Devlet, Barış’tan Niye Ürktü?- CAN DÜNDAR

Temmuz sonunda, Dikili’de Genç Çapulcular”ın Kolektif Yaz Kampı’ndaydık.
Yandaş basın, “terör kampı” damgasını vurmuştu çoktan...
Üstüne üstlük, “kızlı erkekli”ydik.
Gezi’nin gazı dumanı, hepimizin üzerindeydi.
Bir muhasebe sohbetine davet edilmiştik:
Barış Atay, Şebnem Sönmez ve ben...
Gençler ateşliydi. Polisten ağır şiddet görmüşlerdi. Arkadaşları öldürülmüş,yaralanmıştı. Öfkeliydiler. Buna rağmen yaşlarından beklenmeyecek bir olgunlukla konuşuyorlardı.
Gezi”, bir sivil toplum direnişiydi, bir kolektif itirazdı; barışçıl bir kitle hareketi, bir sivil itaatsizlik eylemiydi. Öyle kalmalı, şiddete bulanmamalıydı.
Gençlerin ortak sesine bazıları itiraz etti:“Şiddete şiddetle karşı koymak gerekir. O barikatları tutmasak, kazanabilir miydik”diye sordu bir tanesi...“Ezilen halkın şiddeti meşrudur” cümlesini kurdu bir başkası...“Pasifistsiniz” demeye getirdi.
İşte orada savaşa karşı yükseldi Barış’ın sesi:“Sen Abdullah Cömert’i tanır mısın” diye sordu, şiddeti savunana:
“‘Biz kuş bile öldüremeyiz, insana nasıl kıyalım’ diyen bir çocuktu. Ben, şiddeti tanımadığım için değil, aksine, şiddetin içinde büyüdüğüm için karşıyım şiddete...”
Abdullah’la aynı kentte, yaz boyu çatışmaların sürdüğü mahallelerde geçmişti çocukluğu...
Şiddetin hasını görmüş, ters tepen bir silah olduğunu, tarihten, 68’den, 78’den ve kendi gençliğinden öğrenmişti.
31 Mayıs gecesi de Gezi’de sadece oturmuş ve parkını savunmuştu. Üzerine gaz sıkılmış, plastik mermi atılmıştı. O, öksürmüş, kusmuş, geri dönmüştü.
Taş da atmadım, geri adım da...” dedi.
Sadece slogan atmıştı.
32 yılın acısında demlenmiş bir bilinçle konuştu:
“Polis, TOMA’yla, kurşunla gelir; devlet dediğin budur. Sen taş attığında, kurşun sıktığında öldürme yetkisi vardır. Sen devleti silahla yenemezsin. Bugünyenilmediysen bunun nedeni, polise taş atman değil, tersine karşılarında ellerinboş, sadece sloganla durabilmendir. Sivil direnişten, daha güçlü yöntem yoktur. Silahla kazanıldığını sandığın tüm savaşlar, aslında örgütlü mücadeleylekazanılmıştır. Şiddet ilk çözüm değil, son çaredir. Ethem’in, Abdullahın, Ali İsmail’in elinde silah olsaydı, bugün onları zor savunurduk.” Kampın elleri, forum geleneğiyle havalandı, boşlukta sallandı.
Sonra şiddeti savunana sordu Barış:
“Sen hayatında eline silah aldın mı?”
“Hayır!”
“Birini öldürdün mü?”“Hayır!”
“Birini karanlık sokaklarda sopalarla öldüresiye dövdün mü?”
“Hayır!”
“Sokakta bir kedi gördüğünde sırf öylesine tekme attın mı?”
“Hayır!”
“O zaman sen, ben, biz katil olamayız abicim.”

***
O konuşmada devlet için “asıl tehlikeli ses”in bu olduğunu sezmiştim.
Devletin iyi bildiği, öldüresiye sevdiği bir dilden, şiddetin dilinden konuşmuyorduBarış...
Sivil itaatsizliğin, toplumsal dayanışmanın, örgütlü mücadelenin, yani Gezi’nin dilinden konuşuyordu.
Vuran adamlarla baş edebilirdi devlet; duran adamlar karşısında acizdi. Onlaryüzünden dünyanın önünde küçük düşmüş, paniklemiş, vuruşarak geri çekilmişti.
Barış’tan da bunca ürkmesinin, onu gözaltına alıp olmadık suçlar yüklemesinin nedeni buydu.
***
Ama hem parktan, hem kamptan şahidim ki Barış Atay yalnız değildir.
Bir de tarihin şahitliği var:
Her muhalif sanatçı kodesi tadacaktır.Her mutabık sanatçı yağmadan pay kapacaktır.
Ama tarih, teslim olmayanları yazacaktır.

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Saadet Zinciri Kırılınca - ŞÜKRAN SONER.

Birkaç hafta öncesine kadar kamuoyunun dikkatinden uzak tutulmasında İktidarları cephesinin özen gösterdiği; İktidarlarının cemaat cephesi ile içten, hızla tırmanan çatışmasının kamuoyuna taşınmasında Başbakan Erdoğan’ın sözlü açıklamaları ile cemaatin önderi Gülen’in, yakın sözcülerinin doğrudan söylemlerinin katkısı yadsınacak gibi değil. Cephenin içinde kalmak, bölünmenin taraflarından biri olmamak için çırpınanlar, taraflarını seçmiş olsalar da kırılmanın derinleşmesinden yarar çıkmıyacağını düşünenlerin, uzlaşma ortamı bulmak, olup biteni saklamak çabaları arttıkça en baştan çıkışlar neden tırmandırılıyor hem de arka arkaya seçimler gündemde iken?
Türkiye’deki Kürt sorununa yönelik İktidarları ile bizim Kürt cephesinin tarafları “Kürt açılımı” projesi ile yola çıkmamışlar mıydı? Bize göre ucu açık, en azından ilkeleri, çerçeveleri kamuoyuna yansımamış açılım projesinin kimi odak uzlaşma noktalarında uzun bir zamandan bu yana taraflar birbirlerini suçluyordu. İktidarları cephesi ağırlıklı PKK’nin silahlı çekilme sözüne uymadığını, Kürt cephesi İktidarın verdiği sözlerin gereklerini yerine getirmediği genel karşılıklı suçlamaları ile açılımdaki tıkanmanın varlığını kamuoyuna duyuruyorlardı. Ancak açılımdan vazgeçmediklerini, kanın akmamasının öneminin altını çizerek ilan edip dururlarken Erdoğan’ın sürpriz atağı ile Diyarbakır’da Barzani ile yapılan büyük şov kafaları karıştırdı. Açılımın güç odakları, taraflarının arapsaçı olduğu bir strateji değişikliğinin anlamı neydi? Her kafadan çıkan farklı seslerde sayılan gerekçelerin hepsi ya da hiçbiri gerekçeler olarak hafife alınamıyacak kadar önemli, geçerli olsalar da bu büyük altüst oluşu, sorunun ana taraflarının değişimini açıklamaya yetmiyorlardı.
Diyarbakır’ın İktidarlarına getirileri, çok gündemli sorgulamalarla medyatik moral katkılarını bir-iki günde yitirevermişti ki... Yeniden dershane tartışması Başbakan’ın çok sert çıkışları ile ana gündeme geçiverdi. İki arada Erdoğan-Arınç güven bunalımı bir başka medyatik gündem konusu olmuş apaçık baskı ile medya gündeminden çıkarılıp Diyarbakır’da birlikte kalkan elleriyle çözümlenmiş gibi oluvermişti. Olmadı dershaneler üzerinden bir kez daha benzer çelişkili konum ortaya çıktı. Dahası Arınç’ın gönlü istese de ABD’de Fethullah Hoca’yı ziyaret etmeyeceği duyarlılık açıklaması ile daha da dikkat çekivermişti.
***
İktidarlarının yeni cephe tanımında Erdoğan liderliği dışında icraatı unutun, farklı algılama yaratabilecek görüş açıklaması, farklı renklerde medyatik yayın, görüş, gündem belirlemesinin söz konusu olamayacağı bir otorite ilanının kalın kalın altının çizilmesi sağlandı. İktidar tek ve mutlaktı, sadakat, biyat çizgisinin gereğini yerine getirmeyenlerin cephe içinde yeri olmıyacaktı. İç politikada artık cephe sözcülerinin çekinmeden ilan ettikleri üzere, liderlik, otorite, tek merkez, tekses ile Türkiye klasik demokrasinin olmazsa olmaz ilkelerinden ayrılmıştı.
***
AKP İktidarının iç politika için kamuoyundan saklamak şöyle dursun, tüm tarafları hizaya getirmek üzere ilan edip durduğu bu “yeni demokrasi” algısı dış dünyaya yönelik nasıl uygulanabilecekti? ABD başta Batı dünyasının gelişmekte olan ülkelere dönük demokrasi duyarlılıklarının ne kadar zayıf olduğu, ilişkilerde çıkarların belirleyiciliği bilinse de evrensel vitrin, en azından kendi demokrasilerinin işleyişleri için vazgeçilemezler de var değil mi? Kaçınılmaz ilgili hukuk devleti düzeni, insan haklarına ilişkin kurumlar raporlarında, insani gelişmişlikler değerlendirmelerinde Türkiye rejimi demokrasi sayılan ülkeler arasında hep sabıkalı, kara listede. Dünyayı yönetenlerin özel siyasal duruşları gerçek destekleri ile kurumlarının vitrin duruşları arasındaki farklılıkları da insanlığın dikkatinden uzak tutmak, çıkar ilişkilerinde eksen yapmamak sanıldığı kadar zor değil.
Ancak AKP İktidarlarının kendi konumları ile dünya içindeki yerlerini, güçlerini algılamaları ile onların koydukları yerler, biçtikleri roller arasındaki çelişkiler ne olacak? Çok daha pratiği dünya çıkar dengeleri çok hızlı, çok yaşamsal, çok kaypak değişimleri öngörürken stratejik ortak olarak bizimkilerden beklenen rollere sağlanamayan uyum sorunu nasıl çözülecek? Çok daha pratiği AKP İktidarları kendi kimlikleri, İslam dünyası içinde seçtikleri, biçtikleri rollerle İslam dünyasının içindeki çok kanlı, çok kaypak, çok değişken ırklar mezhepler çatışmalarına, iç savaşlara bulaştıklarında, işin içinden çıkmak zorlaşmanın ötesinde arap saçı oluveriyor.Putin’in karşısında Suriye için bildiği çizgiyi korumaya çalışan, bir yandan da “bizi Şangay’ın içine alın” derken ABD ile ilişkileri düzeltmeye yönelik görüşmeleri yürüten İktidarlarının, dünya dengeleri içinde durumları gerçekten çok kritik.  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

İstatistik! - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Ne ilginç bir ülkede yaşıyoruz… 
Yıllardır Mehmet Yılmaz Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın devlet ricaline bahşettiği armağanları sorup durur yanıt alamaz. Konuyla ilgili herkes tavana bakıp ıslık çalar. İlgili makamlardan çıt çıkmaz. Bunun hiçbir hukuki müeyyidesi olmaz…
Ama sıradan yurttaş, kapısına dayanan TÜİK memurlarına “zorunlu istatistik” adı altında, konukların getirdiği “baklava”nın hesabını vermek zorundadır… 
Konuğun getirdiği bir kutu “baklava” bile “kazanç” hanesine eklenip -devlet istatistiklerinin anketinde!- vatandaşın geliri olarak yazılacakmış. 
Titizliğe bakın! 
Bu ve bu gibi bir dizi saçmalığı, Defne Samyeli’nin ortaya çıkardığı bir TÜİK skandalıyla öğrendik. 

İnternete yansıyan ilk haberler daha çok bir “Zaytung” şakasını andırıyordu. 
Ülkedeki açlık, yoksulluk ve fakirlik rakamlarının belirlenmesi için çalışmayürüttüklerini belirtip Samyeli’nin kapısını çalan TÜİK yetkilileri, Samyeli’ye bilgiverdikten sonra harcamaları kontrol edecek bir görevlinin 1 ay boyunca evinde kalacağını söyleyip kendilerine yardımcı olunmasını istedi. Ancak Samyeli görevlilere özel hayatın gizliliği ilkesinin çiğneneceğini, zaten bu araştırma için vaktinin de olmadığını belirterek kendilerine yardımcı olamayacağını beyan etti. Bu nedenle Samyeli’ye 923 TL para cezası kesildi” diyordu haber. “
Kızlı erkekli ev denetimi projesinden sonra sıra şimdi bunda mı?” diye sosyal medyada yayılan haberin yarattığı “şok” üzerine; TÜİK görevlileri açıklama yaptı. 
Kurumun Başkanı Birol Aydemir“24 saat sizinle yaşayacağız diye bir şey yok” dedi. 
Ama gelin görün ki haberin gerisi doğru.
‘Ayşe Teyze-Samyeli farkı’ 
Samyeli’yi de kapsayacak kadar geniş çaplı tutulan “yoksulluk anketini”(!) haberleştiren gazeteci; “anketör 7/24 evde kalacak” diye evet konuyu fazla özetlemiş. TÜİK evlere şilte atmayacakmış… 
Ama buna yakın bir durum var ortada. Çünkü bir aylık “komple konaklama dışında” kalan her şey gerçek! 
Bilgisayarda “rasgele örnekleme” ile seçilen evlerde adınız çıkarsa; TÜİK görevlileri kapınıza dayanacak, sizden 1 aylık masraflarınızı, dolayısıyla kazancınızı belgelendirmenizi isteyecek! 
Marketten satın aldığınız “ped”den, konukların armağan ettiği baklayava dek her şey, Samyeli’nin anlattıklarına göre buna dahil.
TÜİK görevlileri ayda 6 kez -yani beş günde bir!- vicdan azabı gibi karşınıza çıkacak: Ne yediniz, ne içtiniz, ne tükettiniz, hangi restoranda, hangi eğlence yerinde kafayı çektiniz çetele tutacaksınız. 
Çalışan bir kadın olarak Samyeli önce annesinin yardımına sığınmış. 
Ancak yaşlı kadın “Bu defteri ben dolduramıyorum. Fazla ayrıntı var!” deyince, Samyeli haklı olarak “Böyle bir ankete vaktim yok” demiş ve cezayı yemiş! 
Neden? 
Çünkü daha önce anayasa mahkemesince “özel yaşamın korunması hakkına aykırı” diyerek iptal edilen ancak ardından ufak rötuşlarla tekrar devreye sokulan bir yasayla tüm yurttaşlar, TÜİK’in istediği her bilgiyi vermekle yükümlü tutulmuş.
TÜİK Başkanı Aydemir, “Bu bilgileri Ayşe Teyze nasıl veriyorsa, sen de vereceksin!” diyor: “Defne Hanım’ın ne üstünlüğü ne farkı, ne ayrıcalığı var? Kimsenin vatandaşlık görevi konusunda diğerinden üstünlüğü yok. Kusurabakmayın şunu söylemek zorundayım. Zengin kesimlerimiz bu konuda biraz farklı” diye dayatıyor. 
Zengin, fakir yurttaş ayrımı 
TÜİK başkanının söylediği gibi Samyeli’nin eğer bir ayrıcalığı varsa; bu onun “zenginliği değil bir birey olarak haklarının bilincinde” olmasıdır. 
Zenginler”, neden böyle ayrı bir kategoriye dönüştürülüyor? 
Vatandaşlar arasında bu şekilde “zengin”, “fakir” ayrımı yapılıyorsa; “zenginlerin yaşamları o halde neden yoksulluk araştırmasına dahil ediliyor?” 
Bu soruları çoğaltabiliriz… 
Ancak TÜİK başkanını çileden çıkaran konu aslında “haklarının ayırdında” olan okuryazar bir vatandaş olarak Samyeli’nin olayı anlaşılan hukuki düzleme taşıması olmuş. 
Ayşe Teyze kapısına dayanan TÜİK’çilere “hayır” diyemezdi ama Samyeli demiş. O çünkü “özel hayatın gizliliği ilkesinin ihlal edilemeyeceğini” bilen bir yurttaş. Bunun için cezalandırılması mı gerekiyor? 
AB’de olamaz 
Türkiye’nin aday olduğu AB ülkelerinin hiçbirinde herhangi bir ankete “zorunlu katılım” söz konusu olamaz. AB ülkelerinde “zorunlu” tek anket “nüfus sayımı” anketleridir. 
Yurttaşı “metazori bir istatistiğe indirgemek” ve ilerde ne şekilde devreye sokulacağı belli olmayan “özel yaşam istatistiği tutmak” çok farklı konular… 
TC Anayasa Mahkemesi de nitekim söz konusu anketin dayandırıldığı yasayı “insanların özel hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkı bulunduğu” gerekçesiyle vaktiyle iptal etmiş! 
Konuyu “birey özgürlüklerini” hiçe sayan bir hukuk devleti ihlali olarak görmüş… 
İleri demokrasi” uygulamaları bu kaygılara ne var ki hep daha çok sırt çevirdikçe; “hukuk devletini”aramak Samyeli gibi bu ayrımın farkında olan -heyhat!- bireysel düzeyde yurttaşlara düşecek.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet.

Amerikalı Uzman Gözüyle ‘Diyarbakır Buluşması’ - UTKU ÇAKIRÖZER

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Washington’daki resmi temaslarını tamamladığı saatlerde, Ankara’da da İhsan Doğramacı Barış Vakfı bünyesindeki Dış Politika ve Barış Araştırmaları Merkezi, Türkiye ve ABD’nin izledikleri dış politikalar üzerineuluslararası bir çalıştaya ev sahipliği yapıyordu. ABD ve Türkiye’nin önde gelen üniversite ve düşünce kuruluşlarından dış politika uzmanlarını bir araya getiren toplantıda ilginç sunumlar yapıldı. Üzerinde çok tartışılan sunumlardan biri, geçmişteTürkiye’de çok konuşulan raporlara imza atan RAND Corporation’da Türkiye ve Ortadoğu analizleri yapan Stephen Larrabee’nin “Türkiye’nin Yeni Kürt Açılımı”başlıklı sunumuydu.

Erdoğan, Obama’yı okuyamadıAslında başlık buydu, ama Amerikalı uzman, Türkiye ve ABD’nin çelişen Suriyepolitikaları ışığında Kürt sorununu değerlendirmeyi tercih etti. Larrabee’ye göre, Başbakan Erdoğan daha baştan Suriye politikasını iki temel “hata” üzerine inşa etti:
1. Suriye lideri Beşşar Esad’ın bu kadar direneceğini öngöremedi.
2. ABD Başkanı Barack Obama’nın, Suriye’de “ikinci Vietnam” yaşama kaygısınıokuyamadı ve ikinci kez seçildikten sonra mutlaka Suriye’ye müdahale edeceği yanılgısına kapıldı.
Süreci başlatan adımİşin Türkiye-Suriye boyutunda ise Esad’ın Kürtlerin ağırlıklı olduğu Türkiye sınırından askerlerini çektiği Haziran 2012 tarihi, Larrabbee açısından dengeleri değiştiren kritik bir dönüm noktası. Bu gelişme sonrasında, Kuzey Irak’taki gibi bir “özerk Kürt bölgesi”nin Suriye’de de doğacağını sezen Ankara, stratejik bir kararla kendi Kürtsorununun çözümü için yeni bir girişim başlattı. Türkiye’nin gündemindeki “çözüm süreci”nin başlamasında bu değerlendirme de etkili oldu. PKK de benzer bir stratejik değerlendirme ile silahlı mücadelesini Türkiye’den Suriye’ye kaydırdı.
Öcalan-Barzani rekabetiSuriye’nin kuzeyinde PKK desteği ile kontrolü ele geçiren PYD’nin karşısında ise Ankara ve Kuzey Iraklı Kürtler var. İkisinin aynı çizgide olmadığına dikkat çekenRAND uzmanına göre, “Barzani Suriye’deki Kürtler üzerinde tek etkili güç olmak isterken, Ankara tüm Kürt grupların bir araya gelerek Esad’a karşı durmasından yana.”
Konuşmasında “Mesele Suriye’deki Kürtlerin liderliğini kimin yapacağı. Barzani mi Öcalan mı?’ diyen Larrabee, sorunun yanıtının Türkiye’deki çözüm süreci açısından büyük önem taşıyacağı kanaatinde.
Diyarbakır PR çalışmasıBaşbakan Erdoğan’ın Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi (KRG) Başkanı Mesud Barzani ile Diyarbakır’a yaptığı çıkarmayı, Türkiye’de 2014 ve 2015 yıllarındayapılacak üç önemli seçime yönelik “Halkla ilişkiler çalışması” olarak gören Larrabee’nin değerlendirmeleri şöyle:
“Erdoğan’ın yaptığı en akıllıca hareket Barzani ile ilişkileri geliştirmek oldu. Son gezi de bu çerçevede tabuları yıkan bir geziydi. Erdoğan, cumhurbaşkanı olmak istiyorsa mutlaka Kürtlerin oyuna ihtiyacı olduğunu biliyor ve ona göre adımlar atıyor.”
ABD’nin Irak korkusu
Eskiden Türkiye-Kuzey Irak yakınlaşmasını teşvik eden ABD’nin, Suriye krizinin özellikle Irak’a olumsuz yansımalarını gördükçe, bu işbirliğinden korku duyar hale geldiğini belirten RAND uzmanı, “Türkiye’nin Barzani ile yaptığı ikili anlaşmalar Bağdat’taki Maliki hükümetini İran’ın kucağına itiyor. Bu da Irak’ın mezhep ve etnik çizgiler doğrultusunda parçalanması riskini doğuruyor. Bu yüzden Erdoğan’ın, Barzani ile kurduğu iyi ilişkileri, Maliki ile de dengelemesinde yarar var”tavsiyesinde bulundu.
Kandil oyunu bozar 
Amerikalı uzmana çalıştay sırasında Ankara’nın PKK’nin hapisteki lideri Abdullah Öcalan ile yürüttüğü “çözüm süreci” adı verilen müzakereler de soruldu. Yanıt oldukça kötümserdi: “Türkiye’nin Kürt açılımı konusunda oldukça kuşkuluyum. Çünkü Irak’ta da Suriye de uzun süreli şiddet, çatışma ve istikrarsızlık ortamı yaşanacak. PKK böyle bir ortamda oyun bozucu aktör olacaktır. Dağlardaki askeri kanadın farklı düşündüğü ortada. Örgütte silahı elinde tutanlar onlar. Kolayca bırakmakistemeyeceklerdir.”
ABD Çözüm, Türkiye Fırsat PeşindeÇalıştayda üzerinde epey tartışma yapılan bir diğer konuşma ise Bilkent ÜniversitesiÖğretim Görevlisi Doç. Dr. Ersel Aydınlı’ya aitti. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri“söylem” ve “eylem” boyutuyla bilimsel bir metotla mercek altına alan Aydınlı’nın vardığı sonuç ve uyarı şöyle:“İki ülke arasındaki ilişkiler müttefiklik ilişkisinden öte, çelişki hatta bazen karşıtlık noktasına varmakta. Örneğin Arap Baharı sonrası bölgede yaşananlara bakarsanız ABD bunları çözüm bekleyen krizler olarak görüyor. Yoluna koymak istiyor. Türkiye ise fırsat olarak değerlendiriyor ve bölgeyi yeniden düzenlemek istiyor. Bu hiç de istikrarlı olmayan oldukça garip bir ilişki. Böyle uzun vadede sürdürülmesi mümkün değil. Eğer idare edilemezse çok problemli bir hal alabilir. İki tarafın oturup bunu konuşması lazım. Hem de hemen!”

UTKU ÇAKIRÖZEN
Cumhuriyet

Ben Bu Kaypaklara Güvenirim...-BEKİR COŞKUN.

Bu topraklarda tarihi yazan kaypaklıktır...
*
27 Mayıs...Milyonlarca seçmeni, bir ordu aydını, bir sürü medyası vardı...
Menderes asılırken kimse başını kaldırıp “Niye asıyorsunuz?” demedi...
Tam yarım asır sonra hesabını sormaya kalktılar...
Utanmadan...
*
12 Eylül...
Herkes “Evrenci” olmuştu...
Kenan Evren’e tam üç bin; plaket, ödül, takdirname, teşekkür, berat, madalya, nişan verildi...Koyacak yer bulamadı, kayığa yükleyip gizlice denize attı...
Caddelere, meydanlara, okullara adını verdiler.
“Kuş resmi” yaptı, görgüsüz 50 milyon bastırıp “Gemi resmi” diye satın aldı, astı...
33 sene sonra... 
Hasta ve 90 yaşına dayanmış Evren için “Mahkemeye kafes içinde getirilip hesabısorulsun” diye bağırıyorlar...
*
Atatürk’e dil uzatmak kimin haddineydi?..
Ama Atatürk ile İnönü için “Ayyaş” deyince...
Alkışladılar...
*
İşte...
Ahmet Kaya hadisesi...
Sanat dünyasının kaypaklığı daha iyi nasıl anlatılır?..
13 yıl sonra başladılar ağlamaya...
Başbakan “Ah Ahmet Kaya ah, burada olsaydı ah” deyince...
13 sene gözyaşını nasıl tuttun yalaka?..
*
Ve resim ortaya çıktı ki...
Ahmet Kaya’yı çatal bıçak kovalayanlar, şimdi imamın “Kürt açılımını”destekleyenler...
Bir de o gece çıkıp Onuncu Yıl Marşı’nı okumuşlar...
İyi mi?..
*
Geninde var koçum...
Döneksin...
Kaypak...
*
Yarın bu iktidar biraz sallansın, göreceksiniz...
Çevrelerindeki binlerce yanaşma aydın, sanatçı, medya, patron...
Eğer “İrtica tehlikesi atlattık” diye fırlamazlarsa namerdim...
*
Bu nedenle işte...
Korkma...
Bir anda her şey değişir...
Ben bu kaypaklara güvenirim...  

BEKİR COŞKUN
Cumhuriyet

Daha Çok Su Akar...- ŞÜKRAN SONER.

Dünün canlı yayın haber kanallarından birinde, Kürt hareketinde marka olmuş bir isim Diyarbakır atağı üzerinden bilgi birikimini, deneyimlerini katarak sonuç değerlendirmelerini yapıyor.
Söylemi hafta sonu Erdoğan ile Barzani’nin Diyarbakır buluşmasının tarihe yazılacak bir dönemeç noktası olduğu çerçevesinde... Bildim bileli sol Kürt hareketi içinde yerini almış, şimdilerde Kürt kimliği ile İslam kardeşliğini öne çıkarma eğiliminde, son gelişmeler üzerinden de Barzani-ErdoğanÖcalanpolitikalarının üçüne birden prim veren görüşlerini açıklıyor. İçtenlikle son siyasal seçimini bilemediğim için hangi çatı altında siyaset yaptığını bilenlere sorduğumda, onlar da net bir bilgi veremiyorlar... Son açık değerlendirmesinde de yer aldığı üzere, AKP, Erdoğan ve Barzani politikalarına çok açık destek verdiğinin altını çizmekle yetiniyorlar. Dahası içlerinden AKP’ye ya da Barzani destekçiliğine çalıştığını ya da Hak-Par kurucuları arasında yer aldığını söyleyenler de çıktı. Kimliği ile sosyal medyada yaptığımız kısa sorgulamadan ise en son hangi çatı altında siyaset yaptığını bulamadık...
Habercilikten gelen gazetecilerin gerçekleri okuma ve kamuoyuna iletme çabalarında, kamuoyuna yapılan sonuç açıklamalarından çok, satır arası vurgulamalar, gelişmeleri atlamama, ilişkilendirmeleri yerli yerine oturtma takıntıları vardır... Örneğin ben, aylar sürmüş bir ön çalışmanın sonucu olduğu apaçık Diyarbakır buluşmasından nasıl olup da bizim Kürt hareketi cephesinin habersiz bırakılabildiği gerçeğinin yanıtını bulmaya kafayı takmış durumdayım... Bölge siyasetinde büyük ağırlığı olan Ahmet Türk’ün bile ilk duyduğunda şaşkınlığını gizleyemediği duruma, Kandil’i saymayalım bölge Kürt liderleri, siyasileri, belediye başkanları, BDP kadrolarının ilk tepkilerine, şaşkınlıklarına şaşırmış bulunuyorum...
İktidarlarının Kürt açılımı projesinin birinci dereceden tarafları, açılımda bu kadar önemli, anlamlı, devrim niteliğinde yeri olduğunun altı çizilip durulan bir projenin dışında niçin, nasıl tutulabilir, oldubittiyle karşı karşıya bırakılabilirler?
***
Anladık bu buluşmanın siyasi amaç odağında, siyaseten ABD, Barzani, Erdoğan iktidarlarının, Ortadoğu dengeleri çerçevesinde, özellikle de Suriye’deki iç savaş-şiddeti, kaosunda... özerk Suriye Kürdistanı girişimine karşı buluştular. Bizimkiler tam tersi destek veriyorlar, dahası Diyarbakır buluşması ortak açıklamasının inadına dün de Suriye Kürt projesinin yanında oldukları çıkışlarını, yeni eylemleriyle sergilediler... Suriye sınırının öte yakasından, Erdoğan iktidarının istemi ile kaldırılmış özerk Kürdistan bayrağı yeniden sallandırıldı. Bizim iktidarın iki taraf arasındaki dayanışmayı önlemeye yönelik sınır kapatma operasyonlarına karşı çatışmalı eylemler gerçekleştirildi...
Erdoğan-Barzani’nin Diyarbakır buluşmasında açıklanan çok boyutlu amaçlar arasında; önceliği Erdoğan’ın artık karakteristik bir sivil diktatoryal üslubu haline gelen iktidar, yönetim anlayışına vermek gerek... Bu ülkenin tüm vatandaşlarının, çok yönlü yaşam alanlarına yönelik, yaşamsal kararlar... Siyasi muhalefet partileri, Meclis, kamu erki, uzman demokratik kurumlar, halk, milyonları yok sayan Erdoğan, sınır tanımaz pervasızlık, oldubitti, yandaş medyanın yalaka diliyle şok icraatları ile kamuoyunun karşısına çıkıverdi...
Partisi içinde cemaatle, Kürt açılımında bizim Kürt siyasal cephesi ile, stratejik büyük ortak ABD’yle Suriye politikalarında... çatışmacı bir çizgide zorlanma söz konusu iken... Yaklaşan yerel ve genel seçimlerdeki siyasal zorlanmalarında dengeleri değiştirme işlevi yapabilecek bir atak, aynı zamanda zorlandığı sorunlarına ilişkin çark edişleri, yeni ittifakları da kolaylaştırıcı değil mi? Arınç ile yaşanan kırgınlıkta bile birlikte havaya kalkmış iki el önemli bir nefes aldırma aracı değil mi? Ya da Barzani’nin kendileri için siyasal tuzak işlevi de olsa Diyarbakır’a gelişinin, uzun soluklu Kürt projeleri için bulunmaz bir siyasal sıçrama işlevini yadsıyamayacak, sonuçta alkışlamak zorunda kalacak bizim Kürt hareketinin sıkıştırılması öngörülmemiş olabilir mi?
En açık siyasi iktidarlarının beklentisi elbette, Erdoğan’ın konuşmasında da yer alan, bölge için tek parti olgusunun kırılması... AKP kendi mutlak iktidarı adına, demokrasinin tüm kurum ve kurallarını işletmeme yolunda takla üzerine takla atar, demokratik hukuk devleti düzeninin tüm kurallarını ayaklar altına almaktan kaçınmazken... Siyasetteki Kürt cephesini kırmakta kararlı, şimdiden alternatif Kürtçü siyasal örgütlenmelerin önlerinin açılması hesapları yapılmış... Barzani desteği önemsenmiş, yeni kurulmakta olan Kürt siyasi partileri ile en yakın seçimlere yönelik, bizdeki Kürt cephesinin, AKP’nin kıramadığı çoğunluk oyunun en azından yüzde on beşlere varan oranlarda kırılabilmesi öngörülmüş... Gelişmeler öylesine oynak ki, bu köprülerin altından daha çok sular akacak...  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet.

Vicdanı Kararan Bir Ülkede…- IŞIL ÖZGENTÜRK

Taşrada küçük bir mahkeme salonu. Davacı, davacı yakınları ve zanlılar. Hâkim mahkemeyi başlatıyor, savcı iddianamesini sunuyor. Davacı genç bir liseli kız. Önce fırıncı olan babasının 55 yaşındaki bir arkadaşının tecavüzüne uğruyor. Olayın ardından kız, ailesine durumu söyleyemiyor ve okuldaki din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeninden yardım istiyor. 52 yaşındaki din ve ahlak bilgisi öğretmeni kendisinden yardım isteyen kıza adeta alay eder gibi tecavüz ediyor. Şöyle düşünmüş olabilir: “Kızın zaten tadını almışlar, bir de ben alsam ne çıkar. Akşam iki rekat namaz daha fazla kılar, Tanrı katında günahımı bağışlatırım.”

Küçük yer, taşra, olay duyuluyor. Kızın babası şikâyetçi oluyor ve dava açılıyor. Bu arada şikâyet edilen din ve ahlak bilgisi öğretmeni başka bir kente atanıyor. Öğretmenimiz meğerse daha önce de bir başka taşra kentinde görev yaparken öğrencilerini taciz ettiği gerekçesiyle 6 ay uzaklaştırma cezası almış. Durum bu. 
Savcı tüm somut delilleri mahkemeye sunuyor ve mahkeme zanlıların dinlenmesine karar veriyor, küçük kız da orada. Zanlılar suçlarını inkâr ediyorlar. Hâkim, dakikalarca süren açık mahkemeyi sadece kız ifade verirken kapalı hale getiriyor ve savcının sanıkların tutuklanması istemini reddederek davayı şubat ayına bırakıyor. 
Bence bu ülkede vicdanları karartan bir virüs dolaşıyor. Hâkim bey, durum çok açık ortada, adam daha önce uzaklaştırma cezası almış, sicili bozuk, neden tutuklamıyorsunuz? Size göre acaba kız yalan mı söylüyor? Çocuğunuz var mı bilmiyorum, bir an tecavüze uğramış kızcağızın yerinde kendi çocuğunuzu düşünün! Davayı açık tutarak kıza nasıl bir eziyet yaptığınızı düşünün! Hiç kimse durup dururken ben tecavüze uğradım demez. Hele bizim ülkemizde hiç demez! Çünkü bu ülkede kadınların büyük çoğunluğu kendilerinin birer kurban olduğunu çok küçük yaşlarda öğrenmişlerdir. 
Bu nedenden en haklı oldukları zamanda bile susarlar. Ama kız artık susmamış, siz neden susuyorsunuz? Yoksa kız rızasıyla mı bu işi yaptı? Böyle mi düşünüyorsunuz, bu davalara bakan pek çok hâkim gibi. Bu vicdan karartan virüs bu kadar mı sizi ele geçirdi? 
Ülke tuhaf, her yere takım elbiseyle giden Barzani, ülkemize gelirken peşmerge giysisinin daha uygun olacağını düşünmüş. Adama hak vermemek elde değil; kıyafetler, el sıkışmalar, sırt okşamalar diplomatik lisanda sürekli bir şeyleri işaret eder. Barzani de savaş üniformasıyla Diyarbakır surlarını kahraman bir komutan edasıyla selamlamak istemiş. Hayırlı olsun.
Barzani’nin gelişinde yapılan tantana, bana geçen yıl Nevruz’un hemen ardından ikinci gün, surlara yakın bir yerde, yerdeki enjeksiyonları toplayan çocuk yaşındaki bir delikanlıyı anımsattı. 
Delikanlının ölümü yakındı, çünkü bir eroin müptelasıydı ve o bölge ne yazık ki eroin kullananların bölgesiydi, taşlı yolda kullanılmış pek çok enjeksiyon vardı. Daha sonra konuştuğum Diyarbakırlılar, gençler arasında uyuşturucunun çok yaygın olduğunu söylediler. Ben de bütün Türkiye’de yaygın olduğunu söyleyecek oldum, itiraz etmişlerdi, “Burada durum başka” demişlerdi, “eroin özellikle bol ve ucuz, sanki bir el piyasaya hiç durmadan eroin sürüyor ve bizim gençlerimizin büyük çoğunluğuişsiz ve umutsuz olduklarından bu belaya çabuk bulaşıyorlar”. Bunları duyunca epeyce üzülmüştüm; yere atılmış, kullanılmış enjeksiyonları toplayan eroin müptelası çocuk hiç aklımdan gitmedi. Şimdi bu Barzani tantanasına koşarak giden BDP’li milletvekillerini ve Belediye Başkanı’nı görünce, o çocukların neden uyuşturucudan medet umduklarını daha iyi anladım.
Kimselerin Kürt’ün yoksulunu düşünmediğine iyice bir kanaat getirdim, zengin Kürtler zengin Kürtleri ağırlıyor. Yersen!
Not: Bu her iki olay da bu topraklarda oldu. Hayal ürünü değildir.  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet.

Güç Zehirlenmesine Bağlı İktidar Kaybı - CAN DÜNDAR.

Altan Öymen, mesleğimizin duayenlerinden biri...
Aynı zamanda geçtiğimiz asrın şahidi...
Tanıklıklarını, birbirinden ilginç kitaplarda topluyor. Fotoğraflar, gazeteler, karikatürlerle süslü bu anılar, işlediği dönemi, tarih kitaplarından çok daha sıcak ve gerçekçi bir dille anlatıyor.
30’ları, 40’ları, 50’lerin ilk yarısını, Öymen’in ilk 3 cildinden okuduk.
Merakla beklediğimiz 4. kitap nihayet geldi:
“...Ve İhtilal” (Doğan Kitap, 2013), 1955-60 arasını, yani DP’nin çöküş devrini anlatıyor.
Ve okurken, “Tarih bu kadar mı tekerrür eder” dedirtiyor.
***
Altan ağabey, 750 sayfalık bu dev kitabı imzalayıp gönderirken her zamanki zarafetiyle bir iltifat notu düşmüş:
“Yakın tarihimizin anlaşılmasına yaptığın büyük katkılardan bir kısmının, bu kitabın da harcında yer aldığını görebilirsin (s: 466).”
Tahmin edebileceğiniz gibi kitabı o sayfadan okumaya başladım.
466. sayfada, Vehbi Koç’un arşivinden yararlanarak hazırladığım kitaptan (“ÖzelArşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç”, Doğan Kitap, 2006) bir bölüm var.
O bölümde, dönemin hükümetinin, Koç’a, üyesi olduğu CHP’den ayrılıp DP’ye katılması için nasıl ağır baskı yaptığını anlatmıştım.
Vehbi Koç, bu baskıları günlükleriyle belgelemişti. Günlüklere yansıyan iktidar sarhoşluğunu, kısaca hatırlatmak isterim:
***
Adnan Menderes, Vehbi Koç’u 23 Kasım 1958 günü kabul etti.
Vehbi Bey, 1956 yılında bizzat Menderes tarafından açılan Divan Oteli’ne ek kat çıkmak istiyordu. Talep, dönemin İmar Bakanı Medeni Berk’e havale edilmişti.
Berk, bu talebe karşılık Koç’un CHP’den istifa edip DP’ye girmesini istiyordu.
“CHP’den istifa etmezseniz birtakım müşkülatları göze almanız icap eder” diyordu.
Koç, işte bu tehdit üzerine Başbakan’a çıkmıştı.
Menderes o görüşmede temkinli konuştu:
“DP’ye geçersen memnun olurum, geçmezsen sevgimden hiçbir şey eksilmez,merak etme” dedi.
Koç bunun rahatlığıyla 28 Ocak’ta yeniden İmar Bakanı’na gitti.
Medeni Berk daha da sertleşmişti:
“Devlet teşekküllerindeki arkadaşları DP’ye almaya karar verdik. Beyefendi (Başbakan), ‘Tüccarlardan da alalım’ dedi ve sizinle görüşmemi söyledi.”
Koç, Menderes’le görüşmesini aktarmaya kalkınca üslup daha da sertleşti:
“O zaman düşüncelerimiz başkaydı, bugün başkadır. Eğer birçok tüccar DP’ye kaydedilir, siz girmezseniz, bankalardaki kredileriniz kesilebilir, kotalardan istifadeetmeyebilirsiniz. Birçok işinizde müşkülat (zorluk) çıkarılır, haberiniz olsun.”
Koç’un CHP’den istifasıyla sonuçlanacak süreç, böyle başladı.
***
Altan Öymen’in anıları, bu yaşananları yorumsuz aktarıyor. Ancak okurken insan, bir anı kitabı değil, günlük gazete okurmuş gibi oluyor.
Miyase İlknur’un yerinde tabiriyle, DP dönemindeki “iktidarın güç zehirlenmesi”, doğrudan bugünü hatırlatıyor.
“Başbakan” ve “Koç” ilişkisi, yarım asır sonra aynı gerginliği yaşıyor.
Divan Oteli, yine hükümetle Koç arasında polemik konusu...
Gezi Direnişi sırasında, Divan’ın kapısının insani nedenlerle protestoculara açılması, hükümetin öfkesini çekiyor. Erdoğan hükümeti de tıpkı Menderes hükümeti gibi, boyun eğen işadamlarını ranta boğup ihya ederken, boyun eğmeyenlerin şirketlerine denetçiler gönderip ihalelerini iptal ederek, medyada hedef gösterip, uluorta tehdit ederek, türlü çeşit “müşkülatlar çıkararak” yola getirmeye çalışıyor.
Bu gözü karalığın Türkiye’yi nereye götürdüğünü hepimiz biliyoruz.
Bir daha oralara gitmemek için dualar ediyoruz.
Doğru okunduğunda tarihin bir ibret kitabı olduğunu hatırlatmak istiyoruz.
Öymen’in anılarının okunmasını tavsiyeyle, ders olmasını ümit ediyoruz.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet.

Yaşayan En Etkili Lider: Atatürk - MUSTAFA BALBAY

10 Kasım’da Anıtkabir’e ziyaretçi rekorunun kırılması şu saptamayı bir kez daha doğruladı:
Atatürk 21. yüzyılda, en az 20. yüzyıl kadar güncel.
Daha 12 gün önce 29 Ekim’de 438 bin 451 kişinin Anıtkabir’e çıkması, “bütün zamanların rekoru” olarak açıklanmıştı. 10 Kasım’da bunun iki katı da aşıldı, 1 milyon 89 bin 615 kişiyle 7 haneli rakamlara ulaşıldı.
Zaman zaman, dünyanın ya da tek tek ülkelerin en etkili kişileri sıralaması yapılır. Listeye doğal olarak yaşayan kişiler alınır.
Hiç kuşku yok ki; Atatürk bugün Türkiye’nin en etkili kişisi.
***
Atatürk’ün hâlâ yaşayan bir lider olmasının pek çok nedeni var.
Bunlardan ikisini paylaşmak isterim.
Atatürk devrimleri kimilerinin iddia ettiği gibi Ankara’da kapalı kapılar ardında hazırlanıp bir gecede uygulamaya konmamıştır.
Sadece devrimler değil, hemen hemen bütün önemli kararlar öncesinde Anadolu gezisine çıkan Atatürk halkla doğrudan temas kurmuş, pek çok fotoğrafta görüldüğü gibi onları dikkatle dinlemiştir.
Günümüzde devlet yöneticilerinin bir kente gitmesi açılış, temel atma ya da benzer nedenlerle olur.
Atatürk’ün kimi Anadolu gezileri devrimleri başlatmak içindir. Örneğin Latin harfleri temelli yeni alfabeyi anlatmak, tanıtmak için 23 Ağustos 1928’de bir haftadan fazla süren uzun bir geziye çıkmıştır. Gezi güzergâhı şöyledir: Tekirdağ, Çanakkale, Gelibolu, Sinop, Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri, İstanbul.
29 Eylül’de Zeki Üngör tarafından bestelenen yeni Türk harfleri marşı gazetelerde yayımlanmıştır. 1 Ekim’de yeni harflerle basılan ilk dergi piyasaya çıkmıştır.
Uzun yıllar alır denilen yeni alfabeye geçiş Atatürk’ün Anadolu’yu da kapsayan bu birkaç aylık girişimleriyle 1 Kasım’da tamamlanmıştır.
Atatürk’ün özellikle genç kuşaklarca iyi özümsenmesini dilediğimiz bir başka özelliği, çok okumasıydı. Resmi ziyarete gelen büyükelçilerden röportaj için gelen gazetecilere kadar pek çok kişi, Atatürk’ün çalışma ortamında mutlaka okumakta olduğu kitaptan söz ederler.
Çanakkale savaşlarının en şiddetli günlerinde Atatürk’ün karargâhına gelen gazeteciRuşen Eşref Ünaydın, o ortamda bile dikkatini ilk önce üç kitabın çektiğini söyler.
23 Nisan 1920’de Meclis açılmadan önce açılan bir bölümü vardı; kütüphanesi. Atatürk, Yunus Nadi, Ziya Gökalp ve Veled Çelebi’den bu bölümü kurup zenginleştirmelerini istedi.
Atatürk’ün halen kayıt altında bulunan, okuduğu saptanmış kitap sayısı 3997’dir. Altı çizilmiş, yanlarına notlar düşülmüş bu kitapların 1745’i Çankaya Köşkü’nde, 215’i Anıtkabir’de, 102’si İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde, 3’ü Samsun Gazi İl Halk Kütüphanesi’nde bulunuyor.
Atatürk’ün Sofya Ataşeliği sırasında da çok kitap okuduğu biliniyor. Ancak bunlara ulaşılamadı.
Aydınlanma çağına damgasını vuran söz şuydu:
Timeo Hominem Unius Libri.
Türkçesi şöyle:
Tek Kitaplı İnsandan Sakınınız.
Atatürk, bunun da bilincine varmış bir aydınlanma önderiydi.
***
İşte Atatürk bütün bu yönleriyle birlikte yaşıyor, Anıtkabir her önemli günde dolup taşıyor.
Atatürk’ün 21. yüzyılın da lideri olduğu milyonlarca kişi tarafından bir kez daha ilan edildi.
Şimdi sıra Atatürk sevgisini Türkiye enerjisine çevirmekte. Bu sevgiyi bilinçle donatıp Türkiye’yi her şeyiyle Atatürk’e yakışır bir düzeye getirmekte. 

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet. 

Son Leopar...- BEKİR COŞKUN.

Kendisine benzemeyen ne varsa öldürmek istiyor...
Bakıyor dört ayağı var...
Öldürüyor...
*
Pars...
Kedi...
Kurt...
Köpek...
Kaplumbağa...
*
“Leopar mı değerli, insan mı?” diyor hâlâ...
Parsı okula göndermediler...
Ona yeryüzündeki canlılardan sorumlu olduğunu, her canlıyı koruması gerektiğini, yeryüzünün sadece insanlara ait olmadığını öğretmediler...
O hayvan...
*
Kaç gündür o leoparı düşünüyorum...
Muhtemelen o sonuncu leopardı... Sadece bu topraklarda yaşayan, yeryüzünün en muhteşem koca kedisi...
Sıkıştırılmadıkça, yaralanmadıkça, çaresiz kalmadıkça (bir sürü yalanla suçu örtmek isteseler de) asla insana saldırmayan, insanlardan özenle uzak duran bir tür...
*
Artık tek başına kalmıştı...
Hangi dağa yönelse, hangi vadiye inse, hangi tümseği aşsa insanlar vardı... Ve kendisini görünce ilk akıllarına gelen şeydi öldürmek...
Durmadan kaçtı...
Ayağında, eskiden kalma bir tabanca kurşunu ile oradan oraya attı kendini... Farklı olanı yok etmek tutkusu peşindeydi ve o bunu biliyordu...
Tıpkı bu topraklarda yaşamış öbür farklılıklar gibi...
Rumlar...
Ermeniler...
Aleviler...
Süryaniler...
Tüm yok edilmesi gerekenler gibi...
*
Her seste irkildi...
Gizlenerek, korkarak... Farklı olanı yok etme güdüsünün peşinde olduğunu bilerek... Fark edilmekten ürke ürke... Yokmuş gibi yapa yapa...
Bu kadar yaşayabildi leopar...
*
Sonuncusunda kaçamadı, onu bir çalılıkta köpeklerle ve silahlarla çevirip öldürdüler...
Duvarın dibine yatırdılar...
Başına toplandılar...
Fotoğraf çektirdiler üzerine basarak ve gülümseyerek...
Bu topraklardaki son leopardı...
Yok edildi...  

BEKİR COŞKUN
Cumhuriyet.

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -19 Haziran 2025-

İsrail yardım ve şarj noktalarında toplanan Gazzelileri hedef alıyor: Bir günde 69 Filistinliyi katletti -soL- Gazze’deki Sağlık Bakanlığı’n...