12 Ocak 2021 Salı

İrlanda'nın unutulan deneyimi: Limerick Sovyeti - ÇAĞDAŞ GÖKBEL / SOL


Liam Cahill
“Karanlık hiçbir şey yapmamak için bir sebep veya mazeret olamaz. Planlama ve Eylem Karanlığı dağıtır” diyor. Cahill'le gölgede kalmış bir olayı konuştuk. 

Her ulusun tarihinde derinlerde saklı kalan ya da öyle kalması istenen özel dönemler vardır. İnsanlığa ışık tutan bu dönemleri topluma yeniden hatırlatacak olan o toplumun aydınlarıdır. Liam Cahill, onlardan biri. Bu kutlu yolda ilerleyebilmenin şartı ise aydınların bitmek tükenmek bilmeyen merakı ve çocuksu heyecanı. Okuyacağınız röportaj bu heyecanın tipik bir örneği. Türkiye’den binlerce kilometre uzakta İrlanda tarihi hakkındaki araştırmalarımı sürdürürken Limerick Sovyeti ve Liam Cahill ile karşılaştım. Liam ile iletişim kurduğum an kitabını imzaladı ve kaldığım adrese gönderdi. Böylece unutulan bir devrimin hikayesi uzun bir yolculuğa çıkarken aynı zamanda 90 milyonluk bir ülkenin dilinde yeniden hayat buluyordu. Bazen ulusların tarihinde öyle olaylar vardır ki bu olaylar yerel olmaktan çıkar ve tüm dünyaya ışık tutan bir eyleme dönüşür. Unutulan devrim Limerick Sovyeti, bu güçlü eylemlerden yalnızca biri. Pandemi koşullarının ağırlığında insanlığın bu ortak mirasını yeniden hatırlatmayı tam da bu zamanda değerli ve anlamlı buluyoruz. Yan yana fotoğraf çektiremediğimiz içinse okurdan özür diliyoruz. Salgın sonrasında bunu telafi edeceğimize inanıyoruz. Kelimelerin büyüsüne daha fazla kendimi kaptırmadan unutulan devrimin hikayesini sizinle paylaşmak istiyorum. Bu röportajın İrlanda’da yapacağım araştırmaların ilk işaret fişeği olacağına inanıyorum. İrlanda ve Türkiye halkları arasında güçlü bağlar kurmaya dönük atılmış ilk işaret fişeği… Işığıyla yolumuzu aydınlatacak kitapların ve röportajların emekçi halklarımızı sıkı sıkıya sarması dileğiyle… 

Limerick Sovyeti, birçok insan için unutulmuş bir deneyim. Unutulmuş bir şeyin peşinden gitmek ve o izleri takip etmek zordur. Bize bu deneyimin Sovyet sosyalizmi ile benzerliğinden ve farklarından bahseder misiniz?

Nisan 1919'da Limerick şehrinde meydana gelen heyecan verici olayları tanımlamak için 'Sovyet' teriminin kullanımı, Birleşik Devletler, İngiltere, Fransa ve diğer ülkelerdeki gazetelere haber veren uluslararası gazeteciler sayesinde oldu. Bu deneyim 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra tam anlamıyla Rus komünizmiyle ilişkilendirebileceğimiz bir 'Sovyet' değildi. Esasen Avrupa'da Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden sonra giderek daha tanıdık hale gelen bir tür genel grevdi. O dönemlerde Macaristan, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde buna benzer genel grevler oldu.

"14 bin işçi devrimcilerin önderliğinde askeri kanunlara karşı genel grev başlattı" 


Limerick'te, İrlanda Taşımacılığı ve Genel İşçi Sendikası ile bağlantılı ve Marksist devrimciler tarafından yönetilen 14 bin işçi, İngilizlerin kente askeri kanunu dayatmasına karşı genel bir greve başladı. İngilizler, bağımsızlık arayan militan İrlanda ayrılıkçılığı dalgasını bastırmaya çalışıyorlardı. Askeri barikatlar ve nefret edilen Askeri Geçiş sistemi, işçilerin iş yerlerine serbestçe girip çıkmalarını engelledi. 

İşçiler- Limerick Birleşik Ticaret ve İşçi Konseyi'ndeki seçilmiş temsilcileri aracılığıyla neredeyse üç haftalık bir süre boyunca şehirdeki yaşamın her yönünün kontrolünü ele geçirdiler. Şehrin 40 bin sakini sorun yaşamasın diye yiyeceklerin (fırınlar dahil olmak üzere) tedarikini ve fiyatları organize bir şekilde denetim altına aldılar. Şehirdeki malların taşınmasını kontrol ettiler, kendi gazeteleri "İşçi Bülteni"ni yayınladılar, İrlanda ve Britanya'daki grev destekçileri tarafından yapılan bağışlar ve destek sayesinde kendi para birimlerini bastılar. Grevi yöneten devrimciler raporlarında veya manşetlerinde kullanmak için hızlı, anlaşılması kolay bir kelime arayan gazetecilere, bu yönetim biçiminin ‘Sovyet’ olduğunu söylediler. Organize olma biçimleri ve mülkiyet üzerinde kurdukları sınırlı denetim onlara bu deneyimi hatırlatıyordu. Rusya’daki durum yine de Limerick’deki bu durumdan farklıydı. Rusya’daki işçiler Bolşevik doktrinini izleyerek, fabrikaların, işletmelerin ve kırsal mülklerin sadece kontrolünü değil, mülkiyetini de ele geçirdiler. Bu Limerick'te olmadı. Orada, işletme sahipleri isteksizce İşçi Konseyi'nin emirleriyle iş birliği yaptılar, ancak mülkiyet biçimi üzerinde yapılacak bir değişikliği kabul etmediler ve işçiler bu duruma meydan okumadılar. Bununla birlikte, Amerikalı bir gazeteci bunun gerçekten bir "Sovyet" olup olmadığını sorduğunda, liderler bu terimi (propaganda için daha işlevsel buldukları için) kucakladılar ve "Evet!" Diye yanıt verdiler.

Tarihçi Roy Foster, 'Modern İrlanda' adlı kitabında İrlanda'nın Avrupa'da beklenen devrimi ateşleyeceğini ve o zamanlar böyle bir beklentinin yüksek olduğunu söylüyor. Limerick Sovyeti böyle bir devrimin ilk işareti olabilir mi?

Limerick Sovyeti, İrlanda'da yaklaşan devrimin bir dizi işaretinden biriydi, ancak bu ilk değildi ve tek önemli örneği teşkil etmiyordu. Örneğin, Aralık 1918'deki İngiliz İmparatorluk Genel Seçimlerinde ayrılıkçı parti Sinn Féin’in ezici zaferi vardı. Sinn Féin temsilcileri Westminster’de koltuklarını almayı reddettiler ve bunun yerine Dublin, Dáil’de kendi parlamentolarını kurdular. Éireann Dáil1, 21 Ocak 1919'da ilk kez halka açık bir şekilde buluştu. Aynı gün, yeniden canlandırılan İrlandalı Gönüllüler (daha sonra İrlanda Cumhuriyet Ordusu olarak anılacak) Tipperary ilçesindeki bir olayda iki polisi öldürdü. Bu olay Limerick şehrinden uzakta gerçekleşti.

“Limerick genel grevi bağımsızlık yolunda önemli adımlardan biriydi"  

Buna karşılık, Limerick Sovyeti'ne yol açan olaylar, İrlandalı Gönüllülerin bir mahkûmu kurtarma girişimi sırasında bir polisin vurulduğu ve diğerinin yaralandığı bir olayla başladı. İngiliz yetkililer, 1919'un ilk aylarında polislere ve askeri kışlalara yönelik giderek artan saldırılardan endişe duyuyorlardı ve esasında tüm bu yaşananlar Limerick Şehri'ne askeri kanunun dayatılmasını net bir biçimde açıklıyor. Dolayısıyla, İngiliz militarizmine karşı yapılan Limerick Genel Grevi, İrlanda'yı Britanya'dan ayırma mücadelesinde 1919'un başlarında atılan birkaç önemli adımdan sadece biriydi.

Kitabınızı incelediğimde İrlanda hakkında aynı duyguları paylaştığımızı fark ettim. Dublin'de, Cork'ta veya Tullamore'da sokaklarda Connolly'nin ruhunu hep hissettim. Ancak bu durum, topluma geldiğinde derin bir farklılık gösterdi. İç savaşın yıkıcı etkisini bir kenara bırakırsak, güçlü dayanışma ağları kuran bu insanlar şimdi nerede?

1919'dan 1923'e kadar, onun öğretisini ve örneğini izleyen militan işçiler ve liderleri, James Connolly’nin İşçi Cumhuriyeti vizyonunu oluşturmak için çok uğraştılar. Bunu bir dizi genel grev, işletme işgalleri ve büyük arazilere el koyma yoluyla yaptılar. Buna karşın her adımda gerçekten büyük zorluklarla karşılaştılar. Önce İngilizlerle ve ardından İrlandalı burjuva ayrılıkçılar tarafından durdurulmaya çalışıldılar. Bu yüzden İrlanda İç Savaşı’nda muhalefetin ana odağı oldular. 

“İrlanda Özgür Devleti burjuvaların hakim olduğu muhafazakar bir devletti"

Aralık 1921'de İngiltere ile imzalanan bir Antlaşma ile kurulan İrlanda Özgür Devleti, Katolik işverenlerin ve burjuvaların hâkim olduğu muhafazakâr bir devletti. Küçük bir ağır sanayiye sahip, çoğunlukla gıda üreten (tarıma dayalı) bir ekonomiydi. 1920'lerde İrlanda'da yaşanan ekonomik durgunluk nedeniyle sendikal hareketin boyutu ve etkisi büyük ölçüde küçüldü ve liderliği devrimci, sendikalist faaliyetlerden uzaklaştı; bu yüzden siyaset o dönemden itibaren parlamento ve seçim mücadelesine sıkıştırıldı. Böylece, 1919-1923 yıllarının devrimci itkisi söndü ve Batı dünyasındaki diğer birçok ülkede olduğu gibi, 1960'ların ortalarına kadar tekrar kıvılcım çıkmadı.

Birinci dünya savaşından sonra İspanyol gribi salgını yaşandı. Limerick Sovyeti tam olarak bu döneme denk geliyor. Şimdi, insanlık tekrar küresel bir salgınla mücadele ediyor. Geçmişte yaşananlara bakarsak, yine bir devrim çağının eşiğindeyiz diyebilir miyiz?

Korkarım öyle düşünmüyorum. Bir devrimler çağı yaşayacaksak, bir asır önce gördüğümüzden daha incelikli olacaktır. Geleneksel komünizm, 1989'da Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra ortadan kalktı ve önde gelen bir devrimci parti aracılığıyla işçiler ve köylüler tarafından sahip olunan ve kontrol edilen modern bir devlet yaratma ideali de beraberinde gitti. Çin ise sadece ismen 'komünist' bir ülkedir. Gerçekte, diğer bazı ülkelerde tutunduğunu gördüğümüz türden, otoriter bir kapitalist toplumdur. Tüm dünyada işçilere örnek olabilecek güçlü bir sosyalist devlet maalesef kalmadı.

Öte yandan kapitalizm gelişmeye ve uyum sağlamaya devam ediyor. Günümüzde insanlar bilgi ve iletişim Teknolojisindeki ilerlemelerle öylesine atomize edildi ve bireyselleştirildi ki, geleneksel, Marksist anlamda bir "sınıf" duygusu yaratabilmek zorlaştı.2 Pandemi bu olumsuz eğilimleri hızlandırdı. Artık çok daha fazla sayıda işçi, aynı işverene sahip işçilerden oluşan bir "topluluğun" parçası olma yönündeki sınırlı hisleri bile daha da azalacak şekilde uzaktan çalışmaya başladı.

Mevcut durum, Facebook, Google, Twitter vb. gibi ABD'nin sahip olduğu güçlü sosyal medya oligarşileri sayesinde daha da içinden çıkılmaz bir hal aldı. Ulus devletlerin bireyleri kontrol etme kapasitesinin bu derece artması işleri daha da zorlaştırdı. İftira ve sahte haber furyası adeta tüm toplumu kuşattı. Geleneksel ve alternatif medya (facebook, twittter vb) özellikle kırk yaşın altındaki insanlar arasında çok etkili. Her türlü aşırı sağ ideolojisinin gelişmesi için bu medya yapıları güvenli bir sığınak oluşturuyor. Gerçekten de Trump, aşırı sağın ve anti-demokratik propagandanın sosyal medyaya yayılmasını coşkuyla teşvik etti ve pek çok insan aşırı sağa teslim oldu.

Cahill için bir istek

Liam Cahill, 'The Limerick Sovyet 1919'da 1919-1923 yılları arasında İrlanda'daki işçi sınıfı devriminin tüm öyküsünü anlatıyor. Bir kopyasını satın almak isterseniz, liamcahill@gmail.com adresine lütfen e-posta gönderebilirsiniz. Kitap ücreti, posta masrafları dahil olmak üzere €20.

Twitter: https://twitter.com/LiamCahill2013 

"Sınıf çatışması her zamankinden güçlü"

Marksistler ve Solcular için cevap, bu "yeni" kapitalizme karşı nerede ve ne zaman mücadele ederlerse etsinler, eleştirel analizlerini geliştirmeye ve ilerici ve demokratik güçleri savunmaya devam etmek olmalıdır. Bu sabır gerektirir; öte taraftan büyükannelerimizin ve büyükbabalarımızın geçmişte yaptıklarından esinlenerek devrim niteliğinde değişimler gerçekleştirebiliriz. Kapitalizmin yüzeysel biçimleri ve üstyapısı değişirken, altta yatan sınıf çatışmasının her zamankinden daha güçlü olduğunu belirtmeye devam etmeliyiz. 

Krizlerin, savaşların ve katliamların arttığı karanlık bir dönemden geçiyoruz. Bahsettiğimiz tüm bu tarih aslında bize umut veriyor; İnsanlığa direnişi ve dayanışmayı hatırlatıyor. Gelecekle ilgili derin endişeleri olan Türk ve İrlandalı okuyuculara hangi mesajı vermek istersiniz?

Bugün bizim için karanlık bir dönem gibi görünüyor ve gerçekten de öyle. Ancak, büyükbabalarımız devrimci yollarına çıktıklarında, şimdiki zamanın ve geleceğin onlar için de karanlık göründüğünü unutmayın. ‘Karanlık’ hiçbir şey yapmamak için bir sebep veya mazeret değildir. Planlama ve Eylem Karanlığı dağıtır. İlkelerinize göre planlamaya ve hareket etmeye devam edin, bu karanlıkta bir yol bulacaksınız.

ÇAĞDAŞ GÖKBEL / SOL

  • 1.Éireann Dáil: İrlanda meclisinin ‘İrlandaca’ ifade ediliş biçimi (Ç.N)
  • 2.Burada özellikle Türkiye’deki okurlar için açıklayıcı bir not eklemeyi uygun görüyorum. Yazar Liam Cahill genel anlamda Avrupalı toplumların sorunlarına işaret etmekte. Kapitalist bireycilik eşi benzeri görülmemiş bir düzeyde yaşanıyor ve yaşadığı toplumları çürütmeye devam ediyor. Sadece İrlanda’da değil tüm Avrupa coğrafyasında insanların toplum olduklarını yeniden hatırlamaya ihtiyaçları var. Bu röportajda önemli bir hatırlatma olarak değerlendirilebilir (Ç.N).

Hak gasplarıyla bilinen Doğa Koleji'nin tarihçesi+'Doğa Koleji devletleştirilmelidir' / SOL

 

Hak gasplarıyla bilinen Doğa Koleji'nin tarihçesi

Türkiye’de bugün 102 kampüsü, on binlerce öğrencisi ve binlerce personeli olan Doğa Koleji, AKP'nin iktidar olduğu dönemde oluşan siyasi ve ekonomik ortamın içine doğdu.

2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte eğitim alanına müdahale artmış, uygulanan politikalarla öğrenciler her kademede sınav odaklı bir eğitim alma ihtiyacına yöneltmiş, devlet okullarında verilen eğitimi yeterli bulmayan veliler çareyi, çocuklarını o dönemde tüm okullar içinde oranları yüzde 3’ü bulmayan özel okullara veya dershane, kurs gibi özel eğitim kurumlarına göndermekte bulmuştu. Bu özel eğitim kurumlarının büyük bir çoğunluğu da gerici cemaat ve tarikatlar eliyle işletiyordu. 

2015 yılına gelindiğinde AKP ve cemaat arasındaki çatışmalar, dershanelerin kapatılması ile sonuçlanmış, bazı özel dershane ve kurslar özel okul formatına dönüşerek varlıklarını devam ettirmişlerdi. Devlet okullarının imam hatipleştirilmesi, eğitim müfredatının gericileştirilmesi, yetersiz derslik sayısı, öğretmen kadrolarındaki eksiklikler velileri devlet teşvikleriyle sayısı gittikçe artan özel okullara yönlendirmişti. 2019 yılına gelindiğinde Türkiye’de özel okulların eğitimdeki payı %20’leri bulmuştu.

Türkiye’de bugün 102 kampüsü, on binlerce öğrencisi ve binlerce personeli olan Doğa Koleji, bu siyasi ve ekonomik arka planın içerisine doğdu.

Fethi Şimşek’in Doğa'sı

Kültür Dershanesi’nde öğretmen olarak meslek hayatına başlayan Fethi Şimşek, kısa süre sonra dershanenin ortağı oldu. “Öğretmenliktense işletmeciliğe daha çok ilgim vardı” diyen Fethi Şimşek sırasıyla Fatih Dershanesi, English Time Dil Okulları gibi yerlerde işletmecilik yaptıktan sonra 2001 yılında Orhan Özbey ile Edutime Özel Öğretim Ltd. Şti. adıyla bir eğitim kurumu açtı. 2002’de Beykoz’daki FKM Kolejini satın alan eğitim kurumu, Aralık 2005’te Doğa Eğitim Kurumları Ltd. Şti. adını aldı. 10 yıl gibi kısa bir sürede 29’u İstanbul olmak üzere Türkiye genelinde 52 okul sayısına ulaşan Doğa Koleji’nin o tarihlerde 21 bin öğrencisi ve 3 bin öğretmeni vardı. 

2011 yılında Turkven isimli yatırım fonunun aracılığıyla uluslararası yatırımcılar hisselerin yarısından fazlasını satın alarak Doğa Koleji’nde hissedar oldu. Burada Turkven’e de bir parantez açmakta fayda var. 2000 yılında kurulan özel bir sermaye şirketi olan Turkven, danışmanlığını yaptığı yabancı yatırımcıları Türkiye’de büyümeyi hedefleyen şirketlerle yönlendiriyor. Şirket CEO’su Seymur Tarı verdiği bir röportajda “AKP olmasa bugün burada olmazdık” diyerek Türkiye’ye yabancı sermaye girişinin önünün kimler tarafından açıldığını da ortaya koymuş oldu.

Söz konusu ortaklıktan sonra üniversite açmak için YÖK’e başvuruda bulunan Doğa Koleji, 2013 yılında anaokulundan liseye farklı kademelerde eğitim veren Doğuş Eğitim Kurumları’nı satın aldı. Anaokulu ve kolejlerin ismi değiştirilerek Doğa Koleji bünyesine katılırken Doğuş Üniversitesi ismiyle üniversite alanına da giriş yaptı.

Fethi Şimşek Doğa Grup adı altında bir yapılanma ile medya, iletişime, demir-çelik, inşaat, gıda gibi birçok farklı alanda yatırım yaptığı da biliniyor. 

AKP-Cemaat Kavgası ve Saçaklıoğlu

2016 yılına kadar faaliyetlerine devam eden Doğa Koleji, açtığı yeni kampüslerle öğrenci sayısını katlamaya ve özel okul alanında tekelleşmeye devam etti. 2016 yılında darbe girişimi sonrası birçok özel okul cemaat bağlantısı sebebiyle kapatılıp, okullar devlet bünyesine geçirilerek büyük oranda imam hatip okulu olarak devam etmeleri sağlandı. Bu süreçte Doğa Koleji’nin kampüslerinin de kapısına kilit vurulduğu biliniyor. Ancak eğitimde özelleştirmenin önünü alabildiğine açan AKP iktidarının bu büyüklükteki bir yapıyı devletleştirmesi, görece varsıl ve seküler ailelerin çocuklarının okuduğu okulları imam hatip okuluna dönüştürmesi pek de olası değildi. Bir gece operasyonu ile Türkiye’nin en büyük gayrimenkul şirketlerinden biri olan Metal Yapı Konut’un sahibi Ömer Saçaklıoğlu’na sabaha karşı banka açtırılarak satıldı. Satış bedelinin bir kısmı peşin olarak ödenirken kalan kısmı içinde kredilendirme yapıldı. Ömer Saçaklıoğlu’nun daha sonra görevinden istifa eden AKP’li Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın cemaat bağlantılı damadı Ömer Faruk Kavurmacı ile ortaklığının bulunduğu da biliniyor. 

Satışın gerçekleştiği tarihlerde Doğa Koleji’nin Türkiye genelinde 106 kampüsü, 8 bin öğretmeni, 11 bin çalışanı ve 70 bin öğrencisi bulunuyordu. Devir işlemlerinin ardından her yıl 100 milyon ,beşyıliçinde500milyon yatırım yaparak okulların büyüyeceği belirtilen Doğa Koleji franchise usulü ile yeni kampüsler açmaya devam etti.

Doğa’da Kriz ve İTÜ-MEB İş Birliği

Yıllık cirosu 1 milyar 350 milyon olan Doğa Koleji’nde 2019 yılına gelinmesiyle beraber ufak çaplı maaş ödeme krizleri yaşanmaya başlanmıştı. Yaz aylarından itibaren banka kredileri, SGK primleri, öğretmen maaşları, yemek ve güvenlik şirketlerinin ücretleri, elektrik, su gibi işletme giderleri de başta olmak üzere birçok kalemde ödeme yapılmadığı kamuoyuna yansıdı. Kurumun bir satış sürecinde olduğu ve satış sürecinin tamamlanması ile sorunların ivedilikle çözüleceği yetkili ağızlardan defalarca duyurulmasına ve satış sürecinde birçok farklı kurumun ismi geçmesine rağmen satış bir türlü gerçekleşmedi. Veli eylemleri ve öğretmen boykotu ile gündemi uzunca süre meşgul eden Doğa Koleji krizinde MEB en başından beri sorumluluk almaktan kaçınarak veli ve öğretmen şikayetlerini görmezden geldi. MEB’in eğitim politikalarının ve özel eğitim veren kurumların sorgulanmaya başlanması sonrasında devletin üst kademeleri, cumhurbaşkanı danışmanları da olmak üzere, devreye girmesiyle Doğa Koleji’nin İTÜ’ye devredilmesiyle ilgili sürecin olumlu ilerlediği 18 Aralık 2020 tarihinde vakfın resmi Twitter hesabından duyuruldu. 30 Aralık’ta ise İTÜ resmi bir açıklama yayınlayarak devir sürecinin resmileştiğini açıkladı.

Diğer taraftan İTÜ’nün yıllık gelirinin 66 milyon lira olduğu biliniyor. Devir sözleşmesinin imzalandığı tarihte Doğa Koleji’nin öğretmen maaşları, çeşitli bankalardan alınan krediler, işletme kira ve gider kalemleri olmak üzere yaklaşık borcunun 1.5 milyar lira olduğu tahmin ediliyordu. Vakıfbank, Ziraat Bankası, Denizbank ve Garanti BBVA birlikte masaya oturarak borçların kredilendirilmesi sağlandı, Saçaklıoğlu’na ait bazı hisseler de devlete devredildi. İki yıl boyunca kuruma ait hiçbir ödemeyi yapmadığı gibi kayıtlardan gelen ücretleri de betona gömen Ömer Saçaklıoğlu’nu kurtarma operasyonu tamamlanmış oldu.

Doğa Koleji ile İTÜ’nün kurumsal yapıları birleştirilmeden 1989’da kurulan ve asıl amacını ‘’Türkiye’deki elektronik sanayii kuruluşlarının ileri teknolojilere erişmede güç birliği yapmalarına ön ayak olmak ‘’ olarak tanımladığı İTÜ-ETA Vakfı ile birleştirildi. Vakıfa kuruluşundan bugüne BEKOTEKNİK, NETAŞ, VESTEL, ARÇELİK, ASELSAN gibi firmalar destek oldu. Vakfın amaçları arasında eğitim ile ilgili bir madde olmamasına rağmen Doğa Koleji’nin devrinden önce bir kararla “Eğitim merkezleri, okullar açmak ve işletmek, eğitim öğretim alanını kısmen veya tamamen finanse etmek”1 gibi maddeler eklenerek devir sürecinin kılıfı da hazırlanmış oldu.Devir sürecinin resmi olarak tamamlanmasının ardından kurum İTÜ ETA VAKFI DOĞA KOLEJİ ismi ile eğitim-öğretime devam ediyor.

Pandemi kapsamında alınan ekonomik önlemler sayesinde maaş ödemelerinin bir kısmı İşsizlik Fonundan karşılanmaya devam ediliyor, sigorta primleri ve kurs ücretleri ise ödenmiyor. İTÜ ismiyle beraber okulun prestiji bir miktar kurtarılmış olsa dahi, meselenin ekonomik boyutunun yansımaları devam ediyor.

                                                               ***

'Doğa Koleji devletleştirilmelidir'

TKP Doğa Koleji'nin devletleştirilmesini istiyor. Okul geçtiğimiz yıl eğitim emekçileri ve velilere dönük hak gasplarıyla gündeme gelmişti.

Türkiye Komünist Partisi (TKP), geçtiğimiz yıl eğitim emekçilerinin haklarını gasp etmesi ve öğrencileri mağdur etmesiyle gündeme gelen Doğa Koleji'ne ilişkin bir bildiri yayınladı.

Bildiride, Doğa Koleji'nin devletleştirilmesi, velilerden alınan tüm ücretlerin iade edilmesi ve bünyesindeki tüm çalışanların devlet kadrosuna alınması talep edildi.

Bildiri şöyle:

Yüzden fazla kampüste onbinlerce öğrencisi ve çalışanı bulunan Doğa Koleji, kamu okullarından sonra en büyük eğitim kurumudur. Geçtiğimiz eğitim öğretim yılında Doğa Koleji'nde yaşanan kriz, patronların sektörler arasında sermaye aktarımı için özel okulları kullandığını gözler önüne serdi. Metal Yapı Konut şirketi velilerden ücretleri peşin almasına rağmen çalışan maaşlarının yanında okulun elektrik, su ve doğalgaz faturalarını dahi ödememiş, kimi kampüslerde elektrik ve su kesintileri yaşanmıştı. Buna öğretmenlerin haklarını alamadıkları için istifa etmek zorunda kalmaları da eklenince onbinlerce öğrencinin eğitim hayatı olumsuz etkilenmişti.

Tüm bunlar artık gizlenemez olup toplumda özel okulların meşruiyeti sorgulanmaya başladığında Milli Eğitim Bakanlığı devreye girmiş, okulun İTÜ ETA vakfına devredilmesi sağlanmıştı. Bunun için devlet bankasından beş yıl geri ödemesiz kredi verilerek, devlet eliyle okulun prestiji kurtarıldı.

Artık okul bir üniversitenin bünyesine girdiği için aynı sorunların yaşanmayacağı, çocukların nitelikli eğitim alabileceği iddia edilmişti. Oysa bu iddianın gerçek olmadığı kısa zamanda anlaşıldı.

İTÜ ETA Vakfı elektronik sanayisi alanındaki şirketler arasında teknolojik işbirliğini sağlamak için VESTEL, NETAŞ gibi yapıların da aralarında bulunduğu birkaç sermaye grubu ve İstanbul Teknik Üniversitesi'nin ortaklığıyla kurulan ve eğitim alanında da yatırım yapan bir sermaye örgütlenmesidir.

Sermaye sınıfı için eğitim, toplumda sadece parası olanın ulaşabileceği bir hizmet, aynı zamanda kar getiren bir ticaret alanıdır. Orada öğrenci ve veliler müşteri, çalışanlar ise birer köledir.

Pandemi sürecinde eğitim sistemindeki rekabette bir adım öne geçebilmek için öğrencilerin psikolojik durumlarını olumsuz etkileme riskine rağmen yoğun bir uzaktan eğitim uygulanıyor. Testler, ödevler, projelerle öğrenciler uzun saatler boyunca bilgisayar başında oturmaya mahkum ediliyor.

Velilerin ödediği ücretten KDV indirimi ve yemek parası gibi yapılması zorunlu geri ödemeler aylardır yapılmıyor.

Öğretmenler tüm gün çalışmasına rağmen aylardır kısa çalışma ödeneği yüzünden sigortaları eksik yatıyor. Hafta sonu kurs ücretleri yatırılmıyor, maaşlardan yapılan kesintilerle ilgili hiçbir açıklama yapılmıyor.

Bu durum daha fazla devam edemez!

  1. Onbinlerce çocuk ve gencin sağlıklı ve mutlu bir şekilde eğitim almasını sağlamak, birer yarış atına dönüştürülmesine son vermek için..
  2. Çocukların geleceğinden kaygı duyan emekçilerin kredi ve borç batağına engel olmak için..
  3. Eğitim emekçilerinin kölelik koşullarında değil, insanca ve güvenceli bir şekilde çalışabilmeleri için..

Eğitim alanındaki eşitsizliklerin derinleşmesindeki en büyük faktörlerden biri olan Doğa Koleji devletleştirilmeli, velilerden alınan tüm ücretler iade edilmeli ve bünyesindeki tüm çalışanlar devlet kadrosuna alınmalıdır.

TKP

(SOL)

11 Ocak 2021 Pazartesi

I. Perde kapandı - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Çarşamba günü, ABD’de Kongre Biden’ın başkanlığını onaylamak üzere toplandığında yorumcuların “devrim”, “ayaklanma”, “isyan”, “kalkışma”, “darbe” kavramlarıyla tanımlanmaya çalıştıkları bir “olay” yaşandı. Birkaç saat sonra Kongre toplantısı yeniden başladı, Biden’ın başkanlığı onaylandı. Böylece ABD’de, Trump dönemi sona ererken süreç olarak faşizmin “I. Perdesi” kapanıyordu.

TARİH BAZEN KAFİYELİ KONUŞURMUŞ

Tarih kendini tekrarlamazmış ama bazen kafiyeli konuşurmuş”. Çarşamba günü Washington’da yaşananlar,   Mussolini’nin “Roma Yürüyüşünü”, Hitler’in “Birahane Darbesi”ni anımsattı. 

Her iki darbe girişimi de fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Mussolini yürüyüşe katılmadı, gelişmeleri otel odasından izledi. Hitler tutuklandı bir yıl hapis yattı. 

“II. Perde” açıldığında faşist hareketin liderliğinin artık devleti ve iktidar ilişkilerini daha iyi kavradığını, taktik değiştirerek parlamenter yola geri döndüğü görülüyordu.

Çarşamba günü Washington’da Beyaz Saray’ın önündeki meydanda yaklaşık 30 bin kişilik faşist bir kalabalık toplanmıştı. Birilerinin üzerinde “Camp Auschwitz” tişörtü vardı. Proud Boys adlı faşist grubun üyelerinin üzerinde de 6MWE (6 milyon yeterli değildi) yazan tişörtler... Köleci Güney’in bayrakları da meydandaydı. Trump geldi, bu kalabalığa yaptığı konuşmada “ülkeyi geri almak için sert bir mücadelenin gereğinden”, seçim sonuçlarını değiştirmek için hep birlikte Kongre binasına yürümekten söz etti. Kalabalık, devrim yapacağına inanmış olmanın heyecanıyla Kongre binasına doğru yürüyüşe geçtiğinde, Trump, Beyaz Saray’a geri dönüyordu.

Kalabalık, Kongre önüne gelince devrimci bir heyecanla binaya saldırdı, kapıları camları kırarak, neredeyse hiç olmayan polisin kordonunu aşarak içeri girdiğinde, siyasetin gerçeğiyle karşılaştı: Kimileri silahlıydı, bellerindeki plastik kelepçelerden tutsak almaya niyetli oldukları anlaşılıyordu ama “isyancıların” ne bir programı, projesi vardı ne de devletin ne olduğu konusunda bir fikri… Odaları talan ettiler, “Pence asılmalı” sloganları attılar, bol bol “selfi” çektiler (suçlarını belgelediler) sonra ne yapacaklarını bilemediklerinden binayı terk etmeye başladılar.

II. PERDEYE İLİŞKİN…

Kongre yeniden çalışmaya başladığında, Trump’ın “Büyük yalanına” başından beri destek veren, Başkan Yardımcısı Pence, Senatör Lindsey Graham, Senato Çoğunluk Başkanı Mitch MacConnel, Ted Cruz gibi Cumhuriyetçi senatörlerin seçim sonuçlarına itirazlarını geri çektikleri görülüyordu. Bu “U” dönüşünde, bir “darbe” denemesiyle yüz yüze gelmenin şoku kadar, Cumhuriyetçi Parti’nin kalesi Amerikan Ticaret Odaları Birliği’nin, İş Çevreleri Yuvarlak Masası’nın, Amerikan İmalatçılar Birliği’nin, 100 büyük şirketin genel müdürlerinin, “artık onaylayın” diyen ortak açıklamalarının, Twitter ve Facebook’un Trump’ın hesaplarını askıya almasının etkisi vardı.

Şimdi, sosyal medya mesajlarından, faşist grupların bir zafer havası içinde, morallerinin yüksek olduğu anlaşılıyor. Dahası, II. Perde açıldığında, “hainlerin” sahnede olmayacağına, Trump gibi devletin işleyiş biçimlerinden habersiz (atadığı hâkimlerin seçim sonuçlarını yok sayabileceğini sanıyorduçok şaşırdı) bir “soytarının” yerine deneyimli, ne yaptığını bilen genç liderlerin alabileceğine ilişkin belirtiler var.

Meclise belinde Glock tabancasıyla ile girmeye kararlı olduğunu açıklayan Colorado Milletvekili Lauren Boebert (34) bunlardan biri. Ancak, Biden’ın başkanlığını Kongre’de önleme fikrini ilk ortaya atan, Kongre binası önündeki kalabalığı sağ yumruğunu kaldırarak selamlayan, Kongre işgal edildikten sonra bile “davadan” dönmeyen, Missouri Senatörü Josh Hawley bunların en güçlüsü. Hawley (41), Yale Üniversitesi Hukuk fakültesi mezunu, Theodore Roosevelt üzerine bir kitabı var. Hawley, meslekten bir siyasetçi: 2016’da Missouri Adalet Bakanı olmuş, 2018’de de senatör...

Hawley’in, Trump’ın aksine, devleti, siyaseti bilen genç karizmatik bir lider olarak faşist hareket içinde bir kahraman düzeyine yükselmesi, 2024 Başkanlık seçimlerinde ortaya güçlü bir aday adayı olarak çıkması bekleniyor. Hawley’in yükselmesinde en önemli rolü oynayan Missouri Senatörü John Danford, şimdi, “Hayatımın en büyük hatasıdır” diyormuş. 

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Korkudan parmak ucunda yürüyen muhalefet - Turgay Develi / SOL

 

1925'te Tekke ve Zaviyeleri kapatan parti, 'aman dini tartışmalara girmeyelim, muhafazakar seçmeni ürkütmeyelim, ittifaklarımız zarar görmesin' mantığıyla politika belirler oldu.

Gündeminin baş döndürücü hızına ve tartışmaların hararetine bakılınca sanki Türkiye'de canlı bir siyasi tartışma kültürü varmış gibi düşünülebilir, ancak tartışılan konulara bakılırsa aslında aynı havanda su dövüp durduğumuz görülebiliyor.

Ciddiye almamız gereken bir takım yazarlar da dahil olmak üzere muhalefetin tamamı, sanki ortada 'normal' olan herhangi bir durum varmış gibi, sanki normal bir demokraside yaşıyormuşuzcasına, geliştirdiği söylemler üzerinden iktidara ciddi ciddi eleştiri yapıyor, tepki gösteriyor. 

İktidarın korku ürettiği, büyük kitlelerin zihnini teslim aldığı, kamuoyunu yanlış yönlendirdiği, meşru fikirlerin ifadesini bile engellediği, terörist ya da darbeci olarak fişlenme korkusu yayarak ilgili ilgisiz her şeyin üstüne örttüğüne yönelik eleştiriler yazılıp çizilerek gösterilen bir muhalif duruş oluşturulmuş durumda. 

Yani aslında iktidara yapılan eleştiriler, elinde bulundurduğu propaganda makinesi sonucu gündemi ve her tür söylemi kontrol eden iktidarın yarattığı gündemlere sıkışmış durumda. Bunun farkında olmayan CHP yönetimi de, sanki bu hegemonya sadece iktidarın kendi seçmeninin zihninde mevcutmuş gibi bir yanılgı içine düşmüş gibi görünüyor.

Cumhuriyet Halk Partisi'nin bu endoktrinasyondan, yani zihni tutsaklıktan ari olduğu, iktidardan farklı bir noktada durarak, iktidara bir alternatif oluşturduğu bir yanılsama. Belli belirsiz tepeden bakan bir tavırla, sanki AKP seçmeni bu propaganda bombardımanı altında bilincini kaybetmiş de, CHP ise bilinci açık bir şekilde AKP'yle mücadele ederek AKP seçmenini 'uykudan' uyandırmaya çalışır bir tavır içinde.

Oysa uykudan uyanması gereken bir taraf varsa, o taraf, başta CHP olmak üzere parlamento muhalefetinin ta kendisi. İktidarın propaganda makinesinin varoluş amacı insanların zihnini, düşünce kalıplarını kontrol etmek ise, ki öyle, düşünce yapısı ve dolayısıyla siyaset anlayışı Ak Parti tarafından kontrol edilen, söylem gücünü iktidarın belirlemesine izin veren muhalefetin de bu propaganda bombardımanından ciddi derecede etkilendiği su götürmez bir gerçek değil mi? 

İktidar birine terörist/darbeci/elitist (vs.) diyor, muhalefet kimin terörist/darbeci/elitist (vs.) olup olmadığını tartışıyor. Cumhurbaşkanı muhalefeti dini değerler üzerinden eleştiriyor, muhalefet de ne kadar dindar olduğunu anlatmaya başlıyor. Bir şeyler 'yerli ve milli' ilan ediliyor, bu böyle midir diğer türlü müdür onu tartışmaya başlıyoruz. 

Kısacası, iktidar sürekli olarak 'doğru' olan bir şeyi tanımlıyor ve muhalefeti kendi yarattığı bu 'doğru'nun diğer tarafına atıyor. Söylem üstünlüğünü karşı tarafa bırakan muhalefet ise bu 'doğru' tanımını tartışmıyor, aksine yaratılan bu tanım üzerinden pozisyon alıyor ve havanda su dövme şenlikleri başlıyor. 

Oysa iktidarın söylem üstünlüğüne ve çizdiği sınıra dayalı bir muhalefet, hiçliktir. 

Dünyada devlet kurmuş, halen de yaşamını sürdüren canlı belki tek organizasyon olan, Türkiye'de devletin kurucu iradesinin siyasi temsilcisi olarak CHP'nin, sıradan bir partinin çok ötesinde siyasi sorumlulukları var. Ancak bağımsızlık temelli kurucu iradesine yapılan iç ve dış ideolojik saldırılara, partinin kendi yönetici kadrolarınca bile karşı konulmaması, hatta bu saldırıları destekleyenlerin yönetimlere taşınması ile, yaptığı devrimleri ve bu devrimlerle oluşturulan değerleri, koruyamayacak hale düşürüldü. Devlet kuran bilinci karartıldı. 

Elbette bunun tek sorumlusu şimdiki yönetim değil ve zaten konu da Ak Parti'nin 18 yıllık iktidarında tasfiye edilen cumhuriyet kurumları ve değerleri ile sınırlı değil. Sorun çok daha öncesinde, cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan saldırılar karşısında devrimleri savunacak, cumhuriyetin taşıyıcı kolonları olan kurumları ve temsil ettikleri değerleri koruyacak ideolojik bütünlükten kopuş kaynaklı.

Zihinlere vurulan prangaya itiraz edilememesinin yarattığı fikri teslimiyetin sonucu olarak devletin, devrimlerin, ulusun ve yurttaşlık bilincinin yaratıcısı CHP, 'muhafazakar seçmen etkilenmesin', 'ittifaklarımız zarar görmesin', 'Erdoğan'a siyaseten kullanabileceği malzeme vermeyelim', 'mağduriyet yaratmayalım', 'acaba şunu şunu söylersek Ak parti seçmeni rahatsız olur mu?' türü sonsuz evhamlar sonucunda kendi hareketlerini ve söylemlerini kısıtlar hale getirilerek, kendini iktidar tarafından çizilen siyasi alana hapsetti. 

Gelinen noktada, 1925 yılında Tekke ve Zaviyeleri kapatan parti, 'aman dini tartışmalara girmeyelim, muhafazakar seçmeni ürkütmeyelim, ittifaklarımız zarar görmesin, ağzımızın tadı bozulmasın' mantığıyla politika belirler oldu. Bu mantıkla bir sonraki aşamada büyücülük, üfürükçülük, muskacılık gibi akıl ve bilim dışı sapkınlıkların öğretilmesi için üniversitelerde kürsü açılmasına da itiraz edilmeyecektir o zaman, öyle mi?

Diyelim ki bir mucize oldu, iktidar yanlısı seçmen 'hatasının' farkına vardı ve CHP ve dostlarına kucak açtı. Parmak ucunda çıt çıkarmadan yürüyerek yapılan siyaset ve gösterilen azami çaba sonucu emaneten kazanılmış olan bu seçmen kitlesi, ilk 'kavşak'ta tekrar 'karşı' tarafa kaçmayacak mı? Kaçmasınlar diye, bu kez biz de, zikir makinesi teknolojilerine TÜBİTAK bütçesinden yapılan yatırımı mı arttıracağız mesela? Sınırı tam olarak nerede çizeceğiz?

Gelinen aşamada, yürütülen endoktrinasyon sürecinin başarıyla tamamlanmış olduğu görülüyor. Koskoca ülkenin anlı şanlı 'CHP'sinin devlet bilinci karartılmış, sıradan bir liberal partiye dönüştürülüp, içinde bağımsız bir siyasi hareketi tahayyül edebilecek bir tek kimse kalmamış durumda. En radikal bilinen kadroları bile 'Abdullah Gül'e dürüstlük nişanı' takalı daha birkaç gün oluyor!

Çözüm, bu ülkenin temellerini tırnaklarıyla kazan kuva-yı milliye ruhunda. Bu ruhla yeniden Cumhuriyet diyecek bilinç ve kadro üretmekte.

Turgay Develi / SOL

10 Ocak 2021 Pazar

Yaşar Nuri Öztürk ve Türkçe Kuran - Özdemir İnce / Cumhuriyet

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk yakın dostumdu(r). Sadece büyük ve derin bir din bilgini (teolog) değil, aynı zamanda bir filozoftur. Ülkede Arap dilini gerçekten bilen çok ender insanlarımızdan biridir.


Kendisiyle 2004 yılının mart ayında, evinde Hürriyet gazetesi için bir söyleşi-sohbet yapmıştık. Ceren Hanım (eşeklik edip soyadını not etmemişim) bana eşlik etmiş ve söyleşinin çözümünü yapmıştı. Çözüm tarihi olarak 1.4.2004 olarak görünüyor. Söyleşi uzundu, 24 sayfa, 76 bin 101 vuruş! Sütunumda elbette yayımlanmadı. Söyleşinin çok kısa bir bölümü 2004 yılının nisan ayında yayımlanmış olmalı. Söyleşinin onaylanmış tam metni, kuşkusuz, kendisinin arşivine girmişti. Bu sayede oğlu Mustafa Tahir Öztürk’ün hazırladığı Türkiye’nin Hocası Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk (Yeni Boyut Yayınları) adlı saygı kitabında söyleşimiz de yer aldı.

Söyleşinin “Türkçe Kuran”la ilgili bölümünden bir alıntıyı ilginize sunuyorum:

***

Ö.İnce: Peki, hocam gerçek İslam niye öğretilemiyor?

Y.N.Öztürk: Bakın, öğrenme gıdalanmaya benzemiyor. Bir insanı serumla da olsa zorla besleyebilirsiniz ama insanlara zorla bir şey öğretemezsiniz. Bilgi, müstesna bir tanrısal ışıktır. Bunu istemeyene vermeniz mümkün değil. Öncelikle kitlenin İslamın gerçeğini öğrenmeyi istemesi gerekiyor. 

Şimdi Türkiye’ye dönelim: İslamın gerçeğini öğrenmemeyi din haline getirenler, bakıyorsunuz “İslam öğretilemediği için böyle oluyor” diye yakınıyorlar. Hadi bakalım deyip ilk adımı attığınız zaman az önce yakınanlar ilk engel olarak önünüze dikiliyorlar. Ben bunu yıllarca yaşadım. Gerçek İslamı öğretmeye kalktığınız zaman bu sözleri söyleyenler size “Reformist”, “Dini tahrip ediyor” diye karşı çıkıyorlar. Durumu elveriyorsa açıkça, elvermiyorsa el altından... Peki, reform olmayan dini öğretelim dediğinizde ise bir eline Cevşen-ül Kebir’i, öteki eline şeyhlerinin risalelerini veriyorlar, “Bunu 30 defa okursan bütün ihtiyaçların yerine gelir, servet-mal sahibi olursun, hastalıklardan, kötülüklerden seni bu korur” deniyor. “Bu risaleleri oku, Kuran falan okumana gerek yok” diyorlar. Yurttaki dolabından Kuran meali çıkan çocuklara disiplin soruşturması açıyorlar. Bunları yaşayan akrabamız var, yakından biliyoruz.

Ö.İ.: O zaman ben bir ekleme yapayım, soruya dönüşsün. Televizyonlarda tecvitli, yüzünden Kuran okuma öğreten CD reklamları var, anlamını bilmeden papağan gibi Kuran okuma öğrenmenin İslama ve mümine faydası ne? Üstelik bunu Gülen Hoca müritleri yapıyor...

Y.N.Ö.: Tam meselenin köküne değindiniz. İslam öğretilemiyor diyenler eğer bunda samimilerse şunu da söylemeliler: Kuranıkerim’i herkes günlük ibadetleri de dahil Türkçesinden okuyacak. Söylesinler bakalım! Bırakın bunu söylemeyi, “Ben Kuranıkerim’i Arapça okuyamıyorum, namaz kılmak için Türkçesinden okuyamaz mıyım?” diye yana yakıla dert yananlara bile senelerce bu imkânı vermediler. Şimdi de kalkıp İslam öğretilemiyor diyorlar. İslamın 604 sayfalık ana kaynağı olan Kuran’ı kendi anadilinde asırlarca okuyamayan bir millete İslam size öğretilmedi demek kadar alay edici bir şey olabilir mi? Öğretmek gibi bir niyetiniz var mı? O zaman bırakın millet kendi dilinde Kuran okusun ve namazını da öyle kılsın. Allah’ı Arapça dışında dil bilmez bir şefe dönüştürdüler, ondan sonra kalkıp İslam öğretilmedi diyorlar. Bunun arkasında samimiyet olabilir mi?

Ö.İ.: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, sanırım Bayan Gül’ün de içine girip çıktığı bir davada türban aleyhine karar verecek. AİHM’nin alacağı karar İslamla çatışırsa ne olacak, İslamı gönüllerince yaşamak isteyenlerin bu uluslararası kalesine kar yağarsa ne olacak?

Y.N.Ö.: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin alacağı karar şöyle bir karar olursa İslamla çatışır: “Örtünme diye bir şey yoktur. Bu İslama da çağa da aykırıdır” şeklinde genel bir hüküm, İslama aykırıdır ve buna ilk karşı çıkanlardan biri ben olurum. Ama eğer “İslamın örtünme emri, abdest organlarını, sonuç olarak da başın örtülmesini içermediği için türban, İslamın bir icabı sayılmaz, tercihe bağlı, örfi bir simgedir” denirse bu İslama aykırı olmaz. Yani, başın örtülmesi, tartışmasız bir emir değil, Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın da ifade ettiği gibi, bir yorumdur. Elbette, aksi yorumlar da olabilir; onlara da saygı duymak gerekir. Diğer birçok dinsel konuda olduğu gibi...

Özdemir İnce / Cumhuriyet 

Tommiks, Teksas ve Konyakçı darbe yaptı! - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

 Uzun zaman Amerika’da yaşayan dostlarımdan biri şöyle demişti: 

“Işıl, Amerikan halkı bir türlü büyümeyen bir çocuk gibidir. Çok çabuk kandırılır, Hollywood filmleri sayesinde dünyayı kötülüklerden kurtardığını sanır, büyük çoğunluğu üç kuruş parayla yaşarken elinde birası televizyon karşısında izlediği Amerikan rüyasıyla heyecanlanır, sonra sızıp kalır. Amerikan yoksullarının en önemli geçim kaynağı ordudur. Çünkü askerlik paralıdır. Yoksulların büyük çoğunluğu kendi kendini kahraman ilan eder ve adını bile duymadığı coğrafyalarda savaşır, ya ölür ya da uyuşturucu ve travma sonrası stresle ömrünü geçirir. Büyük kentlerde eşcinsel evlilikler kutlanırken kasabalarda eşcinseller öldürülür, pek çok beyaz Amerikalı asla siyahların iş güç sahibi olmasını kendine yediremez! Çocuklarının bir siyahi ile aynı sırada oturmasını kaldıramaz. Kısaca Amerika’yı CIA, FBI ve 500 şirket idare eder.

Çizgi roman kahramanları bile utandı.

Bu sözler neden aklıma geldi hepiniz anladınız, teknoloji sayesinde Amerika’da Trump taraftarlarının postmodern darbe girişimini izlerken. Önce inanamadım, çünkü filmlerden bildiğimiz Kongre binası öyle çat kapı girilecek bir yer değildir. Ama uyduruk bir merdiven ve darbecilerin tırmanma becerileri işi bir anda halletti. Buna şaşarken aklıma birden çocukluğumda okuduğum Tommiks, Teksas çizgi romanları geldi. O da ne? Adamın biri resmen yarı çıplak, başında ünlü çizgi roman kahramanı Konyakçı’nın tüylü şapkasıyla konuşmaya başladı. Yani pes, öte yanda bir zamanların Kızılderililerle savaşan çizgi roman kahramanları Kongre binasında koltuklara yayılıp fotoğraf çektiriyorlar. Bir kısmı çağ atlamış ellerinde otomatik silahlar, Nazi toplama kamplarının en ünlüsü “Auschwitz Bizimdir” yazan tişörtlerle havaya ateş ediyorlar.

Vay canına, Amerika bütün dünyaya rezil oldu. Artık sizin dünyanın her yerine demokrasi götürdüğünüze kim inanır? Öte yandan günde üç bin kişinin Covid salgınından öldüğü bir ülke oldunuz, sizin havuzlu, çok çocuklu ve köpekli evlerinizde yaşanan “Amerikan Rüyası”na kim inanır? Trump, sen de hiç mi akıl yok, keşke bu işi bir Hollywood prodüktörüne havale etseydin. Sana dört dörtlük bir performans armağan ederlerdi. Tıpkı BAŞKANIN BÜTÜN ADAMLARI filminde olduğu gibi. Filmi görmedin mi? Sana ve görmeyenlere filmi biraz anlatayım. 

Filmde, tam seçim öncesi Amerikan başkanının bir genç kadınla ilişkisi ortaya çıkar. Hayda Amerikan halkı çok ahlakçı ya hemen bunun örtülmesi gerekir. İşte o zaman işe başkanın adamları karışır, bunların ne iş yaptığı, nereden para kazandıklarını kimse bilmez. Hayalet adamlar gibidirler ve hemen bir ünlü Hollywood prodüktörüne “derhal bir savaş çıkar” diye emir verirler. Çok değil iki gün sonra da Amerika’nın saldırıya uğradığı ve bir ülkenin Amerika’ya karşı savaş açtığı televizyonlara gelir. Saldıran ülke, başkanın adamları tarafından dünya haritası üstünde parmakla seçilir: Arnavutluk. Ve stüdyolarında bombalanan uyduruk evlerin, Arnavut askerleri kılığındaki bir grup tarafından kaçırılan sarışın bir kızın görüntüleri çekilir. Ülke artık sarışın kız için kiliselerde dua etmektedir. Beni bu filmde en çok güldüren sahne, böyle sahte bir film yapılırken kaçırılan kızın sağlık sigortası olup olmadığının başkanın adamları tarafından kontrol edilmesiydi. Filmlerin müziği de protest bir şarkıcıya yaptırılır. Sonuçta başkanın ilişkisi unutulur. Başkanın adamları prodüktöre ödül olarak bir elçilik vereceklerini söyler. Prodüktör kabul etmez, illaki Oscar ister. Ve film prodüktörün cenazesiyle son bulur.

Hani karmaya inansam, Amerikan şirketlerin emrindeki CIA ve diğer adı bilinmeyen örgütlerle dünyanın pek çok yerinde, sahte belgelerle demokrasinin tehlikede olduğunu yayan ve sözümona o ülkelere demokrasi götürmek için darbe yapan, suikastlar düzenleyen, en çok kadınların ve çocukların heder olduğu bölgesel savaşlar çıkaran Amerika’nın “lanetlendiğini” düşüneceğim. Belki bu olay, özellikle Amerikan halkının yıllarca peşini kovalayan pek çok çağdışı düşüncenin ve uygulamaların sorgulanmasına yol açar. Elbette her ülkede olduğu gibi Amerika’da da insan haklarına, iklim değişikliğine, uyduruk Amerikan rüyasına, kadınların öldürülmesine karşı olan binlerce yurttaş yaşamaktadır. Polisin boğazına dirseğini bastırarak “nefes alamıyorum” diye haykıran ve ölen siyahi yurttaşlarını unutmayan binlerce yurttaş. Finans oyunlarıyla evleri ellerinden alınan çoluk çocuk sokakta yaşamaya başlayan binlerce yurttaş. Sağlık hizmetlerinden yararlanmayan binlerce yurttaş!

Çocukluğumuzun çizgi roman kahramanları, bilmeden faydalı bir iş yaptılar. Toprakları için beyazlar tarafından öldürülen Kızılderilileri, siyahi kölelerin iş yaparken söyledikleri şarkıları yeniden anımsattılar. Gerçek Amerika o şarkılarda!

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

İktidar tahakküm müdür? - Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet

Bir insan topluluğunun kendisine belli bir anlam yüklediği somut nesne ya da göstergelere “simge” denir. Sosyal medyanın evrensel dilinde “emoji” tanımıyla algı dünyamıza katılan grafik imgecikler de birer simgedir. 

Simgeler görsel de olabilir, sözel de. İşlevi, ilgisiz gibi görünen bir nesneden yola çıkarak belli bir kişi ya da olayı çağrıştırmaktır. 

- Bir ayakkabı kutusu emojisi olsa, Türkiye’de yaşayan insanların en az yarısının aklına aynı isim gelmez mi?

-Ya kol saati? Müstafi bir bakandan başka kimi çağrıştırabilir ki...

-Çokomelli desem, kimi düşünürsünüz? 

-Tüpçü desem, kimi?

-“Bakara makara”nın yapıştığı yüz(süz)ün adı, hepimizin belleğine kazılı değil mi?

-“Milletin a... koymak”la övünen çarpık suratı, hangimiz unutabiliriz? 

-Aramızda “Yeliz”i bilmeyen yoktur da gerçek adını anımsayan kaç kişi?

-“Van minüt” desem, sular durulmaz mı? “White Sea” desem anlaşılmaz mı?  

-“Kel” desem on ikiden tutmaz mı? 

-Deri pantolon, zincir ve sidik üçlüsü, “Kabataş yalancıları”nın kült simgesi değil midir? 

-Dinozor heykeli desem, aklınıza T-Rex mi gelir, yoksa Melih Gökçek mi? 

Kayyım rektör emoji bekliyor

Lakaplar dahil, belli bir kişi ya da olayı çağrıştıran her nesne, ister görüntü olsun ister söz, simgedir. Ama simgeleşmek o kadar da kolay değil, çünkü toplumsal uzlaşma gerektiriyor. 

Bugünlerde simgeleşmeye en yakın aday, Boğaziçi Üniversitesi’nin yeni atanmışı, şimdilik “kayyım rektör” tanımıyla özdeşleşen Melih Bulu gibi duruyor. 

Katıldığı bir televizyon programında Türkiye’deki akademisyen sayısını “yüz binlerce”, nükleer silah yapım süresini de “altı ay” sandığına bakılırsa, gelecekte  emojisiyle de bütünleşebilir. 

Melih Bulu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BÜ ve zaten diğer üniversitelere kendi bünyelerindeki akademisyenlerin tercih ve seçim haklarını hiçe sayarak atadığı ilk rektör değil. Nihat Hatipoğlu’nun Gaziantep İslam Bilim (!!!) ve Teknoloji (!!!) Üniversitesi’ne rektör atandığı bir ülkede, en şaşırtıcı örnek de değil. Ama sanırım bardağı taşıran, tahammül bendini aşan, sabır taşını çatlatan son tahakküm damlası olarak sineye çekilemiyor.

Hasan Tan’ı hatırlayan var mı? 

ODTÜ’lü bir mühendisin 6 Ocak’ta BÜ’nün atanmış rektörüne yazdığı açık mektup, son damlanın tarihçesini güzel özetliyor:  

Melih Bey,

ODTÜ 1983 Makine Mühendisliği bölümü mezunuyum. 

Yeni atandığın görev hayırlı olsun diyemeyeceğim. Çünkü Boğaziçi Üniversitesi’nin en başta binlerce öğrencisi ve yüzlerce öğretim üyesi sana “hayır” dedi. Bu durum, yeni bir akademik ve idari görev için hiç de “hayırlı” bir başlangıç değildir.

Öğrencilik yıllarımda, Hasan TAN diye biri ODTÜ’ye “siyasi kimlikle kayyım rektör” atanmıştı. Ancak işçisi, öğrencisi, öğretim üyesi, aileleriyle ODTÜ’lü bizler, şimdi senin durumuna benzer bu atamayı kabul etmemiştik. Buna rağmen Hasan TAN, mevcut hükümeti de arkasına alıp dayatınca, öğrenciler dokuz ay süren boykota başlamışlardı. Bu süre içinde Hasan TAN, üniversiteye polis ve jandarma eşliğinde girebildi. Sebep olduğu üzücü olaylar sonucunda istifa ederek ayrılmak zorunda kaldı. Bir öğrenci arkadaşımız öldü, onlarcası yaralandı, şiddet görüp tutuklandı. Aileleri ve öğrenim yaşamları örselendi. Eğitim ve öğretim aksadı...

Şimdi senin atanmanla da benzer şeyler yaşanıyor. Polis üniversiteye giriyor, öğrenciler okula alınmıyor, yerlerde sürüklenip şiddet görüyor, üniversite kapısı kelepçe vurularak öğrencilerin yüzüne kapatılıyor... 

Binlerce öğrencinin tamamı provokatör olabilir mi? Üniversite demenin en geniş anlamıyla “özgürlük” demek olduğunu ODTÜ’de mutlaka yaşamış ve anlamış olmalısın.

Boğaziçi Üniversitesi’nde bin civarında ve senden çok daha kıdemli öğretim üyesi varken, senin üniversite dışından rektör atanmış olmanın, üniversitenin 150 yıllık birikimini örselediğini, kuruma emek vermiş yüzlerce öğretim üyesinin onurlarını incittiğini ve seçme özgürlüklerine darbe olduğunu anlaman gerekiyor.

İtiraz edilen “akademik kimliğin” değildir. Akademik kimliğinin önüne geçmiş olan siyasi kimliğin üzerinden atanma şeklindir. 

ODTÜ’lü bir büyüğün olarak önerim, bir an önce istifa etmendir. Kalmakta ısrar edersen, hem COVID-19 pandemisi hem de yaşanabilecek gerginlikten dolayı tarafların uğrayacağı zararların müsebbibi konumunda kalacaksın. Şu anda ODTÜ ve kamuoyu, 1977’deki istenmeyen gelişmelerin sorumlusu olarak atayanlardan daha çok, atanan ve istifa etmemekte direnen Hasan Tan’ı hatırlıyor.

Nasıl anılmak istediğin, tarihe nasıl geçeceğin, tam, şimdi senin tercihine bağlı. İstifa edersen, çok kısa bir süre için de olsa, öğrencilerin ve toplumun nezdinde unutulmayan bir rektör olursun. Bu gibi durumlarda istifa, çok onurlu bir davranıştır. Boğaziçi Üniversitesi gibi bir kurum ve kamuoyunda gönüllerin rektörü olarak kalmanın onuru, “istenmeyen kayyım rektör” olmanın yanında paha biçilmez değerdedir.*            

Serdar ERKAN

ODTÜ-ME’83 

Sözün özü

Değerli okurlarım, Türkiye’nin hâlâ üzerinde durduğu sağlam omuzlar; kelin fodulu, hırsızın yolsuzu, çapsızın liyakatsizi, yancının yandaşı kayırdığı muktedir tahakkümden bıktı. Bunca haksızlığı artık taşıyamıyor. Anlasalar iyi olur. Yoksa bu iktidar, tarihe ampul simgesiyle değil, emojisiyle geçecektir.        

* Alıntıdır.








Mine G. Kırıkkanat / Cumhuriyet