20 Temmuz 2017 Perşembe

Genç yaşta yitirilen deha: Meryem’in ardından... - ORHAN BURSALI

Matematiğin, evrenin, hayatın, canlı – cansız tüm varlıkların... İçinde yaşadığımız fiziksel dünyanın “biz sıradan insanlara” kendini kapatmış ve gözükmeyen, yapısal özelliklerini anlamaya çalışmanın adı, “pür” -saf- bilim yapmaktır. 
 
Hele ‘Matematik’, bazen “Bilimlerin Kraliçesi” adı da verilen, tüm kozmik evreni anlamak ve ele avuca alarak “İşte kanıt” denmesini sağlayan en saf araç sayılır. Bütün bilimler de ana girdi!
İnsanlığın “akıllı yaratık” olarak nitelendirilmesini hak edecek bir şey varsa, bırakın düşünmeyi, planlamayı, alet kullanmayı, varım demeyi ve pek çok tanımı... İçimizden çıkan az sayıda bazılarının, yaşamı ve evreni tanımlayan, neyiz, kimiz, evren nedir, kozmos nedir, bu “muazzam makine” nasıl çalışıyor... sorularına net ve tartışmasız yanıtlar vermesidir. 

 
Onlar sayesinde “akıllı yaratık”larız. 
 
Yoksa insanları diğer canlılardan ayıran genel sıradan özellik, yaşamlarını daha pratik ve konforlu sürdürmeyi bilmeleridir. Milyarlar öyle yaşıyor! 

Aklın aleti bilim
“Akıllı yaratığın” elinde en önemli alet bilimdir.
Bilim, deha düzeyinde bireysel zekâların, bizim için değil onlar için en önemli “yüksek problemleri” çözmelerine dayanır. Herkes onlardan belli başlılarının isimlerini saymasını öğrenmiştir. Einstein... diye başlarsınız. 
 
Bilim, hem dehaların büyük itici güçleriyle hem de artık günümüzde belki de daha çok “kolektif”, yani “birleştirilmiş yüksek – ortak akıl” ile büyük adımlarla ilerliyor. 
 
“Kolektif akıl” örneğin CERN’de çalışıyor. Büyük birleştirilmiş ortak projelerde sorun çözüyor.
Dünyada artık büyük bir “bilim gücü” var. Bu güç, sanki ülkelerinden bağımsız değilmiş gözükse de, epey bağımsız olarak varlıklarını sürdürebiliyor ve dünya sahnesinde rol almaya başlıyor. 55 ülkede geçen nisanda Trump’a karşı “Bilim İçin” gösterileri, bunun kanıtıydı... 

Dehalara ihtiyacımız var
Evet, bilim aklı kolektif bir güç olarak dev adımlarla ilerliyor. Ama dehaya ihtiyaç var. Onlar zaten var, ortaya çıkıyor ve büyük akıllar zincirinin bir parçası olarak parlıyorlar.
Maryam –Meryem– Mizrakhani... İranlıların parlak evladı. Henüz lisede iken üst üste Dünya Matematik Olimpiyatları’nda altın madalya kazanan genç dâhi de, bu “Yıldızlar Kümesi”nin bir parçası. 
 
31 yaşında profesör olarak Stanford’a atandı. 37 yaşında iken, 40 yaş altı matematikçilere 4 yılda bir verilen, matematikçilerin Nobel’i değerindeki Fields Madalyası’nı (*) (**) üstelik ilk kadın olarak kazandı. 

O yıldız Mizrakhani’dir
Fields Madalyası’nı alırken özetle şöyle konuştu:
En büyük ödül, hah işte buldum dediğim andır. O an şuna benzer: Bir tepenin en üzerindesiniz ve aşağıda her şeyi çok net görüyorsunuz... Matematikle uğraşmak şu demek: Çok uzun bir yürüyüşe çıktığınızı farz edin, ama ne yolun ucu belli ne de gideceğiniz yol ve sonu... Elinizdeki tüm bilgileri kullanarak yolunuzu bulmaya çabalıyorsunuz, ama şansınız varsa çıkış yolunu buluyorsunuz.. İnanıyorum ki, gelecek yıllarda çok sayıda kadın bu tür ödülleri kazanacak...”
 
Geceleyin gökyüzüne bakın, ilk kez gördüğünüzü sandığınız yıldız, Meryem Mizrakhani’dir. 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET


(*) Fields Madalyası kazananların okudukları üniversiteler: École Normale Supérieure (11), Cambridge Üni.: 8. Paris Üniversitesi 8; Harvard: 7; Moskova Devlet Üniversitesi 6; Princeton 6. (Kısa liste) Fields Madalyası alanların o sırada bulundukları üniversiteler: Princeton 8; Institut des Hautes Études Scientifiques 6; Harvard 5; Pris Üniversitesi 5; Institute for Advanced Study 5; Cambridge 4 (kısa liste) (**) Fields Madalyası’nın ön yüzünde Arşimed resmi ve şu Latince şu sözü var: “Transire suum pectus mundoque potiri” (Kendi sınırlarını aş ve dünyayı kavra)... Arka yüzünde Arşimed’in mezarı ve “CONGREGATI / EX TOTO ORBE / MATHEMATICI / OB SCRIPTA INSIGNIA / TRIBVERE” (Dünyanın dört yanından gelen matematikçiler bu büyük başarıyı kutladı) yazıyor.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

İdeolojik olan Cumhuriyet hesaplaşmasıdır - ÇİĞDEM TOKER

AKP, Cumhuriyet ile hesaplaşmada vites büyütüyor.
Müfredattan evrim teorisinin çıkartılıp cihadın konulduğu, uğruna kafa koparmayı meşru gösteren onca örnek gözümüzün önündeyken Milli Eğitim Bakanı’nın bu kavramı tevil ederek savunduğu şu gün, (Bakan Yılmaz’ın evrimi müfredattan çıkarmayı çocukların felsefi altyapıya sahip olmaması ile izah edişine bir soru yeter: Son 15 yıldır milli eğitim politikalarını CHP mi belirliyordu, yoksa HDP mi?)
Anıtkabir alanında yapılaşmayı mümkün kılacak plan değişikliğini tartışıyoruz. Konu, Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 7 Temmuz’da askıya çıkarılan “Anıtkabir Koruma Amaçlı İmar Planı.”
Anıtkabir, Cumhuriyet değerlerine bağlı milyonların kalbinde ve aklında gerçek bir kırmızı çizgidir. O, defalarca “kırmızı çizgi” denile denile ihlaline seyirci kalınan, adeta pembeleşerek anlam aşınmasına uğrayacak diğer konulara pek benzemez.
TMMOB Ankara Şubesi’ne bu farkındalığı gündeme taşıdığı için teşekkür borçluyuz.
Büyükşehir belediyesi, askıya çıkan planın konut izni verildiği anlamına gelmediğini, Milli Savunma Bakanlığı’nın isteği üzerine, orada daha önce yapılmış askeri lojmanların yıkım benzeri bir durumla karşılaşmaması için plana işlendiğini açıkladı. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, politikalarına yönelik her köklü eleştiride yaptığı gibi, bir suçlama unsuru olarak “ideolojik” cevabını verdi. İdeoloji, ceza yaptırımı gerektiren bir suçmuş ve Cumhuriyet ile hesaplaşma politikalarının bizatihi kendisi ideolojinin nirvanası değilmiş gibi.
Belediyenin adres gösterdiği Milli Savunma Bakanlığı’ndan gelen açıklama bakan düzeyindeydi. Özetle yapılaşma olmayacağını kayıt düştü Bakan Fikri Işık. İyi ki.
Ama o zaman da Anıtkabir tarihi sit alanının bir bütün olduğunu vurgulayan Ankara Mimarlar Odası’nın dikkatimizi çektiği bu fotoğraflar bir soru işareti olarak yanıt bekliyor.

[Haber görseli]

Anıtkabir Muhafız Birliği’nden alınmış 8 Mart 2015 ile 17 Temmuz 2017 tarihli iki fotoğraf çok farklı. İlkindeki ağaçlar, üç gün önce çekilmiş ikinci fotoğrafta yok. Mimarlar Odası, ağaçların hangi gerekçeyle kesildiğini ve kesilen alanın neden sanki inşaat yapılacakmışçasına hazırlandığını soruyor.
Bu soruyu haklı kılan öyle çok “mekânsal hesaplaşma” örneği var ki.
İller Bankası, Marmara Köşkü, Baraj Gazinosu, Su Süzgeci, Havagazı Fabrikası. Atatürk’ün talimatlarıyla yapılmış. Cumhuriyet mirası bu yapıların hepsi bir gecede yıkıldı.
Velhasılı; Anıtkabir’e hassasiyet göstermek, tarihsel ve kültürel mirasa, Cumhuriyet değerlerine sahip çıkmak, başkentin ve bu ülkenin ortak değeri olan Cumhuriyet mekânlarını bir gecede yıkmak kadar ideolojiktir.

Çiğdem Toker/ CUMHURİYET

Fatih Terim, olması gereken yerde - TAYFUN ATAY

Fatih Terim’in İzmir Alaçatı’da ortalığın altını üstüne getirmesi alabildiğine hayret ve şaşkınlık yaratmış görünüyor. Hemen herkes Terim’in çıkardığı kavgadan “benzeri görülmemiş olay” diye söz etmekte.
Bense, Türkiye Futbol Direktörü’nün iki damadıyla birlikte bir kebapçı restoranını basmasıyla gerçekleşen olayı bu kadar yadırgayanlar karşısında hayret ve şaşkınlık içindeyim!
Hele ki olan bitene bakıp da “Türk futbolu kimlere emanet” diye soranları hiç anlamıyor, bunlar acaba Ay’da mı yaşıyorlar diye sormaktan kendimi alamıyorum!..

                                                                             ***
Arkadaşlar, Türkiye kimlere emanetse Türk futbolu da aynı çizgide, doğrultuda, dokuda, hamurda ve mayada birilerine emanet!..
Burası “Yeni Türkiye”!
Siyaset meydanında başı çekenlerin hali, havası, huyu-suyu neyse Alaçatı meydanında racon kesen "futbol reisi"ninki de o…
Balık baştan kokuyor!..
Siyasi mitinglerde ortalığa saçılan sözlerden, sokak protestolarında vatandaşlara reva görülen muameleye ve bir suç örgütü liderinin siyasi liderlikle titreşim (“rezonans”) içinde muhalif saydığı herkese yönelik tüyler ürpertici tehditlerine kadar;
Hayatımızın her milimetrekaresine nüfuz etmiş kaba-saba, hoyrat ve zorba bir “kültürel iklim” söz konusu…
Böyle bir iklim, Alaçatı’da karşımıza çıkandan farklı bir milli takım direktörü kaldırır mı? Esas öyle olmazsa tuhaf ve komik kaçmaz mı?!

                                                                             ***
Fatih Terim’i futbolculuk günlerinden de tanıyoruz.Terim, Galatasaray defansının ortasında oynarken neyse bugün de o. Hiç değişmedi.
Bilindiği gibi, onca yıl futbol oynamış ve onun oynadığı yıllarda Galatasaray hiç şampiyon olamamıştır.
Kim bilir belki biraz da bu yüzden o kabadayı halinin çarpan etkisi çok büyük olmadı aktif futbolculuk kariyerinin zinde günlerinde!..
Fakat adeta o yılların hıncını alırcasına Terim’in 1990’ların başından itibaren milli takım teknik direktörlüğüyle açılan, ardından Galatasaray’ın art arda şampiyonlukları ve bunlara eklenen UEFA şampiyonluğuyla taçlanan futboldaki “ikinci bahar”ı;
Türkiye’nin de aynı şekilde 1990’lardan itibaren "vasatın iktidarı" demek olan “kitle kültürü”ne açılan baharı ile buluşup sarmaşarak;
Onun bu hırçın ve agresif tabiatının gayet çarpıcı ve elbette çok daha “geçer akçe” şekilde gözler önüne serilmesine, medyatik çerçevede oylumluca ifşasına vesile oldu.

                                                                            ***
Evet, Fatih Terim hiç değişmedi. Değişen, Türkiye…
Ve mesele, Terim’in, yahut birkaç hafta geriye gidecek olursak, havadaki uçağın içinde babası yaşındaki gazeteciyi “Senin ananı, avradını, kızını…” diye saydırarak tartaklayan Arda Turan’ın neden böyle olduğu değil...
Mesele, “böyle olma”nın neden ve nasıl bu memlekette spordan siyasete kadar hayat yelpazemizin bütün dilimlerinde “norm” haline geldiği…
Şiddet, hışım, sövgü ve çatışmanın kaçınılır değil, özenilir şekilde resmi ya da sivil her düzlemde böylesine normalleştiği…
Ve mafyanın medyatikleştiği, medyanın da “mafyatik”leştiği bir ortamın nasıl olup da bu kadar olağanlaştığı!..

                                                                             ***
Yani açık konuşmak gerekirse diyoruz ki:
Tayyip Erdoğan’dan Fatih Terim’e, Arda Turan’a ve Sedat Peker’e açılan yelpazede içten içe bir “kültürel” süreklilik var!..
Tepeden tırnağa, yukarıdan aşağıya kadar bunlar bizim aynamız...
O yüzden hiç kimse öyle yadırgama ayaklarına falan yatmasın!..
Türkiye Futbol Direktörü, olması gereken yerdedir.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

8 Temmuz 2017 Cumartesi

“İslam Âlemi’nin sorunu akılsızlık” - AYŞENUR ARSLAN

Değerli savcılar, sayın Saray sakinleri başlığa bakıp zıplamayın rica edeceğim. İfade bana ait değil. Birkaç gün önceki bir TRT programından alınma.

Zaten ben şu sıralarda Saray’a laf atmak da neymiş! Kendilerinden bir memnunum, o kadar olur!
Borsa rekor kırdı hanımefendiler, beyefendiler. Benim (dolar mıydı, lira mı) hisse senetlerim de kim bilir ne oldu. Finans danışmanım annemin öğüdüyle bankada faize yatırdığım 150 milyon dolar da -Allah’ın lütfu işte- arttıkça arttı.

Anlayacağınız biz paradan para kazananlar için işler tıkır tıkır. Yüzüm gülüyor sayelerinde.
Hele Adalet Yürüyüşü’ne ve tepkilere falan baktıkça ben bir gül bir gül!
İzmit yakınlarında bir grup genç, örneğin… Yumruklarını sıkmış, Kılıçdaroğlu ve yürüyüşçülere hakaret ediyor. Biri de el kol hareketi yapmaz mı… Canım ya!
O saatte oralarda olduklarına göre muhtemelen işsizler! Veya borsada, bankada benim gibi yüzünde güller açan patronları izinli / görevli saymış da gelmişler.
 Yoksullukları gazete sayfalarındaki fotoğraflarından bile akıyor. Ama onlar,  
DEVLETİN BEKASI İÇİN  koşup gelmişler. ADALETE KOL İŞARETİ çekiyorlar.

                                                                              • • •

Sahi, bugünlerde şu DEVLETİN BEKASI sloganını ne çok duyuyoruz. CNN Türk’te bir program, programda genç bir kadın (üstelik) avukat, Adalet Yürüyüşü’ne itiraz ediyordu. “Devletin bekası için mücadele verdiğimiz bir dönemde böyle şeyler olur muymuş.”
Olmaz tabii! Olmaz da, bilen var mı devletin başına ne geldiğini?
Ben bakıyorum bakıyorum, içerdeki toz duman bir yana, dışarılarda şunu görüyorum:

» ABD ile aramız, onlar için Kore’de öldüğümüzden bu yana olmadığı kadar kötü.
» Avrupa Parlamentosu, Türkiye’de özellikle gazetecilere, aydınlara, siyasilere yapılanlara bakıp “AB’nin Türkiye ile müzakerelere durdurulsun” dedi. AB’nin hemen her ülkesiyle zaten ayrı ayrı bozuğuz.
» Kardeş Esad düşman Esed olduğundan beri bölge yangın yeri. Mebzul miktardaki körükle elimizden geleni yaptık. Kore’den sonra Suriye topraklarında da öldük.
» Derken, bunca fedakârlığa rağmen bir de Katar yüzünden Suudi Arabistan kardeşimiz / canımız / ciğerimizle düşman oluverdik!
» Yetmedi, Müslüman Kardeşler’e sahip çıktığımız için Katar’dan sonra sıra bizde diye yüreğimiz ağzımıza geldi.
» Suudi Arabistan, Mısır, BAE falan derken, bölge coğrafyasında “istenmeyen komşu” ilan edildik. Ve sıkıntı ekonomiye de sıçradı. İnşaat sektörü “Katar krizi bize yakabilir” diye rapor verdi. Dünya Gazetesi, “bölgede Türk Malı’na karşı direnç başladı” diye manşet attı.

                                                                               • • •

Bakıyorum bakıyorum, devletin bekası meselesi hakikaten ciddi bir mesele... Ama, acaba sebebi ne? Sorumlu kim?
CHP desem, ne iç ne de dış politikada fikrini sorup bilgi veren var.
Solcular desem, keşke o kadar gücümüz olsa. Nerdeeee!
Ortada gazeteci, yazar, akademisyen de bırakmadılar...
FETÖ desem... Yok demeyeyim! Bu politikalardan FETÖ sorumluysa iktidar uyuyor, hatta “haplanmış” demektir.
Peki, sorumlu kim arkadaşlar?
Devletin bekasını kim rahatsız ediyor?
Yanıt, hiç beklemediğim bir yerden geldi.
Cumhurbaşkanı’nın (kim bilir kaç) başdanışmanlarından Savaş Şafak Barkçin, TRT’de bir programa katıldı.
“İSLAM ÂLEMİNİN TEMEL SORUNLARI” başlıklı bir sunum ile, sorunları / sorumluları tek tek sıraladı:
- Aşağılık kompleksi
- Ölçüsüzlük
- Akılsızlık
- Fikirsizlik
- İlkesizlik
- Köksüzlük
- Yönsüzlük

Programın sunucusu ben olsaydım, “AKILSIZLIK” maddesinden sonra “yeter saymayın artık” derdim. Hani, savaşın neden kaybedildiğini rapor eden komutana, söze “cephane bitti” diye başlayınca “gerisini söylemesen de olur” denmesi gibi..

                                                                           • • •

Günahını almayalım! Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü mezunu... Washington Johns Hopkins Üniversitesi, SAIS okulundan master derecesi sahibi Başdanışman,
TÜRKİYE’DEN DEĞİL İSLAM COĞRAFYASI’NDAN BAHSEDİYOR.
O’na göre, Osmanlı tüm Müslümanların son siyasi temsilcisiydi. Osmanlı parçalandıktan sonra Müslümanlar darmadağın oldu. Şimdi tek çare, YENİ OSMANLI.
Elbette RTE’nin reisliğinde!
Beyefendi Boğaziçi’nde, Johns Hopkins’te nasıl okudu, bilmiyorum. Ama diplomalarını çekmeceye kaldırmalı. Adalet Yürüyüşü’ne el-kol hareketi çeken muhtemelen diplomasız gençten (kazancı dışında!) bir farkı yok zira.


» YENİ OSMANLI’nın hayal bile olmadığını görmüyor. Ne yani, yeniden fethe çıkıp “İslam Alemini” döve döve kucağımıza mı oturtacağız!

» Ekonomi, adalet, eğitim, kültür-sanat... Ülkenin teğelleri söküldü Beyefendi! Parça parça ettiniz. Yeniden bir araya getirecek kılavuzunuz da yok.

» Mezhepçi İslam’ı kılavuz sanıyorsunuz galiba. Ama olabilseydi, bugüne kadar herhangi bir ülkede saydığınız sorunlar çözülmüş olurdu.

» Size danışanlar, bugüne kadar mirasyedi gibi ülkenin varlıklarını satıp savdılar. İktidarları için yediler, yedirdiler. Ve artık sona geldiler. Sanayi duraklama devrinde. Tarım ve hayvancılık ise çoktandır çöküş dönemi yaşıyor. Tıpkı Osmanlınız gibi!

Gerçekten de, AKIL ve onu kullanmamızı sağlayacak FİKİR olmadan işler zor. Muhteşem bir Yüzyıl’a yelken açtığınızı zannederken, kendinizi tarihin çöplüğünde buluverirsiniz.

Adalet Yürüyüşü, bileşenleri / talepleri / sosyolojisi ile bunun “müjdesini” vermiyor mu!

Not: Annemin finans danışmanım olduğu şaka değil. Ancak, danışmanlığı bizim ölçülerimizde tabii! Zira bankada 7 bin doları var diye kendisini zengin zanneder. Bana da sık sık “paranı dolara yatır” diye nasihatte bulunur. “Param yok anne” diye hatırlattığımda da “canım ben de olduğu zaman yatır diyorum” der. “İnşallah” derim. Bir iki dakikalığına mutlu oluruz!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Bir direniş anıtı: Veli Saçılık - NAZIM ALPMAN

Ankara’da her dönemde direnen insanlar vardır. En başka öğretmenler, KESK üyesi memurlar ve Tekel İşçileri hemen akla gelenlerin başında yer alırlar.
Son döneme Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevleri damga vurdu. Yaşam hakkından sonra ikinci kutsal hak olan “çalışma hakları” için direniyorlar. Hem de en özverili biçimde kendi bedenlerinden vazgeçerek açlık greviyle bunu yapıyorlar.
Bu iki değerli isimle birlikte her gün Ankara’da ortaya çıkıp hem Nuriye-Semih için hem de kendi çalışma hakkı için direnen biri daha var: Veli Saçılık!



İçişleri Bakanlığı Nüfus İdaresinde çalışan sosyolog Veli Saçılık bir KHK ile işinden atıldı. O günden beri Ankara’da tek kolu ile iktidarı sarsıyor! Veli’yi devirmek için kalkan coplar, iktidarın prestijini yerlerde süründürüyor.

                                                                                •••

Veli Saçılık 1995 yılında Ankara’da Emek gazetesi satışı yapıyordu.
Gözaltına alındı, tutuklandı.
İki ay Ulucanlar Cezaevi’nde kaldı, tutuksuz yargılanmak üzere tahliye oldu.
Yargılandığı davada örgüte yardım yataklıktan 3 yıl 9 ay hapse mahkûm oldu. Önce 1998’de Ulucanlar, 1999’un 9 Mayıs’ında da Burdur Cezaevi’ne konuldu.
2000 yılının 5 Temmuz günü devlet “Huzur Operasyonu” için dozerleriyle cezaevine duvarlardan girdi.
Bu operasyon sırasında yatağında uyumakta olan Veli’nin sağ kolu duvarı delip geçen çelik kepçenin dişleri arasında kaldı.
O günlerde Veli’nin annesiyle telefonda görüşerek olayı haberleştirmiştim. Acılı anne, Burdur Devlet Hastanesi’ne oğlunu görmek için gittiğinde göstermemişler, sadece “şurada bir kol var, oğluna ait istersen onu al” demişlerdi.
Haber Milliyet’in birinci sayfasından yayınlanınca yetkililer her zamanki plağı koymuşlardı:
Olay münferittir, üzüntülüyüz. Çok yönlü soruşturma başlatıldı. Gerekenler zaman geçirmeden yapılacaktır.
Yapılan sadece Veli Saçılık’ın açtığı davaya “karşı görüş” olarak şu satırlar mahkemeye sunulmuştu:
Veli Saçılık terör suçlusudur. Cezaevinde diğer suçlularla birlikte isyan çıkartmıştır. Talebini dikkate almayın. Davayı reddedin.
Tabii böylesine insanlıktan yoksun, gayr-ı ciddi talebi Antalya 1. İdare Mahkemesi dikkate almadı. Devleti 150 milyar tazminat ödemeye mahkum etti. Adalet ve İçişleri Bakanlıkları’nın kusurlu olduğuna hükmetti.
Yasal faiziyle birlikte Veli Saçılık 400 milyar alacak.
Kolunu mu koparttım?
Tamam hatalıyım…
Al paranı fazla konuşma…
Veli Saçılık Avrupa birliği ile imzalanan sözleşmelerden sonra yeniden yargılanma talebinde bulundu, yargılandı ve beraat etti.

                                                                               •••

Yukarıdaki satırları 2004 yılında kaleme almıştım. Eleştiriler “Eski Türkiye”ye aitti.
Sonraki gelişmeler şöyle oldu. Devlet dozerin cezaevine verdiği zarardan Veli Saçılık’ı sorumlu tuttu. Kopan kolu için verdiği parayı faiziyle birlikte 2013 yılında geri istedi.
Şaka değil kapı gibi yüksek yargı kararı var ortada…
15 Temmuz 2016 Darbe girişimi sonrasında ilan edilen OHAL ortamında devlet Veli Saçılık’ı bir kez daha hatırladı:677 Sayılı KHK ile işten attı!

Veli o andan itibaren her gün Ankara’da meydana çıkıyor. Basın açıklaması yapıyor. Polisler, bazen plastik mermilerle onu öldürme provası yapıyorlar, bazen annesiyle birlikte yerlerde sürüklüyorlar.
En son olarak kopan kolunun bulunduğu sağ omzunu kırdılar.
Ama Veli bütün bunlara, kendisine karşı sert savunma yapılan forvet oyuncuları gibi ağırbaşlı bir duruş sergiliyor.
Veli neden bu kadar eziyeti göze alıyor?
Öncelikle HAKLI olduğu için… Gücünü haklılığından alıyor.
İkincisi ülke sevgisinden… Nazım Hikmet diyor ya: “Bu cennet, bu cehennem bizim!”

Veli’ye bu güzel ülkenin hep cehennemleri denk geliyor. O ise yılmıyor, ülkemiz cennet olsun istiyor. İnsan haklarıyla insandır diyerek insanlık için mücadele ediyor.

Veli Saçılık Ankara’da İnsan Hakları Anıtı önünde her gün tarihe onurlu bir sayfa ekliyor. Bu haliyle de aşağıdaki unvanı fazlasıyla hak ediyor:

“Bir direniş anıtı!

Nazım Alpman / BİRGÜN

Demokrasi ittifakı - ÖZGÜR MUMCU

Sonunda İstanbul’a varan Adalet Yürüyüşü’nün AKP açısından iki sonucu var. İlki şeytanlaştırma. İktidar ve medyası bunu sonuna kadar abanarak kullanıyor. Yürüyüş terörle eşitleniyor, iktidarın üst kademelerinin sorumsuzca sarıldığı nefret söylemi tabanı etkiliyor. Özellikle sosyal medyada cinnetin eşiğinde, gözünü karartmış, eline fırsat geçse yürüyüşe katılanları linç edecek bir grup var.
İktidar, bölücü siyasetin kendi seçmen kitlesini birbirine kenetlediğini düşündüğü için bu atmosferi körüklüyor. Toplumun kendisine oy vermeyen kesimini çoktan gözden çıkarmış. Neredeyse vatandaşlık haklarını tümden ellerinden alacak. 



Ancak bir de ikinci bir sonuç var. Bu AKP’yi derinden ve yavaş etkiliyor. Her popülist otoriter iktidar gibi AKP “mağduriyet” kavramı üzerinde tekel kurmayı seviyor. Büyük haksızlıklara uğramış, kendini mağdur edenlerle savaşarak iktidara gelmiş bir siyasi hareket olarak anılmak istiyor. Adalet Yürüyüşü, hep statükonun, elitlerin, müesses nizamın partisi diye resmedilen CHP’nin AKP’nin elinden mağduriyet silahını alması anlamına da geliyor. İktidar medyasında bunu fark ederek yürüyüşü anlamaya çalışan Ahmet Taşgetiren’in nasıl bir yaylım ateşine tutulduğu ortada. Lütfü Oflaz’ın yazılarına son verilmesi de aynı şekilde. 


Sayın Erdoğan dünyanın en büyük saraylarından birinde yaşıyor. Devlet tamamen bir partinin eline geçmiş durumda. Valisi, kaymakamı, hâkimi, savcısı, polisi AKP teşkilatının birer hararetli üyesi gibi davranmakta. Harun gibi gelinip Karun olunduğu açık. Mağduriyet ya da mazlumluk artık AKP’nin kullanabileceği son kavramlar. 


Kemal Kılıçdaroğlu öncülüğündeki yürüyüş ise bu Karunlaşmış partinin mağdur ettiklerinin yürüyüşü. Saraylarda, lüks arabalarda, devletin bütün imkânlarını sonuna kadar arkasına alarak hükmeden AKP’nin hiçe saydığı adaleti arayanlar kızgın güneşin altında yüzlerce kilometreyi yürüyor. 


Bu, CHP’nin, devletin değil halkın partisi olma sürecini yaşadığını da gösteriyor. Sistemin bir şekilde kendini koruyup düzeltebileceğine inandığı için siyasi bir tembelliğe düşmüş geniş halk kesimlerinin de kurtuluşun ancak kendi ellerinde olduğunu kavradığını görüyoruz. 


Artık AKP devlet partisidir. Mağduriyetin hedefi değil kaynağıdır. Adalet Yürüyüşü’ndekiler ise doğmakta olan bir halk hareketinin öncüleridir. 


Bu otoriter iktidar ancak geniş bir demokrasi ittifakıyla engellenebilir. Yürüyüş, referandumda temelleri atılan bu ittifakın dönüm noktası olma ihtimali barındırmaktadır. AKP’nin ve siyasi yancılarının bunca feryat figan etmesinin ardında da bu yatmakta. 


Adalet ve Kalkınma Partisi, adındaki Adalet’i geri dönüşsüz şekilde kaybetmiştir. İktidar adil değildir, mağdur değildir. AKP artık bir saray partisidir.


Adalet Yürüyüşü bir demokrasi ittifakına evrilirse zor da olsa iyimser olmak için sebep var. Zamanla iktidara oy veren kesimleri de kapsayacak bir demokrasi ittifakı ufukta. Kurması ve yürütmesi müthiş zor bir ittifak bu. 


Ancak böyle dönemler kolay çözümlerle atlatılamaz.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

G20... Liderler ve halklar - ÖZLEM YÜZAK

G20 zirvesine ev sahipliği yapan Hamburg savaş alanına dönmüş durumda. Araçlar ateşe veriliyor, polis protestoculara tazyikli su sıkıyor. Ve bir kez daha ülkeleri yönetenler ile halklar karşı karşıya..
Gündem maddeleri belli: İklim değişikliği, göç, ticaret ve terör ana başlıklar. Hatırlarsanız tamamen aynı konular mayıs ayı sonunda İtalya’da G7 zirvesinde masaya yatırılmış ve zerre ilerleme sağlanmadan bitmişti. 7 ülke liderinin yapamadığını şimdi 20 lider yapmaya çalışacak. Amaç, küresel dünyanın ortak sorunlarına ortak çözümler üretebilmek. Ya da belki daha doğrusu “... muş gibi” yapmak. 



19 ülke ve AB.. Almanya, ABD, Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Endonezya, Fransa, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan ve Türkiye... 20’ler Grubu, dünyanın gelişmiş ve gelişmekte olan ülke liderleri ile AB temsilcisini bir araya getiren uluslararası bir oluşum. Asya finansal krizinin ardından 1999 yılında kuruldu. Bu grupta yer alan ülkeler dünyanın gayrisafi hasılasının beşte dördünü, ticaretinin ise dörtte üçünü temsil ediyor. Ayrıca dünya nüfusunun üçte ikisi de bu ülkelerde yaşıyor. 


Bakıyoruz protestoları yapanlar arasında bu ülkelerin de halkları var. İşlerini evlerini kaybedenler, ürettiklerini satamayanlar. Gelir dağılımındaki uçurumun sürekli arttığı bir düzenin kaybedenleri onlar. 


Dünyaca ünlü ekonomist Prof. Dani Rodrik, project-sydicate.org’da yer alan G20’nin yanlış yönlendirdiği küreselleşme başlıklı makalesinde önemli bir saptama yapıyor:
Bugün kapitalist sistemin içinde bulunduğu açmaz, dengeli oluşturulmayan ticaret anlaşmalarının sonucu” diyen Rodrik, ABD örneğinden yola çıkarak “Evet, yapılan ticaret anlaşmaları Amerikan halkının büyük bir çoğunluğuna yaramadı, onları yoksullaştırdı ama unutmayalım ki, bu anlaşmaları kimse ABD’ye zorla imzalatmadı. Kendi iç politikası doğrultusunda yaptı ve bu anlaşmaları o zaman talep edenler Amerika’nın güçlü şirketleri ve finansal kuruluşlarıydı. Ki aynı kuruluşlar Trump’ın da bugün arkasındalar. Ayrıca bir konu daha var. Kaybedenleri telafi etmekteki başarısızlık, yetersiz küresel işbirliğinin sonucu değildi; kasıtlı bir iç politika seçimi idi.” 




Rodrik şunu da söylüyor: “Hükümetler yanlış politikalar oluşturduklarında diğer ülkeler için kayıplar yaşatabilirler ama en büyük bedeli ödeyen kendi vatandaşlarıdır”.

G20 zirvelerinde bu görülmediği için yaratılan sorunların hiçbiri düzeltmiyor ve düzelmeyecek de.

Rodrik, Yanlış yönlendirilmiş korumacılıktan kaçınmak veya genel olarak daha iyi ekonomik yönetimden yararlanmak istiyorsanız, kendi ulusal evlerimizi düzene sokarak başlamamız gerekirdiyor.

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Hamburg’daki G20 - Nilgün Cerrahoğlu

Hotel Atlantic. Ya da Atlantic Kempinsky… Hamburg’un Pera Palas’ı diyebilirsiniz.
Şehirlerin ruhunu ve hikâyelerini özetleyen oteller vardır ya. Hotel Atlantic o otellerden biri.
Geçen yıl Hamburg’da tesadüfen o otelde kalmıştım.
Odaları mahalle gibi. Sabah kahvaltıları efsane. Göl ve park manzarası emsalsiz. Ama benim asıl aklımı çelen, otelin bir romana ilham verebilecek atmosferi ve öyküsü olmuştu.
20. yüzyıl başında inşa edilen otel, transatlantikler çağı için yapılmış.
Hamburg’dan “yeni dünya”ya açılan yolcular, “Eski Kıta”daki son gecelerinde burada konaklarlarmış.
Pera Palas, nasıl “Şark Ekspresi” treninin son durağı ise, Atlantik oteli de “yeni dünya” yolculuğunun ilk durağı imiş. “Atlantik” adı buradan geliyor...
Pera Palas “Doğu’nun gizemi”ni nasıl güçlü bir şekilde çağrıştırıyorsa, “Hotel Atlantic” de 
 
13. yüzyıldan beri küreselleşen Hamburg’un dünyaya açılan yüzünü tanımlıyor. G20 toplantıları şimdi burada yapılıyor.
 
‘Cehenneme Hoşgeldiniz’
 
Hamburg fazla tanımadığımız “Hansa Birliği” kentlerinden.
13. yüzyılda kurulan ve varlığını 17. yüzyıla dek sürdüren Hansa Birliği’ni bir tür “erken zamanlar Ortak Pazar”ı olarak tanımlayabiliriz. 
 
İskandinavya ve Baltık kıyılarında büyük nehirler ve deniz trafiği üzerindeki 100’ü aşkın kentin katıldığı Birliğin üyeleri ticaret yollarının güvenliğini sağlamak, çıkarları korumak, alım satımı garanti altına almak için bir araya gelirlermiş. Keşif yollarının dünya ticaretini baştan “reset”lemesiyle Hansa Birliği tarihe karışmış. 
 
Lübeck, Koblenz, Hamburg bu Birlik içinde hâlâ Hansa geçmişleri ile anılan Almanya’nın en önde gelen kentleri. 
 
Almanya’nın “en zengin şehri” olan Hamburg, bu refahını 800 yıllık bu köklü dünya ticaret deneyimine borçlu. Başta hemen karşı kıyıdaki eski Britanya İmparatorluğu olmak üzere dünyanın en gelişmiş merkezleriyle ticaret ilişkisi içinde olan kentin yaygın refahı çıplak gözle fark edilir nitelikte. Bunun çok “eski” ve “köklü bir zenginlik” olduğunu hemen fark ediyorsunuz.
Merkel ilaveten burada doğmuş. Şansölyenin son G20’yi burada toplamak istemesinin nedenleri içinde bunlar var. Almanya Başbakanı gururla belli ki dünyaya “memleketini” göstermek istiyor.
Ne var ki Hamburg, uluslararası basında bu çok çarpıcı özellikleriyle değil, “küreselleşme karşıtlarının” gösterileriyle ilgi çekiyor. Yazıya otururken güvenlik güçleriyle göstericiler arasında çıkan çatışmada 159 polis yaralanmış, 44 eylemci tutuklanmıştı. “Cehenneme Hoşgeldiniz” sloganı altında birleşen göstericilere karşı bir meydan savaşı hüküm sürmekteydi.
Göstericiler İddia edildiği üzere, G20 dünya sorunlarına çekidüzen vermek için bir araya gelmiyor. G20’nin tek derdi var: O da dünya ekonomisini denetlemek. Sorunlar kimsenin umrunda değil!diyor. 
 
Dünya ekonomisini elinde tutan Hansa Birliği’nden bu yana özetle fazla değişen bir şey olmamış…
 
Çöken düzen
 
Hamburg’daki toplantıyı geçmiş G20’lerden ayıran özellik, mevut doruğun dağılmakta olan bir dünya düzeninin gölgesinde yapılıyor olması. 
 
Bu Trump’ın ilk G20’si. Mayısta yapılan G7 doruğu sonunda Paris İklim Antlaşması’ndan çekilerek herkesi dumura uğratan ABD Başkanı, Hamburg’da da büyük kaygıyla izleniyor.
Hamburg zirvesi ayrıca Rusya’nın, yeniden bir dünya iderliği rolü kapmaya çalıştığı ve Çin’in de yeni bir süper güç olarak temayüz ettiği döneme rastlıyor. 
 
AB içinde beri yandan kartlar yeniden açılmış vaziyette. 
 
Brexit müzakereleri başlarken, Macron’un cumhurbaşkanlığı ile tekrar bir Berlin-Paris hattının açılıp açılmayacağı tartışılıyor... 

 
Geçen akşam CNN’de Christian Amanpour’a konuşan Kanada Dışişleri Bakanı Chrystia Freeland bu tabloyu II. Dünya Savaşı’ndan bu yana 70 yıldır süren bir dünya sisteminin çöküşünü izliyoruz!diyerek özetledi:
Uluslararası örgütler dünya sorunlarına artık cevap üretemiyor. Trump başkanlığındaki ABD ise dünya liderliğini bırakıyor!
 
G20’de artık kimin bu yeni dünya düzensizliğinin lideri olduğu belli değil:
 
Trump mı? Merkel mi? Xi Jinping mi? Putin mi?.. Ortada.
 
Kim bilir G20 de belki “Hansa Birliği” gibi doğal yaşamının sonuna gelmiştir.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Bir Kemal’den Bir Kemal’e’ - Meriç Velidedeoğlu

Böyle sesleniyor, “Adalet Yürüyüşü”nde görevli “Manisa Milletvekili Özgür Özel”; yürüyüşteki Atatürk’ün katılımını, varlığını belirterek... 

“Adalet Yürüyüşü”nün 21. gününde ilk mola yerinden ikinciye doğru yol alan kortejde, yürüyüşü sürdüremeyenlere, yorulanlara özgülenmiş otobüsün mikrofonundan gür bir sesle “Bir Kemal’den Bir Kemal’e” diye sesleniyordu, Özgür Özel.

 
Çıkılan yokuşun iki tarafında yükselen tepesi sipsivri kayalara çarpıp yankılanan bu sesin ve yayınlanan müziğin ritmine uyarak Atatürk’lü bayrağını dalgalandırıyordu, koyunları küçük bir yeşil alanda otlatan gencecik bir çoban... 


“Adalet” isteyenlerin yürüyüşüne böyle katılıyordu -kendisi içinde- “Adalet” isteyen bu yurttaş.
TV’lerde de yayınlanan bu görünüm “yeter, yeter de artar” diyorum bu eylemin nedenini anlamak için; ne dersiniz değerli dostlar?
Ayrıca “Kılıçdaroğlu,” konuşmalarında “eşitlik” isteğini doğrudan doğruya da ortaya koyuyordu, “Adalet’in” temel yapı taşı olan kavramı. 


Yine araya girerek bir anımsatma yaparsak, “Adalet” kavramı ile biz ilk kez, hemen hemen “iki yüz” yıl önce, Osmanlı Devleti’nin 30. Padişahı “2. Mahmut” (1808-1839) döneminde tanıştığımızı söyleyebiliriz.
Şöyle ki, bu hükümdara gelinceye dek Osmanlı toplumunun uyacağı kanunların, kuralların “din” temelli “Şerri Kanunlar” (Şeriat) ile hükümdarlara (Ul-ül Emre) tanınan maslahata göre kanun yapma hakkından doğan “Padişah Kanunlarıdır.”
Ne ki Sultan 2. Mahmut, bu iki kaynağın yani “din kuralları ya da padişah iradesi” dışında, kanun yapacak “Meclis”ler oluşturur ilk kez.
Üç tanedir bunlar. İçlerinden biri “Meclis-i Ahkâmı Adliye”, adalet organları “mahkemeler” ile ilgili “kanun ve kurallar” koyacaktır.
Bu “Meclis”, Osmanlı toplumundaki tüm insanlar için ırk, soy, sop, inan (din) gibi hiçbir ayrım gözetmeden yapılan ve uyulan kanunları oluşturacaktır.
Böylece bu yasaların temelinin “eşitlik” olduğu, olacağı apaçıktır.
Ayrıca 2. Mahmut, padişahı “Tanrı”nın yeryüzündeki gölgesi olarak önünde yerlere kapanılan bir hükümdar -günümüzün dili ile- “tek adam” olmaktan da çıkarmıştır. 


Evet değerli dostlar, “200” yıl sonra “21. yy”da “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin başında bir parti başkanı olan, yasa yapan, bunu da partisinin çoğunluğu oluşturduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul ettiren, yanında olmayanlara, kendine karşı gelenlere, buyruğu altına aldığı “yargı erki” yoluyla “zulüm” estiren ve “Cumhurbaşkanı” olarak adlandırılan, gerçekte “Başkan” olan bir kişi, “R.T Erdoğan” var... 


Bilmem ki katılır mısınız? 

Yine “5 Temmuz” Çarşamba gününe dönersek ikinci mola yerinde gereken hazırlıkları yapmak için önden hızla yürüyenlere eşlik eden otobüs mikrofonundan yayılan dostluk çağrısına, soldaki şeritten Körfez’e doğru giden kamyon, TIR şoförlerinden kimisi avaz avaz küfür edip el işareti yapıyorlarsa da, sağ taraftaki yerleşim yerlerinden halk pencerelerden, balkonlardan seslerinin var gücüyle kortejin sloganlarına katılıyorlar.


“Yaşa Mustafa Kemal Paşa! Adın yazılacak mücevher taşa!” seslenişiyle; ardından otobüsün mikrofonundan, “Bir Kemal’den Bir Kemal’e!” ve “Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu sizleri sevgiyle selamlıyor!” sesi insanlara ulaştıkça alkışlar çok daha kuvvetleniyor... 


“2008” yılından bu yana Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi “kumpas Davaları”nı adım adım yıllarca izleyen “Simgesel Eylem Grubu”muzu Silivri’den başlayarak her yere götüren, CHP’nin önceki Kadın Kolları Başkan’ı Eyüp ilçesinin üyesi “Saniye Yurdakul”, bu eyleme “Adalet Yürüyüşü’ne katılmamızı sağlayan düzeni eksiksiz yerine getirdiğinden “5 Temmuz Çarşamba” günü yürüyüşe katıldık. 


Yol güzergâhında bir yokuştan aşağı inerek düzlüğe varınca arkamıza dönüp, henüz daha tepelerde yürüyen konvoya baktığımızda inanılmaz bir görünümle karşılaşıyor insan; en az beş “S” harfi dönemeci yapan yürüyüşçülerin incecik bembeyaz ipliğe dönüşen görünümü unutulacak gibi değil; ayrıca, yürüyüşçülerin neden beyaz giysiler giydiklerinin ne denli yerinde olduğunu da anlıyor insan.
Ve değerli dostlar yürürken bu tür eylemlerin tarihte yer alanlarının dışında, “21. yy”dakilerin düşünsel babası sayılan “95” yaşında aramızdan ayrılan (2013 “Bilge S. Hassel”in “18 sayfalık” “Öfkelenin!” adlı kitapçığını anmadan duramadım, şöyle diyordu: “Öfkelenme noktasına gelindiğinde artık belirleyici aşama olan ‘eylem’e geçilmelidir.” (*) 


Bilge Hassel’in bu görüşü Kılıçdaroğlu’nun bu “Adalet Yürüyüşü” eylemine “çok geç” diye değer biçenlere de bir yanıt olur mu, diye bir ara düşünmedim değil... 


Sıra geldi, sayın Genel Başkan Kılıçdaroğlu ile birlikte yürüyüşe; ama ilkin yıllar önceki tanışmamıza değinmek gerek; Kılıçdaroğlu, CHP milletvekili olarak, İstanbul Belediye Başkanlığı’na aday olduğunda “Kadın Araştırmaları Derneği”nde yaptığı konuşmada dinleyicilerden büyük bir alkış almıştı; bir ara karşılıklı konuşmamızda, “Bürokraside çalışmanızın ardından siyaset size nasıl geldi?” gibi bir soru sordum. Çok doyurucu yanıtlar vermiş, sözünü de “Bekleyin, göreceksiniz!” gibi bir öneri ile noktalamıştı. (14.02.2009)


Milletvekili Ö. Özel ile yanına geldiğimde tokalaştık, hal hatırdan sonra, “Beni anımsadınız mı?” diye sordum; kesin bir sesle “Elbette” dedi, sustu; sanırım konuşmamı bekliyordu, özellikle bu yürüyüşün topluma büyük bir “umut” verdiğini, adı için seçtiği kavramın “Adalet” olmasının çok yerinde olarak görüldüğünü anlatmaya çalıştım; ne ki öyle pek rahat yürümek de pek mümkün olmadı; basın, kendisinin uygun durumunu görünce başlıyor sormaya; dahası yürüyüşçülerden de fırsat arayanlardan olan küçük çocuklu bir anne, beni gözüne kestirmiş ki, korumaları atlatıp beni de iterek yerime geçiverdi; bu anneyi uzaklaştırmak oldukça zor oldu; Kılıçdaroğlu duruşunu, yürüyüşünü, gülümsemesini bir milim bile değiştirmeden yürüyordu. 


Basın hemen yine sormaya başladı, Kılıçdaroğlu: “Adalet yalnız bize değil tüm insanlığa da gerek! Adaletin olmadığı yerde huzur da yoktur! Adalet insan için soluk alıp vermedir! İnsanlık için yaşamsaldır!” diye yanıtlarken sıra bekleyenleri daha fazla bekletmemek için izin isteyince, “Ne o gidiyor musunuz?” sorusuna, “Başka yürüyüşlerde buluşmak üzere Allahaısmarladık!” diyerek ayrıldım; bizim ekibe katıldım, ikinci mola yerine doğru yürüyüşü sürdürdük. 



Yazıyı noktalamadan önce, gerek yürüyüş düzeninin gerek molalarda “her türlü” ihtiyacın karşılanmasının düzeni, gerçekten görmeyince anlatmakla anlaşılmaz; bin, on bin kişiye değil yüz binlere bu hizmeti yapabilmek kolay bir iş değil değerli dostlar. 


Bundan sonraki yürüyüşlerde buluşmak üzere. 


Meriç Velidedeoğlu/ CUMHURİYET

(*) M.Velidedeoğlu,
“Artık sözün bittiği yerdeyiz!”, Cumhuriyet (28.08.2015) ‘

7 Temmuz 2017 Cuma

III. Milli Kültür Şurası! (I-II) - RIFAT OKÇABOL

(I)

Birkaç gün önce, Kültür ve Turizm bakanlığının 3-5 Mart 2017 tarihlerinde İstanbul’da düzenlediği “III. Milli Kültür Şurası” sonuç raporundan haberim oldu. Bu raporda kültür bakanı Prof. Dr. Nabi Avcı’nın yazısını görenler, herhalde, “Eğitimi bitirdi, sıra kültür ve turizmde” diye düşünmüşlerdir. “Huylu huyundan vazgeçmez” demişlerdir. Biliyorsunuz, Avcı, eğitim bakanıyken mangalda kül bırakmazdı, yeni bakanlığında da, mangalda kül bırakmıyor. Tek fark var, eğitimden kültüre geçince, dilinde de ortama uygun dönüşüm olmuş.

Bilindiği gibi, bakanlar, bakanlığın hazırladığı belgeyle ilgili görüş ve açıklamalarını, genelde belgenin ilk sayfalarında yapmaktadırlar. Avcı’nın görüşlerini, milli eğitim bakanı iken [1] “Bakanın Sunuşu” başlığı altında,  kültür bakanlığında ise “Girizgâh” başlığı altında açıkladığı görülüyor. Avcı’nın bu “sunuş”tan “girizgâh”a geçişi, hem kültürel değişimin hem de “Hedef 2023”ün yönünü gösteriyor.

Avcı, kültür şurası sunumunda  “girizgâh” sözcüğünü kullanmakla yetinmiyor: Örneğin aydın, bilim, değerli, saygı, sevgi, sonuç ve tartışmacı gibi halkın büyük bir çoğunluğunun benimseyip kullandığı sözcükler yerine, münevver, ilim, kıymettar, hürmet, muhabbet, nihai ve müzakereci gibi sözcükleri kullanmayı yeğliyor.

Şurada, kültür politikaları, kültür diplomasisi, kültür ekonomisi, sinema radyo ve televizyon gibi 17 komisyon oluşturulmuş. Girizgâhtan sonra raporda, görüş ve önerileri içeren komisyon raporlarına yer veriliyor.

Kültür politikaları komisyonu başkanı, bir önceki Kültür Bakanlığı müsteşarı ve “Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi” çalışmasıyla doçent olan Prof. Dr. A Haluk Dursun.  Tekke kültürü ve eğitimi dersini okutan ve gençlere, “Şükrü ihmal etmeyin. Allah’a şükredin” diye öğüt veren bir muhterem. Bu komisyonun bir başka üyesi, R. T. Erdoğan’ın, 14 Ocak 2015 günü yemeğe çağrılan kişilerden biri olan  Prof. Dr. Erol Göka. 16 Nisan sonrasında, ​“Halkoylamasında 18-24 yaş grubunda çok daha yüksek (%70) civarında ‘Hayır’ bekliyordum. O yüzden %54 sonucuna hayli şaşırdım. Şaşırmakla kalmayıp ‘milli ve yerli kültür’ adına çok sevindim, umutlandım" [2] diye yazan bir başka muhterem.

Bu komisyonun diğer üyeler de: Prof. Dr. Asu Aksoy (bir yıl önce  “Fetih” konusuna odaklanan ve 2016’da ise “Yaşam, Mimari, Estetik” konusunun işlendiği “13. Eyüp Sultan Sempozyumu”nun bilim kurulu üyesi); Pof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün (politik kültür, muhafazakarlık ve milliyetçilik konularında çalışan, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Başdanışmanı ve Yeni Şafak gazetesi yazarı); Prof. Dr. Şaban Teoman Duralı (1990’lı yıllarda, Kuala Lumpur'da bulunan Malezya Uluslararası İslam Üniversitesinde çalışmış); Doç. Dr. Mehmet Akif Kireçci (Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu üyesi Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi ve Ankara Siyasal ve Ekonomik Araştırmalar Merkezi Başkanı); Ahmet Kot (Türkiye Yazarlar Birliğinin İstanbul Şube Başkanlığı yapmış); Levent Erden (pazarlamacı); Prof. Dr. Hüsamettin Arık (internette hakkında bir bilgi yok) ve Serhan Ada (santral İstanbul proje sorumlusu, Avrupa kültür başkenti büyük etkinlikler koordinatörlüğü görevinden istifa etmiş).

Görüldüğü gibi bu politika komisyonu, çoğu açık bir şekilde AKP yandaşı olan tarafsız(!) kişilerden oluşuyor. Diğer 16 komisyonda yer alan yaklaşık 180 kişinin çoğunluğu da, Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları (SETA) Vakfı gibi yandaş kuruluş mensuplarından, TRT’de program yapanlardan, yandaş gazetelerde yazanlardan, imam hatipli olanlarda, ilahiyatçılardan ve AKP’nin görevlendirdiği bürokratlardan oluşuyor. Komisyonlardaki muhalif ya da AKP’ye mesafeli olan üye sayısı iki elin parmakların geçmiyor.

Bu politika komisyonu, “son dönemlere kadar kültür alanını belirleyen tek tip ideoloji merkezli, dayatmacı ve vesayetçi sınırlamalardan” söz ediyor. Raporu okuyan, “Hah şimdi bu komisyon, son dönemin 15 yılı AKP’ye ondan önceki 20 yılı da 12 Eylül askeri darbe yönetimine ait uygulamaları eleştireceğini sanıyor. 1983 yılında yayımlanan DPT’nin Milli Kültür Raporu’nda “Türk-İslam sentezi, din-devleti; millet, din cemaati; milli kültür, İslam kültürü; milliyet, İslamiyet; milliyetçilik, İslamcılık; Türk milleti, yüzde 99’u Müslüman olan Türkler; laiklik, din düşmanlığı; bilim de Kur’an’daki bilgiler olarak” [3] belirtilmesine karşı çıkacağını düşünüyor. Oysa bu komisyonun önerileri de, üstü kapalı da olsa son 35 yılda yapılanların doğrultusunda oluyor.

Şura komisyonlarına yandaşları dolduran Avcı, politika komisyonuna atfen, “Milli Kültür Şurası’nda, gerilimli ve kutuplaştırıcı politik iklimin kültürel hayatımızı geçmişte yoksullaştırdığına işaret edilmiş” deyip “Buna karşılık Türkiye’nin zengin birikimini bir araya getiren 3. Milli Kültür Şurası’nın çoğulcu ve demokratik karakteri takdir edilmiştir” diyebiliyor.
AKP’nin “kendisinin, çalıp kendisinin oynadığı” şuralar ya da öğretmen yetiştirme strateji belgesi gibi belgeler,  nasıl oluyorsa onların ağzında, “çoğulcu ve demokratik karakterli” oluveriyor. Bu tür abartıları kim yapsa tuhaf oluyor da, eğitim ya da kültür bakanı yapınca, insan ne diyeceğini bilemiyor.
Onların, bırakın başkalarını, arkadaşlarının yüzüne nasıl bakabildiklerine akıl erdiremiyor.
Tabii ki girizgâhın şaşırtıcı yanı kullanılan sözcüklerle sınırlı kalmıyor. Örneğin Avcı, bu şuranın parolasının, “Dünyanın İyiliği İçin Türkiye” olduğunu açıklıyor ve “Şuranın bize emanet ettiği bu veciz ifadeyi şiarımız olarak kabul ediyoruz” diyor!  İlk bakışta şaşırtıcı gelen bu parola, şurada ortaya çıkan örneğin, “Eski Türkçenin öğretilmesinin gereğinin kuvvetle ifade edilmesi” gibi önerileri okuyunca, anlam kazanıyor.
Kültürü Eski Türkçeyle, Osmanlıcayla, Arapçayla ve inançla şekillendirilecek Türkiye’nin, Osmanlıya benzediği ölçüde dünyanın iyiline katkı yapacağı anlaşılıyor!

Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gmail.com

[1] Bkz. örneğin 2015 yılında hazırlanan 2015-2019 stratejik planı ve Faaliyet Raporu 2014 ile Ocak 2016’da hazırlanan 2016 yılı performans raporu.
[2] http://www.haber10.com/yazar/prof_dr_erol_goka/genclerin_hayir_tercihi-7....
[3] Bkz. B. Güvenç; G. Şaylan; İ. Tekeli; Ş.Turan (1991). Türk İslam sentezi. İstanbul: Sarmal Yayınevi.
                                                                            ***

(II)

Avcı’nın, Kültür Şurası raporunun girizgâhında döktüğü inciler, geçen hafta özetlenenlerle sınırlı kalmıyor. Muhaliflerin bir kısmı ve barış isteyen akademisyenler terörist, bir kısmı da "FETÖ"cülükle suçlanıyor ve bir yıldır, hukuku katleden OHAL kararnameleri çıkarılıyor. AİHM, zorunlu olamaz dese de, Sünni-Hanefi inancının işlendiği din kültürü ve ahlak bilgisi dersi herkese hâlâ zorunlu olarak dayatılıyor. Bakan olarak tüm bu olumsuzluklarda pay sahibi olan Avcı, girizgâhta, “İnsanı esas alarak, … her türlü ayrımcılığı reddederek,  her insanın, her canlının hukukunu koruyarak evimize, dilimize, ülkemize, kültürümüze sahip çıkacağız” diyor. Zeytinlikleri mahvedecek tasarılar peş peşe gündeme getirenler, kuş cennetlerini ve güzelim vadileri acımasızca yok edenler onlar değilmiş gibi, “Yalnız insanın değil, bütün mahlukatın hukukunu korumakla, gözetmekle mükellefiz” diyebiliyor.

On binlerce öğrenci, asker, öğretmen, memur, …haksız yere tutuklanmış, işinden atılmış, açlık ve sefalet içine itilmiş bulunuyor. İki eğitimci, haksız yere atıldıkları işlerine geri dönmek için açlık grevini sürdürüyor. Yandaş vakıf ve yurtlarda vicdanları sızlatan çocuk istismarları ve çocuk ölümleri yaşanıyor. Bu suçları işleyenlerin üstüne de yeterince gidilmiyor. Bakan olarak bütün bu vicdan sızlatan olaylarda Avcı’nın da sorumluluğu bulunuyor. Ancak OHAL kararnamelerini okumadan imzalayıp hukukun ve insanlığın katledilmesinden etkin rol oynayan ve ölüm orucundaki eğitimcilerin durumuna aldırmayan Avcı raporda, ne demekse, “Dünyanın vicdanı olan Türkiye” diyebiliyor, “Yeryüzünün vicdanı olmak için bugün takdirin üzerinde bir çaba harcayan Türkiye”den söz edebiliyor!

Avcı’nın girizgâhını komisyon raporları izliyor. Hemen her komisyon raporunda, “milli kültür, manevi değerler, ortak kültür” gibi sözcüklerle üstü kapalı bir şekilde din kültürü öne çıkarılıyor.  Bazı raporlarda tam anlaşılamayan öneriler bulunuyor. Örneğin kültür politikaları komisyonu raporunda, “kültürümüzün ekseninin, tarihsel ve kültürel havzalarımızın birikimi göz önünde bulundurularak ulus-devlet kavrayışını aşan bir ufuk ile belirlenmesinin gerekliliği” vurgulanıyor. Bu vurgunun, küresel sömürgenleri tatmin etmek için mi, “milli ve manevi değerlerimiz” gibi sözcüklerle üstü kapalı olarak dile getirilen İslam kültürüne sahip ülkeler mi kastediliyor, bilinmiyor!
Aynı komisyon, “tarihî, kültürel ve çevresel hususiyetleri sebebiyle İstanbul Tarihî Alan Başkanlığı, Söğüt – Bilecik – Bursa Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Tarihî Alan Başkanlığı ve Sarıkamış Savaşları Tarihî Alan Başkanlığı kurularak etkin çalışmaların sağlanması” önerisini getiriyor. Nedense, İzmir, Efes, Sart ve Bergama için ya da Antalya, Alanya, Perge, Aspendos ve Side gibi tarihi ve kültürel yerler için böylesine bir öneri yapılmıyor.

Kültür varlıkları, müzeler ve arkeoloji komisyonunun, “akreditasyon sistemlerinin teşvik edici bir yöntem olarak devreye girmesi” önerisini neden yaptığı da, ülkemizdeki mezar taşlarının nasıl olup da, “Ülkemizin tapu senedi saydığı” da pek anlaşılamıyor.

Sinema , radyo ve televizyon komisyonun, “hem coğrafyamızdaki hem de ülkemizdeki ortak hafızadan ayrışmış, kültürel çatışmalara dönüş” söylemiyle neyi kastettiği de pek anlaşılmıyor. Ancak aynı komisyonun, “ortak kültürel hafızaya sahip ülkelerin de dâhil olduğu İstanbul merkezli bir ‘sinema fonu’ ve ‘sinema enstitüsü’ oluşturularak, ortak filmlerin yapılması” önerisinden daha çok İslam ülkelerinin kastedildiği anlaşılıyor.

Komisyon raporlarında, aşağıda örneklendiği gibi, anlamlı önerilere de yer veriliyor:
  • Fon kaynaklarının dağılımının şeffaf ve tarafsız ilkeler doğrultusunda belirlenmesi ve denetlenebilir olması;
  • Sanat eğitiminin erken yaş döneminde başlanması ve özellikle sanat tarihi dersinin kapsamlı bir şekilde lise eğitim müfredatına dâhil edilmesi;
  • Çocukların eğitime ulaşması konusunda bütün engellerin ortadan kaldırılması, eğitim anlayışının “sınav merkezli” olmaktan çıkarılarak yeniden yapılandırılması.
Diğer komisyonların üstü kapalı bir şekilde söylediklerini, şehir ve kültür komisyonu açık ve net bir şekilde dile getiriyor. Bu komisyon, “bir iktisadi temele dayalı 25-50-100 binlik İslam şehir mimarisine uygun az katlı ve bahçeli meskenlerden oluşan mahalle eksenli yeni şehirler inşa edilmesini ve uygun şartlarda şehirlinin hizmetine sunulmasını” öneriyor!

Benzer açık ve net söylemi, yurtdışı Türkler ve kültür komisyonu da kullanıyor. Bu komisyon da, örneğin, “İslam medeniyetinin birlikte yaşama kültürü bağlamında sahip olduğu zenginlik göz önünde bulundurularak, bu birikimin analiz edilmek suretiyle çağın diline aktarılması ve bu dili kullanarak ilgili ülke özelinde din dersi müfredatlarının hazırlanmasından” söz ediyor. “Din eğitiminin örgün eğitim içinde yer alabilmesi için Müslümanların yurtdışında ‘topluluk/toplum’ olarak hukuki statülerinin kabul edilmesi anlamına gelen Kamu Hukuku Tüzel Kişiliği veya ‘Dinî Cemaat’ statüsü kazanmaları için çalışmaların önünün açılmasını” öneriyor!

Çocuk ve kültür komisyonu, çocuk evlilikleri ile çocukların cinsel istismarına ve inanç istismarına maruz kalmalarını görmezden geliyor. Son yıllarda hazırlanan strateji belgelerini okumadıklarını gösterircesine, Türkiye Kültür Strateji Belgesinin hazırlanmasını öneriyor.

Aile ve kültür komisyonu da, “inancımıza ve medeniyet değerlerimize uygun insan tanımının daima yapılmasını” istiyor. Çocuk evliliğini görmezden gelerek, kızların/kadınların değil de, “ev kadınlığının ve anneliğin itibarının özenle korunmasını” öneriyor. “Küçük çocuğu olan anneler için evden çalışma ve esnek çalışma saatleri konusunda yasal düzenlemeler yapılmasını” istiyor.

Kültür ve turizm bakanlığının müsteşarlığını Ömer Aksoy yapıyor. Bir AKP belediyesinde, Hukuk, Emlak-İstimlak, Kültür, Bilgi İşlem, Yazı İşleri ve İnsan Kaynaklarından sorumlu Başkan Yardımcılığı, Encümen Başkanlığı ve İhale Komisyonu Başkanlığı görevlerini yürütmüş, kültür yayınlarını yönetmiş. Sonra, Ekim 2014 tarihinde Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı, Strateji Geliştirme Dairesi Başkanlığı görevine atanmış. Eylül 2016’da ise müsteşar olmuş. İşinin ehli olduğu anlaşılan müsteşar ile işinin ehli olduğunu eğitim bakanlığında kanıtlayan Avcı, 21. yüzyıla göre değil de 7. yüzyıla göre şurada tasarladıkları kültürel değişim hakkında, “Dünyanın İyiliği İçin” diyorlar!

Daha ne desinler?


Rıfat Okçabol / SOL
okcabolr@gmail.com

Adalet... İşçiye de... - ÖZLEM YÜZAK

Başbakan Yardımcısı Veysi Kaynak’ın açıklamaları vahim. Suriyeliler olmasa düz işçilik yapan yok; fabrikalar durur diyor. Bu açıklamayı şöyle de okumak mümkün:Çalışacak köle işçilere ihtiyaç var. İnşaat, tarım, tekstil, metal gibi vasıfsız işkollarında 10-20 TL’ye gündelikle çalışan Suriyeliler var. Dolayısıyla sesinizi kesin. Eğer siz bu rakamlara çalışmazsanız, çalışacak adam var.”
 

Bu, hem AKP’nin emeğe ve işçiye bakış açısını özetliyor hem de Türkiye’nin uluslararası iş bölümündeki yerini. Ağırlıklı olarak düşük ve orta teknoloji üzerine inşa edilmiş bir üretim yapımız var. İmalat sanayiinde yüksek teknoloji içerikli sektörlerin katma değer payı sadece yüzde 3.3, üretim değeri payı yüzde 2.2 ve tesis sayısı payı ise yüzde 0.3. 
 
Veysi Kaynak’ın sözünü ettiği düz işçiliğin yapıldığı düşük teknoloji içerikli sektörlerin ekonomimizdeki payına bakalım bir de: Katma değer payı yüzde 39.6, üretim payı yüzde 39.4 ve tesis sayısı payı ise yüzde 61.4. 
 
Bu ülkedeki tesislerin yüzde 61’inden bahsediyoruz. Sendikanın olmadığı, her şeyin patronun iki dudağının arasında belirlendiği bir yapı. Ucuza çalışacak Suriyeli işçi, patronun çalışana karşı sopası ve istediği gibi de kullanıyor. Zaten AB ile yapılan anlaşma da var. Mesleki eğitimi olmayan Suriyeliler 3 milyar Avro karşılığı sınırdan geri gönderildiler. Ailelerini geçindirmek için neredeyse karın tokluğuna her işi kabul edecek durumdalar. 
 
Dedik ya, iktidarın emeğe bakış açısı bu. Rakamlar da doğruluyor, yerli yabancı işçi demeden.
Türkiye’de sadece geçen sene 96 göçmen işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiş. 60’ı Suriyeli. Biraz da ölümlü iş kazalarına bütünsel bakalım... Bianet önemli bir çalışma yapıyor ve işçi ölümlerini aylık istatistikler halinde yayımlıyor. Bu haziran ayında 164 işçi yaşamını yitirdi. 2017’nin ilk 6 ayında yaşamını yitirenlerin sayısı 906.
 
Ölüm sebepleri: yüzde 26’sı trafik ve servis kazası; yüzde 16’sı ezilme, göçük; yüzde 16’sı düşme sonucu. 
 
İşkollarına göre dağılımda başı tarım sektörü (yüzde 30 ile) çekmiş onu yüzde 22 ile inşaat sektörü izlemiş. Ölen işçilerin yüzde 91’i erkek yüzde 9’u kadın. Haziran ayında yaşamını kaybedenlerin 9’u çocuk ve 4’ü göçmen işçi olmuş. İş Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG), iş cinayetlerine dair 2002 ile 2016 tarihleri arasındaki verileri derlediği rapora göre ise en az 18 bin 500 işçi hayatını kaybetmiş.
 
CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun 23 gündür sürdürdüğü ve katılımın çığ gibi arttığı Adalet Yürüyüşü “sömürülen emek” için de geçerli. Düşük ve orta-düşük teknoloji tuzağına saplanıp kalmış bir ülkenin ekonomik ve beşeri bilançosu bir anlamda bu yukarıda saydıklarım. Rekabetin emek maliyetinin düşürülmesi ile sağlandığı bir düzen. 
 
Ortanın üstü ve yüksek teknolojili üretim yapısına geçiş bu sorunları da azaltacaktır emin olun. Ama şimdi diyeceksiniz: Bu ülkenin eğitim sistemi, kültürel yapısı cehaleti körükleyen bir yapı doğuruyor sürekli. Diplomalı ve diplomasız cahiller ordusu üretiyor. Bu beşeri yapı ile nasıl geçilir? 
 
Yanıt: Doğru ve bütünlüklü bir kalkınma politikası ile istenirse pekâlâ geçilir. Sorun, bunun siyasi iktidarın asla öncelikleri arasında olmamasında. Kendi oy deposunu neden delmek istesin ki?

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Kılıçdaroğlu yürümeye ne zaman başladı? - TAYFUN ATAY

Kemal Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü, Ankara Güvenpark’tan başlamadı.
O, yürümeye “Düzgün Baba”nın eteğinden başladı!..


                                                                             ***
Dersim’in Nazımiye ilçesinden, “seyit” ailesi sayılan “Kureyşanlar”ın yüz akı Kılıçdaroğlu’nun doğruluk, dürüstlük, hak, hukuk, adalet yolunda inanç, kararlılık ve en önemlisi sabırla günlerdir adım adım kat ettiği yolun izini geriye doğru, “Düzgün Baba”ya kadar sürmek gerekir.
Kanımca “çeliğe su verilmiş yer” orası çünkü...

                                                                            ***
“Düzgün Baba”, Kılıçdaroğlu’nun doğum yeri Nazımiye’nin güneyinde bir dağ kütlesi. Ama aynı zamanda bölgenin en önemli, önde gelen bir kutsal kült merkezi.
“Doğa ile uyum içindeki insanlık” halinin nişanesi bu “kült kütle”, üzerindeki kayalar, taşlar, oyuklar ve çeşmelerle yöre halkı için bir kutsal ziyaretgâh...
“Düzgün Baba”nın “kapı”sı, en tepedeki kaya üzerindeki “topları”, “evi”, “yatağı”, “mezarı” ve “kız kardeşi” Haskar’ın “mağara”sı...
Yani dağ kütlesinin her bir doğal parçası...
Kendisini doğanın bir parçası saymaktan henüz uzaklaşmamış, “Doğa Ana”ya baş kaldırmamış, “İnşaat ya Resulullah” diyerek “betona-tapar” hale gelmemiş insanlığımıza tercüme, mitsel simgeler...

                                                                            ***
Kemal Kılıçdaroğlu, “Düzgün Baba”nın eteklerinde emekledi, yürüdü ve onu bugün sarsılmaz bir “sakin güç” kılan en önemli erdemi orada kazandı.
“Sabır” o erdem.
O yüzden tehditlere, küfürlere, saldırılara, yoluna “b.k atıp” mermi dökmelere aldırmaksızın sabırla, tevekkülle günlerdir yürüyor da yürüyor.
“Gelin canlar bir olalım, Tevekkel tû tealallah” dercesine!..

                                                                             ***
Hak, hukuk ve adalet yolunda koskoca bir toplumun çaresizliğine de tercüman mahiyette bir tepki ve hak arayışı olarak başlattığı bu yürüyüşün 22’nci gününde dün eşlik ettim ona. Kendisiyle kısa bir yol sohbeti yapma imkânı da bularak...
Onun ilk sözü, benim Cumhuriyet’e katkıma binaen, özellikle din üzerine yazdıklarıma ilişkin yorumlar oldu. Bu doğrultuda dertleştik biraz.
Mealen aktarmak gerekirse Kemal Bey, “Biz [yani kendisini CHP’de bulan laik, sol, sosyal demokrat Türkiye] din konusuna uzak durdukça, ona daha yakından, ‘içeri’den bakmaktan kaçındıkça karşımızdakiler bu boşluğumuzu kullandı. Hâlbuki bizim dünya görüşümüz, insanlık anlayışımız, siyasi çizgimizde dine karşıtlık yok, onu anlama yönünde açıklık var” dedi.
“Dine kayıtsız kalmak olmaz, aksine dine esas sahip çıkması gereken, hele ki böyle bir dönemde biz olmalıyız” şeklinde tercüme edilebilecek sözler sarf etti.
Dine sahip çıkmak, yani kelimenin gerçek anlamıyla dindarlık...
Ve dini oyuncak etmek, yani dinbazlık!..
Kemal Bey’le şu aynı noktada buluşarak sohbete son verdik: Din, dinbazlığa terk edilemeyecek, dinbazlara bırakılamayacak kadar ciddiyet, önem, özen ve hassasiyet arz eden bir husus...

                                                                             ***
Biraz da yürüyüşe ilişkin izlenimler: Kortejin ağırlık merkezi elbette liderin bulunduğu nokta. Ama en ön saftaki bu merkezi sırtlayan, arka sıralarda kale gibi, çok da öne çıkmadan sessiz sessiz, harıl harıl mekik dokuyan isimler, bir bakıma “isimsiz kahramanlar” olduğu noktasında da görüştüğümüz pek çok kişi hemfikir: Seyit Torun, Sibel Özdemir, Nurhayat Baltacı, Musa Çam, Ali Şeker, Ömer Fethi Gürer, Orhan Sarıbal, Nurettin Demir, Kadim Durmaz, Yıldırım Kaya bu çerçevede ilk elde zikredilenler.
Adalet diye diye yollara düşmüş insanlara adında “Adalet” lafzı olan iktidar partisi destekçilerinden protestoların da bir parça “pörsüdüğü”nü de söylemek mümkün. Belki de böyle hiçbir yere varılamayacağını, sadece kendilerini küçük düşürdüklerini anlamış olsalar gerek. Hâlâ sağdan, soldan, köprü üstleri, bina tepelerinden ufak tefek lâf atmalar, Rabia “dörtleme”leri ve elbette “Reeecep Taaayyip Erdoğaaan” serenadları var tabii. Ama sadece “Adalet” diye çağıl çağıl akan suya yazı yazma kabilinden bir etkiye sahip olarak var.
Protestoların bu şekilde “soğurulması”nda yine Kılıçdaroğlu başta olmak üzere parti sorumlularının sakin, sağduyulu, esnek hareket etmesinin de payı büyük. Mesela Veli Ağbaba anlattı, önceki günlerde korteje nefretle yaklaşıp kendilerini de Ak Parti’li olarak “ibraz eden” bir grup olmuş. Ağbaba, çok uğraşmış karşısındaki çakmak çakmak bakışları yumuşatmak için!.. Sohbetin önünü açmış, kayısı ikram etmiş ve sonuçta bir diyalog yaratabilmiş. Gruptan biri, ayrılırken kendi kendine (sunturlu bir küfür eşliğinde) sitemleniyormuş: “Şu işe bak, protestoya geldik, kayısıları aldık gidiyoruz!..”

                                                                          ***
Hasılıkelam bu, herkese açık bir “Gelin canlar bir olalım” yürüyüşü.
Özgürlük ve demokrasi arayışında bir olalım yürüyüşü.
Mutlu, huzurlu ve geleceğe güvenle bakan bir Türkiye için dinimiz, cinsimiz, dilimiz, fikrimiz, zikrimiz ne olursa olsun bir olalım yürüyüşü...

                                                                           ***
Bu yürüyüşü hep o klişe ve ucuz Demirel sözüyle küçümsemeye kalktılar:
Yollar yürümekle aşınmaz diyerek... Yollar yürümekle aşınmaz, ama aşılır!..
Kılıçdaroğlu liderliğinde CHP, dinbaz totaliteryanizmin memleket sathında yaşam yolumuza döşediği “çakırdikenleri”ne hiç aldırmaksızın yolları katediyor, aşıyor.
Ayrıca, yollar yürümekle aşınmaz da yolsuzluklara batmış ve zulümle abad olma yoluna girmiş dinbazlığın bu yürüyüşle hiç aşınmadığını da söyleyebilir misiniz?!
Sizi bilmem ama...
Dün İstanbul’un kapısına dayanan muhteşem topluluğun harmonisine; iktidara en yakın kuruluşların dahi yürüyüşün kamuoyunda alımlanmasına (kredisine) dair anket sonuçlarına; ve en önemlisi, yürüyüş karşısında ancak küfrün aczine düşmüş biçare ve zavallı saldırganlıklara bakıyorum da...
“Düzgün Baba” şahit ben söyleyemiyorum!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Türkiye bir “Alevi”nin peşine düşmüş yürüyor! - ÜNAL ÖZMEN

Küreselleşmeyi ekonomik faaliyetle sınırlı tutmaya çalışan neoliberalizm, ulus devletin ortak kültürünü “çokkültürlülük” politikalarıyla etkisizleştirme yoluna gitti. Ortak kültür, toplumu kolektif davranmaya teşvik eder. Mikro kültürleri yücelten “çokkültürlülük” ise bireyi dini ve etnik aidiyetleriyle tanımlayarak toplumu topluluğa dönüştürür. Her bir topluluğu kendi sınırlarına hapseden bu politikanın amacı, küçük toplulukları kendi aralarında tartışıp çatıştırmak, sınır tanımayan sermayenin sömürüsünü gözden kaçırmaktı.

Neoliberalizmin farklılıkları kutuplaştırma politikası, uluslaşma sürecini tamamlamış Batı’da karşılık bulmadı: Bir Alman, Fransız, İngiliz, İtalyan mevcut statüsünü bırakıp kimliğini tarihin derinliklerinde aramadı. Sahip olduğu bilinç ve yurttaşlık hakları, kazananı olmayan maceraya atılmasına engel oldu. Ne yazık ki uluslaşma ve aydınlanma sürecini tamamlamamış feodal Müslüman ülkelerde bu politika mimarlarının beklentisini aşan rotada ilerliyor.
Ortadoğu’da süren çatışma çok taraflı değil, güçlü olan kendi egemenliğini ilan ediyor, diğerlerinden ise biat istiyor. Biat etmeyi reddeden varlığını koruyabilmek için çatışma alanından uzaklaşmaya çalışıyor. Bu coğrafyada farklı inançların, milliyetlerin, kültürlerin ve hatta aynı dinin farklı mezheplerinin birlikte yaşama imkanı ortadan kalktı.

Cumhuriyet deneyimi, Türkiye’yi toplumsal kutuplaşmanın dışında tutmaya yetmedi. Fakat cumhuriyet döneminde gelişen ortak kültür, Türkiye’nin kanlı bir çatışmanın sahnesine dönüşmesini de engelledi; devlete, siyasete yön veren politikacıların kışkırtmalarına rağmen.
Türkiye, iç çatışma potansiyeline Ortadoğu’dan daha az sahip olmamasına rağmen ne Kürtler ne Aleviler ne laikler ne de İslamcıların hedefindeki diğer etnik ve kültürel gruplar her türlü horlamaya, baskıya, hakarete bunu yapanların beklentisi olan karşılığı vermedi.  
Sol kültür her defasında direnmenin başka bir yolunu buldu. Kimi zaman çetin tartışmalara dalıp ortak tutum geliştirmekte geciken bu kesimler, sahip olduğu değerler sayesinde (Gezi, seçimler ve son olarak Adalet Yürüyüşü’nde görüldüğü gibi) ortak kültürlerini harekete geçirip etrafında birleştirmeyi başardılar.
Türkiye’nin yarısı, neoliberalizmin çatışma unsuru olarak kullandığı farklılıkları hiçbir zaman dikkate almadı. Ne kendi içinde çatıştı ne de İslamcıların düellosuna icabet etti. Nihayetinde Türkiye, Türkiye İslamcılarının Esad’tan daha az hazzetmedikleri Alevi birinin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun peşinden yürüyor.


Dokunulmazlıkların kaldırılmasına evet diyerek demokrasiyi yollarda aramak durumunda kalması vb. kararlarından hareketle Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı tartışılabilir; hatta Sünni halkına zulüm eden zalim bir Alevi başkanın yönetiminde mezhep savaşına sürüklenmiş Suriye’de, sünni çoğunluğun hukukunu savunan(!) sünni ülkenin muhalefet liderliğine Alevi birinin getirilmesi RTE’yi ayakta tutmaya çalışan derin bir projeye bağlanabilir. Bunların hiçbirinin önemi yok; Deniz Baykal’ın bile parti yönetiminden arındırdığı CHP’ye Alevi birinin başkan olup milyonları peşinden sürüklemesi “çokkültürlülüğün” değil, birlikte yaşamanın tutkalı ortak kültürün zaferidir.

ÜNAL ÖZMEN   / BİRGÜN

6 Temmuz 2017 Perşembe

Memleket sevgisi - ÖZGÜR MUMCU

Adalet Yürüyüşü hedefine yaklaşıyor. Şunun şurasında pazar gününe pek bir şey kalmadı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun hamlesi, oyun kurmaya alışkın iktidar çevrelerini hazırlıksız yakaladı. Önce seslerini çıkartmadılar, sonra dalga geçtiler, en sonunda iş hazır ezbere yani terör destekçiliği suçlamasına vardı.
 
İktidar soru ne olursa olsun bildiği tek cevabı veren tembel bir öğrenci gibi. Bütün toplumsal talepleri terörle ilişkilendirerek itibarsızlaştırmak ve bir suçmuş gibi sunmak haricinde verebileceği bir cevap yok. 
 
Bir de elbette iktidarın o müthiş kibri var. Anayasal bir hakkın, bir lütuf olarak verildiğinin söylenmesi. 
 
Üzerinde çok yazılıp çizildi ancak yine de tekrar etmekte fayda var çünkü mesele dönüp dolaşıp oraya bağlanıyor. Otoriter popülist iktidarlar bölücüdür. Toplumu ortadan yararlar. Sadece kendilerine destek verenleri milletten sayıp geri kalanı milletten ihraç ederler. Bir defa milletin parçası değilseniz hukuk size farklı, iktidarın gerçek millet diye değerlendirdiklerine farklı uygulanacaktır. Bunun da büyük bir adalet boşluğu yaratacağı açık.
 
Adaletin haksız tutuklamalarla, gerekçesiz ihraçlarla tarumar edilmesinin sebebi iktidarın milleti bölmesi. Tarafsız bir gözlemciyi dahi çıldırtacak derecede çifte standart içeren hukuk uygulamaları da öyle. 
 
İktidar, hukuku kendinden olanlara başka, milletten kabul etmediklerine başka uyguluyor. İktidarın basit bir aracına dönüşen yargı da bu milleti bölen çifte standartlı adalet sorununun ortağı.
Geçen gün, aylar sonra televizyonda bir tartışma programı izledim. Daha doğrusu on dakika kadar tahammül edebildim. Konuşmacılardan biri, Adalet Yürüyüşü’ne karşı çıkıyor ve iktidar yanlısı gösterilerle aynı muameleyi görmemesi gerektiğini dile getiriyordu. 
Gerekçesi ise şuydu: “Bu bir protesto gösterisi.”
 
İktidardan yana olmayan her gösteriyi, her yürüyüşü, her toplantıyı bir kaşık suda boğmak isteyen bir anlayış bu. Aslında Türkiye’ye inanmayan, ülkede yaşayan halkın aynı milletin parçaları olduğunu kabul etmeyen bir bakış açısı. 
 
Cemaatin siyasi kumpas davaları döneminde, iktidar destekli cemaatin emniyet ve yargısı “düşman ceza hukuku” uyguluyorlar diye eleştirilirdi. Bugün de vaziyet çok farklı değil. Milletten kabul edilmeyenler açıkça terörist ya da vatan haini yani düşman ilan ediliyor. Dolayısıyla onlara karşılarında bir vatandaş değil düşman varmış gibi davranılıyor. 
 
Toplumun yarısını milletten ihraç edemezsiniz. Toplumun yarısına terörist diyemezsiniz. Toplumun yarısının anayasal haklarını onlara “lütfedemezsiniz”.
 
Adalet Yürüyüşü aynı zamanda bir milli birlik yürüyüşü. Kendini en milliyetçi, en vatansever diye siyaseten pazarlayanların bu yürüyüşe yaptığı düşmanlık, onların aslında bölücü olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 
 
Ne kadar tekrar edilse azdır. Adalet mülkün yani devletin temelidir. Cemaatle kol kola devletin kurumlarını sarsanlar, adalete yani devlete sahip çıkanlara karşı kitleleri kışkırtmayı bırakacak kadar hatalarından ders çıkartmıştır ve memleketlerini seviyorlardır diye umalım.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Cesaret bulaşıcıdır - AYŞE YILDIRIM

Ne diyor Ankara Valiliği açıklamasında: “Toplumun geniş kesimlerine sirayet potansiyeli taşıdığı ...”
‘Sirayet’ etmesinden korkulan şeyi ise şöyle açıklıyor valilik: Yüksek sesle şarkı, türkü, marş söylemek, slogan atmak, film göstermek, çadır kurmak, ateş yakmak, açlık grevi/oturma eylemi yapmak…

Bunların toplumun geniş kesimlerine bulaşmasından korkuyorlar açıkça..
Ama ‘bulaşması’ demiyorlar, ‘sirayet’ diyorlar ki kötü bir şeymiş algısı yaratılsın.
Korktukları şey ne mi aslında…
Tam 17 yıl önce kolu koparılıp köpeklere atılan Veli Saçılık’ın bugün hâlâ hak arama mücadelesi vermesi… 17 yıl sonra ampute omzunun polis tarafından kırılmasına aldırış bile etmemesi… Onu yerlerde sürükleyen polise karşı koruyan insanların sayısının artması…
Kaçıncı kez bindiğini belki de bilmediği polis aracının içine gaz sıkan güvenlik şube müdürünün teşhir olması...
Oysa eşi ile gözaltından çıkan Veli Saçılık, şarkı ve türkü yasağına gülüyordu sadece.
“Benim sesim kötü olduğu içindir bu yasak! Hemen olumsuz yorum yapmamak gerek! :)” diyordu Twitter paylaşımında.
İşte bunu kıramadıkları için iki ay önce zaten yasakladıkları şeyleri bir kez daha yasaklıyorlardı.
İşlerini geri isteyen Semih ve Nuriye’yi mücadelelerinin bulaşmasından korktukları için tutuklamadılar mı? Günden güne eriyen, artık hiç yürüyemediklerini öğrendiğimiz iki insanın açlığıyla dalga geçmeleri, suç tarihlerini ‘15 Temmuz 2016’ yazmaları hep bundan değil mi?
Ama olmuyor işte. Hepimizin gözü önünde iki insan ölüme gidiyor. ‘Yaşamalısınız’ çağrılarına karşın haklılıklarına olan inançları nedeniyle bırakmıyorlar açlık grevlerini. Onlar yaşasın ve işlerini geri alsın diye uluslararası çapta bir imza kampanyası yapılıyor.
İşte korktukları şey bu; hak ve adalet istemlerinin ‘bulaşması’. Çünkü onların bulaşmasını pardon ‘sirayet’ etmesini istedikleri şey korku.
Onun için toplumun yarısını çok rahat bir şekilde terörist ilan ediyorlar.
Onun için milletvekillerini, gazetecileri cezaevlerine atıyorlar.
Onun için 22 gündür adalet için tabanlarını patlatan binlerce insanı hedef gösteriyorlar.
Onun için ülkenin Başbakanı, ana muhalefet liderinin ‘Adalet’ Yürüyüşü’nü ‘gaflet’ yürüyüşü ilan ediyor.
Onun için Kemal Kılıçdaroğlu’nu ‘terörist’ ilan etme yarışına giriyor yandaş kalemler…
Onun için mafya bozuntuları tehdit ediyor insanları…
Onun için Figen Yüksekdağ’ın duruşmasını dünyanın gözünden kaçırmak istiyorlar…
Ne diyordu Mithat Sancar: “Adalet bir fikirdir, adaletsizlik bir durumdur.”
Adaletsizliklerini çok iyi biliyorlar aslında. Kendileri yaptığı için herkesten çok daha iyi biliyorlar üstelik. Ve bu kez ‘sirayet’ ettirdiklerini sandıkları korkunun duvarlarını yıktığını da çok iyi biliyorlar artık…
‘Darbe’ dedikleri Gezi’den sonra ilk kez gündemi ellerinden kaçırmış olmanın telaşı içindeler.
Ne yapsalar olmuyor. On binlerce insanın adalet talebinin toplumun geniş kesimlerine ‘sirayet’ etmesinin önüne geçemiyorlar.
On binlerce insan 22 gündür geçtikleri her yere cesaretlerini bulaştırarak yürüyorlar.
Ne diyordu Selahattin Demirtaş, aylardır tutulduğu dört duvar arasından:
 
“Cesaret bulaşıcıdır.”

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET