21 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma’da Yiten Canlar Neyin Bedelidir? - DENİZ KAVUKÇUOĞLU

Hayat, gerçekleri tokat gibi çarpıyor insanın suratına. Bu kez tokadın dozu altından kalkılamayacak ölçüde şiddetli oldu. Soma’daki emekçi kıyımı ülkenin vicdan sahibi insanlarını derin bir yasa boğdu.
Çok yazıldı, çizildi. Dokuz yıl sonra dünyanın en büyük on ekonomisi arasında yer alacağı savlanan Türkiye çalışma güvenliği açısından Avrupa’da sonuncu, madenci ölümleri açısından ise dünyada ilk sıradadır.
Bu noktaya bizi, benzerine ancak 19. yüzyılın sanayi ülkelerinde görülen vahşi kapitalizm getirdi. İşlevi, yürürlükteki düzeni karşıtlarını ezerek, sindirerek, yok ederek sağlama almak olan devlet üstlendiği bu görevi tutuklamalarla, hapis cezalarıyla,yasaklamalarla, baskılarla, TOMA’larla, biber gazlarıyla başarıyla sürdürdü, sürdürüyor.
***
Soma’daki 301 emekçinin ölümü somut olarak devlet-şirket işbirliği ile gerçekleştirilmiş bir kıyımdır. Başka bir deyişle o madenlerin mülkiyetini elinde bulunduran devlet üreteceği kömüre alım garantisi verdiği bir şirkete madenin işletme hakkını vermiştir. Şirket de aldığı önlemlerle Türkiye Kömür İşletmeleri döneminde 130-140 dolar olan üretim maliyetini 23.80 dolara düşürmüştür. Soma’da yitirilen 301 madencinin canı şirketin aldığı, devletin de onayladığı bu ekonomik önlemlerin kanlı bedelidir.Bunu görmek için ekonomist olmaya gerek yoktur; yukarıda işverenin ağzından belirtilen maliyet düşürümü bu oranda ancak tam otomasyon, işçi ücretlerinin düşürülmesi, üretimin olağanüstü artırımı, çalışma koşullarının kötüleşmesi, iş güvenliğine ilişkin kuralların göz ardı edilmesiyle mümkün olabilirdi. Tam otomasyonsöz konusu olmadığına göre üzerinde durulacak olan diğer noktalardır.

Bu nedenledir ki Soma Madencilik Şirketi yöneticileri gibi hükümet de “suçluların telaşı” içindedir. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği 2011 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na verdiği bir raporda Soma’daki facianın yaşanacağını bilimsel olarak belirtmiştir.
Ortada bir “suçlular” kümesi vardır. Bu kümeye işveren ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile maden işçilerinin ödentileriyle refah içinde hayatlar süren Türk-İş’e bağlı Maden-İş’in yöneticileri de dahildir.
***
AKP hükümeti ve yandaşlarının düzeni aklama çabalarını, liberallerin ahlı vahlı yakınmalarını bir yana bırakarak sonuca gelelimSoma kıyımı 1800’lü yılların ikinci yarısında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından ortaya konan ve günümüze kadar hiçbir burjuva-liberal düşünürün çürütemediği, kapitalizmin özü olan emek sömürüsünün, artık değer ediniminin yansıması olan “emek-sermaye” çelişkisinin somut bir sonucudur. Hırs, olabildiğince düşük maliyetle en yüksek kârı elde etmeyi amaçlayan kapitalizmin motorudur.
Eğer Soma benzeri kıyımlar bir daha yaşanmak istenmiyorsa bunun mücadelesi emek-sermaye çelişkisinin emek lehine çözülmesi doğrultusunda verilmelidir.
Bu ülkenin Türk’ü de, Kürt’ü de kapitalizmin bir ürünü olan milliyetçilikle zehirlenmiştir. Özellikle “sol” tanımını kendilerine yakıştıran sosyal demokrat ve sosyalist olma savındaki siyasal partiler kendilerini bu zehirden arındırmalıdırlar. Özlerine dönmelidirler. Emek-sermaye çelişkisi somut, çıplak bir gerçektir. Bu gerçeğe dayanmadan ileri sürülen her türlü düşünce, öneri, eleştiri boştur, safsatadır.
Bir durumu değiştirmek için hayatta karşılığı olan temel gerçeklerden yola çıkmak gerekir. Yoksa Soma kıyımı benzeri acı olayları bir daha, bir daha yaşar ama hiçbir yere varamayız. Aynı bedeli bir daha, bir daha öderiz.

DENİZ KAVUKÇUOĞLU
Cumhuriyet 


Amansız ve Yamansız Yargı - MİNE G.KIRIKKANAT

22 Temmuz 2004’te, Ankara-İstanbul seferini yapan hızlandırılmış tren raydan çıktı; 38 kişi öldü, 95 kişi yaralandı. Aradan yirmi gün geçmişti ki, Tavşancıl mevkiinde iki trenin çarpışmasında 8 kişi öldü, 88 kişi yaralandı.

Art arda gelen bu kazalar Türkiye’yi derinden sarsmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor,AKP’li yetkililerden asla kimsenin vermeyeceği hesaplar soruluyordu.
13 Ağustos 2004 günü, “Tanrısal Tarafsızlık” başlığı altında şöyle bir yazım yayımlandı:
***
Ateş yakar. Su boğar. Gaz patlar. Elektrik çarpar. Yağmur yağar. Dere yatağı taşar.
Tren demiryolunda gider. Araba araba yolunda. İki kere iki dört eder.
Tutuşturduğunuz orman, yanar. Yüzme bilmeden atladığınız su, boğar.
Çakmak
 çaktığınız birikmiş gaz, patlar. Çıplak elle dokunduğunuz elektrik akımı, çarpar. Mazgalları tıkarsanız, yağmur su baskınına yol açar.
Dere yatağına yaptığınız evleri, su basar.
Bir daha
 basmaz der oturursanız, yine basar, yine basar, yine basar.
Çünkü dere, aman insanlar boğulmasın diye yatak değiştirmez.
Her yağmurda geri
 gelir.
Eğimsiz yollar, her yağmurda göle dönüşür.
Her yağmurda
 dönüşecektir.
Yolları kazıp bariyer koymazsanız, içine insanlar da düşer, hayvanlar, hatta arabalar da.
Deprem bölgesine kurduğunuz çürük binalar, yıkılır.
Yeniden aynı yere ve aynı çürüklükte yaparsanız, yine yıkılır.
Kırmızı ışıkta durmazsanız, arabanız da haşat olur siz de.
Bir gün olmaz, iki gün olmaz, ama üçüncüsünde olur.Ters yönlerden aynı demiryolunda ilerleyen trenler, zamanında durdurmazsanız;makastı, sinyaldi aldırmazsanız, çarpışırlar. Demiryolunu yenilemeden trenleri hızlandırırsanız, devrilirler.
Bir gün devrilmez, iki
 gün devrilmez, ama BİR GÜN mutlaka devrilirler.
***
Kendisi ziyan olmuş adam, 10 çocuk yaparsa, 9’u ziyan olur.
Birine bakmaktan aciz kadın, 10 çocuk doğurursa, yine 9’u ziyan olur.
Her şey olurlar, ama “adam olamazlar. Ölürlerse ölürler, kalırlarsa...
Kalırlarsa, orman yakarlar. Gaz kaçağını çakmakla ararlar. Yüzme bilmeden göle atlarlar. Elektrik kablosunu çıplak elle tutarlar. Kazdıkları çukuru açık bırakırlar. Dere yatağına ev yaparlar. Deprem bölgesine yıkılacak bina. Zaten benzin deposunu doldururken sigara içen, mazgalları tıkayan, üstlerine alfalt döken, yolları eğimsiz yapan, kaldırımları düzgün döşeyemeyen, kırmızı ışıkta durmayan, yüzyıllık demiryollarından hızlandırılmış tren geçirenler de onlardır.Her şey olurlar; futbolcu olurlar, tüccar olurlar, kendilerine benzeyen milletinvekilleri olurlar, bakan olurlar, hatta başbakan olurlar.
Çok saygılıdırlar, her bayramda gider analarının babalarının ellerini öperler, amaadam gibi adam, rasyonel adam olamazlar. Çünkü üstlerindeki cilanın altında, rasyonel olmayan ana babaları vardır.Çünkü aynı kafayla, aynı yanlışları yapacaklardır.Çünkü Allah, kendisine tapana tapmayana aldırmaz. Kendisine güveneni kayırmaz. Makine duayla çalışmaz.Yağmur ne duayla yağar ne de duayla durur. Doğa, rasyonel olmayanı vurur yere. Çünkü doğa yasaları, insan yasaları gibi delinmezVe ateş yakar, su boğar, gaz patlar, elektrik çarpar, dere yatağı taşar, trenler demiryollarında giderler...
***
Bu yazıda, Türkiye’de madenciliğin hali ve madencilerin “fıtratı” eksik kalmış. Ama siz benim ne demek istediğimi anladınız. İçinizden, “Kömür yanar, grizu patlar…” diye başlayın, zaten eksik olan her şeyi tamamlar, benim aklıma gelmeyen işleri de eklersiniz. Vahim olan, 2004’ten 2014’e kafaların salt durmakla kalmayıp daha da gerilediği bu ülkede hiçbir şeyin değişmeyip bu yazının her faciayı açıklayabilir niteliğini korumasıdır. Adam olamayanların adam olmayanları seçmek, adam olmayanların da iktidarı adam olmayanları kayırmak için kullandıkları yerde, aynınedenlerin aynı sonuçları doğurduğu elbette kan revan içinde anlaşılacak; belki de hiçanlaşılmayacaktır. 2004’teki hızlı tren faciası için açılan kamu davası 2012’de zaman aşımına uğradı. Kimse istifa etmedi, kimse cezalandırılmadı. 2014’teki Soma katliamının nasıl kovuşturulacağı belli değil mi?
“Kölelerin de patronların da imanı, yalandır.” MAXIME GORKİ
G N O K T A S I
“Size bu e-postayı 82 yaşındaki dostum Bülent Bey’in isteği üzerine yazıyorum.
Kendisi
 yazılarınızı sürekli takip eder ve sorununa çözüm bulacak tek kişinin sizolduğunuzu düşünüyor. Kadıköy Sanatçılar Sokağı’ndaki Anarat Hıggutün Ermeni Katolik vakıf binasında hizmet veren Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin müdavimi olan Bülent Bey, binanın bahçesindeki havuzun bu yıl yapılan tadilatla üzerinin kapatılmış olmasından şikâyetçi.
Binanın bahçesine ayrı bir güzellik katan o havuzun kapatılmasını kabul edemiyor ve hatta Nâzım Hikmet’in ruhuna aykırı olduğunu düşünüyor.
Beni bu hususu size iletmekle görevlendirdi. İlginiz için şimdiden teşekkür ederim.Saygılar, Aycan” Y.N.: Ben de CHP’li Kadıköy Belediyesi’nin böyle zarif bir isteğeduyarsız kalmayacağını ve ilgileneceğini umarım!  

MİNE G.KIRIKKANAT
Cumhuriyet

19 Mayıs 2014 Pazartesi

19 Mayıs 1919’dan 19 Mayıs 2014’e...- MUSTAFA BALBAY

Mustafa Kemal Atatürk Nutuk’ta söze şöyle başlar:“1919 yılı Mayısı’nın 19. günü Samsun’a çıktım.”
Bu giriş cümlesinin ardından, “genel durum” der ve Osmanlı İmparatorluğu’nun o gün içinde bulunduğu durumu, genel görünümü özetler.
Bugünün diliyle paylaşmak gerekirse Atatürk’ün penceresinden görünüm satı rbaşlarıyla şöyledir:- Osmanlı’nın içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş. Ordu zedelenmiş.- Uzun yıllar savaşan ulus, yorgun ve fakir düşmüş.- Ülkeyi Dünya Savaşı’na sokanlar kendi derdine düşmüş.- Padişah yalnızca kendini ve tahtını güvenceye alabileceği önlemler peşinde.
- Damat Ferit Paşa başkanlığındaki hükümet padişahın buyruğuna bağlı halde.Kendini ayakta tutacak her türlü duruma razı. - Yabancıların tek beklentisi devletin bir an önce çökmesi...
- Durumun korkunçluğu karşısında ülkenin her yerinde, her bölgesinde kimi kişiler kurtuluş çareleri aramaya başlamış. Bu arayışlar bazı kurumlar doğurmuş. Ancak bunlar birbiriyle bağlantısız ve dağınık...

***
Atatürk, 19 Mayıs 1919’daki durumu özetledikten sonra kendi kararını, “ya istiklal ya ölüm” olarak açıklıyor ve mücadelesini tarihin sayfalarında kalıcı hale getiriyor.
Kestirmeden gidip bugün de benzer bir tablo içindeyiz demek kolaycılık olur.
19 Mayıs 2014’teki durumu da, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün yaptığı gibi gerçekçi biçimde ortaya koyup yapılması gerekenleri elbirliğiyle üretmek gerekiyor.Bugün 95 yıl öncesine göre daha olumlu ve daha olumsuz diye sınıflandırabileceğimiz şartlar var. Soma faciası nedeniyle 19 Mayıs’ı bir bayram olarak kutlayamamak bile“durumu” özetlemeye yeter.
Zira Soma faciasından daha elim facia, bu olay karşısında yöneticilerin takındığı tutumdur.
1919’dan ileride miyiz, geride miyiz tartışmasını bir yana bırakalım, soralım:Eğer bir başbakan Soma faciasının öteki ülkelerde de yaşandığını anlatmak için 1860 yılındaki kazaları örnek gösteriyorsa, bizim yönetim anlayışımız nerededir, hang iyüzyıldadır?
***
Bugün en büyük düşman cehalet, devletin ve toplumun tüm katlarını sarmıştır.Cehaletin en tehlikelisi, hareket halinde olan ve elinde güç bulundurandır.Cumhuriyetin kuruluşundan beri mücadele halinde olduğumuz cehalet, kendisini çağıngereklerine uydurdu ve her yeri kuşattı. Öyle ki, yolsuzluklara alışanlar, “Velev ki soyuyor...
Soyuyorsa bizi soyuyor, size ne”
 diyecek kadar körleşebildiler.
Ancak Soma ile iş o noktaya vardı ki, “Ölüyorsak biz ölüyoruz, size ne” denemiyor.Soma bir başka milat oldu. Soma, 1919’dan 95 yıl sonra nerelere savrulduğumuzu ortaya koydu.
Nutuk’la başladık, öyle noktalayayım. Nutuk, durumu anlatmakla başlar, Gençliğe Hitabe ile son bulur. Atatürk’ün 15 Ekim 1927’de Meclis kürsüsünde okumaya başlayıp 20 Ekim’de noktaladığı Nutuk’taki en son sayfa Gençliğe Hitabe’dir. Atatürk bu bölümde de “gelecekteki olası durumu” anlatır ve buna karşı gençliğe düşen“vazifeyi” paylaşır.
Bugün, “damar” deyince sadece “maden damarlarını” anlayanlara karşı verilmesi gereken büyük bir mücadele var.Bugün, Atatürk dönemini aştıklarını iddia edenlerin önce ona ulaşabilmesi gerekli. 19 Mayıs 2014’te durum vahim...
Ancak buna karşı yapılması gereken kahırla başımıza geleceği beklemek değil,mücadele edecek bir ruhun da var olduğunu bilerek cehaletle savaşı yükseltmek.  

MUSTAFA BALBAY
Cumhuriyet

95’inci Yıldönümünde...- ORHAN ERİNÇ

Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıç tarihi konusunda ağır basan görüş 19 Mayıs 1919’dur.Büyük kurtarıcı ve kurucu Atatürk o gün Samsun’a ulaşmış ve karaya ayak basmıştır.
Bu mutlu ve kutlu günün 95’inci yılındayız.
Bir yandan Soma’da yitirdiğimiz 301 canın yarattığı hüzünlü ortam, öte yandan “laik Türkiye Cumhuriyeti nerelere sürükleniyor?” sorusuna şimdilik yanıt bulmaktazorlanışımız, bayram coşkumuzu gölgeliyor.
***
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmış olmasından rahatsızlık duyanlar, başlangıcının 95’inci yıldönümünde neredeyse kol geziyorPadişahlığın ve halifeliğin sürdürülmesi için İngiltere’nin mandası olmayı yeğleyenlerin torunları, hem tarihi tersyüz etmeye uğraşıyorlar, hem de Atatürk düşmanlığına yeniyandaşlar türetmenin savaşımını veriyorlar.Ham bir hayal peşindeler ama yaratmaya çalıştıkları görüntü, tehlikenin farkında olmayanlar için sürdürülebilirmiş gibi geliyor.
***
1926 yılında Falih Rıfkı Atay ile Siirt Milletvekili Mahmut Bey (Soydan) Atatürk’le uzun bir söyleşi yapmışlardı. Atay, tamamlanamayan söyleşinin bir bölümünü Hâkimiyeti Milliye gazetesinde yayınladı.
19 Mayıs’ın 25’inci yılında da (1944) 48 sayfalık bir kitapçık olarak yayımladı.
19 Mayıs öncesini, Atatürk’ün ağzından ve Atay’ın kaleminden izleyelim.
***
Bir gün İsmet Bey’i (İnönü) davet ettim. Şişli’deki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey “- Gene ne var?” dedi. Sual sorarken gözlerinin içi yüksek zekâsı ve itimat veren derin neşesi ile gülüyordu...
- Ne haber, dedim.- Tahmin edeceğin gibi...- Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın? Üzerinde konuşacağım.
İsmet Bey haritayı bulup açtı. Fazla olarak daima cebinde taşıdığı pergeli de çıkardı. Latife ettim:- Henüz pergellik bir şey yok. Biraz pergelsiz görüşelim.- Ne yapacaksın, diye sordu.
Bu münasebetle söylemeliyim ki benim daima en iyi anlaştığım dostlarımdan biri İsmet olmuştur. Onun için bu mülakatın (buluşmanın) sebepsiz olmadığına hükmetmişti.
- Mesela, dedim, hiçbir sıfat ve selahiyet (yetki) sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir.
Yüzüme baktı tekrar, neşeli ve ümitli güldü:

- Karar verdin mi?- Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikede şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver?
İsmet Bey masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar dolaştım. Birdenbire ayağa kalktı gülerek: - Yollar çok, mıntıkalar çok, dedi.
(.......) 
Bu dakikada siz de düşünürsünüz
 ki verilmiş bir kararım varken onu niçin hemen tatbik etmiyorum?
Ben de hemen söyleyeyim ki ağır ve kati (kesin) bir kararın doğruluğuna inanmak için vaziyeti her köşesinden mütalaa etmek lazımdır. Ağır ve kati bir karar tatbikedilmeye başlandıktan sonra ‘keşke şu tarafını, bu tarafını da düşünseydim... Belki bir çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan dökmeye, bunca can yakmaya ihtiyaçkalmazdı...’ gibi, tereddütlere (duraksamalar) yer kalmamalıdır. Böyle bir tereddüt, karar sahibinin vicdanında kanayan bir nokta olur ve onu yaptığının doğruluğundan da şüpheye düşürür.
Bundan başka beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapmak ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim mütareke (silah bırakışması) sırasında dört, beş ay İstanbul’da kalışım sırf bunun içindir...”
***
19 Mayıs - Falih Rıfkı Atay / Ankara - 1944  

ORHAN ERİNÇ
Cumhuriyet

Kişiliksiz mi Diktatör mü? - CUMHURİYET

Şakaydı, Gerçek Oldu!
Yerel seçimlerden sonra CHP’nin en önemli “iç gündem” maddelerinden birisi de partinin “vitrini” niteliğindeki Merkez Yönetim Kurulu’nda yapılması planlanan değişiklikti. Nitekim, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, art arda partisinin yetkili kurullarını toplayıp hem Cumhurbaşkanlığı, hem yerel seçimler, hem de MYK değişikliği konusunda görüşlerine başvurdu. Ancak bu süreçte doğal olarak yoğun bir“MYK kulisi” de konuşulmaya başlanmıştı. Gazetelerin “olası” MYK üyeleri ile ilgili kulisleri yazdığı ve değişikliğin henüz yapılmadığı 23 Nisan’da ise CHP MYK Meclis’te toplandı. O dönem MYK için adı geçen Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, toplantı henüz başlamadan önce MYK üyelerinin bulunduğu salona girip“Beni genel başkan gönderdi” diyerek bir koltuğa ilişiverdi. “MYK kulisleri” nedeniyle üyelerin “tedirgin” olabileceğini de dikkate alan Ağbaba, “Merak etmeyin, sadece pasta börek yemeye geldim” diye espri yapıp salondan ayrıldı.
Bu toplantıdan bir süre sonra Kılıçdaroğlu, MYK’de değişikliğe gitti ve Veli Ağbaba, yerel yönetimlerden sorumlu genel başkan yardımcılığına getirildi. Kılıçdaroğlu da yeni MYK üyeleriyle ilk kez geçen perşembe günü toplantı yaptı. İşte Ağbaba, o toplantıda bazı “yanlış anlamaları” önlemek için yine kendi esprili üslubuyla açıklama yaptı:
“Bakın bu sefer börek yemeye değil, gerçekten MYK üyesi olarak toplantıya geldim!”
Kişiliksiz mi Diktatör mü?
AKP’nin Afyon kampında bir milletvekilinin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisinin aday olmamasını isteyen bir milletvekilinin ANAP örneğini vererek “Özal, Çankaya Köşkü’ne çıkarkenYıldırım Akbulut gibi kişiliksiz birini partinin başına getirdi, ANAP bu yüzden dağıldı” demesine sinirlenen Başbakan Tayyip Erdoğan, bu ülkenin başbakanlığını yapmış birisine “kişiliksiz” denmesini doğru bulmadığını söyleyip eklemişti:
“Böyle bir ifadeyi hiçbir milletvekilime yakıştıramam. Bir daha böyle şeyler duymamayım.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin 47. Hükümeti’nin başbakanı Yıldırım Akbulut’a “kişiliksiz” denmesine kızan Başbakan Erdoğan, 1, 2, 4, 5, 6, 7, 8, 26, 27 ve 28. hükümetlerin başbakanlığını ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığı’nı yapmış İsmet İnönü’ye neler demiş bir anımsayalım:
- Sayın Baykal anayasa değişikliği ile her yerde mücadele edileceğini söylerken son derece münasebetsiz bir şekilde Churchill ve Hitler örneğini veriyor. İlla Hitler’e benzetince bir siyasi figür arıyorsa kendi genel merkezlerindeki eski genel başkan fotoğraflarına baksınlar. Orada Führer’e özenip kendisine Milli Şef dedirtmiş genel başkanlarının Hitler’vari bıyıklarının altından kendilerine gülümsediğini görecekler.
- Ey CHP, diktatör senin içinde. Kim? İnönü. İtalya’da Nazi, faşizm iktidar olduğunda onları ilk tebrik edenlerden olmuştur. Ve öyle ki bunlar Dersim’de katliamın baş sorumlusudur.
- Bu ülkenin tarihinde tek bir diktatör vardır, o da CHP’nin milli şefidir. Ama aynı CHP, merhum Menderes’e de merhum Özal’a da bize de diktatör diyecek kadar yüzsüz olmuştur.
‘Taşeron’ Meclis
Soma’daki maden felaketinin ardından kamuoyunda oluşan tepkiyle milletvekillerince iş güvenliği ve kamuda taşeronlaşma politikaları eleştirilmeye, taşeron çalıştırmanın temel istihdam politikası haline dönmesi de sorgulanmaya başladı. Milletvekilleri kamuda taşeronlaşmayı sorgulayadursun, biz de milletvekillerinin görev yaptığı TBMM’deki duruma yakından bakalım.
TBMM, kamuda taşeronlaşma politikalarının etkilerinin en sert görüldüğü kurumların başında geliyor. Öyle ki, 10 yıl önce TBMM’de taşeron çalışan tek bir kişi bile bulunmazken, bugün Meclis’in temizlik, bahçe, yemek hizmetlerini sağlayan çalışanların büyük bir bölümünü taşeron işçiler oluşturuyor.
Kamudaki taşeronlaşma rüzgârına bir yere kadar kadar direnebilen TBMM’de ilk taşeron işçiler 2005 yılında alındı. TBMM’de ilk kez 68 işçiyle başlayan taşeron istihdam o kadar çok sevilmiş olacak ki, yıllar itibarıyla katlandı. Çalışanların mutsuz ve özlük haklarının tırpanlanmış olmasına karşın “maliyeti düşük olunca” tek bir taşeronun bulunmadığı TBMM’de artık neredeyse milletvekili sayısının iki katı kadar taşeron işçi bulunuyor. TBMM’de çalışan taşeron işçi sayısı 2006 yılında 92, 2007’de 267, 2008’de 383, 2009’da 507, 2010’da 497, 2011’de 610, 2012’de 800 ve 2013’te 1019 kişi oldu.
Milletvekilleri son 10 yılda Türkiye’de 5 kat artan taşeron istihdam politikalarını eleştirirken, TBMM’de taşeron işçi artışı tam 15 kat oldu. İlk taşeron işçilerin çalışmaya başladığı 2005’ten günümüze kadar TBMM’de yaşanan taşeron işçi artışı bu anlamda Türkiye ortalamasını bile üçe katladı.

Ayşe Sayın, Emine Kaplan, Mahmut Lıcalı
CUMHURİYET

Borca saplandık - CUMHURİYET

Taksit ve vade sınırlaması da kredi ve kart borcunun hızını kesmedi, borçlu sayısı martta yüzde 38 arttı.

Mart ayında ferdi kredi borcunu ödemeyen kişi sayısı 54 bin 862, kredi kartı borcunu ödemeyen kişi sayısı 78 bin 230 oldu. İlk 3 ayda ise bu iki tür borcunu ödemeyenler 347 bine yaklaştı. Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Risk Merkezi, Mart 2014’e ait “negatif nitelikli ferdi kredi ve kredi kartı” rakamlarını açıkladı. Sonuçlar, kredi kartı ve kredi sınırlamalarının başladığı şubat ayından sonra borcunu ödemeyenlerin yine de artmaya devam ettiğini, ancak artış hızında bir yavaşlama olduğunu gösteriyor. Martta ferdi kredi borcunu ödemeyenlerin sayısı geçen yılı aynı ayına göre yüzde 49.8 arttı. Şubat 2014’e göre artış yüzde 1.9 oldu. Kredi kartı borcunu ödemeyenlerin sayısı ise geçen yılın aynı ayına göre yüzde 31.5 yükseldi. Şubat 2014’e göre ise yüzde 2.5 düşüş gerçekleşti. Bu iki tür borcu ödemeyenlerin toplam sayısı ise geçen yılın aynı ayına göre yüzde 38.4 artarak 133 bin 92 kişiye yükseldi. Şubat 2014’e göre yüzde 0.7 düşüş olsa da yılın ilk 3 ayında 346 bin 796 kişi ferdi kredi ve kredi kartı borcunu ödemeyedi. Öte yandan, 2009’dan bu yana oluşan birikime bakıldığında ferdi kredi borcunu ödememiş kişi sayısının 1 milyon 202 bin, kredi kartı borcunu ödememiş kişi sayısının da 1 milyon 650 bin kişiye ulaştığı görülüyor. Bunların toplamı da 2.9 milyon kişiye yaklaştı. Türkiye’deki kredi kartı sayısı Mart 2014 son itibarıyla 57.3 milyona ulaştı. Bu geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 3 artışı ifade ediyor.

70 milyar liralık vergi tahsil edilemedi
Maliye Bakanlığı’nın tahsil edemediği vergi tutarı ise yılın ilk 4 ayında 69.7 milyar liraya ulaştı. Ocak-Nisan 2014 döneminde vergi tahakkuku 180 milyar 659 milyon 195 bin lira olurken, vergi tahsilatı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 9.3 artışla 110 milyar 952 milyon 603 bin lira düzeyinde gerçekleşti. Bu dönemde tahakkuk eden vergi gelirlerinin yüzde 61.47’si tahsil edilebildi. Tahsil edilemeyen vergi tutarı ise 69 milyar 706 milyon 592 bin lira oldu. Nisan 2014 itibarıyla bütçesi fazla veren iller Ankara, Antalya, Bursa, Hatay, Mersin, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Tekirdağ, Zonguldak ve Kırıkkale oldu. Kalan 70 ilin gelirleri giderlerini karşılayamadı.

CUMHURİYET

Soma'da 'Kazaya rıza, kadere teslim' bildirisi - CUMHURİYET

Soma'da mezarlıklarda ailelere dağıtılan bir bildiride "Kardeşlerimizin vefatı bizi müteessir etti. Fakat; kazaya rıza, kadere teslim İslamiyet'in şiarıdır" ifadelerinin yer alması dikkat çekti ve sosyal medyada bildiriye tepkiler dile getirildi.

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, o bildiriyi yayınlayarak "Soma'da mezarlıklarda dağıtılan bildiri: "Bu kaza kaderdir, razı gelin" yazıyor. madem 'kadere teslim olmak İslamiyetin şartı', Tayyip Erdoğan neden 1500 korumayla geziyor? İkiyüzlüler..." diyerek tepki gösterdi.
İŞTE O TWEET; 

18 Mayıs 2014 Pazar

Soma katliamı ve 19. yüzyıl kapitalizmine geri dönüş - E. Attila Aytekin

Kapitalizmin 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren belirgin bir eskiye dönüş yaşadığı tespiti sıklıkla yapıldı. Bu eskiye dönüş hem ideolojik anlamda hem de somut toplumsal üretim ilişkilerinde geçerli. İdeolojik anlamda neo-liberalizm kapitalist toplumların düşünce hayatını uzun zamandır tahakküm altında bulunduruyor; Keynesçi modelin gerilemesiyle birlikte liberalizm, özüne, yani klasik liberalizme, 20.yüzyıl öncesi, refah devleti öncesi dönemine döndü (bu anlamda ‘neo-liberalizm’ tabiri gayet yerinde). Bu kökten piyasacı görüş, sermaye birikimi önündeki tüm engellerin kaldırılmasını amaç edinirken piyasanın düzenlenmesine yönelik tüm adımları reddetti. Refah devleti kapitalizminin piyasayı düzenleyen adımlarının önemli bir kısmı emeğin belirli ölçülerde korunması ve emeğin yeniden üretiminin güvence altına alınmasına yönelik olduğundan bu düzenleme karşıtlığı beraberinde bariz bir emek karşıtlığını da getirdi. Emeğin yeniden üretiminin sorumluluğunu tamamen tek tek emekçilere yıkan bu anlayış ideolojik düzlemde en veciz ifadesini Britanya başbakanı Margaret Thatcher’ın “toplum diye bir şey yoktur” sözünde buldu ve üretim ilişkilerine de finansallaşma, enformelleşme ve taşeronlaşma olarak yansıdı.
Kapitalizmin küresel ölçekte yaşadığı bu ‘flashback’ın bir boyutu da kapitalist sermaye birikiminin doğa ve insana karşı en ufak bir kaygı taşımaksızın, neredeyse kısıtsız biçimde işlediği döneme dönüş oldu. Marx’ın ‘ilksel birikim’ dediği bu dönem, 20. yüzyılın sonunda ve 21. yüzyılda hortladı. Çevrenin kayıtsızca talan edildiği ve yoksul insanların sermaye birikimi için yerlerinden edildikleri ve ellerindeki ekonomik, fiziksel ve toplumsal varlıkları kaybetmeye zorlandıkları bu süreçler David Harvey tarafından ‘mülksüzleşme yoluyla birikim’ olarak adlandırıldı.
Bir laboratuvar olarak görülen Latin Amerika’da daha önce uygulanmaya başlansa da küresel ölçekteki yaygınlaşması mahşerin üç atlısı, yani Thatcher, Ronald Reagan ve Papa II. Iohannes Paulus (taze Aziz Jan Pol) bayraktarlığında olan neo-liberal politikalar Türkiye’ye de 24 Ocak 1980 kararları, 12 Eylül askeri rejimi ve ANAP hükumeti eliyle girdi. Ancak AKP döneminde Türkiye iyiden iyiye neo-liberal sermaye birikim modeli için bir dikensiz gül bahçesi haline geldi. Sermaye AKP iktidarında tam bir altın çağ yaşarken sendikalar etkisizleştirildi, emek hareketi sindirildi ve neo-liberalizmin iki yüzü, yani hem kuralsızlaşma hem de mülksüzleşme yoluyla birikim ekonomik hayata egemen oldu.
Mülksüzleşme yoluyla birikimin temel ajanı TOKİ oldu. 1980 öncesinde gecekondulaşmaya göz yumarak en azından kente yeni göçen emekçilerin barınma sorununu kendilerinin çözmesine izin veren sermaye ve devlet artık emekçilerin merkeze görece yakın mahallelerden yaşamasına dahi tahammül etmeyerek onları kentin piyasada en değersiz görülen bölgelerine sürmeye başladı. ‘Kentsel dönüşüm’, artık neredeyse gizlemeye bile gerek duyulmayan bir sınıf nefretinin şiarı oldu. Küresel eğilimlere de paralel biçimde doğal afetler ve afet riski de kentsel mekandan rant üretmek için kullanıldı.
Ülke ekonomisinin yaşadığı neo-liberal dönüşümün bir başka sonucu enformelleşme ve taşeronlaşmaydı. Bunun en feci neticelerinden biri de en temel iş güvenliği ilkelerinin bile sermayedarlar tarafından sistematik olarak ihlal edilmesi oldu. Bu durum kendini bilhassa ölümlü iş kazalarının sayısında yaşanan dramatik artışta gösterdi. Ekonomide gemi inşaatı ve inşaat gibi düşük katma değerli sektörlerin öne çıkması emekçilerin canlarının ucuzlaması üzerinden sermaye birikimini dayattı.
AKP iktidarının ve sermayenin işçilerin sağlığı ve güvenliği konusundaki pervasızlığı öyle boyutlara ulaştı ki yeraltı madenciliği gibi doğası itibariyle tehlikeli olan ve iş güvenliğine ciddi yatırım yapılmasını gereken sektörler de özelleştirme ve taşeronlaşmayla karşı karşıya kaldı. Madencilikte en büyük iş kazalarının 1980 sonrası yaşanması tesadüf değil kuşkusuz ancak AKP bu konuda da ülkeye çağ atlattı. Türkiye’nin en büyük iş kazası ve dünya tarihindeki sayılı büyük kazalardan biri olan Soma katliamının AKP iktidarında yaşanması şaşırtıcı değil; bu “şeref” elbette AKP’nin olacaktı!
Yüksek lisans tezim için Osmanlı döneminde Zonguldak kömür havzasını araştırırken şöyle bir tabloyla karşılaşmıştım: madenler özel işletmecilerce işletilmekteydi, işçilerin sağlığı ve güvenliği hiçe sayılmaktaydı, işçiler düşük ücretlerle çalıştırılmakta ve ücretlerinden keyfi kesintiler yapılmaktaydı, iş kazaları vaka-i adliyeden sayılıyordu. Üstelik kronik işgücü açığını çözmek için bir dönem zorunlu çalışma da (‘mükellefiyet’) dayatılmıştı. Daha sonra kentin mevcut durumuna odaklanan başka bir araştırma için Zonguldak’a tekrar gittiğimde 19. yüzyılın bazı sorunlarının hortladığını gözlemledim: özelleştirme, taşeronlaşma, kaçak ocaklar, düşük ücretler, özel sektörün güvenliği önemsememesinden kaynaklanan kazalar… Hatta madencilerin kredi borçları yoluyla bir tür yeni mükellefiyet…
Soma katliamına yol açan etmenlerin Zonguldak’takilere benzer olduğu anlaşılıyor. Devletten kiraladığı ocakta ton başına maliyeti şu kadardan şu kadara düşürdük diye böbürlenen kapitalistin maliyetten kıstığı alanlardan birinin iş güvenliği olduğu kesin. Soma’ya da Zonguldak’a olduğu gibi 19. yüzyıl kapitalizmi özelleştirme ve “rödövans” yoluyla girmiş.
Üstelik yaşadığımız şeyin büyük bir eskiye dönüş olduğunu en yetkili kişi, bizzat Tayyip Erdoğan kabul etti. Akıl sağlığı yerinde olan bir insanın en az 300 madencinin hayatını kaybettiği bir yere gidip, “büyütmeyin canım, bunlar olağan şeyler” demesi olacak şey değil kuşkusuz, yine de Erdoğan’ın maden kazalarının olağanlığını kanıtlamak için verdiği örnekler iktidarın meseleye bakış açısını göstermesi açısından önemli. Farklı ülkelerden verdiği en yeni örnek 50 yıllık olan Erdoğan, 1860’larda yaşanan kazalardan rahatça bahsetmekte beis görmedi. İşçilere ve yakınlarını kaybeden insanlara şunu söyledi aslında: ‘19. yüzyılın kapitalizminde yaşıyorsunuz; iş güvenliği, sosyal güvenlik yok; öldünüz, öleceksiniz; böyle bir durumda bekleyebileceğinizi en iyi şey cesedinizin çıkartılması ve otopsinizin hızlı yapılmasıdır.’
Her tür sağduyusunu yitirmiş olan Erdoğan Soma’da açık konuştu ve sermayenin perspektifini dolaysız olarak temsil etti. Onu bu kadar açık konuştuğuna pişman etmek de bizim boynumuzun borcudur.

Siyaset yapma! - İLHAN CİHANER

Gene aynı nakaratı tekrar etmeye başladılar:
“Birilerinin maden şehitlerini siyasi malzeme olarak kullanıp...”
“Sayın Başbakanımıza yönelik söylemlerde bulunan insanlar, şehitlerin acısını yaşayan insanlar değil, kendine siyasi nema çıkarmaya çalışan kişiler...”
Aslında “siyaset yapma” konulu yazıyı Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun konuşmasına getirilen eleştiriler üzerine yazacaktım. Yargı pratiklerine ve ülkenin genel sorunlarına ilişkin eleştirel bir konuşmayı siyasi konuşma diyerek mahkum etmek, “cübbeni çıkar öyle siyaset yap” demek ya cahilliktir ya da üçkağıtçılıktır. Cahilliktir çünkü siyaset sadece parlamentoda ya da siyasi partilerde yapılmaz. Hatta günümüz koşullarında TBMM’de ve partilerde siyaset yapmak daha zor bir iş haline gelmiştir. Üstelik seçim barajlarıyla, eşitsiz hazine yardımlarıyla, polisiye baskılarla daraltılmış bir politik alanda, “karşıma çık aday ol” demek dalga geçmektir. Bunu yapmak da bazan tuzağa düşmektir. (Barajı bırak, havuzu bırak, hazineyi bırak siyasetçi kim bakalım demek gerek!)
Gerçi bunların zihniyeti eşitsiz mücadeleye alışık. Daha birkaç gün önce onlarca korumasıyla bir yurttaşı dövdü liderleri. Elemanlarından birisi, polisler tarafından yere yıkılmış bir başka yurttaşı, tekmeledi. Polislerin ve muktedir patronun arkasına sığınarak yaptı bunu. (Burada da korumaları bırak, görevi bırak delikanlı kim bakalım demek gerek!)
Ceza adalet sistemi sonuna kadar siyaset alanıdır. Koruduğu ya da cezalandırdığı eylemlerle, infaz rejimiyle siyasetin belirlediği bir alan olduğu kadar siyasetin iklimini de belirler. Hele idari yargı. Eleştirilen konuşmanın yapıldığı Danıştay’ın da dahil olduğu idari yargı doğrudan siyasi bir alandır. Ne demişti ödüllendirilen bir “kıdemli yargıç”, HSYK seçimleri sırasında: “...Bu HSYK, sadece yargı açısından belirleyici olmayacak, ekonomide de sonuçlar doğuracak... HSYK ele geçirildiğinde sadece Yargıtay ve Danıştay yeniden yapılanmayacak, hükümetin yürüttüğü siyaseti, özelleştirmeleri engelleyen güçler de devreden çıkacaklar. Bu nedenle bu seçimler çok önemlidir. Bundan sonraki seçimler nasıl olursa olsun kazanmak zorundayız” nitekim kazandılar. Kazanmakla yetinmeyip Soma gibi, Roboski gibi katliamlarda pay sahibi de oldular .
Danıştay’ın kamucu içtihatlarını sıfırladılar. Meslek odalarının, yurttaşların dava açma olanaklarını kısıtladılar. Hükümetin hukuksuzluklarının arkasında durdular. Bir Danıştay Başkanı “bundan sonra yok öyle onu durdur, bunu durdur” diyerek itiraf etti.
Şimdilerde iktidarın siyasi sorumluluğunun olduğu olayları eleştirenleri “siyaseten nemalanmak istiyorlar”, “siyasi malzeme olarak kullanıyorlar” diyenler, eğer ahmak değillerse, üçkağıtçıdır, yağma ve sömürü düzeninin bir parçasıdır. Üçkağıtçıdır çünkü “verili iktidar ilişkilerini” siyaset konusu olamayacak kadar/tartışılmaz/doğal, zorunlu/değiştiril(e)mez olarak göstermek istiyorlar. Karşılarındaki her düşünceyi de kriminalize etmeye çalışıyorlar. Siyaseten sorumlu oldukları bir olay mı oldu? Gelsin darbe yaygarası, dış güçler yaygarası, istikrar safsatası. Bunun ekonomide yansıması neo-liberal yağma ve sömürü düzeninin mümkün tek düzen olarak algılatılmasıdır. Hele bir de “kaza, kader, fıtrat” sosuyla süsleyip, hatimlerle, “cübbeli hoca timleriyle” tevekkül telkin edersen, bırakın mümkün tek düzen algısını “ilahi düzen” olarak bile yurtturabilirsiniz bu yağma, sömürü ve cinayet düzenini. Bu arada da sömürü derinleşir.
Ben bu yazıyı yazmaya çalışırken Soma’da ÇHD’li avukatların savcı talimatı olmadan gözaltına alındığı, Valiliğin tüm eylemleri yasakladığı, Başbakan’ın elemanlarının İstanbul’da bir gazeteciyi tartakladıkları haberleri veriliyordu.
Artık devlet aygıtının “hukuk kılıfına sokulmuş legal zorunu” bile beklemeyip kendisi/elemanları tarafından doğrudan güç kullanmaya başlayan bir “siyasi figürle” karşı karşıyayız. Bir eşik daha aşıldı. Korkutucu bir eşik. Korkutucu bir eşik dediysem despotların “sıradışı” sonlarına giden yolda şiddeti meşrulaştırmaya giden bir eşik.
Umarım Başbakanlık’ta “yaşam odası” kurmak zorunda kalmazlar!
İLHAN CİHANER
SOL

‘Hasta mı, Kötü mü?’ - NİLGÜN CERRAHOĞLU

Bir psikolog okurum, “Psikolog olarak anlamaya çalıştığım ve sizin de anlamayaçalıştığınız ancak memleketin büyük çoğunluğunun maalesef anlayamadığı bir hastalık halini tıpkı meslektaşlarımla tartıştığım gibi size de iletmek istedim. Hasta mı kötü mü?” diye yazıyor ve ekliyor:

“Ruh hastalığı bazen kötülükle karışır, özellikle paranoidler her tepkiyi kendinedüşmanlık sanır ve saldırır. Birini çağrıştırıyor mu? Bazen gördüklerimizi tarif etmektezorlanıyor da olabiliriz. Hatta psikologlar da kimi zaman hastanın davranışlarını tahlil ederken herhangi bir teşhis koymak zorlaştığında meslektaşlarıyla tartışırlar, ancakherhangi bir insanın başkalarının acılarının ortasında bile kendine bir düşmanlıkvarmışçasına saldırması, dayılanması, hatta diyelim herhangi bir tepki gösteren alakalı alakasız herkese ‘İsrail’in dölü’ ifadesinde olduğu gibi kafasındaki yanlış inançlar ve değerlerle saldırması, muhakemesini iyice kaybettiğini ele verir. Kişinin… herkesi düşmanı sanarak saldırganlaştığı hali kötülüğünden değil, hastalığındandır, ağır hastalığındandır…”
Boks ve futbol demokrasisiTalihsiz ve akıl almaz gelişmelere sahne olan Başbakan’ın Soma çıkarmasındayaşananları, yalnız biz değil, dünya anlamakta zorlanıyor.
Taziye amaçlı olduğu varsayılan bir gezide göz önünde cereyan eden “yumruk-tekme”olayları, yüzlerce kişinin yaşamını kaybettiği tarihi maden kazası trajedisinin bile önüne geçti.Bir vatandaşın Başbakan tarafından yumruklanması/tokatlanması; özel harekâtpolislerince yerde hareketsiz hale getirilen bir başka yurttaşın gene Başbakan’ın yardımcısı tarafından nefretle, acımasız biçimde tekmelenerek yol ortasında dövülmesi; başlı başına ayrı bir “olay” ve ayrı bir trajedi oluşturdu.
Bundan böyle artık biz dünyanın gözü önünde çekilen “meydan dayağına rağmen”;dayak atana gönüllü oy veren bir ulusun fertleriyiz.
Dünyaca böyle görülüyor ve algılanıyoruz.
Başta BBC olmak üzere belli başlı tüm dünya TV’leri döne döne bu haberleri geçti. Tüm büyük gazeteler, bu gurur kırıcı görüntüleri sayfalarına taşıdılar.
Başbakan’ın gelecek hafta sonu ziyaret edeceği Almanya’nın Die Welt gazetesi,Yusuf Yerkel tekmesine, birinci sayfanın üçte ikisini kapsayacak ebatta üç büyükfotoğrafla yer vermişti…Elimdeki gazetelerden İspanya’da El Pais, İtalya’dan Repubblica ve Corriere dellaSera gazeteleri Yerkel’in değme futbolculara taş çıkartan “altın tekmesini”(!) ayrıntılarıyla işlemişlerdi.
Dünyanın bundan böyle bize duyacağı/ göstereceği saygı; bizim kendimizegösterdiğimiz bu saygı boyutlarının ölçüsüyle sınırlı olacaktır. İnsanlar bize “Pes!” diyebakacaklardır: “Hem dayak yiyorlar. Hem de oy veriyorlar. Doğrudan el kaldırmaktançekinmeyen; kameralar yanında yurttaşına aldırmadan ‘Bu ülkenin Başbakanı’na yuhçekersen tokatı yersin!’ diyen/diyebilen hükümet başkanlarını görünen o ki yakında bir de cumhurbaşkanı yapacaklar!” diye parmak ısıracaklardır.
Güç zehirlenmesiİleri Törkiş demokrasimizin seçmenleri olarak bizler bu itibarla; kafası gözü yarılanadek her akşam dövülmesine karşın “Ama o benim kocamdır!” diyerek bir türlüboşanamayan çaresiz kadınlardan farksızız...
Sorunlu olan Erdoğan’dan önce asıl bizim ruh halimiz bana göre.Ortadaki bu açık tabloya rağmen RTE’nin hâlâ Cumhurbaşkanlığı adaylığının “güçlüolasılık” olarak geçerliliğini koruyor olması, öncelikli olarak Türk seçmenin psikolojisinin incelenmesini şart koşuyor esasen...
Erdoğan’ın güç zehirlenmesiyle bir noktadan sonra “gerçekle bağlantısını yitirmesini” anlayabiliyorum…
Ünlü laftır: “Şeyh uçmaz, mürit uçurur” derler…
Dün… “Kasımpaşalı Haylaz” yazısında da belirttim.Erdoğan lider olmadan daha, müritleri onu uçurmaya başladı!
İleride “lider olması ihtimali” dahi, kendisini her tür yağlayan, aklayıp paklayan,kanatlandıran müritlerince havalandırılmasına yetti.
RTE’nin üç genel seçim, iki referandum aldığı on iki yıllık liderlik ve başbakanlıkserüvenini bunun üzerine koyun.
Her dediğine tartışmasız baş sallayan, “Siz ne ederseniz iyi edersiniz, ne takdirbuyurursanız iyi buyurursunuz efendim-cileri” ekleyin…
Ruh sağlığı dört dörtlük yerinde insan bile şaşırır. “Vay be! Ben neymişim? Analar neler doğuruyor?” olur sonunda eminim.Erdoğan’dan çok daha donanımlı, birikimli ve hazımlı insanların dahi ayaklarını yerdenkesen bir şey güç sarhoşluğu.Nerede kalmış “Kasımpaşalı haylaz”lıktan T.C. Başbakanlığı’na ışınlanan Erdoğan…
Demokrasilerde denge-fren mekanizmaları işte tam bunun için var. Ama Türkiye’dedenge-güç mekanizmaları iflas etti. Hukuk devleti bitti, işler “şiddet” aşamasına geldi!
Elimizde artık sadece sandık kaldı...
İşten atılma tehdidi altında AKP’ye oy vermeye zorlandıklarını itiraf eden Soma’nınmaden işçileri örneğinde görüldüğü gibi, sandığın da çok yazık ki ağır şartlarla teslimalındığını biliyoruz.
Adım adım, göz göre göre kaçınılmaz sona yuvarlanıyoruz.
Yazıklar olsun!

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

Altın Hareketinin Ödemeler Dengesindeki Yeri - ÖZTİN AKGÜÇ

Bir ülkeye altın giriş ve çıkışının ödemeler dengesini etkilediği, ödemeler dengesinde yer alması gerektiği konusunda görüş ayrılığı olmamakla birlikte, ödemeler dengesinin hangi bölümünde, cari işlemler, sermaye hesabı, finansman hesabı, resmi uluslararası rezervlerin yer alması konusunda uygulama farklılıkları ya da tutarsızlıklar görülmektedir.
 
Altının bazı sanayi dalları için fiziki girdi olmasının yanı sıra ödeme aracı ve ülkenin resmi uluslararası rezervine dahil olması özellikleri, ülkeye altın giriş ve çıkışının muhasebesinde farklı uygulamalara yol açmaktadır. 
Ülkeye altın giriş ve çıkışı, nedenine göre (i) dış ticaret dolayısıyla cari işlemler hesabında; (ii) finansman hesabında, (iii) resmi uluslararası rezerv hesabında, (iv) hatta sermaye hesabında yer alabilir. 
Altın, üretimde girdi olarak kullanılmak üzere ithal ediliyorsa, altın ithalatının dış ticaret alt bölümünde cari hesaplarda yer alması uygundur. 
Ülkeye altın girişi, altının ödeme aracı olmasından kaynaklanıyorsa finansman hesabında yer alması gerekir. Altın ithalatı Merkez Bankası tarafından yapılıyorsa, resmi uluslararası rezervler hesabında yer almalıdır. Ayral, istisnai olarak altın hibe yoluyla ülkeye giriyorsa sermaye hesabında gösterilmelidir. 
Altın girişine koşut olarak ülkeden altın çıkışı da, nedenine göre ödemeler dengesinin değişik bölümlerinde yer alır, farklı yorum ve değerlendirmelere yol açar. 
Mal ihracatı olarak nitelendirilmesi, cari işlemler hesabında yer alması için, altının yurtiçinde üretilmesi ve/veya yurtdışından ithal edilmiş olmakla beraber yurtiçinde üretim sürecinden geçirilerek, katma değer yaratılarak ihraç edilmiş olması gerekir. 
Bir yükümlülüğün yerine getirilmesi amacıyla, ödeme aracı olarak ülkeden altın çıkışı oluyorsa, finansman hesabında yer almalıdır. Ödeme amaçlı ülkeden altın çıkışının mal ihracatı olarak gösterilmesi yanıltıcıdır. 
Merkez Bankası, altın mevcudunu, yurtdışına altın satışı yolu ile azaltıyorsa, bu durumda ülkenin resmi uluslararası rezervleri azaldığından, altın çıkışı rezerv hareketlerinde gösterilmelidir. 
Yurtdışı yerleşiklere altın hibe ediliyorsa, bağışlar, sermaye hesabında yer alır. Yurtdışından altın satın alınıp işlem görmeden üçüncü bir ülkeye satılıyorsa, bu tür bir ticaretin, transit ticaret kapsamında yer alması gerekir. 
Ülkeye altın giriş çıkışlarında belli muhasebe standartlarına uyulmazsa, ülkeden altın çıkışı ihracat artışı, cari işlemler açığının daralması gibi yanıltıcı yorumlara yol açar. 
Günümüzde ülkede üretilse bile altın ihracatı değil, katma değeri yüksek ileri teknoloji ürünler ihracatı, ulusal geliri artırma, cari işlemler açığını daraltma açısından önemlidir. Türkiye’nin dışsatımında ileri teknoloji ürünlerinin payı yüzde 1.8 olarak hesaplanmaktadır. Bu pay gelişen ülkeler grubunda dahi en düşük, alt düzeyi oluşturmaktadır. 
Gerçekten başarı kazanmak istiyorsak ileri teknoloji ürünü malların ihracatında en alt sıralardan kurtulup en azından orta sıralara doğru ilerlememiz gerekiyor. 
Katma değeri az montaj sanayii ürünleri ihraç ederek ya da ihracat kapsamını yapay şekilde genişleterek, hayali ihracatı da devreye sokarak ihracat artıyor diye övünmenin kişiler dışında ülkeye bir yararı yok. Bu yolla ne dış ticaret açığı kapanır ne ihracatın ithalatı karşılama oranı yükselir, ne de ihracat çarpan etkisiyle ulusal gelir de hızlı artışa yol açar. Sadece övünmeye, siyasal propagandaya malzeme olur. 
Sağlıklı yorumlar, değerlendirmeler için de ödemeler dengesinin muhasebe standartlarına uyum sağlamamız gerekiyor.  

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet

16 Mayıs 2014 Cuma

AKP'nin 'anti-isyan' timi Soma'da görevde - CUMHURİYET

Acılı Soma halkı, bugün ilçeye gelen sakallı ve cüppeli şahıslar tarafından, "İsyan etmeyin, onlar şehit oldu" denilerek telkin ediliyorlar.

Türkiye, Soma'da kaybettiği madencilerine ağlıyor. Acılı Soma halkı dün ilçeye gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı protesto etmişti. Bugün ise Soma'da AKP'nin 'anti-isyan' timi adeta göreve başladı. Sakallı, cüppeli şahıslar, acılı madenci yakınlarına, "İsyan etmeyin onlar şehit oldular, dua edin" diye telkinde bulunuyorlar.