8 Ocak 2021 Cuma

ABD’de işgal ve Yenikapı ruhunun Atlantik ötesinde hortlaması - Kemal Okuyan / SOL

ABD’de şu ya da bu “güçlü” odağın sayısız örtülü operasyonunun yanında önceki gün yaşananlar çocuk oyuncağı sayılır. Evet bir avuç fanatik ABD demokrasisini tehdit edip geri çekilmiş oldu. 

ABD “güvenlik manyağı” yapılmış bir ülke. Hem toplumu baskı altında tutmak, hem mülk sahibi zengin ve orta sınıfları avama karşı sürekli tetikte beklemesini sağlamak hem de ABD emperyalizminin bütün dünyaya yaydığı saldırgan politikalara gerekçe oluşturmak için her geçen gün daha “saçma” bir hâl alan bu manyaklığın Capitol binasının birkaç yüz, belki binin az üstü bir topluluk tarafından fethedilmesine izin vereceğine inanmak güç.

Veya gerçekten izin verdiler!

Trump destekçisi, faşist-ırkçı toplulukları küçümsemek için söylemiyorum. Ancak ABD’li komünistlerin haklı olarak belirttiği gibi, ABD devletinin içinde bazı odakların işbirliği ve göz yumması olmadan ne yaptığını bilmeyen ve görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla içlerinde epey moron barındıran güruhun Kongre toplanırken binanın içine girebilmesi normalde olanak dışı.

ABD’de polis, şimdiye kadar çok daha kalabalık ve örgütlü hareketleri sınırsız güç kullanarak dağıttı. Trump’ın gösteri çağrısıyla birlikte, bu tarz zorlamaların yapılacağına ilişkin sayısız bilgi ortalıkta dolaşırken sayısı gerçekten “kalabalık” tanımına bile zor girecek bu topluluğun “ABD demokrasisinin mabedi” denen binaya girmesine düpedüz izin verildi. Bunun tartışılacak tarafı bulunmuyor.

O zaman “neden” diye sorulması gerekiyor.

ABD’de ordu ve polis teşkilatında Trump yanlılarının göstericilere yardım etmiş olabileceği ilk akla gelen yanıt. Ne ki, ilk akla gelmesi yanıtın zayıflığını ortadan kaldırmıyor. ABD devletinde bir kanadın işin içinde olduğu bir girişimin daha kapsamlı sonuçları olacağını ve bu kadar kolay sonlanmayacağını beklemek gerekir. Tamam ABD ciddi bir krizin içinde, hatta bunu bir yönetme krizi olarak da adlandırmak mümkün ama bu faşist soytarılık ABD için bile fazla sırıtıyor.

O halde?

En güçlü olasılık, Trump yanlısı bir grup serserinin payına, ABD’de siyaset alanını toparlamak için gerekli fırsatı yaratmaları için, farkında olmadıkları bir görevin düşmüş olmasıdır.

Nasıl mı?

Trump bundan dört yıl önce çok ciddi bir programla ve ABD sermayesinin önemli bir kesiminin desteğini alarak başkanlığa adaylığını koydu. Bir manifesto niteliğindeki adaylığını açıkladığı konuşmanın tam metnini Trump’a daha o aşamada destek sunan Rus kanalı Russia Today’de okuduğumda Trump’ın paranın şımarttığı bir şovmenden daha fazlasını temsil ettiğini anladığımı söylemek durumundayım.

Başkan seçildikten sonra Trump’ın sadece gaf, tutarsızlık ve sürprizlerden ibaret olduğunu sananlar da yanılıyor. Üstlendiği misyonların bir bölümünü başarıyla yerine getirdi Trump. Kuşkusuz bunu yaparken bir başına değildi, sistem işliyordu tıkır tıkır. Örneğin en fazla eleştirilen başlıklardan biri olan dış politikada Trump döneminde diğer dönemlerden daha fazla fiyasko yaşandığını söylemek nasıl mümkün olabilir? İsrail’le Arap devletleri arasında herkesin ilk başta “hayal” diye gördüğü yakınlaşma, önceki ABD başkanlarının yanına dahi yaklaşamadıkları, belki Mısır ile İsrail arasında 1979’de imzalanan Camp David Anlaşması kadar önemli bir gelişme. “Yüz yılın anlaşması” adını verdiler bugünkü yakınlaşmaya ve her hafta yeni bir sayfasına tanık oluyoruz.

Uzun bir Trump analizine bu yazıda gerek yok. Başkanlığı döneminde Trump birçok alanda ABD’nin güçlü tekellerini tatmin eden işler yaptı, hatta bazı işleri ona yaptırdılar diyebiliriz. Ancak ABD emperyalizminin uluslararası alanda hegemonyasını sürdürmekte zorlanması, içeride giderek yoksullaşan toplumsal kesimlerin kontrol altında tutulamaması ve Covid-19 salgının yarattığı ağır tablo ABD’nin başka birçok ülke gibi bir “dağılma” görüntüsü vermesine neden oldu. Trump’ın laubali tarzı ve ahmağı oynamadaki ölçüsüzlüğü ABD Başkanlığını bu dağılma halinin gerektirdiği “yönetme ciddiyeti”nden uzaklaştırdıkça sistem içinde Trump’tan kurtulma eğilimi güçlenmeye başladı.

Yalnızca Demokratlar değildi, Trump’tan rahatsızlık duyan. Buna karşın, Trump da gerek geleneksel muhafazakar orta sınıflar, gerek popülist bir söylemin peşinden gidecek kadar umarsızlaşmış yoksul bir kesim içindeki desteğini koruyup pekiştiriyordu. Biden’in kazandığı ama Trump’ın beklentilerin üstünde oy aldığı seçime böyle gelindi.

Trump’ın sonuçları kabullenmeyip ardı ardına komplo iddiaları sıralaması elbette inandırıcılıktan uzaktı. Uzaktı diyorum ama bu seçimde demokratların hile yapmadığını söyleyebilecek durumda değilim. Demokrat Parti’nin bir emperyalist ülkenin başat partilerinden biri olarak her tür sahtekarlığın içinde olabileceğini düşünürüm. Ancak konu bu değil. Trump’ın inandırıcı olmamasının nedeni kendisini var eden sistemin meşruiyetini sorgulamaya kalkmasıydı.

Dağılsa da, ABD’de sistem buna izin vermez. Buna izin verildiğinde ardından ne gelebileceğini bilecek bir devlet bürokrasisi ve sermaye aklı var orada. Dolayısıyla seçimden önce Trump’a dur demeye karar veren kesimler, seçimden sonra buna iyice ikna oldular ve gereksindikleri “toparlanma”nın Trump’la değil, Trump’ın üzerinde tepinerek gerçekleşebileceğine karar verdiler.

Biden’in seçimlerden hemen sonra “şimdi birleşme zamanı” diye açıklamalar yapması, Demokrat Parti’yle Cumhuriyetçi Parti arasında artan temaslar ile Trump’ın “oynamıyorum” mızıkçılığı arasında bir çelişki çıktığı ortadaydı. Birileri belli ki bu çelişkiyi fırsata çevirip, ABD’de merkezi güçlendirici bir “tehdit” icat etmeye karar verdi. ABD’de şu ya da bu “güçlü” odağın sayısız örtülü operasyonunun yanında önceki gün yaşananlar çocuk oyuncağı sayılır. Evet bir avuç fanatik ABD demokrasisini tehdit edip geri çekilmiş oldu.

Şimdi sırada ABD’nin Yenikapı ruhu var!

Bu ruh tutar mı, ne kadar tutar, ABD’deki, dağılmayı durdurur mu, bunu göreceğiz.

Ama unutulmasın ve bir yere not edilsin, geçtiğimiz yıl ABD’yi sallayan toplumsal hareketler için sistemin Capitol binasındaki “aciz” görüntüleri epey bir ilham vericidir.

Ne diyorduk? Batılı emperyalist ülkelerde de artık kimse istikrar beklemesin. Zemin bir kez sarsıldı.

Kemal Okuyan / SOL

2021’de Ekonomi: Olasılıklar, Seçenekler - Korkut Boratav / SOL

 Hangi noktadayız? Ufukta neler görünmektedir? Gözlemler, seçenekler üzerinde bir gezinti yapalım.

Ekonomik politikalar, göstergeler bakımından çalkantılı üç yılı (2018-2020’yi) geride bıraktık. Kasım sonrasındaki dinginliğin ne kadar süreceği belirsizdir.

Hangi noktadayız? Ufukta neler görünmektedir? Gözlemler, seçenekler üzerinde bir gezinti yapalım.

2020’ye nasıl geldik?

Ara-başlıktaki soruyu daha öne yanıtladım. (Bk. “Büyümede Dünya Rekoru Nasıl Kırıldı?”, Sol Haber, 11 Aralık 2020) Kısaca tekrar edeyim.

2011, ekonomik bir dönüm noktasıdır. Dokuz yıllık AKP iktidarının büyüme ortalaması (2008-2009 krizine rağmen) yüzde 4,7’dir. Bu tempo, istisnaî dış koşullar sayesinde ekonominin (yüzde 4,2 olarak tahmin ettiğim) orta dönemli büyüme potansiyeli aşılarak gerçekleşmiştir.

Uluslararası finansal krize karşı Batı merkez bankalarının başlattığı likidite genişlemesi 2012 sonrasında frenlenecek; Türkiye’de neoliberal programın kısıtları, istikrar öncelikleri devreye girecektir.

2011 sonrasında, ekonominin büyüme potansiyelinin yarım puan civarında aşağı çekildiğini tahmin ediyorum. 1998’de yenilenen neoliberal teslimiyetin mirası… AKP iktidarı da 2015’ten itibaren “iktidar yıpranması” ile cebelleşmeye başlayacaktır.

AKP, iktidar süresini iki “yapay” strateji ile uzatmaya çalışacaktır: Temsilî demokrasinin genel kuralları (şiddet, anayasa değişikliği, OHAL ve uzantıları yoluyla) çiğnenerek… Neoliberal istikrar ilkeleri göz ardı edilerek… İkinci strateji, ekonomik bakımdan “anarşik” üç yılda uygulandı: 2018-2020’de iç talep, büyüme potansiyelini zorlayan boyutlarda pompalandı.

2020 sonu: Finansal disiplin ve dinginlik

Berat Albayrak Kasım 2020’de istifa etti; iki yeni atama ekonomik ortama dinginlik getirdi.

Nedeni ortadadır. Yeni ekip, ekonomik söylemi, uygulamaları, büyüme değil, istikrar doğrultusunda değiştirdiği için… TCMB politika faizini iki aşamada yüzde 17’ye, enflasyonun üstüne çekildi; finansal daralma doğrultusunda bir dizi karar alındı; örneğin bankaları kredi genişlemesine zorlayan “aktif rasyosu”ndan vazgeçileceği açıklandı.

Sonucu, bugünlerde dolar fiyatlarındaki gerilemeden izliyoruz. Albayrak 8 Kasım’da istifa etti; iki gün önce dolar 8.46 TL idi. 2020’nin son günü 1 dolar = 7,41 TL…

Üstelik yılın büyük bölümünde TCMB rezervleri tüketilmiş; dolar frenlenmeye çalışılmıştı. Ocak-Eylül 2020’nin ortalama dolar kuru 6,74’tür.

Bu dönemde sıcak para “yatırımcıları”, borsadan 13 milyar doları aşkın tahvil ve hisse senedi çıkardı. Hisse senetlerini satarken ortalama 6,72 TL’lik kur uygulandığını Alaattin Aktaş hesaplamış. Kasım-Aralık’ta çıkan paranın 4 milyar doları geri geldi. Aktaş, Kasım’da 7,94 TL’lik kurla geri gelen hisse senedi yatırımcılarının 663 milyon dolar kazançlı çıktığını hesaplıyor (Dünya, 7 Aralık 2020).

Görülüyor ki Albayrak sonrasında yabancılar portföy yatırımlarına, yani TL’ye dönmeye başlamıştır. Bunlar finans kapitalin en spekülatör, “rantiye” kesimleridir. Çıktıkları hızla geri gelirler; bu akım TL’yi değerlendirince (dövizi ucuzlattıkça) arbitraj getirileri de yükselir. İyi zamanlama ve kötü bir ekonomi yönetimi sayesinde (Alaattin Aktaş’ın gösterdiği gibi) hem çıkarken, hem girerken kazançlı çıkarlar.

Peki, dış finansman sorunlarının diğer büyük kalemi, bankalarımızın dış borçları? Vadesi gelen kredilerin ne kadarı döndürülecek? Hangi faizlerle?

Bu konuda, Fitch’in 25 Kasım ve 7 Aralık değerlendirmelerine göz atalım: Uluslararası piyasalarda sert dalgalanmalar olmadıkça dış krediler döndürülebilecektir. Bankalarımızın kısa vadeli dış finansmanı karşılayacak döviz likiditeler vardır; ancak bunların önemli bir bölümü TCMB’deki döviz swaplarından oluşmaktadır. Yeni yönetim bu durumu düzeltirse, bankaların dış kredileri sürdürülebilir. Bir süre yüzde 100’ün altında döndürülerek; yani net ödeme yaparak…

Malî disiplin nerede?

Kapsamlı bir istikrar programının ikinci ayağı olan malî disiplin nerede? Hatırlayalım ki Berat Albayrak’ın 2018 döviz krizi sonrasındaki ilk (2019-2021) YEP’i, kamu maliyesinde (mega-yatırımları dahi donduran) daralma hedefleri içeriyordu. Erdoğan bu hedefleri uygulatmayacaktı. Ama, bu “sapma” finans çevrelerince dikkate alınmayacak; 2019’un büyük bölümünde portföy girişleri canlanacak; net sermaye çıkışı son bulacaktır.

Nedeni açık: Sıcak paraya yoğunlaşan finans çevreleri için finansal göstergeler öncüldür: Sermaye hareketlerinin sınırsız serbestliği korunmalı; politika faizi enflasyonu aşmalı; kredi genişlemeleri frenlenmelidir.

IMF gibi bir denetleyici kurum yoksa, “yükselen piyasa ekonomileri” fiilen uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının (Fitch vb’nin) gözetimi altındadır. Bunların ülke (örneğin Türkiye) raporlarına, notlarına göz atın. Malî disiplin değerlendirmeleri yer almaz. Tümüyle finansal göstergelere odaklanılır: Faiz, enflasyon, döviz kurları, kredi hareketleri, bankaların riskli kredileri, rezerv durumları…

Kasım'da göreve gelen yeni ekonomi yönetimi, Saray’da hazırlanan 2021 bütçesini olduğu gibi devraldı. Somut “malî disiplin” hedefleri oluşturmadı. Uluslararası finans çevreleri de bu eksiklikle ilgilenmedi; yeni ekonomi yönetimine dönük olumlu beklentilere yöneldi. Saray’ın yatırım harcamaları, parasal daralma engeli aşılabildiği; dış açığı tırmandırmadığı ölçüde sürdürülebilir.

Durgunlaşan ekonomi: Kalıcı toplumsal bunalım

Korona salgını, Batı merkez bankalarını bir kez daha yüksek tempoda likidite genişlemesine yöneltti. Önemli bölümlerinin Türkiye gibi “yükselen piyasalar”a taşması söz konusudur. Dolayısıyla Türkiye için yakın gelecekte yeni bir kriz ortamı söz konusu değildir; ama, Kasım’da başlayan finansal disiplin sürdürülürse…

Ne var ki Türkiye için daha ağır bir gelecek gündemdedir: Ekonomi, tahminen yüzde 3,5’lik bir büyüme temposu izleyecek; bu tempo (diyelim Erdoğan’ın müdahaleleri ile) zorlandığı dönemlerde, dış finansman kısıtları (döviz krizleri) devreye girecektir.

Bu yeni güzergâhın başlangıcı 2020’dir. Ağır bir toplumsal bunalım yılı… Milyonlarca insan istihdamdan, işgücü piyasalarından kopmuş; gerçek işsizlik oranları sıçramıştır. Meslektaşlarımız, Türkiye’de işsizlik oranını aşağı çekmek için ortalama yüzde 5’lik bir büyüme temposunu gerekli görüyor. 2020’nin toplumsal bunalım koşullarından hareket eden; büyüme temposu yüzde 3 veya 4’lük eşikle sınırlı bir durgunlaşma söz konusudur. Bu gelecek, iki boyutuyla kabul edilemez: Ağır bir dış bağımlılığın ve bugünkü toplumsal bunalımın kalıcı hale geldiği bir ekonomi anlamına geldiği için…

Siyasal uzantılarına gelelim. Toplumsal bunalımı aşmak için ekonomi yeniden zorlanırsa 2018-2020 koşulları hortlar; yeni krizler patlak verir. Toplumsal bunalım, kriz içinde Saray iktidarı seçim kazanamaz. İktidarı bırakmak istemezse ne yapar? 6 Ocak 2021’de Trump’ın Washington’daki marifetleri akla geliyor. “O kadarı da olmaz; burası Türkiye; yerli ve millî…” diyebilirsiniz. Haklısınız.

Cenderenin dışı…

Durgunlaşma ve kronik dış bağımlılık… Bu ikili cendere içinde iktisat politikaları da “saçma ve rasyonel” seçeneklere ayrışır. Sol iktisatçılar, Saray iktidarının saçmalıklarını tartışırken, bunların emekçi, halk karşıtı uzantılarını açığa çıkarmaya öncelik veriyor.

Bir adım daha atmak gerekiyor: Türkiye, neoliberalizmin sonucu olan kronik durgunluk ve dış bağımlılık cenderesine mahkûm mudur? Bu cendereyi aşmak nasıl mümkün olur?

Birkaç hatırlatma ile yetineceğim.

Ekonominin büyüme potansiyelini bugünkü (diyelim yüzde 3-4’lük) sınırın üzerine çekmek mümkündür. Faal nüfusun yarısı istihdamdan kopmuştur. İstihdamın neredeyse yüzde 20’si millî gelirin sadece yüzde 6’sını üreten tarımdadır. Bu emek rezervleri, kendilerini üretime çekecek yatırımları beklemektedir.

AKP yıllarında, eğitim sistemi insan gücünün ortalama niteliğini geriletmiştir. Sermaye birikimi yetersiz kalmış; yatırımların sektörler arası dağılımı ekonominin dinamizmini köreltmiştir. Bu kayıpların onarılması önceliklidir. Devlet öncülüğünde sermaye birikimi yukarı çekilir. Yatırımların dağılımı, sanayinin ithalata bağımlılığını azaltacak; ekonomiyi dinamik bir yapıya yönlendirecek doğrultuda planlanır.

Yükselen sermaye birikimi, geliri artırır, tüketim oranlarını bir süre aşağı çeker. Bu baskının emekçi sınıflara yansıması, gelir, servet dağılımında radikal politikalarla önlenir.

Sermaye hareketleri denetlenmeli; dış ticaret açıklarını frenleyecek araçlar canlandırılmalı; planlanma ile bütünleşmelidir. Boyutları, ayrıntıları zamanı gelince belirlenir.

Bu türden bir program, iktidarın sınıfsal yapısı kökten değişmedikçe gündemde değildir. Ama tartışılmasının sürdürülmesi; güncel sorunlar içinde unutulmaması gerekiyor.

Korkut Boratav / SOL

“...Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten…” - Burçak Özoğlu / SOL

İntihal, bir başkasının birikimi, kurgusu, analizi araştırması sonucu ortaya çıkardığı değere el koymaktır. Akademik aşırmadır, ürün hırsızlığıdır. 

Başlıktaki dize, Ülkü Tamer’in Konuşma şiirinden. Melih Bulu’nun hakkındaki intihal iddialarına karşı verdiği yanıtı okuduğumdan beri bu dize kafamda. Bulu, Habertürk’e “bazı şeyleri tırnak içine almamış olabilirim, ama kaynakları sonuna ekledim daha ne istiyorsunuz?” demeye getiren bir açıklama yapmış.

Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atanma süreci, atananın kimliği, tepki eylemleri, dayanışma, karşısına dikilen orantısız müdahale, demir kapıya vurulan kelepçe, gecekondu duvarlarını delerek gencecik insanların gözaltıları, üstüne bu açıklama, kafamda Tamer’in şiirini döndürmeye başladı.

Şiirin tümü şöyle:

“Konuşma
Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
Üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

İyi nişan alırdı kendini asan zenci,
Bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
Sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...
Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.”

            Ülkü Tamer, Güneş Topla Benim İçin

Şiirin doğru okuması ve yorumu bu mudur bilmem ama bende şiddetli duygular uyandırıyor, tüm yaşananlara uygun bir hiciv olduğunu düşünüyorum.1

AKP’li Melih Bulu hakkında birden fazla intihal iddiası var. 3 Ocak’ta Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan Gizay Çelik’in haberine göre, kayyum rektörün uluslararası hakemli bir dergide 2011 yılında yayınlanan makalesinde, yedi yıl önce bir başka akademik yayında yer alan çoklu imzalı bir yazıdan intihale girdiği iddia edilen biçimde alıntı yaptığı ortaya çıktı.

Aynı yazıda Bulu’nun doktora tezinde de “kopyala yapıştır” yöntemi ile yer alan intihal niteliğinde alıntıların oldu iddia ediliyor. Bu haberler üzerine, kronos haber sitesi, Bulu’nun tezlerinin YÖK sisteminde erişime kapatıldığını belgeleyen bir haber yayınladı.
Bu haberler için kayyum rektör, iftira diyor ancak, ironi falan da değil Melih Bulu gerçekten dersini bilmiyor.

İntihal, ürün hırsızlığıdır

İntihal, yani kelime anlamı ile aşırma, bilimsel ya da sanatsal ürünlerin tümü ya da bir kısmını kaynak göstermeden kendi ürününde kullanmaktır. Diğer bir deyişle, bir başkasının birikimi, bilgisi, kavrayışı, görüşü araştırması, deneyi, analizi, kurgusu, okuması, yazması, araştırması sonucu ortaya çıkardığı değere el koymaktır.

İntihal, ürün hırsızlığıdır.

Akademik üründe hiç mi alıntı olmaz diye sorabilirsiniz. Olur elbette, sonuçta, bilginin, araştırmanın, önermelerin, varsayımların sorgulanması, yeniden ele alınması, hipotez ve anti-tezlerin geliştirilmesi ile ortaya çıkar bu ürünler, bir diğerinden esinlenir, referansla tartışarak devam eder. Kuramlar, etkileşimle, birikimle gelişir, diyalektikle ilerler.

Ancak, bilimsel bilgi ve yönteme dayanmayan yöntemlerle, kopyala kes yapıştır ile ürün çıkarmaya çalışırsanız bunun adı alıntı değil, düpedüz çalıntı olur.

Akademik bir yayını okurken, yazarının temel sorusunu bulmayı beklersiniz, metodolojisini anlamak istersiniz. Yani, ne diyor, hangi kavramlarla konuşuyor görmek istersiniz. Önünüze koyduğu bilginin, kavramın, olgunun, iddia ettiğinin, görüşünün, kurgusunun o yazar ya da yazarlara ait olduğunu varsayarak ilerlersiniz. Esinlenilen, alıntılanılan ya da referans gösterilen diğer kişileri de bilmeniz, o kaynaklara ulaşabilmeniz gerekir.

Akademik ürünün değeri bu noktadadır, yazarı ve okuyucusu arasındaki etkileşim de buradadır. Her bir paragrafın, tablonun şeklin arkasındaki o değerli emeğin karşılığı sahibinin olmalıdır.

Tırnak içine almak, italikle belirlemek, atıf ve referans listeleme kuralları, teknik ayrıntılar değil, o ürünün içerisine gömülü bilimsel emeği görünür kılma, belgeleme yöntemleridir.

Melih Bulu ise, intihal iddialarını teknik ve biçimsel detaylar olarak göstermeye çalışıyor, hiç mi hiç olmuyor, herkesten şişman kalıyor...

Aşırmacılık adeti yeni değil

AKP’li yıllarımızın başında da yine bir intihal vakası izlemiştik. 2004 yılında dönemin Erdoğan danışmanı, ki o dönem adı Başbakanlık Müsteşarı idi, Ömer Dinçer hakkında, 1996 yılına ait bir intihal durumu belgelendi. Dinçer, bir kitabını bir başka meslektaşının aynı konudaki bir kitabından aşırma ile yayınlamıştı. Farklı üniversitelerden farklı komisyonlarda konu incelendi ve AKP’li profesörün intihal yaptığı ve bir öğretim üyesine verilebilecek en ağır disiplin cezasının verilmesi hükmüne varıldı.

O yıllarda henüz hala adalet ve yükseköğretim sistemleri işler durumdaydı ve YÖK de Dinçer’in profesörlük ünvanının ve öğretim üyeliği görevlerinin iptaline karar verdi.

Ömer Dinçer, o süreçte, bugün Bulu’nun yapabildiğini yapamamış ve durumu teknik bir detaya indirip iftira atıyorlar diye geçiştirememişti. Ürününden aşırma yaptığı profesörden özür dilemiş, kitabını yayından çekmiş ve ancak davasını zaman aşımı bahanesiyle temyize havale ederek sıyrılabilmişti.

2005’te durum bu iken, Erdoğan ‘herkes şunu bilsin ki, sonuna kadar kendisiyle çalışacağım’ demişti. Nitekim sözünü doğruladı, intihalleri tek tek belgelenen ve raporlanan Ömer Dinçer hakkındaki kararı 2010 yılı aralık ayında YÖK Genel Kurulu tarafından kaldırıldı, “itibari” iade edildi. Dinçer, Temmuz 2011, Ocak 2013 yılları arasında Milli eğitim Bakanlığı yaptı ve ürünlerine, “milli öğretmen kalitesi stratejisi” ile devam etti. Daha ne olsun…

Bitmedi, bir daha AKP’li profesörlerin böyle canı sıkılmasın diye 2012 yılında Danıştay Öğretim Elemanları Disiplin Yönetmeliği’nin 11’inci maddesinin 3’üncü fıkrasındaki, “bir başkasının bilimsel eserinin veya çalışmasının tümünü veya bir kısmını kaynak belirtmeden kendi eseri gibi göstermek”, ifadesini üniversite öğretim mesleğinden veya kamu görevinden çıkarılma nedeni olmaktan çıkardı.

İşte budur bugün Melih Bulu’nun oturduğu koltuktaki rahatlığın açıklaması.

Ne diyeyim,

“...Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen…”

 Burçak Özoğlu / SOL

  • 1.Konuşma şiirinin Haluk Bilginer tarafından, Onur Ünlü’nün yazıp yönettiği Güneşin Oğlu filmindeki Alper Canan karakterinin ağzıyla yorumu benim Melih Bulu gündemi için ruh halimi yansıtıyor. https://www.youtube.com/watch?v=5xR9OB9UiYg

7 Ocak 2021 Perşembe

ABD’de biz dün ne izledik? - Dr. Tuğçe VAROL- San Diego/California / BİRGÜN

Hiç şüphe yok ki bir ’Darbe teşebbüsü’ izledik. Her ne kadar başarısız olacağı başından belli olsa da bir devletin yönetildiği en önemli bina, o anda içerisinde bir sonraki Başkan’ın son onaylanma süreci gerçekleştirilirken, bir kitle tarafından basılıyor ve süreç akamete uğratılıyorsa, buna ’Darbe Teşebbüsü’ tanımı koymak zorundayız. Ve evet, olay bir Hollywood filminde değil, Amerika’nın başkentinde göstere göstere gerçekleşti.

Çok değil, sadece bir hafta öncesine geri dönelim.

Sanki ülkede pandeminin en korkunç süreci yaşanmıyormuş, insanlar kiralarını ödeyemedikleri için evlerinden atılmıyormuş, her şey pek bir yolundaymış gibi Başkan Trump ve ailesi her sene gerçekleştirilen kendilerine ait Florida-Mar-a-Lago’daki resort-hotel karışımı mülklerinde yılbaşı partisi vermeye hazırlanıyorlardı ki Trump aniden Washington’a geri döndü. Hemen bütün gazeteciler sorgulamaya başladılar çünkü malum Trump, Washington D.C.’den hiç hazzetmiyor.

Önce 30 Aralık tarihinde Trump ’Ocak 6, D.C.’de görüşürüz’ diye bir twit attı. 6 Ocak’ın ABD siyaseti için tek bir anlamı var o da seçici kurulun onayını kazanan Başkan ve Başkan yardımcısının son bir kez Senato ve Temsilciler Meclisinde sembolik bir onay sürecinin yaşanıyor olması. Peki neden Trump 6 Ocak tarihini işaret etti?

6 OCAK’TA DUYURU YAYINLADI

Hemen arkasından anlaşıldı ki Trump destekçileri ABD Kongresinin önünde oylamanın yapılacağı saatte bir gösteri yapmaya karar vermişlerdi. Birkaç gün sonra da Trump bizzat kendi twitter hesabından 6 Ocak gösterisinin reklam duyurusunu yayınladı.

Steve Bannon, nam-ı değer ‘Karanlıklar Prensi’, Trump’ın ilk seçimi kazanmasının arkasındaki aşırıcı grupları örgütledi ve Trump yönetiminde Kushner tarafından kovulana kadar kısa bir süre çalıştı, gösterilerden 1 gün önce kendi yayınında ‘Yarın bütün cehennem serbest kalacak’ açıklaması yaptı.

Çok kısa bir süre içerisinde, zaten yapacak başka işi de olmayan, ABD’nin ‘iç terör’ listesine ait gruplardan insanlar dahil, Trump’ın kendine ait bir kitle haline getirdiği aşırı sağcı ve esasen kafaları karıştıracak kadar farklı gruplardan oluşan insanlar Amerika’nın her yerinden geldi.

Var sayalım son 1 yılı ve hatta son 4 yılı, COVID fiyaskosunu, George Floyd’un katledilmesi sonrası yapılan protestolar olmadı. Bu insanların sadece son bir haftadır takip ettikleri kaynaklardan dinlediklerinin özeti şu: Seçimleri büyük farkla Trump kazandı ama Demokratlar seçimleri çaldı, Demokratlar Çin ile birlikte çalışıyor, Demokratlar ABD’ye komünizm getirecek, Pence eğer 6 Ocak günü seçimleri çevirmezse (anayasaya göre böyle bir yetkisi kesinlikle yok) hain ve kurşuna dizilmesi gerekir.

SON BEYİN YIKAMA KONUŞMASI

Ve dün - 6 Ocak 2021

Tüm gözler Başkan Yardımcısı Pence’in üzerindeyken Trump’ta dışarıda ne yapacağını bilmez, aylardır radikalleştirilen gruba hitaben son beyin yıkama konuşmasını yaptı.

Konuşmadan kısaca: ‘Umarım Mike (Başkan Yardımcısı Pence’i kastediyor) doğru olanı yapar.’ Ve ‘Hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim, hiçbir zaman yenilgiyi kabul etmeyeceğim.’

Trump, Kongre binasının önünde ABD Anayasasına meydan okurken, Pence salona girdi ve mikrofonların açık olduğundan haberi olmadığından yardımcısına mesajım yayınladı mı diye sordu. Yardımcısı da yayınlandığını onayladı. Başkan Yardımcısı Pence, yayınladığı mesajında seçimleri geri çevirmek gibi bir yetkisinin olmadığını ve görevinin anayasaya bağlılık olduğunu belirterek Trumpism’in kendisi için bittiğini ilan etmiş oldu.

Ardından Kongre’de eyaletlerin tek tek onaylanması aşamasına geçilmişti ki Arizona eyaletindeki sonuçlar üzerine Trump’tan çok Trumpçı Teksas Senatörü Ted Cruz itirazını dile getirdi ve kurallar gereği Temsilciler Meclisi ve Senato üyeleri kendi salonlarında en fazla 2 saat süre ile itirazları tartışmak üzere salondan ayrıldılar. O sırada içerdekilerin dışarıda Trump’ın düzenlediği gösterilerden ve protestoculardan haberi var ama protestocuların Kongre binasına girme ihtimalleri olduğundan haberleri yok.

Konunun ayrıntıları daha çok tartışılacak ama dün izlediğimiz bazı videolardan polisin göstericilerin Kongre binasına uzak durmasına yarayan demir korkulukları kaldırdıkları görülüyor. Hemen ardından kitle Kongre binasının kapısına ulaştı ve zayıf polis gücü karşısında kolaylıkla kapıları ve pencereleri kırarak binaya giriş yaptılar. Bu bir ’Darbe Teşebbüsüdür’. Neden mi? Çünkü seçimi tanımadılar ve örneğin AOC (Alexandria Ocasio-Gomez) gibi, Temsilciler Meclisi Nancy Pelosi gibi Trump’ın defalarca hedef gösterdiği siyasetçilerin hayatlarını tehlikeye attılar. Aslında Amerika her açıdan çok büyük bir faciadan döndü.

Hem göstericilere karşı ateş açılmadı, belirttiğim gibi ayrıntılarını daha sonra öğreneceğiz, büyük bir arbede yaşanmadı. Ancak biri kadın 4 kişi gösterici yaşamını yitirdi. Diğer yandan bina içerisindeki herkes güvenli bir yere alınarak tehlike geçene kadar emniyetleri sağlandı.

Olay yaklaşık 5-6 saat sürdü ve sadece Amerika değil, tüm dünya olayları seyretti.

OLAYLAR SIRASINDA TRUMP NE YAPTI?

Bu sırada Trump ne mi yaptı? Protestocu, Darbe Teşebbüscüsü, Gösterici, ne derseniz deyin, Trump kitleye hitaben önce barışçıl kalın diye bir twit attı, daha sonra da kısa bir video yayınlayarak seçimi kazandığı yalanına devam ederek, kitleye barışçıl kalın, şiddetten uzun durun, sizi seviyoruz şeklinde bir mesaj yayınladı. Twitter, Trump’ın son 3 twitini şiddet içerdiği gerekçesiyle askıya aldı ve ABD Başkanı Trump’ın twitter hesabını kilitleyerek, twitleri silmesi için 12 saat süre verdi. (Etkisi Türkiye’den hissedildi. Bakınız Hilal Kaplan).

Sonra ne mi oldu? Kitle Kongre Binasından uzaklaştırıldı, anlaşıldı ki Başkan Yardımcısı Pence hem geçici Savunma Bakanı hem de Genel Kurmay Başkanı ile görüşmüş ve ulusal muhafızların Kongreyi korumasını emretmiş. Pence akşam saatlerinde Kongredeki kürsüsüne geçti ve nerede kalmıştık diyerek seçici kurulun oylarının onaylanması süreci yeniden başlatıldı.

Trump tarih oldu.

Dr. Tuğçe VAROL- San Diego/California / BİRGÜN

DOSYA: SUSUZLUK VE KURAKLIK (V)- Hazırlayan: Özer AKDEMİR / EVRENSEL

 

Prof. Dr. Telat Koç: "Yumurta kapıya gelince konuşuyoruz!"(V)

Kuraklığın "yumurta kapayı gelince" konuşulduğunu belirten Prof. Telat Koç, "Bu durumun toplum için normal olduğunu ama karar vericilerin olacakları öngörüp önlem almış olması gerekir" diyor.


Birçok barajdaki su seviyesinin düşmesiyle kuraklık ve susuzluğun toplumun “Yumurta kapıya gelince” olayın farkına vardığını, o zaman gündem yaptığını söyleyen Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Coğrafya Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Telat Koç, bu durumun toplum için normal olduğunu ama karar vericilerin bilimsel verilerden hareket etmesi gerektiğine dikkat çekiyor. “Karar vericilerin olacakları öngörüp önlemleri önceden almış olması gerekiyor” diyen Koç kuraklık ve susuzluğa dair sorularımızı yanıtladı.

Bilimin yıllardır uyarıları sonunda gerçek mi oluyor hocam? Türkiye kuraklık ve susuzlukla yüzleşiyor mu?

Son yıllarda yağışın az olması nedeniyle barajlarda da su seviyesi düştüğü için gündeme geldi bu konu. Aslında temel problem de burada. Toplum bilimsel verilerden doğru yaşamadığı için halk tabiriyle “yumurta kapıya gelince” olayın farkında olduğu için, o zaman gündeme geliyor. Hadi toplum böyle ama karar vericilerin bilimsel verilerden hareket etmesi gerekiyor. Bunun için karar vericilerin yönettikleri alanla ilgili ellerinde bir bilimsel altlık olması gerekiyor. Karar vericilerin olacakları öngörüp önlemleri önceden almış olması gerekiyor. Bilim insanları hem koşturuyor bilimsel veri üretiyor, bir de gidip karar vericilerle kavga etmek zorunda kalıyor. Eğer karar vericiyseniz bilimsel düşünmek zorundasınız. Türkiye’nin birçok yerinde hazırlanan raporlar var ama en can alıcı nokta bunların uygulamaya geçirilmemesi.

"BEKLEDİĞİMİZİ YAĞIŞLAR GELMEZSE SORUN ÖNÜMÜZDEKİ YAZA TAŞINACAK"

     Yani bir kuraklığın içinde miyiz sizce de?

Su kaynaklarının Türkiye genelindeki dağılışını genel bir değerlendirmeye tabi tutmak lazım.  Şu an yağışlarda bir azalma var ama bu şekilde değerlendirmek doğru değil. Su kaynaklarını değerlendirirken su döngüsü üzerinden bir değerlendirme yapmak gerekiyor. Denizden buhar olacak, gidecek yağış olarak bir yere düşecek ve akışa geçecek. Yağışa geçtiği yer bizim havza dediğimiz yerdir genelinden baktığımızda. Örneğin Karadeniz kıyısındaki bazı havzalarda yağış fazlası var. Ancak bu sefer de yağışın şiddetli olması nedeniyle taşkın sorunu oluyor. Şimdi kuraklığı yaşıyoruz. Eğer yağışlı bir dönem gelseydi bunları konuşmayacaktık. “Israr” denen bir kavram var. Bu sene kurak geçti, eğer önümüzdeki dönemde yağış alırsak bir noktada dengelenecek ama beklediğimizi yağışlar gelmezse esas sorun önümüzdeki bahar ve yaza taşınacak. Yani şu önümüzdeki süreç çok önemli.

Kuraklıkta iklim krizinin etkisi ne oranda?

İklim krizi dediğimiz kavram en yaygın denildiği şekliyle küresel ısınma. Dünyanın ısınması. Dünyanın ısınması demek buharlaşan suyun artması demek. Aslında atmosferdeki su miktarının artışı söz konusu burada. Kuraklık kavramını biraz ters gibi geliyor ama bazı yerlerde atmosferdeki su miktarında artış olsa bile yağış azalıyor. Bazı yerlerde daha da artıyor. Çünkü su fazla. Fırtınalar hortumlar, gök gürültülü yağışlar daha çok hale geliyor. Atmosferde enerji de artıyor ve o zaman atmosferde gelişen olaylar daha şiddetli gelişiyor, o zaman afet etkisine neden oluyor.

"BU SORUNLAR SANAYİ DEVRİMİ’NİN GETİRDİĞİ SORUNLAR"

İklim bu duruma nasıl geldi?

Öncelikle ortaya koymak gerekiyor yaşadığımız bu sorunlar Sanayi Devrimi’nin getirdiği sorunlar. Sanayi Devrimi’nin getirdiği sınıfsal ilişkilerin değişmesi, ekonomik yapının değişmesi ve doğanın bir kaynak olarak sonsuz sömürülmesi. Yani, yaşam tarzımızın değişmesi gerekiyor sonuçta. Şu anda dünya kapitalist bir dünya ve kapitalizmin özünde daha fazla vardır. Yaşadığımız sorunlar bize gösteriyor ki sonsuz tüketim diye bir şey yok! O halde bunun değişmesi gerekiyor.

"HALKI TASARRUFA ÇAĞIRARAK İŞİN KOLAYINA KAÇAMAZLAR"

Susuzluk ve kuraklık gündeme geldiğinde yurttaşların su ve elektrik tasarrufu hep ön plana çıkarılıyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu yaklaşımı?

Özellikle bu dönemlerde mutlaka su tasarrufunu hatırlatmak, dikkate almak gerekiyor. Yaşam tarzımızın değişmesi ve buna uygun gerekli düzenlemelerin yapılması gerekiyor elbette. Öte yandan karar vericiler bu durumla ilgili sorumluluğu sadece halkın su kullanımına, elektrik enerjisi kullanımına vs. atmakla işin kolayına kaçamazlar. Bu su kaynaklarının ne kadarını madene veriyorsunuz? Ne kadarı sanayiye, tarıma gidiyor? Yöneticilerin ellerindeki kaynaklarla ilgili planlama yapması, bir anlamda stratejik planlar oluşturması gerekiyor. Bu planda en kötü senaryoya göre hareket edildiğinde olumsuzluk durumunda alternatif seçeneklerin hemen elinin altında olması demek. Yani mesela Çanakkale’yi düşünürken yalnızca Atikhisar’ı düşünmememiz gerekir. Lapseki’deki, Çan’daki, Bayramiç barajlarını da düşünmek zorundayız ve planlamayı yaparken de buna göre yapmalıyız.

ÖNCELİKLİ OLAN İNSAN MI MADEN Mİ?

Kuraklığın, susuzluğun Çanakkale’ye, Kaz Dağı’na ne gibi etkileri var? Buna karşı ne gibi önlemler alınıyor ya da alınmıyor?


Şöyle bir durum var; görünen o ki İstanbul’un büyük bir kısmı bu tarafa kayacak. Sorun geride yani. Yetkililer bir taraftan bu madencilik firmalarına ruhsatlar, izinler veriyor, diğer taraftan da yeni planlamalarla İstanbul’u bu tarafa taşımaya çalışıyorlar. Madencilik ve nüfus yoğunluğunun sonucu ne olur yetkililer bunu düşünüyor. Şöyle demek daha doğru, her karar verici kendi iktidarı döneminde nasıl devam ederim ona bakıyor. Kısa vadede bakıyor yani. Bilimsel düşünmüyor yani. Bundan 50 yıl sonra 100 yıl sonra ne olacak onu düşünmüyor. Her yerin belli bir taşıma kapasitesi vardır oysa. Çanakkale’nin İstanbul olma riski var. Öncelikli olan insan mı maden mi? Bu soruların yanıtları önemli bir kere. Çanakkale üzerinden bakarsak; şu süreçte havzadan doğru hiçbir şekilde düşünülmüyor, altın madenciliği ve diğer madencilik örneklerinde olduğu gibi. Sanki burada yapılan iş ile havzanın hiçbir ilişkisi yok gibi düşünülüyor.

-BİTTİ-

Hazırlayan: Özer AKDEMİR / EVRENSEL

Tek ülke, ‘çok’ realite - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Siyasal İslamın totaliter arzuları toplumu böldü. 

Bugün Türkiye vatandaşları aynı “realiteyi” paylaşmıyor. 

Birbirinden çok farklı en az iki “realiteden” söz etmek olanaklıdır: Siyasal İslamın “hakikat rejiminin”, “özdeşleşme nesnelerinin”, yeni bir tarih yazmaya çalışan, nostaljik fantezilerin oluşturduğu “realite” ile Cumhuriyetin laik demokratik denemeleri ve çabalarının mirasının, “Aydınlanma” geleneğine dayalı bir “hakikat rejiminin” “realitesi”. Bu ikinci “realite” içinde, “Kürt sorunu” etrafında şekillenmiş bir “realite” daha var. Bu koşullarda, ülkede bir ortak “realite” oluşmadan görece demokratik bir rejim restore edilemez.

İKİ TAKTİK

Karşımızda iki siyasi taktik var. Birincisi: Siyasal İslamın AKP rejimi, öbür realiteleri yok ederek ülkeyi kendi realitesi altında birleştirmeyi başaramadığını, 19 yıl sonra hâlâ “kültürel egemenliğini” kuramadığını, “rıza alma” kapasitesinin (“Gezi”den bu yana) her gün biraz daha zayıfladığını gördükçe, daha çok baskı ve şiddete başvuruyor.

Hapishaneler dolup taşıyor, sürekli yenileri yapılıyor. Son olarak Demirtaş, Kavala derken, Kaftancıoğlu’nun “suç işlemeye tahrik”, “suçu ve suçluyu övmek” suçlamasıyla 9 aydan 10.5 yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanacağını, Fikri Sağlar’ın, yargının bağımsızlığını sorgulayan bir kanaatini belirttiği için, hakkında “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” suçundan resen soruşturma başlatıldığını, Boğaziçi öğrencilerinin sabaha karşı evlerine kapıları kırılarak girildiğini, tutuklananların cinsel tacize varan “çıplak arama” baskısıyla darp edildiğini okuyoruz. Bu, her başını kaldıranı açık şiddetle ezmeye kararlı rejimin doğasını artık çok iyi kavramak gerekiyor.

İkincisi: Genel olarak muhalefet, özel olarak sol muhalefet yıllardır kendine siyasal İslamın realitesi içinde, oranın “hakikat rejimine” uyumlu adaylarla ve politikalarla yer bulmaya, oradaki insanların ekonomik taleplerini ve sorunlarını biteviye vurgulayarak oy almaya çalışıyor. Bu taktik, insanın salt rasyonel - ekonomik - biyolojik değil, etik değerlere, öz saygıya ve “öteki” tarafından görülmeye önem veren bir yaratık olduğunun ısrarla unuttuğu için amacına ulaşamıyor. Emekçiler, yoksul halk sınıfları ekonomik sorunlarını gayet iyi biliyorlar. Onları “biyolojik varlıklarına” indirgeyen politikalara da değerlerini, inançlarını, kısacası kültürlerini küçümseyen (saygısız) tutumlar olarak tepki gösteriyorlar.

ÇARPICI BİR ÖRNEK

Hafta sonunda, Sakarya’da emekçi kesimden bir kadınla yapılan TV söyleşisi çok canlı ve çarpıcı bir örnek oluşturuyordu. Emekçi kadın, enflasyonun farkında, eşinin aldığı 1500 TL ile geçinmenin olanaksızlığının da (oğlunun evinde yaşıyorlar)... Kadın “devlet kaşıkla veriyor kepçeyle alıyor”... “Tayyip sürahisini sonuna kadar dolduruyor, halkınkine yarısına kadar koyuyor, sonra onu da alıyor”... “Ben sonuna kadar Tayyipçiyim”... TV soruyor: “Bugün seçim olsa kime verirsin?” Cevap: “Ben Tayyipçiyim” ... “Kime vereyim? Var mı doğru dürüst bir insan”...

Bu emekçi kadın, ekonomik alanda olup bitenin fakındadır. Lenin’in “ekonomizm” uyarısını anımsarsak “bunları dinlemeye ihtiyacı yoktur”. İkincisi, Tayyip onun için ekonomik bir aktör değil, vazgeçmeye hazır olmadığı bir “özdeşleşme nesnesidir”. “Özdeşleşme nesnesi” kimliğin türlü dağınık unsurlarını bir arada tutarak bir bütünlük algısı yaratır. Bu “özdeşleşme nesnesinin”, bu konumu sarsılmadan, birey bu nesneyle uyumlu olmayan önermelere kapalı kalmaya devam eder.

Bu “özdeşleşme nesnesinin” konumu, onun iktidarını sorgulamadan, onunla özdeşleşenleri muhatap alarak (saygı göstererek-Levinas) düşüncelerini eleştirerek diyalog kurmadan ve gelecek tepkileri göze almadan sarsılmaz. Bu pratiği hakkıyla gerçekleştirebilmek için, muhalefet önce kendi saflarını tahkim etmeli, kendi ortak “realitesini” temsil eden sade bir söylem yaratmalı, bunun arkasında da bir siyasi güç olduğunu kanıtlamalıdır.

O zaman bu emekçi kadının “realitesinin” karşısına bir başka “doğru dürüst adam” seçeneği koymak mümkün olabilir. Kısacası muhalefet ve sol hareket, ekonomik çıkarların, içinde dile getirildiği değerler, inançlar ve genel olarak kültür alanında, özgünlüğünü kaybetmeden hareket etmeyi öğrenmek zorundadır.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Teröre destek vermekle suçlanan Katar ile körfez ülkelerinin arası yumuşuyor - Mustafa K.Erdemol / Cumhuriyet

Körfez İşbirliği Konferansı’nda “Körfez ülkelerinin birbirleriyle bağları sıkılaştırma kararı” alındı. Katar’a Suudi Arabistan öncülüğünde uygulanan ambargo kaldırıldı, ülkeyle yeniden diplomatik ilişki kuruldu. Küçük ada devleti Suudi Krallık’ı gerileterek “Körfez’e önemli bir aktör” olarak döndü. Bunun birkaç nedeni var.



Suudi Arabistan ile Katar arasındaki buzlar Körfez ülkeleri arasında nasıl biteceği belli olamayan rekabete aracılık eden Kuveyt ile ABD sayesinde erimiş görünüyor. Katar’a ne suçlamalar yapılmıştı oysa; terörü finanse ediyor iddiası en bilineni tabii. 

Hatırlayalım, ambargocu Körfez ülkeleri Katar’dan El Cezire televizyonunu kapatmasını, İran’la, Müslüman Kardeşlerle ilişkilerini kesmesini, nihayet Türkiye’nin Katar’da bulunan bir askeri üssünün faaliyetlerine son vermesini istemişlerdi. Tabii ki tüm bunları “egemenliğine saldırı” gerekçesiyle reddetmişti Katar.

Şimdi, Mısır ile Birleşik Arap Emirlikleri hala Katar’a soğuk olsalar da Körfez ülkelerinin çoğunluğu ile Katar arasındaki buzlar eriyor.  Bu her şeyden önce ABD’nin ya da daha doğru bir ifadeyle Donald Trump’ın çok istediği bir gelişme. Trump’ın giderayak bir “zafere” ihtiyacı var, öte yandan ABD uzun zamandan beri Körfez ülkeleri arasında var olan rekabeti, nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, kendi eksenine yönelik çözme politikasından vazgeçmiş değil. Sonuç o nedenle ABD açısından sevindirici.  

PEKİ NEDEN ŞİMDİ?

Trump’ın, sonuçlarını reddetse de Başkanlık seçimini kaybettiği Joe Biden ile ABD kamuoyu üzerinde “barıştıran” Başkan izlenimi bırakmak için Suudi Arabistan’a uzun zamandır Katar’la anlaşma konusunda baskı yaptığı biliniyor. (Ambargo sonrası Katar’a milyon dolarlık silah satışı yapan kendisi değilmiş gibi).  Yemen’de girdiği bataklıktan çıkamayan, insan hakları ihlalleri nedeniyle ciddi bir itibar kaybı yaşayan Suudi Arabistan’ın bir de Körfez’de kendisine cephe açmanın tehlikelerini fark etmesi yumuşama adımı atmasında etkili oldu kuşkusuz. Ambargoyu başlatan o, dolayısıyla sona erdiren de o olursa liderliğini pekiştirmiş olacak kendince. 

KATAR’IN YÜKSELEN ROLÜ

Kaldı ki abluka başarılı da olamadı. ABD’nin hem de Körfez ülkelerinin ambargosundan hemen sonra silah sattığı Katar, Türkiye ile İran’ın yardımları sayesinde ablukayı aşabildi. Suudi Arabistan ambargonun uzun süremeyeceğini görebildi. Daha önemli bir neden var Suudi krallığının tutum değiştirmesinde. Katar, Suudilerden daha çok bölgesel meselelerde arabuluculuk rolü üstlendi. Taliban ile ABD arasındaki görüşmelerdeki rolünü hatırlayalım. Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesinin ardından Katar Emiri Tamim bin Hamad el Tani’nin gerginliği önleme amacıyla İran’a gittiği, ABD’nin de Katar’ın bu konuda arabuluculuğundan memnun olduğu ABD medyasında yazılmıştı. Bu pozisyonu Katar’ı ABD ile Türkiye arasında da arabulucu yapabilir. Katar’ın Suriyeli muhaliflerle de BM’nin tanıdığı Libya hükümeti ile de iyi ilişkileri var. Bu onu bölgesel sorunlarda Suudi Arabistan’dan daha önemli bir ülke haline getiriyor. 

Dün sonuçlanan Körfez İşbirliği Konferansı (KİK) bu nedenle çok önemliydi. Katar'ın konferansa çağrılması önceleri reddedildiği Körfez bölgesine güçlü dönmesi demek.  Katıldığı konferansta karşılaşacağı tek zorluk Mısır ile BAE’nin “Katar’la ilişki kurma” konusunda ikna edilmelerinin zor olmasıydı ki bunun aşıldığı görülüyor. Mısır da BAE de Katar’ı, Türkiye ile İran’a bırakmayı göze alamazlar. Sonuçta, Suudi Arabistan, liderliğini yaptığı blokun Katar’la ilişkileri düzeltmesinin kendi yararına olacağını fark etmeseydi, bu buzların erimesi daha yıllar alabilirdi.

Mustafa K.Erdemol / Cumhuriyet

 

6 Ocak 2021 Çarşamba

Bir haber gibi sakladım seni- Kaan Sezyum / BİRGÜN

Haberler yine çok ama gerçekten çok iyi…

Diyarbakır Dicle Üniversitesi Almanca Bölümü öğretim üyesi, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a 100 kıtalık “Sana Ömrümden Ömür Vermek İsterim” isimli şiir yazdı… (Her kıtada 4 satır olsa, 400 satır. Helal olsun)

Yazdığı 100 kıtalık şiiri Erdoğan’a okumak istediğini söyleyen Demir, “16 bin kıtaya yakın şiirlerim var, bunlardan 100 kıtasını özellikle çok sevdiğim, hatta ömrümden ömür vermek istediğim asrın siyasetçisi Recep Tayyip Erdoğan’a yazdım. (16 bin kıta şiiri yazması da zaman alır, okuması da)

Ben ona olan sevgimi kelimelerle kesinlikle anlatamam. Ben çok duygusal bir insanım, bu memleketime kim bir çivi çakmış ise, onun zikrine ve fikrine bakmadan canı gönülden tebrik ederim.” dedi. (Üzerine zaten özellikle de beğenileceğiniz düşündüğü 100 kıta şiiri var öğretim üyesinin)

Öğretim üyesi, “Yaşarken, ölmeden önce 100 kıta yazdığım şiirin tamamını bizzat elim ile takdim etmek ve onu kucaklayarak muhabbet etmek istiyorum” ifadesini kullandı… (Mail atsın bence. 100 kıta şiir dinlemek şimdi işi başından aşkın, memleket meseleleriyle uğraşan bir noktadaki insan için biraz zaman kaybı gibi olabilir.)

Neyse bir de başka bir üniversiteye geçelim.

Boğaziçi Üniversitesi’ne 2016 yılından beridir kullanılan bir yöntemin daha da gelişmişi kullanılarak havadan rektör olarak atanan Melih Bulu’ya karşı başlayan sitem dalgası devam ediyor.. Üniversiteliler çok sitemli. Üniversiteliler kendilerini kötü hissediyor, üniversiteliler haklı olarak üniversiteliler ama mevzu da ilk kez bu kadar tepelerine denk geldi. Üniversiteli gençliğini mi yaşasın, böyle işlerle mi günlerini geçirsin?

Peki üniversiteleri kim neden kışkırtmak istiyor? Üniversiteler karıştırılarak ne hedefleniyor? Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zakir Avşar İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mehmet Yalçın Yılmaz A Haber canlı yayınında değerlendirmelerde bulundu…

Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zakir Avşar, “Bu son derece mahsurlu bir şeydir. Üniversiteleri yönetilemez hale getirmek içindir. Sokaklara çıkılmaz hale getirmek içindir. Başka bir amaç burada yoktur. Burada Boğaziçi Rektörü bir şekilde bahane edilmektedir” dedi…

Hangi bir şekilde acaba? 

Rektörden bağımsız tepeden yerleştirme sistemine öğrenciler karşı çıkıyor. Ne yani? 

Gençler hiçbir şeye karşı çıkamaz mı? 

Düzeltilmeyecek yanlış yok mudur? 

Hatasız uygulama olmamış mıdır hayatımızda bir kez bile. Bir yanlışlık yok mudur? 

Bunca insanın yanlış dediğine inatla yooo gayet kanunda yazıyor demek mi mantıklı ve doğru olan tavırdır? 

Artık bunu da bilemiyoruz herhalde. O kadar akıl geliştirmemiz yok herhalde. Her şeyi tek kişi bilecek, ama başka kişiler hiçbir şey bilemeyecek, söyleyemeyecek mi?

Diyelim ki restorana gittiniz –ısrarla restoran açan birini bulmanız lazım. Şu 24 kez ceza yiyen dönerci olabilir mesela- hesap geldi ama yemediğiniz şeyler de var. Hatta iki tane üç çeyrek kokoreç, bir gavurdağı, bir meyve tabağı (havai fişekli), bir tane Mercedes A180 Sport model 17 jant gelmiş gibi görünüyor ama siz sadece 3 tombik döner, iki tane de limon gömmüşsünüz. Şimdi “Abi bu hesapta bi yanlış olabilir mi?” demek, yanlış mıdır? Dönerci abi sonra “Lan olum, insanı hasta etmeyin zaten Korana beni deli etti, alayınıza turşu şuyu tırrekler!” diyerek gençleri güzel bi dövse, döner bıçağıyla kesse orasını burasını. Abi iyi mi yapmış olacak?

Peki gerçekten yenmemiş, hatta sipariş bile edilmemiş kokoreçlerin parasını neden biz ödüyoruz?

Kaan Sezyum / BİRGÜN 

Başımıza talih kuşu konar mı? - Fatih Yaşlı / SOL

 Türkiye toplumu kendi kaderini eline alma cüret ve cesaretini göstermezse, başına talih kuşu konmayacak, Türkiye toplumuna piyangodan amorti bile çıkmayacak.



Türkiye Varlık Fonu, 26 Ağustos 2016’da, yani 15 Temmuz darbe girişiminin tozu dumanı henüz dağılmamışken kuruldu. Bir anonim şirket statüsündeki Fon tam da yeni rejimin doğasına uygun bir şekilde Sayıştay denetimine tabi olmayacak, denetimi “bağımsız bir denetim firması” tarafından gerçekleştirilecekti. Firmanın hazırladığı raporlar ise TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda sadece görüşülebilecekti, yani gerçek anlamda bir denetimden söz etmek mümkün değildi. 

Zaten 2019 yılı raporları da, Ekim ayında Meclis’e sunulması gerekirken, salgın bahane edilerek henüz sunulmadı. Özgür Özel’in soru önergesine verilen yanıtta, denetimin ilk aşamasının 2020 yılı Ağustos ayında bittiği, ancak salgın nedeniyle denetim sürecinin ikinci aşamasının tamamlanamadığı söyleniyordu.   

5 Şubat 2017’de, henüz OHAL devam ediyor ve ülke KHK’lar ile yönetiliyorken, Anayasa’da OHAL KHK’larının sadece OHAL’le ilgili olabileceğine dair açık hüküm olduğu halde, çıkartılan bir KHK’yla Ziraat Bankası, BOTAŞ, TPAO, PTT, Borsa İstanbul Anonim Şirketi, Türksat Uydu Haberleşme Kablo TV ve İşletme Anonim Şirketi, Eti Maden ve Çaykur gibi kamuya ait şirketlerin hisseleri Hazine’den Varlık Fonu’na aktarıldı. Hemen ertesi gün ise özelleştirme kapsamında bulunan Türk Hava Yolları, Halk Bankası ve Türk Telekom’un hisseleri de Fon’a devredildi.

İnternet sitesinde yer alan açıklamaya göre bugün Türkiye Varlık Fonu’nun portföyünde 8 farklı sektörden 23 şirket, 2 lisans ve çeşitli taşınmazlar bulunuyor; velhasıl bu haliyle Fon devasa bir holding olma niteliği taşıyor. 

10 Temmuz 2018’de, yani Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilen 24 Haziran seçimlerinden yaklaşık 2 hafta sonra çıkarılan ve 192 sayfa ile 539 maddeden oluşan 1 Numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde yer alan bir düzenlemeyle Fon Cumhurbaşkanlığı’na bağlanıyor. Dolayısıyla bu devasa holdingin tepesinde “Yönetim Kurulu Başkanı” sıfatıyla Cumhurbaşkanı bulunuyor. 

Kamu mallarına el konulması, Hazine’nin devre dışı bırakılması ve şirket statüsündeki fonun cumhurbaşkanlığına bağlanmasıyla birlikte, ortaya bir “şahıs şirketi” görüntüsü çıkıyor; damat Berat’ın da Hazine Bakanlığı görevinden istifa edene kadar Varlık Fonu’nun “başkan vekilliği” görevini sürdürdüğü düşünüldüğünde bir “aile şirketi”nden, “hanedan holding”den söz etmek mümkün hale geliyor. 

Varlık Fonu’nun elindeki 2 lisanstan biri at yarışları, diğeri de şans oyunları lisansı. Bu iki lisans da yine bir KHK’yla, 6 Ocak 2017’de çıkarılan 680 sayılı KHK’yla, 49 yıllığına Varlık Fonu’na devrediliyor; dolayısıyla bunlardan elde edilecek gelir de bütçeden alınıp Fon’a devredilmiş oluyor. 

2019 yılında, Varlık Fonu’nun açtığı Milli Piyango ve diğer sayısal şans oyunları ihalesini Demirören ve İtalyan ortağı kazanarak 10 yıllığına işletme hakkını elde ediyor. Demirören 2018 yılında da yeni rejimin medya düzeni gereğince tasfiye edilen Doğan Medya’yı satın alıyor. Bu satın alma işleminde ise Demirören’e yine Varlık Fonu bünyesinde yer alan Ziraat Bankası’ndan ilk 2 yılı ödemesiz, 10 yıl vadeli ve düşük faizli 700 milyon dolar kredi kullandırılıyor. Yani Demirören, tıpkı bir zamanlar Çalık’ın kamu kredileriyle Sabah-ATV’nin sahibi yapılması gibi, yine kamunun parasıyla medya sahibi yapılıyor, çünkü medyanın kontrolü yeni rejim inşası açısından büyük önem taşıyor.

İşte aynı Demirören, medya sahipliğinin ardından Milli Piyango ihalesini de kazanıyor ve piyangoda işler değişmeye başlıyor. Devir esnasında Milli Piyango’daki KDV sıfırlanıyor ve hem Fon’a hem de Demirören ortaklığına ciddi bir vergi avantajı sağlanıyor. Seyyar bayilerin payı % 15’ler seviyesinden % 4’e düşürülüyor ve bu da seyyar bayi sayısının 10 binden 1000’e düşmesine neden oluyor. Çekilişlerde ise büyük ikramiyelerin çıkma oranı giderek düşüyor ve canlı yayınlarda tanıklık edilenlerle birlikte kamuoyunda hile iddiaları daha sık konuşulur hale geliyor, hasılat da tüm bunlara paralel bir şekilde azalıyor.  

Ve nihayetinde yılbaşı büyük çekilişinde büyük ikramiyenin çeyrek bilete çıkması, çeyrek biletlerin diğer üçünün satılmamış olması, 75 milyon liranın Varlık Fonu’na devredilmesi ve sosyal medyada başlatılan “75 milyon lira SMA hastaları için kullanılsın” kampanyasıyla birlikte adeta kıyamet kopuyor. 

Hem Varlık Fonu’nun hem Milli Piyango çekilişlerinin sorgulanır hale gelmesi ve buna bir de devletin SMA hastası çocuklar için gereken ilacın ödemesini yapmıyor oluşunun yüksek sesle konuşulmaya başlanması, iktidar cenahında ciddi bir endişeye neden oluyor ve hemen bir karşı kampanya başlatılıyor, trollerden Sağlık Bakanı’nın açıklamalarına uzanan bir genişlikte, propaganda makinesi anında devreye sokuluyor. 

Mesele, dişlerinin kovuğuna dahi gitmeyecek olan 75 milyon lira değil elbette; resme bütünlüklü bir şekilde bakıldığında görülen şey, yani rejimle düzenin bir kene misali halkın sırtına yapışmış olması ve bunu görenlerin sayısının daha da artma ihtimali. 

Peki ne görüyoruz bu resme baktığımızda? 

Devletleşmiş bir partiye, şirketleşmiş bir devletin eşlik ettiğini görüyoruz mesela. O denetlenemeyen “şirket-devlet”in tepesinde bir partinin genel başkanı oturuyor. Kamusal varlıkların bir bölümü özelleştirilmiş, elde kalanlar ise Hazine’den, yani kamudan alınmış ve tepesinde bir partinin genel başkanının olduğu bu şirkete devredilmiş. Söz konusu şirket gerçek anlamda denetlenmiyor, doğru dürüst vergi ödemiyor, bütçe gelirlerinin bir kısmını kendine alıyor, devletin olanaklarını sonuna kadar kullanıyor.

Yetiyor mu peki, yetmiyor. Bünyesindeki kamu bankalarından biri aracılığıyla, ucuz ve uzun vadeli krediyle, yani kamu kaynaklarını kullanarak, yani neredeyse bedavaya bir işadamını medya sahibi yapıyor. “Havuz medyası” tabirinin, yani rejimin medyasının kamu kaynakları kullanılarak fonlandığı, bunun için de bazı işadamlarının devreye sokulduğu iddiasının altının boş olmadığı böylece bir kez daha görülüyor. 

Bu şirket, özel sektörle ortaklıklar kuruyor, elinde tuttuğu lisansları özel sektöre devrediyor, bu ortaklık açık bir şekilde halkı kandırıyor, çekilişlerde hile yapıldığına dair kamuoyunda ciddi bir kanaat oluşuyor. KDV sıfırlaması aracılığıyla hem kendine ve ortaklık kurduğu şirkete ciddi bir “vergi kıyağı” geçiyor hem de bütçeye girecek vergi gelirlerinin azalmasına neden oluyor. Vergi gelirlerinin azalmasından kaynaklı bütçe açığının faturası ise eninde sonunda halka kesiliyor. 

Velhasıl, devletleşen partiden şirketleşen devlete, tek adam rejiminden şirketler düzenine, askıya alınan anayasadan KHK’larla yönetmeye, kamusal kaynakların sermayeye transfer edilmesinden özelleştirmeye, havuz medyasından bahis oyunlarına, denetimsizlikten kayırmacılığa uzanan yollar var. Rejimle düzenin kesişen yollarının oluşturduğu yeni bir devlet mimarisiyle ve o mimariye uygun düştüğü varsayılan bir devlet-toplum ilişkisiyle karşı karşıyayız.

Daha önce de çok kez söylemiş olduğum üzere, her şey her şeyle ilişkili, her şey siyasal ve her şey sınıfsal. Yani kimseye “talih kuşu” konmuyor, kimseye “size de çıkabilir” denmiyor, rejimin ve sermaye düzeninin çıkarları doğrultusunda, planlı programlı bir süreç işletiliyor. 

Tam da bu nedenle, bu birbirine uzanan yolları, rejimle düzenin kesişen yollarını, bu yeni mimariyi, parçaların birbiriyle olan ilişkisini bütünlüklü bir şekilde okumadan, bütünlüklü bir muhalefet de gerçekleştirmek mümkün görünmüyor.

Türkiye eşi benzeri görülmemiş bir yağmaya, eşi benzeri görülmemiş bir yoksullaşmaya, eşi benzeri görülmemiş bir yozlaşmaya tanıklık ediyorken, olan bitenin sadece bir yerinden tutarak, sürecin sadece bir boyutunu görerek, onu öne çıkararak varılabilecek bir yer yok. 

Dinselleşme, otoriterleşme, piyasacılık, rejimin üzerinde yükseldiği üç ayağı oluşturuyorsa, ya üçünü birden karşısına alacak kamucu, halkçı, laik bir siyasi programa dayalı ve bütünlüklü bir muhalefet stratejisi inşa edilecek ya da bu bezirgân saltanatı yoluna böyle devam edecek. 

Türkiye toplumu kendi kaderini eline alma cüret ve cesaretini göstermezse, başına talih kuşu konmayacak, Türkiye toplumuna piyangodan amorti bile çıkmayacak. 

Fatih Yaşlı / SOL 

Tekellerin kâr güdüsü - Bilim ve Boğaziçi Üniversitesi vak'ası - Kadir Sev / SOL

 

Bu başlıklarda başarılı olacak öğretim üyesi üniversite içinden de bulunabilirdi: yapmadılar. Bu tercihin altında, 'teslim almak' gibi bir amaç aramanın hiç sakıncası yok.

Sermayenin gözünde bilim, üretim teknolojilerinin geliştirilmesine; süreçlerin iyileştirilmesine; maliyetlerin düşürülmesine ve çok satılabilmesi için cazibe oluşturulmasına katkı veren bir araçtır. Bunları sağlamıyorsa, yaşamın gerçekleriyle bağdaşmıyordur; fantezidir; boşboğazlıktır.

Bilim, elbette teknolojinin gelişmesine katkı verecek. Ancak kapitalist düzende kârların azamileştirilmesine odaklanılması zorunluluğu var. Bu yüzden de kapitalizmin bilim anlayışına ihtiyatla yaklaşılması gerekiyor.

Güncel bir örnek verelim: altın madenciliğinde verimliliğin artırılması için girişilen her türlü çalışma bilimsel araştırma sayılır ama zehirle üretilen, doğaya düşman bir metalin neden en gözde yatırım aracı olduğunun sorulması bile yasaktır.

Tek bir örnek bile üniversitelerin, kayıtsız koşulsuz tekellerin hizmetine sunulmasına direnmenin bir insanlık borcu olduğunu göstermeye yetiyor.

Boğaziçi Üniversitesi’ne yeni atanan Rektör, Üniversite dışından ve AKP ile sıkı ilişkisi olan biri. İlçelerinden birinin kurucu üyesi; yöneticisi; belediye başkanı ve milletvekili adayı olmuş. Özgeçmişinde, iki vakıf üniversitesi rektörlüğü; CASA; Atak Helikopter; F -16 programları var. Ayrıca kimi zaman profesyonel kimi zaman girişimci olarak birçok üretim ve servis sektöründe strateji ve yönetim konularında danışmanlıklar yapmış. Beklenen göreve çok elverişli olduğu açıkça görülebiliyor.

Atandığı günün hemen ertesinde yaptığı açıklama önemliydi. Yıllar öncesinden bugünlere hazırlandığının itirafı bile sayılabilir. Hiç değiştirmeden aktarıyorum; “Boğaziçi’nde yönetim ve strateji yoğun eğitimim sonrası özel sektörde pratik yapma fırsatı bulmam sonrasında farklı üniversitelerde bölüm başkanlığı, dekanlık ve rektörlük süreçlerinde tecrübe kazanmamın, beni bugünlere hazırlayan güzel tesadüfler olduğunu düşünüyorum.

Yeni atanan rektöre göre Boğaziçi hak ettiği yerde değil ve yerini bulabilmesi için üzerinde çok sayıda başlık altında çalışılması gerekiyor. Başlıklardan ikisi özellikle dikkatimi çekti, biri “sektörle işbirliği” öteki “girişimcilik”.

Bu iki başlıkta başarılı olacak öğretim üyesi Üniversite içinden de bulunabilirdi: yapmadılar. Bu tercihin altında, “teslim almak” gibi bir amaç aramanın hiç sakıncası yok.

Bilmeyenler, Boğaziçi Üniversitesinin endüstriye/sanayiye sırtını döndüğünü düşünebilir. Oysa gerçek hiç de öyle değil. Sıralayalım:

Döner Sermaye İşletmesinin, yaklaşık 25 milyon lira bütçesi var. Döner Sermayeler, YÖK Yasasında üniversite-sanayi işbirliği olarak değerlendiriliyor. Dışarıdan “projeler” bulunuyor ve hizmet karşılığında alınan ücretler döner sermaye ve öğretim üyeleri arasında belirli ilkeler doğrultusunda paylaştırılıyor.

Boğaziçi Üniversitesinin gelişkin bir teknokent şirketi var. Üniversitenin 3,192 m² büyüklüğündeki taşınmazı üzerinde 32 firma faaliyet gösteriyor. Şirkete; “bölge arazisinin kullanımı, yapı ve tesislerin projelendirilmesi, inşası ve kullanımı, Bölgenin yönetimi ve işletilmesi…” gibi yetkiler verilmiş. Dahası, Bakanlık onayıyla tahsis edilen alanın genişletilmesi isteğiyle imar planı hazırlayabiliyor. Engel kalmadığına göre Boğaziçi Üniversitesinin o güzelim doğasını betonla kaplamaları çok zaman almaz.

KOSGEB ile işbirliği içinde yürütülen Teknoloji Geliştirme Merkezlerini (TEKMER) unutmayalım. Üniversite, çalışabilecekleri işliği; öğretim üyesini; gerekiyorsa öğrencisini veriyor, KOSGEB, yararlanan firmaya 3 milyon 800 bin liraya ulaşan tutarlarda destek veriyor; bunun bir milyon lirası geri ödemesiz.

Yeni atanan rektör, ayağının tozuyla bu ilişkileri yetersiz gördüğünü söyledi. Demek ki Üniversite, doğrudan tekellerin eline bırakılacak.

Kadir Sev / SOL