbut vakıflara devredildi.

Sancaktepe’de olduğu gibi askeriyenin konuşlandığı büyük araziler satışa çıkarılmaya ya da yapılaşmaya konu edilmeye başlandı. SİT alanlarında ve orman alanlarında da benzer tahribat süreçleri yaşandı. Salda Gölü, Assos’a yapılanlar, Okluk Koyu’ndaki yazlık saray, Ahlat’taki kışlık saray gibi. Orman yangınları sonrası oluşan boş alanlara oteller yapıldı. Bütün musibetlerden rant devşirme konusunda uzman bir iktidarla karşı karşıyayız. Kapitalist sistemin, siyasal İslamla Türkiye’de kontrolsüz palazlanması ile tüm ülke şantiye alanına dönüştürüldü.

RANT İÇİN YASA MADDELERİ DEĞİŞTİRİLDİ

Rant döngüsünün kesintisiz devam etmesi için yapılan yasal değişiklikler neler oldu?

Bu dönem kadar imar mevzuatında yasal değişiklik yapıldığı dönem yok. Orman yasasını, kıyı kanununu, SİT alanları ile ilgili mevzuatı, su toplama havzaları ve ilgili mevzuatı, mera kanununu, rezerv alan anlayışını tümden değiştiren ve kamudan değil, sermaye gruplarının çıkarlarına olabilecek şekilde düzenlemeler yapıldı. Yapılan bütün yasal düzenlemeler bize göre hukuksuz düzenlemelerdir. Bu düzenlemelerle talanın önü açıldı. 1999 depreminin ardından kentsel dönüşümle ilgili başlayan düzenlemeler geldi. Arkasından kıyıların doldurulması için kıyı kanununda değişilikler yapıldı. Onun arkasından Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teşkilat ve görevleri hakkında Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile değişiklik yapıldı. Bütün bunların alt yapısı hazırlanmış oldu.

Özetle şöyle anlatayım: Meslek odaları olarak bunları hukuka taşıyıp davalar açtığımızda dava gerekçeleri olarak kullandığımız bütün yasa maddeleri hukuksuz bir biçimde onların lehine değiştirildi.

Geri dönüşümü olmayacak şekilde nerelere müdahale edildi?

İstanbul ölçeğinde baktığınızda Galataport ve Haliçport projeleri ile bütün Galata kıyıları ve Haliç kıyıları geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde bozuldu. Galataport inşaatı ile Nusretiye Cami’nin önü yapı doldu. Boğaz silueti kalmadı. Maltepe’de yapılan sahil dolgusu, tarihi yarımadanın böğrüne saplanan Yenikapı’da yapılan dolgu… Bütün bunların geri dönüşü yok.

Bunun ötesinde kamuya ait arazilerin üzerinde yükselen yapılar var. Örneğin Küçükyalı Karayolları’nda 100 bin metrekarelik alanda koca bloklarla kamuya ait bir alanın tüketildiğini gördük. İstanbul’da kent siluetine baktığınızda Fikirtepe çok enterasan bir örnektir. Geri dönüşümü mümkün müdür? Hayır. SİT alanlarında yaptıkları tahribatlar da keza. İstanbul’un önemli orman alanı olan Beykoz ormanlarına yapılan Türk- Alman Üniversitesi’nin de, Nun Okulları’nın da dönüşü yok. Şimdi ise aynı bölgede yaklaşık 2.5 milyon metrekarelik bir alan yapılaşmaya açıldı.

Türkiye coğrafyasının tamamını düşündüğümüzde daha önce yangınlar nedeniyle çıplak hale gelen orman alanları üzerine dikilen hotellerin geri dönüşü yok. Mülkiyet hareketlerine baktığınızda Katar gibi farklı Arap coğrafyasındaki sermaye sahiplerine ve hatta iktidar ortağının baba oğul mülkiyetlerine buraların satıldığını görüyoruz.

Kamu yararı için geri kazanmak zorunda olunan yerler var mı?

Dilimin ucuna çok şey geliyor ama sansasyon yaratmak değil derdimiz. Kamunun ortak mülkü olup da yandaşlarına verdikleri, zenginleşme aracı olarak kullandıkları her alanın geri alınması gerekiyor.

“Şehir Hastaneneleri” diye kamusal araziler üzerinde yaptıkları o beş yıldızlı hotel niteliğinde olan ancak belli bir gelir grubunun hizmet alabildiği Şehir Hastaneleri’nin kamusallaştırılması gerekiyor ya da yıkılması gerekiyor.

Kanal İstanbul projesi kesinlikle iptal edilmeli. Ne kadarı yapılırsa yapılsın yıkılıp eski haline getirilmeli. Kıyılar için aynı şeyi söyleyemiyorum. Kıyılara yapılan dolguları nasıl kaldıracağız? Umarım olmaz ama büyük bir depremde bunlar zaten gidecek alanlar.

Kamu arazileri özellikle yüksek yoğunluklu yapılara ev sahipliği yapıyor. Planlama sürecinden itibaren bunlara davalar açıyoruz. Bazen hukuğun geriden gelmesi ya da bunların çok hızlı davranması sonucunda yapılar bitmiş oluyor. Bu şekil hem plan hem de ruhsat iptalini kazanmış olduğumuz davalar var. Fakat 2018’de imar barışı düzenlemesi yaptılar. Bu binalara dokunulmazlık kazandırdılar. Buraların geri alınmasının çok kolay olduğunu düşünmüyorum. Çünkü kamunun elinde değil artık bunlar. Özelleştirildiler. Biz ne yazık şu anda bütün bu özelleştirmelerden elde edilen gelirlerin merkez bankasında ya da kamunun elinde olup olmadığını bilmiyoruz.

KIYI ŞERİDİ OTOPARK ALANLARI YAPILDI

Taksim’de inşaatı tamamlanan, rezidans konseptli, içinde daire ve ofislerin olduğu “Taksim 360” projesi nerdeyse atıl halde duruyor. İstanbul’da inşaatı bittiği halde, bu şekil boş binalar olarak kalan projeler çok mu?

Fikirtepe’de yapılıp da boş olan bloklar var. Yine TOKİ (Toplu Konut İdaresi) ve KİPTAŞ’in (İstanbul Konut İmar Plan Sanayi ve Ticaret A.Ş.) elinde boş duran bloklar bulunuyor.

İstanbul’da E-5 hattı boyunca oluşan koca koca gökdelenlerin gecenin bir vaktinden sonra ışıklarının yanmadığını biliyoruz. Küçükyalı Karayolları arazisindeki satışlar ilk lansmana çıkarıldığında nerdeyse satışlar bitti falan diye bir algı yaratmaya çalıştılar. Sonrasında aslında bunun gerçeği ifade etmediğini gördük.

Bu boş bloklara ne olacak?

Yapılsın da ister dolu olsun ister boş… Çok da önemli değil. İnşaat sektörü başka yerlerden kazanılan paraların ekonomiye döndürülebildiği de bir alan. İnşaat sektöründeki bu patlamanın kayıt dışı ekonomiyle de bağlantısı olduğunu düşünüyorum. İhtiyaç sahibi herkesin konut sahibi olduğu bir durum da yok. Tekstilcilerin tamamı inşaat sektöründe nerdeyse. Bankalar bile inşaat yapmaya başladı. “Yeşil Yol projesiyle yaylaları birbirine bağlayacağız, turizmi teşvik edeceğiz” dediler. Teşvik ederken bütün yaylaları, mera alanlarını yapılaşmaya açtılar. Yolları kısaltacağım diye köylerde koca koca viyadükler yaptılar. Bakın İstanbul’da en güzel kıyı şeritleri hep otopark alanları olarak kalmıştır. İnanılır gibi değil!

Bu nasıl oldu?

Sağ iktidarlar tarafından geçmişten bu yana lastik tekerlekli araçlar özendirilmiştir. Bu anlayış yeni yapılacak köprüler için de bahane olmuştur. 1970’lerde ilk köprü tartışmalarını hatırlayın. O zaman da meslek örgütleri, raylı sistem üzerinde çalışmazsanız ulaşımı yaşanabilir hale getiremezsiniz demişlerdi. Bugüne geldiğimizde üç tane köprü yapılmış ama hala ulaşımla ilgili sıkıntı var. Ulaşımın üst ölçekli planı olması gerekiyor. Bu da kamu eliyle yapılan taşımacılık demek. Raylı sistemin ve deniz taşımacılığının özendirilmesi demek.

Dikkat edin, çoğu metro durağının iş merkezlerinin bodrum katlarında durakları vardır. Banliyolarda ya da kentin dışında yaşayan işçi sınıfı hizmet sektöründe çalışacaktır. O yüzden metroya ya da Marmaray’a çok kolay ulaşamasa da ulaştığında o alışveriş merkezinin bodrum katından çalıştığı mekana çıkacaktır. Otopark mevzuatında yaptıkları değişikliklerde kentin üstünde binalar, altında araçlar gibi bir durum var. Bütün park alanlarının altında otopark yapılsın, dolgu alanlarının, kıyıların altında otopark yapılsın bakış açısına sahipler. Ekosistemin tamamen yok edildiği bir süreçten bahsediyoruz. Betondan, asfalttan su yer altına gitmiyor. İstanbul önümüzdeki 10 yıl içinde ciddi bir su sorunu yaşayacaktır deniyor. Öbür taraftan su toplama havzalarını yok edeceği bilinen Kanal İstanbul konuşuluyor. Bir kabusun içindeyiz, bütün bunları farkında olarak, moral bozmadan mücadeleleri yürütmemiz gerekiyor.

Kamuoyu yoklamalarında AKP’nin oy kaybetmeye başladığını gösteren veriler ortaya koyuluyor. Seçim arifesinde dikkatinizi çeken mülkiyet değişiklikleri var mı?

Kamusal alanlar, Özelleştirme İdaresi kapsamına alınıp satılıyor. Hemen her gün özelleştirme kapsamına alınan arazilerin ihale günlerine bakabilirsiniz. Ağrı’dan İstanbul’a dönüm dönüm arazi satılıyor. Örneğin son birkaç gündür Şile’deki satışlar dikkat çekiyor.

2019 yılı Sayıştay raporunda Vakıflarla ilgili enterasan bir tespit yapılmıştı. Vakıflara devredilen mülkiyetin amaçları dışında, yüzde 90’ının Diyanet tarafından kullanıldığını anlatıyordu. Vakıf gelirleri arasında bu vakıf mülkiyetlerinin satışından elde edilecek gelirler de var. Yani yarın öbür gün bütün bu Vakıflara devredilen kışla, hastanelerin satılabilme riski var.

Sadece araziler değil yapılar da el değiştirmeye başladı. Bunun çeşitli yöntemleri var. Özelleştirilerek yapılıyor. Vakıflara devredilerek yapılıyor. Hazine elindeki mülkiyetler yandaşa tahsis edilerek kimi zaman bedelsiz verilerek yapılıyor. Kartal’da 300 bin metrekarelik alan Davutoğlu’nun başında olduğu vakıf olan Bilim ve Sanat Vakfı’na ait Şehir Üniversitesi’ne bila bedel olarak devredilmişti. O devrin iptali için açtığımız davayı 10 yıl sonra kazandık. Siyasi olarak aralarının bozulmasından dolayı da gelişti o süreç. Böyle şeyler de yaşadık.

Bunun dışında Koruma Kurulları’ndan tuhaf kararlar alındı. Örneğin Bomonti Bira Fabrikası’nın depolarının olduğu binalar tescillendi, koruma altına alındı. Arkasından Diyanet’e devredildi. Sonra yıkılıp cami ve yurt olarak planlandı. Sokağın adı Birahane sokak… Altını çizmek istiyorum.

Koruma Kurulu nasıl böyle bir şeye dahil olabiliyor? İronik değil mi?

Koruma Kurulları 2863 sayılı yasaya göre doğrudan doğruya Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı bir kurum olarak çalışıyorlar. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi olarak pek çok Koruma Kurulu Kararı’nın iptali için dava açtık. Evet, ironik bir durum. AKP aslında bütün kurumların içerisine girerek devletleşti. Her istediğini yapar hale geldi.

Yıllar içinde ağır ağır işlenen kent suçları toplumsal muhalafetin dikkatini de geç çekti sanırım. Sizce neden?

Ekoloji mücadelesi, kent suçlarına karşı mücadele daha geri planda tutuldu. Çünkü şimdiye kadar doğrudan mekan üzerinden yaşam alanlarımıza bu kadar müdahale edilmemişti. Dolayısıyla geç fark edildi. İkincisi bu müdahaleler ağırlıklı olarak meslek odalarının muhalefet ettiği, söz söylediği bir alan olarak kaldı. Kentsel dönüşümle başlayan süreç en son köylülerin yaşam alanına taşındı. Hidroelektrik santraller, altın arama, termik santraller, nükleer santraller, maden ocakları… Bütün bunlar köylünün yaşam alanına kadar ulaştı. Ancak yerelden tepki yükselmeye başladığında siyaset yüzünü bu talana çevirmeye başladı.

FİLİZ GAZİ / BİRGÜN