20 Ağustos 2018 Pazartesi

Prof. Dr. Korkut Boratav: Amin, ezilen halkların kılavuzuydu - Furkan Üstünbaş

Prof. Dr. Korkut Boratav, Samir Amin’i ‘O ezilen halkların kılavuzuydu. Marksist bir perspektifle özgün bir bakışı bizlere sundu” sözleriyle anlatıyor.

Marksizmin yaşayan en büyük ustalarından Samir Amin’i geçen günlerde yitirdik. Amin, marksizme özgün katkısıyla dünya halklarına ciddi bir külliyat bıraktı. Özellikle 3. Dünya üzerine teorileri ve 3. Dünya’nın emperyalizmle mücadelesi konusunda ürettikleriyle çok önemli bir boşluğu doldurdu. Samir Amin’in ardından Türkiye’de Marksizm adına büyük eserler vermiş hocaların hocası Prof. Dr. Korkut Boratav’la buluştuk. Amin’le ideolojik ortaklığı ve kişisel yakınlığı bulunan Boratav “Samir Amin, 20. yüzyıl başlarındaki Marksist emperyalizm çözümlemelerini geliştirmeyi, güncel bulgularla zenginleştirmeyi hedefledi. Olgun kapitalizmin tekelci sermaye olgusunu vurgulayan içsel analizi üzerinde değil, dış dünyaya taşarken sömürü ilişkileri, yapısal deformasyonlar, azgelişmişlik yaratması üzerinde odaklandı.” diye özetledi Amin’in yaşantısını.

► Samir Amin ile kişisel olarak da yollarınızın kesiştiği anlar var, tanıdığınız Amin’den başlayalım isterseniz...
Samir Amin’le 1983’te Napoli’de tanıştım. Son defa da Türkiye’de bir kongre vesilesiyle bir araya geldik.
Tanışmamıza, otuz beş yıl önce bu meslektaşımın Türkiye’deki faşizme karşı gösterdiği meslekî bir dayanışma vesile oldu. 1983’te Amin, hem Paris VIII (Vincennes) Üniversitesi’nde profesör, hem de Dakar’daki Üçüncü Dünya Forumu’nda direktördü. 12 Eylül rejiminin üniversitelerde başlattığı tasfiye hareketinden Vincennes’de öğretim üyesi olan Yıldız Sertel vesilesiyle haberdar oldu. İki kurumun ortaklaşa düzenlediği (“Akdeniz ülkelerinde gelişme sorunları” konulu) bir araştırmaya ve raporların tartışıldığı Napoli’deki sempozyuma Türkiye üniversitelerinden uzaklaşan (ben dahil) dört iktisatçı davet edildi. Amin ve çevresiyle bu sayede tanıştım.

Samir Amin’in, 2001’de Porto Alegre’de başlatılan Dünya Sosyal Forumu’nun kurucularından olduğu bilinir. Bu Forum’un 2004’teki Mumbai toplantısında Amin’le aynı panelde yer aldım. Daha sonra Delhi’de tekrar bir araya geldik. Eşi Isabelle’in de katıldığı uzun bir sohbetimiz oldu.

Son olarak da ölümünden tam dört yıl önce Ağustos 2014’te Orta Doğu sorunlarının tartışıldığı ODTÜ’deki bir kongrede karşılaştık. Açılış bildirisini Samir Amin sunmuştu. Benim bildirimin yer aldığı oturumun da başkanıydı. Oturum sonrasında uzun bir sohbet yaptık; “dünyanın hali” ve olası geleceği üzerinde konuştuk. Güncel teşhislerimiz benzeşmekteydi; geleceğe dönük iyimserliği de beni etkilemişti.

► Samir Amin’in emperyalizm ve bağımlılık konusundaki tezleri ve etkilerinden söz edebilir misiniz?
Samir Amin, 20. yüzyıl başlarındaki Marksist emperyalizm çözümlemelerini geliştirmeyi, güncel bulgularla zenginleştirmeyi hedefledi. Olgun kapitalizmin tekelci sermaye olgusunu vurgulayan içsel analizi üzerinde değil, dış dünyaya taşarken sömürü ilişkileri, yapısal deformasyonlar, azgelişmişlik yaratması üzerinde odaklandı.

Bu gündem, Samir Amin’i üç büyük akımın kesişme noktasına yerleştirecektir: 20’nci yüzyıl bulgularıyla beslenen Lenin ve Lüksemburg’un emperyalizm kuramı, A.G. Frank’ın temsil ettiği Latin Amerika bağımlılık yaklaşımı ve Wallerstein ile Arrighi’nin damgasını taşıyan dünya sistemi okulu ile bütünleşir.

► Bu bütünleşme bir sentez oluşturdu mu? Parçalı mı kaldı? Ne derecede başarılı oldu?
Tartışılacaktır.

► Amin’in, sosyalizm deneyimleri karşısındaki tutumu üzerinden sosyalizm anlayışı, tasavvuru noktasında neler söyleyebilirsiniz? 
1960’lı yılların ikinci yarısında Çin ve SSCB komünist partileri ve sosyalist düşünürler arasındaki ayrışma, Marksist iktisatçılara da yansıdı. Samir Amin, ABD’de Paul Sweezy ve Monthly Review çevresi ve Fransa’da Charles Bettelheim ile birlikte Mao’cu tezlere yakın durdu.

Değer Yasası ve Tarihsel Maddecilik başlıklı kitabında (1978’de) Leninizmin “sol” bir yorumunun, iki doğrultuda Mao’nun liderliğinde Çin Komünist Partisi (ÇKP) tarafından tamamlandığını ileri sürüyor: Birincisine göre emperyalizm, merkeze aktarılan artık sayesinde reformist sosyal demokrasiyi beslemiş; geleceğin dinamiği sistemin çevresine (“Güney”e) kaymış; işçi-köylü ittifakları ile gerçekleşen anti-emperyalist mücadele devrimci (sosyalist) dönüşümleri mümkün kılmıştır.

İkincisine göre, Leninizmin SSCB’deki uygulaması, “işçi-köylü diktatörlüğü sorunlarına yetersiz yanıtlar getirmiştir.” Bu yetersizliği aşma yöntemi de (aslında Lenin’i izleyerek) “sosyalizme geçiş aşamasında sınıf mücadelelerini” vurgulayan Mao’da vardır. Bu vurgulamanın sonucu olan “kültür devrimi” çözümü, Amin tarafından da benimsenmiş olmaktadır.
Ancak, 1978 sonrasında Mao’nun bu çizgisi ÇKP tarafından eleştirildi; ülke tamamen farklı bir güzergâha yöneldi. Samir Amin sonraki çalışmalarında güçlüklerle karşılaştı.

Güçlüğün bir bölümünü, hem SSCB’nin tarihsel deneyimini, hem de Çin’deki “düzeni” “devlet kapitalizmi” olarak yaftalayarak aşmaya çalışmaktadır: “Çin’de anti-emperyalist, anti-feodal devrimin yüzü sosyalizme dönüktür; ama yol uzundur. Özel girişim ve yabancı sermaye, bunları denetleyen araçlarla birlikte sosyalist tercihleri hem güçlendiren, hem de zayıflatan gelişmeler olmuştur. Kapitalizme özgü sömürü biçimlerinin varlığı, tarihsel kapitalizmden özgürleşerek sosyalizme, komünizme giden bir toplum için ilk aşamadır.”

Öte yandan Mao sonrası gelişmeler, Çin toplumunda üretim güçlerinin gelişimi ve emperyalizme karşı konumunu pekiştirdiği için olumludur. Reformlar, “bu dev ülkede bağımsız, bütünleşmiş, modern bir üretim sistemi inşa edebilmiştir. Başarımda temel araç, ‘açılma’ değil, plan olmuştur.”

Amin’in bugünkü Çin toplumuyla ilgili görüşlerinde ÇKP ile gönül bağları başat olmuştur. Peş peşe sıralanan çelişkili olgulardan, eğilimlerden, diyalektik bir çözümleme türetilememektedir.

► Amin, sizin tanımlamanızla reel sosyalizm sonrasında büyüyen ‘yeni sol dalgaya’ mesafeli kaldı. Küreselleşme karşıtı hareketler, Dünya Sosyal Forumları içindeki arayışları yakından takip ettiği de biliniyor. Amin’in, kapitalizmin krizi karşısında işçi sınıfı ve dünya halkları entrensayonali önerisini geçtiğimiz aylarda, siz de yazılarınızda tartışmıştınız. Bu öneri ile nasıl bir çağrı yapıyordu Amin? 
Kapitalizme ve emperyalizme karşı yeni bir Enternasyonal öneren Samir Amin’in çağrısının ana mesajı şudur: Çağdaş emperyalist kapitalizm, sürdürülemeyecek özellikler kazanmıştır. Bugünkü sistem-karşıtı muhalefet yetersizdir. Kapitalizme karşı önce direnmek; sonra da ona son vermek için örgütlü, kolektif bir müdahale gerekmektedir. Bu örgütlenme İşçilerin ve Dünya Halklarının Enternasyonali biçiminde oluşmalıdır.

Amin’in bu önerisi iki doğrultuda Leninist özellikler taşıyor. Birinci olarak, kapitalizme son vermeyi hedefleyen bilinçli, örgütlü bir müdahalenin gereğini vurgulamakta; böylece “üretim güçlerinin gelişimi sonunda kapitalizmin kendiliğinden ve zorunlu olarak son bulacağı” öngörüsüne dayalı teknolojik deterministlerden ayrılmaktadır.

İkinci olarak Amin’e göre, cinsiyet, kimlik ayrımlarına karşı çıkan; çok-kültürlüğü, özgün halkları temsil eden akımlar kapitalizmle uzlaşma içindedir. “Yeni sol”un Avrupa’daki bugünkü uzantıları olan Syriza, PODEMOS, Melenchon-türü “radikal” muhalefetler etkisiz kalmaya mahkumdur. Leninist partileşmeye “antidemokratik” olduğu bahanesi ile karşı çıkan yatay örgütlenmeler ise yetersizdir.

Kapitalizmin sonu, bu tespitlere göre, “Kuzey”de, sınıf mücadelesine dayalı geleneksel devrimci örgütlenmelerin gelişimine; “Üçüncü Dünya”da ise dinci gericiliğe savrulmuş olan halkların ilerici, anti-emperyalist mücadele deneyimlerinin canlanmasına bağlıdır. Zira, Samir Amin’in 1978’deki sözleriyle, “Leninizme göre… ulusal kurtuluş hareketleri, dünya sosyalist devriminin tamamlayıcı bir parçasıdır.”

İşçilerin ve Dünya Halklarının Enternasyonali çağrısının iki ayağı, Samir Amin’in bu değerlendirmesini kırk yıl sonra da koruduğunu gösteriyor.

Furkan Üstünbaş / BİRGÜN

Bir partinin sonu - YAŞAR AYDIN

Erdoğan, sadece kendisine bağlı bir yönetim kurarak kongrede partisi için de bir dönemi bitirmiş oldu. Parti, kağıt üzerine yazılmış isimlere ve kurullara indirgendi, Saray’dan yönetilen bir aparata dönüştü.




AKP 6. Olağan Kongresi’ni dün Ankara’da topladı. Yerel seçimlere hazırlanan partinin kongresinde ne bir fikir ne de bir slogan öne çıktı. Kongre, partinin kağıt üzerine yazılmış isimlere ve kurullara indirgendiği; bir anlamda kapısına kilit vurulduğu bir kongre olarak anılacak.

Kurşun asker listesi
AKP’nin 6. Olağan Kongresi’ne dair merak edilen neredeyse tek konu yerel seçimler öncesi nasıl bir Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) oluşturulacağı, bir anlamda 50 kişilik ayrıcalıklı listede kimlerin yer alacağıydı. Partinin emektarları, eski belediye başkanları ve kurucuları kendi isimlerini listede görmeye çok hazırdı. Hatta Ankara’da konuştuğumuz meslektaşlarımızın önemli bölümü milletvekili ve bakan listelerinde yer almayan birçok ismin MKYK’de olacağına kesin gözüyle bakıyorlardı.

Erdoğan, 24 Haziran seçimlerinde oluşturduğu milletvekili listelerinde ve Bakanlar Kurulu’na seçtiği isimlerde hangi kriterlere önem verdiyse 50 kişilik listede de ona göre hareket etti. Bir kez daha anlaşıldı ki Erdoğan, etrafında yetenekli ya da birikimli isimler değil, kurşun asker arıyor.

Önce hükümette, sonra partide oyun dışı
MKYK’ye seçilen 29 yeni ismin neredeyse tamamı 24 Haziran seçimlerde Erdoğan’ın Meclis’e taşıdıklarından oluştu. Yıllarca partinin tepe noktalarında görmeye alıştığımız, bakanlık yapmış birçok isim bu listede de kendine yer bulamadı.

Bekir Bozdağ, Burhan Kuzu, Efkan Ala, Mehdi Eker gibi neredeyse partinin kuruluşundan bu yana yönetici olan isimler hükümetten sonra partide de oyun dışında kaldı. Bu isimler dışında birkaç yıldır yedekte bekleyen isimler de yine listede yok. Erdoğan, birçoğu parti kurucusu olan o isimlere açıkça “jübile zamanı geldi” mesajını vermiş oldu.

Saray Partisi
Erdoğan, kongrede partisi için de bir dönemi bitirmiş oldu. Kuruluşundan bu yana örgütü ile övünen, onlara abartılı anlamlar yükleyen Erdoğan, il-ilçe kongrelerinden bu yana adım adım ördüğü yeni dönemi kongrede nihayete erdirdi. Yukarıdan aşağı sadece kendine bağlı bir örgüt kurdu.

AKP’yi tanıyan tüm meslektaşlarımızın ortak fikri; yeni oluşan yönetimin yasal olarak bir partinin yapması gereken evrak işlerinin bir adım ilerisini yapma kabiliyetinde olmaması. Oluşturduğu listeye bakarak Erdoğan’ın da partiden beklentilerini bu noktaya kadar geri çektiğini anlıyoruz. AKP de, ülkedeki birçok kurumun kaderini paylaşarak Saray’dan yönetilen bir aparata dönüşmüş oldu.

Yerel adaylar da siyaset dışından
Kongre işini de çözen Erdoğan için geriye tek bir iş kaldı. Yerel seçimlerde partisinin adaylarını belirlemek. Hem milletvekili grubunu hem de parti yönetimini belirleme süreci belediye başkanlarına dair de ipuçları verdi. AKP kulislerinde Erdoğan’ın, belediye başkanlarının da önemli bölümünü siyaset dışından seçeceği konuşuluyor. Birçok vali ve emniyet müdürünün adı şimdiden listelerde yerini almış durumda. Bu isimleri öğrenmek için çok da beklemeyeceğiz. Çünkü kongrede erken yerel seçim konuşulmaya başlandı bile.

CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve partinin yerel seçimlerin erkene alınmasına “hayır” dediği biliniyor. Buna rağmen konu yine gündemdeyse Ankara’da birçok taşın yerinden oynaması anlamına gelecek. Erdoğan, partisine şeklini verdi, Meclis’in açılmasını beklemeden yeni hamleler yapabilir.

Yaşar Aydın / BİRGÜN

ABD ile danışıklı dövüş şüphesi...- Arslan BULUT

Pek çok okur, bir şüphesini paylaşıyor. ABD ile süren gerginliği "danışıklı dövüş" olarak nitelendiriyor ve Türkiye'ye kurulan tuzağın gözden kaçırıldığına inanıyorlar.

Bir okur soruyor:
1-Rahip Brunson olayı, Suriye'nin bölünmesini ve kuzeyinde bir PKK devleti kurulmasını halktan saklamak için perdeleme işlevi görüyor. Madem bu kadar ABD ile kavgalıyız, nasıl oluyor da Menbiç'te birlikte devriye görevi yapıyoruz? Askerden askere ilişkiler birlikte devriye görevi yapacak kadar iyiyse neden Fırat'ın doğusuna geçemiyoruz?

2-Bu bir danışıklı dövüş ise Türkiye'nin öncelikli sorunu, ABD'nin parçalama çabalarından önce AKP'nin oynadığı rol değil mi? Bu durumda AKP'yi desteklemek, ABD'yi desteklemek anlamına gelmiyor mu?

3-ABD'ye verilecek en ciddi cevap, derhal Suriye yönetimi ile doğrudan görüşmelere başlamak, İdlip'te, Afrin'de ve PKK kontrolündeki bölgede ortak hareket etmek kararı almak değil midir? Bunun yapılmaması, danışıklı dövüş şüphesini kuvvetlendiriyor.

                                                                          ***

Ortada bir gariplik olduğu kesin. Zaten, AKP iktidarı, bugüne kadar gerçekte ABD çizgisinden hiç çıkmadı. Ergenekon, Balyoz operasyonlarında, "Rusya ile işbirliği yanlısı olan askerlere karşı ve askeri vesayeti yıkmak için ABD ve cemaatle birlikte hareket ettiklerini söyleyen bir AKP milletvekili değil miydi?

Suriye'nin kuzeyinde bir PKK ordusu kurulmasına sebep olan da Türkiye'nin bu ülke için ABD'nin çizdiği iç savaş senaryosunu sahneye koyması olmadı mı?

İŞİD'çiler nereden geldi, nereden geçti? Suriye'de iç savaşın tarafı olan grupları kim eğitti, kim donattı?

Kürt açılımı, Ermeni açılımı… Bu politikaların mimarı kimdi?

Şimdi deniliyor ki, "AKP, bütün bu hatalı politikalarından vazgeçti ve ABD'ye karşı tavır aldı? AKP, PKK ile ortak çözüm arayışından MHP ile ortak çözüm arayışına girdi."
İyi de AKP, Türklük karşıtı politikalarından vaz mı geçti? "Ne mutlu Türküm diyene" sözünü dağlara taşlara yeniden mi yazdırdı? Çocuklara yeniden "Türküm, doğruyum" diye ant içirmeye mi karar verdi? Türk olmaktan kurtulmakla övünüyorlardı. Şimdi yeniden Türk olmaya mı karar verdiler?

Milli olmak için her şeyden önce milletin ortak kimliğinde ve ideallerinde birleşmek gerekir. AKP'nin milli olabilmesi için, MHP ile işbirliği yapması yeterli bir delil değildir. Biz dış görüntüye değil, icraata bakmalıyız. Şu ana kadar AKP'nin hangi icraatı için "millidir" diyebiliriz?

Ülke ekonomisini yüksek faize koşan sıcak para ile çevirmesi, üretime ve dış ticaret açığını kapatmaya dönük hiçbir eylemde bulunmaması, stratejik kuruluşları yabancılara satması, sıranın su kaynaklarına ve yaylalara gelmesi, kime hizmet oluyor? Millete mi yoksa dünyayı sömüren şirketlere mi?

                                                                            ***

2002 yılından beri her seçimi AKP kazandıkça, Türkiye kaybediyor. Türkiye kaybettikçe, AKP kazanıyor!

AKP, 15 yılda yaklaşık bir trilyon dolarlık ihale yaptı. Bunların havuza aktarılan yüzde 20'si 200 milyar dolar eder! Bu paralar nerede? Şimdi bu paraları yurda getirseler, kriz kalır mı?
"Türk Milleti" gerçeğini bile kabul etmeyen ve başkanlık sisteminin asıl hedefinin "Türkiye milletini inşa etmek" ve "eyalet sistemi kurmak" olduğunu söyleyenler halen Cumhurbaşkanı başdanışmanıdır. AKP'ye bunun için mi destek veriliyor? AKP'nin kuruluş felsefesinde Türk'ün lafzına bile tahammül yoktur. Dolayısıyla, bu gidişin sonu hiç de hayırlı değildir. Ekonomik krizde de doları olanların serveti ikiye katlandı. Sahi, bu düzen içinde kimlerin elinde dolar vardı acaba? Kimler, ihaleyle zengin edildiyse onların vardı tabii!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

19 Ağustos 2018 Pazar

Vedat Milor: Yediğiniz yemekten verdiğiniz oyu tahmin edebilirim - BİRGÜN

Vedat Milor, yeme alışkanlığının insanın nasıl bir karaktere sahip olduğunun ipucunu verdiğini söyledi. Milor, Türkiye'deki yemek kültürünün yıllar içerisinde nasıl değiştiğini ve bu değişimin tarımda izlenen yeni politikalarla derinden ilişkisinin önemini vurguladı.


Gastronomi yazarı ve televizyon programcısı Vedat Milor eskiden beri ‘naif' olarak değerlendirildiğini ancak kendisinin ‘sorumlu' olmaya çalıştığını söyledi. Cumhuriyet gazetesinden Zeynep Miraç'a konuşan Milor, " Mesela bana Amerika'da bir insanın ne yediğini söyleyin, kime oy verdiğini, Cumhuriyetçi mi yoksa Demokrat mı olduğunu tahmin edebilirim" dedi.

Söyleşiden bir bölüm şöyle:

Ne yediğiniz kim olduğunuzu mu tarif ediyor?
Kesinlikle. Mesela bana Amerika'da bir insanın ne yediğini söyleyin, kime oy verdiğini, Cumhuriyetçi mi yoksa Demokrat mı olduğunu tahmin edebilirim. Cumhuriyetçiler steak & potato (biftek ve patates) tipidir. En çok onu severler. Demokratlar ya değişik mutfakları denerler ya da vegan/ vejetaryenlerdir.

Türkiye'de de bir insanın ne yediğinden kime oy verdiğini tahmin edebilir misiniz?
Evet. Reaksiyonundan çıkar. Ne yediğinden çıkmaz da, ne yemediğinden daha kolay çıkar. Mesela Instagram'a Fransa'dan bir güvercin yemeği koyuyorum, "Abi böyle şey yenir mi?" diyorlar. Çok dar bir alanda yemek yiyor Türkiye'deki pek çok kişi, bu da dar bir dünya görüşünü gösteriyor. Zaten bizde et açısından çok fazla seçenek yok. Av eti hiç yenmiyor. Domuz dinsel olarak yasak. Endüstriyel tavuk var. Deniz ürünlerine mesafeliyiz. Türkiye'nin florası tamamen küçükbaş hayvana uygundur. Keçi ve koyuna. Büyükbaşa uygun çok az yer var. Tamamen değiştirdiler bunu ve Türkiye'yi dana yiyen bir ülke haline getirdiler.

İnşaat yapabilmek için dere yataklarını kâğıt üstünde değiştirdiler Vedat Bey, bunu değiştirmişler çok mu?
Dana daha kârlı çünkü. Oysa keçi çok sağlıklı bir et ama neredeyse kalmadı. Bir de burada insanlar çok önyargılı. Çeşitli karidesler var, lezzetleri farklı. Türkiye'de kimse buna ilgi duymuyor. Sadece karideste değil, domateste de aynı, patateste de aynı. Genellikle damak zevki gelişmiş kültürlerde ayrımlar var, bizde hep aynı kategoriye koyuyorsun. "Karides değil mi", "domates değil mi, hepsi aynı"… Bunun sonunda tarımda ata tohumları ortadan kalktı. Zaten Özal döneminde başladı ata tohumlarının yasaklanması.

Sebebi nedir?
Uluslararası şirketlerden gelen baskı. Türkiye o zaman da şeffaf olmadığı için, kimse bu soruları sormamıştır; bir kararname ile çıkmış, sonra kurumsallaşmıştır. Çünkü uluslararası tekel var. 1979'dan sonra globalleşme ortaya çıktıktan sonra bizim gibi karşı koyamayan gariban ülkeler yabancı tohumlara tamamen teslim oldular.

'KIZIM VEJETARYAN OLURSA HOŞUMA GİDER'

Veganlardan kuzu merakınız nedeniyle epey tepki alıyorsunuz. Onlara cevabınız nedir?
Kızmıyorum, onu söyleyeyim. Bana duygusal bir tepki gibi geliyor. İspanya'da sırf bu amaçla yetişen kuzular var ve üç haftalık yeniyor. Bizim kıvırcık gibi. Çok lezzetli. Orada hedonizmim ağır basıyor. Kızım da bana "Küçük kuzu yenir mi?" diye soruyor.

Kızınıza ne cevap veriyorsunuz?
Epey oldu diyeli, şu sıralar demiyor. O pek et yemek istemiyor. Hamuru çok seviyor, meyve sebze yiyor. Balığı da pek sevmiyor, gerçi ben de 18 yaşında balık yemeye başladım. Hiçbir baskı yapmıyorum. Hatta ilerde vejetaryen olursa hoşuma gider bile diyebilirim.

Neden?
Biz eski nesiliz, daha gaddar. O şekilde büyümüşüz. Yeni nesil etik olarak daha üstün. Hem sağlık açısından hem de etik olarak vejetaryenliği çok takdir ediyorum.



Tarihsel süreçte yemeklerle ilgili algı da değişiyor. Çocukluğumda kurban kesildiğini seyrettiğimi hatırlıyorum, et yemek konusunda tereddütüm yok ama bugün kesilirken bakamam.
Ben de tavuk yemiyorum, nedeni çocukluğum. Dedemin tavuk çiftliği vardı. Kesildiğini görmüşüm, sonra da kesilen tavuğu yemem için baskı yapılmış. Bu yüzden kesinlikle tavuk yemem. O kuzunun kesildiğini de görmek istemem elbette, o zaman yiyemem.

Eskiden tabaktaki kuzuyla çayırdaki kuzu farklıydı, artık okuduklarımız bunları zihnimizde buluşturuyor.
Benim hedonist zihnimde o derisi kızarmış, incecik yağlı kuzuyla 1968 Marques de Riscal Reserva Tempranillo'nun ne kadar iyi gideceği buluşuyor.

'MUTLULUKLA YEMEĞİ ÖZDEŞLEŞTİRDİM'

Proust'un madlen çağrışımını hatırlarsak, çocukluğunuzdan sizde iz bırakan yemekler, sizi hemen o günlere taşıyan tatlar var mı?
Evimizde büyük nine dediğimiz bir hanım vardı. Mart ayı geldiğinde Elmaslar Kasabı'ndan süt kuzusu alır, ondan çiğ börek yapardı. Yer yemez suları akmaya başlardı, inanılmaz lezzetliydi. Bir oturuşta 10-12 tane yerdim. Onun dışında evimizin emektarı Arzu Hanım'ın yaptığı keşkeği hatırlıyorum. Kokusu ve lezzeti hafızamda. Bir de yemediklerim var. Kemikli et hiç yemezdim, iğrenirdim. Balık da yemezdim. Annemle büyümedim, dedem ve babaannemle büyüdüm. Annemle gittiğim lokantaları hatırlıyorum, ilk kez Çin lokantasına gitmiştik. Taksim Lamartin caddesindeki… Orada ilk kez tatlı ve ekşi karides yedim. Annem de çok seçiciydi, az şey yerdi. Fakat sevdiğini de çok severdi. Mesela fois gras (kaz ciğeri), domuzu ilk kez annemle yedim.

Eski söyleşilerinizi okuduğumda annenizi hep yemekle birlikte hatırladığınız dikkatimi çekti. Şimdi yine benzer şeyler anlattınız.
Annemle çok yoğun bir ilişkim oldu. Babamdan ben 5 yaşımdayken ayrıldı, onu hep üzgün ve mutsuz gördüm. Birine çok âşık oldu, evlendi ancak o süreç çok sancılı geçti. Beni çok etkilerdi onun mutsuzluğu. Annemi mutlu hatırladığım anlar sofradaki anlar. Bir de akşam yattığında sigarasını yakıp Jacques Brel, Aznavour dinlediği anlar. Belki de bu şekilde zor bir dünyada yemeği mutlulukla özdeşleştirdim. İştahsız bir çocuğun yemeği haz olarak gören birine dönüşmesinde belki de bunun etkisi vardır.

‘ŞARAP KONUSUNU YAZAMIYORSUNUZ, BU KOMİK BİR ŞEY'
Yaklaşık 12 yıldır yemek üzerine yazıyorsunuz. Bu süre zarfında yazılarınız Türkiye'nin değişiminden nasıl etkilendi?
Giderek üretim ilişkilerini, doğayı, yerli tohumları daha çok vurgulama fırsatı buldum. Öte yandan şarap konusunu yazamıyorsunuz, bu komik bir şey.

Lokantaların düzeyinde nasıl bir değişiklik oldu?
Aşağı gitti. İnsanlar anlamıyor diye kaliteyi devamlı düşürüyorlar. Fine dining can çekişiyor Türkiye'de, bitmiş gibi. Şu anda iki tür lokanta tutuyor; ya zincir yerler, menüleri birbirine benzeyen formül lokantalar. Sıradan malzemeyle yapılan yemekler, mesela moda diye kinoa getiriyorlar. Bir de modern meyhaneler var. Frank Sinatra ile başlayan akşam eller havaya ile bitiyor. Bunlar garip bir elit özentiliği. Oysa ben geleneğin sürmesini savunuyorum.

İçinde büyüdüğünüz aile yapısı, eskilerin kalburüstü dediği, bugün elit olarak etiketlenen bir yapı. Hani Beyaz Türk denenlerden…
Ben etrafıma baktığımda sadece iki türlü Türk görüyorum: güzel Türk ve çirkin Türk. Fiziksel görünüşten söz etmiyorum. Köklü bir aileydi benimki, ancak varlığını bitiren bir aile. Babam dedemden sonra her şeyi sattı. Benim gördüğüm bir saltanatın çöküşüydü. Ben de bunun bilinciyle yurtdışına gittim.
Sosyal medyada sizi elit olmakla eleştirenler var, "Hayat size güzel Vedat Bey"… Kısa süre önce sosyal medya üzerinden kızınıza "Sen yabancı mısın?" diyen PTT memurunu eleştirdiniz ve kızınızdan özür dilemesini istediniz. Size gelen cevaplarda şu ağır basıyordu: "Vedat Bey takıla takıla buna mı takıldınız, sizinki de dert mi?" Siz onların sandığı gibi Babil kulesinde mi yaşıyorsunuz?

Benim de 150 bin tane derdim var elbette. Sağlık dertlerinden tut da aile sorunlarına kadar. "Sen kuşkonmaz yiyorsun, orada insanlar ölüyor" dersen her şey anlamını kaybeder. Ne anlamlı ki? Hiç kimse hiçbir şey yapamaz o zaman. Mesele gelir düzeyiyse ben üniversitedeki işimi bıraktım, para kazanmıyorum artık.

Sizin hak arama çabanız naiflik olarak değerlendirildi ve "Abi amma ciddiye aldın, burası Türkiye" dediler. Bu tepkilere şaşırdınız mı?
Çok eskiden beri naif buluyorlar, artık şaşırmıyorum. Ben buna sorumluluk duygusu diyorum. Doğu kültüründe bu duygu ve empati pek gelişmiyor. Sorumluluk duygunuz geliştiğinde karşınızdakinden beklentileriniz de gelişiyor. İşini doğru yapacağını ve gururunuzu kırmayacağını bekliyorsunuz. Bana "Abi takma kafanı" diyenler benden daha rahatlar. Belki de gerçek elitler onlar, hiçbir şey onlara dokunmuyor. Dokunulmazlıkları var. Eleştirdiğim postacı gibi, istediği kişiye istediğini söyleyebilir. Gerçek seçkin o… Ben kendimi mağdur olarak görüyorum. Batılı kesim artık yeni mağdur kesim.

BİRGÜN

ABD’li Marksist James Petras, Türkiye-ABD gerilimini yorumladı: Halkı değil, çıkarlarını düşünenlerin mücadelesi - ÖMÜR ŞAHİN KEYİF


Her iki tarafın krizden menfaati var. Erdoğan’ın özerk görünmesi, Trump’ın ise yaşadığı çatışmalarda kurallarını empoze etme gücünü koruması lazım.

Dünya sol hareketinin önemli düşünürlerinden James Petras’a göre, Türkiye-ABD krizini Türkiye’de tutuklu bulunan ABD’li Pastör Andrew Brunson’dan ibaret görmek mümkün değil. Petras, krizi ABD’nin emperyalist dış politikası ve pek çok ülkeyle içinde bulunduğu çatışma ortamı çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyor.
“Trump, Pastör Brunson’un Türkiye’deki tutukluluğunu, kasım ayında yapılacak Kongre seçimi öncesi Evanjelistlerin desteğini garantilemek için kullanıyor” diyen Petras öte yandan krizin asıl nedenini Türkiye’nin Rusya ve İran’la ilgili pozisyonuna bağlıyor. New York’ta bulunan Binghamton Üniversitesi Sosyoloji bölümünde Onursal Profesör olan Petras, Türkiye-ABD krizini BirGün’e değerlendirdi.


»Krizin temelinde ne var? Pastör Brunson’un tutukluluğunun bu krizdeki etkisi ne kadar?
Biraz geriye, ABD’nin Gülen hareketine desteğine dönmemiz gerek. Bu noktada, Erdoğan’ın hükümeti konsolide edip rakiplerini ortadan kaldırmak için bu kalkışmayı ateşleyip ateşlemediğine dair sorular gündeme geliyor. Ama aynı zamanda, özellikle Gülen’in ABD’de yaşaması dolayısıyla, olayda CIA’in dahli meselesi de söz konusu.

ABD darbeyi kınamadı. Gülen’i sınır dışı etmeyi kabul etmediler. Hâlâ Gülen’i koruyorlar. Gülen bu ülkede (ABD) CIA ile beraber çalışıyor. ABD darbeye karşı çıkmadı ve darbeden sonra (Türkiye’yle) işbirliği yapmadı. Bütün bunlar, ABD ve Erdoğan hükümeti arasındaki ilişkiye dair soru işaretlerini gündeme getirmeye başlaması açısından önemli.

İkinci unsur, ABD’nin Kürtlerle, özellikle Türkiye sınırında ittifakı, ABD’nin Kürtleri silahlandırdığı ve PKK ile Suriye’deki Kürtler arasında potansiyel bir ittifak olduğu düşüncesi. Aynı zamanda Kürtlerin belli ölçüde Esad hükümetine katılmaları Erdoğan’ı rahatsız etti.

Bunun (krizin) tekil bir vaka olmadığını anlamanız gerek. ABD’nin Türkiye karşıtlığı, aynı zamanda Rusya, İran karşıtlığıyla, Çin’le olan ekonomik savaşıyla, Venezuela hükümetini düşürme girişimiyle ve Kuzey Kore’ye karşı yaptırımlarla kesişiyor. Yani Türkiye (ile kriz) Trump hükümetinin kendisinden bağımsız hareket etme potansiyeli taşıyan ülkelere zarar verme saldırılarının parçası. Ben bu durumun sadece Erdoğan ve Trump arasında bir çatışma olduğuna inanmıyorum.

Erdoğan, Obama’yı destekliyordu. O noktada bir çatışma yoktu. Türkiye’nin NATO içinde uzun bir askeri hizmet tarihi var. Önce Sovyetler Birliği daha sonra da Rusya’ya karşı. Türkiye’nin ABD emperyalizmine uzun hizmet tarihi Obama döneminde de devam etti. Daha sonra Trump, özellikle bazı meselelerde fazla teslim istedi.

»Ayrılık nasıl başladı?
Geçmişte AKP hükümetinin Ortadoğu’da ABD için çalıştığını biliyoruz. İran’a karşı çıktı, Suriye’de yaşananlara dahil oldu, Kerkük petrolüyle de ilgili çeşitli iddialar var. Fakat sonra birden bire Washington “Bu kadarı yetmez, bize sınırlarınla, ilişkilerinle, savunma çıkarlarınla, İran’la ticari ilişkilerinle ilgili eli açık davranacaksın” dedi.

Ancak Trump’ın kabinesi, tarafsız bir uzlaşmaya sığan bir politika üretmeyen aşırı sağcı neo-con’lardan oluşuyor. Trump yönetiminin İsrail’in Kudüs üzerindeki denetimini tanıması, Gazze’deki katliamlar, Ortadoğu’daki halklar için provokasyondu. Erdoğan ya da bölgedeki herhangi bir lider için Washington’a tabi olmayı zorlaştırdı.
Bu aşırılık, Erdoğan’ın Washington’a tabi olmaya devam etmesini zorlaştırdı.

»Trump ne istiyor?
İran şu anda Çin’le, Hindistan’la, Rusya’yla bağlar geliştiriyor. Suriyelilerle de ittifaklar kurdu ve IŞİD’in yanı sıra Washington’ın desteklediği terörist grupları yendi. Yani Trump kaybetti. Ve bu kaybını kabul etmek istemiyor.
Trump, Türkiye’yle pozisyonunu sürdürmek istiyor çünkü saldırgan politikasının başarısız olduğunu itiraf etmek istemiyor.

(Türkiye’ye) Saldırının nedeni; ABD’nin Türkiye’nin bağımsızca karar almasına karşı çıkması, Türk hükümetinin İran’la daha iyi bir ilişkiye doğru ilerlemesi, Çin ve Rusya’yla bağlar geliştirecek olanaklar araması. Rusya bağlantısı Washington’un bir hayli canını sıkıyor.

ABD, sadece Türkiye’ye değil, aynı zamanda İran, Rusya, Çin’e; hatta Meksika ve Kanada’ya hükmetmek istiyor. Yani Washington’a müttefik olmak bile yeterli değil. Trump toptan tahakküm istiyor. Ve ülkelerin ödün vermesi sadece daha fazla saldırı getiriyor. Bu sadece müttefikler ya da kendisine tabi ülkelerle yetinmeyen bir emperyalizm çeşidi. Washington, (söz konusu ülkelerin) tüm dış politikasını kontrol edebileceği türde, tümüyle itaat istiyor.

»Krizin yakın zamanda çözülmesini bekliyor musunuz?
Bu ciddi bir kriz. Erdoğan, Washington’dan gelen saldırıya boyun eğerse prestij ve halk desteği kaybeder. Özellikle milliyetçi Türkler fakat aynı zamanda diğerleri tarafından Washington’dan gelecek olumlu karşılık için hâkimiyetini feda ediyor gibi görünür.

Washington ise din adamı bahanesini kasımdaki Kongre seçimlerine hazırlık olarak Evanjelistler arasındaki desteği toplamak için kullanıyor.

Yani her iki tarafın da büyük menfaati var. Erdoğan’ın özerkliğini savunan biri görüntüsünü sürdürmesi, Trump’ın ise diğer ülkelerle yaşadığı çatışmalarda zorbalık yapmaya kabiliyeti olduğu görüntüsünü ve kendi kurallarını empoze etme gücünü koruması lazım.

»Yakın gelecekle ilgili öngörünüz ne?
Türkiye’deki ekonomik kriz derinleşecek. ABD, ticari sınıf üzerindeki baskıya devam edecek ve Erdoğan’ın; önce Brunson’ı serbest bırakarak, Rusya’yla bağları azaltarak, Rusya’yla silah programını reddederek, İran ve petrol ihracatına mesafe koyarak, taviz vermesini isteyecek. Sermayenin ekonomik yıkımdan kaçınmak için Erdoğan’ın bu tavizleri vermesini isteyeceğini sanıyorum.

                                                          ***
Yeni savaş mümkün

»ABD’nin saldırgan dış politikası Ortadoğu’da yeni bir savaşın önünü açar mı?
Bu mümkün. Yönetimde, Bolton ve Pompeo ve hükümetin diğer üyeleri gibi aşırı sağcı kişiler var. Hiçbir ihtimali dışarıda bırakamayız ama aynı zamanda ABD toplumu bir savaşa daha hazır değil, özellikle Afganistan ve Irak’tan sonra… Bence strateji; ekonomik baskı, yaptırımlar ve savaşçı, saldırgan söylem olacaktır…

                                                          ***

AKP anti-emperyalist değil

»AKP hükümetinin şu andaki pozisyonu baz alınarak, emperyalizm karşıtı olduğu söylenebilir mi?
Bu sahtekârlık. Tarihi bilen herhangi biri AKP’nin anti-emperyalizmle ilgili konuşmasını meşrulaştırabilecek tek bir zerre olmadığını bilir. En iyi ihtimalle bir oportünist en kötü ihtimalle ise emperyalizmin hizmetindedir. Bu da Türkiye’nin özerkliğini tehlikeye atmıştır. Mesele, sürekli istikamet değiştiren oportünist bir politikanın var olduğu. Bugün Ruslarla beraber, ama yarın kiminle olacağını kim bilir, Bugün Amerikalılara karşı ama tekrar taraf değiştirebilir. Türkiye’deki herhangi biri için şu andaki çatışmayı ve Erdoğan’ın retoriğini ciddiye almak büyük hata olur.

Ama aynı zamanda Erdoğan’a muhalefet ederken ABD’yi desteklemek de hata olur. ABD medyasında şu anda Erdoğan’ın otoriter baskıcı bir lider olduğuna dair haberlerin nedeni sadece Erdoğan’ın askeri desteği güvenceye almak için Katar, İran ve özellikle Rusya’ya yakınlaşması.

ÖMÜR ŞAHİN KEYİF Washington / BİRGÜN

Bir kez daha, şu “gemi” meselesi - FATİH YAŞLI

Adeta bir fizik yasasıdır, bir yerde eğer “Şu konuya siyaseti karıştırmayın” deniyorsa, o konu muhakkak siyasidir ve diyen o konuya dair siyasi sorumluluğu üzerinden atmak istemektedir. Aynı şekilde herhangi bir mesele için “Bu mesele siyaset üstüdür” deniyorsa, o mesele siyaset üstü falan değildir ve diyen milli birlik beraberlik edebiyatına sığınarak hem sorumluluktan kaçmak hem de gücünü korumaya/artırmaya çalışmaktadır.

Bunu hızla içerisine yuvarlandığımız ekonomik krize uyarlayarak söyleyecek olursak, “Ekonomik krize siyaseti karıştırmayın” demek aslında krizin sorumluluğunu dış güçlerin üzerine atmak, yıllardır izlenen yanlış politikalara dair herhangi bir özeleştiride bulunmamak ve topluma hesap vermemek anlamına gelmektedir. Benzer şekilde, “Ekonomik kriz siyaset üstüdür” demek, krizin gerisinde iktidarın izlediği politikaların olduğunu gizlemek ve aynı zamanda “emperyalizme karşı milli mücadele” adı altında iktidarın gücünü tahkim etmeye, arkasındaki toplumsal desteği artırmaya çalışması demektir.

Geçen yıl 29 Kasım’da bu köşede yayımlanan “Aynı gemide değiliz” adlı yazıda kullandığımız gemi metaforu ekonomik krizle birlikte adeta siyasi dilin merkezine yerleşti, herkes kendi siyasi pozisyonuna uygun olarak derdini bu metafor üzerinden anlattı. Bu metaforun bizler için ne anlama geldiğini bir kez daha hatırlatalım öncelikle: Biz “Aynı gemide değiliz” derken, ne “Bu ülkede olan bitenler bizi ilgilendirmiyor” ne de “Oh olsun, batarsa batsın” diyoruz. Biz, açık bir şekilde “Siyaseti karıştırmayın” ya da “Siyaset üstü” denilen şeyin, yani ekonomik krizin siyasi bir mesele olduğunu biliyor ve ona göre siyasi bir tavır alıyoruz. Bu siyasi tavır ise en özet haliyle “Krizin faturasını halka çıkaramazsınız, yediniz içtiniz, şimdi vatan, millet, Sakarya hamasetiyle hesabı halka ödetemezsiniz, hesap vermesi gereken sizlersiniz” demek anlamına geliyor.

Şimdi, bu noktada, ekonomik krize ve bunu tetikleyen ABD ile yaşanan siyasi krize dair, tam da siyaset yapmak anlamına gelecek birtakım sorular sorabilir ve meselenin bütünüyle siyasetle ilgili olduğunu gösterebiliriz.

Son on altı yılda, planlı bir sanayileşme ve kalkınma modeli izlemek yerine, dışarıdan gelecek sıcak paraya dayalı bir büyüme modeli izlemenin, katma değer ve istihdam yaratacak yatırımlar yapmak yerine ülkeyi betona boğmanın bu krizin ortaya çıkışındaki rolü nedir?

Eğer hepimiz aynı gemideysek, neden sadece çalışanlardan, emekçilerden, halktan fedakârlık istenmektedir? Eğer hepimiz aynı gemideysek, neden üst üste sermayeye yönelik teşvik programları açıklanmakta, borç yapılandırmalarına gidilmekte, buna mukabil halka düşen neden yeni zamlar, yeni vergiler, düşük ücretler ve işsizlik olmaktadır?

Mevzubahis emperyalizme karşı mücadeleyse, neden son on altı yılda ülkenin bütün kamusal varlıkları yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekilmiş, neden uluslararası gıda tekellerinin çıkarları doğrultusunda yerli tarım bitirilmiş, şeker fabrikaları örneğinde olduğu üzere fabrikalar neden kapatılmıştır?

Türkiye’nin NATO üyeliğini, İncirlik başta olmak üzere ülkenin muhtelif yerlerindeki NATO ve ABD üslerini, ABD’yle yapılan açık ve gizli anlaşmaları hiç gündem yapmaksızın, bunları tartışmaya dahi açmaksızın, “Dostlar alışverişte görsün” kabilinden boykotlarla anti-emperyalist bir siyaset izlenebilir mi?

Çeteleşmiş ve emperyalizmin hizmetindeki bir cemaate orduyu, yargıyı, bürokrasiyi teslim eden, o cemaatin orduyu tasfiye planına ortak olan, o cemaatin darbe yapmaya kalkışacak kadar güçlenmesine göz yuman bir iktidar emperyalizmle mücadele edebilir mi?

Emperyalizmin planları doğrultusunda komşu bir ülkeyi tarumar eden, oraya askerlerini sokan, sınır boylarına kurduğu kamplarda cihatçı yetiştiren, yeni-Osmanlı hayalleri kuran, saltanat ve hilafet rüyalarıyla yaşayan bir iktidar emperyalizme karşı olduğunu söyleyebilir mi?

Sorular çoğaltılabilir ama ne söylediğimiz anlaşılmış olmalı. Birincisi, aynı gemide olduğumuz, dolayısıyla hepimizin fedakârlık etmesi gerektiği koskoca bir yalandan ibaret. Sanayiciler, tüccarlar, müteahhitler semirmeye devam etsin diye istiyorlar fedakârlığı. Vergiyi, zammı, enflasyonu, işsizliği halkın omuzlarına yüklemek istiyorlar. Ve ikincisi, emperyalizme karşı mücadele etmiyorlar, kendi siyasi bekalarını tüm ülkenin bekası, kendi siyasi meselelerini milli bir mesele gibi göstermek için emperyalizmle mücadele ediyormuş gibi yapıyorlar. 

Dolayısıyla ortada “siyaset karıştırılmaması”nı gerektiren ya da “siyaset üstü” bir durum yok, bilakis dibine kadar siyasi bir durumla karşı karşıyayız ve öncelikle bunu görmek, meselenin tam da siyasi bir mesele olduğunu kavramak zorundayız. Çünkü ancak bu şekilde söz konusu siyasetin karşısına başka bir siyaset koyabilir ve o siyaseti güçlendirebiliriz.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

En eylemci ses sustu - MUSTAFA K. ERDEMOL

Franklin bir siyah olarak siyah hakları için mücadele etmekle yetinmemiş, Detroit otomobil fabrikasındaki işçi direnişine ve toplumsal muhalefete destek vermiştir.

Amerika’nın en tanınmış komünistlerindendir Angela Davis. Kararlı bir insan hakları savunucusudur, önemli bir yazardır. Soğuk Savaş döneminde, 1980 ve 1984’de üyesi olduğu ABD Komünist Partisi’nin Başkan adayı da olmuştur. Uzun zaman FBI’ın tehlikeli suçlular listesinde kalan bu mücadeleci siyah kadını yıllar önce, 1970’de çeşitli suçlamalarla tutukladılar.

Başkan Richard Nixon’un “tehlikeli bir terörist” diye nitelendirdiği Davis’in kefaletle serbest bırakılması için 100 - 250 bin dolar arası bir paranın ödenmesi gerekiyordu. Çok sayıda destekçisi, seveni kolları sıvadı ama bir kişi tüm kefalet parasını ödemeye hazır olduğunu duyurdu. Davis için gözünü kırpmadan kefalet ücretini ödeyecek olan kişi oydu: Aretha Franklin.

Benim için Franklin öncelikle buydu. Sadece muhteşem bir ses, müthiş bir yorumcu değil, toplumsal sorumluklar almaktan kaçınmayan, bir komünisti desteklediği için konserlerinin iptal edileceği uyarılarına kulak asmayan mücadeleci biriydi. ABD’de kolay değil böyle biri olmak. Davis için kefalet parasını ödeme girişiminin bir cömertlik gibi gösterilmesini reddetti elbette. “Benim param var, siyahlardan kazandım ve bunu halkıma yardım edecek şekilde kullanmak istiyorum” dedi sadece.

Kefaletin ödenmesine gerek kalmadan hakkındaki suçlamalardan beraat ederek özgürlüğüne kavuşan Davis’e desteğini “tutuklanması karşısında anladım ki huzur bulamadığımız zaman barışı rahatsız etmemiz gerekir” cümleleriyle açıkladı. Bana göre burada sözünü ettiği “barış”, Davis olayı gibi haksızlıklar karşısındaki o uğursuz “toplumsal suskunluk”tur. Bozulması gereken “barış” budur.

“Barış”ın bozulmasını istemek için dünya kadar gerekçesi vardı Aretha Franklin’in. 14 yaşında papaz olan babasının kilise korosuyla çıktığı turnelerde bir siyah olarak her lokantada yemek yiyememesi örneğin. Örneğin her tuvaleti kullanamaması… En kötüsü de bu ayrımcılığa sıradan beyazlarca verilen desteğin varlığı. O nedenle bilinçlenmeye başladığında, babasının da yakın arkadaşı olan büyük siyah hakları aktivisti “siyahların huzuru için Barış’ı rahatsız eden” Martin Luther King’i çok sevmiştir. “Tüm hayatımı o değiştirdi, bana mücadeleyi o öğretti” demiştir bir söyleşisinde.
Bir siyah olarak siyah hakları için mücadele etmesi anlaşılabilir ama aralarında siyahların da bulunduğu Detroit otomobil fabrikasındaki işçi direnişine de destek vermiştir. Tüm yaşamı boyunca hak arama mücadelelerine, eşitlik kavgalarına destek verdiği gibi.

Sivil Haklar Marşı: Respect
Müzikteki başarısı 1967’de çıkardığı Respect’le doruğa çıktı. Onunla özdeşleşen bu şarkı aslında onun değildir. Gerçek bir R&B efsanesi olan Otis Redding tarafından 1965’te yazılan bir şarkıdır bu. Öyküsü şudur; ünlü plak şirketi Atlantic Records’tan Jerry Wexler, bu şarkıyı o sırada 24 yaşında bir gospel şarkıcısı olan Franklin’e getirir. Şarkıyı yeniden düzenleyen Franklin hem yaptığı eklemelerle hem de yorumuyla Respect’i tamamen “kendisinin” yapmıştır. Dolayısıyla şarkının Franklin’le anılması kadar doğal ne olabilir?

Prodüktörlüğünü Wexler ile Arif Mardin’in yaptığı şarkı romantik bir ilişkiyi anlatır ama kısa zamanda sivil haklar hareketinin olduğu kadar feminist hareketin de marşına dönüşür. Otis tarafından yazılan sözlerinin bazılarını değiştirerek kadınlardan yana bir dil tutturmuştur şarkıda. Hem kadın olmanın hem siyah olmanın yansıttığı duyguları barındırır Aretha’nın Respect’i. O günden bugüne Respect kadın hakları mücadelesinin de siyahların da vazgeçilmez şarkısıdır.
Kilise korosunda uzun yıllar bulunmuştur ama sonrasında yaptığı müzik laik temalıdır hep. Buna rağmen ABD’deki siyahların eşitlik mücadelesinde ve ilerici politikalarında büyük rolü olan Siyah Kilise’nin Ronald Reagan döneminde kapatılması üzerine başlayan protestoları da destekler.

Makcolm X’in öldürülmesinden 43, Martin Luther King’in öldürülmesinden 40, Medgar Evers’in öldürülmesinden de 45 yıl sonra ABD bir siyah Başkan’a kavuşmuştur. Bu elbette ırkçılığın ABD’de bittiği anlamına gelmese de yine de siyahlar için çok çok büyük bir kazanımdır. Aretha Franklin Barack Obama’nın yemin töreninde şarkı söylemiştir. Daha önce Jimmy Carter’ın yemin töreninde de söylemiştir ancak Obama’nın karşısında Respect’i söylemenin anlamı bir başkadır.

Şarkılarının evrensel olduğuna kuşku yok. Kendisi de evrenseldi elbette ama Aretha Franklin’in “siyasallaşmış” biri olması en az evrensel oluşu kadar önemli bir özelliğidir. Bu tarafı yok sayılırsa, görmezden gelinirse doğru olmaz.
Bir üçüncü dünya budalalığı ya da Amerikan müzik marketinin düzene uyumlu şarkıcılarının şiarı olan “politikaya bulaşmayan sanat” ı ısrarla reddeden biriydi Aretha Franklin.

76 yaşındayken pankreas kanserinden öldü. Adı Yunancadan gelme. Arapça’da da İngilizce’de de manası aynıdır: Erdemli, mükemmel, güzel.

Adının anlamına uygun yaşamış biri olduğuna tanığız.

Hepimiz.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Mehdilerin keramet üssü, Utah! - Mine G. Kırıkkanat

ABD’de sivrilen müritleri sayesinde Amerikan Evangelist Kilise’nin güvenini ve tabii maddi desteğini kazanan Adnan Oktar’ın Harun Yahya takma adıyla yazmış gibi yaptığı Yaratılış Atlası, 2006 yılında yayımlandı. 

Her biri 5 kg 800 gr ağırlığında Yaratılış Atlası, Türkiye’de tüm üniversitelere, okullara, hatta sokaklarda bedava dağıtıldı. Öyle ki, Adnancıların İstanbul’da Şişli Meydanı’na çektikleri 2 TIR’dan gelene geçene Yaratılış Atlası dağıtmalarına bile tanık olduk! 
Bir cilt maliyeti 100 TL’den aşağı olmayan kitapların kim tarafından niçin finanse edilip bedava dağıtıldığı MEB tarafından hiç merak edilmedi! Tam tersine. Zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik“Okullarda hem Evrim, hem Yaratılış okutulsun”  önerisiyle Adnancı postundaki Evangelist atağına göz kırpıyordu. 

Mart 2006’da İstanbul Valiliği, 1999 yılında Adnan Oktar’la birlikte tutuklanıp yargılanan Turgut Aksu’nun liselerde Adnancı ‘yaratılış’ konferansları verme talebini hemen onayladı! 

Adnan Oktar’ın vakfı BAV’ın ‘yaratılışçı’ fosil sergilerini belediyeler, valilikler destekledi. 
Ankara’da Kızılay Metrosu’nda, İstanbul’da Taksim Metrosu ve Halkalı, Şişli, Küçükçekmece, Beylikdüzü, Fatih, Beyoğlu belediyelerinde fosil sergileri açıldı. 
AKP milletvekili Ahmet Uzer, Adnan Oktar’ın Yaratılış Atlası’nı TBMM’de dağıttı! 
Oysa bedava dağıtımı, her dilden çevirisiyle Avrupa ülkelerini de kapsayan ve on binlerce baskısı yapılan fasarya atlasın, bugünlerde Türkiye’nin ekonomisini boğan Amerikancı Evangelizmin kültür istilası olduğundan kuşkulanmak için epeyce ipucu vardı! 

Görmesi gerekenlerin görmediği ipuçlarını gördüm ve 4 Nisan 2007’de, FETÖ ile Adnan Oktar suç örgütü arasında ilişki kurduğum ilk yazımı, “Boyundan Büyük Oynayanlar”  başlığıyla Vatan gazetesinde yayımladım:

***

Şu ABD’nin Utah’ında bir keramet var, dostlar. Fethullah Gülen cemaatine atfedilen “TSK üstüne bilişim üssü”, Utah’da. Raslantıya bakın ki, kendisine Harun Yahya dedirten Adnan Oktar’ın 770 “kuşe” sayfalık Yaratılış Atlası’nın fosiller defilesi de tabii ki ABD’de başlıyor ve 42’den 180’inciye tam 138 sayfalık bu defileye katılan Amerikan fosillerinin 124’ü, sıkı durun... Utah eyaletinde bulunmuş, nedense! 
Darwin’in Evrim Teorisi’ni çürütmeye yönelik 423 sayfalık fosil fotoğraflarının 138 sayfası ABD kaynaklı, 285 sayfası ise 18 ülkeden dağınık yemleniyor! 
Yaratılış Atlası’nın “meali” hepi topu 54 sayfalık bir metin. Notlar bölümünde bu cılız meale birkaç Türk hariç, yazarlarının hepsi ya Amerikan ya da İngiliz 215 adet kitap kaynak gösterilmiş, oysa “şaheserin” her sağ sayfasının altına Harun Yahya imzası atılabilmiş... Zaten kitapta, namı diğer Adnan Oktar / Harun Yahya’nın, kuşkusuz aynı oranda kendi yazdığı eser ve internet site listesi de 32 sayfa tutuyor, iyi mi? 
Keramet Utah’daysa, hikmet de budur, aziz okurlar. Ol hikmet ki, Fransa’da kıyamet kopardı, şubat ayında. Fransızlar bir sabah uyanıp baktılar ki ülkede ne kadar kolej, lise ve üniversite varsa, devasa Yaratılış Atlası’nın hem de Fransızca baskısıyla donanmış, beleşten! Milli Eğitim Bakanı derhal bir genelge yayımladı, tüm kitaplar toplatıldı. Türkiye nasıl basıldığını bile merak etmiyor elbet, ama Fransız polisi bu kadar pahalı bir kitabın “hangi kaynak”tan boşalan parayla binlerce adet ve bedava dağıtılabildiğini araştırmaya başladı.Fakat asıl soruşturma konusu, Fransa’daki eğitim kurumlarına gönderilen her kolinin (çünkü kitap kitap değil, sanduka...) üzerinde alıcı adlarının açık seçik yazılmış olması. 
Okulların listesi internetten çıkarılabilir ama Adnan Hocacılar her kurumun kitaplık sorumlusunu nasıl tespit edebilmişlerdir? 
Kimdir bu dünyanın “büyük kulakları” sevgili okurlar? Kimdir hepimizi dinleyen, mail’lerimizi kaydettikten sonra bizlere servis eden Echelon kulakları, arama motorları, “register” kayıtları falan? 
Cevabınızı duyar gibiyim, çünkü tek efendimiz var henüz, internetin “bilişim” yollarında: ABD...
***

Bu yazıdan öteye Adnancı mafyayla 11 yıldır hâlâ süren bir boğuşmaya girmiş oldum. Başlangıçta, yargıya sızan FETÖ’cü unsurlar bu mafyanın işbirlikçisiydi! 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Devamı gelecek haftaya.

Türkiye kara para cenneti midir? - ÇİĞDEM TOKER

24 Haziran seçimlerinden kısa süre önceydi. AKP TBMM’den önemli bir yasa geçirdi. 
“Barış” kelimesinin suç konusu edilip insanları işlerinden ettiği, geleceksiz bıraktığı bir siyasi iklimde, konusu para olan bu düzenleme, -kimbilir kaçıncı kez- mali barış adıyla anıldı.

Çoğu “vergi cenneti” adacıklardaki hesaplarda tutulduğu bilinen varlıklara getirilen bu “barış”, bir “torba yasa” ile sağlandı. (Varlık derken hemen her tür; döviz, altın, menkul kıymet…) 

Bütün “torba”lar gibi, 7143 sayılı kanun da “bazı” kelimesiyle başlıyordu. 
AKP, 7143 sayılı bu torbayla, “millet”“bayrak” kelimelerini dilinden düşürmeyen, yeterince millet, bayrak demediğini düşündüğü herkesi vatan hainliğiyle itham eden fakat artık niyeyse vergi ödemekten pek hoşlanmayan vatansever Türk evlatlarına ve dahi tüzel kişilerine “Paranı Türkiye’ye getir inceleme yapmayacağız” demiş oldu. 
Yasadan sonra bir de tebliğ çıkararak duruma açıklık getirdi.

 Bu yasanın yeni mali yaklaşımda “suç geliri” diye özetlenen olası kara paraları dolaylı olarak affetme anlamına geldiği konuşuldu. Yanı sıra vergisini düzenli ve dürüst biçimde ödeyen yurttaşların -affedersiniz- aptal yerine konulduğu konusunda aklı başında herkes hemfikirdi. 

Fakat bu ayrıntılı tebliğ yetmemiş olmalı ki, üzerinden henüz bir buçuk ay geçmişken (4 Temmuz 2018) bir değişiklik daha yapıldı. 

Dünkü Resmi Gazete’de “Hazine ve Maliye Bakanlığı Tebliği” diye yayımlanan değişiklik ile eski tebliğe iki paragraf eklendi. Teknik vergi kavramlarına boğmadan açarak anlatalım: 
- Diyelim ki X kişisinin veya şirketinin y adasında 100 milyon doları var. X kişisi, bu paranın Türkiye’ye transferi için yurtiçinde bir bankada hesap açtı ve Maliye’ye  “barıştan” yararlanmak için başvurdu. Yeni tebliğe göre artık,İNCELEME YAPILMAMASI VE VERGİ ALINMAMASI İÇİN parayı gönderen ile gönderilen kişinin aynı kişi olma zorunlululuğu yok!.. “Y adasından vatanıma 100 milyon dolar getirmek istiyorum” diye başvuran kişi ile, parayı yurtdışından gönderen kişi farklı kişiler olabilecek. 


- Tebliğe eklenen diğer madde de bununla paralel. X şirketinin ortağına ait olduğu halde şirketle hiçbir ilgisi olmayan kişilerin kullandığı varlıklar için de “Bu para şirket kayıtlarında görünmüyor ama aslında şirketindi. Biz şirket adına diyelim, getirelim. Siz de vergi almayın” denilebilecek. 


Diyelim ki, yurtdışında faaliyet gösteren bir insan kaçakçısı… Savaştan, yoksulluktan kaçan çaresiz insanları, bebekleriyle birlikte ucuz plastik botlara bindirip geçirme karşılığında binlerce dolarlarını almakla iştigal ediyor. Suç gelirlerini evindeki kutularda tutuyor. Yasaların suç saydığı bu faaliyetten “kazandığı” kara parayı sisteme sokması için altın bir fırsat sunuyor bu tebliğ. 

Türk Maliye ve Hazine Bakanlığı, bu tür girişimlere karşı “Döviz gelsin de nasıl gelirse gelsin” diye sessiz mi kalacak? 

Türkiye MASAK diye bir kurumu varken suç gelirlerinin aklanmasıyla ilgili uluslararası taahhütlerinden vaz mı geçti, haberimiz yok?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Çevre lafla değil eylemle korunur! - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Hani, ilk coğrafya bilgilerimizdendir...
"Yazları kurak ve sıcak, kışları ılık ve yağışlı..."
Akdeniz iklimi ile şekillenen memleketin en güzel köşelerinden biridir Muğla...
"Her güzellik bir gün yağmalanır" barbarlığı Muğla'yı da kıyısından köşesinden kemirmeye başladı...

Bodrum betona gömülüyor... Denizden, karadan, ormandan; kepçeler, dozerler dişlerini geçirmiş cennet topraklarda gedikler açıyor...

Nice, Cannes, Portofino, St Tropez, Cote d'Azur... Her yıl dünyanın dört bir yanından milyonlarca turist çeken bu tatil beldelerinin güzelliği Muğla koylarının güzelliği ile kıyaslanmaz... (Başkaca üstünlükleri var elbette ama bu yazının konusu değil...)

Muğla korunduğu ölçüde değerlenecek... Yağmaya, betona geçiş vermek turist çekmek anlamına gelmiyor... Doğal güzellikleri korundukça, temiz tutuldukça, alt yapı sorunları giderilip yolları güzelleştikçe turist sayısının da artacağına şüphe yok...

Muğla Bodrum'dan ibaret değil... yine cennet topraklar; Marmaris, Fethiye, Ula, Datça, Köyceğiz, Dalaman... Kavaklıdere, Seydikemer, Milas, Ortaca, Yatağan, Menteşe...

Menteşeyi görmeyen bilemez... Bir kent nasıl korunur... Muğla merkez, aynı şekilde... Beton yığınları yok, apartman dediğin en yükseği 5 katlı... Kentin içindeki tüm tarihi eserler restore edilmiş... Persler, Makedonlar... Roma'dan Bizans'a Selçuklu'ya... Toprağı elinizle kazsanız tarih çıkıyor.

13 bin Km2'lik bir alan Muğla... Bir çok ülkeden büyük... Büyükşehir Belediyesi olduğundan bu yana büyük bir altyapı çalışması başlatılmış. Özellikle çevrenin korunmasına yönelik olanlar ön planda...
Geçen haftalarda bir açılışa katıldım. Milas'ta yapımı tamamlanan katı atık depolama tesisi... 17 milyon TL'lik bir yatırımla bölgenin 25 yıllık atık sorunu en çevreci şekilde çözülmüş. Toplanan çöplerden elektrik ve gübre elde edilecek.

Muğla'nın çöp üretiminin 5 te birini gerçekleştiren Bodrum'un da Milas'taki gibi modern bir tesise ihtiyacı var...

Kentin ileri gelenleri ile konuşuyorum, aslında Milas'tan önce Bodrum için adım atılmış... Bodrum'da katı atıkların düzenli depolanması için büyük bir çalışma yapılmış; yer belirlenmiş, izinler alınmış, ihale edilmiş,  ancak "Ankara'da bir fren mekanizması" süreci uzattıkça uzatmış...

Bodrum'un yanma sıklığı giderek azalan çöpleri için de şimdi hızla modern bir tesis yapılıyor. Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı Dr. Osman Gürün:
"Bodrum'un hayata geçmesi ile birlikte Muğla'daki çevre halkasını tamamlamış olacağız. Vahşi depolamanın önüne geçeceğiz. Eski alanları ise rehabilite ediyor, ağaçlandırıyoruz..."


Kıyıların ve ormanların korunması, beton rantının Muğla'yı çölleştirmemesi için büyük mücadele veriyor Osman Gürün... Rantın karşısında durmak mangal gibi bir yürek istiyor; "Yeşilini, mavisini, doğasını korumaya kararlıyız Muğla'mızın... Yatırımlarda çevreyi ön planda tutuyoruz çünkü çevreye yapılan yatırım geleceğe yapılan yatırımdır" diyor...

                                                                         ***

Mesele "Daha fazla ne yapabilirim?" diyebilmekte...
Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Başkanlığına seçilen Prof. Süheyl Batum'u arıyorum:
"Hocam, Çankaya'da 'çöp şantiyesinde' buluşalım mı?" diyorum... Çekim yapacağız.
Batum şaşırıyor; gülümseyerek "Çöplükte mi çekeceğiz programı?" diye soruyor...
"Konum atıyorum, Hocam gelince görürsünüz..." diyorum.

Ankara'nın çöpünü toplayan Norm - Altaş şirketinin şantiyesinde buluşuyoruz. Eski, yanmış, yıkılmış bir tuğla fabrikasını modern bir tesise çevirmişler... Ancak Süheyl Hocam asıl şaşkınlığı tesisin altındaki kütüphaneyi görünce yaşıyor...

Temizlik işçilerinin çöplerden topladıkları ve elden geçirdikleri binlerce kitap kırmızı tuğlalarla örülmüş duvarları kaplıyor...

Süheyl Batum ile Türkiye'nin içinde bulunduğu açmazı, ADD'yi ve çıkış yollarını konuşuyoruz. Program yakında TELE1'de yayınlanacak...

Daha sonra bu muhteşem düşüncenin mimarı olan işletme müdürü Emir Ali Urtekin ile sohbete dalıyoruz... "Artık kitapları ihtiyacı olan okullara yolluyoruz" diyor. Telefon ile çağıranların da evlerine kadar giderek kitap topluyorlar...

Emir Ali Bey bir sürprizi daha bizimle paylaşıyor. Bir çöp kamyonunu gezici bir kütüphaneye dönüştürmüş. Kamyonun iç kısmının duvarları kitaplarla dolu, üst kata merdivenle çıkılıyor. Yani kamyonun üst kısmı da okuma bölümü. Güneşe karşı güneşlik, kenarlarda korumalar... Devasa bir karavanı andırıyor... Çay kahve ikramı...

Süheyl Batum ile birlikte ilgi ile dinliyoruz... Bağış yaptıkları okullara gidip yeni kitaplarla belli dönemlerde değiştirecekler okunanları... Kitabın ulaşmadığı, ya da "görünmez olduğu" kırsalda, okumanın güzelliğini görünür hale getirecekler bu gezici kütüphane ile...

Urtekin ve temizlik emekçilerini alkışlıyoruz. İnsan dilediğinde her koşulda memlekete ve insanlığa nasıl faydalı olabiliyor, çarpıcı bir örneği...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ