25 Nisan 2014 Cuma

Merkez Bankası’nın Bağımsızlığı-ÖZTİN AKGÜÇ

Faiz indirimi konusunda Merkez Bankası üzerinde siyasal baskı demeyelim ama enazından telkinler, Merkez Bankası bağımsızlığı sorununu güncelleştirmiştir. Günümüzün ekonomik paradigmalarından biri de merkez bankalarının bağımsızlığıdır. Merkez bankalarının siyasal, ekonomik, yönetimsel açılardan, amaç belirleme ve para politikası araçlarını seçme ve uygulamada bağımsız olmaları savunulmaktadır.Merkez bankalarının bağımsız olması esas itibarıyla kamu yararı, Merkez Bankası yöneticilerinin davranışı kuramına dayanır. Bu kurama göre politikacılar kısa vadeli politik çıkar güdüsüyle hareket ederler. Buna karşı bürokratlar, uzun vadeli kamusalçıkarları gözetirler. Para politikası da kısa vadeli politik çıkar hesaplarına göre değil, uzun vadeli kamusal yarar ve amaçlar çerçevesinde yürütülmelidir. 

Merkez Bankası bağımsızlığı uygulaması ülkelerin ekonomik yapılarına, gelişmişlik düzeyine, amaçlarına göre farklılık göstermektedir. Sık sık yollama yaptığımız kısaca Fed diye ifade edilen ABD Merkez Bankası, farklı uygulamaya örnek verilebilir.ABD’de bölgesel şubeleri olan tek merkezli bir merkez bankası değil, karmaşık yapısı olan bir sistem (Federal Reserve System) söz konusudur. Bu sistem, 12 Federal Reserve (Merkez) Bankası, yedi üyeden oluşan başkanlar (yöneticiler)kurulu, on iki üyeden oluşan Federal Açık Piyasa Komitesi (FOMC) ve binleri aşkınsisteme üye bölgesel merkez bankalarının sahibi ticari bankalardan oluşur. Ayrıca buyapı içinde her bölgeden (on iki Federal Merkez Bankası bölgesinden) birer temsilciolmak üzere on iki kişiden oluşan Federal Danışmanlık Konseyi de yer alır.ABD’nin federal yapısı, yanı sıra ekonomik gücün bir merkezde toplanmaması,ekonomik gücün bölgesel dengeli olarak dağılımı, tüm ekonomik çıkar gruplarının busistem içinde temsil edilmesi, yöneticilerin ABD Başkanı’nın ve siyasal eğilimlerin baskı altında kalmaması gibi düşünceler, böyle bir karmaşık yapının oluşmasına yol açmıştır. Bazen sistem değil, tahvil alım satımına karar veren Federal Açık Piyasa Komitesi de Fed olarak medyada hatta ekonomik tartışmalarda ifade edilmektedir. 
Kısaca Fed olarak ifade edilen sistemin bir özelliği de, belki de dünyada en fazla (bini aşkın) iktisatçı ve araştırmacı çalıştıran bir örgüt olmasıdır. Gerek ABD ekonomisine, gerek global ekonomiye ilişkin akademik değeri de olan araştırmalar yapılmakta, öngörülerde bulunulmakta, politikacılar, yöneticiler uyarılmaktadır. Her toplantıdan, karardan önce uzmanlar, ekonomistler, danışma kapsamında yöneticilere, hatta politikacılara bilgi vermekte, uyarıda bulunmaktadırlar. 
TC Merkez Bankası’na ilişkin benimsenen ilke, bankanın bağımsızlığıdır. TCMB, ekonomiye yön verebilecek en önemli kurumlardan biridir. Bankanın temel amacının fiyat istikrarı sağlanmak olarak belirlenmesine karşın TCMB de Avrupa Merkez Bankaları Sistemi’nde (ESCB) olduğu gibi fiyat istikrarı konusunda önyargılı olmadan, aşırı tutucu davranmadan ekonomik büyüme ve istihdam amaçlarını da göz önünde tutabilir. 
Merkez Bankası (MB) günümüzde ihracat reeskont kredisi vermekte, Eximbank aracılığı ile ihracatı fonlamaktadır. TCMB geçmişte olduğu gibi orta vadeli yatırım kredilerine de yönelebilir, önemli sınai ve enerji projelerini belli koşullarla fonlayabilir. TCMB kısa vadeli faiz haddi ile orta vadeli faiz haddi arasında ikincisi lehine bir farklılık da yaratabilir. Dış kaynak, sıcak para çekmede kısa vadeli faiz haddi etkili olduğundan, günümüz koşullarında TCMB’den bir bağlamda indirim beklenemez.Buna karşı orta vadeli yatırım kredilerinde daha düşük faiz haddi uygulayabilir. 
TCMB’nin Fed düzeyinde olmasa bile araştırma - uzmanlar grubu var. Araştırmalar,enflasyon raporunda kutular içinde yayımlanmakta, yararlı bilgiler içermektedir. TCMB, araştırma grubundan yararlanarak etkili yöntemler geliştirebilir, iş âlemi başta olmak üzere kamuyu da aydınlatabilir. 
Merkez Bankası yöneticileri bağımsızlık paradigmasının dayandığı “bürokratlar kamu yararı gözetir” kuramını kanıtlayabilirler. 

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet 

‘Adaletsiz Ülke ve Mezbaha’- Meriç Velidedeoğlu

Çağrısız konuklarımız olan “virüs”lerin neler yaptıklarını bilmeyenimiz yok; beni de alaşağı edip yatağa bağladılar; ama yine -şimdilik de olsa- onlar yenildi; dimdik ayaktayım.Bir süredir, araya hastalık girince daha da uzayan bir süredir “Cumhuriyet”e uğrayamadım; gelen mektuplar, çağrılar, kitaplar iyice birikmiş; sağ olsun yönetimhepsini toplayıp adresime gönderdi.
 
Kitaplar, kitaplar... Çocuklar gibi sevindim; “hemen oku beni” diyen bir görünümleri, duruşları var; imzalanarak gönderilen kitapların yazarlarına binlerce teşekkürler. 
Çoğunluk, “TSK”yi çökertmeye çalışanlarla “işbirliği” içinde olan bir “yargı”nın kararıyla tutuklu komutanlarımızın kitaplarındaBu kitaplar “hücre”lerde yazılırken, sayfa sayfa üretilirken, komutanların eşlerinin de adım adım onlarla birlikte olduklarına yakından tanık oldum; işte bu eşlerden biri de“Gamze Köylü”. 
Eşi “Kd. Kur. Alb. Cengiz Köylü” son kitabı “Ergenekon’dan Balyoz’a Asrın İftirası”nı yazarken, Gamze Hanım’la -“Sessiz Çığlık”ta- her buluştuğumuzda kitabı konuşuyorduk, sonunda bitti. Böylece sözde “Ergenekon ve Balyoz Davaları”yla ilgili bütünüyle “BELGE” değerinde bir yapıt daha kazandık; dolaysiyle de“YARGI”nın nasıl bir duruma düşürüldüğü, “Alb. Köylü”nün yadsınamaz“tanık”lığıyla da tarihte yerini aldı. 
Komutanlarımızın bu kitaplarını, özellikle duruşmalarda olup bitenleri anlatan bölümleriokurken o günleri, o saatleri insan yeniden yaşıyor; çünkü yüzlerce duruşmada“Simgesel Eylem Grubu” olarak hep ordaydık; “yargıç”ların, “savcı”ların dayanılmaz bir “maskaralık” olan tutumları, -neredeyse horul horul- uyumaları, kimi tahrik edici konuşmaları karşısında haykırdık, direndik; kim bilir kaç kez mahkemesalonundan dışarı atıldık... 
En etkili, hiçbir zaman unutulmayacak yargılama sahnelerinden biridir sözde “BalyozDavası”nın “11 Şubat 2011” tarihli duruşması.“İddianame”nin okunması iki hafta sürmüş, o gün tamamlanmıştı; başkan yargıç birdenbire, duruşma savcısı “Savaş Kırbaş”a dönerek “mütalaa”sını sordu; yanıt olarak “savcı Kırbaş”, duruşmada bulunanların derhal “tutuklanma”sını, bulunmayanlar için de “yakalama emri” çıkarılmasını istedi.“an”dan sonra ne oldu, ne bitti insan pek anımsayamıyor; ama çok kısa bir süre sonra, “TSK”nin “general”inden, “amiral”inden “teğmen”ine dek “163” komutanı dimdik ayakta, yalnızca salonu değil, tüm binayı titreten gür bir sesle “HarbiyeMarşı”nı söylemeye başladılar; çevreleri iki sıra jandarma erleriyle sarılı olarak... 
Şu “maskaralık”a bakın, içlerinde kendilerine daha tebligat ulaşmadan gelip teslim olan komutanlar vardı... Bu yaşatılanlar “yargı” için bir “yüz karası” değil de nedir?
Bu durum karşısında
 utancımızdan başımızı nereye sokup saklayacağımızı hiç bilememiştik; ama az sonra biz de onlara katıldık... Bu “11 Şubat” günü, hemenhemen komutanların tüm kitaplarında yer alır; şimdi bir kez de “Kd. Kur. Alb. CengizKöylü”nün kitabından okuyalım derim. 
“Em. Tümamiral Soner Polat”ın “Yeniden Kazanmak” adlı kitabından söz etmeden önce, savunmasına değinmek isterim; yanılmıyorsam “2011” sonbaharında yaptığı savunmasına, “İnsanları İncitenler” adlı yazımdan aldığı bir bölümlebaşlamıştı; o gün de basın bölümünde harıl harıl not tutarken birden adımın geçmesiyle başımı kaldırıp kendisini görmeye çalıştım; önlerdeydi göremedim, ama ekrandan izledim; kuşkusuz şaşırmıştım... 
“Dz. Kuv. K’nin Lojistik Başkanı Tüma. Sonar Polat’ın imzasız bir “ihbar”mektubuyla -üstelik akrabalarıyla birlikte- “PKK” sempatizanı olduğu iddia ediliyordu; açıkça “PKK” mensubu olduğu, “PKK”ye yardım ve yataklık yaptığından söz ediliyordu; asılsız, alçakça ve belli ki belirli bir “amaç”la yapılan bu suçlamalar, -kuşkusuz “Genelkurmay”ca, on saniyede sıfırlanacak- bu iddialar dolaysiyle “18 yıl”a mahkûm edilmişti. (s. 23) 
Bu davanın “rezil”liğini (“maskaralık” yerine kullandım)“Yeniden Kazanmak”tan alıntılayalım, şöyle diyor Tümamiral Polat: “Mahkeme salonunda bulunmama rağmen, hakkımda ‘tutuklama’ değil, ‘yakalama’ kararı çıkarılmıştı. Kendimdengurur duydum. Çünkü hâkimlerin gözleri önünde’ olmama rağmen, mahkemede bulunup hakkında yakalama kararı çıkarılan ilk sanıklar arasında yer alarak tarihegeçtim..” (s. 129“Yeniden Kazanmak”ta yer alan “Âşık Kuseyri”nin dörtlüğündeki şu dize; “Aslanı yenemez bir uyuz tazı!” (s. 233) kimi sorulara dört dörtlük bir yanıt... 
Başlık, “J. Kur. Alb. Mustafa Önsel”in kitabı “Silivri’de Firavun Töreni”nden alınma; tam olarak şöyle: “Adaletsiz bir ülke, mezhabadan başka bir şey değildir.” (s. 33) Bu “Firavun Töreni”nden gelecek yazıda söz etmek üzere... 

 Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet

22 Nisan 2014 Salı

Başbakan’ın Buyruğuyla 1 Mayıs Karabasanı-ŞÜKRAN SONER

Tam da Cumhurbaşkanı Gül’ün ikinci adam ilan edilmiş konumda parti başkanlığı, başbakanlığı kabul edemeyeceğini ilan etmesinin üzerine, “Millet kendi başkanını seçecek” sözleriyle anayasal, yasal düzenimizde yeri olmayan, hukuku ayaklar altına almanın bir yeni boyutuna adım attı Başbakan Erdoğan, kendince devlet başkanlığını ilan etti. Yetmedi, İktidarlarının emir komuta zinciri içinde “Hodri meydan” diyerek milletvekillerini muhtarlık işlevine indirgetecek “dar bölge” başlıklı, gönlündeki başkanlığa uyumlu seçim sistemi değişikliklerini gündemimize getirtti... 

Siyasal güç gösterisinin güncel pratiği isyan edebileceklere ders olmasına yönelik olarak da kendisinin önce yasaklayıp sonra açtığına inandığı 1 Mayıs’la özdeşleşmiş Taksim Meydanı’nı bir kez daha, gerekçesiz, hukuksuz, Türkiye’yi bağlayan AHİM kararını da yok sayarak işçilere kapatma buyruğunu verdi. Böylesi bir yetkisi olmadığını, gerekçesizliği, hukuksuzluğu, AİHM kararının evrensel bağlayıcılığını anımsatanlara daha bir kızmış olarak “Taksim’i de Kadıköy’ü de yasakladım..” ek cezalandırma buyruğunu ilan etti. Tak-şak ilişkileri içinde polis, dün 1 Mayıs’a ilişkin basın toplantısı yapmak isteyen konfederasyonların yöneticileri, temsilcilerinin basın açıklamasına gazla müdahale etti. İşçiler gözaltına alındı, yöneticiler otel binasının içine püskürtüldüler... 
Artık diktatörlüklerde dahi, solun, Marksizmin, sendikaların tehdit oluşturmamaları gerçeği karşısında, yasaklanmayan, şiddet uygulama örneklerine pek rastlanmayan günümüz dünyasında 1 Mayıs 1914 karabasana dönüştürülmüş oldu... İktidarlarından ödleri kopan Türk-İş yönetimi, uyumluluğunu kanıtlamaya yönelik Kadıköy’de kutlama yapacağını ilan etmişken, fren tutmayan çıkışları ile Başbakan Kadıköy için de “yasak”buyruğunu verince işler daha bir arapsaçına dönmüş oldu...
***
Erdoğan İktidarları yandaşlarına bol bol kullandırdığı Taksim’i, işçi sınıfı, sendikal örgütler için çok simgesel, bedeli kanla ödenmiş Taksim 1 Mayıs Alanı’nı kapalı tutmada uzun yıllar direnmişti. Sonuçta 1 Mayıs kutlamaları İktidarlarının icraatlarıyla uzun yıllar karabasana dönüşmüş, orantısız polis şiddeti, gaz, su, coplu şiddet çok pahalıya mal olmuştu... Gün boyu süren her toplanma, yürüyüş kollarını hedef alan polis şiddeti, vapurların, köprülerin, anayolların işçilerin yürüyüş kollarının geçişlerine yasaklanmaları çare olamamıştı. Kaçınılmaz radikal grupların molotoflu, taşlı yanıtları ile daha acılı sonuçlar doğurmuştu. Sonuçta ABD-AB ile siyasal, ekonomik ilişkilerini sürdürmek gereğini duyan Erdoğan İktidarlarının şiddet ve yasakları Emek Platformu’nun direnci ile 2009’da kırılmıştı.. Aslında o yıl da önce polis şiddetiyle yollar kesilmeye çalışılmış, kalabalık kararlı yürüyüş kortejlerinin pasif direngenliğinde sonunda 1 Mayıs Alanı, uzun yıllar aradan sonra DİSK öncülüğünde işçi sınıfı, sendikalara açılmıştı... 
Tekerlekli sandalyesi ile en ön saflarda meydana giren Sevgili Server TanilliHoca’ya saygıyla, geçmişin 1 Mayıs’larının bedellerini ödemiş, yaşını başını almış lider kadrolarının sevinç gözyaşları, meydan şenlikleri anılara kazınmıştı... Türkiye bir tabudan, 1 Mayıs karabasanından kurtulmuş sanmıştık. Bir sonraki yıl İktidarları yasak yerine barışçı 1 Mayıs kutlamalarının yanında bir vitrinle dünya kamuoyunun karşısına çıkmıştı. Yandaş sendikaların desteği pek değil hiç söz konusu olmasa dahi vitrinde kimi alt kadrolardan siyasetçilerin etkinlik süreci içinde meydanda görülmelerine onay verilmişti... 
Sonra ne olduysa oldu, gözlemlerimle İktidar şakşakçılığına dönüştürülemediğinden, geçen yıl inşaat gerekçeli, yasak yeniden gündeme geldi... Önce Emek Platformu parçalanmış olarak Türk-İş ağırlıklı Kadıköy’de toplanma, kutlama gündeme girdi. Taksim’e gelmek isteyenlere geçmişi aratan polis şiddeti, operasyonu ile yasaklamanın ağır bedelleri, saatler süren çatışmalar yaşatılırken, Kadıköy’de şenlikli bir kutlamanın olanağı verildi. Daha o günlerde, sonra pek çok konuşmasında Başbakan, aslında amacın Taksim’in yasaklanması olduğunu açık açık kamuoyuna ilan etti. Bundan sonrasının miting alanları Yenikapı-Maltepe, deniz kıyısında sonradan doldurulmuş alanlar olacağının buyruğunu, kişisel kararını iletiverdi. Oysa demokrasilerde gösteri haklarını, hele de 1 Mayıs’ı kutlayan işçi sınıfı, sendikal hareket için kutlama yerini belirleme hakkı, hele de sınıf tarihi açısından yeri ve anlamı varsa tartışılamazdı. AHİM kararı da bunu kanıtlıyordu... 
Şimdi Taksim için inşaat gerekçesi de yokken, “trafik, ana yollar tıkanıyor” gerekçeli Başbakan yasağı gündemde. Siyasi parti olarak seçtikleri, ücretsiz taşımalı getirilen kitleler için deniz kenarı Yenikapı’nın denizden taşınanlar gibi avantajları bir yana, park etmiş on binlerce araçla taşımadan, gün boyu, gece yarısına kadar kapalı tutulan anayollar ne olacak? Her neyse işçi sınıfı için Taksim, 1 Mayıs Alanı... Bu haksız, hukuksuz, diktatoryal güç gösterisi ile nereye varılacak?  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

Meydan Korkusu-CAN DÜNDAR

“Agorafobi”, psikolojik bir rahatsızlığın adı... 

Agora” Yunancada “geniş meydan” anlamına geliyor. 
“Fobi”, korku karşılığı kullanılan, yine Yunanca kökenli bir sözcük... 
Özellikle panik atağı olan insanların, kalabalık yerlerde kalıp kaçamama korkusuyla açık alanlardan kaçınması, “agorafobi” olarak tanımlanıyor. 
Siyaset biliminde de yeri var: 
Agoralar, Batı kültüründe kentlilerin buluştuğu, tartışıp konuştuğu, mitingler, gösteriler, yürüyüşler yapıp itirazlarını dillendirdiği meydanlar... 
Kitle psikolojisinin canlandığı, dayanışma ruhunun şahlandığı mekânlar... 
Bu buluşmalar halk için ne kadar cazipse, iktidar sahipleri için o kadar ürkütücü... 
Meydan, otoriteye meydan okumanın da meydanı çünkü...
***
Son yıllarda her 1 Mayıs’ta Taksim’in kapatılması boşuna değil böyle bakınca... 
Taksim, tarihçesiyle de, genişliğiyle de potansiyel bir isyan merkezi gibi görünüyor. 
Haktan, hukuktan, insandan yana bir iktidarın meydan korkusu olmaz; bilakis, gidip orada emekçilerle saf tutar. 
Ama hukukla değil, baskıyla hükmedenler için Taksim Meydanı bir sınav alanıdır. 
Hele memlekette muhalefet zayıflatıldıysa, bütün itiraz kapıları kapandıysa, medya susturulduysa, üniversite bastırıldıysa, pankart açmanın bedeli adam öldürmekten pahalıysa ve itirazını dillendirmek için insanlara meydanlardan başka mecra bırakılmadıysa... 
Meydan, tek bir ağızdan haykıran devasa bir insandır.
***
1 Mayıs 1977’de ondan kana boğdular Taksim’i... 
1979’da sıkıyönetimle ondan yasakladılar. 
12 Eylül’den sonra gösteriye kapatılması da ondandır. 
Dün basın açıklaması yapmak isteyen bir avuç insanın iktidarda yarattığı panik ve karşılaştığı şiddet de ondan... 
Başbakan’ın halkın meydanını halka kapatmaktaki pervasızlığı da ondan... 
Korkudan... 
“Meydan bizi devirir” korkusundan...
***
“Taksim yasak. Onun yerine bazı ilçelerimizde butik meydanlar yapacağız” diyor Başbakan... 
Kupon arsalar gibi butik meydanlar da ondan sorulsun istiyor. 
Zor. 
Modern kentli toplumları, gelişme çağında çocuklar gibi tembihleyip kum havuzunda oynatamazsınız. 
Halka ait meydanları halka kapatamazsınız. 
Sıkıyönetim yapamamış, siz mi yapacaksınız? 
Gezi, bu “Ben yaptım oldu” kafasına, “astığım astık kestiğim kestik” havasına verilmiş okkalı bir cevaptır. 
Hükümet, yasaklarla hükmetmeye devam ettikçe de tekrarlanacaktır.
***
Psikologlar, “Agorafobisi olanlar meydana çıkarsa, panik, baş dönmesi, terleme gibi sonuçlar doğabilir” diyorlar. 
Bu belirtileri iktidarda gözlüyoruz. 
Tedavisi? 
Terapi almanız lazım. Meydan korkunuzu yenmeniz için uzmanlar size yardımcı olacak. Yanlış inanışlarınızı anlatacak. Nefes teknikleriyle rahatlatacak. Yavaş yavaş elinizden tutup kalabalık yerlere sokacak. Ve meydanlara alışacaksınız. 
Başka yolu yok.

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet  

15 Nisan 2014 Salı

Gül, RTE’yi Köşeye Sıkıştırıyor - ORHAN BURSALI

Bazı okurlarım ve sosyal medyada sohbet ettiğim insanlar, tabii bir de AKP’liler,“Boşuna yazıp çiziyorsun. Gül ile RTE arasında sorun çıkmaz, kardeş kardeş anlaşırlar. Onların yoktur birbirlerinden farkları, hayale kapılma...” diye ha bire not gönderip duruyorlar.
Ne desem bilmiyorum, ama şunu belirtirim: Burası hayal kurma yeri değil, net olmayan fotoğrafları, çelişkileri ve gelişme doğrultularını görmeye çalışma yeri... Biz polisin “olay yeri ekibi” veya kriminal laboratuvarı veya suç delili arama yeri değiliz. O polisin ve mahkemelerin işi.

Mesela bazı gazeteciler vardır, mutlaka “belgesini” görmek ister; olmadan inanmaz. Örneğin ünlü gazeteci Seymour Hersh’in, Suriye’de sarin gazının atılmasına Türkiye’nin yardımcı olduğuna ilişkin yazıları... Bu tür, “belge görmeden” inanmayan gazeteciler hemen, “kaynak belli değil”, “hani belgesi” falan yazdılar.
Şüphesiz, siyasal analiz cuk oturuyorsa, belgesini varsın başkası bulup çıkarsın. Bu konuda belge zor çıkabilir, çünkü, örneğin ABD yönetiminin Türkiye üzerine kurduğu politik bir gelecek, beklentileri vb. vardır. Bunu ateşe atmaz, ama çevresinden sızdırarak bunu hissettirir, “canına okurum senin...” gibisinden.
Neyse konumuza dönelim:
Her ikisinin hesabı ayrı 
İlk Kasım 2011’de Cemaat ile RTE arasındaki ilk önemli çatlakları yazdığımda da benzer yorumlar geliyordu... Et ve tırnak gibidir onlar, gibisinden, siyaset dışı... Gazetemizden bile!
Yoo, Gül-RTE arasındaki ilişki, şüphesiz ki Cemaat’ten farklı... Ne kadar farklı diye sormama izin verin.. Yanıtım: En azından en çoğuna kadar!En az şu demek: Kendi farklılıklarını hoşgörü ile kabul edebilirler, ama olmaları gereken yerlerde mutlaka olmalarına birbirlerinin izin vermesi koşuluyla (sorun var ama anlaşır çözeriz hali)...
En çok ise şu: Sen sağ ben selamet, hadi eyvallah! Ben ne alabiliyorsam alıp gidiyorum (derin çatışma hali)...
Şu anda RTE ile Gül arasındaki ilişkilere ikisi de açık.
Gül, farklılıkları vurguluyorFarkında değil misiniz? En son, RTE’nin durmadan hedefinde tuttuğu “Eyy TÜSİAD”a gidiyor... Twitter, Gezi ve daha pek çok konuda, Gül ile RTE farklı anlayışların insanı... Yoo hayır, şimdi de önüme takıyye yapıyorlar, gibi zırvalıklarla gelmeyin... Burada siyaset konuşuyoruz, komplo teorileri değil... İyi mi kötü mü gibi bir değer yargısında bulunmadan, sadece saptama yapıyorumBiri haddini bilir, diğeri bilmez.Birinin kulağı toplumsal tepkilere, gelişmelere açıktır; diğerinin kapalı ve bildiğini okur.
Biri kurumlar arası ilişkilere ve işbirliklerine daha yatkın, diğeri otoriter ve yaptırımcı. Her şeyi tek elde toplayıcı...
Biri mesela Batı ile daha uyumludur, ses dinler; diğeri ise herkesle kavga etmeye hazırdır... Kendi egemenlik alanlarını genişletmek ve kurmak, herkesten daha önemlidir.
Biri sanki daha uzlaşmacı, diğeri kesinlikte uzlaşmasız.. Biri sanki demokrasinin kurallarına daha uygun ve yatkın, diğeri kesinlikle değil, tam tersine parçalayıp yok edici...Hadi, hazır bunları yazmışken, bizim mahallemizdeki sık bir anlayışı da dile getireyim, aflarına sığınarak:
Birini çok sinsi, bu nedenle çok tehlikeli
 bulurlar... Diğerini ise açık ve dobra!..
Doğru gibi görünse bile, tercihler söz konusu olduğunda, bu görüşü paylaşmam...
Çünkü siyaset konuşuyoruz... Bunu biraz “Stokholm Sendromu”na yakalanmış insanların tavrı olarak gördüğümü söylememe izin verin! Çok dobrasın helal olsun sana bu yollar, vur vur biraz daha!
Tapınma hallerinin nedeni 
Aslında bu sendrom, AKP yandaşlarında da var. Bu onlarda bir tapınma hali oluşturuyor! Her yaptığını savunuyorlar, hem de en aptalcasından ve beyinsizce: Ayyy ne kadar doğru!
Tapanlarına bakıyorum, şöyle düşünüyorlar: Bize kesin şiddete dayalı bir otorite ile sığır gibi güdecek birisi gerektir. Ben bu güce taparım. Biliyorum ki, taptığım sürece de işim, aşım, param, yükselişim tıkırındadır. Öv ki yere göğü sığmasın...
Tabii, belirtmek gerekir ki, bu tapınma halleriyle tanrının şiddetinden de gazabından da korunmuş oluyorlar.Şüphesiz ki, belki de bizlere kıyasla, tam uç noktada, tam bir survival refleks... Yani bu koşullarda uygun, en yaşamda kalmayı garantileme hali!
Bu
 koşullarda, bu kadar çok tapınma hallerinin yaygınlaşmış olmasını da açıklayan bir durum var. Bu tipler kendilerini öylesine aşmışlar ki, Tayyipgiller familyasına dahil ettikleri AKP seçmenlerinin, başlarında “daha mülayim” birisini görmeyi reddedeceklerini bile söyleyebiliyorlar!Bırakın allahaşkına şu “belkemiksiz insan” falan zırvalıklarını! Bu bile övücü bir laf olarak kalır!
Çankaya’ya tüyolar!Neyse, yazının ucunu serbest bırakırsan alır başını başka noktalara gider... O durum...
Demek istediğim şu: Gül, Marmaray törenindeki el sıkışmanın gereğini yerine getirmeyen RTE’yi köşeye sıkıştırıyor. TÜSİAD olayı budur.
RTE, ancak kendi kopyalarıyla, avatarlarıyla davranabilecek bir insan... Hatta, şimdi aşırı uçta bir yorumda bulunacağım:
Hani dedi ya, “terleyen cumhurbaşkanı olmalı”... Yorumlarımız şu oldu: Bugünkü yetkileriyle yetinmeyecek, seçilirse eğer Köşk’e, kurulacak hükümetin, eğer Gül ise bu tepesine binmeye hazırlanıyor.
Peki şu yorumuma ne dersiniz: Başbakan olarak kalacağım, ama Çankaya’ya da benimle uyumlu, benim gibi terleyen bir cumhurbaşkanı oturtmak istiyorum..Ay, henüz bir şey kesinleşmemişken, şu eğlenceli konuyu sürdüreyim!

ORHAN BURSALI
Cumhuriyet  

Seçimlerde Kim Kazandı Kim Kaybetti?- EMRE KONGAR

Seçim sonuçlarını çözümlerken elbette yüzde oranları önemlidir ama, mutlak sayıları da ihmal etmemek gerekir.

2014 seçimlerinde, partilerin il genel meclislerinde ve il genel meclislerinin olmadığı yerlerde büyükşehir belediye meclislerinde aldığı oyları irdeleyerek, anlamlı bir sonuç çıkarılabilir.Aşağıdaki tabloda, 2011 genel seçimleriyle karşılaştırmalı olarak 2014 yerel seçimlerinde partilerin aldıkları oyların oranlarını ve sayılarını belirttim: 

(2011 sonuçlarını Yüksek Seçim Kurulu’nun Resmi Gazete’de yayımlananverilerinden, 2014 sonuçlarını Sedat Ergin’in 8 Nisan tarihli yazısında belirttiğiCihan Haber Ajansı’nın sayılarından aldım. 2014 sonuçlarının henüz kesinleşmediği, sayılarda ve oranlarda ufak oynamaların olacağı akılda tutulmalıdır.)Tablodan çıkan sonuçlar gayet açık:İktidara endeksli yandaş medya, “Zafer” çığlıklarıyla üstünü örmeye çalışıyor ama, AKP’nin son seçimlerdeki oy kaybı, 2011 seçimlerine göre 2 milyondolayında...
Mutlak sayılara kabaca baktığımız zaman, CHP’nin ve BDP+HDP’nin önemli bir oykazancı ya da kaybı görünmüyor...Bu gerçeklere karşılık, 2014 yerel seçimlerinden mutlak sayı olarak da yüzde olarak da en kârlı çıkan parti MHP olarak görülüyor.İşin ilginç tarafı, MHP’nin oy kazancı, AKP’nin oy kaybından daha da fazla, 2.5milyona yakın.
Demek ki sadece AKP’den değil, başka yerlerden de oy devşirmiş.
Üstelik de unutmayalım, başkan adaylarının kimliklerinden dolayı, İstanbul ve Ankara’da, belediye meclislerinde de MHP’den CHP’ye bir miktar oy kaymasıyaşanmış olabilir.
Tablodan çıkan bir başka sonuç da SP ve BBP’nin oylarını iki katından fazla artırmışolduklarıdır.
***
Bu tablo bize, Türkiye’deki
“muhafazakârlaşma” denilen sürecin devam ettiğini gösteriyor.

EMRE KONGAR
Cumhuriyet   

13 Nisan 2014 Pazar

Ankara’da Hâkimler Var - CAN DÜNDAR

Dört ay kadar önce Ali Sirmen sormuştu:“Ankara’da hâkimler var mı” diye...
Soruya ilham veren efsane, ilk kez 1787’de, Prusya Hükümdarı Büyük Friedrich’in hayatını anlatan Fransızca bir kitapta anlatılmıştır.
Efsaneye göre hükümdar, sarayının yakınlarındaki bir değirmenin yelkengürültüsünden rahatsız olmuş. Adamlarını yollayıp değirmeni satın almalarını söylemiş.
İstememiş değirmenci; Kral fiyatı artırdıysa da “Değirmenim satılık değil” diye ayak diremiş.
Kızmış Kral:“Ben Prusya Kralı’yım.
O kim
 oluyormuş?” diye gürlemiş. “O kralsa ben de değirmenciyim” karşılığı gelmiş.
Bu cevap üzerine hepten dellenmiş
Kral...
Sormuş:“Bir Groschen (kuruş) ödemeden, zorla alırım değirmenini... Neyinegüveniyormuş?”
İşte o zaman, tarihe geçen cevabını vermiş değirmenci:“Berlin’de hâkimler var; onlara güveniyorum.”
***
Yargı bağımsızlığına böylesine güvenebilmek, bizim nicedir unuttuğumuz, güzel bir duygu olsa gerek... Bağımsız yargı, iktidarının sınırsız olduğunu, bir emirle istediği araziyiparselleyebileceğini, rahatsız olduğu tüm sesleri susturabileceğini, her kula diz çökertebileceğini sanan hükümdarlar karşısında korunaksızların sığınağıdır.O sığınakta hükümdar, adalete hükmedemez.
Hâkimiyet, hâkimdedir.
Hükmü, ülkenin hâkimi değil, mahkemenin hâkimi verir.

***
Anayasa Mahkemesi, hâkimleri kendi hâkimiyetine alabileceğini sanan Başbakan’a“Orada dur bakalım” dedi.
Hoşuna gitmeyen sesler çıkaran Mavi Kuş’u boğazlama isteğine de direndi; “Twitter’ı kafana göre kapatamazsın kararı verdi“Hayvanlar âleminde bile olmayan özgürlük”ü insanoğlunun hak ettiğine hükmetti.
Böylece -her şeye rağmen- “Ankara’da hâkimler var” dedirtti.
***
II. Friedrich, bir bestekârdı, yazardı. Voltaire’le mektuplaşırdı. Bach ile arkadaştı. Aydınlanmacıydı. Serfliği ve sansürü kaldırdı, söz hürriyetini getirdi.
Prof. İlber Ortaylı’ya göre “Prusya, onun sayesinde büyük devlet oldu.Aydınlanmayı kavrayamayan ülkeleri ise kan ve barut bekliyordu.”Bizim Hükümdar ise aydınlanmayı kavrayamıyor. Söz hürriyetine karşı sansürü savunuyor. Adaletsizliğe direnen hâkimleri ezmenin, yargıya müdahalenin hazırlığını yapıyor. Hâkim ve savcılara, Allah’a olan sevdanızı ortaya koyun deyip kendi yanında saf tutmalarını istiyor.
Oysa herkes, o sevdanın asıl gereğinin, apaçık ortaya çıkmış hırsızlığın üzerinegitmek, hırsızın hesabını görmek olduğunu biliyor.
***
Neyse ki “gerçeğin, eninde sonunda açığa çıkmak gibi bir huyu var.”
Değirmenin gürültüsü asla dinmiyor:
Medyayı susturuyorsunuz, Twitter konuşuyor; Twitter’ı kapatıyorsunuz, yargı karşınıza dikiliyor.
Bu toplum, hapsedilmeye çalışılan elbiseye sığmıyor. Sökülen yeri dikiyorsunuz, öbür taraf yırtılıyor.
İşiniz zor; giderek daha da zorlaşıyor.

Bir fotoğrafın öğrettiği... 

Sadrazam Mehmet Fuad Paşa’ya sormuşlar:“Gerçek dostlarınız kimlerdir?”“Şimdi iktidardayım; bilemem” demiş. 
Kibir şişip de önünü göremez olunca insan, yağcılar korosunun alkışını dostluksanıyor. İlk sendelemede, dost bildiklerinin nasıl tekmelemeye koşacağını, etrafının nasıl tenhalaşacağını bilemiyor. 
Hep söylense de “kefenin cebi olmadığını” anlayamıyor. 
Ama bu fotoğraf, acı gerçeği her yazıdan iyi hatırlatıyor. 
Sultan Abdülmecid’in torununun kızı Fevziye Osmanoğlu’nun Paris’te tenha bir cami cemaatinden bir avuç insan eşliğinde kaldırılan cenazesi, iktidarın mıknatıs etkisi dağılınca, dalkavukların nasıl başka güç odaklarına yapışıverdiğine ibretlik bir örnek..Fevziye Sultan’ın sürgünde, eski bir halı üzerinde yatan bedeni, “Mağrur olmapadişahım, senden büyük Allah var” diye haykırıyor.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet