Milliyetçilik, cemaatçilik ve kadın - TAYFUN ATAY

Hayatımın en şaşırtıcı, ama aynı zamanda en heyecan verici davetlerinden birine cumartesi günü icabet ettim. Türk Ocakları İstanbul Şubesi Gençlik Kolu’nun benden bir ders talebini karşılamak; popüler kültür, dijital çağ, yeni medya başlıklarının altını özellikle Türkiye bağlamında doldurmak üzere Ocağın Çemberlitaş’taki konferans salonundaydım.
Bir tatil gününün ortasında saat 12’de gayet ciddi ve istikrarlı bir dinleyici grubunun önünde anlattım da anlattım: Folk kültür, popüler kültür, kitle kültürü… Sözlü kültür, yazılı kültür, görsel kültür… Masallar, romanlar, diziler… Kapitalizm, sosyalizm, küreselleşme… Comte, Marx, BaudrillardHomeros galaksisi, Gutenberg galaksisi, Bill-Gates galaksisi… 

***

Türk Ocakları’nın tarihsel önemi malûm: Türk ulus-devletine beşiklik yapmıştır onlar. Diğer bir deyişle Türk Ocakları, Cumhuriyet’in içinde piştiği “ocak”tır.
Bu nedenle de en bitimsiz tartışmalardan biri, 1912’de açılmış Türk Ocakları’nın Cumhuriyet kurulduktan sonra 1932’de kapatılması olayıdır.
Bu konuyu tabii derste konuşmadık ama sonrasında beni davet eden gençlerle sohbet ederken tartıştık.
Bilindiği üzere Türk Ocakları kapatılıp yerine Halkevleri açılırken temel motivasyon, Ocakların devletin Türkleşmesi yolunda harcadığı çabanın ve yaptığı katkının tamamına erdiği, bir “milli devlet”in kurulduğu ve artık toplumun Türkleşmesi (“millet”leşmesi) yolunda daha dinamik bir girişim gerektiğidir. Tabii burada Halk Partisi ile doğrudan bağlantılı şekilde Halkevleri’nin önü açılmıştır. 

***

Bunları konuşurken Ocaklı genç arkadaşlardan birinin söyledikleri üzerinden öne çıkan bazı görüşler, bu yazıyı yazmamın birinci vesilesi oldu.
Mealen şunlar dillendirildi: Aslında Türk Ocakları kapanınca sonraki yıllarda doğuş bulan “sivil” Türk milliyetçiliği, yani MHP ve ülkücü hareket, çok önemli bir edebî, entelektüel ve (şehirliburjuva kültür anlamında) “medenî” bir kaynak ya da dayanağı kaybetti. İlk ortaya çıkışından bugüne o Türk milliyetçiliğine parti (MHP) bazında da, gençlik hareketi (ülkücülük) bazında da genelde “cemaatçi” bir kültürün hâkim olduğunu görürsünüz.
Böylece herkesin birbirine benzediği, “mekanik dayanışma” esasına dayalı cemaat toplumsallığı (“gemeinschaft”), aslında modern bir ideoloji olan milliyetçiliğin başat unsuru durumuna geldi. O yüzden ne bireyleşme, ne bireysel inisiyatif, ne eleştirellik, ne parti-içi demokrasi, ne de “kadın temsili” serpilebildi, gelişebildi, yaygınlaşabildi bu milliyetçi siyaset bünyesinde…
Hâlbuki Türk Ocakları, Yusuf Akçura gibi burjuva kökenli-kültürlü Türkçülerden beslenerek kurumlaşmıştı. Dolayısıyla onlar eğer kapatılmayıp süreklilik arz edebilseydiler, Türk milliyetçiliğinin bu cemaatçilikten sıyrılmasında etkin rol oynayabilirlerdi. Modern toplumsallığın (“gesellschaft”) gerektirdiği tarzda, gerçek anlamda “sivil” bir milliyetçiliğin önünün açılmasına katkı yapabilirlerdi. 

***

Hiç kuşkusuz bu yaklaşım da tartışmaya açıktır. Ancak konuştuklarımızı bana dün sabah sıcağı sıcağına hatırlatan bir haber düştü basına ki o da bu yazıyı yazmama ikinci vesiledir.
MHP eski milletvekili ve genel başkan adayı Meral Akşener, referanduma ilişkin konuşmak üzere gittiği Bolu’da çirkin mi çirkin bir cinsiyetçi saldırıya maruz kalmış.
Bahçeli-yanlısı 100 kişilik bir MHP’li grubu, Akşener’e kadın ayakkabıları ve etekleri fırlatmış!..
Tabii Akşener tokat gibi muazzam bir yanıt vermiş bu zavallı, çağdışı ve “cemaatçi” saldırıya:
“Annesi, ablası, kız kardeşinin eteğini o çocukların eline verenler, size hiçbir şey söylemiyorum. Size bu talimatı verenlere yazıklar olsun! Evet, ben eteklik giyiyorum. Ben kadınım, kadın! Utanın!..”


***

Yukarıda Türk Ocağı’ndaki izlenimlerime dair aktarılanları bu haberle ilişkilendirince ortaya çıkan sonuç şu gibi göründü bana:
MHP ve Türk milliyetçi hareketinin bir “kırılma” şeklinde önünde duran asıl mesele, referandumda evet mi hayır mı meselesi değil.
Milliyetçilik bağlamında cemaatçilik mi, “medenîlik” mi meselesi…

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Trump’ın füzeleri AKP’nin hayalleri - ERGİN YILDIZOĞLU

ABD, Suriye’de bir hava üssünü füzelerle vurdu. AKP liderliği ve akıl hocaları, aniden rejim değişikliği hayallerine geri döndüler, Rusya’ya, İran’a “ayar vermeye” başladılar. Aklını biraz verimli kullanabilen biri, füzelerin Suriye iç savaşına yön vermekle değil, Trump’ın adeta bir taşla birçok kuşu birden vurma niyetiyle ilgili olduğunu kolaylıkla görebilir. 


‘Birçok kuş’
Trump ciddi bir yönetim krizi yaşıyor; bu kriz, hem ülkede hem de uluslararası alanda bir güven krizine yol açıyordu. Krizin bir ayağında Trump’ın Rusya’nın etkisi altında olduğuna, ABD başkanlık seçimlerinde yardım aldığına ilişkin, hâlâ soruşturulmakta olan iddialar var. İkinci ayağında da Trump’ın uygulamayı arzuladığı programla, yönetime getirdiği kadrolarla kendi partisi arasındaki uyumsuzluklar... 
 
Trump’ın, Müslümanları hedef alan vize yasağını yargı, Obama döneminin sağlık reformunu geri çekme girişimini de Kongre engelledi. İstihbarat kurumları Trump’ın seçim kampanyası kadrolarıyla Rusya arasındaki işbirliği iddialarını soruşturuyorlar. Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’na getirdiği General Flynn istifa etmek zorunda kaldı. Trump, siyasi, ideolojik, akıl hocası, ırkçı, milliyetçi görüşleriyle bilinen Bannon’u en kritik ve gizli kararların alındığı Ulusal Güvenlik Konseyi’ne sokmuştu; geçen hafta Bannon UGK’den çıkarıldı. Aynı günlerde, Trump’ın güçlü destekçilerinden David Nunes, Rusya soruşturmasını yürüten Kongre İstihbarat Komisyonu’nun başkanlığından “geçici bir süre için ayrılacağını” açıkladı. Cuma günü New York Times, Rusya soruşturmasının, Trump’ın damadı, danışmanı Kushner’e kadar uzandığını aktarıyordu. Kushner, güvenlik belgesi (security clearance) almak için doldurduğu forma Rusya ile ilişkilerini yazmayı unutmuş. 

Ve ilginç rastlantılar
Füze saldırısı, ABD’nin I. Dünya Savaşı’na girdiği, (ABD hegemonyasına giden yolun açıldığı) günün 100. yıldönümüne “rastladı”. ABD bu saldırıyla adeta, “hegemonyacı güç hâlâ benim, bölgede canım ne isterse, kimseye danışmadan yaparım” diyor, “Trump Rusya’nın etkisinde” savını çürütüyordu. Füzelerin atıldığı gün, Trump’ın, “Kuzey Kore sorununu siz çözmezseniz biz çözeriz” sözleriyle uyardığı, ticarette haksız rekabetle suçladığı Çin’in devlet Başkanı Xi, ABD ziyaretine başlıyordu. Bu saldırıyla, Trump, Xi’ye, ne kadar kararlı bir lider olduğunu gösteriyor, Kuzey Kore sorununun çözümüne ilişkin bir işaret veriyordu. 
 
Bu füze saldırısının, Clinton’un Lewinsky krizini anımsatan bir yanı da var. Ağustos 1998’de Cumhuriyetçi Parti, Clinton’u Beyaz Saray stajyerlerinden Monica Lewinsky ile cinsel ilişi kurdu iddiasıyla azlettirecek bir kararı Kongreden çıkartmaya çalışıyordu. O sırada El Kaide, Kenya ve Sudan’da ABD’ye yönelik bombalı saldırılar düzenledi. Clinton Kongre’de ifade verdikten üç gün sonra 20 Ağustos’ta, Sudan’da, El Kaide’ye kimyasal silah ürettiği iddiasıyla bir ilaç fabrikası, Afganistan’da Bin Ladin’in saklandığı varsayılan dağlık bir bölge füzelerle vuruldu. Füze saldırıları, halkın Clinton’a verdiği desteği artırdı, Clinton’u azlettirmeye giden yolu kapattı.
Trump, henüz bir azlettirme girişimiyle karşı karşıya değil, ancak o noktaya ulaşabilecek bir siyasi krizin içinde bunalıyor. Şimdi, bugüne kadar hep Trump’ı eleştiren, Fareed Zakaria’nın CNN’de “Trump dün gece Devlet Başkanı oldu” sözlerine, Wall Street Journal’ın “Bu saldırı hayatları kurtarma, küresel düzeni koruma, ABD ve bağlaşıklarının stratejik konumunu iyileştirme yönünde bir ilk adımdır” yorumuna bakarak Suriye’ye yapılan füze saldırısının zamanlamasını anlayabilir, Trump’ın yönetim krizinin birçok bileşenini etkisizleştirebileceğini, partisinin desteğini, popülaritesini artırabileceğini düşünebiliriz.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

#HAYIR! - Mine G. Kırıkkanat

Her şeyden önce, bir zamanlar tüm farklılıklarına rağmen ortak değerleri çerçevesinde birleşebilen bu toplumu, sizler ve ötekiler diye bölüp birbirine düşman ettiğiniz için HAYIR!
Ama her şeye gelince…


Biz “ötekiler”, sizler gibi dün öyleydi bugün böyleci değiliz, anımsarız:
Sizlere; dün hoca efendi diye elini öpmek için sıraya girerken, bugün FETÖ terör örgütü dediğiniz Fethullah Gülen cemaatinin bal gibi ABD’nin sesi, yağ gibi CIA’nın nefesi olduğunu bile bile; yurtdışındaki faaliyetlerine kolaylık sağlamak için T.C. büyükelçiliklerini seferber ettiğiniz, koştur koştur açtığı kuyulara, ağıllara, okullara, yurtlara kurdele kesmeye gittiğiniz için HAYIR!
Sizlere, “Bitsin bu hasret!” diye gel gel yaptığınız, elini öpmek için yarıştığınız, kilometrelerce methiyeler düzdüğünüz hoca efendinin tetikçilerine Kozmik Oda’nın anahtarını verdiğiniz, bu devletin sırlarını peşkeş çektiğiniz için HAYIR!
Sizlere, dün biz ötekiler bu mahkemeler düzmece, kanıtlar çakma, belgeler sahte diye haykırırken; Türk ordusunu tasfiyeyle görevli FETÖ’nün Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi kumpas davalarına destek, taraf olduğunuz ve hatta “Ergenekon davasının savcısıyım!” dediğiniz için HAYIR!
***

Sizlere, siviliyle askeriyle hepsi masum, hepsi dürüst ve hepsi yurtsever insanların hapse tıkılmasını onayladığınız, kimilerinin acıdan ölmesine, kimilerinin intiharına kılınızı kıpırdatmadığınız; hayatta kalanların da ta ki ayakkabı kutularında paralar bulunana değin haksız yere yıllarca hapiste çürümelerine seyirci kaldığınız için zaten o dünden bugüne HAYIR!
Bir kuşak, on altı yıl eder.
Muhalif emekçilerin işlerinden atıldığı, yeni iş bulamadığı, sizin ötekileştirdiklerinize iş verecek işadamlarının da ya korktuğu ya da hali kalmadığı çile iktidarınızın on beşinci yılındayız.
Sizlere, dün FETÖ orduyu ve yargıyı tasfiye ederken; siz de fırsattan istifade bağımsız basını budadığınız, ifade ve haber alma özgürlüğünü yok ettiğiniz, medyayı ele geçirip yandaşlarınıza paylaştırdığınız, bağımsızlıktan başka suçu olmayan gazetecileri içeri tıktığınız, okur yazar olan olmayan yurttaşları da korkudan sokakta, telefonda, dost meclisinde bile konuşamaz hale getirdiğiniz için bir kuşak boyu HAYIR! 


***

Gazeteci gibi gazetecileri susturur, işten attırır ya da gülünç iddianamelerle hapse tıkarken; palyaço bile olamayacak şaklabanları gazeteci diye ekranlara, köşelere yerleştirdiğiniz; üstüne bir de muhbir tetikçi olarak kullandığınız için, size ve sizinkilere ağız dolusu bir HAYIR!
Biliyoruz, dün dündür, bugün bugün.
Dün dalaştıklarınızla bugün sarmaş dolaş olmanıza, dün özür dileyip yanaştıklarınızla bugün dalaşmanıza alıştık.
Fakat yok ettiğiniz, İslama hiç benzemeyen bir dindarlık potasında eritmeye çalıştığınız kimliksizlik dayatmanıza alışamadık.
Ne Türk’müşüz, ne Kürt, tek milletmişiz, öyle diyor sizinki...
Pek millet sayılmayız artık, ama diyelim ki öyleyiz, bu milletin adı sanı ne? Tek mi, Tekçi mi?
Tek adam rejimine Tekçi milleti, münasiptir elbet. Yek milleti de diyebiliriz, nasılsa Türkçenin yerine Arapçayı koymak için kolları sıvadınız…
Oysa bu yozlaşmaya yanıtımız da kesin HAYIR!
Medyadan duvarlara, yalnız sizlerin boy gösterdiği ve ancak “evet” propagandasına yer olan bir referandum sürecinde, HAYIR diye haykırmak için hukuksaldan tarımsala, daha çoook neden var.
Ama on beş yıldır yaptıklarınız, zaten yapacaklarınızın en sağlam garantisi.
İşte tam da bu yüzden HAYIR!


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Hafriyat cenneti ‘Yeni Türkiye’! - TAYFUN ATAY

Ajans Press’in hafta içinde dikkatimize sunduğu bir basın bildirisi, “Hafriyat kamyonları terör saçıyor” başlığını taşımaktaydı. Her ay İstanbul’da 5 milyon ton hafriyat çıkıyormuş. Ve hafriyat kamyonlarının neden olduğu kazalardan dolayı da geçen yıldan bu yana 21 kişi hayatını kaybetmiş. 2012 yılından bu yana hafriyat kamyonlarının yaptığı 5 bin kaza söz konusu.
İstanbul’da kayıtlı 8 bin 494 hafriyat kamyonunca şehrin ortasında sergilenen “marifet”, bu kazalardan ibaret değil. Bir de “molozlama” marifeti var!
Çünkü her ay çıkan 5 milyon ton hafriyatın döküleceği sadece 14 alan var ve bunların 7’si tıka-basa dolmuş durumda. O yüzden kamyon şoförlerimiz, boş buldukları her toprak parçasına öbek öbek kaçak moloz dökümü yapıyorlar.
Bizzat şahidim, Kurtköy-Pendik’te ikamet ettiğim sitenin yanında, baharda otlarla, kır çiçekleriyle bezenen açık alanı son iki yılda “molozladı” bu hafriyat kamyonları...
Yaşadığım evi “moloz-manzaralı” hale getiren bu durumu, söz konusu açık alanın “sahibi” olan Pendik Belediyesi’ne bildirdim. Defalarca aradım ve şikâyette bulundum. Defalarca şikâyetimi kayıt altına aldıklarını nezaketle belirttiler. Defalarca geri-dönüş yapıp daha detaylı bilgi istediler. Defalarca alana gelip “keşif” yaptılar. Defalarca durumu ilgili diğer birimlere aktardıklarını ve gereğinin yapılacağını söylediler.
Defalarca bunlar oldu ama bir defa bile aktif müdahalede bulunup o molozlardan oluşan çirkinliği ortadan kaldırarak alanı korumaya alacak bir operasyon gerçekleştirmediler. 

***
Bütün bunlardan çıkan sonuç, bu memleketin biz sıradan yurttaşlara değil, o “sıra-dışı” hafriyatçılara ait olduğu bilgisidir.
Belli ki hafriyatı “nimet” sayan bir anlayışın hâkimiyeti altındayız.
Bu iddiamızı daha somut temellere oturtma yolunda bir yabancı, bir de yerli iki başvuru kaynağını dikkate sunalım!..
***
Kentsel coğrafya uzmanı sosyal bilimci David Harvey, beş yıl kadar önce Türkiye’ye gelerek verdiği konferanslarda, kapitalizmin bugün ayakta kalma yolunda en çok “kentlere oynadığı”nın altını kalınca çizmişti. Kentsel dönüşüm projeleri, yani bizdeki yaygın-popüler kullanımıyla “TOKİ”lerin esbabımucibesi ona göre esasen buydu.
Kriz dönemlerinde bu sistem, insanları kredi (yani borç) ile konut sahibi olmaya özendiriyor, böylece konut üretimi ile sermaye birikimini dengeliyordu. Bu şekilde halkın ihtiyaç ve arzularını karşılama kisvesi altında aslında sermayenin çıkarları gözetiliyor, tabii sonuçta kentler felaket bir görüntü kazanıyor, yaşanmaz hale geliyordu.
Aynen şu “Şehr-i İstanbul”da her köşe başında göze çarpan dev inşaat vinçleri; ana caddelerden ara sokaklara kadar her yerin şantiye görünümünde olması; dozerler, kazılan çukurlar, kapanan yollar, sıkışan trafik, o trafikte gözü kara yol alan hafriyat kamyonları ve molozlar, molozlar, molozlarla olduğu gibi!..
***
Ama bir de işin bu topraklarda İslami-muhafazakâr bir iktidar ile eklemlenme “özgünlüğü” var. Bunu netleştirme yolunda da Tanıl Bora tarafından derlenmiş “İnşaat Ya Resulullah” başlıklı kitaptaki (2016) yazılara, özellikle de Erbatur Çavuşoğlu tarafından kaleme alınmış şu makaleye bakmak uygun: “İnşaata Dayalı Büyüme Modelinin Yeni-Osmanlıcıkla Bütünleşerek Ulusal Popüler Proje Haline Gelişi: Kadim İdeoloji Korporatizme AKP Makyajı”.
Başlığı bile başlı başına çok şey “öğreten” bu kıymetli yazısında Çavuşoğlu, AKP’nin kitlesel desteğinin ve iktidarına “rıza üretimi”nin ardında, en simgesel karşılığı “TOKİ” olan inşaata dayalı büyüme modelinin olduğunu açık, seçik, net ve çarpıcı şekilde ortaya koymakta. İslami referanslarla sorgulanamaz hale de getirilen, dokunulmazlaştırılan bu inşaat kalkınmacılığı, AKP’yi iktidarda tutan temel dayanaktır.
Sözü doğrudan ona bırakalım:
“AKP’nin inşaatın mutlaka sürdürülmesi için sürekli köprü, duble yol, tünel, kanal, havaalanı, spor tesisi, AVM projeleri ürettiğini, üstelik bu projelerin de sorgusuz sualsiz yaygın kabul görüp hizmet olarak algılandığını biliyoruz. (...) İnşaata dayalı büyüme durduğunda, ekonomi, ardından da AKP’nin etrafındaki ittifak çökecektir. AKP tam da bu çaresizlik nedeniyle her şekilde inşaat, her şeye rağmen ve ne olursa olsun inşaat demekte ve süreci engelleyen, geciktiren, zorlaştıran kesimleri lanetlemektedir” (s. 91-92).
***
İşte bu yüzden her yerde inşaat, her yerde vinç, her yerde dozer, her yerde damper, her yerde hafriyat!..
Dolayısıyla istediğiniz kadar çırpının, hafriyat kamyonlarından kurtuluş yok. Onlar, yolların dehşetli hâkimi ve evinizin yanı başına öbek öbek bıraktığı molozlarla hayatınızın ayrılmaz parçası olmaya devam edecektir.
Çünkü bu iktidar için hafriyat, “kutsal”dır!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET

İyi ki şu ‘Şaman’ genlerimiz var! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Kahvede oturanlardan biri “Vay canına!” dedi, “Amerika Suriye’ye tam 55 füze yollamış.” Hemen biri yanıt verdi: “İran’la Rusya ordularını harekete geçirmişler. Üçüncü dünya savaşı yakın görünüyor.” Bir sessizlik oldu ve kahvenin her zaman az ve öz konuşanı sakin sakin anlatmaya başladı. “Arkadaşlar, durum şu, silah endüstrisi elindeki eskimiş silahları gözden çıkarıyor. Bu silahlar eski nesil silahlar, depolama masrafı çok, atalım da kurtulalım diyorlar. Çünkü bizim henüz bilmediğimiz acayip yeni nesil silahlar yapıyorlar. Daha görmedik ama kokularını biliyoruz. Siber silahlar bunlar. Atom bombası eskide kaldı.” 

Böyle konuşuladursun, söz Trump ve onun iş bilmezliğine geliyor. Şimdi burada da ben söze giriyorum, bakmayın siz birkaç Amerikalı entelektüelin Trump’a giydirmesine, çaktırmadan kar beyaz Amerikalılar, Trump’ı destekliyorlar. Ona lobi yapsın diye en yüksek paraları kim verdi? Elbette silah sanayisi, şimdi ‘sana bunu verdik, dediklerimizi yap’ diyorlar. Sözün kısası arkadaşlar, bu silah sanayisi doymak bilmeyen bir canavara benziyor. Zaten hükümetler de silah şirketlerinin, ilaç şirketlerinin, gıda şirketlerinin birer kuklası. Sanılmasın ki, oy verip istediğimizi seçiyoruz. Hadi canım! 


Anımsayın, Sovyetler Birliği dağıldığında dünya nasıl da düğün bayram etmişti. O sıralar bazı aklı başında bilim adamları toplumu uyarmaya çalıştılar. Bundan böyle milliyetçilik ve radikal dincilik hortlayacak, kara paranın girmediği ülke kalmayacak, mafya tipi örgütlenmeler başlayacak. Dedikleri de çıktı. Ve beklendiği gibi bütün filler Ortadoğu’da tepinmeye başladı. Neden mi? Çünkü en cahil, en oyuna gelen halklar ne yazık ki, Ortadoğu’da. Hep Tektanrılı dinleri temsil eden peygamberin neden Ortadoğu’dan çıktığını merak ederdim. Geçenlerde bu konuda uzman bir arkadaşım, “Çünkü” dedi, “insanların dayanışmayı bilmedikleri, egonun acayip yüksek olduğu bölge burası. Bir türlü yolunu bulamıyor.” Düşündüm doğru, sürekli oyuna geliyorlar. Bu bölgede oyunu Kurtuluş Savaşı’yla bozan bir biz bir de Cezayir var. Belki de bu oyunu bozup, bu bölgede laik bir yaşam tarzının olabileceğini gösterdiğimiz için sürekli büyüklerin gazabına uğruyoruz. Bizi de yolunu bulamayan bir İslam ülkesi yapmaya çalışıyorlar. Bunda da epeyce başarılı oldular. 


Köy Enstitülerinin kapatılması ve sözüm ona barış gönüllülerinin ülkeyi istila etmesiyle başlayan bu süreç, 12 Mart, 12 Eylül darbesiyle kuvvetlendi, ANAP ve AKP iktidarları da işi katmerleştirdiler. Ama ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın bu ülkede bir iç savaş çıkarmayı başaramadılar. Çünkü ülkenin mozaik yapısı ve genetik kodları buna izin vermiyor. Sağ-Sol çatışması çıkarıyorsunuz, bekliyorsunuz millet birbirini öldürecek, beklenen olmuyor. Alevi- Sünni çatışması çıkarıyorsunuz, gene beklenen olmuyor. Öyleyse Türk-Kürt çatışması çıkaralım diyorsunuz, o da tutmuyor. 


Gerçekten içinde yaşadığımız coğrafyanın mozaiklerine çok şey borçluyuz.



Şimdi bu mozaiğin keyfini çıkarmak için, mümkün olduğunca Ortadoğu’dan uzaklaşmakta da yarar var. Her ne kadar, iktidar Amerika’ya “ben de varım, ben de varım!” diye seslense de, bu yaşıma gelmiş ben şunu söyleyebilirim: “Arkadaş biz ülke olarak savaşmak istemiyoruz. Evli evine köylü köyüne, bu tuhaf ne olduğu belli olmayan savaş sakın ola ki, bana sıçramasın, biz bir zamanlar böyle bir oyunu bozmuştuk, şimdi yeniden bozarız.” Bu arada her ne kadar dinimiz İslam olsa da, atalarımızın Şaman genleri savaşı sevmemizi engelliyor. İyi ki o Şaman genlerimiz var. Bütün oyunlara rağmen, hâlâ ağaçları koruyanlar, HES’lere karşı çıkanlar, savaşa hayır diyenler ve tüm ayrımcılığa rağmen farklı mezheplerden kız alıp verenler, varsa inanın bu Şaman genlerimizden!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Trump’ın füzelerini Kürecik’e sormalı - ÇİĞDEM TOKER

“Masum insanlar, çocuklar ve güzel bebekler öldü.” Cümlenin sahibi Trump. Suriye’yi vurma emrinden hemen önce söyledi.
Ve evet, o cümlenin yansıttığı vahşet, ABD’nin Suriye yönetimini ilk kez doğrudan hedef alarak vurmasının da gerekçesi oldu. İdlib’e düzenlenen kimyasal saldırıda can çekişerek ölen çocukların görüntüleri dayanılmazdı.
Savaşta önce gerçeklerin öldüğünü hatırlatarak devam edelim.
Uluslararası ajanslara göre, “kimyasal saldırının yapıldığı tesisler hedef alınarak iki savaş gemisinden fırlatılan”, “33’ü boşa gittiği söylenen ve her biri 1.6 milyon dolar olan 59 füzenin” adı Tomahawk.
Korkunç silahlara, can almıyorlar da sanki kendileri canlıymış gibi isim verip sempati ve meşruiyet devşirme kurnazlığının önemli oyuncularından biri o.
Tomahawk’ı çeyrek yüzyıl önce Irak’tan, geçen yıl da Yemen’den biliyoruz.
Dahası, füzeyi üreten Raytheon da memleketimizde iyi tanınır.



Kürecik radarını kurdu
 
Hatırlar mısınız, bundan beş yıl önce Malatya Kürecik’te bir radar kuruldu. Anlaşması gizliydi. NATO füze savunma sistemi kapsamında olduğu söylendi. O kadar.
Protestolarla ses yükseltilse de sonuç vermedi. Malatya milletvekilleri oraya yaklaştırılmadı. Soru önergeleri cevapsız kaldı.
Tomahawk üreticisi Raytheon, işte 2012’de Kürecik’e radarı kuran silah devinin ta kendisi.
AN/TPY-2 X-band isimli radarın dünyanın en gelişmiş sistemi olduğu yazılmıştı.
Satış rakamları son üç yıldır 20 milyar doların altına düşmeyen Raytheon, Türk savunma sanayiinin gayet iyi bilip “sevdiği” bir markadır özetle.
Türk büyüklerinin Trump’ın füzelerini desteklemesine, buradan da bakmakta mahzur yok. 


‘Her okula bir avukat’
 
Referandum günü, iki temel ödevimiz var: İlki sandığa gitmek. İkincisi sandık güvenliğine dikkat etmek, uyanık olmak. İlginçtir, bu ikisi bazıları için sebep- sonuç ilişkisine dönüşmüş.
“Amaan nasıl olsa hile yapılacak, ne oy vereceğim” diyenler işte bu gruba giriyor.
Ama bu kolaycılar fena halde yanılıyor.
Bilgisayar Mühendisleri Odası rapor hazırladı. “Her Yönüyle Seçsis”te diyor ki:
“Sandığa ve tutanaklara sahip çıkılırsa SEÇSİS ile hile yapılamaz. Yapılırsa yakalanır.”
Ankara Barosu da sandığa sahip çıkma meselesini dert etti. Sandık güvenliğine katkıda bulunmak amacıyla “Her okula bir avukat” projesi başlattı. Aldığımız bilgiye göre başvuran avukatlar arasında sayıca kadınlar daha fazlaymış.
Avukatlara 18 Mart’ta ve 8 Nisan’da olmak üzere, eğitimler verildi. Eğitimlerde, sandık kurulu üyeleri, müşahitler, diğer seçim görevlilerine ilişkin bilgilendirmeler yapıldı. Nelere, nasıl dikkat edilmesi gerektiği anlatıldı. Referandum günü çıkabilecek sorunlar için baronun kuracağı Referandum Güvenlik Merkezi ile bağlantıya geçecek. Telefonların meşgul çıkmaması için özel bir teknik sistem kuruluyor.
Velhasıl, avukat müşahitler, partilerin görevlendirdiği müşahitlerin yanında önemli bir destek grubu oluşturacak.
Seçmenlerin bilgisine.


Musa Kart’tan alacağımız olsun
 
Bir röportajında “Ben bir fizik öğretmeniyim. Lise 1’deki bir öğrencinin ODTÜ’yü kazanıp kazanamayacağını bilirim” diyen, bir diğerinde “Fethullah Gülen bizim en büyük zaafımız olan çocuklarımızı kullandı bize karşı. Fethullah Gülen’in hipnozu yurtlarda başladı” diyen bir “tanık” o. Bilmeseniz anlamaya imkân yok. Ama insanın dimağı duruyor sahiden. Yıllarca Fethullah Gülen’in sağ kolu olarak anılmayı şeref madalyası gibi taşımış Hüseyin Gülerce’den söz ediyoruz.
Evet, halimiz kalsa, o zatın arkadaşlarımızla ilgili iddianamedeki “tanık” pozisyonuna -ce gibi de yapmaz bayağı gülerdik.
Ama ne bu, kara da olsa bir mizah, ne de bizim gülecek halimiz var. Yine de Sevgili Musa Kart’tan bir alacağımız olsun.
Çıkışta. 


Akkuyu’ya ‘dışarıdan’ CEO geliyor.
 
Sürpriz etkisi yaratan haber geçen ay çıkmıştı. Meraklısı hatırlayacaktır.
AKP kurucularından Cüneyd Zapsu, iki ay önce Akkuyu Nükleer A.Ş’nin yönetimine girdi.
Birkaç gün önce şirketle ilgili yeni bir gelişme oldu. [Haber görseli]
Zapsu’nun tek Türk olarak yer aldığı yönetim kurulu, 31 Mart’ta toplanarak ana sözleşmeyi değiştirdi.
Yönetim kurulu, şirkete “dışarıdan” CEO atama yetkisi aldı. Daha önce CEO’nun ancak yönetim kurulu üyeleri arasından atanması mümkündü. Akkuyu’ya “üçüncü kişiler arasından” yani dışarıdan CEO atama yetkisini veren şirket kararı 6 Nisan 2017 tarihli Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlandı.
Bu arada dünkü Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelik de önemli. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Nükleer Tesislerde Yönetim Sistemi Yönetmeliği yayımladı.
Yönetmelik Akkuyu Nükleer A.Ş’ye, santralın güvenliği bakımından önemli görevler yüklüyor.
Şimdi sıra Akkuyu’nun başına atanacak ismin kim olacağında. 


Yoksa utanıyor musunuz?
 
“Elveda Anayasa”, Prof. Dr. Kemal Gözler’in, “Hiç olmazsa adım susan anayasa hukukçuları arasında anılmasın” diyerek yazdığı son kitabı.
Altı çizilecek yeri çok. Beni en çok etkileyen bölümlerden birini paylaşayım.
Diyor ki Prof. Gözler: “... Anayasa taslağı veya anayasa değişikliği taslağı hazırlamak veya hazırlayan komisyonun başkanı veya üyesi olmak her anayasa hukuku profesörü için büyük bir onurdur. (...) Geçmişte hazırlanan pek çok anayasa taslağı olmuştur. Hepsinin hazırlayanları bellidir. (...)
- Şimdiye kadar benim dikkatimden kaçmamış ise, değişiklik teklifini sahiplenen, ‘teklifi ben hazırladım’ diyen bir anayasa hukuku profesörü veya ‘biz hazırladık’ diyen anayasa profesörleri çıkmadı. Anayasa değişiklik taslağı hazırlamak, utanılacak bir şey değildir.”

Biz de bu ifadelerden yola çıkarak soralım:
Haftaya ‘hayır’ diyeceğimiz metni, teklifin altında imzaları bulunan 316 milletvekilinin bir masaya oturup hep birlikte hazırlamadığını biliyoruz.
Peki, siz kimsiniz? Niye kendinizi gizliyorsunuz? Yoksa literatürde emsali olmayan uyduruk ismi taktığınız “Cumhurbaşkanlığı sistemi” metnini hazırlamaktan utanç mı duyuyorsunuz?  


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Tomahawk füzeleri ve özüne dönen İslamcılar - FATİH YAŞLI

Amerika Birleşik Devletleri üç gün önce Suriye’ye 59 Tomahawk füzesi fırlattı ve İslamcıların fabrika ayarlarına dönmesi 59 saniye dahi sürmedi, kendilerini yeniden emperyalizmin kollarına atabilecek olmanın sevinciyle, aralarının pek iyi olmadığı esas oğlan ABD’ye füze hızıyla aşk mektupları yazmaya, “Hadi o eski güzel günlere dönelim” demeye başladılar.

Böylece üç “masal”ın daha sonuna gelmiş olduk. Birincisi, kimi ulusalcı zevatın özellikle 15 Temmuz’dan beri bizi ikna etmeye çalıştıkları şeyin, yani iktidar partisinin “millici” ve “antiemperyalist” olduğu, Suriye’de ABD’ye karşı “vatan savaşı” verdiği, bu nedenle de desteklenmesi gerektiği masalının sonuna. İslamcılardan anti-emperyalist çıkmayacağı, siyasal İslam’ın doğasının işbirlikçiliği gerektirdiği ve Türk sağının baştan sona bir Amerikan projesi olduğu böylelikle bir kez daha tescillendi.

Sonuna geldiğimiz ikinci masal ise iktidar partisinin NATO’dan çıkacağı, üsleri kapatacağı ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olarak Avrasya blokuna geçeceği masalı oldu. Türkiye kapitalizminin, Türkiye sermaye sınıfının Batı’yla kurduğu ilişkilerin ve İslamcıların ABD’ye göbekten bağımlılığının böylesi bir eksen kaymasına hiçbir şekilde izin vermeyeceğini sosyalistler olarak sürekli söylüyorduk ve bu vesileyle bir kez daha doğrulanmış olduk.

Ve üçüncüsü, günlerdir anlatılan “haçlı ittifakına karşı ümmetin liderliği” masalı da böylelikle nihayetlendi; referandum süreci boyunca miting meydanlarında yuhalattıkları Batı’yla ve “Siyonist” dedikleri, güya karşısında Filistin davasını savundukları İsrail’le birlikte yeni-Osmanlıcılar da, halkının çoğunluğu Müslüman bir devletin topraklarını vuran ABD füzelerine biat etti, ABD’nin arkasında hizaya dizildi.




Güzel, masallar bittiğine göre hakikati konuşmaya başlayabiliriz artık. ABD’nin Suriye’ye saldırısına gerekçe gösterilen “kimyasal saldırı” ile başlayalım öncelikle. Bu saldırının faili kim, iddia edildiği gibi Suriye devleti sahiden de kimyasal bir saldırı mı düzenledi, yoksa cihatçıların elindeki bir kimyasal deposu yanlışlıkla ya da bilerek vuruldu mu ya da ortada bir CIA-cihatçı kumpası mı var, bunlara dair elimizde kesin bir bilgi yok, bilmiyoruz.

Söyleyebileceğimiz şey ise şu: Tam da yedi yılın sonunda, cihatçılara karşı hem askeri hem de moral üstünlüğünü ele geçirmişken, uluslararası konjonktür kendisinden yanayken ve saldırıdan henüz bir gün önce ABD resmi olarak “Esad’ın kaderine Suriye halkının kendisi karar verir” demişken, yedi yıldır son derece akıllıca bir strateji izleyen Suriye devletinin, sonuçlarının neler olabileceği bilinen böylesi bir saldırıyı yapma ihtimali ziyadesiyle akıl ve mantık dışı görünüyor.
Saldırının sonuçları ise gayet net: ABD’nin ilk kez Suriye’yi vurması, Suriye’deki önceliği Esad değil “IŞİD’le mücadele” olan Trump’ın ABD müesses nizamı tarafından hizaya getirilmesi, başta Fransa olmak üzere Avrupa’dan yükselen operasyon çığlıkları, Rusya’nın sıkıştırılması, İsrail’in bölgede kendine yeni bir zemin açması, Suudi Arabistan ve yeni-Osmanlı’nın yeniden ellerini ovuşturmaya başlamaları ve “güvenli bölge” planının tekrar gündeme gelmesi… Dolayısıyla saldırının kimin işine yaradığı ve kimin elini zayıflattığı kolaylıkla anlaşılabiliyor.

Gelelim uzunca bir süredir kafası kesik tavuk misali ortada dolanan Türk dış politikasına, yani emperyal ve mezhepçi heveslerin biçimlendirdiği yeni-Osmanlıcı akıl tutulmasına. Trump’ın saldırı sonrası yaptığı ve “Vurabiliriz” dediği ilk açıklamadan itibaren, bir kez daha dış politikadaki rasyonalite kaybının boyutlarını görme şansımız oldu. Daha geçen sene Rusya’nın uçağı düşürülmemiş ve onun bedeli ödenmemiş gibi, Rusya’yla ilişkileri onarmak için kırk takla atılmamış gibi, Astana’da Rusya ve İran’la Suriye için masaya oturulmamış gibi, o masada Suriye devletinin egemenliğini tanıyan deklarasyon imzalanmamış gibi, Tomahawk füzelerinin üzerine oturuldu ve dış politikada bir kez daha 180 derecelik bir dönüş yapılmış oldu.
Peki dış politika böyle bir şey mi, daha önce defalarca dile getirdiğimiz üzere Kayserili halı tüccarı kurnazlığıyla, çıkarları birbirleriyle örtüşmeyen güçlerle çıkar ortaklığı yapmayı deneyerek, onları idare ettiğini düşünerek, bütün taraflara gülücükler dağıtarak bir yere varılabilir mi, bu dış politikanın ulusal çıkarları gözetmesi söz konusu olabilir mi?

ABD nezdinde uzun süredir güvenilirliğini yitirmiş ve öngörülemeyen bir müttefikken, son bir yıldır Rusya’ya böylesine yanaşmışken ve AB ile bağları büyük ölçüde koparmışken, Tomahawklar tarafından büyülenmiş bir şekilde ve hiçbir şey olmamışçasına kendini tekrar Batı’nın kollarına atmaya çalışmak, sanıldığı kadar kolay olmayacak, ABD ve Batı hemen “Hadi gel” demeyeceği gibi Rusya da “Hadi git” demeyecektir. Velhasıl, ABD iç politikalarındaki dengeler ve uluslararası kamuoyuna mesaj vermek adına yapılan sınırlı bir güç gösterisine elde tuzlukla koşmanın bedellerinin neler olacağı bir kez daha yaşayarak görülecektir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN


 

Gerçeklere göz yumanlar - ASLI KAYABAL

Yedi nisan sabahı, ABD’nin Suriye’yi hedef alan füze saldırısı haberleriyle başladık güne. Hep aynı film harmanlanıp sunuluyor. İdlib’de kimyasal silahlar kullanılarak düzenlenen saldırının ardından İtalyan medyası, Batılı birçok medya organı gibi hiçbir kaynak ve belgeye dayanmadan Beşar Esad hükümetini sorumlu gösterdi.

Corriere della Sera’dan La Stampa’ya La Repubblica’dan İl Giornale’ye kadar merkez sağ ve solun belli başlı gazetelerinin hedefinde Suriye vardı. İdlib’i konu alan haberlerde RAİ, Rai News, SKY İtalia, Canale 7, Canale 5 gibi kanalların ana haber bültenlerinde milyonlarca İtalyan’a İdlib saldırısının tek sorumlusu Suriye hükümeti diye sunuldu.
Rai 3’ün siyasi hiciv programı Gazebo’yu hazırlayıp sunan gazeteci Diego Bianchi bile, “Esad, İdlib’e düzenlenen saldırının ardında Suriye hükümetinin olmadığını ileri sürse de gelen görüntüler başka bir öykü aktarıyor” diye yorumda bulunarak, kaynaksız bir gazetecilik sergileyerek milyonlarca televizyon izleyicisine İdlib’de yaşananları kendi penceresinden anlattı.       
Donald Trump’ın Suriye’de ansızın giriştiği füze saldırısına gelince hiç de şaşırmadık. Obama’nın ardından ABD’nin Yakındoğu’da yürüttüğü saldırgan siyasete devam eden Trump’a saldırı öncesi uyarılan Avrupa Birliği ülkelerinden de tam destek geldi. İngiltere, Almanya ve Fransa’nın “savaş suçu” işlediği iddiasıyla suçladığı Beşar Esad’a ders verilmesi gerektiğinin altını çizen bu ülkelerin yöneticilerine İtalyan hükümeti de destek vermekte geri kalmadı.

İtalyan siyasetçilerden inciler

Matteo Renzi’nin istifasının ardından İtalya’da başbakanlık koltuğuna oturan deneyimli siyasetçi Gentiloni, “ABD’nin tepkisi, İdlib’de girişilen savaş suçuna bir yanıt diye okunmalı” yorumunda bulundu. Bir zamanlar Abdullah Öcalan’ın İtalya’ya getirilmesine ön ayak olan Massimo d’Alema ise Gentiloni’ye destek vererek, Trump’ın giriştiği füze saldırısının Suriye’nin geleceğiyle ilgili alınacak kararlarda yeni görüşmelere olanak tanıyabilir gibi saçma bir yorumda bulundu.   
İtalyan siyasetçilerin paradoksal yorumları, gerek ulusal gerekse uluslar arası politikada izledikleri miyop yaklaşım, ABD’nin Yakındoğu ülkelerini hedef alan hırçın politikasına boyun bükmesi, Çizme’de siyasete yön verenlerin niteliğini sergiliyor. Bu beceriksiz siyasetçiler tablosuna gerçekleri yansıtmayan haberler yapmakta uzmanlaşan gazeteciler de eklenince fazla söze gerek yok sanırım.
Tarihin garip bir yanılsaması olsa gerek “İdlib şehrinde Esad hükümetince yapıldığı öne sürülen kimyasal silahlı saldırının ardında gerçekten Suriye hükümeti mi var, bu konuda neden bir soruşturma açılmıyor. Nasıl herkes bu kadar kesin konuşabiliyor” diye soran tek kişi, hükümete muhalefet yapmak adına konuşan faşist eğilimli Fratelli d’İtalia’ya başkanlık eden Georgia Meloni.  
 İtalyan siyasetçilerin ve gazetecilerin büyük bölümünün yaklaşımı ve eğilimini bir an için es geçelim. ABD, Suudi Arabistan, Türkiye ve AB ülkelerinin yetkilileri  İdlib’de düzenlenen saldırıda  Sarin gazı kullanıldığını,Esad hükümetinin insanlık suçu işlediğini iddia etti.

“Sarin gazı? Şüphe duydum”

CNR Moleküler Teknolojiler ve Bilimler Enstitüsü’nde kimyasal silahlar konusunda uzman Matteo Guidotti, ortaya atılan iddialarda “Sarin gazı” konusunda temkinli olunması konusunda bir uyarı yaptı.
Geçmişte Sarin gazına hedef olan kişilerle ilgili filmler izlediğini aktaran Guidotti, “Bu gaza hedef olan kişiler titreme nöbetleri, aşırı terleme, nörolojik rahatsızlıklar gibi rahatsızlıklar sergiliyordu. İdlib’le ilgili yer verilen filmlerde bu tür görüntülere rast gelmedim. En çok  Sarin gazına hedef olduğu öne sürülen kişilere müdahale eden sağlık personelinin eldivensiz ve maskesiz çalışması şüphe uyandırdı. Bu tür saldırılarda personel için öngörülen bazı kurallar zinciri var. Tersi durumda Sarin gazı, sağlık personelinin de zehirlenmesine neden olabilir. Bu nedenle İdlib saldırısıyla ilgili  ekrana gelen filmlerin ne kadar gerçek olduğu konusunda şüphem var.” diye yorumda bulundu.

Aslı Kayabal / SOL
asli.kayabal@hotmail.com

Alt tarafı üstyapı - AYDEMİR GÜLER

Evet, devletlerarası, uluslararası ilişkiler bir üstyapı kurumudur. Üstyapının, ekonominin merkezde durduğu bir yapı tarafından belirlendiği, başı buyruk hareket edemeyeceği görüşü Marksistleri ayırt eder. Değil mi ki, maddeci bir dünya görüşünden hareket ediyoruz…
Ama bizim dışımızda da aklı başında herkes birtakım tarihsel ve maddi koşulların insanları ve kurumları çevrelediğini kabul edecektir. “İstediğimi yaparım” diyen makul karşılanmaz çağdaş dünyada.

Bu söylenen diğerlerinin ve diplomasinin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Öyle olsa devletlerin bu işlere bu kadar kaynak ve güç ayırmaları aptallık olurdu. Hayır, diplomasi önemlidir. Diplomasi, devre dışı kaldığının resmen ilan edildiği savaş koşullarında bile etkin bir kurumdur.
AKP iktidarı maddeciliği fazla mı kaba yorumluyor, dersiniz? “Alt tarafı üstyapı” diye mi bakıyorlar diplomasiye? Bir önemi olmadığı için her şeyi söyleyebileceklerini zannediyor olabilirler mi?
Dün sabah bütün devlet, ABD’nin Suriye saldırısının sonuna kadar gitmesi gerektiğini bağırmaya başladı. Trump çok iyi yoldaydı, Esat düşürülmeliydi… Hani neredeyse gelecek hafta namazı Emevi Camiinde kılacaklar!

Batı bu tezlere yabancı değildir ve bölgemizde hararetin yükseldiği anlarda bir dizi başkentten benzeri sloganlar yükselir. Dün de o momentlerden birindeydik. ABD medya ittirmesiyle sahneye konan bir kimyasal silah senaryosunun finalini bombalara bağladı. Medya performansı olmasa üçüncü sınıf bile denemeyecek bir senaryo olduğu söylenebilir...
Batı öyle davranabilir. Rusya’nın Batı’da “sebzelerinin güvenliğini garanti edecek durumda değil” diye dalga geçtiği başka ülke var mıdır? Batı başkentlerinin içinde Rusya ile ilişkilerinin son bir yılını Türkiye gibi geçiren de yoktur…

Batı öyle davranabilir, ama Türkiye’de afra tafranın akşamında telefon çalacak ve Rus ve Türk dışişleri bakanları “Suriye’deki barışın sağlanması için görüşmelerden başka alternatifin bulunmadığının altını” çizeceklerdir!

AKP’nin devlet aklı, aşırı maddecilikten mustarip olduğu için diplomasi alanında söylenenin önemsiz olduğuna varmış olabilir mi? Nasılsa üstyapı! Ağızdan çıkanın kulak tarafından duyulmasının bir önemi olmadığı gibi, aynı gün dört bir yana kırk dört farklı şey söylenebilir, diye mi düşünüyorlar?
Öyleyse olayı tamamen yanlış anlamışlar. Diplomasi önemli bir üstyapı kurumudur.
Suriye’ye yönelik saldırı için ABD yetkilileri “bir kereliğine yaptık” dediler. Ruslar başarılı bulmadıklarını söyleyip kırık not vererek işi alaya çevirdiler. Şam bile gelişmelerin bu eksende süreceğini zannetmediğini açıkladı. İsrail, muhteşem Amerikan dönüşünü mutluluk gözyaşlarıyla alkışladı tabii. Hepsinin bir mantığı var. Her biri, diplomasinin dili içinde bir yandan maddi olguları yansıtıyor, diğer yandan gelişmeleri yönlendirmeye dönük girdiler barındırıyor.
Türkiye ise ayarsızlığını bir kez daha gözler önüne serdi. Dedim ya, o sözlerin sonrası pek talihsiz yaşanmamış olsa, Cuma namazı için arttırmaya çıkacaklar! Sahi Ankara’ya ne oluyor? AKP rejimi dış politikada da saçmalıyor! Haçlı ittifakı demagojisini unutmak için birkaç füze yetiyor. Türkiye’de sağcı kitle tabanından Suriye’nin Amerikalılar tarafından vurulmasına sevinen kaç kişi çıkar, dersiniz? Esat’ın düşürülme ihtimali hakikaten var mı? Bu soru bir yana, bunun PYD açısından olası sonuçları AKP’nin gündeminde değil midir? Bu liste çok uzatılabilir. Dünün AKP performansı mal bulmuş gibi Amerikan bombalarının peşine takılmaktan ibaret çok ucuz bir savaş kışkırtıcılığıdır. Gerisinde bir devlet aklının izini bırakmayacak ölçüde…

Ama dışişleri bakanının zihninden silmeyi dilediği olay akşam gerçekleşecek ve telefonu çalacaktı. Salyalar acele silindi ve “görüşmeler yoluyla, barış içinde…” diye hayata devam edildi. Edilebilir mi peki?
Bir kere, “ben etmem” diyen bir reis var. Ucuz kışkırtıcılığın tadını almış veya tutamıyor kendini. Akıl… o çoktan bitti.


Bakana gelince, belki “nasılsa üstyapı kurumu” diye içini ferahlatıyordur hâlâ. Ama üstyapı alanı uydurma ve uçma özgürlüğü anlamına gelmediği için Lavrov telefonu kapattıktan sonra Çavuşoğlu’nun en azından midesi kaynamış, uykusu kaçmış olmalıdır. Diplomasi, bizimkilerin sandığı gibi bir şey değildir. Söz ağızdan çıktığında maddi gerçekliğin parçası olur. AKP saçmalamanın bedelini bir biçimde ödeyecektir.
Neyin nasıl ödeneceği iktidarın dışında bütün halkı ilgilendiriyor. Örneğin, bu saçmalıkların hesabını başkalarından erken davranıp halkımız ve biz ödettirebiliriz.

Aydemir Güler / SOL

Bayar’ın kızından ‘Hayır’ manifestosu: ‘Getirilen bir ucube’ - Nilgün Cerrahoğlu

Bir okur sohbetinde orta yaşlı bir bey söz alıp “Nilgün Hanım” demişti, “yanımda 16 yaşındaki kızımı da getirdim. Sizden ricam ona umut verecek bir şeyler söylemenizdir!”
Referandum konusunda ne zaman bir şey yazmaya kalksam, aklıma o okurun sözleri geliyor. Ve öyle kalakalıyorum. 11 yazarı 5 ayı aşkın süredir tutuklu ve de çaycısından kuryesine kadar çalışanları belli aralıklarla içeri alınan bir gazetenin yazarı olarak, ne yalan söyleyeyim artık umut verecek bir şeyler ifade etmekte zorlanıyorum. 

 
Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy’un Hürriyet’te tam sayfa “Hayır” ilanını gördüğümde, içimde çok uzun zamandır ilk kez bir umut ışığı uyandı.
Kuşkulu ve endişeli miyiz? Evet öyleyiz” diyor 96 yaşındaki Nilüfer Hanım: “Aynı zamanda nereden nereye gelindi diye hüzünlüyüz. Ama asla ümitsiz değiliz. Referandumdan yüksek sesle ‘hayır’ çıkmasını ümit ediyoruz. ‘Hayır’ diyeceğiz ve hayırlı olmasını dileyeceğiz. Milletimizin sağduyusuna ve vefasına güveniyoruz.
 
Yandaşlar öfke saçıyor
Cumhuriyet tarihinin tanıklığını yapmış bir çınardan bu kerte güçlü ve özgüvenli bir “ümit” mesajı almak öncelikle insanı yüreklendiriyor. Bir asra merdiven dayayan bir kişinin, bu karabasan konjonktürde “umudunu” yitirmemesi insana damardan pozitif duygular yüklüyor.
Nilüfer Gürsoy’un mesajı bu nedenle çokdeğerli. Üstelik her satırı düşünülerek yazılmış. Ve oturma odasında karşılıklı konuşur gibi… sıkıcı olmayan bir üslupla “direkt” ifadelerle kaleme alınmış. Şapo!
Nilüfer Gürsoy, dahası herhangi bir isim değil. RTE’nin her daim hikâye ettiği DP’nin kurucusu Celal Bayar’ın kızı. “Gürsoy’un manifestosu”, içinde bulunduğumuz kritik kavşakta sağdaki çatlakların görünenden daha derin olduğunu düşündürtüyor…
96 yaşında bir insan, “Her ne olursa olsun… Bu yaştan sonra ortaya çıkıp eleştiri oklarına hedef olamam. Biraz da gençler düşünsün. Onlar uğraşsın!” diye düşünebilirdi. Nilüfer Hanım bunu yapmamış…
Ustalıkla “Yeter artık! DP’yi araçsallaştırmaktan vazgeçin!” mesajı verdiği için bu nedenle şimdi “evet”çilerin düşmanca beyanlarına, saldırılarına maruz kalmakta.
Yazımın başına oturmadan baktım… Yandaşlar öfke saçıyor. Şimdiden “Nilüfer Hanım’ın hazin intiharı”, “Hayır çetesi Celal Bayar’ın kızını bile ayarttı” şeklinde alabildiğine ilkel bir kavim anlayışı ile kaleme alınan yazılar karalamışlar. Gürsoy’un “hayır” metninin içeriğiyle ilgili değiller. “Manifesto”yu baştan sona okudukları şüpheli.
 
‘Sistem değil, rejim değişikliği’
Nilüfer Gürsoy, “Hayır” deklarasyonunda 16 Nisan’a dair sorulması gereken bütün soruları ve tehlikeleri sıralıyor. Darbeleri yaşamış biri olarak mevcut iklimi bir “darbe ortamı”na benzetiyor.
Etrafımız ateş çemberi ile çevriliyken bu anayasa değişikliğine ne gerek vardı, diyor. Değişiklik ne getiriyor ve özellikle ne götürüyor, diye soruyor. “Çift başlılığı önlemek” bahanesiyle “tek adamlığa soyunmanın” eleştirisini yapıyor. Cumhuriyetin erdeminin bizi ümmet olmaktan çıkarıp, “vatandaş” yapmak olduğunu hatırlatıyor; “darbe anayasalarının bile Cumhuriyetin temel görüşlerine saygılı olduğunun” altını çiziyor.
Getirilmek istenen değişikliğin ise “cumhuriyetimizin ve demokrasimizin temel değerlerini sarsmakta olduğuna” işaret ediyor.
Bu anayasa paketi, TBMM’nin manevi yapısına konmuş bir dinamittir” diyor.
Gürsoy bu yol ayrımının, sıkça dile getirildiği üzere bir “sistem değişikliği” değil, bir “rejim değişikliği” içerdiğini anlatıyor.
En vurucu bölüm bana göre bu “rejim değişikliğine” yapılan atıf.
Sistem değişikliği” ve “rejim değişikliği” farkı, başlı başına ayrı bir yazı konusu.
Nilüfer Hanım bunu “Sistem, parçaların bir araya gelerek bütünleşmesini ifade eder” diyerek özetlemiş.
Kendi içinde tutarlılığı olan bir “sistematik” yerine “getirilen (her ne ise) ‘nevi şahsına münhasır’ kendine özgü bir ucubedir” diyerek konuyu noktalıyor.
Filli Boya reklamı, Haluk Levent’in “İzmir Marşı” ve de Nilüfer Gürsoy’un manifestosu…
 
Kampanyada “hayır”cılara “ilham veren” üç çıkış… bunlar oldu. Son haftaya girerken yenilerini bekliyoruz.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Hayır’da birleşelim - ÖZGÜR MUMCU

Başkanlık sisteminin parlamenter sisteme göre daha istikrarlı olduğu iddiası ne kadar doğru? Hele söz konusu 16 Nisan’da oylayacağımız gibi bir “başkancı” sistemse?
İktidar çevreleri başkanlığı istikrarın anahtarı gibi sunuyor. Gelgelelim bu anahtarın kilitte kırıldığı çok örnek var. Bize önerilen anayasa değişikliği, kuvvetlerin kesin ayrılığına dayanan başkanlık sistemi değil, kuvvetlerin tek bir kişide yoğunlaştığı başkancı ya da başkansever sistem. Bu sistem en çok Latin Amerika ve Afrika ülkelerinde geçerli. Bu ülkelerin siyasi tarihinin bir darbeler tarihi olduğu akıldan çıkarılmamalı. 

 
Latin Amerika başkanlık sistemlerinde istikrar konusunda yapılmış bir çalışma var. Profesör Kathryn Hochstetler’in Comparative Politics dergisinde 2006 senesinde yayımlanmış makalesindeki verilere göre 1978-2003 tarihleri arasında Latin Amerika’daki başkanların yüzde 23’ü dönemleri bitmeden görevden ayrılmış. Başkanların yüzde 40’ı ise ciddi toplumsal eylemlerle ve siyasi çalkantılarla karşı karşıya kalmış. 2003’ten sonraki gelişmeler de çok farklı değil.
Bu istikrarsızlığı yaratan ise kuvvetlerin tek elde toplanması, denetimsiz kalan başkanın halkın çıkarlarına aykırı neoliberal ekonomik politikalar uygulaması ve başkanın da karıştığı büyük yolsuzluklar olarak belirtiliyor. Beş başkandan birinin dönemi bitmeden görevden ayrıldığı aslen istikrarsızlık yaratan bir sistemden bahsediyoruz. 
 
Başkanlık Demokrasisi’nin Çöküşü (The Failure of Presidential Democracy) başlıklı mukayeseli inceleme ise adından anlaşılacağı üzere başkanlık sistemlerinde hükümetlerin parlamenter sisteme göre daha sıklıkla yıkıldıklarını örneklerle ortaya koyuyor.
Kaldı ki dünyanın gelişmiş ve zengin devletlerinin büyük bir çoğunluğu parlamenter sistemle yönetilmekte.
Başkanlık sisteminin istikrar getirdiğini söylemek bir hayli boş bir vaat. Bizde önerildiği şekliyle başkanlık sistemi başkanın diktatörleşmesinin yolunu açacak bir denetimsizlikle sakat. Hadi başkan iyi niyetli çıktı diktatörleşmedi diyelim. O vakit de başkanlığın kendi doğasından kaynaklanan istikrarsızlık sorunu ortaya çıkıyor.
Başkanlığın tarihi geleneğimize daha uygun olduğu iddiası da temelsiz. Aksine Osmanlı-Türk Anayasal geleneği parlamenter sistem üzerine kuruludur. Şayet kast edilen padişahlık ise, saray içi güç oyunlarıyla tahttan indirilen Osmanlı padişahlarının ne kadar çok sayıda olduğunu hatırlamak yeterli. 
 
Gücü bir kişide yoğunlaştırırsanız, siyaset göz önünde Meclis’te değil kapalı kapılar ardında sarayda yapılır. Bu da haliyle entrikalara, kumpaslara ve saray içi darbelere yol açar. Böylelikle demokratik yollarla seçilmemiş, siyasi gücü sarayda kaptıkları yere göre belirlenen birtakım insanlara iktidarı ele geçirme fırsatı verilmiş olur.
Özetle, 16 Nisan’da oylanacak anayasa değişikliği geçerse istikrarsızlığın ve saray içi ayak oyunlarının kapısı ardına kadar açılır.
 
Sayın Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasından, anayasayı bekleme odasına almasından ve dolayısıyla fiilen başkanlık sistemine geçmesinden bu yana yaşanan darbe girişimi ve terör saldırıları da başkanlık sisteminin ülkemize neler vaat ettiğinin bir fragmanı.
Türkiye gibi farklılıklar barındıran ve fay hatları gerilmiş toplumların yönetimde istikrar için ihtiyacı olan toplumsal uzlaşıdır. Bunu sağlayacak olansa çoğulcu parlamenter demokratik sistemdir.
Tarih ve siyaset bilimi bize açıkça bunu söylüyor. Göz göre göre memleketimizi uçurumdan aşağı atmamak için toplumun her kesiminin Hayır’da birleşmesi şart. Gelişmiş, zengin ve uzlaşmış bir toplum için Hayır’da birleşelim.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Tayyip Bey neden 16 Nisan’da ısrarcı? - ALİ SİRMEN





Türkiye’deki gelişmeleri izleyenlerin tam yanıtlayamadıkları soru şu:
-Tayyip Bey, bu anayasa değişikliğinde neden bu kadar ısrarcı?
İlk bakışta, 16 Nisan ile amaçlanan ve başka bir örneğine hiçbir yerde rastlanmayan “Türk usulü başkanlık” ile iktidarın bütün dizginlerinin Tayyip Bey’in eline geçmesi hedeflenmekte olduğuna göre, soru pek anlamlı değil gibi görünüyor.
Ama biraz düşününce pek de öyle olmadığı anlaşılacaktır.
Öyle ya, şu anda zaten yargının dizginleri Beş Tepe’nin elindedir. Beş Tepe yürütmenin de, hem resmi hem de fiili başıdır. Tayyip Bey, AKP üstündeki rakip tanımaz ağırlığı sayesinde TBMM çoğunluğunu da denetlemektedir. OHAL ve KHK’ler yoluyla da TBMM’nin yasama organının işlevi yürütmenin eline geçtiğine göre, 16 Nisan’da evet çıksa ne olur, hayır çıksa ne olur?


***
İrdeleme bu noktaya varınca Tayyip Bey’in muhalifleri ilk bakışta pek geçerli gibi görünen bir sav atıyorlar ortaya:
-Tayyip Bey anayasa değişikliğiyle kendini, geleceğini güvenceye almayı amaçlıyor.
Bu yanıtın da geçerliliği şu argümanla sarsılıyor:
-İyi ama demokrasi dışı iktidarlar, zaten normal demokratik yollarla devrilmezler ki. Tarihe bakın, bunların hangisi seçimle veya parlamento denetimiyle gittiler ki!
Doğrusu bu sav, insanı Tayip Bey’in 16 Nisan’da çıkacak olası bir “evet”e neden bu kadar bel bağladığı konusunda düşündürüyor.
Özellikle, 16 Nisan ertesinde belirginleşecek olan, etnik terör, bölgesel çatışmalar, ekonomik durum ve Tayyip Bey’in uluslararası arenadaki enterne edilmişliği göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin gittikçe yönetilemez hale gelmekte olduğu görülecektir.
Ortadoğu’da sınırlar, Türkiye’nin de toprak bütünlüğünü ilgilendirecek biçimde yeniden çizilirken, bölgede enterne edilmesi konusunda, ABD ile Rusya’nın görüş birliğine vardığı Tayyip Bey’in yalnızlığı, sakıncaları gittikçe daha barizleşen bir kişisel kusur olarak göze batmaya başlayacaktır.
Bu konumdaki Tayyip Bey’in “yedi düvele meydan okuyan lider” olarak sunulup, kabul ettirilmesi gittikçe olanaksız hale gelmekte.
Zaten şu sıralarda kamuoyunda esen rüzgârlar hiç de bu yönde değil.
Sosyal medyada dönüp duran şu ileti, durumun ne merkezde olduğunu çok güzel gösteriyor:
-Tarih böyle zafer görmedi! El Bab’ı almaya gittik. Kerkük’ü verdik. Döndük. 

***
16 Nisan ertesinde Türkiye’nin müttefikleri ve bu arada Almanya ile ilişkilerinin daha da gerilmesi bekleniyor.
Alman Der Spiegel dergisinde, 31 Mart günü çıkan bir yazı çok dikkat çekici.
Türkiye’nin, Japonya’dan Afrika’ya, Ulan Battur’dan Dar üs Selam’a, Kopenhag’dan Berlin’e bütün dünyada kendi yurttaşlarını takip ettiğini, bu iş için diplomatik görevlilerini MİT’i ve Diyanet’in yurtdışındaki imamlarını ve örgütlerini kullandığı, Almanya ve Avusturya’da bunların bir kısmı hakkında soruşturma açıldığı söylenen yazıdaki şu ifade de son derecede düşündürücü:
“...Açıkça belli oluyor ki Türkiye bu ülkelerdeki casusluk faaliyetini legal görüyor.”
Türkiye’de son zamanlarda, aralarında askerler, polisler ve öğretmenler de bulunmak üzere 130 bin kişinin işinden çıkarılıp takibata uğratıldığı da belirtilen yazıda Almanya’da Türk casusları tarafından takip edilenlerin, Türkiye’ye gitmeleri halinde kovuşturulacakları da yazılıyor.
Yazı, Türkiye ile Almanya arasında, 16 Nisan’ın hemen ertesinde patlak verecek ve tırmanabilecek yeni gerginliklerin habercisi. Buna bir de Türkiye’nin ülkelerindeki casusluk faaliyetlerine aracı olanları yargı önüne çıkaracaklarını söyleyen Avusturya Yeşiller Partisi’nin Güvenlik Sözcüsü Pils’in, Viyana ile de yeni bir gerginliğin ufukta olduğunu belirten açıklamaları eklediniz mi sandıktan evet de çıksa, Tayyip Bey için 17 Nisan’ın, 16 Nisan’dan daha kolay olmayacağı görülüyor.
Öyleyse Tayyip Bey’in 16 Nisan’da bu kadar ısrarının hikmeti ne?

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Kılavuzlar, kargalar, burunlar ve Etyen Mahçupyan - TAYLAN KARA

Nilüfer Göle
Asaf Savaş Akat
Baskın Oran
Fuat Keyman
Etyen Mahçupyan

***

Bu isimler size ne çağrıştırıyor?
Yetmez ama evet?
İktidar destekçiliği?
Başbakan danışmanlığı?
TRT programcılığı?
Akil adamlık?
Burkanın ne cici şey olduğu?
Yukarıda sayılan isimler, “Güncel Türk Siyaseti ve Politik Akımlar” başlıklı siyaset okulunda ders verecek kişilerdir. (1)
Organizasyonun tanıtım yazısında şunlar yazılmış:
“2017 yazında yapacağımız bu yazokulunda, kaotik Türk siyasi ortamından bir süreliğine uzaklaşıp, yıllardır meydana gelen olayları kuş bakışı bir perspektiften incelemek istiyoruz. Bunu yaparken, amacımız bir noktada politik felsefeyle siyaset dünyasının ilişkisini ortaya koymak. Yazokuluna katkıda bulunacak hocalarımızın siyasi hayatla içli dışlı olmaları ve aynı zamanda da teorik çalışmalarına devam ediyor olmaları katılımcılar için bu yazokulunu daha da yararlı kılacaktır.”

***

Bu isimler Türkiye’nin siyaseti ya da siyasal tarihiyle ilgili acaba ne anlatacaktır?
Aslında bu isimler, söylemek istediklerini zaten yıllardır söylemektedir. 10 yıldan fazla bir süredir bu isimler televizyondan televizyona, gazeteden gazeteye koşmuş; söyledikleri ve yazdıkları sistematik bir şekilde toplumun aklına pompalanmıştır. Bu isimler, yıllardır vahşi bir şiddetle ülkenin düşünce dünyasını damgalamıştır.
Bu isimlerin yazdıklarından birkaç örnek verecek olursak, bu okulda neler anlatacaklarını da tahmin edebiliriz. Bu, bir anlamda bu okulun yayımlanmış “ders notları” olarak kabul edilebilir.
Bu yazının konusu bu isimlerden Etyen Mahçupyan.
E. Mahçupyan Zaman gazetesinde “Bu adamı beğeniyorum vesselam”  başlıklı yazısında meşhur G. Soros hakkında şunları yazmıştır:
“[B]ir işadamının servetini demokratlaşma ve özgürleşme gibi amaçlara hasretmesi dünyanın hiçbir yanında kolay değil. Bu tür ‘hevesler’ kişiyi hem kendi camiası içinde hem de devlet nezdinde tehlikeli kıldığı ölçüde, ticari faaliyetinin de baltalanmasına neden olur. Ne var ki [George] Soros bir Macar göçmeni… Geldiği dünyanın bütün aksaklıklarını bilme yanında, şimdi içinde yaşadığı dünyanın zafiyetinin de farkında. Belki de hayat ona hayatın anlamını bilme fırsatını daha çok tanıdığı için, o da bu bilgiyi hayatı değiştirmeyi hedefleyen bir cesaretle kullanabilmekte." (2)
G. Soros’un ne kadar şirin bir sevgi kelebeği olduğunu hala anlayamadınız mı!

***

E. Mahçupyan, 1994’ten beri “İslami duyarlılığı ağır basan” partilere oy verdiğini hiç saklamamıştır.
“İslami duyarlılığı ağır basan siyasi hareketlere ilk kez 1994 yerel seçimlerinde oy verdim. O günden bu yana da, baskın oran'ın bağımsız aday olduğu 2007 genel seçimleri hariç, her düzeyde bu geleneğin partilerini destekledim. Bu hafta sonu bir seyahatte olacağım... Ama eğer oy kullanabilecek olsaydım, yine tereddütsüz bir biçimde AKP'yi desteklerdim." (3,4)
Bir diğer söyleşisinde ise oyunu 11 kez AKP’ye verdiğini açıklamıştır. (5)
Bu desteği karşılıksız kalmamış, ödülünü almış ve “başbakan başdanışmanlığı”na kadar “yükseltilmiştir”.

***

Aşağıdaki “derin felsefi düşünce üretimi” de ona aittir.
“AKP ve BDP varken sol partiye ihtiyaç yoktur." (6)

***

“Cemaat de bugün kendi içinde herkesi kontrol edemiyor bence. O zaman da cemaat adına davranan, aslında hiç öyle bir sorumluluğu, yetkisi, yeteneği olmamasına rağmen, öyle davranan insanlar var. Sonra onların davranışları gelip cemaate yapışıyor." (7)

“Fethullahçı sevgi kelebekleri”nin ne suçu olabilir! Kendileri iyi de içlerindeki bir kaç çürük elmayı bütüne mal etmenin ne alemi var öyle değil mi! E. Mahçupyan, dün, devletin bütün kurumlarının anahtar teslim armağan edildiği Fethullahçı çeteyi övebilir, ama devran dönüp de bugün onlar tu kaka olunca hiçbir şey olmamış gibi akıl vermeye devam edebilir.

***

Ahmet Şık yayımlanmamış bir kitabı nedeniyle 2011’de “Fethullahçı sevgi kelebekleri”  tarafından tutuklandığında, Zaman gazetesindeki köşesinde “Çorbadaki Kıl” başlıklı bir yazı kaleme almıştır:
“Şık'ın kitabının adı 'İmamın Ordusu' imiş. Gülen hareketi ile ilgili kitap yazmaya kalkan, bu hareketin Emniyet içindeki yapısını gerçekten analiz etmek isteyen birinin bu başlığı tercih etmesi pek inandırıcı değil. Bu başlık okuyucuyu tahrik eden, içeriğinin saldırganlığını daha ilk cümleden belli eden nitelikte. Karşımızda bir gazeteciden ziyade, ideolojik bir aktivist olduğunu ima eden bir tercih bu... Tabii her yazarın kitabına istediği adı vermesi doğaldır ama her adın bir işlevi vardır ve bu örnek meselenin salt gazetecilik olmadığını söylemekte. Şık, gözaltına alındığında da "dokunan yanıyor" demişti. Oysa Gülen hareketinin aleyhine ağır iddialarda bulunan onlarca kitap yayımlandı ve hiçbirinin yazarı 'yanmadı'. Demek ki mesele dokunmak değil, dokunurken ne yaptığınız, neyin parçası olduğunuz. Şık'ın gösterdiği bu refleks, maalesef kendi yaptığına nesnel bakmadığını, gazeteciliğin gereğinden uzaklaşmış olabileceğini akla getiriyor." (8)

***

E. Mahçupyan,  sadece kendi uğraştığı alanı bilmekle kalmayıp aynı zamanda her şeyi bilmektedir. E. Mahçupyan’ın bilmediği hiçbir şey yoktur.
09 Ekim 2000 tarihli Yeni Binyıl Gazetesi’nde şu inanılmaz yazıyı yazmıştır.
“Kanser hakkında yüzyılın ikinci yarısında Livingstone, Jackson, Diller ve Seibert gibi bilimkadınları tarafından tamamen kanıtlanmış olan şu gerçekleri ortaya koydu:
Kanserin nedeni tüm canlılarda var olan pleomorfik bir bakteridir…
Kanser, yiyecek ve kan yoluyla bir canlıdan diğerine geçebilen bulaşıcı bir hastalıktır…
Kanser başladıktan sonra bakteri kanserli hücreyle birlikte davranır ve onu koruyup büyüten bir hormon üretir. Adı hcg (human choriogonadoprotic hormone) olan bu hormon insan fetusunu anne rahminde koruyan hormonun ta kendisidir! " (9,10)
Şu birkaç cümleye bu denli zırvalık, kibir, özgüven, çokbilmişlik yüklemek gerçekten büyük bir yetenek işidir. Böylesine bir cüretle kanserin nedeninin bir bakteri olduğunu bu kadar kendinden emin olarak yazmak için sadece bu konuda derin bir bilgisizlik yetmez, hiçbir fikrinin olmadığı konularda ahkam kesecek kadar kibirli olmak da gerekir.
Bunlar artık çok sık kullandığım bir deyimle “yanlış bile değil”dir, birer zırvalıktır.
Böyle zırvalıklardan yüzlerce evet yüzlercesi internette dolaşır, bu da bunlardan birisidir.
E. Mahçupyan, hiçbir fikrinin olmadığı, adını bile doğru düzgün yazmayı beceremediği  (hcg’nin açılımı,  “human choriogonadoprotic hormone” değil  “human chorionic gonadotropin”dir.) bir konuda ahkam kesmektedir.
Şu yukarıdaki birkaç cümlede o kadar çok zırvalık (yanlış değil) vardır ki, bu konuda asgari bilgi sahibi olan herhangi biri bile bunu ancak “deli saçması” diye nitelendirebilir. Şu kadarını söyleyebilirim ki E. Mahçupyan’ın bu yazdıkları “dünyanın düz olduğu”, “Mars’ın arkasında bir çaydanlık olduğu” ya da “atom diye bir şeyin olmadığı”nı söylemekle eşdeğerdir.

***

“AKP ise yaptıkları ve yapamadıkları ile samimiyet testinden geçmiş durumda ve açıkça söylemek gerekirse Kürt meselesinin çözümü açısından tek anlamlı siyasî aktör konumunda. Kürtlerin özgürlük ve eşitlik hakları, en azından bir on yıl daha, BDP'nin olmadığı bir dünyada çözülebilir, ama AKP'nin olmadığı bir dünyada çözülemez. (11)"

***

2009 ‘da yazdıkları aşağıdadır:
"Kritik nokta ise tabii ki seçimler... Çünkü bu seçimler yerel yönetimlerle ilgili olmayacak. AKP iktidarının yüzde 45 civarında oy alarak konumunu tescil ettirmesi, askerî vesayetin sona ereceği yeni bir dönemin de başlangıcını ima edecek. Buna karşılık oyların yüzde 35’e inmesi, Türkiye’nin hâlâ ‘eski’ rejimden kurtulamadığının göstergesi olacak." (12)
Görüldüğü gibi E. Mahçupyan’a göre, yerel seçimlerde Melih Gökçek’e ya da Kadir Topbaş’a oy vermezseniz askeri vesayet devam edecektir.

***

Aralık 2014’te şunları yazmıştır:
“Dolayısıyla esas meselemiz yolsuzluk değil, onu malzeme haline getiren büyük kavgamız. Kısacası AKP’nin hâlâ hazmedilememiş olması… O nedenle de yolsuzluklar son kertede iktidarın yaptığından ziyade iktidara yapılan bir şey… (13)

***

Bu örneklerden onlarcası vardır. Bu konuda ansiklopedi bile yazılabilir.
E. Mahçupyan ve geçmişteki yazıları niçin bu denli önemlidir?
Çünkü bu yazıları yazan kişi, çok değil birkaç yıl öncesine kadar toplumun aklına muhalif diye pompalanıyor ve sistematik bir şekilde sol düşünceye müdahalede bulunuyordu.
E. Mahçupyan Türkiye’nin siyaseti ya da siyasal tarihiyle ilgili ne anlatabilir?
Her ne kadar derslerin başlıkları henüz ilan edilmemiş olsa da yukarıdaki alıntıları dikkate alarak aşağıdaki başlıkları öneriyorum:
-Sevgi kelebeği olarak Soros 1
-Sevgi Kelebeği olarak Soros 2
-İleri Soros güzellemeleri (Seçmeli Ders)
-AKP’ye oy vermeyenlerin Ergenekonculuğu
-Muhterem Hocaefendi Hazretleri ve çorbadan kıl çıkarma teknikleri
-Nasıl bu kadar bilgiliyim?
-Kopernik yalanı ve Batlamyus Gerçeği
-İleri başdanışmanlık kursu (Ekstra ücrete tabidir)

***

Geleceğin büyük siyaset bilimcilerine önemle duyurulur.

Taylan Kara / SOL

taylankara111@gmail.com
Kaynaklar
1. https://arkhesiyaset.wordpress.com/
2. http://derinsular.com/george-soros-etyen-mahcupyan/
3. http://www.milatgazetesi.com/erdogan-in-onunu-kesemezler-haber-57069#.U_...
4. http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1144585&title=genis-fotograf
5. http://t24.com.tr/haber/mahcupyan-ergenekon-kck-ve-cemaat-tartismalari-s...
6. http://www.zaman.com.tr/etyen-mahcupyan/yeni-sol-akp-ve-bdp_2076083.html
7. http://www.sabah.com.tr/gundem/2014/03/28/zaman-yazari-mahcupyan-kararin...
8. http://www.yarinlar.net/ibret-i-alem/hrant-in-kemikleri-sizlarken-corbad..., Zaman Gazetesi, 10 Mart 2011         
9. http://www.yenisafak.com/arsiv/2000/kasim/01/g7.html
10. http://arsiv.sabah.com.tr/2000/11/11/z06.html
https://eksisozluk.com/entry/7538523
11. http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1032
12. http://www.taraf.com.tr/makale/3600.htm
13. http://m.t24.com.tr/haber/etyen-mahcupyan-yolsuzluklari-iktidar-yapmadi-...

AKP’nin ‘Hayır’ planı: ‘Evet’ çıkana kadar devam! - YAŞAR AYDIN

Erdoğan, referandum sürecinin son düzlüğünde ‘Evet’ cephesinin tek sürükleyicisi durumuna geldi. Sadece onun konuştuğu meydanlar doluyor. Bu durum o kadar net ki meydanların boş kalmasından korkan AKP Kayseri İl Örgütü, Erdoğan’ın mitinge katılmayacağının bilinmesine rağmen son gün üyelerine çektiği telefon mesajında “Cumhurbaşkanımızın katılımıyla” ibaresini koymak zorunda hissediyor.
Erdoğan dışında bir başka kesim daha televizyon aracılığı ile ‘Evet’ propagandasına dahil oldu. Bu kesim halkın vergileri ile toplanan paralardan yüksek maaşlarını ceplerine indiren Cumhurbaşkanı Başdanışmanları.

Onlar yazdı onlar anlatıyor
Anayasa paketi önümüze geldiği ilk andan itibaren yazdığımız konuştuğumuz bir şey vardı ki o da paketin Saray’ın ihtiyaçları gözetilerek Saray’da kotarıldığı idi. Erdoğan, Saray’da danışmanları ile yazdığı anaysa metniyle halkın karşısına çıktı. Referanduma sayılı günler kala danışmanlar bir kez daha sahada. Danışmanlar televizyon ve gazeteler aracılığı ile ‘Evet’ propagandası yapıyorlar. Erdoğan, “kendi yazdıkları metni en iyi onlar savunur” anlayışıyla olsa gerek danışmanlarının televizyon ve gazetelerde ayrıcalıklı yer bulmasını sağlıyor.

‘Evet’e ayrı ‘Hayır’a ayrı senaryo
Danışmanların gazete ve televizyonlardaki demeçlerinden anlıyoruz ki Saray’da referandum sonuçlarına göre ayrı ayrı senaryolar şimdiden konuşulmaya ve hazırlanmaya başlanılmış durumda.
‘Evet’ çıkması durumunda seçim ve siyasi partiler yasası olmak üzere çeşitli değişiklikleri süratle Meclis’e getirmek ilk işleri olacak. 2019 yılını beklemeden yapılacak bir erken seçimin tüm yasal hazırlıklarına başlanıldığını hem Erdoğan’ın hem de danışmanlarının açıklamalarından anlıyoruz. Daha dün televizyona çıkan AKP kurucularından ve eski milletvekili, yeni başdanışman Reha Denemeç, ‘Evet’ sonrası yapılacak yasal değişiklikleri detayları ile anlattı. Sanırız birçok AKP’li de bu konulara dair tasarrufları ilk kez dün televizyondan öğrendi.

Hayır’a iki aşamalı senaryo
Yine danışmanlardan aldığımız bilgiye göre halkın ‘Hayır’ demesi çok bir şeyi değiştirmeyecek.
Çok dillendirilmese de referandumda ‘Hayır’ çıkması durumunda atılacak adımlar konusunda da bir çalışma yapılmış görünüyor. Habertürk gazetesine konuşan Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’dan öğrendiğimize göre referandumda ‘Hayır’ tercihinin kazanması sadece başkanlığı geciktirecek ama engelleyemeyecek. Uçum, açıkça yeni bir takvim ve içerikle başkanlık gündemine devam edileceğini ifade ediyor.
Kendi sözcükleri ile öncelikle halkın itiraz ettiği noktalardan başlayarak süreç yeni baştan işletilecek. İlk adımla birlikte halkın yanlış bir tercihte bulunduğunun kavratılması için çalışmalarda bulunulacak. Bu konuda AKP’nin en uzman isimi Burhan Kuzu. 7 Haziran seçimleri sonrası misyonuna uygun bir dili şimdiden kullanmaya başladı. Tehdit ve daha sonrasında rıza üretmeye dönük hamleler olacak.
Sonra sıra zaman kaybetmeden Erdoğan’ı başkan yapacak hamlelerin dizilmesine gelecek.

Başkan yardımcısı mı olacaklar?
Danışmanların ekranlara ve gazete sayfalarına bu denli egemen olmaları ve neredeyse her konuda görüş belirtmeye başlamaları ile birlikte Ankara kulislerine yeni bir dedikodu malzemesi de vermiş oldular. Kulislerin yeni gündemi başdanışmanlardan hangi isimlerin olası bir ‘Evet’ sonucu sonrasına başkan yardımcısı görevine getirileceği. Yine Ankara kulislerine göre Erdoğan bu konuda çok cimri davranmayacak. Bugün ortalıkta dolaşan ‘jöleli’ dahil birçok ismin başkan yardımcılığı beklediği konuşuluyor. Bu kadar da olmaz denilebilir. Ama son bir haftaya bakınca da danışmanlıktan başkan yardımcılığına uzanmak isteyen çok fazla ismin olduğunu söylemek mümkün sanırım.

Yaşar Aydın / BİRGÜN

‘SÖZ’: PKK sana söylüyorum, IŞİD sen anla! - TAYFUN ATAY

“Söz”, ilk kullanımını yanılmıyorsam eski başbakan Ahmet Davutoğlu’nda bulduğumuz “kokteyl terör” tabirinden ilhamını almış gibi görünen bir “referandum dizisi”.
Önceki hafta Kanal D’de başlamış olan “İsimsizler” öyle değil… O, “safkan” mahiyette karşımıza “antagonistik temsil” olarak PKK’yi çıkaran bir dizi.
Bu arada BDP-HDP sürekliliğinde parlamenter performans sergileyen Kürt siyasi hareketini de bu “antagonizm”in içine doğrudan, tereddütsüz ve iç rahatlığıyla dâhil eden bir dizi…
Sadece 1 Kasım 2015 seçimleri öncesinde başlayıp sonrasında giderek şiddetlenen Güneydoğu’daki çatışmalardan bol malzeme devşirerek kurguya yansıtmakla kalmayan, önceki yıllara da uzanan, mesela BDP milletvekili Sebahat Tuncel’in 2011’deki polis tokatlama olayına bile göndermede bulunan bir dizi…
Dolayısıyla “İsimsizler”in “lânet odağı”nda Güneydoğu’daki şiddet ve çatışma, dolayısıyla PKK var.
Zaten bu kurgusal “doğrudan”lıktan ötürü, dizinin başında 2016’da Mardin-Derik’te makam odasına yerleştirilen bombayla hayatını kaybetmiş kaymakam Muhammed Fatih Safitürk yâd edilmekteydi.
“SÖZ” ise bu bakımdan “İsimsizler”in tersine, sanki bilinçli de denilebilecek bir muğlaklıkla yola koyuldu.
O yüzden de onun başlangıcında “Bu dizideki hikâye ve karakterlerin gerçek kişi ve olaylarla ilgisi yoktur. Tamamen hayal ürünüdür”notu dikkatimize sunuluyor.
Bununla birlikte kurguda ihtiyaç duyulan terör-vurgulu “antagonizm”, Güneydoğu’da yaşanan korkunç olaylara andırım içinde mi, evet. Ama öte yandan, daha çok IŞİD üzerinden aşina olduğumuz terör pratiğini çağrıştıran bir kurgusal örüntü de mevcut.
Mesela seyrimize çıkarılan “hayali” terör örgütünün kaçırdığı genç kızın arkasında yüzü siyah maskeli teröristler eşliğinde video kaydının yapıldığı sahne, bize IŞİD’den çağrışımlı! Keza daha çok IŞİD görsellerinden tanıdık olduğumuz “siyah” renk sembolizmi, özellikle altı kırmızı üstü siyah zemin üzerine siyah kılıç ve kalaşnikof çaprazlamasıyla şekillenen bayrak da öyle. “Eğer tutuklanan arkadaşımız serbest bırakılmazsa düşman Türk devleti rehinesinin kafasını kesip göndereceğiz” retoriği de buram buram IŞİD esinlenmesi kokuyor. Nihayet, kahraman Erdem yarbayımız, namı-diğer “Survivor Nihat”ın (Altınkaya) kızının rehine tutulduğu bölgenin Irak’ın kuzeyi olarak kaydedilmesi de kurgusal rotayı IŞİD’e kırmakta gibi...
Demek ki dizimiz, bir dinamik-müphemlik eşliğinde izleyiciye sanki, “Hayal dünyanda bir PKK’den, bir IŞİD’den yana esen rüzgârların aheste gelgitinde seyret bizi kardeşim” diye seslenen bir “geçişli-terör” kurmacası sunuyor.
Belki de şu mu diye düşünmeden de geçemiyor insan: Ortalama muhafazakâr seyircinin imgeleminde ağırlık merkezi oluşturan “etno-antagonistik” unsura (PKK) sembolik vurgular öncelenirken, selefi-cihatçı bir örgütsel dehşeti deneyimleyen seküler toplumun nabzını tutmak üzere de “dinî-antagonistik” unsura (IŞİD) dokunmadan, dokundurmadan edilememiş!..
Böyle midir, bilemiyoruz! Niyet okuma gibi bir hedefimiz yok, hoş olmaz, o yüzden daha da uzatmak gereksiz ve yersiz.
Sadece bir hissiyatı paylaşmak istedim.
Bu hissiyatla bağlantılı olarak diyebilirim ki kendisini gayet açık-seçik sunan, niyetini bas bas bağıran “İsimsizler” (elbette içeriği olumlama anlamında söylemiyorum!) daha “samimi” göründü bana…
“SÖZ” ise daha temkinli ve ketum bir “sentetiklik” içinde sanki…
Bakalım seyirci, hangisine daha çok prim verecek?


Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Bir ziyaret!’ - Meriç Velidedeoğlu

“Çadır Toplantısı”, “Çadır Mahkemesi” derken şimdi şimdi bir de “Çadır Ziyareti” oluştu...
Bu “ziyaret”e değinmeden önce, yürürlükteki “TC Anayasası”na göre Cumhurbaşkanı’nın:
• “Tarafsız” olması,
• Bu ilkenin, “Cumhurbaşkanı Yemini”nin içinde yer alması,
• Yeminin de, “namus”, “şeref” üzerine yapılması,
• Bu yeminin, “Büyük Türk Milleti ile tarih huzurunda yapıldığının belirtilmesi”nin temel kural olduğunu anımsayalım.

Demek ki, “Cumhurbaşkanı” seçilen kişi, “tarafsız” olacağına, “namus ve şerefi” üzerine “yemin” etmiştir, böylece bu “tarafsız” durumunun dayanağı da, o kişinin “namus ve şerefi” olmaktadır, ister istemez.
Ve değerli dostlar, ülkemizde “16 Nisan”da bir “Referandum” yapılacak, “Anayasa” değişikliğine ya “Evet!” ya da “Hayır!” diyeceğiz, yapılan her referandum da olduğu gibi; öyle değil mi?
Kuşkusuz “Cumhurbaşkanı” da oyunu kullanacak, ya “Evet!” ya da “Hayır!” diyecek, bilemeyiz; bizler rahatlıkla açıklarız da, kendisi “namus” ve “şerefi” üzerine “tarafsız” kalacağına “yemin” ettiğinden, kesinlikle bilemeyiz...
Olması gereken bu; öyle de, Cumhurbaşkanı, “R. Tayyib Erdoğan” olunca, işler şaşılacak ölçüde karışıyor; öyle ki oyunun ne olacağı bir kenara, il, ilçe, bucak demeden “kazan-kepçe” örneği, “EVET!” için açıkça propaganda gezileriyle ülkeyi kepçeliyor...
Kendisinin -dört dörtlük- başka bir “tarafsızlık” örneği de, “HAYIR!” diyenleri, “terörist” olarak ilan etmesi...
Bu denli ileriye giderek, “tarafsızlık ilkesi”ni çiğnemesi, bu ilkenin dayanaklarından olan “namus ve şeref”i de gündeme getirir elbet; çünkü bunların da -ister istemez- çiğnenmesi söz konusu; en azından “yemin” edenler ve elbette bu “namus, şeref” konusunu “önemseyenler” için... Ne dersiniz?
Ve sıra geldi “Çadır Ziyareti”ne; geçen ay sonunda (28.3.2017) İstanbul Sarıyer’de, “AKP”nin şarkılarını çalan “EVET!” çadırını ziyaret etti Cumhurbaşkanı Erdoğan; görevli gençlerle söyleşip, “hatıra fotoğrafı” da çektirip başarılar dileyerek ayrıldığında, az ileride “HAYIR!” çadırındaki görevli “terörist gençler(!)”in daveti üzerine bu çadıra doğru yöneldi, memnuniyetini belirten bir görünümle... 



Memnun olmakta haklıydı; bu bir fırsattı, ne denli “tarafsız (!)” bir “Cumhurbaşkanı” olduğunu göstermek için...
Ne var ki “Erdoğan”, hızla çıkmış bu çadırdan, soluğu ancak “Samsun”da almış; miting alanında bekleyen “Samsunlulara” anlatmış, “Hayır!” çadırındaki dakikalarını; gençlere “Niçin hayır diyorsunuz!” diye sorduğunu, onların da “Çağdaş bir Türkiye istiyoruz!” diyerek yanıtladıklarını söylemiş dertli dertli...
Doğrusunu isterseniz, bu “Hayır!” çadırının gençleri çok yerinde bir yanıtla, “tuzak” bir istekte bulunmuşlar, “çağdaşlık” diyerek, “Erdoğan” da yakalanıvermiş, “Neyiniz eksik?” diye sorduktan sonra başlamış saymaya: “Yollar, köprüler, hızlı tren, oto yolları ve ötekiler...”
Erdoğan’ın “çağdaşlık anlayışı” böylece ortaya dökülünce, ülke yönetiminin başındaki hele yönetimin bütün yapılanmasını avcunda tutan kişinin “kültürel yapısı”nın, dolaysiyle mayasının ne denli önemli olduğu bir kez daha belirdi.
Bu yapının tam anlamıyla “iç yakıcı” bir sonucu da, “yargı” kararıyla ortaya kondu bu hafta başında; suçlarının ne olduğunu bilmeden “5.5 aydır” tutuklu olan “on bir”, tutuksuzları da içeren-gazetemiz “Cumhuriyet”in, yazarları, bir çizeri, yöneticileri, savunmanları hakkında bir “iddianame” oluşturuldu.
Bildiğiniz gibi değerli dostlar, “Kumpas Davaları”yla, ilki olan “Ergenekon Davası”nın savcılığını üstlenmek isteyen “Başbakan Erdoğan”ın bu durumuyla, iyice “guguk” durumuna düşürülen “Hukuk”, bu dava ile, bu “iddianame”yle, “guguk” dönemini de geride bırakıp “mukuk”laşma dönemine girmiş olmuyor mu?
Yine her an “yanı başlarında” olacağız, tüm maskaralıklara karşı u231 çıkarak!

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Neden üç yıl beklendi ki? - ÇİĞDEM TOKER

Bir an. 11’i tutuklu 17 yazar, yönetici, avukat ve muhabiri için hazırlanan iddianameyle ilgili şu vahim tabloyu unutalım:
-Soruşturmayı da, Cumhuriyet yazar ve yöneticilerini gözaltına aldırarak 5 aylık tutukluluk sürecini de başlatan savcının FETÖ sanığı olarak yargılanışı...
-305 sayfalık iddianamede, ceza yargılamasında karşılığı bulunan somut tek delil sunulamayışı...
-Delil diye sunulanların “irtibat”, kanaat ve izlenimden ibaret oluşu...
-Gazeteciliğe, -O zamanki anılışıyla Cemaat’in yargıda etkin olduğu zamanları hatırlatır tarzda- sınır çizme, kamu yararını değil, devleti önceleyen rol biçme, yeni tanımlar getirme çabaları...
-Yan yollardan dolanarak, özel hukuk hükümlerine tabii vakıf meselesi ile bu soruşturma arasında bağ kurulması...
Evet; aslında biri bile iddianameyi boşa çıkaracak nitelikteki bu unsurların hepsi bir kenarda dursun. İddianame, Cumhuriyet’e, “yayın çizgisinin değiştiği 2013’ten bu yana, terör örgütlerinin savunucusu ve kollayıcısı olduğu” suçlamasını yöneltiyor. Bahse konu terör örgütleri de:
FETÖ/PDY, PKK/KCK, DHKP-C. 
 
Türkiye’nin mükemmel bir hukuk devleti olduğu varsayımı altında, üç terör örgütünü aynı anda savunup kollamak yeterince ağır bir suçlama, öyle değil mi? O vakit aynı varsayım altında sayın savcılara şu basit soruyu sormak, gazeteciliğe dahildir:
Madem ki, üçü de birbirinden tehlikeli, birbirinden korkunç, birbirinden devlet düşmanı bu terör örgütlerinin aynı anda savunuculuğu ve kollayıcılığı yapıldı; yapılmakta.
Üstelik bu kollayıcılık ve savunuculuk iddianameye göre 2013’ten bu yana sürmekte.
Lütfen izah eder misiniz, neden Ekim2016’ya kadar beklediniz? Üç terör örgütünün kollayıcılığını eşzamanlı yapan kişi ve kurumların, bu suça meyyal olduğunu anlamak için dört yıl mı geçmesi gerekiyor?
 
Savcının gizlediği gerçek
Bir iddianamenin kalın olması, hukuken yetkin olduğu anlamına gelmiyor. Misal, iddianamede, “Yayın politikası değişimiyle bağlantılı diğer göstergeler” arasında anılan bir bölüm var: “Tirajındaki düşüş.”
Bu bölüm, tarihsel ve olgusal bir gerçeği gizleyip maskeliyor. Şöyle: İddianame, tiraj düşüşü tarihinde başlangıç olarak 1 Ocak 2008’i almış ve demiş ki:
“Tirajdaki günlük ve aylık düşüşler; okuyucunun Cumhuriyet gazetesinin yayın politikasında meydana gelen radikal değişikliğe yönelik tepkisini ortaya koyduğu görülmektedir.”
1 Ocak 2008’den başlatılan düşüş, yayın politikasını değiştiren yöneticilerin suçu gibi anlatıyor. Fakat aslında Cumhuriyet’e 2008’de düzenlenmiş Ergenekon kapsamındaki operasyonu ve bu operasyonun Cemaat-AKP ortaklığında yapıldığını gizliyor.
Tirajın günlük 80 bin rakamlarına ulaştığı 2008’de, Cumhuriyet’in İmtiyaz Sahibi ve Başyazarı İlhan Selçuk ile dönemin Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ın gözaltına alındığı Ergenekon operasyonunu, savcıların hatırlamama ihtimali düşük olsa gerek.
Veriler, Cumhuriyet tirajının, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın “Savcısıyım” dediği Ergenekon kapsamındaki operasyonlar sonrası düştüğünü gösteriyor. Yayın politikası değişikliğine bağlı olarak değil.
Velhasılı, tarihsel olguya ve açık rakamlara dayalı bir konuda dahi, gerçeğin üzerinin örtüldüğü bir metinden bahsediyoruz.
Küçük tanıkların canlı yayında “gebereceksiniz” tehditleri kadar açık.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ GÜNDEM -10 Mayıs 2025 -

Paşa torunu emekli maaşını övdü - Zekeriya ALBAYRAK/Sözcü- Türkiye’de her 4 emekliden birisi 15 bin lira aylıkla geçinmek zorunda kalırken A...