12 Nisan 2017 Çarşamba

Erdoğan’ın en tehlikeli mesajı! - Ayşenur Arslan

Yaptıkları, yapacaklarının teminatı. Çırak, usta ve şimdi de REİS olarak Türkiye’yi adım adım hizaya getirdi. Geriye rejimin adını koymak, bunun için de başkanlık sistemini getirmek kaldı.
Bunun için “EVET” istiyor. Tek adam olmak... Tek adam olarak her konuda “tek başına” karar vermek... Ülkeyi; yasaları, kurumları ve insanlarıyla hayalindeki gibi yoğurmak istiyor.
Ve öyle anlaşılıyor ki, bu hayaline ulaştığı zaman, dünya da ahiret de ondan sorulacak.
Baksanıza, Bursa’da konuşurken ne dedi:
“Buna (anayasa değişiklik paketine) karşı çıkacağım derken dünyanızı da ahiretinizi de tehlikeye atmayın.”
Doğrusu bu, anayasası ve yasaları laiklik temelinde düzenlenmiş bir ülkede yaptırım gerektiren bir ifade. ANAYASA –özellikle laiklik bağlamındaki hükümleriyle- HENÜZ YERİNDE DURDUĞUNA GÖRE, bir cumhurbaşkanı yurttaşların “ahireti” hakkında görüş belirtemez. Uyarıda bulunamaz. Hele hele bu yolla hiç oy isteyemez.
Dahası bu, dilinden hiç düşürmediği İslam’a da aykırı. Hiç kimse, insanların ahireti konusunda söz ve karar sahibi değildir. Olamaz. İslam’a göre, ahiret, yani cennet ya da cehennem konusunda hüküm sadece ve sadece Allah’ındır. Aksi de şirk koşmaktır. Yani, inançlarına göre en büyük günahtır!Yani; kendinizi ister demokrat, ister sosyalist, isterseniz bir mümin olarak niteleyin Erdoğan’ın bu sözlerine tepkisiz kalamazsınız.
Peki, öyle mi oldu?
Olmasını beklemiyordum. Gördüğüm kadarıyla da olmadı.
Zira, cümlenin içinde inanca / İslam’a dair herhangi bir ifade, tek bir kelime bile sesleri kısmaya yetiyor.
Siyasetçiler, sıradan insanlar, köşeciler, aydınlar topluma ters düşmekten... Dışlanmaktan... Kimi zaman aslında inançsız olduğu halde yine de “inançsız” sanılmaktan... Kısacası akıntıya karşı yüzmekten korkuyor. Korktukça geriliyor. Geriledikçe sahip olduğu yaşam alanını kaybediyor ve daha çok korkuyor.

                                                                           • • •

Pakistan’ın başının derdi Lal Mescit’in imamı Molla Aziz, binlerce genci mücahit, silahlı militan ve hatta intihar eylemcisi olarak yetiştirmekle açıktan övünüyordu. Çünkü, içinde bulundukları durumu “savaş hali” olarak niteliyordu:
“Biz şeriat istiyoruz, onlar (Pakistan yönetimi) istemiyor. Bu, konuşup tartışarak değil ancak savaşla çözülebilecek bir sorun.
Kuran şeriatını hakim kılmak istiyorsak savaşacağız.”
Elbette, Molla Aziz ile Erdoğan arasında bir benzerlik yok. Kıyaslamıyorum da.
Ancak şunu düşünmenizi istiyorum:
Erdoğan’ın iktidara geldiği ve kimi liberal demokratın onun iktidarından “demokrasi” umduğu yılları düşünün... O yıllardaki AB heyecanını, demokrasi palavralarını hatırlayın. Bir de geldiğimiz noktaya bakın. Aradaki fark çok büyük. Çok önemli.
Türkiye’de başlıca tam 22 tarikat / cemaat faaliyette. Aralarında Gülenciler ya da Süleymancılar, İsmail Ağa gibi çok bilinenleri de var... Cerrahiler gibi sanat dünyasının ilgi duyduğu tarikatlar veya İcmalciler, Kırkıncı Hocacılar gibi az bilinen cemaatler de…
Sadece Gülen Cemaati’nin okulları, yurtları ile Türkiye’yi nasıl kuşattığını (onca yazılıp çizilene inanmayanlar dahil) herkes somut biçimde gördü.
Onlara yönelik operasyonlar vesilesiyle, örneğin bir savcının Süleymancı olduğuna da tanıklık etti.
Bu arada, zavallı yoksul çocukların can verdiği yangınla, ortaya tarikat yurtlarına dair bir başka örnek çıktı.
Bunlar buz dağının üstü. Kim bilir tarikat / cemaat örgütlenmesi ve medreseleri hangi boyutlarda…
Bu topraklarda kim bilir kaç Lal Mescit faaliyette...
Pakistan, Afganistan hep böyle değildi. ABD’nin ve genel olarak Batı’nın Sovyetler’e karşı oluşturduğu “mücahit ordusu” bugün başta onların olmak üzere Dünya’nın baş belası.
ABD’nin süper güç olabilmesi için zavallı ülkeler feda edildi. Sıra şimdi Türkiye’de mi acaba?
Yoksa, Gaziantep’te herkesin bildiği IŞİD Mahallesi varlığını sürdürebilir mi?
Bir Cumhurbaşkanı siyaset için ahiret mesajı verebilir mi?
Verir de, siyasetçiler, sıradan insanlar, köşeciler, aydınlar, hukuk adamları, büyük patronlar sinip susup oturur mu?
Kusura bakmayın ama ne demokratsınız ne de Müslüman.
Cumhuriyet’in kazanımları üzerine oturmuşsunuz… Referandumda HAYIR çıksa da çıkmasa da mücadele etmeden bu ülkenin, Cumhuriyet’in kurtarılamayacağını biliyor... Ama bunun için harekete geçmeye korkuyorsunuz.
Bakalım harekete geçebilmeniz, uyanabilmeniz için daha kaç mesaj, kaç medrese gerekecek!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Ahmet Necdet Sezer’e dil uzatana bak sen! - ENVER AYSEVER

AKP döneminde en büyük hasarı düşünce dünyası ve etik değerler gördü. Belleksiz, bencil, çıkarcı bir toplum yaratıldı ve şimdi meyve vermeye başladı. Artık arsız ve cahil olmak mevki edinmek için birinci koşul. Liyakat, eğitim, dürüstlük falan dalga geçilen kavramlar. AKP’li ol, biat et, sonrası kolay… Devletin malı deniz nasılsa… Vekil olmak, bakan olmak kolay elbet!

Sözde dindar bir partinin bakanıyken “Bakara Makara” konuşmaları ortaya saçılan Egemen Bağış, bir toplantıda RTE onu fark etsin, affetsin diye Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer için: “Bu adam apartman görevlisi bile olamaz” demiş. Önce şunu anımsatayım, apartman görevlisi/kapıcı bir emekçidir ve tüm meslekler gibi saygıyı hak eder. Ayrıca bir kimse bakan olur, başbakan olur, padişah olur ama insan olmak o kadar kolay değil!


Milyonlarca insandan inanç bezirgânlığıyla oy alacaksın önce, onların değerleriyle alay edip, dalga geçeceksin sonra… Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk sanıklarından biri olacaksın, siyasal güçten dolayı yargılamadan kaçırılacaksın ve hâlâ yüzün kızarmadan ulu orta konuşacaksın. Peki, hakkında konuşulan kişi kim? Onurlu, haysiyetli bir Cumhurbaşkanı… Hakaret eden kim? Sözcük israfı olur uzun uzadıya anlatmak aslında ya, neyse…

Bu ülkenin Meclis’i, üstelik dönemin AKP’sinin de oylarıyla Ahmet Necdet Sezer’i cumhurbaşkanı seçti. İlk kez Türkiye hukuka bunca bağlı, ölçüsünü evrensel ilkelerden alan sivil bir cumhurbaşkanı tanıdı. Tabii bu da kimsenin işine gelmedi. Elindeki terazi evrenseldi Sezer’in. Bir partiye ait olmadığı için, halkının yararı, insanlığın pusulası hangi yönü gösteriyorsa o anlayışla imza koydu ya da koymadı önüne gelen yasalara. Dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin herkese eşit mesafede durdu Sayın Sezer.
Kamu kaynakları konusunda hassastı, oturduğu Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün bir emanet olduğunu bilerek davrandı. Kendisine ayrılan bütçeden artan miktarı hazineye iade etti. Kırmızı ışıkta durdu, market sırasında bekledi, yurttaşlarla arasına asla mesafe koymadı. Sanata, edebiyata, bilime saygı duyduğunu gösterdi, hissettirdi ve önünü açtı. Görev süresi boyunca bir tek yurtdışı seyahati yaptı, Suriye’ye. Bölgenin barışı için taşın altına elini koydu. Her mikrofona konuşmadı. Makamının ağırlığını taşıdı ve en önemlisi Gazi Meclis’e saygı duydu. Vicdanına hesap verdi sadece Sayın Sezer… Küresel kapitalizme boyun eğmedi!

Tüm bu söz ettiğim konular Egemen Bağış için bir anlam ifade eder mi derseniz, “hayır” yanıtını alırsınız! Lâkin ölçüsüzlüğün ne boyutta olduğunu anlamamız bakımından bu anımsatma önemli. Reza’nın önüne yatan, inançlara hakaret eden, bir kâğıt parçasına yazdıklarıyla aldığı hediyeye(!) kılıf hazırlayan adamların yönettiği bir cumhuriyet burası! Üstelik Meclis’te tümü aklanıp, pürü pak oldular! O gazi, yüce Meclis bunların elinde itibarını tartışmaya açtı. Hani 15 Temmuz Darbe Girişimi için ağzına geleni söylüyorlar ki haklılar; ancak illa meclis tankla, topla bombalanmaz, unutmamak gerekir. Koca Meclis’in bu suçlulara ortak olması anlaşılır mı? Hak verilir mi? Elbet Ahmet Necdet Sezer’i sevmeyecek Bağış ve şürekâsı! Sevse, bence Sayın Sezer kendinden kuşkuya düşerdi…

Geçen gün AKP belediyesinde çalışan bir şoförle tanıştım. Taşeronda çalışıyormuş. “Yılda bir evime et zor girer” dedi. Seçim öncesi verilen sözleri anımsattı, ağzına geleni söyledi. Sordum: “Pazar günü oyunun rengi nedir?” diye. “Ben siyasetten anlamam, fukarayım. Ezen ezmeye devam edecek, biz de sürünmeye” dedi. Çocukları olduğunu, bu sömürüye karşı dirayet göstermesi gerektiğini, söyledim. “Keşke” dedi umutsuzca…

AKP sürecinin bir büyük başarısı da budur. Artık devran dönmez diye boyun eğdirilmiş ahali. Başa gelen çekilir inancıyla, muhtaçlar toplumu yaratılarak, her tür kavram ve değer sömürülerek iktidar etmeye devam ediyorlar. İşte “Hayır” demenin en önemli anlamı bu! Hani milletin adamları yönetiyor ya ülkeyi… Soruyorum: Ahmet Necdet Sezer mi milletin adamı, yoksa ona ve millete hakaret edenler mi?

Enver Aysever / BİRGÜN

11 Nisan 2017 Salı

Atatürk'ün özel yanları... - CAZİM GÜRBÜZ

Ahmet Haşim yazmış "Bize Göre"sinde... Bakalım neler yazmış:
"Yeni harflere dair ilk defa fikir teatisi için Dolmabahçe Sarayı'na davet edilenler içinde Gâzi'yi bizzat görmeye gidenlerden biri de bendim.
Heyecanım çoktu.
(...) Kapıdan bir ışık dalgası halinde giren teksif edilmiş (yoğunlaşmış) bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birdenbire gözlerim kamaştı. Göz bebekleri en garip ve esrarengiz madenlerden yapılmış bir çift gözün, mavi, sarı, yeşil ışıklarla aydınlandığı asabi bir çehre... Yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi... Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar...
Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi, eski ilahlarınki gibi, iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni yeni bir âlemin meydana gelmesine yol açan fikirler kaynağı başı, bir yanardağ zirvesi gibi taşıdığı ateşe kayıtsız, mavi gök altında, sessiz ve gülümseyerek duruyor.
Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafına döktüğü feyizli çağlayanlardan yegâne müteessir olmayan, meğer onun genç başı imiş."

Afet İnan'ın "Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler" kitabından seçtiklerimle sürdürelim yazımızı.
İsmet İnönü anlatıyor:
"Atatürk'ü bir halk toplantısı içinde görmek hakiki bir zevk, müstesna bir fırsattır. Yarım saat içinde bütün durgunluklar gider. Taze ve canlı havanın neşesi her çehrede uyanır, asıl mühim olanı, toplantıda bulunanlarda birbirlerine karşı sevgi, geniş yürek ve bağlılık olmasıdır. Cemiyet fertleri birbirine ve hepsi Atatürk'e sarılmıştır ve bir kitle hâsıl olmuştur."
Ve Celal Bayar, Kurtuluş Savaşı günlerine dair anılarından bir bölüm:
"Zaman olurdu ki çok bunalırdık, ailelerimiz yanımızda değil, haber alamayız. Mecliste müzakere, münakaşa saatlerce sürerdi. Sonra Bakanlar kurulunda gece yarılarına kadar konuşma ve kararlar. Memlekette yer yer isyan hareketleri, padişah olumsuz, Avrupa düşman... Bütün bu durumlar karşısında, sonu ne olacak diye bir fikir buhranına kapıldığımız olurdu. Bu etki altında Mustafa Kemal ile görüşmeye giderdik. Birçok konuşmadan sonra Çankaya'dan aşağı inerken, biraz önceki ruh halinden sıyrılmış bir insan olurduk. Bütün işleri yalnız başına yapabilirim diye bir özgüven hâsıl olurdu."

Ve "Bütün Dünya Dergisi"nin Mart 2017 sayısında Kaya Boztepe'nin aktardığı bir anıyı ben de sizlere aktararak yazımı bitireyim: Balıkesir gezisindedir Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nda değerli hizmetler etmiş birisi huzuruna gelir ve bir davadan yargılandığını, haksız yere hüküm giydiğini belirterek, Atatürk'ün duruma müdahale etmesini ister. Dava konusunu Atatürk de bilmektedir, çok üzülür. Yanında bulunan bir Adliye Subayı'nı çağırır ve "Bunu düzeltiniz" der. O subay "Efendim, bütün yargısal aşamalar tükenmiş, hüküm kesinleşmiş, yapacak bir şey yoktur" diye görüş belirtince de, "Ama ben konuyu biliyorum, tanıklık edebilirim, yeniden yargılanabilir" diyerek, bu yönde girişimde bulunulmasını ister ve mağdur olan o kişiye dönerek "Neden daha önce bana gelmedin. Gelir o zaman tanıklık ederdim. Boş yere mahkemeleri de meşgul etmezdin. Her vatandaş hatta cumhurbaşkanı bile adalete saygılı olmak zorundadır" der.
İşte Atatürk'ün adaleti... 


Kaynak: Atatürk'ün özel yanları... - Cazim GÜRBÜZ

Başbakan’ın cevaplamadığı soru - ÇİĞDEM TOKER

Cumhurbaşkanı Erdoğan, referandum mitingleri yaparak anayasayı ihlal ediyor. Beğenmese de yürürlükteki anayasaya göre tarafsız davranmak, kendisi için bir ödev. Cumhurbaşkanı’nın il il miting yapıp cumhurbaşkanı sıfatıyla bir kanaat, bir siyasi görüş için oy isteyememesi gerekiyor.
Emredilen bunun tersi gibi, gözümüz, kulağımız, algımız, ufkumuz saldırgan bir propagandaya maruz kalıyor.
Devlet olanaklarını sonuna kadar suiistimal etmeler, bütçe olanaklarını kullanarak taşımalı sistemle miting alanı doldurmalar, fotoğrafçılık tekniklerinden kurnazlık devşirip olduğundan kalabalık göstermeler.
Gazetecilik rehin alınmışken agresiflik dozu artan bu propagandanın maksadı ortada: Beş altı gün sonra “evet” çıksın.
İyi. Bunu anladık. Peki, teklif kabul edilirse parlamenter sistemi bitirecek olan “partili cumhurbaşkanlığı” denilen ucube hemen mi devreye alınacak?
Hayır.
Ölünceye dek dokunulmazlık sahibi, istediği sayıda, canının istediği kişileri kendine yardımcı olarak atayacağı, aklınıza gelecek her konuda ve alanda ferman niteliğinde kararname çıkarabileceği sistem değişikliği için iki buçuk yıl beklenmesi lazım.
Ta 2019 Kasım’ına kadar. Eğer hayır çıkmazsa, Bakanlar Kurulu’nu ortadan kaldıracak değişikliklerin yürürlüğe gireceği tarih bu. İlk kez birlikte yapılacak Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından yani.

***

Buna karşılık, Erdoğan’ın tek belirleyici olacağı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yeni üyeleri hemen seçilecek. Sonuçların Resmi Gazete’de yayımlanışını izleyen 30 gün içinde.
Yaklaşık bir hafta süre verelim. Ve diyelim ki sonuçlar 23 Nisan’da Resmi Gazete’de yayımlandı. Bu durumda HSYK’nin yeni kompozisyonu mayısın 23’üne kadar değişmek zorunda.
Kabul halinde, 13 kişiden oluşacak yeni HSYK’nin -adında yüksek kelimesi çıkıyor- 11’i cumhurbaşkanı ve Meclis tarafından seçilecek.
Kimse Meclis’in üye seçiminde çoğulculuk romantizmi aramasın. Orada AKP aritmetiği konuşacak. Kalan iki kişi de zaten cumhurbaşkanının atadığı Adalet bakanı ile bakanlık müsteşarından oluşuyor.
Hasılı, anayasa değişikliğinde en acil iki uygulamadan biri Erdoğan’ın yeniden AKP üyesi olması. Diğeri HSYK’nin yenilenmesi.
Peki, bu acele neden?
İşte bu soruya Başbakan Binali Yıldırım bile cevap veremiyor.

 
Evet, dün İsmail Küçükkaya’nın Çalar Saat programında tüm soruları yanıtlayan Yıldırım, bu soruyu duymazlıktan geldi.
Üyelerin nasıl seçileceğini, Meclis’in kendi kontenjanını hangi usulle kullanacağını, turları ve Meclis’in üye seçen bir üstün irade olarak neden devreye sokulduğunu, hepsini anlattı. Mesela, “Milli iradenin kayıtsız şartsız tecelli ettiği Meclis yargıya üye seçemiyordu. En büyük demokratikleşme burada başlıyor” bile dedi.
Ama Küçükkaya’nın “Bu madde niye hemen yürürlüğe giriyor” sorusu havada asılı kaldı. Sorunun yanıtı için Prof. Kemal Gözler’in “Elveda Anayasa” kitabına kulak verelim:
“Eğer 16 Nisan’da oylanacak anayasa değişikliği kabul edilirse, son altı buçuk yılda HSYK’nin yapısı ve üye kompozisyonu 3 defa değiştirilmiş olacaktır. Birincisi, 2010’da seçilen ve o zamanlar ‘Gülen Cemaati, şimdi FETÖ/PDY’ denen grubun hâkim olduğu HSYK; ikincisi 2014’te seçilen ve ‘Yargıda Birlik Platformu’nun hâkim olduğu HSYK ve üçüncüsü de 16 Nisan’dan sonra, üyeleri bir ay içinde cumhurbaşkanı ve TBMM tarafından seçilecek olan HSK. HSYK, ülkenin en sükûnete ihtiyacı olan organıdır. Böyle bir organın yapısının ve üyelerinin bu kadar sıklıkla değiştirilmesi, şüphe uyandırıcıdır.”
Haydi açıklayın bakalım, yürütme ve yasama değişikliğini Kasım 2019’a bırakırken, HSYK’yi mayısta değiştirme acelinizi.
Hadi.
Nedir aceleniz sahi?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Evet’ ve ‘Hayır’da uzun lafın kısası - EROL MANİSALI

Ey Türk Milleti, hiç kafa karıştırmadan, en basit bir biçimde gerçeği görelim:
- Bir tek adamın (veya kadının) 80 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti’nde, siyasete, ekonomiye, orduya, kültüre, hiçbir denetim ve müeyyide olmadan, tek başına karar vermesine ya evet ya da hayır diyeceksiniz. Kısacası, rejimin tamamen değiştirilmesini kabul ediyor musunuz? Etmiyor musunuz?
- Ülkenin, mevcut anayasada olduğu gibi laik bir düzen içinde devamı mı? Yoksa İslami esasların hayatın her alanında egemen olduğu ve Türkiye’nin “Ortadoğululaştığı, Arapgil bir yapıya doğru gittiği” bir ülke mi?
- 80 milyon yurttaşın bireysel katılımlarıyla belirleyecekleri, sivil toplum örgütlerinde katılımcı olarak yer alacakları, Avrupa’da olduğu gibi siyasal partilerini kuracakları ve parlamentoyu oluşturacakları “katılımcı bir demokrasi” mi? Yoksa bir tek kişinin sorgusuz sualsiz her şeyde mutlak egemen olduğu bir ülke mi?
- Çocuklarınızın çağdaş ve uygar dünyanın bugüne kadar geliştirdiği olanaklarla eğitimi mi? Yoksa kızların ve erkeklerin tamamen ayrıştırıldığı ve eşitliğin ortadan kaldırıldığı bir düzen mi?
- Kadın-erkek ayrımının her alana yayıldığı, kadına sadece türban takma özgürlüğünün tanındığı, diğer özgürlüklerin Arap ülkelerinde olduğu gibi kısıtlandığı bir yapı mı?
- Emperyalizmin bu coğrafyadaki hesaplarına karşı çıkarak, 1 Mart 2003’te olduğu gibi bir duruş mu? Yoksa bir tek kişinin insafına bırakılmış ve bu yapının “her türlü zaafının ortaya çıkacağı bir risk ortamı” mı?
- Kul mu olmak istersiniz? Yoksa uygar bir ülkenin eşit haklara sahip yurttaşı mı?
18 maddenin teknik ayrıntıları içinde kaybolmadan, “evet” ya da “hayır” derken tercihinizi bunlara göre yapacaksınız. Ve bunun dönüşü çok zor olan bir yanlış olabileceğini hiç aklınızdan çıkarmayacaksınız.
Atatürk ve arkadaşları bağımsız, laik ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, karşılarında emperyalizmle işbirliği yapan örgütler ve kişiler vardı. Bunlar FETÖ’nün dünkü kaynakları olarak bugünkü zemini oluşturdular ve dini siyasete alet ederek en büyük günahı işlediler, cezalarını da gördüler. 

Neyi seçiyoruz?
 
16 Nisan’da bir parti ya da adam seçimi yapılmıyor: Yarın nasıl bir Türkiye istediğimize karar vereceğiz; Avrupa’ya benzeyen bir Türkiye mi? Yoksa “Arapgil” ve Ortadoğululaşmış, hatta bölünmüş bir ülke mi?
Yarınki Türkiye’nin ne olacağını, vereceğiniz oylarla belirleyeceksiniz. Bu bir iktidar değişimi değil, rejim değişimidir. Onun için çocuklarınızın, torunlarınızın, Türkiye Cumhuriyeti’nin kaderini belirleyeceksiniz; uçurumdan önceki son yol ayırımı misali.
Atatürk, “Her millet kendi kaderini çizecek güce sahiptir” diyordu ve bunu da kanıtladı. Karşısındakiler ise “Her toplum layık olduğu hayatı yaşar” diyerek, hilafeti, gericiliği savunarak dini siyasete alet ediyorlardı.
Atatürk, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” derken din tacirlerini ve emperyalizmle işbirliği yapanları karşısına alıyordu. Bunlar o günün FETÖ’cüleriydiler.
Bahçeli ve Barzani’nin aynı cephede yer alarak ortaya koydukları gerçek, durumun eski günlerden farklı olmadığının göstergesi değil mi?
 
16 Nisan bir anlamda 1 Mart 2003’teki cepheleşmenin tekrarı gibidir: FETÖ’cüler, din tüccarları ve emperyalistler 1 Mart’ta olduğu gibi boy göstermişlerdir. 

 
Demokrasiyi savunmak, BOP’a karşı olmak, emperyalizm ve uzantısı FETÖ’ye karşı direnmek, bir bütünün parçalarıdır. Aynen 1 Mart 2003’te olduğu gibi. Bunları birlikte düşünmeliyiz.

Erol Manisalı / CUMHURİYET

10 Nisan 2017 Pazartesi

Son perde: Yalpalama, çürüme ve iflas - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Referanduma bir hafta kala iktidar blokunun devlet imkânlarıyla doldurduğu meydanlarda idam vaadi var, tehdit var, tahkir var, gerçek dışı senaryolar var ama 17 Nisan sabahına dair tek bir tatmin edici söz yok. Hayır çıkması halinde projenin sahiplerinin bu sonucu kabul edeceğine ve rejim değişikliği iddiasından vazgeçeceğine ilişkin bir güvence de yok. Ne OHAL’in ne kadar uzatılacağını ne muhalif aktörlere daha hangi cephelerden saldırılacağını biliyoruz. Yarınından endişe eden milyonlara demokratik bir ülkenin asgari gereklerini dahi vaat etmeyen bir yönetime maruz kalmış durumdayız.
Cumhurbaşkanı başdanışmanı geçenlerde baklayı ağzından çıkardı ve dedi ki Hayır çıksa da başkanlık sistemi rafa kaldırılmayacak! Bu elbette Hayır verecek özneleri sindirmeye, sandıktan uzaklaştırmaya yönelik bir hamle olabilir. 7 Haziran’ı takip eden sürecin hatırlatılması da bu taktik setinin bir parçasıdır. Ancak bunun ötesinde iktidar blokunun B ve C planlarının olduğunun da göstergesi olarak yorumlanabilir. Toplumsal muhalefete baskıyı arttıracak ve çıkar gruplarıyla yeniden pazarlığa oturacak iktidarın erken seçim kartını oynaması ya da rötuşlanmış yeni bir başkanlık paketinin hazırlanması şaşırtıcı olmaz. O nedenle 17 Nisan sabahı laik cumhuriyet ve demokrasiyi merkeze alan bir mücadele hattı Hayır’dan güç alarak ve genişletilerek sürdürülmelidir. Mevcut sistemin aksayan yönlerine dair kapsamlı bir reform programı Hayır diyen demokratik güçlerce gündeme konmalıdır. Bu programı mevcut iktidar blokunun uygulayamayacağı da açıkça söylenmelidir.
Unutmayalım başdanışmanının “sistem anomalisi” dediği şey devlet içi sert bir hesaplaşmanın uzantısıdır. Demokratların aleyhine olduğu gibi yoksul AKP’lilerin de Bahçeli’nin arkasına takılan MHP’li seçmenin de zararınadır. Devleti tümüyle kontrol etmek isteyen egemen güçlerin projesi olan Türk tipi başkanlık istikrarsızlığın anayasallaşmasıdır. Bu yüzden ısıtılarak önümüze konmasına izin verilmemelidir.

Lümpenleşme-çürüme

Saray’ın, AKP’nin ve hatta Bahçeli’nin kendine biat eden bir kitle dışında rıza devşirme kapasitesi bu referandumda bitti tükendi. AKP açısından bakıldığında 2010 referandumuyla kıyas kabul edilmeyecek bir gerileme söz konusu. Ne hazindir ki bu ülkede devletin en tepesinde olanlar, kitleleri evet’e ikna etmek için ana muhalefet partisi genel başkanını aşağılamayı marifet biliyorlar. Mezhepçi önyargıları kullanıp toplumun vasatına düşmanlık tohumu ekiyorlar. Meydanları adeta stüdyoya çevirip, kes-biç-yapıştır ile sahne şovları tertip ediyorlar. Kibir ve alay, muktedirin zehri olmuş nicedir; hem kendini hem toplumu çürütüyor. Lümpenleşen kitleler meydandaki o üsten bakışın, güç sarhoşluğunun etkisiyle Hayır diyenlere fiili saldırılarını artırıyor. Referandum yarışı artık yalnızca eşitsiz bir yarış değil aynı zamanda Hayır diyenler için örgütlü şiddete rağmen cesaretini ve direncini koruma imtihanı. Devletin valisinden emniyet müdürüne, kaymakamından muhtarına tüm kademelerinin evet’ten yana taraf tuttuğu bu konjonktürde her bir Hayır onlarca evet’e bedel.

Seçmenle alay etmek

Billboard’larda evet’i anlatan her slogan gerçek dışı; tıpkı emperyalizmin taşeronluğunu yapan iktidarın Batı düşmanlığı gibi. Sırf 16 Nisan’da tek adamlık rejimi kurulabilsin diye “Haç ile Hilal’in savaşı” hikâyesi anlatanların takkesi Tomahawk füzeleriyle bir çırpıda düşüverdi. ABD ve Batı karşıtlığından politik rant devşirmeye çalışan iktidar bloku Trump’ı tebrik etmek için sıraya girdi. İsrail ve Batı ile, daha da ötesi PYD Eşbaşkanı Salih Müslim ile aynı coşkuyu paylaştı. Hatta Saray-AKP-Bahçeli koalisyonu Amerikan müdahalesini savunmak söz konusu olduğunda ABD’deki az sayıdaki Trump severi dahi gölgede bıraktı. Soru ortada, ABD’nin bir ülkeye müdahalesi eğer kutlanacak ve dahası istenecek bir şey ise 15 Temmuz ve ABD ilişkisine dair söylenenlere ne denecek şimdi? Putin’e övgüler yağdıran AK troller şimdi Trump’a mı çevirecek rotasını? Yoksa Mavi Marmara olayında olduğu gibi “dün dündür bugün bugündür” ile sorgusuz sualsiz iktidarın arkasında hizalanması mı beklenecek AKP’lilerden? Seçmenin zeka ve basireti ile bu denli dalga geçilen bir başka dönem olmamıştır. Seçmen hiçbir derdine derman olmayacak bir referandum için devlet kasasından harcanan paraların hesabını sormalıdır. O paralarla kaç okul, kaç hastane, kaç fabrika kurulabileceğini sorgulamalıdır. Şimdilik paranteze alınan ama referandum sonrasında peşi sıra neticeleri ortaya çıkacak olan iktisadi türbülansta evet kampanyasının maliyetinin büyük yer tuttuğu açıktır.
Belli ki 17 Nisan sabahı birlikte yaşamaya devam etmek zorunda olduğumuzu unutmuş bir iktidar bloku var karşımızda. Rabia işaretinden evet, Reis imgesinden Holywood aksiyon kahramanı yaratıp bunları yanyana koyacak kadar politik tutarlılıktan uzak bir siyasi hat bu. Geleceği yok ama geleceğimize kastetme potansiyeli var!

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN  / BİRGÜN

Milliyetçilik, cemaatçilik ve kadın - TAYFUN ATAY

Hayatımın en şaşırtıcı, ama aynı zamanda en heyecan verici davetlerinden birine cumartesi günü icabet ettim. Türk Ocakları İstanbul Şubesi Gençlik Kolu’nun benden bir ders talebini karşılamak; popüler kültür, dijital çağ, yeni medya başlıklarının altını özellikle Türkiye bağlamında doldurmak üzere Ocağın Çemberlitaş’taki konferans salonundaydım.
Bir tatil gününün ortasında saat 12’de gayet ciddi ve istikrarlı bir dinleyici grubunun önünde anlattım da anlattım: Folk kültür, popüler kültür, kitle kültürü… Sözlü kültür, yazılı kültür, görsel kültür… Masallar, romanlar, diziler… Kapitalizm, sosyalizm, küreselleşme… Comte, Marx, BaudrillardHomeros galaksisi, Gutenberg galaksisi, Bill-Gates galaksisi… 

***

Türk Ocakları’nın tarihsel önemi malûm: Türk ulus-devletine beşiklik yapmıştır onlar. Diğer bir deyişle Türk Ocakları, Cumhuriyet’in içinde piştiği “ocak”tır.
Bu nedenle de en bitimsiz tartışmalardan biri, 1912’de açılmış Türk Ocakları’nın Cumhuriyet kurulduktan sonra 1932’de kapatılması olayıdır.
Bu konuyu tabii derste konuşmadık ama sonrasında beni davet eden gençlerle sohbet ederken tartıştık.
Bilindiği üzere Türk Ocakları kapatılıp yerine Halkevleri açılırken temel motivasyon, Ocakların devletin Türkleşmesi yolunda harcadığı çabanın ve yaptığı katkının tamamına erdiği, bir “milli devlet”in kurulduğu ve artık toplumun Türkleşmesi (“millet”leşmesi) yolunda daha dinamik bir girişim gerektiğidir. Tabii burada Halk Partisi ile doğrudan bağlantılı şekilde Halkevleri’nin önü açılmıştır. 

***

Bunları konuşurken Ocaklı genç arkadaşlardan birinin söyledikleri üzerinden öne çıkan bazı görüşler, bu yazıyı yazmamın birinci vesilesi oldu.
Mealen şunlar dillendirildi: Aslında Türk Ocakları kapanınca sonraki yıllarda doğuş bulan “sivil” Türk milliyetçiliği, yani MHP ve ülkücü hareket, çok önemli bir edebî, entelektüel ve (şehirliburjuva kültür anlamında) “medenî” bir kaynak ya da dayanağı kaybetti. İlk ortaya çıkışından bugüne o Türk milliyetçiliğine parti (MHP) bazında da, gençlik hareketi (ülkücülük) bazında da genelde “cemaatçi” bir kültürün hâkim olduğunu görürsünüz.
Böylece herkesin birbirine benzediği, “mekanik dayanışma” esasına dayalı cemaat toplumsallığı (“gemeinschaft”), aslında modern bir ideoloji olan milliyetçiliğin başat unsuru durumuna geldi. O yüzden ne bireyleşme, ne bireysel inisiyatif, ne eleştirellik, ne parti-içi demokrasi, ne de “kadın temsili” serpilebildi, gelişebildi, yaygınlaşabildi bu milliyetçi siyaset bünyesinde…
Hâlbuki Türk Ocakları, Yusuf Akçura gibi burjuva kökenli-kültürlü Türkçülerden beslenerek kurumlaşmıştı. Dolayısıyla onlar eğer kapatılmayıp süreklilik arz edebilseydiler, Türk milliyetçiliğinin bu cemaatçilikten sıyrılmasında etkin rol oynayabilirlerdi. Modern toplumsallığın (“gesellschaft”) gerektirdiği tarzda, gerçek anlamda “sivil” bir milliyetçiliğin önünün açılmasına katkı yapabilirlerdi. 

***

Hiç kuşkusuz bu yaklaşım da tartışmaya açıktır. Ancak konuştuklarımızı bana dün sabah sıcağı sıcağına hatırlatan bir haber düştü basına ki o da bu yazıyı yazmama ikinci vesiledir.
MHP eski milletvekili ve genel başkan adayı Meral Akşener, referanduma ilişkin konuşmak üzere gittiği Bolu’da çirkin mi çirkin bir cinsiyetçi saldırıya maruz kalmış.
Bahçeli-yanlısı 100 kişilik bir MHP’li grubu, Akşener’e kadın ayakkabıları ve etekleri fırlatmış!..
Tabii Akşener tokat gibi muazzam bir yanıt vermiş bu zavallı, çağdışı ve “cemaatçi” saldırıya:
“Annesi, ablası, kız kardeşinin eteğini o çocukların eline verenler, size hiçbir şey söylemiyorum. Size bu talimatı verenlere yazıklar olsun! Evet, ben eteklik giyiyorum. Ben kadınım, kadın! Utanın!..”


***

Yukarıda Türk Ocağı’ndaki izlenimlerime dair aktarılanları bu haberle ilişkilendirince ortaya çıkan sonuç şu gibi göründü bana:
MHP ve Türk milliyetçi hareketinin bir “kırılma” şeklinde önünde duran asıl mesele, referandumda evet mi hayır mı meselesi değil.
Milliyetçilik bağlamında cemaatçilik mi, “medenîlik” mi meselesi…

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Trump’ın füzeleri AKP’nin hayalleri - ERGİN YILDIZOĞLU

ABD, Suriye’de bir hava üssünü füzelerle vurdu. AKP liderliği ve akıl hocaları, aniden rejim değişikliği hayallerine geri döndüler, Rusya’ya, İran’a “ayar vermeye” başladılar. Aklını biraz verimli kullanabilen biri, füzelerin Suriye iç savaşına yön vermekle değil, Trump’ın adeta bir taşla birçok kuşu birden vurma niyetiyle ilgili olduğunu kolaylıkla görebilir. 


‘Birçok kuş’
Trump ciddi bir yönetim krizi yaşıyor; bu kriz, hem ülkede hem de uluslararası alanda bir güven krizine yol açıyordu. Krizin bir ayağında Trump’ın Rusya’nın etkisi altında olduğuna, ABD başkanlık seçimlerinde yardım aldığına ilişkin, hâlâ soruşturulmakta olan iddialar var. İkinci ayağında da Trump’ın uygulamayı arzuladığı programla, yönetime getirdiği kadrolarla kendi partisi arasındaki uyumsuzluklar... 
 
Trump’ın, Müslümanları hedef alan vize yasağını yargı, Obama döneminin sağlık reformunu geri çekme girişimini de Kongre engelledi. İstihbarat kurumları Trump’ın seçim kampanyası kadrolarıyla Rusya arasındaki işbirliği iddialarını soruşturuyorlar. Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’na getirdiği General Flynn istifa etmek zorunda kaldı. Trump, siyasi, ideolojik, akıl hocası, ırkçı, milliyetçi görüşleriyle bilinen Bannon’u en kritik ve gizli kararların alındığı Ulusal Güvenlik Konseyi’ne sokmuştu; geçen hafta Bannon UGK’den çıkarıldı. Aynı günlerde, Trump’ın güçlü destekçilerinden David Nunes, Rusya soruşturmasını yürüten Kongre İstihbarat Komisyonu’nun başkanlığından “geçici bir süre için ayrılacağını” açıkladı. Cuma günü New York Times, Rusya soruşturmasının, Trump’ın damadı, danışmanı Kushner’e kadar uzandığını aktarıyordu. Kushner, güvenlik belgesi (security clearance) almak için doldurduğu forma Rusya ile ilişkilerini yazmayı unutmuş. 

Ve ilginç rastlantılar
Füze saldırısı, ABD’nin I. Dünya Savaşı’na girdiği, (ABD hegemonyasına giden yolun açıldığı) günün 100. yıldönümüne “rastladı”. ABD bu saldırıyla adeta, “hegemonyacı güç hâlâ benim, bölgede canım ne isterse, kimseye danışmadan yaparım” diyor, “Trump Rusya’nın etkisinde” savını çürütüyordu. Füzelerin atıldığı gün, Trump’ın, “Kuzey Kore sorununu siz çözmezseniz biz çözeriz” sözleriyle uyardığı, ticarette haksız rekabetle suçladığı Çin’in devlet Başkanı Xi, ABD ziyaretine başlıyordu. Bu saldırıyla, Trump, Xi’ye, ne kadar kararlı bir lider olduğunu gösteriyor, Kuzey Kore sorununun çözümüne ilişkin bir işaret veriyordu. 
 
Bu füze saldırısının, Clinton’un Lewinsky krizini anımsatan bir yanı da var. Ağustos 1998’de Cumhuriyetçi Parti, Clinton’u Beyaz Saray stajyerlerinden Monica Lewinsky ile cinsel ilişi kurdu iddiasıyla azlettirecek bir kararı Kongreden çıkartmaya çalışıyordu. O sırada El Kaide, Kenya ve Sudan’da ABD’ye yönelik bombalı saldırılar düzenledi. Clinton Kongre’de ifade verdikten üç gün sonra 20 Ağustos’ta, Sudan’da, El Kaide’ye kimyasal silah ürettiği iddiasıyla bir ilaç fabrikası, Afganistan’da Bin Ladin’in saklandığı varsayılan dağlık bir bölge füzelerle vuruldu. Füze saldırıları, halkın Clinton’a verdiği desteği artırdı, Clinton’u azlettirmeye giden yolu kapattı.
Trump, henüz bir azlettirme girişimiyle karşı karşıya değil, ancak o noktaya ulaşabilecek bir siyasi krizin içinde bunalıyor. Şimdi, bugüne kadar hep Trump’ı eleştiren, Fareed Zakaria’nın CNN’de “Trump dün gece Devlet Başkanı oldu” sözlerine, Wall Street Journal’ın “Bu saldırı hayatları kurtarma, küresel düzeni koruma, ABD ve bağlaşıklarının stratejik konumunu iyileştirme yönünde bir ilk adımdır” yorumuna bakarak Suriye’ye yapılan füze saldırısının zamanlamasını anlayabilir, Trump’ın yönetim krizinin birçok bileşenini etkisizleştirebileceğini, partisinin desteğini, popülaritesini artırabileceğini düşünebiliriz.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

9 Nisan 2017 Pazar

#HAYIR! - Mine G. Kırıkkanat

Her şeyden önce, bir zamanlar tüm farklılıklarına rağmen ortak değerleri çerçevesinde birleşebilen bu toplumu, sizler ve ötekiler diye bölüp birbirine düşman ettiğiniz için HAYIR!
Ama her şeye gelince…


Biz “ötekiler”, sizler gibi dün öyleydi bugün böyleci değiliz, anımsarız:
Sizlere; dün hoca efendi diye elini öpmek için sıraya girerken, bugün FETÖ terör örgütü dediğiniz Fethullah Gülen cemaatinin bal gibi ABD’nin sesi, yağ gibi CIA’nın nefesi olduğunu bile bile; yurtdışındaki faaliyetlerine kolaylık sağlamak için T.C. büyükelçiliklerini seferber ettiğiniz, koştur koştur açtığı kuyulara, ağıllara, okullara, yurtlara kurdele kesmeye gittiğiniz için HAYIR!
Sizlere, “Bitsin bu hasret!” diye gel gel yaptığınız, elini öpmek için yarıştığınız, kilometrelerce methiyeler düzdüğünüz hoca efendinin tetikçilerine Kozmik Oda’nın anahtarını verdiğiniz, bu devletin sırlarını peşkeş çektiğiniz için HAYIR!
Sizlere, dün biz ötekiler bu mahkemeler düzmece, kanıtlar çakma, belgeler sahte diye haykırırken; Türk ordusunu tasfiyeyle görevli FETÖ’nün Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi kumpas davalarına destek, taraf olduğunuz ve hatta “Ergenekon davasının savcısıyım!” dediğiniz için HAYIR!
***

Sizlere, siviliyle askeriyle hepsi masum, hepsi dürüst ve hepsi yurtsever insanların hapse tıkılmasını onayladığınız, kimilerinin acıdan ölmesine, kimilerinin intiharına kılınızı kıpırdatmadığınız; hayatta kalanların da ta ki ayakkabı kutularında paralar bulunana değin haksız yere yıllarca hapiste çürümelerine seyirci kaldığınız için zaten o dünden bugüne HAYIR!
Bir kuşak, on altı yıl eder.
Muhalif emekçilerin işlerinden atıldığı, yeni iş bulamadığı, sizin ötekileştirdiklerinize iş verecek işadamlarının da ya korktuğu ya da hali kalmadığı çile iktidarınızın on beşinci yılındayız.
Sizlere, dün FETÖ orduyu ve yargıyı tasfiye ederken; siz de fırsattan istifade bağımsız basını budadığınız, ifade ve haber alma özgürlüğünü yok ettiğiniz, medyayı ele geçirip yandaşlarınıza paylaştırdığınız, bağımsızlıktan başka suçu olmayan gazetecileri içeri tıktığınız, okur yazar olan olmayan yurttaşları da korkudan sokakta, telefonda, dost meclisinde bile konuşamaz hale getirdiğiniz için bir kuşak boyu HAYIR! 


***

Gazeteci gibi gazetecileri susturur, işten attırır ya da gülünç iddianamelerle hapse tıkarken; palyaço bile olamayacak şaklabanları gazeteci diye ekranlara, köşelere yerleştirdiğiniz; üstüne bir de muhbir tetikçi olarak kullandığınız için, size ve sizinkilere ağız dolusu bir HAYIR!
Biliyoruz, dün dündür, bugün bugün.
Dün dalaştıklarınızla bugün sarmaş dolaş olmanıza, dün özür dileyip yanaştıklarınızla bugün dalaşmanıza alıştık.
Fakat yok ettiğiniz, İslama hiç benzemeyen bir dindarlık potasında eritmeye çalıştığınız kimliksizlik dayatmanıza alışamadık.
Ne Türk’müşüz, ne Kürt, tek milletmişiz, öyle diyor sizinki...
Pek millet sayılmayız artık, ama diyelim ki öyleyiz, bu milletin adı sanı ne? Tek mi, Tekçi mi?
Tek adam rejimine Tekçi milleti, münasiptir elbet. Yek milleti de diyebiliriz, nasılsa Türkçenin yerine Arapçayı koymak için kolları sıvadınız…
Oysa bu yozlaşmaya yanıtımız da kesin HAYIR!
Medyadan duvarlara, yalnız sizlerin boy gösterdiği ve ancak “evet” propagandasına yer olan bir referandum sürecinde, HAYIR diye haykırmak için hukuksaldan tarımsala, daha çoook neden var.
Ama on beş yıldır yaptıklarınız, zaten yapacaklarınızın en sağlam garantisi.
İşte tam da bu yüzden HAYIR!


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Hafriyat cenneti ‘Yeni Türkiye’! - TAYFUN ATAY

Ajans Press’in hafta içinde dikkatimize sunduğu bir basın bildirisi, “Hafriyat kamyonları terör saçıyor” başlığını taşımaktaydı. Her ay İstanbul’da 5 milyon ton hafriyat çıkıyormuş. Ve hafriyat kamyonlarının neden olduğu kazalardan dolayı da geçen yıldan bu yana 21 kişi hayatını kaybetmiş. 2012 yılından bu yana hafriyat kamyonlarının yaptığı 5 bin kaza söz konusu.
İstanbul’da kayıtlı 8 bin 494 hafriyat kamyonunca şehrin ortasında sergilenen “marifet”, bu kazalardan ibaret değil. Bir de “molozlama” marifeti var!
Çünkü her ay çıkan 5 milyon ton hafriyatın döküleceği sadece 14 alan var ve bunların 7’si tıka-basa dolmuş durumda. O yüzden kamyon şoförlerimiz, boş buldukları her toprak parçasına öbek öbek kaçak moloz dökümü yapıyorlar.
Bizzat şahidim, Kurtköy-Pendik’te ikamet ettiğim sitenin yanında, baharda otlarla, kır çiçekleriyle bezenen açık alanı son iki yılda “molozladı” bu hafriyat kamyonları...
Yaşadığım evi “moloz-manzaralı” hale getiren bu durumu, söz konusu açık alanın “sahibi” olan Pendik Belediyesi’ne bildirdim. Defalarca aradım ve şikâyette bulundum. Defalarca şikâyetimi kayıt altına aldıklarını nezaketle belirttiler. Defalarca geri-dönüş yapıp daha detaylı bilgi istediler. Defalarca alana gelip “keşif” yaptılar. Defalarca durumu ilgili diğer birimlere aktardıklarını ve gereğinin yapılacağını söylediler.
Defalarca bunlar oldu ama bir defa bile aktif müdahalede bulunup o molozlardan oluşan çirkinliği ortadan kaldırarak alanı korumaya alacak bir operasyon gerçekleştirmediler. 

***
Bütün bunlardan çıkan sonuç, bu memleketin biz sıradan yurttaşlara değil, o “sıra-dışı” hafriyatçılara ait olduğu bilgisidir.
Belli ki hafriyatı “nimet” sayan bir anlayışın hâkimiyeti altındayız.
Bu iddiamızı daha somut temellere oturtma yolunda bir yabancı, bir de yerli iki başvuru kaynağını dikkate sunalım!..
***
Kentsel coğrafya uzmanı sosyal bilimci David Harvey, beş yıl kadar önce Türkiye’ye gelerek verdiği konferanslarda, kapitalizmin bugün ayakta kalma yolunda en çok “kentlere oynadığı”nın altını kalınca çizmişti. Kentsel dönüşüm projeleri, yani bizdeki yaygın-popüler kullanımıyla “TOKİ”lerin esbabımucibesi ona göre esasen buydu.
Kriz dönemlerinde bu sistem, insanları kredi (yani borç) ile konut sahibi olmaya özendiriyor, böylece konut üretimi ile sermaye birikimini dengeliyordu. Bu şekilde halkın ihtiyaç ve arzularını karşılama kisvesi altında aslında sermayenin çıkarları gözetiliyor, tabii sonuçta kentler felaket bir görüntü kazanıyor, yaşanmaz hale geliyordu.
Aynen şu “Şehr-i İstanbul”da her köşe başında göze çarpan dev inşaat vinçleri; ana caddelerden ara sokaklara kadar her yerin şantiye görünümünde olması; dozerler, kazılan çukurlar, kapanan yollar, sıkışan trafik, o trafikte gözü kara yol alan hafriyat kamyonları ve molozlar, molozlar, molozlarla olduğu gibi!..
***
Ama bir de işin bu topraklarda İslami-muhafazakâr bir iktidar ile eklemlenme “özgünlüğü” var. Bunu netleştirme yolunda da Tanıl Bora tarafından derlenmiş “İnşaat Ya Resulullah” başlıklı kitaptaki (2016) yazılara, özellikle de Erbatur Çavuşoğlu tarafından kaleme alınmış şu makaleye bakmak uygun: “İnşaata Dayalı Büyüme Modelinin Yeni-Osmanlıcıkla Bütünleşerek Ulusal Popüler Proje Haline Gelişi: Kadim İdeoloji Korporatizme AKP Makyajı”.
Başlığı bile başlı başına çok şey “öğreten” bu kıymetli yazısında Çavuşoğlu, AKP’nin kitlesel desteğinin ve iktidarına “rıza üretimi”nin ardında, en simgesel karşılığı “TOKİ” olan inşaata dayalı büyüme modelinin olduğunu açık, seçik, net ve çarpıcı şekilde ortaya koymakta. İslami referanslarla sorgulanamaz hale de getirilen, dokunulmazlaştırılan bu inşaat kalkınmacılığı, AKP’yi iktidarda tutan temel dayanaktır.
Sözü doğrudan ona bırakalım:
“AKP’nin inşaatın mutlaka sürdürülmesi için sürekli köprü, duble yol, tünel, kanal, havaalanı, spor tesisi, AVM projeleri ürettiğini, üstelik bu projelerin de sorgusuz sualsiz yaygın kabul görüp hizmet olarak algılandığını biliyoruz. (...) İnşaata dayalı büyüme durduğunda, ekonomi, ardından da AKP’nin etrafındaki ittifak çökecektir. AKP tam da bu çaresizlik nedeniyle her şekilde inşaat, her şeye rağmen ve ne olursa olsun inşaat demekte ve süreci engelleyen, geciktiren, zorlaştıran kesimleri lanetlemektedir” (s. 91-92).
***
İşte bu yüzden her yerde inşaat, her yerde vinç, her yerde dozer, her yerde damper, her yerde hafriyat!..
Dolayısıyla istediğiniz kadar çırpının, hafriyat kamyonlarından kurtuluş yok. Onlar, yolların dehşetli hâkimi ve evinizin yanı başına öbek öbek bıraktığı molozlarla hayatınızın ayrılmaz parçası olmaya devam edecektir.
Çünkü bu iktidar için hafriyat, “kutsal”dır!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET

İyi ki şu ‘Şaman’ genlerimiz var! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Kahvede oturanlardan biri “Vay canına!” dedi, “Amerika Suriye’ye tam 55 füze yollamış.” Hemen biri yanıt verdi: “İran’la Rusya ordularını harekete geçirmişler. Üçüncü dünya savaşı yakın görünüyor.” Bir sessizlik oldu ve kahvenin her zaman az ve öz konuşanı sakin sakin anlatmaya başladı. “Arkadaşlar, durum şu, silah endüstrisi elindeki eskimiş silahları gözden çıkarıyor. Bu silahlar eski nesil silahlar, depolama masrafı çok, atalım da kurtulalım diyorlar. Çünkü bizim henüz bilmediğimiz acayip yeni nesil silahlar yapıyorlar. Daha görmedik ama kokularını biliyoruz. Siber silahlar bunlar. Atom bombası eskide kaldı.” 

Böyle konuşuladursun, söz Trump ve onun iş bilmezliğine geliyor. Şimdi burada da ben söze giriyorum, bakmayın siz birkaç Amerikalı entelektüelin Trump’a giydirmesine, çaktırmadan kar beyaz Amerikalılar, Trump’ı destekliyorlar. Ona lobi yapsın diye en yüksek paraları kim verdi? Elbette silah sanayisi, şimdi ‘sana bunu verdik, dediklerimizi yap’ diyorlar. Sözün kısası arkadaşlar, bu silah sanayisi doymak bilmeyen bir canavara benziyor. Zaten hükümetler de silah şirketlerinin, ilaç şirketlerinin, gıda şirketlerinin birer kuklası. Sanılmasın ki, oy verip istediğimizi seçiyoruz. Hadi canım! 


Anımsayın, Sovyetler Birliği dağıldığında dünya nasıl da düğün bayram etmişti. O sıralar bazı aklı başında bilim adamları toplumu uyarmaya çalıştılar. Bundan böyle milliyetçilik ve radikal dincilik hortlayacak, kara paranın girmediği ülke kalmayacak, mafya tipi örgütlenmeler başlayacak. Dedikleri de çıktı. Ve beklendiği gibi bütün filler Ortadoğu’da tepinmeye başladı. Neden mi? Çünkü en cahil, en oyuna gelen halklar ne yazık ki, Ortadoğu’da. Hep Tektanrılı dinleri temsil eden peygamberin neden Ortadoğu’dan çıktığını merak ederdim. Geçenlerde bu konuda uzman bir arkadaşım, “Çünkü” dedi, “insanların dayanışmayı bilmedikleri, egonun acayip yüksek olduğu bölge burası. Bir türlü yolunu bulamıyor.” Düşündüm doğru, sürekli oyuna geliyorlar. Bu bölgede oyunu Kurtuluş Savaşı’yla bozan bir biz bir de Cezayir var. Belki de bu oyunu bozup, bu bölgede laik bir yaşam tarzının olabileceğini gösterdiğimiz için sürekli büyüklerin gazabına uğruyoruz. Bizi de yolunu bulamayan bir İslam ülkesi yapmaya çalışıyorlar. Bunda da epeyce başarılı oldular. 


Köy Enstitülerinin kapatılması ve sözüm ona barış gönüllülerinin ülkeyi istila etmesiyle başlayan bu süreç, 12 Mart, 12 Eylül darbesiyle kuvvetlendi, ANAP ve AKP iktidarları da işi katmerleştirdiler. Ama ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın bu ülkede bir iç savaş çıkarmayı başaramadılar. Çünkü ülkenin mozaik yapısı ve genetik kodları buna izin vermiyor. Sağ-Sol çatışması çıkarıyorsunuz, bekliyorsunuz millet birbirini öldürecek, beklenen olmuyor. Alevi- Sünni çatışması çıkarıyorsunuz, gene beklenen olmuyor. Öyleyse Türk-Kürt çatışması çıkaralım diyorsunuz, o da tutmuyor. 


Gerçekten içinde yaşadığımız coğrafyanın mozaiklerine çok şey borçluyuz.



Şimdi bu mozaiğin keyfini çıkarmak için, mümkün olduğunca Ortadoğu’dan uzaklaşmakta da yarar var. Her ne kadar, iktidar Amerika’ya “ben de varım, ben de varım!” diye seslense de, bu yaşıma gelmiş ben şunu söyleyebilirim: “Arkadaş biz ülke olarak savaşmak istemiyoruz. Evli evine köylü köyüne, bu tuhaf ne olduğu belli olmayan savaş sakın ola ki, bana sıçramasın, biz bir zamanlar böyle bir oyunu bozmuştuk, şimdi yeniden bozarız.” Bu arada her ne kadar dinimiz İslam olsa da, atalarımızın Şaman genleri savaşı sevmemizi engelliyor. İyi ki o Şaman genlerimiz var. Bütün oyunlara rağmen, hâlâ ağaçları koruyanlar, HES’lere karşı çıkanlar, savaşa hayır diyenler ve tüm ayrımcılığa rağmen farklı mezheplerden kız alıp verenler, varsa inanın bu Şaman genlerimizden!

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Trump’ın füzelerini Kürecik’e sormalı - ÇİĞDEM TOKER

“Masum insanlar, çocuklar ve güzel bebekler öldü.” Cümlenin sahibi Trump. Suriye’yi vurma emrinden hemen önce söyledi.
Ve evet, o cümlenin yansıttığı vahşet, ABD’nin Suriye yönetimini ilk kez doğrudan hedef alarak vurmasının da gerekçesi oldu. İdlib’e düzenlenen kimyasal saldırıda can çekişerek ölen çocukların görüntüleri dayanılmazdı.
Savaşta önce gerçeklerin öldüğünü hatırlatarak devam edelim.
Uluslararası ajanslara göre, “kimyasal saldırının yapıldığı tesisler hedef alınarak iki savaş gemisinden fırlatılan”, “33’ü boşa gittiği söylenen ve her biri 1.6 milyon dolar olan 59 füzenin” adı Tomahawk.
Korkunç silahlara, can almıyorlar da sanki kendileri canlıymış gibi isim verip sempati ve meşruiyet devşirme kurnazlığının önemli oyuncularından biri o.
Tomahawk’ı çeyrek yüzyıl önce Irak’tan, geçen yıl da Yemen’den biliyoruz.
Dahası, füzeyi üreten Raytheon da memleketimizde iyi tanınır.



Kürecik radarını kurdu
 
Hatırlar mısınız, bundan beş yıl önce Malatya Kürecik’te bir radar kuruldu. Anlaşması gizliydi. NATO füze savunma sistemi kapsamında olduğu söylendi. O kadar.
Protestolarla ses yükseltilse de sonuç vermedi. Malatya milletvekilleri oraya yaklaştırılmadı. Soru önergeleri cevapsız kaldı.
Tomahawk üreticisi Raytheon, işte 2012’de Kürecik’e radarı kuran silah devinin ta kendisi.
AN/TPY-2 X-band isimli radarın dünyanın en gelişmiş sistemi olduğu yazılmıştı.
Satış rakamları son üç yıldır 20 milyar doların altına düşmeyen Raytheon, Türk savunma sanayiinin gayet iyi bilip “sevdiği” bir markadır özetle.
Türk büyüklerinin Trump’ın füzelerini desteklemesine, buradan da bakmakta mahzur yok. 


‘Her okula bir avukat’
 
Referandum günü, iki temel ödevimiz var: İlki sandığa gitmek. İkincisi sandık güvenliğine dikkat etmek, uyanık olmak. İlginçtir, bu ikisi bazıları için sebep- sonuç ilişkisine dönüşmüş.
“Amaan nasıl olsa hile yapılacak, ne oy vereceğim” diyenler işte bu gruba giriyor.
Ama bu kolaycılar fena halde yanılıyor.
Bilgisayar Mühendisleri Odası rapor hazırladı. “Her Yönüyle Seçsis”te diyor ki:
“Sandığa ve tutanaklara sahip çıkılırsa SEÇSİS ile hile yapılamaz. Yapılırsa yakalanır.”
Ankara Barosu da sandığa sahip çıkma meselesini dert etti. Sandık güvenliğine katkıda bulunmak amacıyla “Her okula bir avukat” projesi başlattı. Aldığımız bilgiye göre başvuran avukatlar arasında sayıca kadınlar daha fazlaymış.
Avukatlara 18 Mart’ta ve 8 Nisan’da olmak üzere, eğitimler verildi. Eğitimlerde, sandık kurulu üyeleri, müşahitler, diğer seçim görevlilerine ilişkin bilgilendirmeler yapıldı. Nelere, nasıl dikkat edilmesi gerektiği anlatıldı. Referandum günü çıkabilecek sorunlar için baronun kuracağı Referandum Güvenlik Merkezi ile bağlantıya geçecek. Telefonların meşgul çıkmaması için özel bir teknik sistem kuruluyor.
Velhasıl, avukat müşahitler, partilerin görevlendirdiği müşahitlerin yanında önemli bir destek grubu oluşturacak.
Seçmenlerin bilgisine.


Musa Kart’tan alacağımız olsun
 
Bir röportajında “Ben bir fizik öğretmeniyim. Lise 1’deki bir öğrencinin ODTÜ’yü kazanıp kazanamayacağını bilirim” diyen, bir diğerinde “Fethullah Gülen bizim en büyük zaafımız olan çocuklarımızı kullandı bize karşı. Fethullah Gülen’in hipnozu yurtlarda başladı” diyen bir “tanık” o. Bilmeseniz anlamaya imkân yok. Ama insanın dimağı duruyor sahiden. Yıllarca Fethullah Gülen’in sağ kolu olarak anılmayı şeref madalyası gibi taşımış Hüseyin Gülerce’den söz ediyoruz.
Evet, halimiz kalsa, o zatın arkadaşlarımızla ilgili iddianamedeki “tanık” pozisyonuna -ce gibi de yapmaz bayağı gülerdik.
Ama ne bu, kara da olsa bir mizah, ne de bizim gülecek halimiz var. Yine de Sevgili Musa Kart’tan bir alacağımız olsun.
Çıkışta. 


Akkuyu’ya ‘dışarıdan’ CEO geliyor.
 
Sürpriz etkisi yaratan haber geçen ay çıkmıştı. Meraklısı hatırlayacaktır.
AKP kurucularından Cüneyd Zapsu, iki ay önce Akkuyu Nükleer A.Ş’nin yönetimine girdi.
Birkaç gün önce şirketle ilgili yeni bir gelişme oldu. [Haber görseli]
Zapsu’nun tek Türk olarak yer aldığı yönetim kurulu, 31 Mart’ta toplanarak ana sözleşmeyi değiştirdi.
Yönetim kurulu, şirkete “dışarıdan” CEO atama yetkisi aldı. Daha önce CEO’nun ancak yönetim kurulu üyeleri arasından atanması mümkündü. Akkuyu’ya “üçüncü kişiler arasından” yani dışarıdan CEO atama yetkisini veren şirket kararı 6 Nisan 2017 tarihli Ticaret Sicil Gazetesi’nde yayımlandı.
Bu arada dünkü Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelik de önemli. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Nükleer Tesislerde Yönetim Sistemi Yönetmeliği yayımladı.
Yönetmelik Akkuyu Nükleer A.Ş’ye, santralın güvenliği bakımından önemli görevler yüklüyor.
Şimdi sıra Akkuyu’nun başına atanacak ismin kim olacağında. 


Yoksa utanıyor musunuz?
 
“Elveda Anayasa”, Prof. Dr. Kemal Gözler’in, “Hiç olmazsa adım susan anayasa hukukçuları arasında anılmasın” diyerek yazdığı son kitabı.
Altı çizilecek yeri çok. Beni en çok etkileyen bölümlerden birini paylaşayım.
Diyor ki Prof. Gözler: “... Anayasa taslağı veya anayasa değişikliği taslağı hazırlamak veya hazırlayan komisyonun başkanı veya üyesi olmak her anayasa hukuku profesörü için büyük bir onurdur. (...) Geçmişte hazırlanan pek çok anayasa taslağı olmuştur. Hepsinin hazırlayanları bellidir. (...)
- Şimdiye kadar benim dikkatimden kaçmamış ise, değişiklik teklifini sahiplenen, ‘teklifi ben hazırladım’ diyen bir anayasa hukuku profesörü veya ‘biz hazırladık’ diyen anayasa profesörleri çıkmadı. Anayasa değişiklik taslağı hazırlamak, utanılacak bir şey değildir.”

Biz de bu ifadelerden yola çıkarak soralım:
Haftaya ‘hayır’ diyeceğimiz metni, teklifin altında imzaları bulunan 316 milletvekilinin bir masaya oturup hep birlikte hazırlamadığını biliyoruz.
Peki, siz kimsiniz? Niye kendinizi gizliyorsunuz? Yoksa literatürde emsali olmayan uyduruk ismi taktığınız “Cumhurbaşkanlığı sistemi” metnini hazırlamaktan utanç mı duyuyorsunuz?  


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Tomahawk füzeleri ve özüne dönen İslamcılar - FATİH YAŞLI

Amerika Birleşik Devletleri üç gün önce Suriye’ye 59 Tomahawk füzesi fırlattı ve İslamcıların fabrika ayarlarına dönmesi 59 saniye dahi sürmedi, kendilerini yeniden emperyalizmin kollarına atabilecek olmanın sevinciyle, aralarının pek iyi olmadığı esas oğlan ABD’ye füze hızıyla aşk mektupları yazmaya, “Hadi o eski güzel günlere dönelim” demeye başladılar.

Böylece üç “masal”ın daha sonuna gelmiş olduk. Birincisi, kimi ulusalcı zevatın özellikle 15 Temmuz’dan beri bizi ikna etmeye çalıştıkları şeyin, yani iktidar partisinin “millici” ve “antiemperyalist” olduğu, Suriye’de ABD’ye karşı “vatan savaşı” verdiği, bu nedenle de desteklenmesi gerektiği masalının sonuna. İslamcılardan anti-emperyalist çıkmayacağı, siyasal İslam’ın doğasının işbirlikçiliği gerektirdiği ve Türk sağının baştan sona bir Amerikan projesi olduğu böylelikle bir kez daha tescillendi.

Sonuna geldiğimiz ikinci masal ise iktidar partisinin NATO’dan çıkacağı, üsleri kapatacağı ve Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olarak Avrasya blokuna geçeceği masalı oldu. Türkiye kapitalizminin, Türkiye sermaye sınıfının Batı’yla kurduğu ilişkilerin ve İslamcıların ABD’ye göbekten bağımlılığının böylesi bir eksen kaymasına hiçbir şekilde izin vermeyeceğini sosyalistler olarak sürekli söylüyorduk ve bu vesileyle bir kez daha doğrulanmış olduk.

Ve üçüncüsü, günlerdir anlatılan “haçlı ittifakına karşı ümmetin liderliği” masalı da böylelikle nihayetlendi; referandum süreci boyunca miting meydanlarında yuhalattıkları Batı’yla ve “Siyonist” dedikleri, güya karşısında Filistin davasını savundukları İsrail’le birlikte yeni-Osmanlıcılar da, halkının çoğunluğu Müslüman bir devletin topraklarını vuran ABD füzelerine biat etti, ABD’nin arkasında hizaya dizildi.




Güzel, masallar bittiğine göre hakikati konuşmaya başlayabiliriz artık. ABD’nin Suriye’ye saldırısına gerekçe gösterilen “kimyasal saldırı” ile başlayalım öncelikle. Bu saldırının faili kim, iddia edildiği gibi Suriye devleti sahiden de kimyasal bir saldırı mı düzenledi, yoksa cihatçıların elindeki bir kimyasal deposu yanlışlıkla ya da bilerek vuruldu mu ya da ortada bir CIA-cihatçı kumpası mı var, bunlara dair elimizde kesin bir bilgi yok, bilmiyoruz.

Söyleyebileceğimiz şey ise şu: Tam da yedi yılın sonunda, cihatçılara karşı hem askeri hem de moral üstünlüğünü ele geçirmişken, uluslararası konjonktür kendisinden yanayken ve saldırıdan henüz bir gün önce ABD resmi olarak “Esad’ın kaderine Suriye halkının kendisi karar verir” demişken, yedi yıldır son derece akıllıca bir strateji izleyen Suriye devletinin, sonuçlarının neler olabileceği bilinen böylesi bir saldırıyı yapma ihtimali ziyadesiyle akıl ve mantık dışı görünüyor.
Saldırının sonuçları ise gayet net: ABD’nin ilk kez Suriye’yi vurması, Suriye’deki önceliği Esad değil “IŞİD’le mücadele” olan Trump’ın ABD müesses nizamı tarafından hizaya getirilmesi, başta Fransa olmak üzere Avrupa’dan yükselen operasyon çığlıkları, Rusya’nın sıkıştırılması, İsrail’in bölgede kendine yeni bir zemin açması, Suudi Arabistan ve yeni-Osmanlı’nın yeniden ellerini ovuşturmaya başlamaları ve “güvenli bölge” planının tekrar gündeme gelmesi… Dolayısıyla saldırının kimin işine yaradığı ve kimin elini zayıflattığı kolaylıkla anlaşılabiliyor.

Gelelim uzunca bir süredir kafası kesik tavuk misali ortada dolanan Türk dış politikasına, yani emperyal ve mezhepçi heveslerin biçimlendirdiği yeni-Osmanlıcı akıl tutulmasına. Trump’ın saldırı sonrası yaptığı ve “Vurabiliriz” dediği ilk açıklamadan itibaren, bir kez daha dış politikadaki rasyonalite kaybının boyutlarını görme şansımız oldu. Daha geçen sene Rusya’nın uçağı düşürülmemiş ve onun bedeli ödenmemiş gibi, Rusya’yla ilişkileri onarmak için kırk takla atılmamış gibi, Astana’da Rusya ve İran’la Suriye için masaya oturulmamış gibi, o masada Suriye devletinin egemenliğini tanıyan deklarasyon imzalanmamış gibi, Tomahawk füzelerinin üzerine oturuldu ve dış politikada bir kez daha 180 derecelik bir dönüş yapılmış oldu.
Peki dış politika böyle bir şey mi, daha önce defalarca dile getirdiğimiz üzere Kayserili halı tüccarı kurnazlığıyla, çıkarları birbirleriyle örtüşmeyen güçlerle çıkar ortaklığı yapmayı deneyerek, onları idare ettiğini düşünerek, bütün taraflara gülücükler dağıtarak bir yere varılabilir mi, bu dış politikanın ulusal çıkarları gözetmesi söz konusu olabilir mi?

ABD nezdinde uzun süredir güvenilirliğini yitirmiş ve öngörülemeyen bir müttefikken, son bir yıldır Rusya’ya böylesine yanaşmışken ve AB ile bağları büyük ölçüde koparmışken, Tomahawklar tarafından büyülenmiş bir şekilde ve hiçbir şey olmamışçasına kendini tekrar Batı’nın kollarına atmaya çalışmak, sanıldığı kadar kolay olmayacak, ABD ve Batı hemen “Hadi gel” demeyeceği gibi Rusya da “Hadi git” demeyecektir. Velhasıl, ABD iç politikalarındaki dengeler ve uluslararası kamuoyuna mesaj vermek adına yapılan sınırlı bir güç gösterisine elde tuzlukla koşmanın bedellerinin neler olacağı bir kez daha yaşayarak görülecektir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN


 

Gerçeklere göz yumanlar - ASLI KAYABAL

Yedi nisan sabahı, ABD’nin Suriye’yi hedef alan füze saldırısı haberleriyle başladık güne. Hep aynı film harmanlanıp sunuluyor. İdlib’de kimyasal silahlar kullanılarak düzenlenen saldırının ardından İtalyan medyası, Batılı birçok medya organı gibi hiçbir kaynak ve belgeye dayanmadan Beşar Esad hükümetini sorumlu gösterdi.

Corriere della Sera’dan La Stampa’ya La Repubblica’dan İl Giornale’ye kadar merkez sağ ve solun belli başlı gazetelerinin hedefinde Suriye vardı. İdlib’i konu alan haberlerde RAİ, Rai News, SKY İtalia, Canale 7, Canale 5 gibi kanalların ana haber bültenlerinde milyonlarca İtalyan’a İdlib saldırısının tek sorumlusu Suriye hükümeti diye sunuldu.
Rai 3’ün siyasi hiciv programı Gazebo’yu hazırlayıp sunan gazeteci Diego Bianchi bile, “Esad, İdlib’e düzenlenen saldırının ardında Suriye hükümetinin olmadığını ileri sürse de gelen görüntüler başka bir öykü aktarıyor” diye yorumda bulunarak, kaynaksız bir gazetecilik sergileyerek milyonlarca televizyon izleyicisine İdlib’de yaşananları kendi penceresinden anlattı.       
Donald Trump’ın Suriye’de ansızın giriştiği füze saldırısına gelince hiç de şaşırmadık. Obama’nın ardından ABD’nin Yakındoğu’da yürüttüğü saldırgan siyasete devam eden Trump’a saldırı öncesi uyarılan Avrupa Birliği ülkelerinden de tam destek geldi. İngiltere, Almanya ve Fransa’nın “savaş suçu” işlediği iddiasıyla suçladığı Beşar Esad’a ders verilmesi gerektiğinin altını çizen bu ülkelerin yöneticilerine İtalyan hükümeti de destek vermekte geri kalmadı.

İtalyan siyasetçilerden inciler

Matteo Renzi’nin istifasının ardından İtalya’da başbakanlık koltuğuna oturan deneyimli siyasetçi Gentiloni, “ABD’nin tepkisi, İdlib’de girişilen savaş suçuna bir yanıt diye okunmalı” yorumunda bulundu. Bir zamanlar Abdullah Öcalan’ın İtalya’ya getirilmesine ön ayak olan Massimo d’Alema ise Gentiloni’ye destek vererek, Trump’ın giriştiği füze saldırısının Suriye’nin geleceğiyle ilgili alınacak kararlarda yeni görüşmelere olanak tanıyabilir gibi saçma bir yorumda bulundu.   
İtalyan siyasetçilerin paradoksal yorumları, gerek ulusal gerekse uluslar arası politikada izledikleri miyop yaklaşım, ABD’nin Yakındoğu ülkelerini hedef alan hırçın politikasına boyun bükmesi, Çizme’de siyasete yön verenlerin niteliğini sergiliyor. Bu beceriksiz siyasetçiler tablosuna gerçekleri yansıtmayan haberler yapmakta uzmanlaşan gazeteciler de eklenince fazla söze gerek yok sanırım.
Tarihin garip bir yanılsaması olsa gerek “İdlib şehrinde Esad hükümetince yapıldığı öne sürülen kimyasal silahlı saldırının ardında gerçekten Suriye hükümeti mi var, bu konuda neden bir soruşturma açılmıyor. Nasıl herkes bu kadar kesin konuşabiliyor” diye soran tek kişi, hükümete muhalefet yapmak adına konuşan faşist eğilimli Fratelli d’İtalia’ya başkanlık eden Georgia Meloni.  
 İtalyan siyasetçilerin ve gazetecilerin büyük bölümünün yaklaşımı ve eğilimini bir an için es geçelim. ABD, Suudi Arabistan, Türkiye ve AB ülkelerinin yetkilileri  İdlib’de düzenlenen saldırıda  Sarin gazı kullanıldığını,Esad hükümetinin insanlık suçu işlediğini iddia etti.

“Sarin gazı? Şüphe duydum”

CNR Moleküler Teknolojiler ve Bilimler Enstitüsü’nde kimyasal silahlar konusunda uzman Matteo Guidotti, ortaya atılan iddialarda “Sarin gazı” konusunda temkinli olunması konusunda bir uyarı yaptı.
Geçmişte Sarin gazına hedef olan kişilerle ilgili filmler izlediğini aktaran Guidotti, “Bu gaza hedef olan kişiler titreme nöbetleri, aşırı terleme, nörolojik rahatsızlıklar gibi rahatsızlıklar sergiliyordu. İdlib’le ilgili yer verilen filmlerde bu tür görüntülere rast gelmedim. En çok  Sarin gazına hedef olduğu öne sürülen kişilere müdahale eden sağlık personelinin eldivensiz ve maskesiz çalışması şüphe uyandırdı. Bu tür saldırılarda personel için öngörülen bazı kurallar zinciri var. Tersi durumda Sarin gazı, sağlık personelinin de zehirlenmesine neden olabilir. Bu nedenle İdlib saldırısıyla ilgili  ekrana gelen filmlerin ne kadar gerçek olduğu konusunda şüphem var.” diye yorumda bulundu.

Aslı Kayabal / SOL
asli.kayabal@hotmail.com

Alt tarafı üstyapı - AYDEMİR GÜLER

Evet, devletlerarası, uluslararası ilişkiler bir üstyapı kurumudur. Üstyapının, ekonominin merkezde durduğu bir yapı tarafından belirlendiği, başı buyruk hareket edemeyeceği görüşü Marksistleri ayırt eder. Değil mi ki, maddeci bir dünya görüşünden hareket ediyoruz…
Ama bizim dışımızda da aklı başında herkes birtakım tarihsel ve maddi koşulların insanları ve kurumları çevrelediğini kabul edecektir. “İstediğimi yaparım” diyen makul karşılanmaz çağdaş dünyada.

Bu söylenen diğerlerinin ve diplomasinin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Öyle olsa devletlerin bu işlere bu kadar kaynak ve güç ayırmaları aptallık olurdu. Hayır, diplomasi önemlidir. Diplomasi, devre dışı kaldığının resmen ilan edildiği savaş koşullarında bile etkin bir kurumdur.
AKP iktidarı maddeciliği fazla mı kaba yorumluyor, dersiniz? “Alt tarafı üstyapı” diye mi bakıyorlar diplomasiye? Bir önemi olmadığı için her şeyi söyleyebileceklerini zannediyor olabilirler mi?
Dün sabah bütün devlet, ABD’nin Suriye saldırısının sonuna kadar gitmesi gerektiğini bağırmaya başladı. Trump çok iyi yoldaydı, Esat düşürülmeliydi… Hani neredeyse gelecek hafta namazı Emevi Camiinde kılacaklar!

Batı bu tezlere yabancı değildir ve bölgemizde hararetin yükseldiği anlarda bir dizi başkentten benzeri sloganlar yükselir. Dün de o momentlerden birindeydik. ABD medya ittirmesiyle sahneye konan bir kimyasal silah senaryosunun finalini bombalara bağladı. Medya performansı olmasa üçüncü sınıf bile denemeyecek bir senaryo olduğu söylenebilir...
Batı öyle davranabilir. Rusya’nın Batı’da “sebzelerinin güvenliğini garanti edecek durumda değil” diye dalga geçtiği başka ülke var mıdır? Batı başkentlerinin içinde Rusya ile ilişkilerinin son bir yılını Türkiye gibi geçiren de yoktur…

Batı öyle davranabilir, ama Türkiye’de afra tafranın akşamında telefon çalacak ve Rus ve Türk dışişleri bakanları “Suriye’deki barışın sağlanması için görüşmelerden başka alternatifin bulunmadığının altını” çizeceklerdir!

AKP’nin devlet aklı, aşırı maddecilikten mustarip olduğu için diplomasi alanında söylenenin önemsiz olduğuna varmış olabilir mi? Nasılsa üstyapı! Ağızdan çıkanın kulak tarafından duyulmasının bir önemi olmadığı gibi, aynı gün dört bir yana kırk dört farklı şey söylenebilir, diye mi düşünüyorlar?
Öyleyse olayı tamamen yanlış anlamışlar. Diplomasi önemli bir üstyapı kurumudur.
Suriye’ye yönelik saldırı için ABD yetkilileri “bir kereliğine yaptık” dediler. Ruslar başarılı bulmadıklarını söyleyip kırık not vererek işi alaya çevirdiler. Şam bile gelişmelerin bu eksende süreceğini zannetmediğini açıkladı. İsrail, muhteşem Amerikan dönüşünü mutluluk gözyaşlarıyla alkışladı tabii. Hepsinin bir mantığı var. Her biri, diplomasinin dili içinde bir yandan maddi olguları yansıtıyor, diğer yandan gelişmeleri yönlendirmeye dönük girdiler barındırıyor.
Türkiye ise ayarsızlığını bir kez daha gözler önüne serdi. Dedim ya, o sözlerin sonrası pek talihsiz yaşanmamış olsa, Cuma namazı için arttırmaya çıkacaklar! Sahi Ankara’ya ne oluyor? AKP rejimi dış politikada da saçmalıyor! Haçlı ittifakı demagojisini unutmak için birkaç füze yetiyor. Türkiye’de sağcı kitle tabanından Suriye’nin Amerikalılar tarafından vurulmasına sevinen kaç kişi çıkar, dersiniz? Esat’ın düşürülme ihtimali hakikaten var mı? Bu soru bir yana, bunun PYD açısından olası sonuçları AKP’nin gündeminde değil midir? Bu liste çok uzatılabilir. Dünün AKP performansı mal bulmuş gibi Amerikan bombalarının peşine takılmaktan ibaret çok ucuz bir savaş kışkırtıcılığıdır. Gerisinde bir devlet aklının izini bırakmayacak ölçüde…

Ama dışişleri bakanının zihninden silmeyi dilediği olay akşam gerçekleşecek ve telefonu çalacaktı. Salyalar acele silindi ve “görüşmeler yoluyla, barış içinde…” diye hayata devam edildi. Edilebilir mi peki?
Bir kere, “ben etmem” diyen bir reis var. Ucuz kışkırtıcılığın tadını almış veya tutamıyor kendini. Akıl… o çoktan bitti.


Bakana gelince, belki “nasılsa üstyapı kurumu” diye içini ferahlatıyordur hâlâ. Ama üstyapı alanı uydurma ve uçma özgürlüğü anlamına gelmediği için Lavrov telefonu kapattıktan sonra Çavuşoğlu’nun en azından midesi kaynamış, uykusu kaçmış olmalıdır. Diplomasi, bizimkilerin sandığı gibi bir şey değildir. Söz ağızdan çıktığında maddi gerçekliğin parçası olur. AKP saçmalamanın bedelini bir biçimde ödeyecektir.
Neyin nasıl ödeneceği iktidarın dışında bütün halkı ilgilendiriyor. Örneğin, bu saçmalıkların hesabını başkalarından erken davranıp halkımız ve biz ödettirebiliriz.

Aydemir Güler / SOL

8 Nisan 2017 Cumartesi

Bayar’ın kızından ‘Hayır’ manifestosu: ‘Getirilen bir ucube’ - Nilgün Cerrahoğlu

Bir okur sohbetinde orta yaşlı bir bey söz alıp “Nilgün Hanım” demişti, “yanımda 16 yaşındaki kızımı da getirdim. Sizden ricam ona umut verecek bir şeyler söylemenizdir!”
Referandum konusunda ne zaman bir şey yazmaya kalksam, aklıma o okurun sözleri geliyor. Ve öyle kalakalıyorum. 11 yazarı 5 ayı aşkın süredir tutuklu ve de çaycısından kuryesine kadar çalışanları belli aralıklarla içeri alınan bir gazetenin yazarı olarak, ne yalan söyleyeyim artık umut verecek bir şeyler ifade etmekte zorlanıyorum. 

 
Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy’un Hürriyet’te tam sayfa “Hayır” ilanını gördüğümde, içimde çok uzun zamandır ilk kez bir umut ışığı uyandı.
Kuşkulu ve endişeli miyiz? Evet öyleyiz” diyor 96 yaşındaki Nilüfer Hanım: “Aynı zamanda nereden nereye gelindi diye hüzünlüyüz. Ama asla ümitsiz değiliz. Referandumdan yüksek sesle ‘hayır’ çıkmasını ümit ediyoruz. ‘Hayır’ diyeceğiz ve hayırlı olmasını dileyeceğiz. Milletimizin sağduyusuna ve vefasına güveniyoruz.
 
Yandaşlar öfke saçıyor
Cumhuriyet tarihinin tanıklığını yapmış bir çınardan bu kerte güçlü ve özgüvenli bir “ümit” mesajı almak öncelikle insanı yüreklendiriyor. Bir asra merdiven dayayan bir kişinin, bu karabasan konjonktürde “umudunu” yitirmemesi insana damardan pozitif duygular yüklüyor.
Nilüfer Gürsoy’un mesajı bu nedenle çokdeğerli. Üstelik her satırı düşünülerek yazılmış. Ve oturma odasında karşılıklı konuşur gibi… sıkıcı olmayan bir üslupla “direkt” ifadelerle kaleme alınmış. Şapo!
Nilüfer Gürsoy, dahası herhangi bir isim değil. RTE’nin her daim hikâye ettiği DP’nin kurucusu Celal Bayar’ın kızı. “Gürsoy’un manifestosu”, içinde bulunduğumuz kritik kavşakta sağdaki çatlakların görünenden daha derin olduğunu düşündürtüyor…
96 yaşında bir insan, “Her ne olursa olsun… Bu yaştan sonra ortaya çıkıp eleştiri oklarına hedef olamam. Biraz da gençler düşünsün. Onlar uğraşsın!” diye düşünebilirdi. Nilüfer Hanım bunu yapmamış…
Ustalıkla “Yeter artık! DP’yi araçsallaştırmaktan vazgeçin!” mesajı verdiği için bu nedenle şimdi “evet”çilerin düşmanca beyanlarına, saldırılarına maruz kalmakta.
Yazımın başına oturmadan baktım… Yandaşlar öfke saçıyor. Şimdiden “Nilüfer Hanım’ın hazin intiharı”, “Hayır çetesi Celal Bayar’ın kızını bile ayarttı” şeklinde alabildiğine ilkel bir kavim anlayışı ile kaleme alınan yazılar karalamışlar. Gürsoy’un “hayır” metninin içeriğiyle ilgili değiller. “Manifesto”yu baştan sona okudukları şüpheli.
 
‘Sistem değil, rejim değişikliği’
Nilüfer Gürsoy, “Hayır” deklarasyonunda 16 Nisan’a dair sorulması gereken bütün soruları ve tehlikeleri sıralıyor. Darbeleri yaşamış biri olarak mevcut iklimi bir “darbe ortamı”na benzetiyor.
Etrafımız ateş çemberi ile çevriliyken bu anayasa değişikliğine ne gerek vardı, diyor. Değişiklik ne getiriyor ve özellikle ne götürüyor, diye soruyor. “Çift başlılığı önlemek” bahanesiyle “tek adamlığa soyunmanın” eleştirisini yapıyor. Cumhuriyetin erdeminin bizi ümmet olmaktan çıkarıp, “vatandaş” yapmak olduğunu hatırlatıyor; “darbe anayasalarının bile Cumhuriyetin temel görüşlerine saygılı olduğunun” altını çiziyor.
Getirilmek istenen değişikliğin ise “cumhuriyetimizin ve demokrasimizin temel değerlerini sarsmakta olduğuna” işaret ediyor.
Bu anayasa paketi, TBMM’nin manevi yapısına konmuş bir dinamittir” diyor.
Gürsoy bu yol ayrımının, sıkça dile getirildiği üzere bir “sistem değişikliği” değil, bir “rejim değişikliği” içerdiğini anlatıyor.
En vurucu bölüm bana göre bu “rejim değişikliğine” yapılan atıf.
Sistem değişikliği” ve “rejim değişikliği” farkı, başlı başına ayrı bir yazı konusu.
Nilüfer Hanım bunu “Sistem, parçaların bir araya gelerek bütünleşmesini ifade eder” diyerek özetlemiş.
Kendi içinde tutarlılığı olan bir “sistematik” yerine “getirilen (her ne ise) ‘nevi şahsına münhasır’ kendine özgü bir ucubedir” diyerek konuyu noktalıyor.
Filli Boya reklamı, Haluk Levent’in “İzmir Marşı” ve de Nilüfer Gürsoy’un manifestosu…
 
Kampanyada “hayır”cılara “ilham veren” üç çıkış… bunlar oldu. Son haftaya girerken yenilerini bekliyoruz.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Hayır’da birleşelim - ÖZGÜR MUMCU

Başkanlık sisteminin parlamenter sisteme göre daha istikrarlı olduğu iddiası ne kadar doğru? Hele söz konusu 16 Nisan’da oylayacağımız gibi bir “başkancı” sistemse?
İktidar çevreleri başkanlığı istikrarın anahtarı gibi sunuyor. Gelgelelim bu anahtarın kilitte kırıldığı çok örnek var. Bize önerilen anayasa değişikliği, kuvvetlerin kesin ayrılığına dayanan başkanlık sistemi değil, kuvvetlerin tek bir kişide yoğunlaştığı başkancı ya da başkansever sistem. Bu sistem en çok Latin Amerika ve Afrika ülkelerinde geçerli. Bu ülkelerin siyasi tarihinin bir darbeler tarihi olduğu akıldan çıkarılmamalı. 

 
Latin Amerika başkanlık sistemlerinde istikrar konusunda yapılmış bir çalışma var. Profesör Kathryn Hochstetler’in Comparative Politics dergisinde 2006 senesinde yayımlanmış makalesindeki verilere göre 1978-2003 tarihleri arasında Latin Amerika’daki başkanların yüzde 23’ü dönemleri bitmeden görevden ayrılmış. Başkanların yüzde 40’ı ise ciddi toplumsal eylemlerle ve siyasi çalkantılarla karşı karşıya kalmış. 2003’ten sonraki gelişmeler de çok farklı değil.
Bu istikrarsızlığı yaratan ise kuvvetlerin tek elde toplanması, denetimsiz kalan başkanın halkın çıkarlarına aykırı neoliberal ekonomik politikalar uygulaması ve başkanın da karıştığı büyük yolsuzluklar olarak belirtiliyor. Beş başkandan birinin dönemi bitmeden görevden ayrıldığı aslen istikrarsızlık yaratan bir sistemden bahsediyoruz. 
 
Başkanlık Demokrasisi’nin Çöküşü (The Failure of Presidential Democracy) başlıklı mukayeseli inceleme ise adından anlaşılacağı üzere başkanlık sistemlerinde hükümetlerin parlamenter sisteme göre daha sıklıkla yıkıldıklarını örneklerle ortaya koyuyor.
Kaldı ki dünyanın gelişmiş ve zengin devletlerinin büyük bir çoğunluğu parlamenter sistemle yönetilmekte.
Başkanlık sisteminin istikrar getirdiğini söylemek bir hayli boş bir vaat. Bizde önerildiği şekliyle başkanlık sistemi başkanın diktatörleşmesinin yolunu açacak bir denetimsizlikle sakat. Hadi başkan iyi niyetli çıktı diktatörleşmedi diyelim. O vakit de başkanlığın kendi doğasından kaynaklanan istikrarsızlık sorunu ortaya çıkıyor.
Başkanlığın tarihi geleneğimize daha uygun olduğu iddiası da temelsiz. Aksine Osmanlı-Türk Anayasal geleneği parlamenter sistem üzerine kuruludur. Şayet kast edilen padişahlık ise, saray içi güç oyunlarıyla tahttan indirilen Osmanlı padişahlarının ne kadar çok sayıda olduğunu hatırlamak yeterli. 
 
Gücü bir kişide yoğunlaştırırsanız, siyaset göz önünde Meclis’te değil kapalı kapılar ardında sarayda yapılır. Bu da haliyle entrikalara, kumpaslara ve saray içi darbelere yol açar. Böylelikle demokratik yollarla seçilmemiş, siyasi gücü sarayda kaptıkları yere göre belirlenen birtakım insanlara iktidarı ele geçirme fırsatı verilmiş olur.
Özetle, 16 Nisan’da oylanacak anayasa değişikliği geçerse istikrarsızlığın ve saray içi ayak oyunlarının kapısı ardına kadar açılır.
 
Sayın Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasından, anayasayı bekleme odasına almasından ve dolayısıyla fiilen başkanlık sistemine geçmesinden bu yana yaşanan darbe girişimi ve terör saldırıları da başkanlık sisteminin ülkemize neler vaat ettiğinin bir fragmanı.
Türkiye gibi farklılıklar barındıran ve fay hatları gerilmiş toplumların yönetimde istikrar için ihtiyacı olan toplumsal uzlaşıdır. Bunu sağlayacak olansa çoğulcu parlamenter demokratik sistemdir.
Tarih ve siyaset bilimi bize açıkça bunu söylüyor. Göz göre göre memleketimizi uçurumdan aşağı atmamak için toplumun her kesiminin Hayır’da birleşmesi şart. Gelişmiş, zengin ve uzlaşmış bir toplum için Hayır’da birleşelim.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Tayyip Bey neden 16 Nisan’da ısrarcı? - ALİ SİRMEN





Türkiye’deki gelişmeleri izleyenlerin tam yanıtlayamadıkları soru şu:
-Tayyip Bey, bu anayasa değişikliğinde neden bu kadar ısrarcı?
İlk bakışta, 16 Nisan ile amaçlanan ve başka bir örneğine hiçbir yerde rastlanmayan “Türk usulü başkanlık” ile iktidarın bütün dizginlerinin Tayyip Bey’in eline geçmesi hedeflenmekte olduğuna göre, soru pek anlamlı değil gibi görünüyor.
Ama biraz düşününce pek de öyle olmadığı anlaşılacaktır.
Öyle ya, şu anda zaten yargının dizginleri Beş Tepe’nin elindedir. Beş Tepe yürütmenin de, hem resmi hem de fiili başıdır. Tayyip Bey, AKP üstündeki rakip tanımaz ağırlığı sayesinde TBMM çoğunluğunu da denetlemektedir. OHAL ve KHK’ler yoluyla da TBMM’nin yasama organının işlevi yürütmenin eline geçtiğine göre, 16 Nisan’da evet çıksa ne olur, hayır çıksa ne olur?


***
İrdeleme bu noktaya varınca Tayyip Bey’in muhalifleri ilk bakışta pek geçerli gibi görünen bir sav atıyorlar ortaya:
-Tayyip Bey anayasa değişikliğiyle kendini, geleceğini güvenceye almayı amaçlıyor.
Bu yanıtın da geçerliliği şu argümanla sarsılıyor:
-İyi ama demokrasi dışı iktidarlar, zaten normal demokratik yollarla devrilmezler ki. Tarihe bakın, bunların hangisi seçimle veya parlamento denetimiyle gittiler ki!
Doğrusu bu sav, insanı Tayip Bey’in 16 Nisan’da çıkacak olası bir “evet”e neden bu kadar bel bağladığı konusunda düşündürüyor.
Özellikle, 16 Nisan ertesinde belirginleşecek olan, etnik terör, bölgesel çatışmalar, ekonomik durum ve Tayyip Bey’in uluslararası arenadaki enterne edilmişliği göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin gittikçe yönetilemez hale gelmekte olduğu görülecektir.
Ortadoğu’da sınırlar, Türkiye’nin de toprak bütünlüğünü ilgilendirecek biçimde yeniden çizilirken, bölgede enterne edilmesi konusunda, ABD ile Rusya’nın görüş birliğine vardığı Tayyip Bey’in yalnızlığı, sakıncaları gittikçe daha barizleşen bir kişisel kusur olarak göze batmaya başlayacaktır.
Bu konumdaki Tayyip Bey’in “yedi düvele meydan okuyan lider” olarak sunulup, kabul ettirilmesi gittikçe olanaksız hale gelmekte.
Zaten şu sıralarda kamuoyunda esen rüzgârlar hiç de bu yönde değil.
Sosyal medyada dönüp duran şu ileti, durumun ne merkezde olduğunu çok güzel gösteriyor:
-Tarih böyle zafer görmedi! El Bab’ı almaya gittik. Kerkük’ü verdik. Döndük. 

***
16 Nisan ertesinde Türkiye’nin müttefikleri ve bu arada Almanya ile ilişkilerinin daha da gerilmesi bekleniyor.
Alman Der Spiegel dergisinde, 31 Mart günü çıkan bir yazı çok dikkat çekici.
Türkiye’nin, Japonya’dan Afrika’ya, Ulan Battur’dan Dar üs Selam’a, Kopenhag’dan Berlin’e bütün dünyada kendi yurttaşlarını takip ettiğini, bu iş için diplomatik görevlilerini MİT’i ve Diyanet’in yurtdışındaki imamlarını ve örgütlerini kullandığı, Almanya ve Avusturya’da bunların bir kısmı hakkında soruşturma açıldığı söylenen yazıdaki şu ifade de son derecede düşündürücü:
“...Açıkça belli oluyor ki Türkiye bu ülkelerdeki casusluk faaliyetini legal görüyor.”
Türkiye’de son zamanlarda, aralarında askerler, polisler ve öğretmenler de bulunmak üzere 130 bin kişinin işinden çıkarılıp takibata uğratıldığı da belirtilen yazıda Almanya’da Türk casusları tarafından takip edilenlerin, Türkiye’ye gitmeleri halinde kovuşturulacakları da yazılıyor.
Yazı, Türkiye ile Almanya arasında, 16 Nisan’ın hemen ertesinde patlak verecek ve tırmanabilecek yeni gerginliklerin habercisi. Buna bir de Türkiye’nin ülkelerindeki casusluk faaliyetlerine aracı olanları yargı önüne çıkaracaklarını söyleyen Avusturya Yeşiller Partisi’nin Güvenlik Sözcüsü Pils’in, Viyana ile de yeni bir gerginliğin ufukta olduğunu belirten açıklamaları eklediniz mi sandıktan evet de çıksa, Tayyip Bey için 17 Nisan’ın, 16 Nisan’dan daha kolay olmayacağı görülüyor.
Öyleyse Tayyip Bey’in 16 Nisan’da bu kadar ısrarının hikmeti ne?

Ali Sirmen / CUMHURİYET