13 Ocak 2021 Çarşamba

WhatsApp mı, Telegram mı, Signal mi güvenli: Bilgisayar Mühendisleri Odası’ndan açıklama - BİRGÜN

WhatsApp’ın gizlilik sözleşmesini değiştirmesi ardından oluşan tepki sürerken hangi anlık mesajlaşma uygulamasının veri gizliliği konusunda güvenli olduğuna dair merak da devam ediyor. Bilgisayar Mühendisleri Odası (BMO), yaptığı açıklamayla gündemdeki uygulamaların veri gizliliği politikaları ve kullandıkları teknolojileri özetlerken Signal’in bu konuda öne çıktığını belirtti. BMO, yurttaşlara veri gizliliği konusunda bazı tavsiyelerde de bulundu.


Bilgisayar Mühendisleri Odası (BMO) 5. Dönem Yönetim Kurulu, WhatsApp’ın gizlilik sözleşmesini değiştirmesiyle başlayan tartışmaya yaptığı açıklamayla katkı koydu.

BMO, gündemdeki üç anlık ileti uygulaması olan WhatsApp, Telegram ve Signal’in veri transferinin gizliliği için kullandığı teknolojileri özetleyerek Signal’in bu konuda öne çıktığını belirtiyor. BMO, Bip ve Dedi uygulamaları hakkında ise dikkat çeken uyarılarda bulunuyor.

BMO’nun açıklamasında WhatsApp’ın söz konusu gizlilik sözleşmesinin AB’de zorunlu tutamamasında da değinirken, bunun sebebinin AB’deki veri gizliliği yasaları olduğunu kaydediliyor.

TBMM başta olmak üzere ilgili kurumlardan ve yetkililerden 3 başlık altında topladığı veri gizliliği ihtiyaçları için gerekli adımları atmalarını talep eden BMO, yurttaşlara ise 4 başlıkta önerilerde bulunuyor.

Bilgisayar Mühendisleri Odası (BMO) 5. Dönem Yönetim Kurulu tarafından yapılan detaylı açıklamanın tamamı şöyle:

Uygulamasının Yeni Gizlilik Politikası Dayatması, Alternatif Uygulamalar ve Kişisel Verilerimizin Korunması

Ülkemizde ve dünyada gezgin (mobil) aygıtlarda yaygın kullanılan bir anlık ileti (mesajlaşma) aracı olan WhatsApp uygulamasının kullanıcıları, içinde bulunduğumuz Ocak ayı başlarından bu yana uygulamanın gizlilik politikasının 8 Şubat 2021’den başlayarak değişeceği bildirimini almaktalar. WhatsApp uygulamasının sahibi olan Facebook şirketi bu değişikliği şöyle açıklıyor: WhatsApp kullanıcılarından toplanan kişisel veriler, Facebook’a ait diğer uygulamalarda kullanılabilecek ve başka şirketlerle de paylaşılabilecek. Aslında 2016 yılında ilk adımı atılmış olan bu politikanın şimdiki adımıyla, uygulamayı kullanmaya devam etmek isteyen kullanıcılar bu koşulları kabul etmek zorunda bırakılırken değişikliği onaylamayan kullanıcılar 8 Şubat 2021’den sonra uygulamayı kullanamayacaklar.

Yurttaşlarımızın bu konudaki haklı kaygı ve tepkileri başta sosyal medya ortamları olmak üzere birçok mecrada geçtiğimiz hafta boyunca büyüyerek WhatsApp uygulamasını silme kampanyalarına ve alternatif uygulama arayışlarına dönüştü. Gerek sosyal medya paylaşımlarında öne çıkan gerekse kullanıcı sayıları kayda değer artış gösteren “Telegram” ve “Signal” adlı anlık ileti uygulamaları bu alternatif arayışlarında öne çıktı.


ANLIK İLETİ UYGULAMALARINDA ŞİFRELEME VE GİZLİLİK

WhatsApp, kullanıcılar arası veri aktarımında (transferinde) uçtan uca şifreleme (E2E) kullandığından söz ederek, bu durumun değişmeyeceğini ve kullanıcıların güvende kalacaklarını açıklamakta; yeni gizlilik politikası sonrasında yalnızca üstverilerin (örneğin: kiminle ne zaman iletişim kurulduğu bilgisi, kullanılan cihaz bilgisi, konum bilgisi, telefon numarası, IP adresi vb.) ortaklarıyla paylaşılacağını, kullanıcıların uygulama içindeki paylaşımlarının şifrelenmiş olarak aktarılmaya devam edeceğini belirtmektedir. Ancak WhatsApp uygulamasının istemci (client) ve sunucu (server) katmanlarındaki kaynak kodlarının tamamı kapalı olduğu için bu iddia bağımsız otoritelerce kesin olarak kanıtlanamamaktadır. İstemciler arası iletişim tümüyle şifrelenmiş olarak gerçekleşse bile istemci düzeyinde gerçekleşen işlemlerin de şirketin kontrolünde olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Diğer yandan, WhatsApp uygulamasının sahibi olan Facebook’un sicili, topladığı kişisel verileri kullanma konusunda temiz değil. Geçmişte kullanıcılarından topladığı bilgileri resmi otoritelerle, ABD’de CIA ve NSA gibi istihbarat örgütleriyle paylaştığı çok sayıda habere konu olmuş; dahası, bir önceki ABD seçimlerinde bu bilgilerin başkan adaylarından biri yararına kullanıldığını gösteren “Cambridge Analytica” skandalı unutulmamıştır.

Telegram uygulamasında ön tanımlı mesajlaşmada veriler istemciden sunucuya şifrelenmiş olarak iletilmekte ve şifrelenmiş veri sunucuda çözülüp alıcının istemcisine yeniden şifrelenerek gönderilmektedir. Telegram, sunucularında bulunan kullanıcı verilerine erişilmek istendiği takdirde veriye erişim için birçok farklı hukuk sisteminden izin alınması gerektiğini öne sürmektedir. Uygulamada gizli mesajlaşma seçeneği kullanıldığında ise uçtan uca (E2E) şifreleme yapılmakta, yani göndericinin iletisi şifrelenmiş olarak alıcıya iletilmekte ve alıcının uygulamasında çözülmektedir. Telegram’ın özgür yazılım olan mobil, web, masaüstü uygulamalarına karşın tüm iletişimin akışını sağlayan sunucu yazılımları özgür yazılım değildir, yani kaynak kodları kamusal erişime açık değildir. Ayrıca bu uygulamanın da bir şirketin sahipliğinde olması ileride gizlilik politikasını değiştirme riskini taşımaktadır.

Signal uygulaması, gerek istemci ve sunucu yazılımları düzeyinde bütün olarak özgür yazılım olmasıyla gerekse yazılı, sesli ve görüntülü veri aktarımında uçtan uca (E2E) şifreleme kullanmasıyla kişisel verilerin korunması yönünden daha güvenli bir seçenek olarak görünmektedir. Signal’in, kimin kiminle mesajlaştığı üstverisi (metadata) gibi verileri yalnızca kullanıcı uygulamasında tutması, gizlilik özellikleri için önemli bir avantajdır. Kâr amacı gütmeyen bir vakfın kontrolünde olması nedeniyle de şirketlerin kâr odaklı değişen politikalarının oluşturduğu risklerle karşı karşıya değildir. Özgür yazılım olması, kamusal erişime açık olan kaynak kodlarının gelecekte de erişilebilir olacağının ve yeni sürümlerinin de aynı özellikleri taşıyacağının güvencesidir. Dolayısıyla saydamlığı ve sürekliliği güvence altındadır.

Güvenlik ve saydamlık konusunda doyurucu açıklamaları bulunmayan, “yerli” olma iddiasıyla ortaya çıkan ve dünya genelinde olmasa da ülkemizde gündeme gelen “Bip” ve “Dedi” gibi bazı uygulamalar, açık kaynak kodlu ya da özgür yazılım olmamaları nedeniyle kullanıcılara güven verememektedir. Ayrıca hiçbir üçüncü tarafla veri paylaşmamak gibi bir taahhütleri de söz konusu değildir.


KİŞİSEL VERİLERİN KORUNMASI: AVRUPA-TÜRKİYE

Yurttaşlarımızın, WhatsApp uygulamasının yeni gizlilik politikası dayatmasına tepkilerinin yoğunlaştığı bir başka nokta ise bu değişikliğin Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde zorunlu değilken ülkemizde zorunlu tutulmasıdır. Birçok yurttaşımız şirketin bu tutumunu “çifte standart” olarak değerlendirerek tepkilerini şirkete yöneltmiştir. Oysaki uygulamanın aynı dayatmayı AB üyesi ülkelerde yapmamasının nedeni keyfi bir tercih değil; AB vatandaşlarının kişisel verilerinin, kısaca GDPR (General Data Protection Regulation) olarak bilinen, kişi hak ve özgürlükleri temel alınarak oluşturulan, 1990’lı yıllardan bu yana güncellenerek geliştirilen yasal düzenlemeyle sıkı biçimde korunuyor olmasıdır. Beri yandan ülkemizde 2016’dan bu yana yürürlükte olan Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK), GDPR’nin ilk düzenlemeleri baz alınarak oluşturulduysa da sonrasındaki teknolojik ve hukuksal gelişmeler doğrultusunda gerekli güncellemeler yapılamamıştır. Dolayısıyla KVKK, GDPR’nin AB vatandaşlarına sağladığı koruma düzeyini yurttaşlarımıza sağlamaktan uzaktır.


KİŞİSEL VERİLERİN KORUNMASINDA EVRENSEL STANDARTLAR UYGULANMALIDIR

İletişim ve kişisel verilerin gizliliği, her birey için temel bir gereksinim ve korunması gereken bir haktır. Bireysel düzeyde toplanan veriler kitlesel düzeyde işlenip gözetim, denetim ve üretim mekanizmalarını besledikleri için aynı zamanda toplumsal olarak da kaygı duyulması gereken bir kamusal meseledir. Kamu otoritesi konumundaki yasa yapıcılar ve uygulayıcılar, bireylerin ve toplumun verilerinin gizliliğinin korunması için gerekli düzenlemeleri yapmalı ve uygulamalıdır. Yurttaşların kişisel verileri, tekelleşmiş yazılım şirketlerinin insafına bırakılamayacak düzeyde önemlidir. TBMM başta olmak üzere ilgili kurumlardan ve yetkililerden aşağıdaki konularda ivedi adımlar atılmasını istiyoruz:

1) Kişisel veriler üzerinden büyük kazançların elde edilmesinin engellenmesi, bu alanda tekelleşmenin önüne geçilmesi için KVKK’nin iyileştirilmesi başta olmak üzere gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

2) Kişisel verilerin korunması için yapılacak düzenlemelerde, uygulamalarda ve denetimlerde başta meslek odalarımız olmak üzere konuyla ilgili demokratik kitle örgütleriyle işbirliği yapılmalıdır.

3) Milyonlarca yurttaşın verilerini içermesi itibarıyla kamusal varlık olarak değerlendirdiğimiz büyük veri kümelerini işleyen kamu bilişim sistemleri (örneğin: sağlık bilişim sistemleri, UYAP, MERNİS, SEÇSİS), anayasal sorumluluklarından biri kamusal denetim olan meslek odalarımızın bağımsız denetimine açılmalıdır.

Kişisel verilerin gizliliğinin evrensel standartlarda güvence altına alınabilmesinin yolu, İnternet altyapısına ve uygulamalarına “ağ tarafsızlığı” ilkelerine uygun şekilde yaklaşan, demokratik, özgürlükçü, saydam, hesap verebilirlik ilkelerine uygun bir hukuk devleti olmaktır. Yurttaşlarımız, “verilerim nereye/kimlere gidiyor”, “başıma bir iş gelecek mi” gibi kaygılar içinde olmadan iletişim kurabilmelidir.


KİŞİSEL VERİLERİMİZ KONUSUNDA DUYARLILIĞIMIZI ARTIRMALIYIZ

WhatsApp uygulaması nedeniyle gündeme gelmiş olması ve yurttaşlarımızca bu denli önemsenmiş olması sevindirici olmakla birlikte, kişisel verilerin korunması konusunda bu verilerin sahibi olan yurttaşlarımızın dikkat etmesi gereken başka önemli noktalar da bulunmaktadır. WhatsApp uygulaması dışında da yurttaşlarımızca yaygın olarak kullanılan birçok uygulama, benzer şekilde kişisel verileri kaydetmekte, işlemekte ve başka kişi ya da kurumlarla paylaşmaktadır. Birçok uygulama hiçbir paylaşım yapılmasa bile kullanıcılarını işaretlemekte; ekranlardaki gezinmeleri, hangi sayfaya ya da paylaşıma ne kadar süre bakıldığını, nelerin beğenilip nelerin hızla geçildiğini, ne kadar süre bağlı kalındığını, nelerin aratıldığını, kimlerle etkileşime girildiğini izlemektedir. Dolayısıyla bu farkındalığın kullanılan tüm aygıt ve uygulamalar için sürdürülmesi gerekmektedir. Söz konusu durum aslında kişisel verilerimizi satan, güvenliğimizi hiçe sayan ve kullanıcıları yalnızca kâr aracı olarak gören uygulamalardan kurtulmak için bir şans oluşturmuştur.

Özel yaşamlarımızın gizliliği (mahremiyet) ve kişisel verilerimiz değerlidir; bu bağlamda yurttaşlarımıza şunları öneriyoruz:

1) Aygıtlarınıza (bilgisayarınıza, telefonunuza, tabletinize vb.) kurduğunuz uygulamaların erişmek istediği bilgileri ve izinleri mutlaka kontrol edin; vermek istemediğiniz bilgileri ve izinleri edinmek isteyen uygulamaları kurmaktan kaçının. Halihazırda kurulu olan uygulamalarınıza verilmiş izinleri düzenli aralıklarla gözden geçirin.

2) Veri aktarımı sağlayan anlık ileti uygulamaları ve sosyal medya uygulamalarında, gerekli ya da zorunlu olmadıkça kritik kişisel bilgilerinizi (örneğin: sağlık bilgileri, kredi kartı bilgileri, ev adresiniz vb.) paylaşmaktan kaçının. Kişisel sır ya da ticari sır olarak değerlendirdiğiniz bilgileri, anlık ileti ve sosyal medya ortamlarında paylaşmaktan kaçının. Bu tür bilgileri paylaşmanızın gerekli olduğu durumlarda ise gereklilik ortadan kalktığında paylaşımınızı silin.

3) Çocuklarınızın kullandıkları aygıt ve uygulamaları kontrol ve takip edin, onları kişisel verilerin gizliliğinin önemi konusunda bilgilendirin.

4) Özgür yazılımları tercih edin. Gereksinim duyacağınız birçok uygulamanın özgür yazılım olan bir alternatifini bulabilirsiniz. Özgür yazılımlar herkesin katılabildiği saydam bir geliştirme süreciyle, kaynak kodları tüm insanların erişimine açık olarak geliştirilirler; sahipleri ise kişi ya da şirketler değil tüm insanlıktır.

BİRGÜN

 

Liberalizm: İktidarda ve muhalefette - Fatih Yaşlı / SOL

İstenen, restore ve rehabilite edilmiş bir kapitalizmdir, istenen düzenin bekasının yeniden tesis edilmesi ve liberal ajandanın yoluna devam edebilmesidir. 

1632-1704 yılları arasında yaşayan İngiliz filozof John Locke, liberalizmin kurucusu olarak bilinir. Locke’un siyaset felsefesinin merkezinde “sınırlandırılmış devlet” fikri bulunur; Locke’a göre yöneticiler keyfi olarak hareket etmemelidirler, icraatlarının hukukla ve yasalarla sınırlandırılması gerekir. 

Peki Locke neden sınırlandırılmış bir devlet istemektedir, asıl sorulması gereken soru budur.  

Çünkü Locke, yaşadığı dönemdeki yükselen yeni sınıfın, yani burjuvazinin düşünsel temsilcisidir. İngiltere’de yaşanan kapitalist gelişme, beraberinde yeni bir sınıfı, burjuvaziyi ortaya çıkarmış; para kazanan, servet biriktiren bu yeni sınıf, istediğini yapma kudretine sahip krala karşı parasını, servetini nasıl koruyabileceği üzerine kafa yormaya başlamıştır. Yani özel mülkiyet artık dokunulmazlık arayışındadır ve bunun için de bulunan çözüm, hukuk ve yasa olmuştur. 

Locke daha da ileri gider ve devletin sınırlandırılması fikriyle yetinmez, aynı zamanda devletin varlık nedeninin mülkiyeti korumak olduğunu söyler; mülkiyet hakkı doğal bir haktır ve devlet bu hakka dokunamaz, bilakis onu korumakla yükümlüdür. 

Dolayısıyla, kapitalizm açısından anayasa da, hukuk da, demokrasi de, devletin sınırlandırılması da özel mülkiyetle araçsal bir ilişki içerisindedir; tüm bunlar, yükselen burjuvazinin monarşi karşısındaki siyasal mücadelesiyle ve kazandığı parayı, edindiği serveti koruma arzusuyla doğrudan bağlantılıdır. 

Peki bu ne anlama gelir? Bunun anlamı, kapitalizmle demokrasi arasında liberaller tarafından kurulan varoluşsal ilişkinin, yani kapitalizmin demokrasi, demokrasinin ise kapitalizm olmadan yaşayamayacağı iddiasının bütünüyle yanlış olduğudur. Kapitalizm için önemli olan mülkiyetin korunmasıdır ve zaten burjuvazi, burjuva devrimleri sonrası iktidarı aldığında, işçi sınıfına karşı yaptıklarıyla, demokrat olmadığını çok net bir şekilde göstermiştir; demokrasi ise esas olarak sınıf mücadelelerinin ve ezilen sınıfların hak arayışlarının bir ürünüdür. 

Yani bugünkü batı demokrasilerine bakıldığında görülmesi gereken şey, kapitalizmin özü itibariyle demokratik bir nitelik taşıdığı ve bu nedenle de burjuvazinin demokrasiyi inşa etmiş olduğu değil, demokrasinin emekçilerin siyasal ve sosyal hakları için verdikleri mücadelelere bağlı olarak geliştiğidir.

Genel oy hakkından çalışma saatlerinin sınırlandırılmasına, fikir özgürlüğünden sosyal güvenliğe uzanan bir genişlikte, bugün insan ve yurttaş hakları kapsamında görebileceğimiz ne kadar hak ve özgürlük varsa, bunların hiçbiri kapitalizm ve burjuvazi tarafından yukarıdan bahşedilmemiş, hepsi büyük ve zorlu toplumsal mücadelelerin neticesinde elde edilmiştir; görmemiz, bilmemiz gereken şey budur.  

Liberalizmin zayıflığı? 

Türkiye siyasetinde liberalizmin tarihsel olarak zayıf ve güçsüz olduğu yönündeki iddia bizzat liberaller tarafından söylenen ideolojik yalanlardan biridir. Bu ülkede kendisine “liberal” diyenlerin sayısı azdır, kendisini “liberal” olarak adlandıran güçlü herhangi bir siyasi akım da mevcut değildir doğru ama buradan Türkiye liberalizminin etkisiz bir fikir akımı olduğu anlamı çıkmaz. 

Aksine, kapitalizmi meşrulaştırmanın ideolojisi olarak liberalizm, Türkiye’de başından beri hegemonik bir karakter taşımış, merkez sağdan merkez sola, milliyetçilikten İslamcılığa ve bunlarla kıyaslandığında daha az olmakla birlikte sosyalist sola da uzanan bir genişlikte, farklı ideoloji ve akımlar üzerinde etkili olmuştur. 

2. Dünya Savaşı sonrası Türkiye’yi Amerikan yörüngesine sokan, IMF, Dünya Bankası üyesi yapan, devletçilikten vazgeçen, kalkınma ve sanayileşme hedeflerini bir kenara atan CHP bunları elbette ki liberal bir yönelimle yapmıştır. 1950’lerin piyasacı Demokrat Parti’si ve Menderes’i elbette ki liberaldir. 1960’larda Demirel “vatandaşa plan değil pilav lazım” derken elbette ki liberal saiklerle hareket etmektedir. Türkiye ekonomisinin liberalleştirilmesi 12 Eylül darbesiyle mümkün olmuştur, darbeciler bu anlamıyla elbette ki liberaldir. Darbeyle liberalizme açılan Türkiye ekonomisini yıllarca liberalliğini kimsenin inkâr edemeyeceği Özal yönetmiştir. Türkiye’de düzenin krize girdiği 90’lı yıllarda çözüm olarak “devletin küçültülmesi” gösterilmiş, medyada, akademide, düşünce dünyasında demokratikleşme ile piyasa ekonomisi arasında doğrusal bir bağ kurulmuştur.  

Ve AKP iktidarı, açıkça liberalizmin Türkiye’de kurduğu hegemonyanın büyük katkılarıyla, liberal bir söylem eşliğinde iktidara gelmiş, rakiplerini ekarte edip devletleşirken de yine liberal retoriğe başvurmuş, rejim inşasını “demokratikleşme” iddiası üzerinden temellendirmiştir. Dahası, Özal’ın yarım bıraktığı işi tamamlamış, özelleştirmelerle, taşeron ve güvencesiz çalışmayla, despotik emek rejimiyle ve dinselleşmenin yardımıyla Türkiye’yi sermaye için bir cennet bahçesine dönüştürmüştür.  

Velhasıl, liberalizm Türkiye’de zayıf bir ideoloji değildir; sermaye düzenini, piyasa ekonomisini ve özel mülkiyeti meşrulaştıran, bunları biricik ve değiştirilemez olarak gösteren, bunlar olmadan demokrasinin mümkün olmayacağını iddia eden bir dünya görüşü olarak, siyaset üzerinde ciddi bir etkiye sahiptir. 

Çok basit bir örnek vermek gerekirse, günümüz Türkiye’sinde toplumun büyük çoğunluğuna demokrasi olmadan Türkiye’ye yabancı sermayenin, yatırımcının gelmeyeceği ve Türkiye ekonomisinin yaşadığı krizin gerisinde iktidarın otoriterleşmesinin bulunduğu, adeta bir ezber olarak öğretilmiştir. Oysa, kapitalizmin geçmişte ve bugün, otoriter, askeri hatta faşist rejimlerle gayet iyi ilişkiler yürüttüğü, istediği şeyin demokrasi ya da hukuk devleti olmadığı, kapitalizm açısından önemli olanın mülkiyet dokunulmazlığı ve öngörülebilirlik olduğu açıktır. Böyle olmasına rağmen, liberal hegemonya, kapitalizmin demokrasiye ihtiyaç duyduğu ve demokratikleşmenin yolunun kapitalizmden geçtiği iddiasını yaygın bir söylem haline getirmeyi başarmıştır.

Başka bir örnek ise merkez bankasına dair tartışmalar üzerinden verilebilir. İktidarın bankaya ve faiz oranlarına süreklileşmiş müdahalesi, muhalefetin “bağımsız merkez bankası” söylemini güçlendirmiş, merkez bankalarının bağımsızlığının demokrasilerin olmazsa olmazı olduğu yönündeki liberal iddia, genel bir kamuoyu kanaatine dönüşmüştür. Oysa “bağımsız” merkez bankaları, kamu yararını ve halkın çıkarlarını değil, sermayenin çıkarlarını gözetirler ve bu anlamda sermayeye bağımlıdırlar. Dolayısıyla savunulması gereken, kamucu ve halkçı bir iktidar ve halkçı-kamucu ekonomi politikaları izleyen bir merkez bankası iken ve zaten aslında demokratik olan da bu iken, liberal hegemonya sayesinde “bağımsız merkez bankası” fikri topluma yerleştirilmiştir. 

Ve aynı liberalizm bugün, iktidar partisinin ekonomiye yönelik müdahaleleri üzerinden Türkiye’de piyasa ekonomisinin yürürlükte olmadığını, neoliberal bir programın uygulanmadığını ve hatta AKP’nin sosyalist bir parti olduğunu öne sürebilmekte, topluma bu kanıyı yerleştirmek için ciddi bir mücadele vermektedir.

Devlet müdahalelerinin hangi sınıfın yararına olacak şekilde gerçekleştirildiğini bilerek göz ardı eden, AKP iktidarıyla sermaye arasındaki ilişkilerin üzerini örten, “kayırma ekonomisi” üzerinden yeni bir sermaye sınıfı yaratılmasına bakarak iktidarın neoliberal ajandasını yok sayan bu bakış açısının esas derdi ise elbette ki AKP-sonrası Türkiye için yapılan hazırlıktır. 

Liberal restorasyon 

Düzen muhalefeti, AKP-sonrasını bir kapitalist restorasyon dönemi olarak görmekte, IMF ve Dünya Bankası ile yeni anlaşmalara, yeni özelleştirme ve kemer sıkma programlarına, “yapısal reformlar”a hazırlanmaktadır. Tüm bunlar ise Türkiye kapitalizminin rehabilitasyonu ve restorasyonu anlamına gelmektedir. Bu sürecin toplumsal ve siyasal meşruiyeti liberal söylem üzerinden kurulmak istenecek, AKP’nin aslında liberal olmadığı, krizin nedeninin izlediği devletçi ve hatta “sosyalist” politikalar olduğu söylenecek ve bu sayede kapitalizm aklanacaktır. 

Düzen muhalefetinin bütün unsurlarına sızmış bir akım olarak Türkiye liberalizminin taşıdığı sınıfsal karakter, liberallerin güncel hadiselere verdikleri tepkilere bakarak anlaşılabilir; bu ise AKP-sonrası Türkiye’ye liberalizmin damgasını vurması halinde neler yaşanacağına dair ciddi ipuçları vermektedir.

Liberaller, şu son süreçte “beşli müteahhit çetesi”ne yönelik kamulaştırma söylemine net bir şekilde karşı çıkmışlar, asgari ücretteki 500 TL’lik artışı ekonominin gerçeklerine aykırı bulmuşlar, belediyelerin ve kimi fırınların ucuz ekmek satmasının rekabete aykırı olduğunu söylemişler ve salgına rağmen devletin sağlık harcamalarına yaptığı katkıya ve sağlık hizmetlerinin bir kamu hizmeti olarak verilmesine karşı çıkmışlardır. 

Elbette ki AKP-sonrası Türkiye’de doğrudan iktidara gelenler liberaller olmayacaktır ama liberal hegemonya iktidara gelenlerin icraatlarını doğrudan biçimlendirecektir; dolayısıyla liberalizmin güncel hadiselere verdiği tepkilere bakarak düzen muhalefetinin iktidardaki icraatlarını şimdiden kestirebilmek mümkün hale gelmektedir. İstenen, restore ve rehabilite edilmiş bir kapitalizmdir, istenen düzenin bekasının yeniden tesis edilmesi ve liberal ajandanın yoluna devam edebilmesidir. 

Tam da bu nedenle, Türkiye’de mücadele edilmesi gereken tek şey “rejim” değildir; “rejimle mücadele” adı altında düzeni makyajlayarak toplumun önüne yeniden getirenlerle de, yani liberalizmin ajandasıyla da mücadele edilmesi gerekmektedir. Eğer sahte değil gerçek bir “düzen değişikliği” isteniyorsa, eğer gerçek anlamda eşitlikçi, halkçı, kamucu bir düzen isteniyorsa, yapılması gereken budur. 

Fatih Yaşlı / SOL  

Rauf Denktaş - Doç. Dr. Hüner TUNCER / Olaylar Ve Görüşler-Cumhuriyet

 13 Ocak 2012 tarihinde yitirmiş olduğumuz Kıbrıs’ın efsanevi lideri Rauf Denktaş ile Nisan 2005 tarihinde Lefkoşa’da yaptığım bir söyleşiyi dile getirerek, Denktaş’ın, bir türlü çözüme kavuşturulamayan Kıbrıs sorunuyla ilgili sözlerini bir kez daha kamuoyuna anımsatmakta yarar olacağı görüşündeyim.


Rauf Denktaş benimle yaptığı söyleşide; çıkmazda bulunan Kıbrıs sorununa bir çözüm bulmak amacıyla BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından oluşturulan “Annan Belgesi” üzerinde, 24 Nisan 2004’te Kıbrıs’ın her iki kesiminde gerçekleştirilen referanduma ilişkin görüşlerini dile getirmişti.


Yapılan referandumun sonucunda Annan Belgesi, KKTC halkının % 64.9 oyuyla kabul görmüş; GKRY halkı ise, Belge’ye % 74.8 oranıyla “hayır” demişti. Ada’nın her iki halkı Belge’ye “evet” demediği için Annan Belgesi, yasal açıdan geçersiz sayıldı ve uygulamaya konulamadı.

“17 Nisan 2005 tarihinde Cumhurbaşkanlığı görevinden ayrılacak olan Rauf Denktaş, söyleşimize şu sözlerle başladı: ‘Egemenlik ve self-determinasyon hakkını içermeyen eşitlik, ancak sözde, yapay bir eşitlik olur.’

“Rauf Denktaş, söyleşimizi şöyle sürdürmüştü: ‘Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrıldıktan sonra durumumda bir değişiklik olacağını düşünmüyorum. Mücadele devam ediyor. Cumhurbaşkanlığı, anayasal çerçevede yetkileri kısıtlı bir makamdı. Görüşmeci de olduğum için, gereğinden fazla bu mevkiide kaldım.

“Annan Planı” ile başlanan süreçte ben halkıma ‘hayır’ demesini önerdim, çünkü bu Plan egemenliğimizi içermiyordu.(1) Bize kâğıt üzerinde bazı haklar verilecekti, aynen 1960 Antlaşması’nda olduğu gibi. Rumlar, yine bunu yırtıp atıp, ‘Kıbrıs’a hâkim olmak için harekete geçebileceklerdi.

“Annan Planı, bizi 1960 Antlaşması’nı çiğneyerek, Türkiye’nin üye olmadığı AB’ye götürmeyi öngörüyordu. Annan Planı, 1960 Antlaşması’nda Türkiye’ye verilmiş olan garantörlük hakkını ortadan kaldırıyor ve bizim de güvenliğimizin temelini oluşturan Garanti Antlaşması’nın öngördüğü Türk-Yunan dengesini Yunanistan’ın lehine bozuyordu. Yıllarca her görüşmede kutsal bir hak olarak koruduğum bir ilkeyi ters-yüz eden Annan Planı’nı kabul etmem, Kıbrıs Türkü’nün, Türkiye’nin Ada’dan çıkışını kendi imzası ve arzusuyla gerçekleştirmesi demekti ki; bana göre, bu tarihî bir hata olurdu. Daima savunmuş olduğum ilke, Türkiye de üye olmadan ‘Kıbrıs’ın AB gibi bir birliğe üye olamayacağı ve ‘Kıbrıs’ın AB’ye girmesinin ancak Kıbrıs’taki her iki tarafın uzlaşmasından sonra gündeme gelebileceğiydi.

Annan Planı, Rumları tatmin etmek için ve Türkleri Kıbrıs’tan çıkartmak için, bulunmuş bir formüldü. Türkiye’nin ‘Annan Planı’ndan yana çıkması; ‘Plan’a ‘evet’ dememiz için ABD’nin, İngiltere’nin ve AB’nin müdahaleleri ile propagandaları; Türk basınının ‘evet’ yönündeki girişimleri; Türkiye’nin, ‘hayır dediğimiz takdirde, bunun sonucuna katlanırsınız’ yolundaki tehditleri; Türkiye’nin, ‘evet derseniz, ertesi gün KKTC’nin tanınma yolu açılacaktır’ vaatleri, halkımızın % 65’inin  Plan’a ‘evet’ demesinin yolunu açmıştır.

“Bize ‘evet’ dedirtenler, Rumların da Plan’a ‘evet’ diyeceği inancıyla hareket etmişlerdir. Oysa Rum, ‘meşru Kıbrıs Hükümeti’ olarak, ‘Kıbrıs’a sahip çıktığını düşünüyor ve bu unvandan tâviz vermek ve bunu bizimle paylaşmak ihtiyacını duymuyordu.

“Halkımızın % 65’inin ‘evet’ demesinden sonra, benim derhal istifa etmem gerekirdi; ancak, Rumların ‘hayır’ demek suretiyle bize yeniden düşünme şansı vermesi nedeniyle, görevimin sonuna değin bu hakkı kullanmak suretiyle görevime devam ettim.

“Türk halkının ‘evet’ oyları, Türklerin Rumlarla birleşmeyi istediği biçiminde yorumlanmıştır. Benim uzlaşma istemeyen bir kişi olarak algılanmam sonucunda, halkımdan yeniden oy istememin doğru olmayacağını düşündüm. Türk Hükümeti ile Türk basını, dış dünyanın beni gördüğü gibi uzlaşmaz bir kişi, Türkiye’nin AB’ye girişini engelleyen bir kişi olarak görüyordu.

“Kıbrıs’ta sağlam ve kalıcı bir anlaşmanın olabilmesi için, böyle bir anlaşmanın ‘bağımsızlık’ ve ‘egemenlik’ üzerine inşa edilmesi gerekir. İşte, bundan böyle benim bu ilkeyi daha sağlamca savunabileceğim platform, ‘halka dönüş’ olacaktır.”

Rauf Denktaş’la yaptığım söyleşiden ayrılırken, bu büyük devlet adamının, Kıbrıslı Türklerin haklı davasını savunmak ve bu davanın haklılığını dünya devletlerine benimsetmek yolunda 40 yıl önce başlattığı zorlu savaşımı bundan böyle de aynı kararlılıkla ve başarı azmiyle sürdüreceğinden emindim.

DOÇ. DR. HÜNER TUNCER

DİPÇE

(1) BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın, ABD ve İngiltere ile hazırladığı ve sunmadan önce Kıbrıs Rum Yönetimi ile AB’nin onayını aldığı Annan Belgesi, kanımca Kıbrıs sorununu çözmek yerine, tam bir kaos ve kargaşa yaratacak niteliktedir. Annan Belgesi’nin; egemenlik, eşitlik, uzun vadede iki kesimlilik ve Türkiye’nin etkin ve fiilî güvencesi konularında, KKTC’nin çıkarlarını yansıtmadığı görüşündeyim.


12 Ocak 2021 Salı

Siyasal İslamcı hareketin yükselişi ve tükenişi - Oğuz Oyan / SOL

 Bir tükeniş sürecine girdiğini söyleyebilmek için sadece oy oranlarına bakmak yeterli değildir. AKP, ideolojik olarak tükenmektedir.

Osmanlı Devleti'nin son çeyrek yüzyılında varlık göstermeye başlayan siyasal İslamcı hareket, Osmanlı hanedanının Kurtuluş Savaşı sürecindeki teslimiyeti ve ihaneti sonrasında tutunacak dal bulamamış, Cumhuriyetin kurucu iktidarının çok güçlü siyasi meşruiyeti karşısında da pısmak zorunda kalmıştı.

 Gene de her olanakta (Serbest Fırka gibi) başkaldırmaya hazır olarak beklemişti. 1946 sonrasında çok partili yaşama geçilince önce sağ muhalefet sonra da sağ iktidar partisi içinde kendine yaşam alanı bulacaktı. Bu arada ABD'nin 1950'lerden itibaren iyice ete kemiğe bürünen "Amerikancı İslam" yaratma projesinin Türkiye ayağında her zaman kapsam içinde olacak, palazlanmasını dış desteklerle de hızlandıracaktı.

Bu paraziter kimliğinden kurtulup kendi kanatlarıyla uçmaya başlayabilmesi için biraz daha beklemesi gerekecekti. CHP'nin 1973-74'te Milli Selamet Partisi (MSP) ile yapacağı koalisyon, bir anda siyasal İslamcı hareketi merkezi iktidar ortağı yapacak, meşru bir siyasi zemine sıçratacaktı. 1970'lerin ikinci yarısında MSP, izleyen Milliyetçi Cephe koalisyonlarında da hep iktidar ortağı olarak kalacaktı.

Refah Partisi'nin 1991 seçimlerinde MHP ile birlikte aynı listeden seçimlere katılarak barajı aşması ve daha önemlisi 1994 yerel seçimlerinde üçe bölünmüş bir "merkez sol" hareketin hediyesi olarak tek başına önemli yerel seçim başarıları elde etmesi tarihi bir dönüm noktası olacaktır. Bunun ötesine geçerek 25 yıl boyunca İstanbul ve Ankara'yı elinde tutma "becerisi" siyasal İslamcı harekete çok yeni zeminler kazandıracaktır. 1995 genel seçimlerinden birinci parti olarak çıkması ve koalisyonun büyük partisi olarak (ve dolayısıyla başbakanlığı alarak) bir iktidar deneyimi yaşaması, 2000'lerdeki süresiz iktidarının kapılarının açılmasını kolaylaştıracaktır. Yerel yönetimleri ve merkezi yönetimi deneyimlemiş olması bu harekete toplum nezdinde siyasi güvenilirlik ve meşruiyet payesini kazandırken, 28 Şubat muhtırasıyla iktidardan düşürülmüş olması ona sürekli istismar edilecek/ sürekli "mağduriyet" üretilecek bir alan kazandırmış olacaktır. Bunu en iyi kullanan da, o hareketten daha işbirlikçi ve daha takiyyeci bir biçime "dönüşerek" türeyen AKP olacaktır.

Bazı sonuçlar

Sonuç 1: Cumhuriyetin kuruluş döneminde başını kaldıramayan, 1970'lere kadar diğer sağ partilerin kanatları altında siyaset yapabilen, 1970'lerde ilk koalisyon deneyimini yaşayan bir siyasi hareket 1990'lardan sonra Türkiye siyasetine ağırlık koyacak duruma gelecektir. Şimdi 19. yılına girmiş kesintisiz bir merkezi yönetim olarak iktidardadır. Önemli belediyelerde 25 yıl süren kesintisiz iktidarından sonra 2019'da kolu kanadı kırılmış olsa da, hâlâ Belediye Meclislerinde iddiasını (ve işleri engelleme kapasitesini) sürdürmektedir. Üstelik kayyım atama yoluyla belediye yönetimlerine halkın iradesi dışında el koyma imkânlarına da sahiptir. Bu imkânları/baskıları şimdiye kadar daha çok HDP belediyeleri için kullanmış olmasına bakarak orada duracağını sanmamak gerekir. Fırsatını bulduğunda daha büyük lokmalar yutmaya hazırlık yaptığını öngörmemek saflık olacaktır. 

Sonuç 2: Siyasal İslamcı hareket, her ne kadar hem egemen hem de muhalif bir söylem tuttursa, iktidardayken bile mağdur rolü oynamayı hiç bırakmasa, seçkinlerin halkın iktidarına karşı tuzak kurduğu iddialarını yineleyip dursa da, siyaseten oldukça yıpranmıştır. Türkiye ekonomisini yönetememiş; işsizlik ve yoksulluk kriziyle bunalan ve bir bölümü artık mutlak yoksullukla ve açlıkla boğuşan toplumun dertlerine derman olamamıştır. Burada artık toplumu onun esas gündemini çarpıtacak süfli konularla, algı yönetme denilen yalan ve iftiralarla avutma veya meşgul etme imkânları da iyice daralmıştır. 

Sonuç 3: Cumhuriyet tarihine geniş açıdan bakarsak, başından beri Cumhuriyetin en radikal karşıtı olan siyasal İslamcı hareket, 1994 sonrasında toplamda 27 yıllık yerel yönetim + merkezi iktidar uygulamaları bakımından tarihi rolünü oynamış ve topluma vaad edebileceği yeni bir şey kalmamıştır. Üstelik siyasal İslamcı iktidar, yürütme başının elinde merkezileştirilen güç yoğunlaşması bakımından eşi benzeri olmayan bir otokratik süreç yaratmış, yetki eksikliği veya farazi bir "vesayet odakları" söylemi üzerinden kendisine inandırıcı bir mağduriyet alanı inşa etmesi olanaklarını yitirmiştir. Büyük yolsuzluklarla ve yağmalarla da anılan bu çeyrek yüzyılı aşkın iktidar pratiği, artık siyasal İslamcı hereketi başlangıçta kendisine atfedilen saflığı, dürüstlüğü, güvenilirliği taşıyamayacağı bir noktaya getirmiştir. Bu hareket artık sorumluluklarıyla başbaşadır. İktidarı devretmeme eğilimleri de kendi İslamcı rejimini inşa etmesi davası kadar, hatta ondan daha çok, sırtında taşıdığı bu büyük kriminal suçlar nedeniyledir. AKP'nin ilk kurucularının bir bölümünün partiden kopuşunun bir nedeni de budur. 

Sonuç 4: 1994'ten başlayarak 2018'e kadar süren çeyrek yüzyıllık süreç, siyasal İslamın Türkiye'de "önlenemez" yükseliş dönemi olarak da tarif edilebilir. Gerçi, 2015 sonrasında bu yükselişte bir kırılma yaşanmıştır. Ama buna rağmen 2017 Anayasası ve bunun uygulamaya yansıtıldığı 2018 dönüşümleri gibi Türkiye'nin anayasal/yönetsel kaderini belirleyen çok kuvvetli değişikliklerin tam da bu göreli zayıflama döneminin ürünleri olduğu unutulmamalıdır. Ayrıca, azalmış oy oranına rağmen bugün bile anketlerde AKP açık ara öndedir; dağınık muhalefete yönelttiği siyasi ve hukuk-dışı operasyonlar sonuç verirse, iktidarını sürdürmeyi bile (belki) umabilecek durumdadır. 

Bununla birlikte, bir tükeniş sürecine girdiğini söyleyebilmek için sadece oy oranlarına bakmak yeterli değildir. AKP, ideolojik olarak tükenmektedir. Kendi saflarını bir arada tutabilmenin tek yolu, artık iktisadi çıkarlar ve bol sıfatlı/ücretli kariyerler sunabilmektir. Ama, taliplerin sayısı durmadan artmaktadır ve herkesi birden tatmin etmenin yolu yoktur. Farklı olanaklar sunulanların aralarındaki çekişmeler de cabasıdır. İktidar olanaklarının korunduğu bugünlerde bile, bu yarı-kapitalistleşmiş parazit yönetici/sermaye katmanlarının kendi içlerindeki ideolojik, politik, akçalı saflaşmaların aşılması olanakları giderek yitirilmektedir. Önümüzdeki süreçte tükenişin belirtilerinin su yüzüne daha fazla vurması beklenebilir.

***

Siyasal İslamcı hareketin yükselişinin ta başından itibaren "önlenemez" olmadığı da açıktır elbette. Siyasal İslamın yolunu açan sadece 12 Eylül askeri yönetimi ve ABD'nin ılımlı İslam tercihleri değildi. Muhalefetin genel olarak, SHP-CHP-DSP'nin 1990'lardan itibaren özel olarak bu yükselişteki payını görmezden gelemeyiz. Halen AKP'nin oy oranı bakımından gerileyişi RTE sayesinde yavaş tempoda gerçekleşmektedir. Ama buna, ana muhalefetin iktidar adayı olmak bakımından gösterdiği çok düşük performans da katkı yapmaktadır.

Oğuz Oyan / SOL

ABD emperyalizminin son 30 yılının dönemlendirilmesi: Vekâlet savaşları doğrudan savaşa dönüşecek mi? - Erhan Nalçacı / SOL-GELENEK

 


ABD’de son dönemde gelişen işçi sınıfının bağımsız siyasi hattının güçlenmesi önemsenmesi gereken bir olaydır. Uzun süren bir savaşı ABD’nin iç savaşsız tamamlaması imkânsız gibi duruyor.

Giriş

Bu yazı teorik bir açılımdan çok emperyalizmin güncel yönelimleri üzerine yoğunlaşacak. Bir süredir emperyalist rekabetin vekâlet savaşları üzerinden gittiği biliniyor. Yanıtını aradığımız soru önümüzdeki dönemde emperyalist bloklar arasındaki rekabetin doğrudan bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği ile ilgili.

Lenin Kapitalizmin En Üst Aşaması: Emperyalizm kitabında yüz sene kadar önce bu soruyu yanıtı çok belli olacak şekilde sormuş:

Kapitalizm zemininde, bir yanda üretici güçlerin gelişimleri ile sermaye birikimi arasındaki uyuşmazlığı, diğer yanda sömürgelerin ve mali sermayenin “etki alanlarının” paylaşımını, savaştan başka ne giderebilir?1

Aradan yüz yıldan fazla zaman geçtiği için biz baştan peşin bir yanıt vermeyip somut durumu çok sayıda parçayı birleştirerek anlamaya çalışacağız.

Bunu yaparken emperyalist düzenin 80 yıla yakındır patronu olan ABD’nin yakın tarihini dönemlendirmeyi deneyeceğiz. En nihayet saldırgan olan taraf hep ABD oldu.

Dönemlendirme çalışmasında keşke daha uzun bir tarihsel süreci ele alabilseydik ama zaman kısıtı ancak Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra geçen 30 yılı değerlendirmeye izin verdi. Yine de son 30 yılın değerlendirilmesine dayanarak bir öngörüde bulunacağız ve işçi sınıfının öncü siyasetinin yol haritasında dikkate alması gereken noktaları saptamaya çalışacağız.

Ama önce bir yöntem kısmı açıp bazı kavramları ve sürece ilişkin bazı bilgi ve kabulleri irdeleyelim.

Yöntem

Geçen 30 yıl aslında tarihçilerin bile incelemeye başladığı bir süre sayılmaz ve dönemlendirmek için üzerinden daha çok zaman geçmesini beklemek gerekir. Yine de kısaca ABD’de devletin nasıl işlediği ve emperyalist siyasetin nasıl belirlendiği ana konumuzu oluşturuyor. Bu konuyu baştan genellemek yararlı olacaktır. Çünkü çoğu kez dönemlemdirmede ABD başkanlarının görev süreleri kullanılıyor.

Oysa başkanların dönemi belirlemesinden çok, dönemin gereksinimlerine göre sermaye sınıfının başkanı belirlediği bir süreçten bahsetmek daha doğru olacaktır. Tekellerin dönemsel gereksinimleri onlara doğrudan bağlı düşünce kuruluşları, ABD devletinde uzun süredir görev yapan bürokrat ve siyasiler, CIA ve Pentagon yetkilileri tarafından belirlenmektedir. Kapılar arkasında belirlenen bu stratejiye uygun başkanın ve ekibinin kimler olabileceği de değerlendirmekte, seçilen başkana kendi rengini çalabileceği sınırlı bir alan bırakılmaktadır. Doğal olarak bu serbestlik alanı başkanın kimliğine, derin devletle ilişkisine göre değişebilecektir. 

Biraz sonra inceleyeceğimiz gibi Obama’nın dış siyaset konusunda eli bağlıdır ama sağlık sistemi konusundaki “Obamacare” olarak adlandırılan sigorta sisteminin bir ölçüde inisiyatif alanı içinde kaldığı söylenebilir. Trump için de aynısı geçerlidir, örneğin ABD’nin Açık Semalar Anlaşması’ndan çekilmesi ona bırakılmış bir alternatif değildir, buna karşılık “Ticaret Savaşı”nda rengini bir ölçüde çalmış olabilir.

Ancak arka plandaki ABD derin devletinin çelişkisiz olduğunu söylemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Farklı sermaye gruplarının çıkarlarının neden olduğu, çelişik ve zor durumlardaki kararlar, her zaman bir gerilim içindeki taraflara sahip olmalıdır. Göreceğimiz gibi bu çevre giderek çaresizlik ve açmazlar içinde kalabilir, ancak ABD’nin uzun vadeli planları olmadığı veya aklının tamamen dağıldığını düşünmek çok hatalı bir saptama olacaktır.

Birçok kez ABD solunu da içine çeken ABD’deki seçim süreçlerinin, Kongre ve Senatonun işleyişinin, Başkan ile bu kurumların ilişkisinin arkada çoktan belirlenmiş kararların biçimsel gereğini yerine getiren bir çadır tiyatrosu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Tekelci sermayenin diktatörlüğü bu şekilde tezahür etmektedir.

Dolayısı ile dönemlendirmede başkanlık sürelerini ister istemez dikkate alacağız, ancak burada neden o karaktere gereksinim duyulduğu ile daha çok ilgileneceğiz ve uzun vadeli stratejilere daha çok önem vereceğiz. Başkanların Demokrat Parti’den mi, Cumhuriyetçi Parti’den mi olduğuna ise bu düzeyde bir genellemede hiç yer vermeyeceğiz. Bırakalım bu işten liberal akılsızlık heyecanlansın. Sadece bir gün ABD’de işçi sınıfı iktidara gelirse hayatta olan tüm eski başkanların partisine bakılmaksızın, arkasındaki malum ekiple birlikte yargılanacağını söylemekle yetinelim.

Emperyalist hegemonya krizi

Emperyalist hegemonya kavramını da yöntem kısmında açmalıyız. Eşitsiz gelişim yasasına uzun boylu değinmeyeceğiz ama emperyalizmin tarihinde her zaman en güçlü olan bir devlet bulunur, devletler arasındaki rekabete rağmen onun düzenleyici rolü kabul edilir veya edilmek zorunda kalınır. Ancak bir süre sonra dünyanın yeniden güce göre pay edilmesini ve kontrol mekanizmalarında başat rol oynamayı talep eden tekelci sermayenin bir devleti ortaya çıkar. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’nın nedeninin İngiltere’nin hegemonyasına itirazı olan Almanya’nın güçlenmesine dayandığı iyi bilinir.

Bir ülkenin emperyalist sistemde başat olabilmesi için şu şartları yerine getirmesi gerekir.

Dünya reel üretiminin oransal olarak en büyük kısmını gerçekleştirmelidir. Bunu destekleyecek bilimsel ve teknolojik gücü olmalıdır.

Mali açıdan parasını rezerv para olarak dayatmalı, ekonomik işlemlerde başat bir rol oynamalıdır.

Güçlü bir ordu, ama özellikle denizaşırı müdahalede bulunabilecek bir donanma gücüne sahip olmalıdır.

Hegemonyanın altındaki ülkelerde siyaseti belirleyebilmelidir.

Devletler arasında bir ittifak sistemine liderlik edebilmelidir.

Kültürel ve ideolojik bir hegemonyayı dünya çapında yayabilmelidir.

Kendi ülkesinde emekçilerin bir kısmından ve küçük burjuvaziden bir “orta sınıf” yaratarak emperyalist politikaların işbirlikçisi haline getirebilmelidir.

Özellikle günümüzde çok önem kazanan, kapitalizmin bir bütün olarak yaşadığı sorunları bütün ülkelerin sermaye sınıfı lehine çözmeyi deneyecek bir girişime sahip olmalıdır.

Emperyalist hegemonya krizi bu başlıklardan en azından birkaçında, yürürlükte olan baskın devletin çaptan düşmesi ve en azından bazı başlıklarda rekabet etmeye başlayan ve liderliğe soyunan bir kapitalist devletin çıkmasına bağlıdır. Ancak böyle bir devletin oluşması bir süreç işidir ve bir kesit alıp, bu devletin henüz rekabet edecek hali yok demek hatalara yol açmıştır. Marksizm süreç bilgisini gerektirir ama ABD de rakibini bir sürece yerleştirerek gelecek öngörüsüyle bir hegemonya krizi algısına sahip olmuştur.

ABD emperyalizminin son 30 yılı ve hegemonya krizinin ortaya çıkışı

Tanımladığımız yöntem boyunca bu 30 yılı iki döneme ayıracağız:

1990-2008, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrası emperyalizmin dünyayı yeniden yapılandırılması

2008’den başlayıp halen içinde bulunduğumuz emperyalist hegemonyada başat devlet olmayı koruma çabası

Her iki dönemin içinde ayrıca alt dönemler olduğunu fark edip değineceğiz. Ayrıca önerilen dönemlendirmedeki 2008 kavşağının bıçak gibi iki dönemi ayırmadığının da farkında olmalıyız. Bir sonraki dönem her zaman öncekinde nüve olarak kendini gösterir, ancak ABD’nin dış politikasında hangi temanın asıl unsur haline geldiğine göre bu denemeyi yapıyoruz.

İlk dönem görev sürelerine göre George Herbert Walker Bush (1989-1993), Bill Clinton (1993-2001) ve George W. Bush (2001-2009) olmak üzere üç başkanı kapsıyor. İkinci dönem ise Barack Obama (2009-2017), Donald Trump (2017-2021) ve Joe Biden’ın henüz başlamamış başkanlığını içeriyor.

1990-2008 arası Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrası emperyalizmin dünyayı yeniden yapılandırılması

Bu dönem Sovyetler Birliği ve onunla birlikte reel sosyalist devletlerin büyük ölçüde çözülmesi ile ABD’nin bir zafere ulaşmasına işaret eder. Dünya kapitalizminin 1970’lerde girdiği yapısal krizi aşmak için geliştirilen neoliberal politikaların önünde bir engel kalmamıştır, sosyalist devletlerin ortadan kalkması ile birlikte kapitalist ülkelerin içindeki işçi sınıfı örgütlülüğü de zayıflamış, hemen bütün emekçi haklarının geri alınacağı, sömürü oranının alabildiğine arttırılacağı bir süreç başlamıştır.

ABD’nin emperyalist hegemonya açısından önemli bir sorunu bulunmadığını görürüz. Dünya meta üretiminin büyük kısmını gerçekleştirmekte, bilimsel-teknolojik gelişmenin öncülüğünü elinde bulundurmakta, Dolara rakip çıkmamaktadır ve askeri olarak tartışmasız öndedir. Avrupa Birliği (AB) bir Almanya pürüzü belirse de ABD’nin hem müttefiki hem araçlarından biri konumundadır. Birlikte yaptıkları operasyonlarla Yugoslavya parçalanmış ve bu parçalar kapitalizme kapsanmış, eski reel sosyalist ülkelerin önemli bir kısmı AB ve NATO’ya alınma sürecine girmiştir.

ABD emperyalizminin araçları olan Dünya Bankası ve IMF emperyalizmin gücünü bütün dünyaya yaymak için kullanılmış; kredi ve borç sistemi ile yaygın bir bağımlılık ve artı değer transferinin sürekliliği sağlanmıştır. Dünya ülkelerinde sermaye ihracının, özelleştirmelerin ve sosyal devletin aşındırılmasının önündeki ulusal engeller kaldırılmaya başlanmıştır. Bu şekilde emperyalist hiyerarşideki diğer ülkelerin sermaye sınıflarına ABD’nin yaptığı liderlik de tartışmasızdır.

Sermaye için cennet haline gelen bölgelere, başta uzak doğu ve Çin olmak üzere büyük bir sermaye ihracı olmuş, buradan biriken tasarruflar ise yeniden ABD’nin değerli kağıtlarına yönelerek ABD’yi finanse eden ve mükemmel gözüken bir “küresel” mekanizmaya dönüşmüştür. ABD özellikle Clinton döneminde bütün toplumsal eşitsizliklere rağmen genel bir refah içinde gözükmektedir.

ABD, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesine karşı müdahale kararını Birleşmiş Milletler’e aldırmış, başta İngiltere olmak üzere müttefikleri ile Irak’a müdahale ederek Ortadoğu’daki rolünü ve başatlığını perçinlemiştir. 

Bu dönemlendirmede 2001-2008 aralığını bir alt dönem olarak almalıyız. Çünkü ABD’nin büyük zaferine rağmen sorunlar birikmektedir.2

Dünyanın Sovyetler Birliği zamanında bağımsızlığını kazanmış bazı devletleri sosyalizmli dünya hukukuna dayanarak hegemonyadan bağımsız davranma eğilimindeydi. Düşmansız kalan ABD geçen yüzyılda işçi sınıfının kazanımlarının sağladığı dengede inşa edilen dünya hukukuna takılı kalmak istemez ve elini serbestleştirecek yeni bir hukuka gereksinim duyar. Silah tekellerinin harcamaları için bir neden bulma ihtiyacını da aklımızda tutmalıyız.

ABD emperyalizmi yeni dünya hukukunu, daha doğrusu hukuksuzluğu dayatmak için kendisi tarafından Sovyetler Birliği’ne karşı büyütülmüş ve yönlendirilmiş radikal İslamcı çeteleri kullanılacaktır. 11 Eylül 2001’de üç bin civarında insanın ölümü ile sonlanan İkiz Kuleler saldırısı yönlendirilmiş, en azından ABD tarafından bilindiği halde önlenmemiş gözükmektedir. 

Bu saldırı ABD’ye dünya halkalarına saldırmak için zemin sağlamış ve “Teröristler” diye sahte bir düşman yaratılmış, BM hukuku dışında ABD’nin ülkelere savaş açabileceği, insanları kaçırıp işkence edebileceği, hukuksuzca hapsedebileceği bir dönemin kapası aralanmıştır. 26 Ekim 2001’de kabul edilen ABD Vatanseverlik Kanunu (The USA Patriotic Act) ile emperyalizmin yeni kurallarını bütün dünya halklarına dayatılmış oldu. Bush tam da bu dönem için seçilmiş bir figürdü. Hemen Afganistan ve 2003’te Irak 500 bin askerin bölgeye yığılması ile işgale uğradı. Küba’da ABD’nin haydutça elinde tuttuğu Guantanamo üssünde bütün uluslararası anlaşmaların dışında “terör” suçlularının tutulduğu bir toplama kampı açıldı. 

2008’de ABD’den başlayarak dünyayı peşinden sürükleyen mali sistemdeki çöküş ABD’nin prestijine ve güvenilirliğine büyük bir darbe olacaktı. Kapitalizmin yapısal krizinin ürünü olan balonlaşmış fiktif sermayenin çöküşü ABD’nin süreçleri yönetme yeteneğine karşı ciddi bir güven bunalımı yarattı. Bütün dünyaya bir orman hukuku dayatmış, istediğini öldüren, işkence yapan, istediği yeri işgal eden ABD tüm dünyanın ödediği bu bedellere rağmen kapitalizmi de yönetemiyordu.

Ayrıca ABD’den ucuz emek gücünün kitlesel olarak sunulduğu ve vergi ödenmeyen bölgelere yapılan sermaye ihracı, ABD’de işsizliğe, güvensiz çalışmaya ve yoksulluğa neden olmuş, düzenin payandası “orta sınıfta” erime başlamıştı.

2008’den başlayıp halen içinde bulunduğumuz emperyalist hegemonyada başat devlet olmayı koruma çabası

Obama çok büyük olasılıkla bu büyük güven ve saygınlık kaybını telafi etmek için başkan olarak seçildi, yoksa ABD derin devletine hâkim olan ırkçı Anglosakson geleneğin Afrika kökenli bir başkan adayını öne çıkarması beklenmezdi. Öte yandan emperyalizmin stratejisinin belirlenmesinde, hemen arka plana derin devletin kadrosu Biden’ı Başkan yardımcısı olarak yerleştirdiklerini hatırlamanın daha sonra faydası olacak.

Bu dönemde ABD doğrudan askeri müdahalelerden mümkün olduğu kaçındı ve vekâlet savaşı denen olay kendini gösterdi. Libya’ya doğrudan askeri olarak müdahale ettiler, ancak ABD Libya’da oyalanmadı, kısa bir süre sonra büyük ölçüde çekildiler. 

Vekil kim olacaktı? Doğal olarak soğuk savaş döneminde bir kez keşfettikleri, sonra bezen kiralık asker bazen düşman imajı için kullandıkları radikal İslamcılar en kullanışlı aktör olarak öne sürüldü. Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkelere finanse ettirdikleri ve yönettirdikleri cihatçılar Libya’da, Suriye’de, Afrika’da, Şincan-Uygur Bölgesi’nde, eski Sovyet Cumhuriyetleri’nde boy gösterdi. IŞİD bu dönemde bir düşman imajı yaratmak için kullanıldı. Charlie Hebdo katliamı sonrasında Paris’te bütün emperyalist ülkelerin siyasetçilerinin kol kola girmesi operasyonun çapını kanıtladı.3 Ayrıca Irak ve Suriye’de Kürt siyasetleri de vekâlet savaşının seküler kısmı haline geldiler. Ukrayna’nın Batı emperyalizmine bağlandığı müdahalede kullanılan faşist çeteleri de vekâlet savaşı içinde görebiliriz.

Obama dönemi aynı zamanda eriyen orta sınıfı ayakta tutacak cılız bazı uygulamalara sahne oldu.

Ancak bu döneme karakterini veren şey ABD’nin ilk kez bir emperyalist hegemonya krizi ile yüzleşmesiydi. ABD sermayesinin ve devletinin stratejisi tamamen buna odaklandı, çünkü ABD tekelleri için bu yokuş aşağı iniş bir varoluş sorunuydu. Pazar sorunlarının ötesinde sadece Doların başat para olmaktan çıkması bile ABD ekonomisinin bu haliyle çökmesi anlamına geliyordu.

Şimdi bu tehdide ve ABD’nin verdiği yanıta kısaca bakalım.

Çin ABD hegemonyasını tehdit ediyor

Başlıca bir makale konusu olacak bu konuya çok kısaca ve ana hatlarıyla bakacağız.4 Eşitsiz gelişimin verili bir tarihsel dönemdeki sonucu Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir sanayi devi olarak doğuda belirmesi oldu. 1978’den itibaren kapitalist üretim ilişkilerinin giderek başat hale geldiği Çin’de, oluşturulan serbest bölgelere 300 milyon civarında Çinlinin işçi olarak göç ettiği muazzam bir dönüşüm yaşandı. Bu mucizenin altında eninde sonunda Batılı sermayenin yapısal krizden kaçmak ve kâr oranlarını yüksek tutmak için bu serbest bölgelere yaptığı devasa sermaye ihracatı vardı. Belki sadece yarını düşündükleri ve ufuksuz oldukları için, belki Çin’de bu koşullarda ortaya çıkan sermaye sınıfının merkezi bir devlet iradesi ile davranacağını kestiremedikleri için kendilerini Çin’e yatırım yapmaktan alıkoyamadılar.

Otuz yıl boyunca, yakın zamana kadar %10 civarında büyüyen Çin bu pozisyonunu korumak için ticaret yollarını, hammadde akışını, nadir element ve enerji ithalatını dünya çapında garantilemek zorundaydı. Dünya petrolünün %20’sini, maden tüketimin %40’ını gerçekleştiren bu dünya fabrikası uzun vadeli hedefleri olduğu anlaşılan jeostratejik hedeflerle davranmaya başladı.

Şekil 1: Dünya büyümesine farklı ülkelerin katkısı 2000 ve 2018 yılları arasında görülüyor. Sütunun en altındaki bölme Çin’in, üstündeki bölme ise ABD’nin katkısını gösteriyor. Daha üstte ise Japonya ve AB’nin toplam katkısı gösterilmiş. Fark edildiği gibi dünya büyümesine katkıda liderlik ABD’den Çin’e geçiyor. 2008 çöküşünde dahi Çin bütün dünya küçülürken büyümesini sürdürmüş.5

Yüksek tasarruflu Çin ekonomisi sermaye ihraç eder ve ettiği yerlerde yumuşak yöntemlerle de olsa bir siyasi etkileşim sağlar hale geldi.

Şekil 1’de, Çin’in yüksek büyüme oranıyla dünya kapitalizminin ayakta kalmasını sağlayan başlıca unsur olduğu görülüyor. 2008 krizinde dahi bütün dünya küçülürken, Çin’in büyümeye devam ettiği anlaşılıyor. Şekil 2’de görüleceği gibi tahminler doğrulandı ve Çin ABD’yi 2017’de dünya üretimine yapılan katkıda geçti.

Şekil 2: 2012’de Batı emperyalizmin kurumlarınca yapılan bir tahmin grafikte görülüyor. Çin’in GSMH’sinin (trilyon dolar) ABD’yi 2018’de geçeceği tahmin edilmiş. Gerçekten 2017 gibi Çin dünya üretimine katkıda ABD’yi geçti.6

ABD emperyalist sistemin hegemonyasını sürdürmek için en önemli bazı maddelerde geri düşmüş oldu. Ancak hala en güçlü olduğu yan ABD ordusuydu ve düğmeye basıldı. 

Obama 2011’in 17 Kasım’ında Avustralya’ya yaptığı bir ziyarette basının önünde “Günümüzün savaşlarını bitirdiğimizden, ulusal güvenlik ekibime, Asya Pasifik’teki varlığımızın ve görevlerimizin en üst önceliğimiz yapılması konusunda talimat verdim” dedi.

Daha önce bahsettiğimiz gibi kimin kime talimat verdiği karışık iş, ama 2011 tarihi ABD’nin jeostratejik hedeflerinde bir milat olarak kabul ediliyor. Bu tarihten sonra Obama ve Trump döneminde çoğu kez onların iradesinden bağımsız bu strateji yürürlükte kaldı. Askeri birlikler dünyanın çeşitli yerlerinden çekilirken Pasifik’e bir yığınak yapıldı. Japonya ve Avustralya ile ABD arasında bir askeri ittifak oluşturuldu. Hindistan’ın bu ittifaka katılımı için çaba sarf edildi.

ABD askeri bütçesi zaten dünyanın geri kalanının yaptığı harcamalara eş bir meblağdaydı, önemli bir artışa gidildi ve kısa bir süre önce yapılan artışla 2021 için 750 milyar dolar seviyesine ulaştı. ABD nükleer cephaneliğini yeniledi ve daha küçük hacimli taktik nükleer silahların sayısını artırdı. Soğuk Savaşın bitmesiyle oluşan uzlaşma ortamında imzalanan Orta Menzilli Balistik Füze Anlaşması’ndan ve ülkelerin birbiri üzerinde istihbarat amaçlı uçmasına izin veren Açık Semalar Anlaşması’ndan çekildi. Çin’in tarihsel etkisinin yüklü olduğu bütün coğrafyaları kışkırtmaya çalıştı. Hong Kong, Sincan-Uygur bölgesi, Tibet sürekli olarak kaşındı. Ama en önemlisi Çin’in kendi toprağı saydığı Tayvan’a büyük miktarlarda silah satışı yaptı ve ABD donanmasının uğrağı haline getirdi.

Ayrıca Çin’in alternatif ticaret yolları üzerinde bulunan Myanmar, Pakistan, Sri Lanka ve İran’a baskı uyguladı.

Karşı tarafın bütün bunları bir savaş hazırlığı olarak algılaması çok doğaldı, Çin ve müttefikleri de silahlandılar. Ancak bu noktada, Çin’in emperyalist hegemonyanın önemli unsurlarından olan bilim ve teknolojide de kısa bir sürede büyük bir yol aldığını ve yüksek teknoloji üretmeye başladığını hatırlamamız gerekiyor. Çin kendi uçak gemisini üretecek potansiyele kısa bir süre önce kavuştu ve şu anda üçüncü uçak gemisini inşa ediyor.

Trump’ın başkanlık yaptığı dönemde Pentagon tamamen bu hazırlığa odaklandı. Örneğin, Bush-Clinton döneminde olsaydı, ortamı hazırladıkları Venezuela’ya askeri olarak müdahale ederlerdi, ancak ABD ordusunu bir ülkeye gömüp yıpratmayı göze alamadılar. Vietnam Sendromu diye anılan travmatik geçmişin deneyimiyle orduyu yıpratacak ve ABD’de savaş karşıtı bir harekete yol açacak olaylardan imtina ettiler.

Bunun dışında muhtemelen ABD sermayesi savaşmadan önce bir kez kendi içlerinden “Durun ya, ben bu işi savaşsız hallederim” diyen Trump’a son bir şans verdi. Trump kendi tarzında Çin’e gümrük duvarı koyarak, sermayeyi ABD’de tutmaya çalışarak Çin ile ABD arasındaki, Şekil 3’te görülen dev ticaret açığını düzeltmeye çalıştı. Kısmen başarılı da oldu ama pandemi büyük toplumsal eşitliksizlikler yaşayan ABD’de her şeyi başa çevirdi.

Şekil 3: ABD’nin Çin’e karşı verdiği ticaret açığının yıllar içinde nasıl büyüdüğü izleniyor. Trump döneminde ticaret savaşları ile bu açık bir miktar kapandı ancak ABD kendi içinde artan emek sömürüsü ile giderek bağımsızlaşan ve hareketlenen bir işçi sınıfı hareketinin ortaya çıkmasına tanıklık etti.7

ABD ve dağılan ittifak sistemi

ABD’nin bu dönemde, hegemonyanın başlıca unsurlarından olan ittifak liderliğinde de erozyon yaşadığı görüldü. Geleneksel müttefikleri 2008 sonrası “Önce ABD” diyen milliyetçilik karşısında kendi çıkışlarını aramaya koyuldular. Çin ve Rusya’nın verdiği destek ve ittifaktan koparma girişimleri emperyalist hiyerarşideki devletleri daha bağımsız davranmaya itti.

Ama önce iyi bilinse de Rusya’yı bu tabloya yerleştirmeliyiz. Rusya ekonomik açıdan bir Çin olmadı, fakat bölgesel bir güç olarak ve Sovyet deneyimine dayanarak uluslararası bir aktör olarak sivrildi. Rusya’da karşı devrim yağmaya dayalı bir sermaye birikim döneminden sonra restore edilmiş kendi bağımsız programına ve güçlü devlet geleneğine sahip çıkan kapitalist bir devlete dönüşmüş; renkli devrimlerle saldıran ABD ve AB emperyalizmini, sınırlarında ve bazı eski Sovyet Cumhuriyetlerinde durdurmayı başarmıştı. Soğuk savaş deneyiminden kalan askeri yetenekleri ile Rusya bu dönemde Çin ile aralarındaki olası gerilimleri ertelemeyi başararak bir iktisadi, askeri ittifak sistemi içinde yer aldı. Şangay İşbirliği Örgütü oldukça etkili bir ittifak sistemine dönüştü. Merkezinde Çin sermayesinin durduğu bir mali sistemle desteklendi. Çin’in liderliğinde Asya ile Afrika ve Avrupa’yı hızlı demiryolu hattı ve deniz ulaşımıyla birleştirecek Yeni İpek Yolu 2013’te önerildi ve inşasına da başlandı. Emperyalist hegemonyada 5G teknolojisi ve Yeni İpek Yolu dünya kapitalizminin sorunlarına çözüm bulmada Çin’i ABD’nin önüne geçirdi.

Hemen her ülke Çin ile şu veya bu şekilde anlaşmalar yaptı, Çin sermayesine kapıyı araladı.

Her ülkenin durumunu ele almak bu yazıda imkânsız olmakla birlikte, iki ülkeden, Almanya ve Türkiye’den çok kısaca bahsetmek konuyu anlamak için yararlı olur.

Alman sermayesinin kendi stratejik hedefleriyle ABD’den bağımsız bir emperyalist ülke olmayı amaçladığı biliniyor. Irak ve Libya operasyonlarına katılmaması, Trump’ın öngördüğü askeri harcamaları GSMH’nın %2’sine çekme hedefine soğuk yaklaşması dikkat çekiciydi. Merkel iki başlıkta uzun süre direndi. Bunlardan biri Rus doğal gazını doğrudan Almanya’ya taşıyacak olan Kuzey Akımı 2 Projesi ve diğeri Çin’in öncülük yaptığı 5G teknolojisine kapıyı açık tutmasıydı.

Türkiye’de ise, 2008’den sonra uluslararası yatırımları olan sermaye sınıfına kendi siyasi hedefleriyle yol açmaya çalışan bir devlet yapısının evrildiği ve Türkiye’nin kararlı bir NATO üyesi olmaktan çıktığı gözlendi. 2016’da Cemaat’in darbe girişiminin bu eğilim nedeniyle ABD tarafından örgütlendiği biliniyor. Muhtemelen darbenin planlayıcılarından olan Biden’ın daha sonra F-16’lar tarafından vurulmuş Parlamento’yu ziyaret ederek ABD başkan yardımcısı olarak üzüntülerini bildirmesi görülecek şeydi. AKP bu travmadan sonra hava savunma sistemi olarak Rus S-400’lerini satın aldı ve bu girişim hala ABD’nin öfkesini çekerek Türkiye ile ilişkilerinde kırmızı çizgisi olarak duruyor.

Biden’ın seçilmesi ve olası gelişmeler

Obama döneminin dış politikasının kurucusu olan Biden’ın seçilmesi ile, Batı emperyalizmi hegemonya krizine müdahale etmek için hızlıca toparlanma belirtileri göstermeye başladı. 

En çarpıcı olanı muhtemelen Almanya’nın konumu olacak. Bir kırılma noktası olarak Navalni olayı gösteriliyor. Rus liberal muhalif Navalni birkaç ay önce Rusya’da hastalanınca Putin’in Merkel ile olan ilişkisine güvenip Navalni’nin Berlin’e gitmesine izin verdiği söyleniyor. Ancak Rusya’nın Berlin’den tam anlamıyla bir soğuk savaş muamelesi gördüğü söylenebilir. Berlin Navalni’nin müphem bir şekilde zehirlendiğini iddia etti ve Rusya’yı suçladı.

Geçtiğimiz günlerde, Almanya’nın yönettiği AB Komisyonu toplantısına, bu kuruluşun tarihinde ilk kez NATO Genel Sekreteri katıldı ve toplantıdaki güçlü transatlantik işbirliği vurgusu da buna eklendi. Almanya’da Merkel dönemi bittikten sonra, inşaatı hemen hemen biten Kuzey Akımı 2 Projesi’nin iptal edilmesi ve 5G altyapısının Çinli şirketler tarafından oluşturulmasının engellemesi muhtemel gözüküyor. Ayrıca Almanya’nın kısa bir süre önce büyük sayıda savaş uçağı ısmarladığını not etmeliyiz.

Türkiye ise ekonomik sıkışıklığı içinde AB ve ABD’ye yanaşma eğilimi gösteriyor. Bir süre sonra S-400’lerin kullanılmadan bir kenara konacağı ilan edilirse şaşmamak gerekiyor.

Ortadoğu’da ise İsrail ile Arap devletlerinin “normalleşmesi”ne dayalı ABD hegemonyasında Türkiye’yi de kapsama olasılığı olan bir pekişme göze çarpıyor.8

Bütün bu gelişmeler 78 yaşındaki Biden döneminde bir doğrudan savaşın dünyadaki bütün emekçi halkları tehdit edecek şekilde yaklaşmış olabileceğini bize söylüyor. Özellikle Tayvan Boğazı’nda veya Güney Çin Denizi’nde bir kışkırtma ile Çin’i ilk saldırıyı yapar duruma getirmeyi planlıyor olabilirler. Daha önce Japonya’nın ABD tarafından köşeye sıkıştırılması sonucunda Pearl Harbor’a saldırması örneğinde olduğu gibi ilk saldıran taraf olmamanın bir avantaj olabileceğinin farkındalar.

İşçi sınıfı siyaseti ve enternasyonalizm

Bu tehdidi ortadan kaldıracak tek gücün işçi sınıfının direnişi ve savaş karşıtlığı olduğunu tarihten biliyoruz. İşçi sınıfı siyasetleri bu sürece ulusal ve uluslararası düzeyde karşı çıkmayı ön plana almak zorundalar.9

Bir yanıyla yeni bir paylaşım savaşı fikri çok korkutucu ve olası sonuçlarını tahmin edebiliyoruz. Ancak emperyalizme “böyle bir maceraya cesaret edemezler” diye güvenmek en akılsızcası olacaktır.

Öte yandan ABD’de son dönemde gelişen işçi sınıfının bağımsız siyasi hattının güçlenmesi önemsenmesi gereken bir olaydır. Uzun süren bir savaşı ABD’nin iç savaşsız tamamlaması imkânsız gibi duruyor.

Türkiye işçi sınıfı siyaseti ise savaşın önlenemediği bir durumda sermaye sınıfının karşılaşacağı olağanüstü meşruiyet krizini değerlendirecek potansiyeldedir.

Erhan Nalçacı / SOL-GELENEK