18 Ocak 2021 Pazartesi

'Erdoğan AB'den meşruiyet satın almaya çalışıyor' - SOL - Söyleşi

 Altuntaş söylenenlerin aksine Erdoğan'ın bir "demokratikleşme" için AB'ye taviz vermenin değil, tam aksine, daha rahat otoriterleşebilmek için AB'den meşruiyet satın almanın peşin olduğunu söylüyor.

Erdoğan’ın kuyruğu dik tutarak da olsa son haftalarda Avrupa Birliği’ne olumlu sinyaller veriyor. AB-Türkiye arasındaki diplomasi trafiği de gözle görülür şekilde arttı. Bu gelişmelerin ne anlama geldiğini Dayanışma Meclisi üyesi akademisyen Ekin Oyan Altuntaş Boyun Eğme dergisinin yeni sayısında değerlendirdi. BE'nin sorularını yanıtlayan Altuntaş söylenenlerin aksine Erdoğan'ın bir "demokratikleşme" için AB'ye taviz vermenin değil, tam aksine, daha rahat otoriterleşebilmek için AB'den meşruiyet satın almanın peşinde olduğunu söyledi.

Altuntaş'ın yanıtları şu şekilde:

Erdoğan iktidarının Avrupa Birliği ve üye ülkelere dönük görüşme trafiğinde son dönemde ciddi bir hızlanma var. Söyleminde de neredeyse yüz seksen derece bir değişiklik oldu. Bu değişiklikte ekonomik ilişkiler açısından en önemli muhatabın başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri olmasının payı olsa gerek. Siz bu manevrayı nasıl yorumluyorsunuz?

Erdoğan iktidarı, Avrupa Birliği’ne (AB) yönelik üst düzey görüşme trafiğini son iki ay içinde ciddi ölçüde arttırdı ve açık ki, 25-26 Mart Zirvesi'ne kadar da bu yoğun temas turlarını daha da hızlandıracak. Yoğun temas trafiğinin ötesinde, birkaç ay önce Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı olmadığını iddia eden ve zaman zaman AB liderlerine hakaret eden Erdoğan hiçbir rahatsızlık duymadan “Türkiye’nin Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası olduğu” ve “Türkiye’nin elini havada bırakmayın ve ilişkilerimizde yeni bir sayfa açalım” söylemine geçmiştir.

Bu tür radikal söylem değişikliklerinin Erdoğan’ın siyasi hayatında olağan bir yer teşkil ettiği saptamasını yaptıktan sonra nedenleri birbiriyle ilişkili iki gruba ayırmak faydalı olacaktır. Bunlar kısaca, hızlandırıcı dış etkenler ile birikmiş iç çelişkilerin yönetilememesi sorunudur. 

Hızlandırıcı Dış Etkenler: Bu gruptaki en esaslı dış etken, ana akım medya organlarında da sıkça dile getirildiği gibi ABD Başkanlık seçimlerini Demokrat Parti adayı Joe Biden’ın kazanmış olmasıdır. Biden’ın 20 Ocak 2021’de Başkanlığı devralmasından sonra emperyalizmin kurumsal işleyiş mekanizmaları ile ideolojik ortaklığını tekrar işlevsel hale getirme amacında olduğu ve “Transatlantik ittifak ağlarını” (emperyalist bloku) NATO ve AB üzerinden Rusya-Çin’e karşı yeniden işler hale getirmeye çalışacağı biliniyordu. 10-11 Aralık AB Zirvesi öncesinde çıkacak olası yaptırım kararına karşı NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in AB’nin çok hassas olduğu mülteci sorununu hatırlatarak Türkiye’ye destek vermesi ve 10-11 Aralık Zirve Sonuç Bildirgesi’nin Türkiye ile ilgili kısmında “AB, Türkiye ve Doğu Akdeniz'deki durumla ilgili konularda ABD ile koordinasyon arayışında olacaktır” kararının alınarak yaptırımların (AB literatüründeki ifade şekli ile “kısıtlayıcı önlemler”) 25-26 Mart 2021 Zirvesi’ne bırakılması, NATO ve AB’nin de bu yeni süreci beklediğini göstermekteydi. 

Emperyalist çarkların koordineli hareketine karşı Erdoğan iktidarı, iç politikayı konsolide etmekte yararlandığı ve zaten kendi sınırlarına ulaşmış militarist dış politikasının manevra alanının daralacağının farkındaydı. Bu bakımdan dış politikada yeni bir pozisyon almak zorunluydu. Zaten uluslararası neoliberal sistem ve hegemonik ilişkilerinin siyasi, askeri, iktisadi ve hukuki kural ve düzenleme araçlarına bağımlı olarak eklemlenmiş bir ülke olarak Türkiye, emperyalist blok örgütlenmesinde gerçekleşen değişimlerin dışında kalamaz. Bunlara ek olarak, Türkiye dış politikada cumhuriyet tarihinin en fazla yalnızlaştığı dönemi yaşıyordu ve çoklu sorunların somut sonuçları artık ötelenemeyecek bir aşamaya gelmişti. ABD’nin, Rusya Federasyonu’ndan alınan S-400 Füze Savunma Sistemi sebebiyle Türkiye’ye "Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası"nı (CAATSA) uygulayacağı kesinleşmişti ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs’la birlikte AB, Mısır, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler bloğuna karşı sürekli NAVTEX (seyrüsefer bildirimi) ilanıyla politika üretmek çok maliyetli hale gelmişti. Bunun dışında Libya, Suriye ve Irak’taki askeri angajmanların yarattığı birçok farklı sorun mevcuttu.   

Birikmiş İç Çelişkilerin Yönetilememesi: Saydığım gerekçeler Erdoğan iktidarının AB’ye yönelik söylem değişikliğinin konjonktürel koşullarını kurmuş olsa da değişikliğin asıl itici gücü içerideki iktisadi ve siyasi modelin iç çelişkilerinin birikiminin yönetilememesi ile geldi. Başka bir deyişle, yabancı sermaye akımlarına bağımlı iktisadi modelin sürdürülebilmesi için yüksek reel faiz sunma zorunluluğunun bulunması; net döviz rezervlerinin negatif bakiyeler vermesi; önemli bir kısmı AB üyesi ülke (İspanya, Hollanda, Fransa, Almanya) bankalarından alınmış dış borç yükü; artan cari açık; büyüyen iç açıklar; toplumsal buhrana dönüşmüş işsizlik; kara deliğe dönmüş geçiş veya kira garantili yap-işlet-devret modeli; kredi genişlemesi olmadan yüzdürülemeyen küçük ve orta büyüklükteki (ağırlıkla AKP’nin seçmen kitlesini oluşturan) işletmelerin artan memnuniyetsizliği; yeniden geçilen reel faiz uygulamasına TOBB üzerinden bazı sermaye çevrelerinin itirazlarının yükselmeye başlaması; farklı sermaye fraksiyonlarının birbiriyle çelişen çıkarlarının baskısı; halk sağlığı krizi ve tüm bunların bileşiminde artan sınıfsal öfkeye karşılık AKP-MHP koalisyonun yönetebilme kapasitesinin giderek düşmesidir. İktidarın devamlılığı için gerekli dinci-milliyetçi meşruiyet üretiminin yetersiz ve hantal kaldığı bu aşamada Erdoğan’ın yeni otoriterleşme hamleleri için dış meşruiyet arayışı arttı. Üstelik AB üzerinden kazanılacak meşruiyet, olağanüstü seviyedeki parasal genişleme ortamında reel faiz getirisi arayan yabancı sermayeye de güvence vermiş olacaktı. 

Sonuç olarak Erdoğan, iktidarının bekasını korumak için uzun zamandır ihtiyaç duymadığı kadar çok dış meşruiyetini güçlendirmeye ihtiyaç duymaktadır. Erdoğan’ın AB’ye yönelik söylemlerinde yüz seksen derece değişiklik yapmasının nedeni, zaten işlemeyen ve işlememesi iki taraf için de sorun olmayan kitlenmiş üyelik sürecinin canlandırılması değildir. Bunun yerine, emperyalist bloğun birleşik yaptırımlarından kaçarken bu bloğun küresel standartları koyabilme gücüne sahip örgütlü gücü olan AB’ye güvenceler (ayrıca Doğu Akdeniz’de jeopolitik geri çekilme, Antalya Körfezine çekilme gibi) sağlayıp, karşılığında AB’nin meşruiyet kaldıracıyla iktidarının sürdürülmesinin araçlarını sağlamaktır. Bu meşruiyet hem dışarıdan sermaye akışını kolaylaştıracak, hem de içeride “eski AKP” hayalini satan AKP’den kopmuş küçük partilerin söylemlerini ellerinden alacaktır. Ayrıca, pazarlık karşılığı satın alınan dış meşruiyet, içeride rejim konsolidasyonu için sertleşecek otoriterleşmenin emperyalizmin efendileri tarafından görmezden gelinmesini de sağlayacaktır. 

Erdoğan’ın AB’ye yönelik yeni söylemleri hemen AB kurumları ve Fransa-Almanya tarafından sahiplenilmiştir. Hizaya çekilmiş ve en nihai aşamada kapitalizmin ortak çıkarına hizmet eden bir iktidara yardım etmek için emperyalistlerin her zaman uzatacakları bir elleri vardır. Kapitalist “ontoloji” bunu gerektirir. 

'AB hiyerarşik ve hegemonik bir yapılanmadır'

Pandemi Avrupa Birliği üyesi ülkeler arasındaki, özellikle merkez ve çevre ülkeler arasındaki çelişkileri de fazlasıyla ortaya çıkarmış oldu. Somut olarak Brexit gibi örnekler de bu emperyalist birliğin çatırdamaya başladığının işareti olarak görülebilir. AB'nin geleceği ile ilgili ne gibi öngörüleriniz var? 

AB’nin geleceğini öngörebilmek için öncelikle bu örgütün niteliklerini tanımlamak gerekir.   

AB İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD liderliğinde örgütlenen kapitalist üretim modelinin (1980’lerden itibaren neoliberalizmin), küresel etki yaratan, bölgesel bir bütünleşme örneğidir. Örgütün temelini serbest piyasa merkezli ekonomik entegrasyon oluştururken, harcını anti-komünizm, liberalizm, hukukun üstünlüğü ilkesi, demokrasi, temel hak ve özgürlükler oluşturur. Friedrich Von Hayek’in hayal ettiği gibi piyasa temelli bir toplum inşası örneğidir. AB hakkındaki ana akım çalışmalar, AB’nin temeli ile harcını birbirine eşdeğer kılmaya ve hatta harcın kendisini temele öncelemeye çalışırken AB’nin ana niteliğini, yani temelindeki kapitalist üretim modeli ve ilişkilerini göz ardı ederler. AB temel olarak bir taraftan sermaye birikimini ve kâr maksimizasyonunu sürekli kılacak stratejiler geliştirir ve bunları standartlara bağlarken diğer taraftan bu modelin yapısal çelişkilerinden kaynaklanan krizlerini yönetmeye, kapitalist sınıfın birliğini korumaya ve emek örgütlenmelerini-taleplerini kontrol altında tutmaya çalışır. AB hiyerarşik ve hegemonik bir yapılanmadır ve başta emek-sermaye çelişkisi olmak üzere kapitalizmin yapısal çelişkilerini, bağımlı sömürü ilişkilerini ve sürekli borç yaratan iktisadi ilişkileri AB içi çevre ülkelere veya AB dışı ülkelere anlaşmalar yoluyla ihraç etmeye çalışır. AB bir sermaye ve lobiler örgütüdür. Günümüzde Brüksel’de faaliyet gösteren yüzlerce lobi şirketi ve binlerce lobi çalışanı (25 bin civarı) AB’nin ulusüstü kurumları olan AB Komisyonu, Parlamentosu ve Adalet Divanı’nda neredeyse hiç görünmeden küresel tekelleri temsil eder ve onların çıkarı için karar alınmasını sağlarlar.  

'AB’nin geleceğini emperyalistlerin paylaşım mücadelesi belirleyecek' 

AB’nin geleceği için öngörü yapmam gerekirse, Birliğin geleceğini bu niteliklerde yaşanılacak yapısal bir değişikliğin belirleyeceğini söyleyebilirim. Kapitalizmin çelişkileri biriktikçe emperyalistler arası paylaşım mücadelesi artacaktır ve AB’de somutlaşan kapitalist birliğin temellerini zayıflatacaktır. Bununla birlikte, şu ana kadar AB’nin ulusüstü kurumsal yapısının küresel çapta etki doğuran hukuk kuralı yaratma kapasitesi, yetki devri sayesinde emek-sermaye çelişkisinin siyasi sonuçlarını (aşırı sağ veya sosyalist bir hükümet olasılığı) sistemin işleyişini engellemeyecek şekilde kontrol altında tutmayı başarması ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi bağımlı devletlere müdahale edip onları yönlendirebilme avantajı sona ermiş değil.  

Gerek Avrupa Birliği bünyesinde güçlenen çelişkiler, gerekse Türkiye'nin siyaset ve ekonomi alanında biriktirdiği sorunlar ışığında bakıldığında Türkiye'nin AB'yle ilişkilerinin istikrara kavuşması mümkün görünüyor mu? Dahası, bu ilişkilerin Türkiye ekonomisinin krizine bir çıkış yolu ve istikrar sunma ihtimali var mı?

Aslında AB’nin kendi kuruluş tarihine neredeyse eş zamanlı 62 yıllık bir üye olamama hikâyesi ile Türkiye-AB ilişkisi, Türk dış politikasının en istikrarlı olduğu konulardan biri olmuştur. 1996 Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesiyle pratikte üyelik süreci sona ermiş olsa da, Türkiye’nin neden üye olamayacağının temel çerçevesini çizen 1989 tarihli AB Komisyonu’nun “Görüş” (Avis) raporu neredeyse 32 yıldır her önemli belgede tekrar edilmektedir. Son yıllarda gerçekleşen AB Zirvelerinde üyelik süreci o kadar geri plana düşmüştür ki, olağan tekrarların yapılmasına bile gerek kalmamıştır.  

Üyelikle ilişkili süreçten ayrı olarak Türkiye ile AB arasında süregelen ekonomik ve siyasi ilişkilerin de çok istikrarsız olduğunu söyleyemeyiz. Olağan Yunanistan ve Kıbrıs konuları ve zamanın koşullarına göre değişen ve bazen çok acil düzenleme gereken ama en nihayetinde sistem içi kalan sorunlar (mülteci ve göçmen sorunu, Doğu Akdeniz deniz yetki alanları gibi) dışında, Türkiye-AB ilişkilerinin istikrarlı bir rota izlediğini söyleyebiliriz. 

Türkiye-AB ilişkilerinin Türk ekonomisinin krizine bir çıkış yolu sunma ihtimali ise bulunmamaktadır; çünkü zaten Türkiye’nin neoliberal küreselleşmeye bağımlı bir model olarak eklemlenmesinde, AB, emperyalist işleyişin kurumsal düzenleyici mekanizmaları olan IMF ve Dünya Bankası ile koordineli şekilde çalışmıştır. AB’nin hazırladığı 2001, 2003, 2006 ve 2008 tarih Katılım Ortaklığı Belgeleri ekonomik kriterler bölümünde de yazdığı gibi, “tütün ve şeker başta olmak üzere tarım ve enerji alanlarında piyasanın serbestleştirilmesine devam edilmesi”; “kamu işletmelerinin özelleştirilmesinin hızlandırılması”; “doğrudan yabancı yatırım girişinin kolaylaştırılması” ve “işgücü piyasasının esnekleştirilmesi” gibi talepler bunlardan bazılarıdır. 

'Erdoğan'ın reform söyleminin hedef kitlesi sermaye sınıfı'

Erdoğan şimdi yeniden piyasaya sürdüğü "reform" söyleminde Avrupa Birliği'ni de bir tür meşruiyet kaynağı olarak görüyor olabilir mi? Peki sizce Türkiye halkının gözünde AB'nin böyle bir meşruiyeti var mı?

Erdoğan’ın “reform” söylemi aslında Türkiye halkına yönelik bir meşruiyet arayışından ziyade küresel kapitalizmin kurallarına bağlılığını gösterme ve iktidarının devamlılığını sağlayacak daha fazla otoriterleşme için meşruiyet kazanma arayışıdır. Kısacası reform söyleminin hedef kitlesi Türk halkı değil sermaye sınıfı ve emperyalist bloktur ve pazarlık, demokratikleşme üzerinden değil anti-demokratikleşme için daha fazla manevra alanına sahip olabilmek üzerinden yapılmaktadır. 

Türkiye halkı nezdinde AB’nin meşruiyeti 2000’li yıllarda olduğu gibi değildir. Toplumsal bir buhran aşamasına dönüşmüş ekonomik krizin, 1990 ve 2000’lerin aksine üyelik yanılsaması yaratacak cazibesi bile kalmamış AB üzerinden örtülmesi pek mümkün görünmemektedir.  

Bu diplomatik trafiğe dair Dışişleri Bakanlığı'nın, Cumhurbaşkanı'nın, yine aynı şekilde AB'nin yaptığı açıklamalar var. Burada pek öne çıkmayan bir konu ise geçtiğimiz yıllarda aslında utanç verici bir pazarlığın konusu olmuş olan mülteciler. Sizce AB-Türkiye arasındaki olası bir yakınlaşmanın mülteciler ve yaşam, çalışma, barınma gibi hakları açısından ne gibi sonuçları olabilir?

Bir tehdit aracı olarak zaman zaman dışsallaştırılsa da, son yıllarda AB ile Türkiye arasındaki işbirliğinin işlevsel olarak ilerlediği tek önemli politika alanı sığınmacıların durumu olmuştur. Aslında hem Türkiye hem AB üyesi ülkelerin dahlinin olduğu Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin sonucunda başlayan yoğun mülteci akımı hız kesmiş bir durumdadır. Her ne kadar Türkiye üzerinden Avrupa’ya yönelik düzensiz göç devam etse de, 18 Mart 2016 tarihinde Türkiye ile yapılan mutabakat koşullarına göre AB’nin eli görece daha rahattır. Şubat 2020 tarihinde Erdoğan’ın teşvikiyle binlerce kişinin Yunanistan sınırına yığılması krizi de AB açısından korkulandan daha kolay yönetilebilmiştir.  

'AB ve Türkiye sığınmacı emeği sömrüsünde ortak'

Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince bağlamında, Avrupa ülkelerinden kaçan kişiler dışında kimseye mülteci statüsü tanımamaktadır. Türkiye’ye gelen sığınmacılar Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne başvurduktan sonra üçüncü bir ülkeye yerleşinceye kadar geçici koruma statüsü elde etmektedirler. AB uzunca bir süre Türkiye’nin coğrafi çekincesini kaldırtmaya çalışsa da bu politikasında başarılı olamamıştır. Bu sebeple AB’nin temel politikası, mülteci statüsü olmasa da geçici koruma altındaki sığınmacıların mümkün olduğunca Türkiye’de kalmalarını sağlamak olmuştur. 2016 yılından beri işletilen ve sığınmacıların sağlık, eğitim, sosyal yardımlar gibi hizmetlere erişimi için maddi destek içeren Mülteciler için Mali Yardım Programı’nın (FRIT) nihai sözleşmesi 17 Aralık 2020’de AB ve Türkiye arasında imzalanmıştır. 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz, AB-Türkiye arasında sığınmacıların durumuna ilişkin konular, ikili arasındaki diğer siyasi ve ekonomik anlaşmazlıklardan ve yakınlaşmalardan görece bağımsız bir kulvarda ilerlemeye ve her iki tarafın da sığınmacılara yönelik ortak emek sömürüsü politikası hız kesmeden devam etmektedir.   

'Avrupa Halkları AB kararlarını takip edemiyor'

Birliğin ideolojik temellerinden birini de antikomünizm oluşturuyor. Belki araya pandeminin girmesiyle bu başlığın görünürlüğü azaldı; ama aslında yıllardır Birlik ülkelerinde komünist siyasete dönük saldırılar, yasaklama ve baskı girişimleri devam ediyor. Bununla tutarlı olarak emek düşmanlığı belirginleşiyor, emekçilerin örgütlü tepkilerine dönük baskıcılık artıyor. Bu tabloda AB demokrasisi nerede?

AB demokrasisinin nerede olduğu AB içinde de uzun zamandır tartışılan bir konudur. Gerçi bu tartışmaların odağı, kapitalist üretim ilişkileri ve sınıf siyaseti bağlamında demokrasinin araçsallaştırılması değil, demokrasisinden şüphe duyulmayan AB’nin ulusüstü kurumlarının yetki alanlarının artmasına bağlı olarak oluşan demokrasi açığı kaygısıdır. Bu kaygı da gereksiz aslında; çünkü hem kapitalizmin sürdürülmesinde demokrasi zorunlu bir yönetim şekli değildir hem de AB karar alma mekanizmaları zaten demokrasinin işlememesi üzerine kuruludur. 

AB bir tekeller ve lobiler örgütüdür. Neoliberal küreselleşme sürecinde sermaye, serbest dolaşımını yavaşlatacak her türlü bürokratik ve kurumsal engeli azaltırken AB’nin ulusüstü kurumlarının (AB Komisyonu, Parlamentosu ve Adalet Divanı) yetki alanı arttırılmaktadır ve bu kapitalizmin işleyişi bakımından bir çelişki değil tam da olması gereken şeydir. AB içinde karar alma mekanizması, AB Komisyonu’nun bir önerge hazırlaması ile başlamaktadır ve bu aşamada açık veya gizli tekellerin bir ittifak ağı ile kurdukları lobilerin hazırladığı teknik raporlar (Tek Senet, Maastricht, yeşil mutabakat…vb.) kullanılmaktadır. Komisyon’dan çıkan önerge, olağan yasama usulü çerçevesinde yetkisi güçlendirilmiş ve halkın temsilcisi görüntüsü ile meşruiyeti arttırılmış olan AB Parlamentosu (705 vekil) ile çoğunlukla nitelikli çoğunluğa dayalı karar alan uluslararası nitelikteki AB Konseyi’nin onayına gitmektedir. Avrupa halklarının çoğunlukla takip etmediği karmaşık AB kararları, siyasi maliyet ödeme zorunluluğu olmayan ve hatta lobi şirketleri ile organik bağ kuran AB teknokratları tarafından hazırlanmakta, 25 binden fazla lobi çalışanı ile çevrelenmiş AB karar alma organları tarafından onaylanmakta ve Adalet Divanı’nın içtihatlarıyla genişlemektedir. Bu mekanizmayı bu röportaj sınırları dahilinde ayrıntısıyla tarif etmemize imkan yok ama şöyle bir sonuçtan bahsetmek mümkün: AB Hukuku-mevzuatı çok az maliyetle ve orantısız bir meşruiyetle (AB’nin askeri değil ekonomik bir yumuşak güç olduğu anlayışı, ulusüstülüğün ulus ve sınıf çıkarlarından azade bir görüntü vermesi ve temel haklar, demokrasi ve yargı bağımsızlığının yılmaz savunucusu olarak düşünülmesi) sadece Avrupa’da geçerli standartlar dizisi yaratmamakta aynı zamanda giderek küresel kapitalizmin standartlarını da belirlemektedir. Bu sebeple, AB sadece Avrupa içi değil, Amerika veya Japonya da dâhil olmak üzere sermayenin ortak çıkarlarını uluslararası standartlar haline getiren devasa bir sermaye ittifakı ağı gibi çalışmaktadır. Aslında bu bakımdan kapitalizmin demokrasi anlayışının da en iyi temsilcisidir.    

Boyun Eğme'de bu hafta: Avrupa Birliği emekçi düşmanıdır

Haftalık siyasi dergi Boyun Eğme’nin 248. sayısı, “Avrupa Birliği Emekçi Düşmanıdır” manşetiyle bugün okuyucuyla buluşuyor. İktidarın son dönemde hızlı bir şekilde yaptığı Avrupa Birliği ile yakınlaşma manevrasını kapağına taşıyan dergi, bu manevranın ekonomik ve politik düzlemdeki olası etkilerini ve Avrupa Birliği’nin geleceğini Dayanışma Meclisi üyesi akademisyen Ekin Oyan Altundaş’a soruyor. 

MELEK İPEK Mİ SUÇLU, BU DÜZEN Mİ

Bu hafta kadın sayfasında, kendisine ve çocuklarına sistematik şiddet uygulayan eşini, cinayete teşebbüs ettiği anda öldürmesiyle geçen hafta kamuoyunun gündemine oturan Melek İpek var. Devleti, siyasetçileri ve hukuk sistemiyle bu düzenin işlenen cinayette gerçek suçlu olduğuna işaret eden Boyun Eğme, kadınlara yalnız olmadıklarını, Kadın Dayanışma Komiteleri'nin her tür dayanışma için kadınları beklediğini hatırlatıyor.

MEMLEKET UMUT DOLU

Geçtiğimiz hafta boyunca Türkiye’nin en ücra köşelerine bile komünist şair Nâzım Hikmet’i ve beraberinde temsil ettiği umudu, mücadeleyi ve insanlığı taşıyan Solcu Liseliler, Nâzım Hikmet Haftası’nda yaptıklarını Boyun Eğme dergisine anlatıyor. 

DİYARBAKIR’IN HUZUREVLERİ’NDE MÜCADELE BÜYÜYOR

Boyun Eğme bu hafta okurlarını, Diyarbakır’ın göbeğinde özellikle kadın nüfusuyla bir emekçi mahallesi olan Huzurevleri’ne götürüyor. Çocuklar için tek bir oyun alanının bile olmadığı mahallede çocukların satranç öğrendiği, resim yaptığı, kitap okuduğu bir adres haline gelen Huzurevleri Semt Evi, aynı zamanda faturaların el yaktığı şu günlerde buna karşı örülecek mücadeleyi de gündem ediyor. Semt evinin sürdürdüğü diğer çalışmalar, takvimindeki hedefler ve mücadele başlıkları Boyun Eğme’nin 248. sayısında.

TACİZCİ BAŞHEKİM, PAMUKKALE TURİZM VE DOĞA KOLEJİ

Derginin Emek-Sermaye sayfalarında bu hafta, geçtiğimiz günlerde taciz skandalıyla gündeme gelen başhekimi örgütlü eylemleriyle istifaya zorlayan İzmir Devlet Hastanesi’nin sağlık emekçileri var. Bunun yanında ödenmeyen maaşları için PE Dayanışma Ağı’nda yan yana gelen Pamukkale Turizm işçileri ve geçtiğimiz hafta Türkiye Komünist Partisi’nin yaptığı “Doğa Koleji Devletleştirilsin” çağrısına bir mektupla karşılık veren bir Doğa Koleji öğretmeni de bu haftaki Boyun Eğme’de.  

Boyun Eğme dergisini mahallenizdeki semt evlerinden, TKP bürolarından, NHKM’lerden ve kitabevlerinden edinebilirsiniz.


SADAT ile silah devrinin bir ilgisi var mı? - Erk Acarer / BİRGÜN

Kurucusu 28 Şubat sürecinde emekli edilen Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin olduğu SADAT Güvenlik A.Ş’nin altında Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) ve Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırma Derneği (ASSAM) yer alıyor. 

Tanrıverdi, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanı olarak da uzun süre görev yaptı.

SADAT’ın kontrgerilla faaliyetleri içinde bulunduğu ve Erdoğan için özel ordu kurma girişiminde olduğu iddiaları gündemden hiç düşmedi. SADAT Güvenlik, bu iddiaları yıllardır yalanlıyor. Şirketin kuruluş amacını, özetle ‘dost ve müttefik ülkelerdeki asker ve polis teşkilatlarına danışmanlık ve lojistik destek hizmeti vermekle’ sınırlıyor.

YERLİ-MİLLİ DANIŞMANLIK

Güvenlik şirketinin, iddiaları yalanlarken şu ifadeleri kullanıyor olması ise ilginç: “Unutulmaması gereken, bir husus şudur ki SADAT A.Ş. Türkiye’de ve İslam Dünyası’nda yerli ve milli olarak faaliyet gösteren ilk ve tek askeri danışmanlık şirketidir.” Yeterince çelişkili değil mi?

SADAT, “Bizim eğitim kampımız olduğu iddiaları da yalandır” diyor. Bu açıklama doğru olabilir! Ama zaten klasik anlamdaki ‘kamp faaliyetleri’ geride kaldı mı? Bugün, 12 Eylül öncesindeki ülkücü komando kampları gibi alanların yerini başka faaliyet alanları aldı.

KAMPA GEREK VAR MI?

ASSAM ve ASDER ile saçaklanan SADAT, dalış kurslarından paintball organizasyonlarına, poligonlardaki atış eğitimlerine kadar pek çok faaliyeti, kurumsal olarak bünyesinde taşıyor. Bunların hepsi eğitim alanlarıdır. Anımsatalım, IŞİD, Antep’te paintball müsabakaları düzenliyor, İstanbul’daki ormanlık yerlerde atış eğitimleri yapıyordu. Kampları yoktu!

AİHM YERİNE İİHM’Mİ?

4. Uluslararası ASSAM İslam Birliği Kongresi 12-13 Aralık’ta gerçekleştirildi. Pandemi nedeni ile sanal ortamda yapılan kongre basında yer aldı. Sonuç bildirgesi, önceki 3 kongrenin ötesine taşındı. Bölgesel İslam Devleti Federasyonu’nun ana hatları çizildi.

Türkiye’nin etkin rolde olduğu İslam Birliği yapılanması, 61 Müslüman ülkenin birleşmesi ile sağlanacak ve tepede bir ‘başkanın’ olduğu 9 federal yönetimden oluşacakmış! Bu ülkeler, Avrupa’dan Afrika’ya kadar uzanıyor. Bosna Hersek ve Arnavutluk da var, Libya da. Dini belli! Yönetim şekli belli! Ortak dış politika anlayışı ve ekonomik işbirliği ortaya konacak.

Yapılanmanın, bir para birimi olacak, bir parlamentosu bulunacak. Ayrıca yargı sistemi teşkil edilecek. SADAT, yapılanmanın tanımını özetle şöyle yapıyor: “Asayiş ve iç güvenlik için teşkilatlanma, dış güvenlik için ortak savunma, ortak politikalar, ekonomik işbirliği, insan hakları ve ceza mahkemelerinden oluşan yargı sistemi tesisi…”

SADAT, Türkiye’nin etkin rolde olduğu bir İslam Birliği yapılanmasından söz ediyor, bunun adını; ‘Bölgesel İslam Devleti Federasyonu’ olarak veriyor, askeri ve kolluk faaliyetleri açıklıyor. İdari ve ekonomik olarak detaylı bir tablo çiziyor. Yargı dağıtıyor! Türkiye’nin başını çektiği 61 ülkeyi örgütleyeceğini söylüyor ama Türkiye’de faaliyet göstermediğinde ısrar ediyor!

7 Ocak’ta, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ve Emniyet Taşınır Mal Yönetmeliği’nde yapılan değişiklik Resmi Gazete’de yayımlandı. Buna göre ‘terör ve toplumsal olaylarda’ TSK’ye ait silah ve taşıtlar, bakan onayıyla Emniyet ve MİT’e devredilebilecek.

Değişikliğin, 'olası toplumsal taleplerin bastırılması ve iktidarın bekasının her şekilde korunmasını’ esas aldığını söylemek yanlış olmaz! Kurumlar arası ortak bir çalışmadan söz edilse, endişe verici bir durum ortaya çıkmayacaktı. Yasa, kamuoyu ve muhalefette eksik tartışıldığı gibi bir maddenin üzerinde de hiç durulmadı.

Yönetmelikteki ‘Taşınır mal işlem belgesi düzenlenmeyecek mallar’ maddesine; ‘Milli Savunma Bakanlığı (MSB) ve İçişleri Bakanlığı’nca uluslararası anlaşmalara dayanılarak dost veya müttefik ülkelere ve bu ülkelerde bulunan kamu veya özel nitelikli kurum ve kuruluşlara mal ve hizmetin yardım olarak verilmesi maksadıyla tedarik edilecek taşınırlar’ bendi de eklenmişti.

Buna göre uluslararası anlaşmalara dayanılarak ‘dost ve müttefik’ ülkelere taşınır mal işlem belgesi olmaksızın taşınır malların sevkıyatı yapılabilecek. Ortaya çıkan 2 sorunun yanıtını kamuoyuna bırakalım. Birincisi, TSK’nin envanterindeki ağır silahlar ya da tankları hangi personel kullanacak ve bu eğitim nasıl verilecek?

Dost ve müttefik ülke tanımından 61 İslam ülkesi mi çıkıyor? SADAT’ın 4. Uluslararası ASSAM İslam Birliği Kongresi için söz konusu ülkelerin bütün askeri envanterini en ince detayına kadar çıkarmış olmasının konuyla bir ilgisi var mı?

Çıkan yasa ve Türkiye’de yürütülen faaliyetlere bakınca 2 şeyi de aynı anda görüyoruz. İktidarın içeride, her ne olursa olsun varlığını sürdürme ısrarını ve dışarıda, savaş ya da işgal girişimlerinden vazgeçmeyeceğini! ‘Taşeronlar’ ve ‘ekipler’ konunun kapsamından azade değil!

Erk Acarer / BİRGÜN

Pusuda duran çeteler bu düzenin bekçisi - Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

Türkiye’nin yakın tarihi sağ siyasetçilerin hedef gösterme ve kitleleri kışkırtma eylemlerinin ne denli hazin sonuçlar ortaya çıkardığının örnekleriyle dolu. 

Yaralama ve ölümlerle sonuçlanan nice eylemin faili, sağ siyasetin kahraman listesine yazılırken; hedef gösterenler hiçbir zaman sorumluluk almadı aksine inkâr edişlerini bir mertlik olarak sundular. 

Türkiye sağcılaştıkça bu kanlı tarihin üzeri örtülüverdi. 

Sağın “vurucu güçlerine” emir verenler ahir ömürlerinde “bilge siyasetçi” ilan edilmekle kalmadı bugün kendisine muhalif diyenler tarafından da hayırla anıldılar. 

Daha da vahim olan sicili kabarık sağcıların düzen içi muhalefet tarafından politik makamlarla ödüllendirilmesi. Bu durumun basit bir belleksizlik hali olmadığı, toplumu İslamcı-milliyetçi çizgide dönüştürme projesine hizmet ettiği ise muhakkak.

Son dönemde peşi sıra yaşadıklarımız “vurucu güçlerin” geçmişte kalmadığının kanıtı niteliğinde. AKP-MHP ittifakının kurulduğu günden bu yana muhalif siyasetçiler, gazeteciler, sanatçılar yalnızca yargı yolu ile değil sopa ile de susturulmaya çalışılıyor. Kimi evinin önünde kıstırılıp dövülüyor, kimi program çıkışında saldırıya uğruyor, kiminin adres ve telefon bilgileri troller aracılığıyla etrafa saçılıyor. Politik bir amaçla yapıldığı belli olan bu saldırılar kayıtlara genellikle birer adi vaka olarak geçiyor; failler ya hiç yakalanmıyor ya da en fazla adli kontrolle serbest bırakılıyor.

MHP’den kopup İyi Parti saflarında siyaset yapanlar uzun süredir saldırılara maruz kalıyorlar. Ekim 2018’de, Bahçeli’nin şimdilerde “evine dön” dediği Akşener’in konutu önünde bir gece yarısı MHP’lilerin sloganlarla İyi Parti liderine gözdağı vermeye çalışması bir son değil başlangıçtı. Akabinde Yavuz Selim Demirağ, Ahmet Takan, Sabahattin Önkibar, Murat İde gibi isimler saldırıya maruz kaldılar. Bu milliyetçi yazarların ortak yanı MHP’yi ve özellikle de Bahçeli’yi eleştirmeleriydi. Aynı nedenle yerel basında da çok sayıda gazeteci tehdit edildi ya da işinden oldu. Hükümet göstermelik soruşturmalar dışında hiçbir şey yapmadı. Yaptıklarının yanına kâr kalacağını bilen çeteler de kaldıkları yerden saldırılarına devam etti.

Gelecek Partisi Gn. Bşk. Yrd. Selçuk Özdağ’ın Bahçeli’yi eleştirmesi sonrasında MHP Gn. Bşk. Yrd. Semih Yalçın tarafından adeta hedef gösterilmesi ve evinin önünde hastanelik edilmesi ikinci dalganın başladığının göstergesiydi. Aynı gün gazeteci Orhan Uğuroğlu da saldırılardan payını aldı. Artık olup bitenleri, salt MHP – İyi Parti rekabeti ile açıklamak yeterli değil. Bahçeli’ye, Erdoğan’a muhalif olduğu günleri hatırlatan ve milliyetçi-ulusalcı tabanda etkisi olan kim varsa çetelerin gözdağı listesine dahil ediliyor. Belli ki Bahçeli, Cumhur İttifakı öncesinde AKP’ye ve Erdoğan’a söylediklerinin tamamen unutulmasını istiyor.

Silahlı sopalı çetelerin sahaya sürülmesi iktidar blokunun tabanında yaşanan erimeyle doğrudan ilişkili. MHP’liler iktidarlarının risk altında olmadığını göstermek adına her gün bir başka grubu açıkça tehdit ediyorlar. AKP’nin bu tehditlere seyirci kalması ya da düşük perdeden tepki vermesi MHP’nin elini güçlendiriyor. Bir diğer yandan, ittifakın ilelebet süreceğini ilan eden Bahçeli, bu tehditlerle iktidar bloku içindeki gerilimleri örtmenin yollarını arıyor. Örneğin HDP’nin kapatılması konusunda ortaklar arasında anlaşmazlık olduğunu ileri süren Mustafa Balbay’ın, bu ve benzeri konuyu işleyen KRT ve Halk TV gibi kanalların Bahçeli’nin hedef tahtasına oturtulması bundan.

Üst üste gelen saldırılara “sağcılar birbiri ile hesaplaşsın, bize ne” diyerek bakan varsa yanılıyor. Kılıçdaroğlu’na yönelen Çubuk’taki linç girişimini, Çakıcı’nın tehdit mektuplarını, Barış Atay’a yapılan saldırıyı ve daha birçok benzer örneği anımsamak bile içinde olduğumuz sürecin sağ içi kavgaya indirgenemeyeceğinin birer göstergesi niteliğinde. Pusu kuran, namertçe saldıran grupları “durumdan vazife çıkaran heyecanlı tipler” olarak nitelemek ise doğru değil. O çeteler bugün iktidarın etrafında kümelenen ilişki ağının somut birer parçası. Kendiliğinden değil moda deyimle “düğmeye basıldığı” için harekete geçiyorlar.

Düzen içi muhalefet, bu çeteleşmeye karşı mücadele verme kararlılığını maalesef gerektiği kadar gösteremiyor. Geçmiş olsun ziyaretleri ve kınama sözcükleri dışında bütünlüklü bir pozisyon alamıyor. Bu saldırıların aynı zamanda iktidarı bırakmama çabasının bir ürünü olduğunu kavrayamıyor. Öyle olsa, bu linç ve saldırılara geçmişte yol verenleri baş tacı etmeyi sürdürmez.

Doğan Öz, Ümit Kaftancıoğlu, Cavit Orhan Tütengil ve daha nicesini sağcı şiddete kurban vermiş bu ülkenin tarihinden ders çıkarmadan bugünün aydınını, politikacısını, gazetecisini koruması mümkün değil.

Güven Gürkan Öztan / BİRGÜN

Adnan Oktar’ın siyasi ayağı var mı? - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

İstanbul sabırsız bir insan gibi. Sessizliğin gölgesinde sanki beyaz örtülerini bekliyor. Havada uçuşanlar toz taneleri değil. Birazdan yağacak olanın habercisi. Sokaklar boş. Kar, bu kez ayak izlerinden ayrı kalacak.

Cumartesi günü, Adnan Oktar Davası’nda mağdur ve şikâyetçi olanların yaptığı basın açıklamasını izlemeye gittim. 11 Ocak’ta İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararın ilk aşama olduğunu söylüyorlardı. Gelecek yeni bir davayı haber veriyorlardı. Öte yandan Oktarcıların faaliyetlerine halen devam ettiğini anlatıyorlardı. Grubun, tutuksuz ya da firari mensuplarıyla özellikle sosyal medyada çalışmalarını sürdürdüğünü söylüyorlardı. Örgütten şikâyetçi olanların özel hayatlarına yönelik, sistematik karalamalar yapıldığını aktarıyorlardı. Bu nedenle iki sosyal medya platformunun (Twitter ve Instagram) yöneticilerine dava da açmışlardı.

Yol boyunca, avukat Andaç Maraşlıoğlu’na davayla ilgili sorular sordum. FETÖ’den sonra bir dini cemaat daha “silahlı örgüt”ten hüküm giymişti. Olan biten, medyada sadece Adnan Oktar’ın aldığı “1075 yıl 3 ay hapis cezası” haberiyle yer bulmuştu. Oysaki savcılık mütalaası da mahkeme kararı da bundan daha fazla şey söylüyordu.

Her şeyi not aldıktan sonra son bir soru sordum: Bu kadar suç işlenirken, bunca şey olurken devleti yönetenler neredeydi?

Cevabını alamadığım tek soru bu oldu!

Sonra mahkeme dosyası ve mağdurların avukatı Eser Çömlekçioğlu’nun verdiği bilgilerle her şeyin bir dökümünü yapmaya karar verdim.

Size de anlatayım…

BAŞSAVCININ KORUMASI DA CEZA ALDI

Yargılama 4 bin 590 sayfalık iddianameyle başladı. Daha sonra yazılan, toplam 192 sayfalık 3 iddianame bununla birleşti. İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen dava sonunda, mahkemeye sunulan savcılık mütalaası 499 sayfa. Mahkemenin verdiği karar ise 766 sayfa. Her ikisi de yıllardır “Adnan Oktar Cemaati” olarak bildiğimiz grubu, “Adnan Oktar Silahlı Suç Örgütü” olarak tanımlıyor.

Davada 239 sanık yargılandı. Sonuçta 3’ü beraat etti. 236 kişi hüküm giydi.

Adnan Oktar’ın da aralarında olduğu 14 kişi “silahlı suç örgütü yöneticiliği”nden ceza aldı. Toplam 211 kişi ise “silahlı örgüt üyeliği”nden hüküm giydi. Bunlardan 26’sının üyelikten aldığı ceza ertelendi.

11 sanık, örgüte yardımdan cezalandırıldı. Oldukça ilginç isimler var. Mesela Oktar operasyonlarının ardından istifa etmek zorunda kalan eski İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Başsavcısı Hadi Salihoğlu’nun koruması Özdemir Uygur. Bir diğeri ise “kişisel verileri” tartıştığımız bugünlerde, Türkiye’nin en büyük telefon operatörünün kritik bir ismi olan ve bazı kişisel verileri kaydetmekle suçlanan Nilüfer Ayır.

380 CİNSEL SALDIRI

Kararda 380 cinsel saldırı eylemi yer aldı. 9’u çocuk, 80 mağdur kadın var. Mağdur avukatlarına göre, “şikâyetçi olmaya cesaret edemeyenler” düşünüldüğünde; bu, gerçeğin bir kısmı.

Davada, gazeteciler Mine Kırıkkanat ve Ali Eyüpoğlu’nun da aralarında olduğu, 141 şikâyetçi-müşteki var.

77 kişi, “nitelikli cinsel saldırı ve çocuğun cinsel istismarı” suçlarından hüküm giydi. Hüküm giyenlerden biri ise kadın.

2 kişi şantajdan ceza aldı. 20 mağdura yönelik, “kişisel verilerin hukuka aykırı kaydedilmesi suçu”ndan, 14 yöneticiye 55’er yıl hüküm verildi.

79 tabancaya, 23 tüfeğe el konuldu.

Sanıklardan Mert Sucu, operasyona katılan 2 polis memurunu öldürmeye teşebbüsten, 36 yıl (18+18) hüküm giydi.

879 HAYVAN FOSİLİ

Dava dosyasına giren MASAK raporu 15 bin sayfayı buluyor. Mahkeme, bu rapora dayanarak 81 şirkete, 210 araca, onlarca taşınmaz, şirket hissesi ve paraya el koydu. El konan malların değerinin 1 milyar lira olduğu tahmin ediliyor. Bunların arasında 879 tane hayvan fosili de var.

2 sanık hakkında FETÖ’ye yardımdan 6’şar yıl hapis cezası verildi. FETÖ’nün kullandığı HERKÜL isimli uygulamanın Apple Store’a yükleme içeriği ve şifreleri, iddianameye göre sanıkların bilgisayarlarından çıkmıştı.

Gruba yönelik, ABD ve İsrail bağlantılı casusluk iddiası vardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’le görüşmelerine de katılan Rus vatandaşı bir çevirmen de (Leyla İsmailova) bu nedenle suçlanıyordu. Adnan Oktar, “Siyasi ve Askeri Casusluğa Teşebbüs” suçlamasından da 8 yıl ceza aldı.

Sadece örgüt ya da cinsel suçlar değil. “Egˆitim ve ögˆretim haklarının engellemesi” suçlamasından toplam 42 yıl hapis cezası verildi. Eziyet ya da kişiyi hürriyetinden yoksun kılma gibi suçlarla da hüküm kuruldu.

ADNAN OKTAR’IN SİYASİ AYAĞI

Mahkemenin özeti böyle. Basın açıklamasında bulunan, Adnan Oktar Grubu’nun eski isimlerinden olan ve bugün davada mağdur olarak yer alan Özkan Mamati’nin anlattığına göre, grubun halen 300 civarında üyesi, 8 bin civarında sempatizanı var.

Uzatmayayım...

Oktar’a 1075 yıl ceza” haberlerinin derinlemesinde Türk yargısının vardığı sonuç böyle.

Her şeyi özetledin” demeyin!

Aksine, başta sorduğum sorunun yanıtını hâlâ bilmiyorum:

İstanbul’un göbeğinde bu suçlar işlenirken, 30 yıl boyunca devleti yönetenler neredeydi?

Daha açık sorayım...

Adnan Oktar’ın örgütünün siyasi ayağı var mı?

Öyle ya, mahkeme kararının söylediği gibi her yerde olan bir örgüt, neden siyasette olmasın? Neden konu PKK ya da DHKP-C olduğunda rahatça konuşurken, iş FETÖ’ye ya da Adnan Oktar Örgütü’ne geldiğinde siyasi ayak bir anda kesiliyor?

Kendi kendime sorarken, örgütün anlatıldığı savcılık mütalaasına bir daha baktım. “Siyasi” kelimesi tam 28 kez geçiyordu. Bir tanesini aktarayım:

“(...)Destekledikleri kişilerin ve siyası partilerin seçimlerde oy elde etmesini, karşı oldukları kişi ve siyasi partilerin oy kaybetmesini sağlamak için zor ve tehdit uygulamak suretiyle yıldırma, korkutma ve sindirme gücünü kullanarak…

Toplantı bitti. Yolculuk başladı. İstanbul’a kar yağıyor. Ben yerde tertemiz duran beyazlığa bakıp düşünüyorum. Karda yürüyüp de izini göremediğimiz ne çok insan var!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Türk müziğinin usta bestecilerinden Muammer Sun’un cenazesi bugün toprağa verilecek - Ersin Antep/CUMHURİYET

 

“Ankara’nın varlıklı mahallelerinden birinde doğdu. İki çocuklu ailenin evladıydı.” Böyle başlamayan bir hikâyesi vardır Besteci, Kültür ve Bilgi İnsanı Muammer Sun’un... Sanat okulundan sonra, köftecilik, berber çıraklığı...

2. Dünya Savaşı şartlarında, üvey babası ihtiyat askeri yapılınca da eldeki avuçtaki o kadar çocuğa yetmez. En büyükleri Muammer, evden ayrılmanın yakın yolu olarak askeri okula girmeyi düşünür. Askerlik şubesi önünde, Kuleli’ye gidemeyeceğini öğrenip hayal kırıklığı yaşayınca; tesadüfen geçmekte olan bir üsteğmenin, “Evlat! Askeri Muzika Okulu’na git, oranın yemekleri güzel” demesi üzerine ikna olur ve yerini bulup sınavına girer. 

Bir sağlık sorunu belirtisinden bahsedilip neredeyse iş olamayacakken, tekrar muayenede sorun olmadığı anlaşılır. (Yıllar sonra anlatımında, “Bunca sene o kalple yaşadığımıza göre, pek de sorun yokmuş” diyecektir.) Orada İhsan Künçer gibi bir efsaneyle karşılaşacak, ondan ilk ve en değerli dersleri almaya başlayacaktır. Ardından da giydiği elbisenin bedenine uymadığını anlayıp, konservatuvara gitmek üzere harekete geçecektir. 

Muammer Sun’un hayatı sürgünlerle, gözaltılarıyla geçmiş gibi gözükse de bir ülkünün yansımasıdır. Bilgi ve eser üretmekten, takdir etmekten, son dakikasına kadar vazgeçmemesi; evladı olduğu Anadolu kültürünün bir gereğidir. 1 Ağustos 1964’te kaleme aldığı yazıdaki gibi, “taşıma suyla değirmen döndürme değil, kaynaktan ark açıp akarsuyla değirmen döndürme” üzerinedir onun felsefesi... 

Çocuklarımıza, gençlerimize “yarış atı yetiştirir gibi yaklaşan bir eğitimin parçası olan konservatuvar sistemi” değil, “onların başarılı olmaları için ortam hazırlayan, sanat, bilim, yönetim ve benzeri konulardaki ilgilerini, meraklarını ulusal ve evrensel düzeyde bilgi birikimi içeren yardımcı kaynaklarla besleyecek” bir eğitim sisteminin parçası olan müzik sistemini öngörür. 

Bağrından geldiği Anadolu’yu hor görmeyip aksine kültürel bakımdan yüceliğini kavrar ve aktarır. Onun müziği, bir türkünün zaman içinde kaybolmuş üçüncü ve hatta dördüncü seslerini adeta yeniden bulup sunmak üzerinedir. Dışkapı’daki Merkez Komutanlığı’na Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından getirtilip ardından da tutuklanınca, sağlığını bozacak zor koşullara inat, aynı sözü söylemekten vazgeçmemesi; Anadolu’nun ona öğrettiğidir. 1968-1969 yıllarında Ankara’da, Sinop’ta müzik öğretmenlerini toplayarak Anadolu’ya bin bir çeşit çiçek ekmek için çocuk ve gençlik koroları kurmak üzere, arkadaşlarıyla harekete geçmesi; bilgi ve emeğin, en önemlisi sevginin tezahürüdür. 

“Bana ne arkadaş?”, “Aman canım, memleketi ben mi kurtaracağım?” demek yerine “Bakalım bu konuda ben ne yapabilirim?” diyen Kuvayi Milliyeciler’in yoludur, seçtiği ve gittiği... Evlatlarına parasız günlerde oyuncak ya da minik hediye alamayınca beste armağan etmek veya sevdiğini incittiğinde piyano tuşlarından süzülen “Sevgi Her Şeydir” onun bildiği... “Ben köylüyüm, benim müziğim köylüdür! Batılı gibi değil, benim müziğimi hoyrat çalın!” ricasıdır onun söylediği... 

Yağmur sonrası buram buram kokan, canlanan Anadolu toprağıdır Muammer Sun’un müziği... Adeta o an can suyunu alır ve yeşerir. Yağmurlar yağdıkça, kurduğu kök salan müzik kuruluşları ve öğrencileri yaşadıkça, sözü anlaşılıp ileri götürüldükçe, tohumları filizlenip büyüyecek, Anadolu’yu -tıpkı öyle istediği gibi- “bilgiyle, doğruyla, emekle, sevgiyle, Atatürk’le” muazzam bir çiçek bahçesine dönüştürecektir. Vatan bestekârı, Anadolu insanı Muammer Sun, yaşıyor...

Ersin Antep/CUMHURİYET

                                                           



CHP'deki zihni kuşatma - Turgay Develi / SOL

Avrupa tipi bir sosyal refah devleti oluşturma amacı güden, CHP'yi Avrupa tipi bir sosyal demokrat partiye evrilten bu mantık, ne yazık ki dünyada son 40 yılda yaşanan olayları doğru okuyamıyor. 

Cumhuriyet Halk Partisi, sosyal demokratlar için her dönem kadim bir tartışma konusu olmuştur. 

"Kapatılmalı mı, vakıf olarak mı yapılandırılmalı yoksa yeni bir parti ile mi devam edilmeli?"  temelli bu tartışmalar öteden beri yapılsa da, tartışmanın önemli merkezlerinden biri, Erdal İnönü'nün fikri önderi ve sonradan da 99 numaralı üyesi olduğu TÜSES'tir.

CHP'nin Atatürk ile bağını koparmaması, ulus devlet reflekslerinden vazgeçememesi nedeniyle sosyal demokratlığını yeterli bulmayanların, yeni bir parti kurma tartışmaları da ünlüdür. Bu çalışmalara katılanların büyük çoğunluğu SODEP, SHP, DSP, CHP üst yönetimlerinde çeşitli zaman dilimlerinde görev yapmış veya düşünceleri ile CHP'yi etkilemiş, Fuat Keyman, Derya Sazak, Hasan Cemal, Erol Katırcıoğlu, Bülent Eczacıbaşı, Asaf Savaş Akat, Osman Ulagay, Ercan Karakaş, Şahin Alpay, Seyfettin Gürsel'in de aralarında bulunduğu gazeteci, siyasetçi veya iş adamlarından oluşuyor. Çoğunluğu TÜSES kurucusu, üyesi veyahut burada yapılan çalışmaların katılımcısı.

Sonradan CHP PM ve MYK'sında görev alan Prof. Dr. Burhan Şenatalar'ın, yine sonradan CHP PM ve MYK'sında uzun yıllar görev yapan Prof. Dr. Sencer Ayata'nın sunumunu yaptığı 2008 tarihli bir toplantıda, "CHP nasıl dönüşecek? CHP dönüşemez, CHP’nin dönüşme ihtimali yoktur, CHP dediğiniz parti yüzde 40 oy alsa Türkiye sosyal demokrasiyi iktidara getirmiş olmaz. Lütfen artık"  sözleriyle feveran edişi, tartışmaya damga vurmuştu. Prof. Şenatalar'ın açık tavrından da görüldüğü gibi, bu tartışmalarda ana eğilim yeni parti kurulması yönündeydi.

Dernek, vakıf ya da hareketler aracılığıyla yapılan bu tartışma ve çalışmalarda tartışılan farklı görüşlerden yola çıkılarak varılan tek bir sonuç vardı: CHP'nin misyonunu tamamladığı, Atatürkçülük diye de ifade edilen ve ulus bilincini oluşturan düşünce/devrimlerin artık çağın gerisinde kaldığı.

Sosyal demokrasinin CHP'de yaşam alanı bulamayacağını düşünerek kapatılmasını savunup yeni parti kurmak için yola çıkanlar, Avrupa'da sosyal demokrat partilerdeki oy kaybı tablosu karşısında yeni partinin başarılı olamayacağını düşünerek, çıktıkları yoldan rücu edip, rotalarını, "sosyal demokrat ilkeler bu partide yaşam alanı bulamaz, kapatılsın" dedikleri CHP'ye kırarak, Sayın Kılıçdaroğlu'nun da tercihi ile parti yönetiminde etkili hale geldiler.

Şimdi, bu perspektife sahip iş adamı, akademisyen, yazar, reklamcı, sosyolog veya bunların da aralarında bulunduğu siyasetçiler, CHP'nin siyasi omurgasını oluşturuyor. 

Kendilerini sosyal demokrat ve liberal olarak tanımlayan bu kadro, Türkiye'de iktidara giden yolda siyasetin ana aksını laiklik/dindarlık, mezhep, alt/üst kimlik, kent/kırsal gibi çatışmalar üzerinden yorumluyor. 

Sosyal Demokrasi menşeili bu küresel/liberal entelijansiya, partiyi bu aks üzerinde tutarak, bilinçli ya da bilinçsiz, aslında ekonomik sistem temelli tartışmaların önünü tıkayıp, bu yolla neoliberal ekonomik düzeni de sorgulatmayarak, sadece çizilmiş sınırlar içerisinde iktidar yolunun "aranmasına!" izin veriyor. Bu da bağımsızlık temelli kamucu, halkçı siyaseti imkansız kılıyor.

Avrupa tipi bir sosyal refah devleti oluşturma amacı güden, bu doğrultuda da CHP'yi Avrupa tipi bir sosyal demokrat partiye evrilten bu mantık, ne yazık ki dünyada son 40 yılda yaşanan olayları doğru okuyamıyor. Emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi, uzlaşma ile çözme hedefli sosyal demokrasinin özellikle son 40 yılı, temsil ettiğini ileri sürdüğü emekçilerin tırnaklarıyla kazıyarak kazandığı haklarının neoliberal politikalar adı altında sermaye tarafından geri alınmasını seyrederek (bazen de bizatihi çanak tutarak) geçmiştir.

Sosyal demokrat partilerin dünya çapında azalarak bitmesinin sebebi de bundan fazlası değildir. Sovyetler örneğinin tüm gücüyle bir alternatif olarak "öte tarafta" durduğu bir devirde, komünizm "tehditi" sonucu sermayenin uzlaşmaya "mecbur kalması" sebebiyle ortaya çıkan sosyal refah devletinin, günümüz şartlarında Türkiye için bir örnek olabileceğini düşünmek, tüm siyasetini bunun üzerinden kurgulamak büyük bir vasıfsızlık örneğidir.

Bahsettiğim bu mantık Cumhuriyet Halk Partisi'ni, sermaye ve kitleler arasında konumlanan düzenleyici bir role sokup, tüm siyasetini bu şekilde bir tampon olmak üzerine kurguluyor. Amaçları sermaye ve emek arasındaki uzlaşmayı Türkiye'ye uyarlamak, bu yolla liberal ve sosyal demokrat bir Türkiye yaratmak. 

Bu tür bir konumlanma, emek ve sermaye arasında bir dengenin olduğu, sendikaların ve örgütlü işçilerin kendi haklarını koruduğu, bunun karşısında ise sermayenin yer aldığı bir devirde "işe yaramış!" olabilir. Ancak şu an elimizde, 40 yıllık bir neoliberal talanın ardından gelir adaletsizliğinin tavan yaptığı, huzursuzlukla çalkalanan bir dünya var. 

Sermayenin serbest dolaşımının önündeki tüm engellerin kalktığı, refahın eşit bir şekilde dağıtılmasını sağlamak üzere kurulmuş olan ulusal kurumların dönüştürülerek piyasanın önündeki engelleri kaldırma araçları haline geldiği bu dünyada, geniş halk kitlelerini sermayeden koruyacak araçların tamamı ise ortadan kaybolmuş durumda.

Sermayenin ulus dinlemeden ülke ülke gezdiği bir ortamda, sosyal demokrat partiler tarafından organize edilen "ulusal" emek-sermaye uzlaşmalarının da pratikte bir hükmü yok. Zira artık ortada ulusal olan bir şey kalmadığı gibi, sermayenin herhangi bir grupla uzlaşmak için de bir sebebi yok. 

Günümüzde tüm dünyada popülizmin güçlenmesi, ırkçılığın artması, sosyal tansiyonların yükselmesi gibi sonuçların kaynağı burada yatıyor. Toplumdaki dip hareketleri anlamak, izlemek ve yorumlamakla görevli siyaset bilimciler ve sosyologlar ise, sermayenin bu tahakkümünü göremedikleri, görmek istemedikleri veyahut göstermek istemedikleri için, hazırladıkları gösterişli raporlarda gerçekler yerine düzen adına yaptıkları terziliğe yer veriyorlar. 

Bu arada bunalan ve merkez partiler tarafından çıkarları temsil edilemeyen kitleler ise, sürekli olarak düşen hayat kalitelerini şu ya da bu soruna (göçmenler, yabancılar vb.) atfederek kendilerince, deyim yerindeyse başı kesik tavuklar gibi oradan oraya savrularak bir çıkış yolu arıyor. 

Ulus devletlerin işlevsiz hale getirildiği bu ortamda, ülkemizi de mikro milliyetçilik kuyusuna atarak, sadece milliyet temelinde değil, belirli bir coğrafyada din, dil, mezhep ve bütün bu ögelerin alt kültürlerini ayrı bir siyasal birimin gerekçesi olarak kabul eden bu siyasi anlayışın nihai amacı, ülkenin kurucu partisi dahil bütün siyasi mekanizmaları sermayenin aparatı haline getirip, küresel düzene hizmetini kesintisiz hale getirmek.

Üretimi ve tüketimi tek tipleştirip, dünyayı da tek bir pazar haline getiren küreselleşmenin, üretimin ve elde edilen kazancın dağıtımı, sermayenin belli ellerde toplanması, zenginliğin belli alanlarda yoğunlaşmasına, dünyadaki insanlar arasındaki gelir adaletsizliğini arttırarak çok büyük kitlesel sorunlara yol açtığı ortada. 

Bu durumun 40 yıllık neoliberal politikaların bir sonucu olduğunu görememek, aksine Avrupa'ya altın çağını yaşatan refah devleti dönemini sosyal demokrasinin başarısı olarak okumak, sonuç olarak ikinci yüzyıl beyannamesinin çerçevesini sosyal demokrat/liberal bir çerçeveye oturtarak  refah devleti vaadinde bulunmak, tarihin nesnel koşullarının doğru kavranamadığını gösteriyor. 

İşçi sınıfının sendikal örgütlülük üzerinden ürettiği güç ile kazanılmış örnekleri sadece sosyal demokrasiye mal etmek, öykünülecek başarı hikayeleri yaratmaya çalışmak politik bir çaresizliğin yansımasından fazlası değil.

Günümüzün küresel koşullarında, oyuna talip olunan kitlelerin ihtiyacı, ellerini tutup özgürlük, demokrasi ve refah masalları anlatacak bir sosyal demokrat parti değildir. Tüm dünyadaki kitlelerin ihtiyacı, başlangıç olarak, zamanında sermayeyi uzlaşmaya mecbur bırakan iradenin tekrar canlandırılması, sonuç olarak sermayenin dizginlenmesi.

Sermayenin küresel çapta hareket ettiği, katma değeri ucuz iş gücü olan ülkelerde üretip vergi cennetlerine kafasına göre taşıdığı, yani üretilen katma değeri ve refahı paylaşmayı açıkça reddettiği bir devirde yaşıyoruz. Bu açgözlülüğü dizginleyerek halkının ulusal çıkarlarını korumayı ana politikası haline getirmeyen bir siyasi partinin, ülkesinde ve dünyada olup bitenden haberinin olmadığı, dolayısıyla da iktidar olma şansının olmadığı ortada. 

Tekrarlayalım: Türkiye'de sermayedarların kimseyle uzlaşmak için bir sebepleri yok. İktidar partisinden kurtulmaya çalışıyor da değiller. Öte yandan geniş muhafazakar kitleler, aslı (Adalet ve Kalkınma Partisi ve içinden kopan parçalar) orada dururken taklidine (aynı kimlik siyasetini  "ılımlı" olarak uygulamak isteyen CHP) itibar edeceklerine dair en ufak bir emare de vermiyor. Yani, Cumhuriyet Halk Partisi içerisine yuvalanan Türk tipi sosyal demokratların uzlaştırmaya çalıştığı tarafların her ikisinden de bu yönde bir talep yok. Dolayısıyla bu siyasetin hitap ettiği kitle aslında bir boş küme. Mevcut yönetime göre de seçmen kitlesi yaratılamayacağına göre, partideki bu melez ablukanın sonlanması gerek.

Cumhuriyet Halk Partisi gibi seçmen kitlesi laik, cumhuriyet değerleri ile yetişmiş ve o değerlere sahip bir partide, partinin kurucu değerleri olan aydınlanma ve bağımsızlık temelli görüşleri dillendiren tek bir kişiye dahi açık kapı bırakılmaması ise apayrı bir tartışma konusu. Ulus devletin dişlerinin sökülerek devletin sermayenin çıkarlarına alet edilmesi, "serbest piyasa" adı altında adeta bir din haline gelmiş durumda. 

Batı dünyası, önde gelen düşünce kuruluşları ve akademisyenler önderliğinde bu politikaları terk ederken, Cumhuriyet Halk Partisi'nin karar organları, ezberlerini bozan bilgiden cüzzamlıymışçasına uzak durduklarından karanlık çağlarda yaşıyor, kendilerini uyaranlara ise kapıları kapatıyor. Bu vesileyle tekrar uyaralım: bağnazlığın türü ne olursa olsun zararlıdır.

Turgay Develi / SOL


17 Ocak 2021 Pazar

Neoliberalizm, çılgın Trump ve faşist komplo - Taner Timur / BİRGÜN-Pazar

2012 seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Mitt Romney liberal bir kampanya yürütmüş, bu yüzden de parti yandaşlarından bir kısmı seçim sandığına gitmemişti. Oysa -tarihin cilvesi- dört yıl sonra buna isyan etmek büyük bir iş adamına düşecekti. Gerçekten de 2016 yılında, ABD politikasında dünyayı da sarsacak bir dönüşüm yaşandı.

Ayaklanma? Darbe? Faşizm? 6 Ocak 2021’de, Amerika’da Kongre binasına yapılan saldırı hâlâ tartışılıyor ve belli ki daha uzun süre de tartışılacak!

Gerçekten de 6 Ocak’ta Washington’da neler yaşandı?

Aslında ilk işaretler 19 Aralık 2020’de gelmişti. O gün, Trump, yandaşlarına bir tweet atmış ve “6 Ocak’ta Washington’da büyük bir protesto yapılacak; orada ol; vahşi olacak!” demişti. Anlaşılan, seçim yenilgisini bir türlü hazmedemeyen narsist Başkan, Beyaz Saray'ı terk etmemek için her şeye kararlıydı. Nitekim binlerce kişi çağrısına uydu ve “orada” oldular! Gerisi de geldi.

ABD kamuoyunda “MAGA kalabalığı” (Make America Great Again Mob) olarak adlandırılan güruhun saldırısı, çıldırmış bir başkanın kışkırtmasıyla başlamıştı. Şimdi de herkes yaşanan “vahşet”in toplumsal nedenlerini ve olası sonuçlarını konuşuyor. Oysa ortalık hâlâ yatışmadı ve en büyük korku da 20 Ocak devir töreninin daha da vahim bir kalkışmaya yol açma olasılığı? 6 Ocak skandalını Cumhuriyetci çoğunluk da kınamış olsa bile, alarm zilleri çalmaya devam ediyor. YouGov anketine göre parti seçmenlerinin yarısına yakını da (yüzde 43’ü) işgali onaylamıştı!

***

Aslında yaşadığımız dünyada, Amerika, Amerika’dan çok fazla şeyler ifade ediyor ve Washington’da olanlar da hepimizi yakından ilgilendiriyor. Böylece 6 Ocak’taki saldırı karşımıza bir çeşit “üç bilinmeyenli bir denklem” çıkardı. Bilinmeyen ve yanıt aranan sorular da, sırasıyla, şunlar:

►2021 yılında uluslararası kapitalizm nasıl bir tablo sergiliyor? Yoksa emperyalizmin dönüşüme uğradığı, yeni bir aşamaya geçtiği sarsıntıları mı yaşıyoruz? Yoksa “neoliberal” dönem kapanıyor da, “neoemperyal” çağ mı başlıyor?

►Eğer öyleyse, bu dönüşümde ABD nasıl bir yer işgal ediyor? Yoksa Uzakdoğu’daki gelişmeler, giderek bu ülkeyi “emperyal zincirin zayıf halkası” konumuna mı sürüklüyor?

►ABD’de “Trumpizm” neyi ifade ediyor? Bu mitoman başkanın, bunca skandaldan sonra hâlâ arkasında milyonlarca Amerikalıyı toplamasının sosyal karşılığı ne olabilir?

İşte ilk emperyalizm analizlerinden yüz yıl kadar sonra, günümüz sorunlarına -ve zihinleri kurcalayan “ne yapmalı?” sorusuna- yanıt aramaya yol açabilecek bazı sorular! İzleyen satırlarda -aynı sırayla- bu yanıtlara ipucu teşkil edebilecek bazı bilgiler vermeye çalışacağım.

***

2019 Kasım’ında ünlü iktisatçı Joseph E. Stiglitz dikkat çekici bir yazı yazdı. “Neoliberalizmin sonu ve tarihin doğuşu” başlığını taşıyan bu yazı, bir bakıma Fukuyama’nın otuz yıl önce “liberalizmin zaferi”ni ve “tarihin sonu”nu ilan eden eserine yanıt teşkil ediyordu. (Global Thought; 4 Kasım 2019). Columbialı profesöre göre, “neoliberalizm, kırk yıl boyunca demokrasiyi tahrip etmiş” ve tüm uluslara refah, ilerleme ve özgürlük vadeden bu sistem çöküş sürecine girmişti. Neoliberal uygulamanın ortaya koyduğu tablo, Karl Popper ve yandaşlarının yıllarca avukatlığını yaptığı “açık toplum”a hiç benzemiyordu. Aksine, nüfusunun büyük çoğunluğu “demagoglar ve otokratik liderler” tarafından yönetilen bir dünyada yaşıyorduk ve bu dünyada -sosyal himaye, vergi ve ücret politikaları, finans düzeni vb- tüm uygulamalar tek bir ilkeye bağlanmıştı: Kapitalist rekabet! Zengin ülkelerde bile sıradan vatandaşlara “İstediğiniz politikalar uygulanamaz; çünkü bu durumda ülke rekabetçi olmaktan çıkar; çok iş kaybı olur ve siz de ıstırap çekersiniz!” deniyordu. Bu yüzden de geleceğe, seçkinlere ve ekonomi bilimine güven kalmamıştı. Özellikle makro-iktisat analizleri “2008’dekine benzer krizleri dışlayan modellerin uygulandığı” her yerde tüm itibarını kaybetmişti. Şimdi de “bu büyük düşkırıklığından doğan siyasal sonuçları” yaşıyorduk. Belli bir tarih sona eriyor, yeni bir tarih başlıyordu. Stiglitz’e göre bu yeni dönemde “Aydınlanmayı yeniden canlandırmak ve onun özgürlük, bilime saygı ve demokrasi değerlerine tekrar bağlanmak zorunda” idik.

***

2020 arifesinde Stiglitz’in temel düşünceleri bunlardı ve bu tezleri Nobel ödüllü bir iktisatçıdan duymak ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Oysa bu düşünceler yaygındır ve günümüzde -pandemik salgınla da katlanarak- karamsarlık ve manevi çöküntüye yol açıyorlar.

Aslında neoliberalizm büyük sermayeyi sınırlayan kuralları kaldırmış, uluslararası planda sermaye akışını hızlandırmıştı. Böylece yatırım fonları emeğin ucuz, çalışma koşullarının elverişli olduğu ülkelere doğru akmaya başladılar ve bundan da en çok -başta Çin- Uzak Doğu ülkeleri yararlandılar. Üstelik sadece fonlar akmıyor, bir takım fabrikalar da sökülerek bu ülkelere taşınıyordu. Batı’da “sanayisizleşme” yaratan bu süreç, kalkınmakta olan ülkeler arasında da “yükselen pazarlar” ayrışmasına yol açtı.

Oysa aynı yıllarda ABD’de kapitalizm de kabuk değiştiriyor, J. Haskel ve S. Westlake’nin “Kapitalsiz Kapitalizm” (Princeton Uni. Press; 2017) adını verdikleri bir yapılanmaya yol açıyordu. Bu kapitalizmde maddi yatırımların yerini hızla yazılım, marka, tasarım, Ar-Ge vb gibi alanlara yapılan “gayri-maddi” (intangible) yatırımlar alıyordu. Örneğin Microsft’ta maddi sermaye, şirketin piyasa değerinin ancak yüzde 1’i kadardı. Üretimde fizikî emeğin yeri giderek azalıyordu; örneğin toplam borsa değeri 5 trilyon doları aşan beş dev şirketin (GAFAM: Google, Apple, Facebook, Amazon, Microsoft) çalıştırdıkları işçi sayısı ancak 1,2 milyon kadardı. Bu gelişme gelir dağılımındaki eşitsizliği de hızla artırıyor, sınıf çelişkilerini keskinleştiriyordu.

Aynı süreç uluslararası planda da giderek yeni bir kutuplaşmaya yol açtı: Çin Halk Cumhuriyeti, imalatta “dünya atölyesi” haline gelirken, “soyut sermaye” de ABD’de yeni bir işsizler ordusu yaratıyordu. Üstelik Çin, büyük ölçüde “montajcı” bir imalatla yetinmiyor, ileri teknolojide de öne geçme hesapları yapıyordu. 2015’te ilan ettiği 'Made in China 2025' planına göre, dijital teknolojide on yıl içinde iç pazarın yüzde 80’ini, dünya pazarının da yüzde 40’ını ele geçirmeyi hedeflemişti. (Le Monde, 7 Ocak 2020). 2021 yılına gelindiğinde, artık küresel elektronik ürün ihracatının yarısına yakını Çin tarafından yapılıyordu.

Gerçi bu ürünlerde Çin’in katma değer payı azdı ve yüzde 22’yi aşmıyordu. Yine de bu ülke dev pazarı ve üretimde kullandığı “vahşi kapitalizm” yöntemleriyle ABD üstünlüğünü tehdit eder hale gelmişti. Steven Bognar ve Julia Richard’ın Çinlilerle işbirliği içinde gerçekleştirdikleri dokümanter filimde (American Factory; 2019) görüldüğü gibi, bir Çinli milyarderin ABD Ohio’da kurduğu cam fabrikası (Fuyao Glass America), sendika düşmanlığı, düşük ücretler, fazla mesai ve tatil kısıntıları ile -2021’de yüzde 8 büyümesi ve 2028’de de ABD’nin GSYH’sını geçmesi beklenen- “Çin mucizesi”nin anahtarını da veriyordu. Bu yüzden, dünya bu “mucize” karşısında büyülenirken, madalyonun öteki tarafı da unutulmamalıydı.

***

“Madalyonun öteki tarafı” en çok Amerika’da hissedildi ve halk tabakalarında iki türlü düşmanlığa yol açtı: Beyaz emekçilerin işlerini çalan “renkli” göçmenler ve buna uygun bir politika izleyen neoliberal “seçkinler”! 2012 seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Mitt Romney liberal bir kampanya yürütmüş, bu yüzden de parti yandaşlarından bir kısmı seçim sandığına gitmemişti. Oysa -tarihin cilvesi- dört yıl sonra buna isyan etmek büyük bir iş adamına düşecekti. Gerçekten de 2016 yılında, ABD politikasında dünyayı da sarsacak bir dönüşüm yaşandı.

Donald Trump’ın adaylığı başlangıçta kendi partisinde bile ciddiye alınmamış, kaygı ve ironi dolu yorumlara yol açmıştı. İlginçtir, bugün yapılan faşizm tartışmaları da aslında 2016’da başladı. Bakınız o tarihte, henüz seçim bile yapılmamışken, muhafazakâr yazar Robert Kagan, “Amerika’ya faşizm nasıl gelir?” başlığı altında, neler yazıyordu: “Faşizm Amerika’ya çizmelerle, özel selamlarla gelmeyecek; bir televizyon madrabazı, bir sahte milyarder ve ders kitaplarına geçecek bir ego-manyağın halktaki nefret ve güvensizlik duygularını kışkırtmasıyla ve kör parti yandaşlığı, dava yokluğu ya da sadece basit bir korku gibi nedenlerle koca bir ulusal partiyi peşine takmasıyla gelecek”. (WPost, 18 Mayıs 2016).

Bu kaygılar Trump’ın başkan seçilmesiyle bitmedi; aksine, daha da şiddetlendi. Demagog iş adamı Beyaz Saray’a oturalı henüz dört ay bile olmamıştı ki Yale, Harvard ve New York üniversitelerinden 27 psikiyatr bir araya geliyor ve ruh sağlığı olmayan bir başkanın “tehlikelerine” dikkati çekiyorlardı. Düzenledikleri konferansta (20 Nisan 2017), Amerikan Psikoloji Derneği’nin özel bir muayene yapılmadan kamu yöneticileri hakkında tanı konmasını yasaklamasına rağmen (Goldwater Rule), bu yasağı çiğniyor ve Hitler iktidara gelirken Alman aydınlarının ve psikiyatri derneğinin sessizliğini ibretle hatırlatıyorlardı. Bununla da kalmadılar, Trump tehlikesi hakkında bir de kitap yayımladılar. (The Dangerous Case of Donald Trump; Macmillan, 2017). Haklıydılar; dikkat çektikleri “tehlike” dört yıl sonra Capitol Hill’in işgaliyle çok daha vahim bir şekilde ortaya çıkacaktı.

***

Aslında her faşizmin bir “çılgın”a ihtiyacı vardır ve Amerika’da da bu işlev -kısmen fıtrat ve yetişme tarzı, kısmen de rol icabı- Donald Trump’a düştü. Ne var ki bu milyarder iş adamı reel dünyadan hiç de kopuk değildi ve iş kaybına uğramış “derin Amerika”daki iki düşmanlığı çok iyi yakalamıştı. Küreselleşme Amerika’nın aleyhine işliyordu ve içerde göçmen işçiler, dışarda da Çin, Amerika’nın en büyük düşmanlarıydı. Politikasını da bu düşmanlığa dayandırdı. Bir yandan Meksika sınırına büyük bir duvar ördürüyor, öte yandan da Çin’le ticaretteki dengesizliğe son vermeye çalışıyordu. Çin, “MAGA”ya karşı en büyük tehlikeydi; gümrük savaşı teknoloji savaşıyla beraber yürütülmeliydi. Bu korkuyla 5-G’de tehlikeli atılımlar yapan Çin elektronik devi Huawei’ye yasaklar kondu; hatta bir ara şirketin mali direktörü de tutuklandı.

Ne var ki Trump yasaklarla yetinemezdi. İçerde de şirketleri teşvik ediyor, büyümelerine yardımcı olmaya çalışıyordu. Buna karşılık üretimi dışarı taşıyanlara da şiddetle karşıydı. Kongre’ye ilk seslenişinde bunu söylemiş, tweet’lerinde buna uymayanları tehdit etmişti. Aynı konuşmada aralarında Lockheed, General Motors, Fiat-Chrysler, İntel gibi devler bulunan on şirketi yatırıma teşvik etmiş, bu yönde de büyük bir vergi indirimi yapmıştı. Onlar da gerçekten milyarlarca dolarlık yatırım yaptılar. Ne var ki durum değişmiyor, üç yıl sonra da bunların toplam istihdamı eski düzeyi (Reuters araştırmasına göre 2 milyon işçi) geçmiyordu. Trump yönetiminin övündüğü borsa rekorları ise hisselerin yarısının nüfusun yüzde 1’inin elinde olduğu düşünülürse, kandırdığı “mağdur”larla alay etme gibiydi.

Mali durum da farklı değildi. Obama’dan devir alınan 300 milyar dolarlık bütçe açığı bir trilyon dolara çıkmış, üstelik aradaki fark da, vaat edilen altyapı yatırımlarından değil, zenginlere yapılan vergi indirimlerinden doğmuştu. Kısaca çılgın Başkan, 2020 seçimlerine ekonomik planda başarıyla değil, kötü bir karneyle girdi ve.. Kaybetti.

***

Aslında 2020 seçimlerinde şaşırtıcı olan seçimi Trump’ın kaybetmesi değil, 74 milyon kadar oy almasıydı. O tam bir faşistti ve “Bu terim hafiflikle kullanılmamalı” diyen iktisatçı Paul Krugman (Nobel 2008) , Kongre baskını üzerine Trump’ın “milliyetçi-ırkçı hedeflerine ulaşmak için şiddet kullanan gerçek bir faşist” olduğunu yazdı. (NY Times, 7 Ocak 2021).

Ne var ki neoliberal uygulamalarla birçok ülkede yoksul kitleler çaresiz kalmış ve demagog politikacıların peşine takılmıştı. En tehlikeli senaryo da Washington’da sahneye kondu. 6 Ocak’ta Kongre’yi basanlar aslında “Trumpist galeri”nin küçük bir modelini teşkil ediyordu. QAnon komplocuları, “Proud Boys” temsilcileri, acayip kılıklı provokatörler, ‘molotof kokteyl’li suikastçılar, herkes oradaydı. Hatta emlakçı bir milyoner, randevuya yetişebilmek için, Teksas’ta özel bir uçak kiralamıştı. Şimdi ise tüm ABD 20 Ocak’ta yapılacak Başkanlık töreni vesilesiyle daha da vahim bir senaryonun sahnelenmesinden korkuyor ve bunu önlemek için de 20 binden fazla ulusal muhafız görevlendirildi. Bu da bir “ABD mucizesi!” ve dünyayı kontrol eden ABD emperyalizmi, yurtdışında bulunan askerlerinden çok daha fazlasını (NY Times’e göre üç katını) seferber ederek, artık kendi Meclis’ini korumaya hazırlanıyor!

***

Bazı Amerikalı yorumculara göre Trump, 6 Ocak’ta demokratları da sokağa dökerek iç çatışma çıkarmak ve bunu bahane ederek sıkıyönetim ilan etmek istemişti. Bu bir darbe girişimiydi. Oysa olaylar kontrolünden çıktı ve Trump rezil oldu. Öyle ya da böyle, şimdi kendisi de korku içinde ve “çok sevdiği” yandaşlarını yatıştırmaya çalışıyor. Artık tweet de atamıyor ve siyasal hayatını tamamen söndürecek ikinci bir azil girişimiyle karşı karşıya bulunuyor!

Yine de anlaşıldı ki, Trump bitse bile, “Trumpizm” bir süre daha yaşayacak ve zaten bugünlerde de, başta Ted Cruz, birçok senatör bu “74 milyon”luk mirasa konmaya çalışıyor. Oysa karşılarında bir türlü kandıramadıkları ve özlemleri de Joe Biden’dan çok, Bernie Sanders tarafından dillendirilen bir mazlumlar ordusu var. Bu da demektir ki neoliberalizm çöker ve yeni bir tarih sayfası açılırken, Trumpist büyücü çırakları kirli oyunlarında bunların beklenti ve direnişlerini de hesaba katmak zorunda kalacaklar!

Taner Timur / BİRGÜN-Pazar


 

‘Exxen’ kayması - MURAT TIRPAN / BİRGÜN PAZAR

 

Acun'un dijital platformunun adı neden Exxen acaba? Türlümsü içeriklerin bir eksen etrafında dönüp durmalarından olmasın? Netflix'ten uzaklaşıp bir 'eksen kayması' yaşaması mı bekleniyor izleyicilerin yoksa? Seyir alışkanlıkları Masterchef'in, Survivor'ın ekseni etrafında dönen ortalama izleyicinin hızını artırmak mı amaç?

Türlü, gayet karaktersiz bir yemektir! Patlıcanlar, kabaklar, patatesler, soğan, sarımsak ve biberler bir tencerenin içerisine doluşup pek de tanımlanamayacak bir yiyecek oluştururlar. Farklı tekniklerle ayrı ayrı özene bezene yapılması gereken tüm bu sebzeler aynılığın vasatlığında bir girdap oluşturup dönüp durular.

Acun'un dijital platformunun adı neden Exxen acaba? Türlümsü içeriklerin bir eksen etrafında dönüp durmalarından olmasın? Netflix'ten uzaklaşıp bir 'eksen kayması' yaşaması mı bekleniyor izleyicilerin yoksa? Seyir alışkanlıkları Masterchef'in, Survivor'ın ekseni etrafında dönen ortalama izleyicinin hızını artırmak mı amaç?

Bu eksen kaymasını türlü pişirerek sağlamak imkânsız gibi bir şey. Masterchef'te bile sofistike bir şeyler pişirmek zorundasınız kazanabilmek için. Exxen'de böyle bir içerik yok, her şey çeşitlemelerden ibaret. Burada birkaç istisna dışında özgünlükten söz etmek zor, tüm ürünlerin zaten Acun'un kanallarında var olan eğlence programlarının çeşitlemeleri ya da YouTuberların hâlihazırda yaptığı işlerin farklı versiyonları olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Exxen'in büyük açmazı burada, başka şekilde online evrende var olan içeriği alıp kendi bünyesine entegre eden bir platform. Acun belli ki bu kaymanın kolay olmadığının farkında, bu yüzden platformun içeriklerini bir yandan televizyonunda da döndürmeye başlamış durumda. Kuşkusuz gurmeler değil hedefi, türlüyü en fazla kime satabileceğini iyi biliyor.

Bir zamanlar içerik her şeydi (Content is the King) şimdi ise içeriğin sıklığı ve sunulma şekli her şey haline geldi. Durmaksızın üretilen yeni içerik ve onun sizin önünüze albenili bir şekilde sunulması Netflix'in en büyük başarısı. Bu yüzden daha önce bu sayfalarda yazdığım bir yazıda bu tür platformları "anlatı makineleri" olarak tanımlamıştım. Arada sıradışı işlere yer verseler de bizi tavlama yolları sürekli üretilen anlatıların akışından ibaret. Bu akışın durmaması ve her içeriğin alıcısı için cilalanması gerekiyor. Oysa türlüde sebzeler kendiliklerinden vazgeçer, öne çıkamazlar. Birinin tadının baskın olması bile mümkün değildir. Bunu şöyle de anlatabiliriz sanırım, Exxen tıpkı bünyesindeki en iddialı ve yeni içerik olan Onur Ünlü'nün dizisi Şeref Bey'e benziyor fena halde, başta çekiciymiş gibi ama aslında içine ilgili ilgisiz birçok şeyin doldurulmuş olmasıyla dağınık ve vasat.

Türlünün öğrenci yurtlarında, ikinci sınıf otellerde bir önceki günden kalanlarla yapılanları vardır ki bunlardan uzak durulmalıdır. Patlıcan düşkünü bir adamı patlıcanı yok ederek yiyecekten soğutursunuz. Eskiyi yeni diye sunmanın en kolay yoludur bu bağlamda türlü. Burada olan da o, eski içerikler yeniymiş gibi bir araya getirilir ve karıştırılır. Sağda solda kendi başına belki lezzetli olan youtube içeriklerini alıp bir araya getirir, formatları da kendi içinde karıştır ve müşterinin önüne sunarsınız. Kendi başlarına sıcak ve eğlenceli sayılabilecek o formatların ne kadar samimiyetsizleştiğini Exxen'e göz atanlar hemen fark edecektir elbette. Sadık hayranlarınızı ya da ekseninizden çıkamayanları bir yana bırakırsak müşterinin bu içeriği ne kadar tüketmesini bekleyebilirsiniz?

Netflix gibi bir platformun ortaya çıkışı şüphesiz hayatımızı değiştirmişti. Netflix sonrası izleme alışkanlıklarımız, sinemaya gitme sıklığımız, filmler üzerine yaptığımız sohbetler tamamen değişti; bu ve benzeri platformların ürünlerine tabi olmaya başladı. Ralph Reyes artık bir klasik olarak kabul edilen, daha 2004 yılında yayımladığı Hakikat Sonrası Çağ adlı kitabında (Delidolu yay, 2017) bunu öngörmüştü. Şöyle yazıyordu Reyes, “Yaygın medya çağında, yaşamı repliklerle, arka planlarla ve çözüme bağlanan sonlarla devam eden bir dram olarak algılamamak zor. Tüm iletişim araçlarından sürekli akan iyi kurgulanmış bir dramın tüketicileri olarak, hepimiz hayat hikâyemizi anlatı akışına uydurma baskısı hissediyoruz” Bunu sağlayan başat eğlence fabrikası Netflix, ama biz de şimdi başka alternatifler de görmeye başladık. Örneğin Gain adlı yeni bir dijital platform -tutar mı o ayrı konu- yine aynı tür bir amaçla karşımıza çıkıyor, serviste, market kuyruğunda, birilerini beklerken izleyebileceğimiz kısa içerikler sunuyor bize. Ben sizin hayat akışınıza uyacağım, diyor. Bu yüzden de kendini sadece akıllı telefonlarla sınırlı tutuyor. Gain, çantamıza attığımız minik sandviçler gibi, acıktığımızda isteğimiz her yerde yiyebileceğimiz.

İlkel toplumlarda hikâye anlatıcılarının çevresinde toplanan insanlar ciddi bir ritüel gerçekleştirirlerdi. Hikâye anlatmak ve dinlemek ciddi (ve elbette eğlenceli) bir işti. Sinema tüm endüstrileşmesine rağmen bir modern mitoloji olarak hâlâ buna benziyor, ama internet değil. (Burada Mubi gibi klasik filmleri evimize getiren platformları ayıralım) Günümüzde internetteki endüstriyel anlatı makinelerinden çıkan sonsuz içeriği tüketmeye çalışmak (hiçbir ritüeli olmayan) sürekli fast-food yemeye benziyor. Netflix belki sağlıksız ama lezzetli bir fast food üreticisi. Ama arada softike yemekleri, farklı mutfakların lezzetlerini hatta müthiş deneyimler sunan füzyon ürünlerini de servis ediyor alıcısına. Bunun için de mutfağına büyük yatırım yapıyor zaten.

Oysa Acun'un türlüsü ucuz, kimliksiz, konserve ve bayat. Aslında kırtasiyeymiş gibi duran ama aynı zamanda telefoncu, oyuncakçı, hediyelikçi de olmaya çalışan dükkanlar kadar yerli ve elbette kitsch.

MURAT TIRPAN / BİRGÜN PAZAR