17 Ocak 2021 Pazar

Tutku en çok kadınların işidir - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


Sevgili okurlarım haftada tek gün yazınca benim açımdan pek çok şey söylenmiş oluyor. Aşı tartışmaları, hain koronanın sınıfsal niteliği ve zenginin dostu olması, 65 yaş üstüne uygulanan faşist yaptırımlar, artık toplu taşımaya da binemiyoruz. Neyse ki gazetem ıslak imzalı çalışmakâğıdımı gönderdi, hiçbir biçimde örtülemeyen yoksulluk, genç işsizliği, kadın cinayetleri, doğanın yok edilmesi, kayak merkezleri, büyük otellerin barlarının açık olup tiyatroların, sinemaların, kahvelerin kapalı olması. Gittiğim pazarda yaşlı, genç kadınların satılamayan meyve ve sebzeleri tek tekayıklayıp poşetlere doldurması. Kısaca say sayabildiğinkadar. 

Ben de uzundur yazmak istediğim bir konuyu yazayım dedim: Başlığım da oldukça iddialı. Tutku en çok kadınlara yakışır. Tartışmaya açıktır.

Epey zaman önce anladım, “Erkek ya da kadın yazar yoktur, iyi ya da kötü yazar vardır; erkek ya da kadın yönetmen yoktur, iyi ya da kötü yönetmen vardır” diretmeleri boşuna, biz ne yaparsak yapalım cinsiyetimiz, mesleğimizin başına şak diye oturmaya devam ediyor ve belli ki yüzyıllar boyunca yeni biyolojik bir devrim gerçekleşip erkekler de doğurana kadar devam edecek. Öyleyse işin keyfini çıkarmaya bakalım. İşin keyfini çıkarmaya başlayınca, şaşırtıcı sürprizler yolunuzu kesiyor. Bunlardan biri karşıma Ankara’da yapılan Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nde bir belgesel olarak çıkmıştı. Önce adını sevdim, “Tutkuyu Filme Almak”. 

Belçika’da doğan, Afrika’da, ABD’de büyüyen yönetmen Marie Mandy yapmıştı bu belgeseli. Çok basit bir sorudan yola çıkmıştı. Şu dünyanın kadın yönetmenleri tutkuyu, aşkı ve cinselliği nasıl anlatıyorlar? Erkek yönetmenlerden farkları ne? Fark mı bilmem ama ben şapka çıkardım, belgeseldeki kadın yönetmenler son derece cesur ve acımasızlardı! Tutkunun ve cinselliğin o karanlık labirentlerinde gözü kara dolaşıyorlardı. Bu cesareti, bu gözü karalığı açıkça kıskandım.

Fransız yönetmen Agnes Varda’nın Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz kadın olunur” sözüyle başlattığı film, dünyanın her köşesinde film yapan kadın yönetmenlerin oluşturduğu bir tutku şöleniydi. Kadınlar bütün bildik söylemleri sarsacak görüntülerle herkesi,

kendini ve cinselliğini sorgulamaya davet ediyorlardı. 

İngiliz yönetmen Sally Potter “Tango Dersi” adlı filminde ellisine yakın bir kadının yirmili yaşlardaki öğrencisine duyduğu tutkulu aşkı, pervasızca görüntülüyor ve yaşından ötürü bu aşktan utanması gerektiği düşünülen kadının, tutkuya ve aşka sarılarak yaşamın en canlı damarlarından birine nasıl dokunduğunu anlatıyor, taraf tutuyor ve kadının bu eyleminde sonuna kadar hakkı olduğunu vurguluyordu. Öylesine cesurdu ki filmin kadın kahramanını da herkese inat, yüzündeki kırışıklıklara bakmadan sapına kadar sahici bir biçimde kendisi oynuyordu. Hayata ve tutkuya ait her şey, kimi Senegalli, kimi Tunuslu, kimi Amerikalı, kimi İtalyan bu kadınların ilgisi dahilindeydi. 

Politik tavrı ve cesur filmleriyle bildiğimiz İtalyan yönetmen Liliana Cavani’nin ana meselelerinden biri faşizm ve cinsellik arasındaki o ince, bıçak ucu çizgiydi. Faşizmin temel dürtülerini araştıran Wilhelm Reich’ın görüşlerini benimsediğini bildiğimiz Lilian’ın ülkemizde de gösterilen neredeyse vahşi filmi “Gece Bekçisi”nden en sert bölümler bu muhteşem belgeselde su gibi birbiri arkasından akıp gitti. Çocukluğunda Nazi kamplarında, genç Nazilerin cinsel objesi olan genç bir kadın, yıllar sonra rastladığı bir Nazinin arzu objesi olmayı yeniden bu kez gönüllü olarak istiyordu. Anlatılan tüyler ürpertici, ama bir o kadar da insana yakın bir tutku ilişkisiydi. Burada  elgeseldeki bütün kadın yönetmenleri ve onların filmlerini anlatmam olanaksız, arzuyu anlatan o muhteşem görüntülerini de... Yani sözün kısası, bu belgeselde cesareti seyrettim ve kendi sinemamız kendi edebiyatımız adına biraz umutsuzluğa kapıldım. 

Böylesine cesur olmak bizde mümkün mü? 

Müslüman bir toplum olduğumuzdan mı, çocukluğumuzdan beri cinsellik ve arzu bize yasaklandığından mı, kendi kişisel tarihimizi örselemekten korktuğumuzdan mı bizde bu cesaret yok? Varsa da çok cılız ve ifşa düzeyinde, tutkunun ve arzunun kadın anlatımı henüz yok. Yani fazlasıyla pembeyiz.. Artık kırmızıya geçmenin zamanı. Bütün utanmalardan ve iç sansür denilen o inanılmaz baskıdan kurtulmanın zamanı. Ve bize sadece ifşa değil, cesur görseller, cesur hikâyeler gerekir.

Yazımı sevdiğim kadın şair Gülten Akın’ı anarak ve ondan bir dörtlük söyleyerek bitirmek istiyorum: 

“Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi/ 

Bir şeycik kalmadı -Deneyin lütfen-/ 

Aydınlığım, deliyim, rüzgârlıyım/ 

Günaydın kaysıyı sallayan yele/ 

Kurtulan dirilen kişiye günaydın.”

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

 

‘Taneler kar olarak başlıyor, yağmur olarak iniyor’ - Merthan SÜMBELLİ / SÖZCÜ

İstanbul'a mevsimin ilk karı düştü. Son yıllarda yapılaşmanın etkisi mevsimlerin yaşanış biçimlerini de değiştiriyor. Kuvvetli olmayan kar yağışlarında yüksek binaların etkisi ne? Kar olarak düşmeye başlayan tane, neden kimi zaman yağmura dönüşüyor? Uzmanlar anlatıyor...


İstanbul'da uzun süredir beklenen kar yağışı nihayet kendini gösterdi. Uzmanlara göre yağışlar birkaç gün daha aralıklarla devam edecek. Ancak bu yağışlar İstanbul'un belirli bölgelerinde etkisini gösterirken, bazı bölgelerde ya çok daha az görülüyor ya da hiç görülmüyor.

İstanbul'un en yüksek rakımlı tepeleri 537 metre ile Aydos tepesi, 442 metre ile Alemdağ, 438 metre ile Kayışdağı olarak sıralanıyor. Popülerliğiyle nam salan Çamlıca tepesinin rakımı ise 268 metre. İstanbul'da genellikle kar yağışı yoğun olarak söz konusu tepelerde gerçekleşiyor.

  • Peki bunun nedeni sadece yüksekte yer almaları mı, yoksa başka etkenler de var mı? Dikey kentleşme, betonlaşma, ormansızlaşma gibi faktörlerin etkisi ne?

Meteoroloji Uzmanı Prof. Dr. Orhan Şen ve İstanbul Teknik Üniversitesi Meteoroloji Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Deniz Demirhan Sözcü için cevapladı.

DİKEY YAPILAŞMA KAR YAĞIŞINI NASIL ETKİLER? 

Meteoroloji Uzmanı Prof. Dr. Orhan Şen, dikey yapılaşmanın kar yağışına olumsuz etki ettiğini söylüyor. Binaların çok dar bir alanda konumlandırıldığını söyleyen Şen, “Şehir merkezinde çok yüksek binalar ve çok dar bir alana konulmuş vaziyette. İstanbul, Tokyo ve Şangay gibi kentlerde ısı adası etkisi çok fazla. Bunun için artık çözüm yok. Bu tarz planlamaları en başında mutlaka insanı ön plana alarak gerçekleştirmek gerekir. Yapılan gökdelenleri artık yıkamazsınız” ifadelerini kullanıyor.

‘Taneler kar olarak başlıyor, yağmur olarak iniyor’

İstanbul'un belirli bölgelerinde ısı adası etkisinin görüldüğünü söyleyen Dr. Deniz Demirhan da sistemin daha bitmediğini ve yağışların süreceğini vurguluyor. İstanbul'da meydana gelen kar yağışında sistemin çok kuvvetli olmadığını vurgulayan Demirhan, “Bu yağışlar kuvvetlenerek devam edecek. Şehir merkezlerinde kuvvetli bir yağış bekliyoruz.

Sistem çok güçlü değildi ve sıcaklık da yeteri kadar düşük olmadığı için ısı adası etkisini gördük. Şehir merkezlerinde özellikle çukur alanlarda yaşam alanlarında, evlerin yoğun olduğu bölgelerde sıcaklık yüksek. Taneler kar olarak düşmeye başlasa da düştükçe eriyor ve yağmur olarak yer yüzüne iniyor. Bazı bölgelerde hiç bulut bile oluşmuyor. Bu nedenle sistem de çok güçlü olmadığı için yağış görmedik.” dedi.

ʻʻ
"Şehir merkezlerinde özellikle çukur alanlarda yaşam alanlarında, evlerin yoğun olduğu bölgelerde sıcaklık yüksek. Taneler kar olarak düşmeye başlasa da düştükçe eriyor ve yağmur olarak yer yüzüne iniyor. Bazı bölgelerde hiç bulut bile oluşmuyor."
Dr. Deniz Demirhan

ISI ADASI ETKİSİ NE ANLAMA GELİYOR?

Dr. Deniz Demirhan, ısı adası etkisini şu şekilde açıklıyor:

“Şehir merkezlerinde sıcaklık, normalde olması gerekenin üstündedir. Çünkü şehir merkezlerinde güneşten gelen radyasyonu içine çeken beton yapılar, asfaltlar gibi bazı yapılar vardır. Bu yapılar çok güçlü bir şekilde güneş radyasyonunu içine çeker.

Bu yapılarda radyasyonu içine çekme ve orada tutma oranı çok yüksektir. Bunlar bütün gün boyunca ısınırlar. Gece olunca soğuma başlar ve güneş radyasyonu gider. Beton yapılar tuttukları o enerjiyi dışarıya doğru verme ihtiyacı duyarlar. Gece boyunca bu bölgeler, şehir merkezleri ısınır. Bu da sıcaklığın artmasına neden olur. Dolayısıyla betonun ve binaların daha az olduğu bölgelerden çok daha fazla sıcaklığa sahip olurlar. Bu tarz şehir planlamalarında park alanları gibi atmosferin nefes alacağı ortamlar oluşturulmalı.”

GÖKDELENLER İSTANBUL'U NASIL ETKİLEDİ?

Prof. Şen, şehir planlamasında yanlışlıklar yapıldığını ve gökdelenlerin gerekli rüzgarları bloke ettiğini söylüyor. İstanbul'un hakim rüzgar yönünün kış aylarında kuzeydoğu olduğunu ifade eden Şen, sözlerine şu şekilde devam ediyor:

“Bu, İstanbul'un havasını temizleyecek rüzgarın kuzeydoğudan geleceği anlamına gelir. Kış aylarında ulaşım ve ısınmadan dolayı hava kirliliği çok olduğu için havanın temizlenmesi önemli bir nokta. Ancak şehrin kuzeydoğusuna gökdelenler yapıldığı için bu yapılar rüzgarı bloke ediyor. Dolayısıyla İstanbul'daki hava temizlenmiyor. Bu tabii şehir planlamasında bilimin kullanılmasındaki eksiklikten kaynaklanıyor.”

DÜNYADA DOĞRU BİR PLANLAMA ÖRNEĞİ VAR MI?

Şen, şehir planlamasında ideal bir örnek olarak Manhattan'ı gösteriyor: “Manhattan'da uzmanlar şehir planlamasında önce rüzgar yönünü hesapladılar. Uzun araştırmalar sonucunda rüzgarın kuzeyden estiğini tespit ettiler. Ardından kuzeyden güneye geniş yollar yapıldı. Bu yollar rüzgar yönündedir. Bu yolların etrafına yüksek binalar rahatlıkla yapılıyor. Bu yollar orada rüzgar tüneli görevi görüyor. Bu tüneller vesilesiyle Manhattan'ın havası temizleniyor.”

ʻ
"Şehrin kuzeydoğusuna gökdelenler yapıldığı için bu yapılar rüzgarı bloke ediyor. Dolayısıyla İstanbul'daki hava temizlenmiyor. Bu tabii şehir planlamasında bilimin kullanılmasındaki eksiklikten kaynaklanıyor."
Prof. Dr. Orhan Şen

NÜFUS ARTIŞI VE HAVA KİRLİLİĞİ KAR YAĞIŞINI NASIL ETKİLİYOR?

Dr. Demirhan, nüfus artışının atmosfere yayılan emisyonlarda ciddi bir etkisi olduğunun altını çizdi. Atmosfere yayılan gazların niteliğinin de önemli olduğunu vurgulan Demirhan, “Nüfusun az olduğu ama fabrikaların çok olduğu bazı bölgelerde de çok fazla emisyon var. Orada hem hava kirliliği hem de ısı adası etkisi daha fazla oluyor. Yağışın olabilmesi için havada belirli bir partikül miktarı olmalı. Yoğuşma parçacığı denir buna.

Bu parçacıkların atmosferde bulunması gerekir ki su buharı onun üzerinde yoğuşsun ve sonra da yağmur damlası olarak büyüsün ve yere düşsün. Fakat atmosferde çok fazla kirletici varsa bu su damlacıkları farklı kirleticiler üzerinde yoğuşur ve yere düşmek için yeterli büyüklüğe ulaşamaz” değerlendirmesinde bulundu.

KAR YAĞIŞINA KÜRESEL ISINMANIN ETKİSİ
Prof. Dr. Orhan Şen, küresel ısınmanın iklim değişikliğine etkilerine de değindi: “Meteorolojik parametrelerde bir takım değişiklikler oluyor. Sıcaklıklar gittikçe artmaya başlıyor. 93 yıllık periyotta en sıcak 5 yıl son 10 yılda ortaya çıktı. En sıcak mayıs ve kasım ayı 2020 yılında oldu. Bu nedenler tabii ki kar yağışını olumsuz anlamda etkiledi. İklim değişikliğinden dolayı Akdeniz ikliminden çıkıp, yarı kurak bir iklime doğru gidiyoruz. Yaz mevsimi çok sıcak ve çok kurak geçiyor. Kış aylarıysa ılık ve az yağışlı geçiyor.”

DR. DEMİRHAN: PROBLEM KÜRESEL ISINMA

Dr. Deniz Demirhan, atmosferin çok hızlı bir şekilde ısınmaya devam ettiğini ifade etti. İnsan kaynaklı gazların atmosfere çok fazla yayıldığını, bu nedenle küresel ısınmanın önüne bir türlü geçilemediğini vurgulayan Demirhan, karbondioksit gazının atmosfere çok fazla yayıldığına dikkati çekti. 2020 yılında karbondioksit salınımının artış hızında bir azalma olduğunu söyleyen Demirhan, “Henüz iklim değişikliği ile ilgili önemli bir adım atılmış sayılmıyoruz. Karbondioksit miktarındaki bu artış oranı sıfırlanmadığı sürece bizim iklim değişikliği ile ilgili bir adım attığımızı söyleyemeyiz. Kar yağışının bir anda azalması ve sıcaklardaki artışın nedeni 1970'lerden beri iklim değişikliğinin içinde olmamız” dedi.

Merthan SÜMBELLİ / SÖZCÜ


İki yeni saray 740 milyon TL - Erdoğan Süzer / SÖZCÜ

 

2021 Yatırım Programı’na göre bu yıl Cumhurbaşkanlığı’nın yazlık-kışlık iki yeni sarayına, Ankara’daki sarayın bakımına ve yeni taşıtlara toplam 448 milyon 688 lira harcanacak. İlave iş çıkmazsa Marmaris’teki yazlık saray 640.5 milyon, Bitlis Ahlat’taki kışlık saray 99 milyon liraya mal olacak.

Tüm kamu kurum ve kuruluşları ile üniversitelerin 2021 yılında yapacağı yatırımlara ödenek izni veren 2021 Yılı Yatırım Programı açıklandı. Programa göre Cumhurbaşkanlığı bu yıl yazlık-kışlık saraylar ile, Ankara'daki sarayın bakım onarımı ve taşıt alımı için toplam 448 milyon 600 bin lira harcayacak.


Bugüne kadar 620 milyon 500 bin lira harcanan Marmaris Okluk Devlet Konukevi, 20 milyon lira daha ödeme yapılarak hizmete açılacak. Bitlis'teki Ahlat Köşkü'ne de bu yıl 89 milyon lira ödenek ayrıldı. Ahlat'ın toplam yatırımı ise 99 milyon lira olacak. Kışlık saray 5 bin 631 metrekare sosyal tesis ve 52 bin 949 metrekare peyzaj alanından oluşuyor.

150 MİLYON DİYE BAŞLADI

2021 Yılı Yatırım Programı'na göre Cumhurbaşkanlığının halen devam projelerine 250 milyon, yeni projelere de 198.6 milyon olmak üzere genel bütçeden toplam 448 milyon 600 bin lira ödenek kullandırılacak.

‘'Yazlık saray'' olarak bilinen Marmaris Okluk Devlet Konukevine, ilave bir masraf çıkmaması halinde bu yıl 20 milyon lira daha harcama yapılarak bitirilip Cumhurbaşkanlığının hizmetine açılması öngörülüyor. Yazlık sarayın inşasına 2018 yılında başlanmış ve o tarihte 150 milyon liraya mal olacağı öngörülmüştü.

Ancak projenin genişletilmesiyle yatırım maliyeti 640.5 milyon liraya çıktı ve 2020 yılı sonuna kadar da 620.5 milyon liralık harcama yapıldı. Yazlık saray, 37 bin 682 metrekare sosyal tesis ve 879 bin 677 metrekare peyzaj alanından oluşuyor.

3 MİLYAR LİRAYI AŞTI

2016 yılında yatırım programına giren ve 650 milyon liraya tamamlanacağı hesaplanan Ankara'daki Cumhurbaşkanlığı sarayının içinde yer alan ‘ek hizmet binasının' toplam 3 milyar 53 milyon 800 bin liraya mal olacağı da ortaya çıktı. Ek hizmet binası için bugüne kadar 2 milyar 972 milyon 800 bin lira harcandı. Programa göre, bu yıl da 81 milyon lira daha harcanarak bina tamamlanacak.

Erdoğan Süzer / SÖZCÜ

47 YENİ TAŞIT ALINACAK
Cumhurbaşkanlığı bu yıl içinde satın alacağı zırhlı araçlar dahil 47 adet yeni taşıt ile mevcut kara ve hava taşıtlarının bakım onarımı ve makine teçhizat gibi giderleri için bu yıl bütçeden 183 milyon 600 bin lira para harcayacak. Ayrıca özel geliştirilmiş yazılım için de 15 milyon lira harcama yapılacak. Cumhurbaşkanlığı, Ankara ve İstanbul'daki saray ve binaların bakım ve onarımı için de bu yıl 60 milyon lira daha harcayacak. Böylece 5 yılda bina bakım onarımına ödenen para 275.7 milyon lirayı bulacak.




16 Ocak 2021 Cumartesi

20 yılda 4 U dönüşü - Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet

 Cumhurbaşkanı Erdoğan, AB ülkeleri büyükelçileri ile 12 Ocak’ta yaptığı toplantıda şöyle dedi: “Bin yıldır aynı coğrafyayı paylaşıyor, aynı medeniyet havzasından besleniyoruz. Türk tarihini nasıl Avrupasız okumak mümkün değilse, Avrupa tarihini de Türkiyesiz anlamak mümkün değildir.

Bu sözler bu kadarıyla kalsa, olguyu anlatan bir durum olacak ve bilimsel olarak itiraz edecek bir durum olmayacaktı. 

Çünkü...

İçinde, Huntington’ların uygarlığı dinlere ve milletlere ayırarak “çatıştırma” işleyen yaklaşımına “tek uygarlık, dünya uygarlığı” itirazı da var, Antik Yunan’ı Avrupa Rönesansı’na taşıyan İslam da... 

İçinde, Osmanlı’nın Bizans’ı içermesinin tarihselliği de var, Osmanlı İmparatorluğu’nun aynı zamanda bir Rumeli ve Doğu Avrupa imparatorluğu olduğu gerçeği de... 


Erdoğan’ın ideolojisi başka, siyaseti başka 

Ancak Erdoğan, bu iki doğru cümleyi, hedefi de, içeriği de oldukça yanlış olan bir “AB’ye sesleniş” konuşmasının içinde kullanmıştı. Nitekim, bu iki doğru cümleyi, şu yanlış cümle ve devamındaki benzerleri izliyordu: “Millet olarak geleceğimizi Avrupa ile birlikte tasavvur ediyoruz.

Erdoğan bir süredir “geleceğimiz Avrupa’da” diyor, ABD ve AB’yle “beyaz sayfa” açma çağrısı yapıyor...

ABD ve AB yaptırımları, ekonomik tablo, erken seçim baskısı ve bunun sonucu olarak yönetememe krizi Erdoğan’ı yeniden Batı’ya dümen kırmaya zorluyor. 

Yoksa Erdoğan, ideolojik olarak Batıcı değil; iktidar olmadan önce AB’yi “Hıristiyan Kulübü” olarak gören biri. Ama Erdoğan siyaseten en Batıcı politikacı; Papa heykelinin altında AB anayasasına imza atayacak kadar sıkı AB’ci; ABD’nin projesine eşbaşkan olacak kadar sıkı Amerikancı... 

İdeolojik olarak değil ama siyaseten öyle; çünkü AB’ye yaslanarak iktidarını kurdu ve AB’nin yardımıyla “Kemalist devrim” ile hesaplaştı. Sonra şartlar değişti ve AB yeniden Erdoğan nezdinde “Hıristiyan kulübü” oldu. Son birkaç yıldır arşivler Erdoğan’ın “Batı medeniyeti”ni hedef alan sözleriyle dolu...

Ve bugün, iktidarını sürdürebilmek için yeniden AB’ye ihtiyaç duyuyor Erdoğan; o nedenle “beyaz sayfa” açıyor, o nedenle “geleceğimiz Avrupa’da” sözleri veriyor. 

‘150 yıllık modernleşme’ 

Anımsarsınız, 6 ay kadar önce Erdoğan’ın sözcüsü İbrahim Kalın şöyle demişti: “Bize 150 yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır” (30.7.2020).

150 yıllık modernleşme dediği, kuşkusuz Türkiye’nin 150 yıllık demokratik devrim geleneğiydi; I. ve II. Meşrutiyet’ti, Atatürk Cumhuriyeti’ydi, 1876 tarihli Kanuni Esasi ile başlayan anayasa geleneğiydi, parlamentarizmdi ve Kemalist devrimin hedefi olan çağdaşlıktı... 

Öyle olduğu için de Kalın’ın sözleri Cumhuriyetçi cephede büyük tepki görmüştü.

İbrahim Kalın, 9 Ağustos 2020’de katıldığı bir TV programında sözlerine şunları da eklemişti: “Bize modernleşme adı altında dayatılan hikâyenin içinde beyaz olmayan adam yok. Siz yoksunuz, ben yokum, Çin medeniyeti, Hint medeniyeti, Afrika medeniyeti, Latin Amerika hatta Rusya yok. Bize dayatılan 150 yıllık modernleşmenin iki ana unsuru vardı: Avrupa merkezcilik ve oryantalizm.

Kalın, “150 yıllık modernleşme” ifadesini çok bilinçli seçiyor. Bu, ifadeyle aslında 19. yüzyılın ortalarından itibaren gericileşmeye başlayan ve giderek 20. yüzyılın başında emperyalist bir karakter kazanan Avrupa’yı bu topraklardan sürüp atan Türk devrimini hedef alıyor. Oysa Kalın’ın Avrupacı gibi sunduğu o Türk devrimidir ki insanlığa Avrupa’nın gerici yüzünü ve yenilebileceğini göstermiştir.

Kalın’ın “150 yıllık modernleşmeyi” Avrupacılık gibi sunması, kimi milliyetçi çevrelerde de “AKP, AB cenderesini kırıyor” varsayımıyla büyük destek gördü. Öyle ki işi en sonunda “Atatürk’ün Batı klasiklerini basması büyük yanlıştı” demeye kadar vardırmışlardı. 

Oysa Atatürk “Batı” klasiklerini değil, “dünya” klasiklerini basmıştı; Batı eserlerini de İslam ve Fars başta Doğu eserlerini de “tercüme” ettirip bastırmıştı. Bu, o kadar önemli bir ayrım ki, Atatürk’ün “Batıcı” değil, “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” hedefine baş koyduğunu en iyi yansıtan uygulamasıydı çünkü... 

Devrim-karşıdevrim çarpışması

Sonuç olarak, Erdoğan’lar bir davanın peşindeler. “150 yıllık modernleşme”ye itirazları ondan. 

150 yıldır bu topraklarda padişahçılarla meşrutiyetçiler, ittihatçılarla itilafçılar, Kemalistlerle siyasal İslamcılar, devrimcilerle karşıdevrimciler mücadele etmektedir. 

En büyük gerçek budur. Bu gerçeği yok sayarak Erdoğan’ın iktidarını korumak için sık sık değiştirdiği siyasi manevralarına kananlar ve “taktik dalgalanmalarına” kapılanlar, örneğin Erdoğan’ın 20 yılda tam dört kez AB konusunda 180 derecelik rota değişikliği yapması karşısında sulara savrulurlar... 

Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet

18. yüzyıla dönüş - Orhan Gökdemir / SOL

Solu silindi, sağ yanın üzerine yıkılıyor düzen. Bizim ise vazgeçmeyeceğimiz solcu işlerimiz var. Yani 18. yüzyıldan feyz almaya mecburuz! 

“Millet” modern zamanlarda “ulus” yerine ikame edilmeden önce “din” anlamına geliyordu. Osmanlı, Tanzimat döneminde reform yapıp azınlıkların kendi kendilerini yönetmesi düzenlemesi yapınca buna “millet sistemi” adını verdi. Burada “millet”ten kasıt farklı dini gruplardı. Bu hesapla Sünni çoğunluk da ayrı bir millet sayılıyordu. Kaldı ki başlangıçta ulusu dinden ayrı düşünmek mümkün değildi. Dinden dile geçiş ve böylelikle “millet”in laikleşmesi yakın zamanların işidir. Hâlâ Türk ile Müslümanı birbirine karıştırıyor oluşumuzda kavramların kökenindeki bu iç içelik var. 

Haliyle İslamcı siyasal hareketlerin de “millet” kavramı ile gelgitli bir ilişkisi var. Türkiye’deki en etkili İslamcı partinin kurucusu Necmettin Erbakan partisine “Milli Selamet Partisi” adını uygun görmüştü. Söylemlerine bakılacak olursa bu seçimde kelimenin laik anlamı etkili olmuştu. “Milli sanayi hamlesi” yapacaktı. Ama partinin amacından kuşkulananlar bu seçimle, dini amaçlı parti kurma yasağının delindiğini düşünüyorlardı. Aslı “Dini Kurtuluş” (Milli Selamet) Partisiydi. 
Milli Selamet Partisi silindi gitti. Eteklerinden gelenlerin bir kanadı iktidar, diğer kanadı küçük bir İslamcı parti olarak yaşamaya devam ediyor. Tabii büyük parçadan ayrılıp partileşenleri de bu toplama dahil etmeli. Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu partileri de Erbakan’ın “milli” partisinin paltosundan çıktı. Hep birlikte “milli”dirler.

Şimdi bir kısmı, CHP’nin başını çektiği “millet ittifakı” içinde. Yalnız buradaki “millet”in de laik mi yoksa dinsel mi olduğunu bilemiyoruz. Söylemlerine bakıyoruz. Daha çok dinsel bir ittifak görünümündedir. Artık düzenin siyasal yelpazesinde laik-milliyetçi bir parti kalmamıştır. Hepsi birlikte öteki anlamda millidir. 

***

Bu toplama işlemine CHP itirazı geleceğini biliyorum. Ama Laik Cumhuriyetin kurucu partisi evrimini çoktan tamamladı. Bir burjuva hareketi olarak düzenin ihtiyaçları uyarınca tipik bir sağ partiye dönüştü. 

Bunu sadece Kemal Kılıçdaroğlu’nun sürekli sağa çeken, Fikri Sağlar’ın türban açıklaması üzerine yaptığına benzer düpedüz dinci açıklamaları nedeniyle söylemiyoruz. “Felsefesi” de öyledir. CHP artık her anlamda sağcı-dinci bir partidir. 

Turgay Develi dostumuz soL’daki “Atatürk'ün CHP'si mi Kemal Derviş'in CHP'si mi?” başlıklı yazısında etraflıca anlattı. Dediği şu; Ülkede bugün Kemal Derviş felsefesi ve ekonomi politikası yürürlüktedir. Derviş, iktidarın sürdürdüğü ekonomi politikalarının yaratıcısı olmasının yanında, CHP'nin de ekonomiye ilişkin politika perspektifinin sınırlarını çizmektedir. İncelenirse görülecektir ki, CHP yönetiminin ekonomi politikalarında Derviş'in çizgisinden milim sapma yoktur. Özetle, “Derviş felsefesi” iktidarın ve muhalefetin birleştirici paydasıdır. 

Böylelikle “milliliğe” eşlik eden ikinci özelliğe ulaşıyoruz. Bir siyasi parti dinci ise aynı zamanda piyasacıdır. Dinci ve piyasacı ise mutlaka sağcıdır. CHP her anlamda bu özellikleri içinde barındırmaktadır. Birlikte topluyoruz. Böylelikle düzen siyasetinde bir toplama erişmiş oluyoruz. 

***

Sağ ve sol kavramlarını 18. yüzyılın son çeyreğindeki Büyük Fransız Devrimine borçluyuz. Monarşinin alaşağı edilmesiyle oluşturulan parlamentoda parlamento başkanının sağında oturanlar monarşist, muhafazakâr, aristokrat eski rejim yanlılarından oluşuyordu. Karşıdevrimciler güruhudur. Monarşiye karşı olan devrimciler ise başkanın solunda toplanmışlardı. Soldakiler, eşitlik, özgürlük, kardeşlik istiyorlardı. Bunun için eski sınıfların ayrıcalıklarını ortadan kaldırmak ve eşit yurttaşlar toplumu kurmak gerekliydi. Sağcılar ise, toplumsal hiyerarşiyi sahipleniyorlar, toplumsal eşitsizliği destekliyorlardı. Onlara göre eşitsizlik bir toplumsal yasaydı. Kökeninde, ulusal, ırksal, dinsel veya kültürel nedenler vardı. Hiçbiri nedeniyle olmazsa piyasa ekonomisinin kuralları gereği eşitsizlik ortaya çıkıyordu. Eşitsizlik doğaldı, yaratıcıydı. Ayrımın esasıdır.   

Ancak henüz bu gerici gerzekliklerin doğal karşılanacağı bir ortam oluşmamıştı. Haliyle Paris yoksulları bu tür lakırdıları edenleri giyotine yollamakta pek istekliydi. Eşitliği ve özgürlüğü bu sinsi sülüklerden korumak gerekiyordu. Jakoben Saint-Just, "hürriyetin diktatörlüğünü istiyoruz" diye haykırıyordu sağ kanatta oturanların gözünün içine bakarak. Haklıydı. Sultanın istibdadını yıkmak için hürriyetin istibdadını kurmak gerekir. Zalimin zulmünden kurtulmak için mazlumu diktatör yapmak gerekir. 

Şaşırtıcıdır ama gerekçesi çok sağlamdır. Kral yurttaş olursa, yurttaş da kral olur. Ve kralı yurttaş yapmak için yurttaşı kral ilan etmek gerekir. Buna kısaca “devrim” diyoruz. 

Devrimi çoktan tarihe karıştı ama yarattığı sağ ve sol kavramları ayakta. Tarihle birlikte ilerleyerek kendisini yeniden üretmeyi sürdürüyor. Sol, o ilk devrimden bu yana değişmeyen siyasi ve sosyal yönelimlerin, kavramların ve sloganların taşıyıcısı. Haliyle sağın monarşi yandaşlığına karşı sol cumhuriyetçi; sağın dinciliğine karşı sol laik. 18. yüzyılın dehası ve mirasıdır. Bu anlamda hâlâ başladığımız yerdeyiz…

***

Gerekçelerini açmaya devam ediyoruz. Fransız Devrimi öngünlerinde Kilise “Ancien Régime”in en güçlü destekçisiydi. Saray ve aristokrasi ile birlikte bir üst sınıf oluşturuyorlardı. Geniş toprakları ellerinde tutuyorlar ve yoksul köylüler karşısında toprak sahibi olarak bulunuyorlardı. Bu nedenle parlamentonun sağında oturanlar kurumsal dinin bu güç ve otoritesinin de korunmasını istiyorlardı. Demek ki dincilik de sağcılığın fıtratındandır. 

İdeolojik arka planını hatırlayalım; Kant tanrıyı tahtından indirmişti. Robespierre bu fikre dayanarak kralı tahtından indirdi. Cumhuriyet hareketi 18. yüzyılda ayrımsız bir taht devirme işi olarak başladı. 14. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette’in bıraktığı boşlukta yeşerdi cumhuriyet. Kral varsa, kraliçe varsa, sultan varsa, kurumsal din varsa cumhuriyet yoktur. 

Fransız Devrimi mutlak monarşiyi alaşağı etti, Katolik Kilisesinin etki alanını daralttı, aristokrasinin ayrıcalıklarını ortadan kaldırdı. Ekim Devrimi, monarşiyi yıktı ve Ortodoks Kilisesini etkisini kırdı. Türk Devrimi monarşiyi ve hilafeti hükümsüz ilan etti. Cumhuriyeti kurarak, sarayın, sultanın, şeyhülislamın alanından çıkarak respublic olduk. İlki 18. yüzyılın sonunda, ikincisi ve üçüncüsü 20. yüzyılın başındadır. Tarihteki solcu işlerimizdir.

*** 

“Millet ittifakı” kurucusu Kemal Kılıçdaroğlu’na sordular “solcu musunuz” diye; “sağ sol kavramları 18. yüzyıla ait. 18. yüzyılın kavramlarıyla 21. yüzyılın sorunları çözülmez” diye cevapladı. Cumhuriyeti ve halkı silik sağcılıktır. 

Devrim, cemaatlerden yeni bir halk yaratma işi ise, karşı devrim de halkı yeniden cemaate dönüştürme işidir. Halka sırtını dönme fiilini Fransız Devriminden bu yana sağcılık diye adlandırıyoruz. Bu durumda piyasacı, cemaatçi, laiklik ve cumhuriyet karşıtı bir organizmanın solcu sayılması imkansızdır. 

Bir siyasi parti piyasacı ise aynı zamanda dincidir. Dinci ve piyasacı ise kesinlikle sağcıdır. Kemal Derviş’in izinden gidiyorsanız Mustafa Kemal’in izini silersiniz, sağa savrulursunuz, gerçek yerinizi bulursunuz. 

Yani tam tersine, 21. yüzyılın sorunlarını çözmek istiyorsanız, işe 18. yüzyılın kavramlarıyla başlayacaksınız…

Solu silindi, sağ yanın üzerine yıkılıyor düzen. Bizim ise vazgeçmeyeceğimiz solcu işlerimiz var. Yani 18. yüzyıldan feyz almaya mecburuz!

Orhan Gökdemir / SOL


Karl Liebnecht’i ve sosyal demokrasiyi hatırlamak - Hakan Aydın / SOL

 Alman sermayesi sosyal demokratları ile Alman kapitalizminin bir krizini aşmayı başarmıştı, Türkiye burjuvazisi de Türk sosyal demokrasisi ile kendi siyasi-ekonomik krizini yönetmeyi deniyor.

Karl Liebknecht, I. Dünya Savaşı sırasında Alman burjuvazisinin talep ettiği savaş kredisinin Almanya meclisinde oylanması sonrası karşı oy kullandığı gerekçesiyle Alman Sosyal Demokrat Parti grubundan atılmasından yaklaşık altı ay sonra bir yazı kaleme aldı. “Anti-Militarizm” başlığıyla kaleme aldığı bu yazıda “Sosyal demokrasinin günümüzdeki savaşa ve hükümete sağladığı destek, gerçekleştiği her yerde, emperyalizmi güçlü bir biçimde sağlamlaştırdı; atılımını, esnekliğini, dayanıklılığını, güvenini arttırdı.” demişti. Sosyal demokrasinin savaşa ve hükümete karşı olan tutumuna yönlendirmiş olduğu bu eleştiride, sosyal demokrasinin kökenine dair problemi değil, sosyal demokrasinin kapitalist düzenin sol bacağı olma yönündeki eğilimini işaret etmekteydi. Nitekim, sekiz ay sonra Reichstag’da yaptığı meclis konuşmasında hükümeti ve meclis üyelerini işaret ederek şunları söylemişti: “Sizler de kapitalist çıkarların temsilcilerisiniz! Ben, uluslararası proletaryanın temsilcisiyim.” 

Almanya'da faşizmin tırmanışı ve beraberinde gelişen kriz koşullarında sosyal demokrasiyi iflasa götüren, ehven-i şer mantığıyla burjuvazinin desteklenmesi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde savaş generali Hindenburg'a oy verilmesi ve faşizme karşı sert mücadele yerine gericiliğin desteklenip güçlendirilmesi yoluyla faşizmin yükselişini kolaylaştıran politikalara başvurması oldu. Devrim yıllarında burjuvazinin işçilere vermek zorunda olduğu birçok hak, bu sefer sosyal demokratlar eliyle geri alındı. Anayasa maddeleri ve işçilerin kazanımları birbiri ardına ortadan kaldırıldı, devlet gerici önlemler aracılığıyla adım adım faşistleştirildi. İşçi gösterileri engellendi, grevleri dağıtıldı. Sendikalar ve diğer işçi kitle örgütleri yiyici bürokratların önderliğinde çalışamaz hale getirildi. İşçi sınıfının, sermaye ve faşizme karşı mücadele yeteneği özellikle yıpratıldı, direniş örgütlenmeleri olanaksızlaştırıldı. Sosyal demokrasinin bölüp parçaladığı, silahsızlandırdığı işçi sınıfı, faşizm karşısında savunmasız kaldı ve faşizm, sosyal demokrasinin burjuvaziye hizmetinin açık bir belgesi olarak tarihe geçti.

Sosyal demokrasi asıl olarak işçi sınıfını burjuvaziyle uzlaştırmayı, kapitalist toplumu kökünden değiştirmek yerine onun yenilenmesini sağlayacak reform programlarını savunmayı ilke edinen bir ideoloji olduğunu tarihe yazmış, Karl Liebknecht ise kanının son damlasına kadar işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele eden bir komünist olarak tarihteki yerini almıştır.

Karl Liebknecht; Rosa Luksemburg ve diğer yoldaşlarıyla birlikte, 1919 yılının 15 Ocak’ında katledilirken de, bundan sadece yirmi yıl sonra burjuvazi tüm dünyayı kana bularken de sosyal demokrasi hiçbir varlık göstermedi. Faşist ülkelerdeki ağır illegal koşullara dayanamadığı gibi, faşist işgale uğrayan ülkelerde faşizme karşı savaşmanın zorluklarından kaçtı. Barış, sınıfsal uyum ve yumuşak muhalefet koşullarını beklerken, ikinci dünya savaşında kanlarını akıtanlar yine işçiler ve komünistler oldu.

Sosyal demokrasi, ikinci savaşın sonrasında burjuvazinin kanatları altında yeniden palazlandı ve kendisine ihtiyaç doğdukça, savaşın kazanımları üzerine oturmayı becerdi. Burjuvazinin başlattığı antikomünist "soğuk savaş" döneminde, muhafazakârlar daha çok tercih edilse de, sosyal demokrasi “uzlaştırma partisi” olarak kullanılmak üzere her zaman kenarda tutuldu.

Türk sosyal demokrasisi

Türkiye'de sosyal demokrasi, Avrupa ülkelerinden farklı olarak, Marksist kökene sahip olmadığı gibi, onun bozulup yozlaştırılması, demokratize edilmesi yoluyla doğmadı. Asla işçi hareketinin içinden gelmedi. Burjuvazinin işçi hareketini kontrol etme çabasına bağlı olarak oluşturduğu burjuva işçi tabakasına ya da sendika bürokrasisine dayanmadı, bir “burjuva işçi partisi” olarak şekillenmedi. Bu yönde dile getirilen sloganlar ne olursa olsun, işçi hareketinin denetim altına alınmasına yönelik olmaktan öteye hiç geçmedi.

Türk sosyal demokrasisinde, işçi sınıfı yaklaşımı her zaman tepkiyle karşılandı. İşçiler kontrol altında tutulması gereken yığınlar olarak görüldü.    

Türkiye'de sosyal demokrasi; tekellerle, emperyalizmle ve feodal kalıntılarla belirli çelişkilere sahip olsa da aynı zamanda ciddi ve gelişkin bağlara da sahip oldu. Düzenden yana ama düzenin aşırılıklarının törpülenmesinde çıkarı olan tekel dışı burjuvazi ile orta burjuvazinin uzlaşmacı kesimine yaslandı. 24 Ocak 1980 tarihindeki ünlü neo-liberal ekonomik kararlara uyum sağladı. 1983 yılından itibaren hayata geçirilmeye başlayan bu kararların uygulanmasında “muhalefet” sıfatıyla görev aldı. Düzenin tıkandığı yerde de Kemal Derviş eliyle taşıyıcılığına soyundu. Sosyal demokrasi; on sekiz yıllık AKP iktidarının kesintisiz sürmesine, uluslararası sermayeye entegre bir kapitalist ekonominin oluşturulmasına, dinci gericilik eliyle Cumhuriyet’in ve aydınlanma devrimlerinin tasfiye edilmesine yönelik çabalara burjuvazinin talebiyle dahil oldu.

Türkiye işçi sınıfının, sermaye sömürüsüne karşı mücadele yeteneğinin yıpratılması için uğraştı. Sendika başkanlarını ilişki ağı içerisinde tutmaya özel çaba harcadı. Ağır sömürü koşullarında yaşamaya çalışan işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanları, inandırıcılığı olmayan vaatlerle AKP iktidarının yanına ittirdi.  AKP iktidarı karşısında huzursuzlanan yığınların önüne düzen sağının temsilcilerini umut olarak koydu. Aynı yığınları Yenikapı’da AKP ile ortaklaştırdı. Atatürkçülükten sosyalist sola kadar geniş bir yelpazenin çürütülmesi, umutsuz ve örgütsüz kılınması için uzlaşma zeminleri tasarladı. Türkiye’nin emekçi halkına sunduğu her “yeni” politika, burjuvazinin kitleleri soğurma talebiyle yürütüldü.

Bugün, sermaye sınıfı; politikalarının uygulanmasında dinci gericiliği kullanmayı tercih etse de, Türk sosyal demokrasisini “bir burjuva işçi partisi” olarak değil belki ama neo-liberalizmin krizinde en azından cumhuriyet devriminin tasfiyesini garantilemek, emekçi halkın öfkesini sahte umutlarla soğurmak ve sermaye sınıfının kazanımlarının kalıcılaşması amacıyla yanında tutmaya devam ediyor.

Alman sermayesi sosyal demokratları ile Alman kapitalizminin bir krizini aşmayı başarmıştı, Türkiye burjuvazisi de Türk sosyal demokrasisi ile kendi siyasi-ekonomik krizini yönetmeyi deniyor.

***

Avrupa sosyal demokrasisi 1. Dünya Savaşı’nda burjuvazinin savaş kredilerini onaylayarak açtığı yolda; Karl Liebknecht ve yoldaşlarının katledilmesiyle varolmuştur. Burada değişmeyen rota sermaye sınıfının ihtiyaçları olagelmiştir. Benzer bir durum bizim sosyal demokrasimiz için de geçerlidir. Bu gerçeğin özellikle bugünlerde hiç akıldan çıkarılmaması yerinde olur.

Hakan Aydın / SOL


15 Ocak 2021 Cuma

Hukuk profesyonellerinin Nazi rejimiyle suç ortaklığı - Av. Tankut Soykan / BİRGÜN


 

Nazi Almanyası’nda hukuk profesyonellerinin soykırımcı diktatörlük rejimine nasıl cevap verdikleri günümüzde demokrasinin ve insan haklarının korunması için çok önemli dersleri içermektedir. Bu yüzyılda hukukçuların benzer hataları yapmamaları, meslektaşlarının hatalarından ders çıkarmaları gerekmektedir.

Nazilerin insanlığa karşı işlediği suçların failleri sadece gözü dönmüş bir grup fanatikle bunların peşlerine takılan öfkeli lümpen kalabalıklar değildi. Bu suçların işlenmesine, saygıdeğer akademisyenler ve doktorlar gibi birçok hukuk profesyoneli de doğrudan veya dolaylı olarak katıldı. Irkçı fanatikler ve yoksul kitlelerle karşılaştırıldığında, son derece eğitimli ve yüksek etik ilkelere sahip bu kişilerin nasıl olup da böylesine iğrenç suçların işlenmesine kolayca katılabildiği hep şaşkınlık uyandırmıştır. Bu şaşkınlık dar profesyonel yaklaşımların her türlü şeytani amaç için kullanılabilecek önemli bir zafiyet olduğunun yeterince anlaşılmamasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, profesyonellerin, özellikle hukukçuların, yakın geçmişimizde soykırım suçlarının işlenmesindeki rolleri hakkında farkındalığın artırılmasının insan haklarına saygılı demokratik toplum bilincinin oluşmasına yapacağı katkılar reddedilemez.

Nazi hukukçuları denince akla ilk gelen simge kişi Hitler’in Halk Mahkemesi Başkanı Roland Freisler’dir. Birçok kişi Beyaz Gül Direnişçilerinin ve 20 Temmuz Suikast Girişimcilerinin yargılandığı davalardaki film sahnelerinden bu anti-hukukçuyu hatırlayacaktır. Ancak, Nazi rejiminin hizmetinde olan hukukçular Roland Freisler ve onun gibi hukukçulukla bağdaştırılamayacak yargıç cübbesi giymiş katillerden ibaret değildi. Carl Schmitt gibi saygın hukukçular da kısa sürede Nazi saflarına katılmakta tereddüt etmemişlerdi. Belki de en hazin olanı beş sene içerisinde (1933-1938) sadece hâkim ve savcılık mesleklerinin değil, avukatlık mesleğinin de tamamen Nazileştirilmesine hiçbir ciddi direnişin gösterilememiş olmasıydı. Peki, bu duruma hangi olgular yol açmıştı?

NAZİ REJİMİNE KOLAY UYUM SAĞLADILAR

Hukuk mesleklerinin, özellikle de hâkimlik ve savcılığın, hızla Nazileştirilmesini sağlayan olgulardan en önemlisi, diğer pek çok ülkede olduğu gibi, bu meslekten kişilerin ağırlıklı olarak muhafazakâr bir grup olmasıydı. Weimar Cumhuriyeti’ne gelindiğinde Alman İmparatorluğu’nun yargısının yapısı neredeyse tamamen korunmuştu. Yeni rejimde çok az sayıda liberal ve sosyal demokrat hâkimlik ve savcılık kadrolarına atanabilmişti. Bu kadroların içinde Yahudilerin sayısı daha da azdı. Bu gruplardan kişiler için hukukçuluk yapmak ancak avukatlık ve kısmen de akademisyenlik mesleğine yönelmekle mümkün olabiliyordu. Sokaklarda terör estiren kahverengi üniformalı serseriler bu sayede Weimar yargısının hoşgörüsünden fazlasıyla yararlandılar. Bu derece homojen olan muhafazakâr yargı mekanizmasının Nazi rejimine uyum sağlaması daha kolay oldu.

FIRSATÇILARIN YILDIZININ PARLADIĞI DÖNEM

Hukuk mesleklerinin Nazileştirilmesindeki bir diğer önemli etmen Alman toplumunun genelinde olduğu gibi bu mesleklerde yaşanan krizdi. Weimar Cumhuriyeti’nde hukukçu sayısında çok hızlı bir artış olmuştu. Bunların büyük bir kısmı ya işsiz ya da çok düşük gelir seviyesinde kazançlara sahipti. Özellikle mesleğe yeni atılanlarda geleceğe karşı tam bir güvensizlik hâkimdi. Hukuk mezunlarının sayısının azaltılması ve baroların kabul edecekleri yeni avukat sayılarını düşürmesi yönünde talepler yükselmeye başlıyordu. Muhalif görüşlüler ve Yahudiler gibi, bazı kesimlerin hukuk mesleklerinden tasfiye edilmesi birçok kişi için yeni fırsatlar yakalama imkânı yaratacaktı. Baroların Adalet Bakanlığı’nın avukat sayılarının belirlenmesini denetleme yetkisini tanımak yönündeki baskılara daha fazla dayanamaması nihayetinde bu mesleğin serbest meslek olmaktan çıkmasının yolunu açtı. Böylece, Nazi rejiminin ilk yılları daha önce adı sanı duyulmamış fırsatçıların hukukçu devlet memuru olarak yıldızlarının parladığı bir dönem oldu.

Pragmatizm ve profesyonellik söylemleri Nazi rejiminde hukukçu olarak çalışmaya devam etmekle birlikte aslında Nazi olmamayı başardıklarını iddia edenlerin suç ortaklıklarını gizlemelerinin bir aracı oldu. Bunların anlatımına göre Nazi yönetimi altında her türlü karar son derece ani ve tepkisel bir biçimde alınmaktaydı. Profesyonel ve pragmatik davranarak bu kişiler en azından bazı kararlardaki aşırılıkları törpülemeyi başarmışlardı. Zaten bir hukukçu olarak esas görevleri mevcut yasaları uygulamaktı, onlardan siyaset yapmaları beklenmemeliydi. Hâlihazırdaki koşullardan bundan fazlasını yapmaya çalışmaları gerçekçi olmazdı. Bu nedenle hukukçular arasından gelen her türlü muhalefete karşı oldular.

hukuk-profesyonellerinin-nazi-rejimiyle-suc-ortakligi-829343-1.
Savcı Yüksel Kocaman, nikahından hemen sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ziyaret
etmişti. Kocaman nikahtan kısa bir süre sonra Yargıtay üyeliğine atanmıştı.


Her şeye rağmen Nazi döneminde, cılız da olsa, herhangi bir hukukçu muhalefetinin yapılacağı tek alan olan avukatlar arasında belli bir direniş geliştirilebilmişti. Bu direnişte iki farklı anlayış hâkimdi. Birinci ve başlarda hâkim olanı ılımlı muhalefetti. Bu muhalefetin başını bazı tecrübeli başarılı avukatlar çekiyordu. Hâkimlik ve savcılık mesleklerinden tüm Yahudiler tasfiye edilmişken, avukatlık mesleği için 1. Dünya Savaşı’na katılmış gaziler için istisna tanınmasını sağlamışlardı. Bunun dışında “avukatlık mesleğinde Yahudilerin aşırı temsilini” düzeltmek için müzakere yapmaya hazırdılar. Ilımlı Yahudi avukatlar muhalefetinin etkisi ancak 2. Dünya Savaşı başlayana kadar sürdü. Bundan sonra argümanlarının herhangi bir cazibesi kalmamıştı. Nihayetinde hepsi mesleklerini icra etme haklarını büyük bir aşağılanmışlık duygusu içerisinde kaybettiler. Kaçabilenler yurtdışına kaçtı ve bazıları tüm bunlara dayanamayıp hayatlarına son vermeyi tercih ettiler.

Daha genç bazı Yahudi avukatlar ise radikal bir direniş geliştirmeye çalıştılar. Bunların zaten gazilere tanınan istisnalardan yaralanma ayrıcalıkları yoktu. Belki de bu yüzden, Ernst Fraenkel gibi solcu Yahudi avukatlar diğer meslektaşlarından daha özgür düşünebiliyorlardı. Profesyonel kimlikleri düşünüşlerine ket vurmamıştı. Nazi hukukunun dışına çıkan bir direniş hattı oluşturmaya çalıştılar. Fraenkel, sadece Nazilere karşı onurlu bir direniş örgütlemekle kalmadı, aynı zamanda birçok önemli esere imza attı. Bunlardan en önemlisi, “İkili Devlet” isimli kitabıdır.[2] Savaştan sonra Berlin’e dönerek demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün güvence altına alınması için çalışmalarını sürdü.

HUKUKÇULARIN DERS ÇIKARMASI ŞART

Nazi Almanyası’nda hukuk profesyonellerinin soykırımcı diktatörlük rejimine nasıl cevap verdikleri günümüzde demokrasinin ve insan haklarının korunması için çok önemli dersleri içermektedir. Özellikle distopyaların her geçen gün daha da gerçek görünmeye başladığı bu yüzyılda hukukçuların benzer hataları yapmamaları, meslektaşlarının hatalarından ders çıkarmaları gerekmektedir. Bu nedenle, tüm hukuk profesyonelleri için Holokost eğitimi imkânlarının yaratılması çok faydalı olacaktır. Bu konuda barolar öncü rolünü üstlenebilir ve gerek stajyer avukatlar için gerekse de baroya kayıtlı avukatlar için Holokost eğitimi programları hazırlayabilirler.

Av. Tankut Soykan / BİRGÜN

[1] Bu kısa yorumu yazmama kısa süre önce okuduğum şu kitap neden oldu: Alan E. Steinweis & Robert D. Rachlin (Ed.), Nazi Almanya’sında Hukuk (İdeoloji, Fırsatçılık ve Adaletin Saptırılması), Çev. Kıvılcım Turanlı, Zoe Kitap, 2020.
[2] Ernst Fraenkel, İkili Devlet: Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, Çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2. Baskı, 2020.