19 Ocak 2021 Salı

Bal arısı dediğin hippi bir eşek arısı - 1+1FORUM

 ARILARIN DÜNÜ, BUGÜNÜ, MUHTEMEL GELECEĞİ

Arılar 120 milyon yıldır varolmaya, gezegenin florasını büyüleyici bir şekilde etkilemeye devam ediyor. Antroposen çağında ise insanın evriminde de payı bulunan bu muazzam varlıklar “çoklu stres bozukluğu”ndan mustarip. Arıların uzun tarihini, bugünkü durumlarını “Arıların Bildikleri” kitabının yazarı Thor Hanson’dan dinliyoruz. 
                                          Albrecht Dürer, Bal Hırsızı Aşk Meleği, 1514

Kitabınızı okuyunca bitki dünyasındaki hemen her şeyi arılara borçlu olduğumuz izlenimi oluşuyor.

Thor Hanson: En başta arıların çeşitliliğinin altını çizmeliyiz. Aklımıza hemen bal arıları geliyor ama, tüm kuşların ve memelilerin toplamından daha fazla türe sahip bir canlıdan bahsediyoruz. Dünyada 20 binden fazla arı türü var. Arılar, guguk arıları ya da kurşun kalem ucundan büyük olmayan ter arıları gibi ufacık olabilir. Porto Riko’ya özgü yağ toplayan cüsseli arılar ya da kanatlarını açınca avcunuzun tamamını kaplayan Endonezya’daki yaprak kesen Wallace arıları gibi kocaman olabilirler. Renkleri alışık olduğumuz sarı ve siyah şeritlerden parıltılı bir mora kadar değişkenlik gösterebilir, kırmızı ya da soluk mavi şeritli arılara rastlayabiliriz. Hatta bazı arılar tıpkı opal taşı gibi fiziksel özelliklerini kullanıp ışığı gökkuşağının renklerine kırabilir.
Bu çeşitlilik kısmen arıların çiçeklerle kurduğu yakın ilişkiden kaynaklanıyor. Arılar ve çiçekli bitkiler beraber evrimleştiler, birinde vuku bulan çeşitlilik diğerinde de çeşitliliğe yol açtı. Arılar hem kendi gıdaları hem de yavrularına, yani kovan veya yuvadaki minik larvalara götürdükleri gıdalar için tamamen çiçeklere bağımlı. Nektara ve polene ihtiyaçları var. Bitkiler açısından bakınca da çiçekler arasında polen taşınabilmesi için arıların ziyareti şart. İlginç bir karşılıklı evrimsel ilişki söz konusu. Bakmaktan zevk aldığımız çiçekler kendilerini arılara çekici kılmak için bu renklere bürünmüş. Çiçekleri hayal edince aklımıza gelen renklerin bazıları, örneğin maviler ve morlar tam da arıların görme spektrumunun merkezine denk geliyor. Bu, tasarımsal bir olgu. Çiçekler sadece renkleriyle değil, kokuları ve şekilleriyle de arıları cezbetmek için evrimleşti. Tabiatta görüp kanıksadığımız birçok şeyin üzerinde arıların etkisi büyük.

Peki, arılar var olmasaydı çiçekler neye benzerdi? Arıları kendilerine çekmek zorunda olmasalar o güzel kokuları olur muydu?

Bu soruyu yanıtlamak için başka hangi canlıların çiçekleri ziyaret ettiğine bakmamız lâzım. Arıların yokluğunda çiçeklerin eşek arıları ve sinekler gibi farklı böceklerle evrimleşeceğini tahmin edebiliriz. Bu canlılar kokulu yağlara ve çürük et kokusuna çekim duyuyor. Bu yüzden etrafta birçok ölü et görünümlü çiçek bulunacağını tasavvur edebiliriz. Zaten doğada kimi sinek türlerini cezbetmek için çürük et gibi görünen ve kokan çiçekler var. Ancak bunlar çok nadir, zira arılar bu işte çok daha başarılı. Bizim güzel bulduğumuz kokuların, renklerin ve şekillerin arılara da çekici geliyor olması hoş bir tesadüf.

Çiçek denince ilk akla gelenlerin yanı sıra, birçok meyve ve sebze, portakal, elma, kabak, hepsi çiçek açıyor…

Çok doğru. Pazarda sebze, meyve tezgâhlarında gördüğümüz gıdaların birçoğu, hatta hemen aklımıza gelmeyen kabuklu yemişler, çiçekli bitkiler. Örneğin, yediğimiz her bademin tohumu bir arının ziyaret ettiği bir çiçekten geliyor. Aynısı nebati yağlar için de geçerli. Kanola yağı arıların ziyaret ettiği ve tozlaştırdığı, büyük ve güzel sarı çiçeklere sahip hardal otundan elde ediliyor. Hatta soya fasulyesi gibi kendi kendine tozlaşabilen bitkiler de arıların katkısıyla yüzde 10-40 daha çok verim veriyor.

"Arı ürünleri eski çağlarda çeşitli ilaçların doğal hammaddesiydi. Balmumu su yalıtımı için kullanılıyor, insanlar balmumundan silinebilen tabletler yapıyordu. Biraz kafayı bulmanın en eski ve güvenilir yöntemlerinden biri de mayalanmış baldan elde edilen likördü."

Arıseverler boğazımızdan geçen her üç lokmanın birinden arıların sorumlu olduğundan sıkça bahseder. Kitabınızda bu önermenin ne anlama geldiğini boğazına düşkün birinin gözünden açıklıyorsunuz. Biraz açar mısınız?

Söz konusu oran küresel tarımsal üretime dair bir istatistik. Üretimin yüzde 35’i ya arılar tarafından gerçekleştirilen tozlaşmaya bağlı ya da tozlaşmadan faydalanıyor. Yiyeceğin sadece niceliğine değil, niteliğine de odaklanmanın ve bir öğünü arıların üretimine katkıda bulundukları içerik açısından incelemenin ilginç olacağını düşündüm.
Herhangi bir yiyecekten ziyade, bir pazar yerinde denk gelemeyeceğiniz, arılara ilişkin bildik gıdaların dışında gözüken bir yiyeceğe, örneğin hamburgere bakmayı seçtim. Hamburgerde birçok arı ürününün bulunduğunu fark ettim. Arılar olmasa, önce turşu, marul ve soğandan vazgeçmemiz lâzım. Et kalabilir, zira hamburger köftesini ot ve tahılla beslenen hayvanlardan elde edebilirsiniz. Polenleri rüzgârla taşınan tahıllardan sandviç ekmeği üretebilirsiniz, ama ekmeğin üzerindeki susam tohumlarını çıkarmamız gerekir. Özel sosu bile yok etmemiz gerekir. Malzemelerin içeriğine daha yakından bakınca kırmızı biberden ete zengin tadını ve dokusunu veren nebati yağlara kadar arıların varlığına bağımlı en az beş malzeme daha keşfettim. Buradan arıların olmadığı bir dünyada da beslenebileceğimiz, ancak yiyeceklerimizin yavanlaşacağı ve besin değerlerinin düşeceği sonucunu çıkarabiliriz.

                                 Agostino Veneziano, Ejderha ve Arı, 1514-1536

Arı ve arı ürünleri tarihte sadece beslenme amaçlı kullanılmamış, değil mi?

Evet. Tüm öykü arıların gıda üretimindeki kritik öneminden ibaret değil. 19. yüzyıla kadar tozlaşma mefhumundan habersiz olmamıza rağmen, arılara düşkünlüğümüz binlerce yıl öncesine uzanıyor. Balmumundan yapılan mumlar binlerce yıl boyunca en temiz ışık kaynağıydı. Arı ürünleri eski çağlarda çeşitli ilaçların doğal hammaddesiydi. Balmumu aynı zamanda su yalıtımı için kullanılıyor, insanlar balmumundan silinebilen tabletler yapıyordu. Biraz kafayı bulmanın en eski ve güvenilir yöntemlerinden biri de mayalanmış baldan elde edilen likördü. Tüm bunlardan dolayı insanların at, deve ya da ördek gibi hayvanları evcilleştirmeden, elma, yulaf, bezelye ve karpuz gibi tanıdık ürünleri üretmeden çok daha önce arıcılıkla uğraştığına şaşmamak gerekir. Kahve bile hayatımıza arılardan çok sonra girdi. Arıcılığın bir sanat ve bilim olarak en azından Mısır’daki Orta Krallık Dönemi’ne (MÖ 2050-MÖ 1650) kadar uzandığını bugüne kalan çizimlerden biliyoruz. O döneme ait mezarlarda arıcılık faaliyetlerine, kilden yapılmış karmaşık kovanlara, bu kovanların çeşitli tarım ürünlerinin ve yabani çiçeklerin mevsimlerine göre Nil nehri boyunca taşınmalarına dair harika resimler mevcut.

Kitabınızda arıların insanların evriminde de rolü olduğunu düşünen bir beslenme antropoloğuyla sohbet ediyorsunuz.

Bu harika bir konu. İnsanların arılarla bağından bahsettiğimizde genelde bal arılarının evcilleştirilmesi ya da olsa olsa binlerce yıl önce doğada yaban bal arılarının ya da başka arıların yuvalarını arayışımız akla geliyor. Ancak, Las Vegas’taki Nevada Üniversitesi’nden antropolog Alyssa Crittenden ve çalışma arkadaşlarının araştırmaları arılarla bağımızın milyonlarca yıl önceye uzandığını gösteriyor. Türümüzün evrildiği Batı Afrika coğrafyasında hâlâ geleneksel avcı-toplayıcı yaşamı süren Hadza kabilesinin beslenme alışkanlıklarını incelerken ne kadar bal tükettiklerini de gözlemliyorlar. Bu topluluk sadece bal da değil, aynı zamanda bal peteklerindeki larva ve polenleri de topluyor. Bal deyince aklımıza tatlı niyetine yediğimiz bir gıda geliyor, ama Alyssa kabile üyelerinin tükettikleri toplam kalorinin yüzde 15’inin baldan geldiğini hesaplıyor. Bu oran senenin belli dönemlerinde yükseliyor. Bal toplayıcılığının büyük kısmını gerçekleştiren ve kampa dönmeden topladıkları balın bir bölümünü tüketen erkekler için bu oran daha da yüksek. Bu son derece ilginç bir tespit, çünkü evrimsel bağlama oturttuğumuzda aynı coğrafyada benzer bir yaşam süren atalarımız da büyük ihtimalle farklı davranmıyordu. Hadza kabilesi her gün bal arıyor. En sevdikleri yiyecek bal. Sürekli bal arılarının ve bölgede bal üreten en az altı farklı türün kovanlarını arıyorlar.

"Bal arıları eşek arılarından evrilirken beslenme konusunda önemli bir adım attı. Etoburluğu bırakıp bitkilerin ürettiği gıdalarla beslemeyi öğrendiler. Çiçeklerin derinlerindeki nektara ulaşabilmek için uzun dil ve yuvalarına polen taşımak için kıllar geliştirdiler. Bal arıları esas olarak uzun saçlı, çiçeksever vejetaryenlerdir."

Şempanzelerin ve başka büyük maymunların da bal tükettiğini biliyoruz, aynısı neden Homo habilisHomo erectus ve hatta Australopithecus türleri için geçerli olmasın? Bu türler aynı coğrafyada tatlı gıda aradığını tahmin ettiğimiz atalarımız. Baldan gelen kalorinin atalarımız üzerindeki etkisi üzerinde düşünmek ilginç, zira insan evriminin öyküsü aynı zamanda beynimizin büyüklüğünün de öyküsü. Başka besinler tükettiğimizde vücudumuz beyni beslemek için nişasta ya da benzer maddeleri glikoza dönüştürüyor. Bal içinse bu gerekli değil. Ezeli tatlı düşkünlüğümüzün bizi bal peşinde arılara yönelttiğini düşünebiliriz. Bu sayede elde ettiğimiz kalori zamanla beynimizin büyümesine yol açmış olabilir. Çünkü, av verimliliğini artıran ya da pişirme yoluyla daha çok kalori elde etmeyi mümkün kılan tüm teknolojik ve toplumsal yenilikler aynı zamanda ağaçlardaki büyük bal arısı kovanlarını da daha ulaşılır kılacaktır. Örneğin, taş aletlerle ağaçları kesip bal elde edebilirsiniz. Yiyecekleri pişirmek için ateşe hükmetmeyi öğrenmişseniz, dumana da hükmedebilir ve bunu arıları sersemletip bala daha kolay ulaşmak için kullanabilirsiniz. Bütün bunlar balın insan evriminden sorumlu olmasa da avcılık, pişirme ve diğer yeniliklerle birlikte bizi biz yapan şeylere katkıda bulunan bir etken olduğunu düşündürüyor.

Lucas Cranach, Venüs ve Bal Hırsızı Aşk Meleği, 1525; sağ sütun yukarıdan aşağı: Milattan önceye ait Ana Tanrıça figüründe arı; Kral Hilderik'e ait altından yapılma arılar (481); Antik Mısır’da mezar duvarı rölyefi (MÖ 7.-6. yy)

Dünyadaki arı nüfusunun hızla azaldığı sık sık dile getiriliyor. Arılar tükenme tehlikesiyle karşı karşıya mı?

Son dönemde arılara dair bu haberlerden endişelenmiş, hatta şaşkına dönmüş olabilirsiniz. Ancak, konuya dair tartışmalarda eksiklik ve bilgisizlik gözlemliyorum. Arılar hakkında ne biliyoruz? Bazen uzmanlar bile detaylarda tökezleyebiliyor. Geçenlerde arabada radyo dinliyordum. Bir bilim tarihçisi Avrupa’dan yola çıkıp Plymouth ve Jamestown’a varan sömürgecilerin yanlarında bal arıları getirdiğini söylüyordu. Bu kısmı doğru. Bal arısı Avrupa ve Afrika’dan gelen bir tür. Ancak ardından, eğer bal arıları getirilmeseydi tarım ürünlerinin tozlaşmasının mümkün olmayacağını söyledi. Az kaldı arabayla takla atıyordum. Kulaklarıma inanamadım. Kuzey Amerika’da mutlu mesut vızıldayıp uçuşan dört bin yerli arı türüne ne oldu? Arılara dair herhangi bir incelemeye, kitaba ya da derse başlamadan önce temel bir soru sormamız gerekli: Arı nedir?
Bu sorunun kısa ve akılda kalıcı bir yanıtı var ve bu yanıt evrime dair tüm kilit noktaları kapsıyor. Arı dediğimiz şey hippi bir eşek arısıdır. Öncelikle eşek arılarının bal arılarından daha önce geldiğini hatırlamalıyız. Eşek arıları, bal arıları ortaya çıkmadan önce, milyonlarca yıl boyunca gezegende mutlu mesut gezdi. Bal arıları eşek arılarından evrildi. Hâlâ da görünümleri epey benziyor ve iki grup bu yüzden çok sık karıştırılıyor. Bir piknikte kızarmış tavuğunuz etrafında uçuştuklarında ya da sandviçinizden salam çalmaya çalıştıklarında bal arılarını suçlamayın, size saldıranlar eşek arılarıdır. Zira eşek arıları leşle beslenen etobur hayvanlardır. Sürekli öldürecek başka böcekler ya da larvalarını beslemek için yuvalarına götürecekleri et parçaları ararlar.

"Darwin çiçekli bitkilerin bir anda çoğalışını “menfur sır” olarak tanımladı ve kendi kademeli evrim anlayışına ters gördü. Oysa çağdaşı Saporta çiçekli bitkilerin arılarla etkileşimleri sayesinde hızlı evrimleştiğini savunuyordu. Saporta’nın haklılığı 20. yüzyılın başında anlaşıldı."

Bal arıları eşek arılarından evrilirken beslenme konusunda önemli bir adım attı. Etoburluğu bırakıp sadece bitkilerin ürettiği gıdalarla beslemeyi öğrendiler. Bu adımın ardından kendi evrim patikalarını oluşturdular. Alışkanlıkları ve bedenleri bu yeni yaşama uyum sağlamaya başladı. Çiçeklerin derinlerindeki nektara ulaşabilmek için boruya benzer uzun dil ve yuvalarına polen taşıma görevini üstlenmek için kıllar geliştirdiler. Elbette bu evrim öyküsünde çeşitli nüanslar mevcut. Bazı arılar polen toplamakla hiç uğraşmadan diğer arılara asalaklık yapar. Bazı eşek arıları da bitki özü yemek için çiçekleri ziyaret etmeyi sever. Ama bal arıları esas olarak uzun saçlı, çiçeksever vejetaryenlerdir. Yani hippi eşek arılarıdır. Tabii bu evrimsel faaliyet çok uzun zaman önce gerçekleşti. Arılar en az 120 milyon yıldır, dinozorların gezegenimizde baskın tür olduğu Kretase döneminin ortalarından beri bizlerle beraber.

Bu evrimin başlangıcında dünya nasıl bir yerdi?

Çiçekli bitkiler nadirdi. Sporlu bitkiler, ilk kabuksuz tohumlu bitkiler ve diğer tohumlu bitkilerin baskın olduğu bir flora içerisindeki rolleri azdı. Bu açıdan sadece çiçek ürünlerine bel bağlayan bir böceğin evrimi epey ilgi çekici. Tam da arıların evrimleştiği o kritik anda çiçekli bitkilerin de âni bir şekilde çoğalışı biyologlar ve paleontologlar için, hatta fosil kalıntılara son derece aşina olan Charles Darwin gibi araştırmacılar için bir sır teşkil etti. Darwin fosil kalıntıları içinde eğreltiotu, tohumlu bitkiler, kozalaklı ağaçlar, ginko ağacı gibi bitkiler bulunduğunu, ama çiçekli bitkilere rastlanmadığını biliyordu. Çiçekli bitkiler bir anda her yerde bitiverdiler ve çok çeşitliydiler. Darwin çiçekli bitkilerin âni yükselişini menfur bir sır olarak tanımladı ve bunu yavaş ve kademeli bir sürece dayanan kendi evrim anlayışıyla tezat gösteren kilit noktalardan biri olarak gördü.
Peki çiçekli bitkiler nasıl böyle hızla ortaya çıktı? Darwin’in “menfur sır” yorumunu yaptığı mektupta, kendisi kadar ünlü olmayan Fransız doğa bilimci Gaston de Saporta’nın yorumu göz ardı edilir. Saporta çiçekli bitkilerin kendilerini ziyaret eden böcekler, özellikle arılarla olan etkileşimleri sayesinde hızlı evrimleştiği fikrini ortaya atmıştı. Darwin bu fikre bir an bile inanmadı. Çiçekli bitkilerin uzak yerlerde yavaş ve kademeli bir şekilde evrimleşip akabinde fosilleştikleri bölgelere hızla yayıldıklarına inanmayı tercih etti. Tabii Darwin çok daha meşhurdu ve çok daha heybetli bir sakala sahipti. Viktoryen dönemde bu sakalların anlamını yabana atmamak gerek. O yüzden Darwin’in kuramı Saporta’nın haklılığını ortaya koyacak biyolojik saha çalışmasının yapılabildiği 20. yüzyılın başlarına kadar kabul gördü. Söz konusu çeşitliliğin sebebi böcekler, özellikle arılar ile çiçekli bitkilerin karşılıklı evrimiydi. Bu sürecin sonuçlarına tabiatın her yerinde rastlamak mümkün. Kretase döneminin aksine, bugün gezegenimizde çiçekli bitkiler baskın.

İngiltere-İskoçya sınırındaki Northhumberland kontluğunun Hayvanlar Dünyası kitabında arılar (1250-60)

Günümüzde arı nüfusunun azalışının sebepleri neler?

Koloni çöküş sendromu 2006’da ortaya çıktı. Kuzey Amerika’daki bal arısı kovanlarını kırıp geçirdi, ardından Avrupa’ya sıçradı ve durumun sebeplerini anlamaya çalışan birçok araştırmayı tetikledi. Koloni çöküş sendromunu başından beri inceleyen ve bu terimi ortaya atan Diane Cox Foster isimli bir böcekbilimciyle görüştüm. Son birkaç yılda bu sendromun neredeyse ortadan kalktığını anlattı. Bugün bu sendrom kaybettiğimiz kovanların yüzde 5’inden azından sorumlu. Ancak, her yıl kovanlarımızın yüzde 30-40’ını yitiriyoruz. Yerli yaban arıları üzerinde yapılan araştırmalar da büyük nüfus azalmasına işaret ediyor. Yaşadığım ABD’nin kuzey batısında, Pasifik bölgesinde en çok görülen tüylü arı türünün soyu neredeyse tükendi. Bunca yıllık araştırmaların sonucunda emin olduğumuz tek nokta arı nüfusundaki düşüşün tek bir sebebinin olmadığı. Bazı uzmanlar bunu “çoklu stres bozukluğu” diye tarif ediyor. Diane Cox Foster strese yol açan ana unsurları dört başlıkta özetliyor. Birincisi, arılara ya da larvalara tutunup onların vücut sıvılarından beslenen varroa gibi parazitler. İkincisi, neonikotinoidler gibi böcek zehirleri. Üçüncüsü, virüs, bakteri ve mantar gibi çeşitli patojenler. Son olarak da kentleşme ve endüstriyel tarımcılıktan kaynaklanan çiçek kıtlığına bağlı yetersiz beslenme. Bu etkenlere iklim değişimini ve istilacı türleri eklediğimizde işler daha da karışıyor, zira tüm bu etkenler birbirlerinin zararlarını da derinleştirebiliyor. Örneğin, laboratuvar testlerinde güvenli olduğu sonucuna varılan bir pestisit, içinde farklı mantar, böcek ve bitki öldürücüler barındıran bir tarlaya uygulandığında daha önce incelenmemiş ölümcül bir kokteyle yol açabiliyor. Ya da sağlıklı bir arıyı etkilemeyecek bir virüs halihazırda parazitlerin saldırdığı veya yeterince beslenemeyen bir arıyı öldürebiliyor.

"Bunca yıllık araştırmaların sonucunda emin olduğumuz tek nokta arı nüfusundaki düşüşün tek bir sebebinin olmadığı. Bazı uzmanlar bunu “çoklu stres bozukluğu” diye tarif ediyor."

Bal arısı uzmanı Dave Goulson meselenin arıların sağlığını tehdit eden bir kriz olduğu görüşünde. Arılar aç ve hastalıklı, serpilip gelişmemeleri şaşırtıcı değil. Ancak, Goulson iyi bir haber de veriyor. Arıların karşı karşıya olduğu sorunların karmaşıklığına ve bu sorunlar hakkındaki araştırmaların zorluğuna rağmen, şimdiden harekete geçebilecek kadar bilgiye sahibiz. Örneğin, arılara beslenebilecekleri daha bol çiçek ve yuva kurabilecekleri daha geniş ortam sağlayarak, pestisit kullanımını azaltarak ya da sona erdirerek, arı hastalıklarının başka yerlere yayılmaması için arıların ve arı ekipmanlarının uzak yerlere taşınmasından kaçınarak harekete geçebiliriz. Bu basit fikirleri uygulayarak büyük dönüşümlere yol açabiliriz. California’nın Orta Vadisi’nde yerli arıların doğal ortamının yok olduğu bir badem tarlasını gezmiştim. Burada bile yerli bitkilerden oluşan çitler yerleştirerek tarladaki yerli arıların çeşitliliğini tek mevsimde üç katına çıkarmak mümkün oldu.

Arılara zarar verdiği söylenen bir başka önemli konu da gezginci arıcılık. Bunun arılar için yol açtığı tehlikeler neler?

Arıların ve arı ekipmanlarının uzak mesafelere taşınmasına dair endişelerin ana sebebi hastalıkları da beraberlerinde taşımaları. Bal arılarından yerli arılara sıçrayan hastalık örnekleri mevcut. Bir geçişlilik olduğu kesin, ancak bu henüz yeni bir konu ve hakkında yeterince araştırma yok. Tarımsal gelişimin izlediği yol sebebiyle çetrefilli bir durumdan söz ediyoruz.

İnsanların bal arıları kadar yerli yaban arılarını da dikkate almalarını nasıl teşvik edebiliriz?

İki tür arasında bir tercih yapmak zorunda olduğumuzu düşünmek bir hata. Çünkü bir polen taşıyıcısını korumak için atılan adımlar, örneğin daha fazla doğal yaşam alanı açmak ya da pestisit kullanımını azaltmak diğerleri için de faydalı olacaktır. Elbette evcil bal arıları ile yerli arılar arasında rekabet yaşanabilir. Eğer yeterince bitki dikmeden binlerce evcil arıyı hobi mahiyetinde bahçenize koyarsanız büyük ihtimalle halihazırda çiçek nüfusu az olan bir bölgeye bir sürü karnı aç canlıyı salmış olacaksınız. Sadece yuvalara değil, yakındaki besin ve su kaynaklarına, yaşam alanının tümüne dair kafa yormalısınız. Bu hem yerli arılar hem de bal arılarını korumak için geçerli. Bence evcil bal arıları ile yerli arılar arasındaki en büyük rekabet çiftçiler için kritik önem arz eden büyük arıcılık operasyonlarıyla ilişkili. Elma, biber ya da badem gibi ürünlerin hasat mevsimleri bittikten sonra, arıcıların arılarını götürebilecekleri çayırlara ihtiyaçları var. Batıdaki gelenek arı kovanlarını alıp dağlara çıkmak. Çok sayıdaki aç bal arısını bu tür bölgelere götürmenin yerli arılar üzerinde olumsuz etkiler yarattığını görebiliyoruz.

 

The Splendid Table söyleşisi ve Seward Park Audubon Center  sunumundan derleme.


Çeviren: Yiğit Atılgan

Közdeyişler - Attila Aşut / BİRGÜN

Diktatörler güçlü oldukları için değil, korktukları için saldırırlar!

★ ★ ★

Madensuyu, turşu suyu, şalgam suyu derken şimdi de TOMA suyu!

★ ★ ★

Gezi'de "çapulcu" idik, Boğaziçi'nde "terörist" olduk! Eyvallah!!!

★ ★ ★

Türkiye’de her muhalif bir gün “teröristliği” tadacaktır!

★ ★ ★

“Çağrılmayan Yakup” gitti, “İstenmeyen Melih” geldi!

★ ★ ★

“Dağdan inip ovada siyaset yapsınlar” diyorlardı. Şimdi şehirdekileri dağa çıkmaya zorluyorlar!

★ ★ ★

Öcalan’la iş tutanlar, Demirtaş’ı “terörist” ilan etti!

★ ★ ★

Osman Kavala, Türkiye’nin Dreyfus’u mu?

★ ★ ★

Trump, atı alıp Washington’u geçemedi! O, ABD’nin “çılgın proje”siydi. Neyse ki dünya bu beladan kurtuluyor!

★ ★ ★

Eskiden her taşın altında CIA vardı. Bugünlerde ne yana dönsek karşımıza Katar çıkıyor!

★ ★ ★

Türkiye'de Reis’i eleştirmek suç, ana muhalefet partisi genel başkanına "Seni kazığa oturturum" demek düşünce özgürlüğü!

★ ★ ★

"Şahsım devleti"nde bakanların istifa hakkı yoktur, yalnızca "affını talep etme" hakları vardır!

★ ★ ★

Bazı AKP’liler “Fransız malıdır” diyerek laikliği de boykot listesine almış!

★ ★ ★

Anayasa rafa kalkmış, mahkeme kararlarını takan yok! Kılıçdaroğlu, "Muhtarlar Yasası'na ihtiyacımız var" diyor! Şaka gibi!

★ ★ ★

Bizim bildiklerimizi bize anlatarak muhalefet olunmaz!

★ ★ ★

KKTC, Türkiye’nin nesidir?

★ ★ ★

Saray’ın Ersin Tatar'a cömert desteği, KKTC'ye daha çok cami ve imam-hatip okulu olarak geri dönecek.

★ ★ ★

Ne çok vatanımız varmış! Anavatan, Yavru Vatan, Mavi Vatan, şimdi de Uzay Vatan!

★ ★ ★

Bugün RTE'ye en büyük yalakalığı yapanların geçmişini biraz kazırsanız altından su katılmamış FETÖ’cüler çıkar!

★ ★ ★

Ülkede "Mehdi Ordusu" rüyası görenler, "İmam'ın Ordusu"ndan hiç ders almamış olanlardır!

★ ★ ★

Şeyhlerin, şıhların gerçeği de sahtesi de bizden ırak olsun!

★ ★ ★

“İki ayyaş”ın yaptığı yasaları, birkaç “mürteci”nin yaptığı yasalardan yeğ tutarım.

★ ★ ★

Omurgasız entellerle halkçı politika üretilemez.

★ ★ ★

"18 yıldır fikri iktidarımızı kuramadık" diye hayıflanacağınıza, "fikir" diye sarıldığınız çağdışı dogmaları sorgulayın!

★ ★ ★

Şehir hastaneleri Erdoğan’ın hayali idi, ülkenin kâbusu oldu!

★ ★ ★

Saraylar yapmaya paramız var, ilaç almaya yok!

★ ★ ★

Ejder suyu ile besleneler, yoksullara ancak “sabır” tavsiye edebilir.

★ ★ ★

Çoklu baro, çoklu hukukun ilk adımıdır.

★ ★ ★

“O beni bağlamaz, bu beni bağlamaz…” Söyler misiniz, sizi hukuk da bağlamazsa ne bağlar?

★ ★ ★

Anayasamızın 138. maddesine göre "Hiç kimse yargıya emir ve talimat veremez.”

Bir kişi hariç!

★ ★ ★

Menemen Belediye Başkanlığı’nı CHP’ye vermemek için çamura yatanlar, merkezi iktidarı vermemek için neler yapmaz!

★ ★ ★

Devlete ve orduya düşman olanlar, erki ele geçirince herkesten çok devletçi ve orducu olurlar!

★ ★ ★

Saray’ın atanmış bürokratları milletin seçilmiş vekillerini azarlıyor! Şimdi seçilmişlerin değil atanmışların üstünlüğü var!

★ ★ ★

AKP’nin eğitim politikası hayli tanıdık: Şu okullar olmasa maarifi ne güzel yönetirdik!

★ ★ ★

İktidarı ve muhalefetiyle düzen partileri milliyetçilikte yarışıyor!

★ ★ ★

AKP iktidarı "darbe paranoyası" yaşıyor. Oysa asıl darbeyi ilk seçimde sandıkta halktan yiyecek!

★ ★ ★

Erdoğan'ın ve Bahçeli'nin gündem değiştirmek için ettikleri lafları ekranlarda saatlerce tartışmak, onların amacına hizmet ediyor.

★ ★ ★

Bulanık bilinçle tutarlı muhalif olunmaz.

★ ★ ★

Türkiye'nin bugünkü koşullarında yazı yazmaktan mutlu değilim. Çünkü yazmak istediklerimi değil, yazmam gerekenleri yazıyorum!

★ ★ ★

Seksen yıllık yaşamımda ben rüzgârı arkama alarak değil, hep rüzgâra karşı yürüdüm!

Attila Aşut / BİRGÜN

Dünya borç krizi yolda mı? - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Borçların artış hızı ve geldiği düzey Dünya Bankası’na göre dördüncü dalgayı öncekilerden daha riskli kılıyor. Salgın, ekonominin daralması, sağlık ve sosyal harcamalarını finanse etmek için bütçe açıklarının artması sonucunu doğurdu.

Finansal piyasalar ABD’deki Kongre baskınını da takmadı, yükselmeyi sürdürdü. Ülkede Covid-19’dan ölenlerin sayısı 400 bini aşarken dahi müzik susmadı, çılgın Wall Street partisi hız kesmedi. Borsaların Amerikan Merkez Bankası başkanlığındaki performansından pek hoşnut kaldığı, bankaların verdiği konferanslara en az 7 milyon dolar telif ücreti akıttığı Janet Yellen’ın Hazine Bakanlığı’na atanması da finans kapitalin moralini iyice yükseltti.

Derken “Piyasalar nereye?” sorusunu yönelten çatlak bir ses yükseldi. Eğer bu sesin sahibi muhalif bir iktisatçı, sol bir örgüt sözcüsü filan olsaydı “Her zamanki hazımsızlık” denip geçilebilirdi. Ne var ki uyarı Wall Street’in duayen yatırım gurularından Jeremy Grantham’dan gelince işin rengi değişti.

2021 YAZ BAŞLARINDA DÜZELTME GELEBİLİR

Grantham şöyle konuştu:

Uzun ve uzun boğa piyasası 2009’dan kopup geldi ve sonunda tam teşekküllü epik bir balona evrildi. Aşırı değerlemeleri, şiddetli fiyat artışlarını, yeni halka arz çılgınlıklarını, isterikli biçimde spekülatif yatırımcı davranışını dikkate alarak, bu vakanın finansal tarihe Güney Denizi balonu, 1929 Büyük Depresyonu ve 2000 teknoloji hisseleri çöküşü gibi devasa balonlardan biri olarak kayıt düşeceğine inanıyorum.( Jeremy Grantham Waiting About The Last Dance GMO Blog 5 Ocak 2021 )

Peki bu mutluluk rüzgarı, gürül gürül sabit sermaye yatırımlarının, ekonomide yeni kapasite yaratımının sonucu olarak mı esiyor? Bu sorunun yanıtı için de isterseniz sözü Princeton Üniversitesi’nden Atıf Mian’a bırakalım:

Finansta neler oluyor? 1980’den beri ABD ekonomisinin finansa bağımlılığında muazzam artışlar oluyor. Toplam borç 1980’de ulusal üretimin yüzde 147’si iken 2019’da görülmemiş bir düzeye, 2019 sonunda ulusal üretimin yüzde 254’üne yükseldi. Eğer bu ek kredi bekleneceği üzere üretken yatırımlar için kullanılsaydı, biz çoktan bir yatırım patlamasına tanık olmuştuk. Ne var ki yatırımların ulusal üretimindeki payı 1980’lerde ortalama yüzde 24 iken 2010’larda yüzde 21’e geriledi.

Mian’a göre bu çarpık manzaranın açıklaması da şöyle:

Yatırımlardaki durgunluğa karşın finansın yükselişi, ekonomistler Thomas Piketty, Emmanuel Saez ve Gabriel Zucman’ın ortaya koydukları gibi, en zengin yüzde 1’in vergi sonrası gelirinin toplam gelirin yüzde 9’undan son yıllarda yüzde 15’e sıçramasıyla ilintili. Zenginler gelirlerinin daha yüksek oranını tasarruf ederken, en alttaki yüzde 90’ın tasarrufları giderek düşüyor. Finansal sektör de bu süreçte 2008’e kadar zenginlerin tasarruflarının hanehalkı borcuna dönüşmesinde, 2008’den sonra ise bütçe açıklarının finanse edilmesinde aracılık yaptı (Atıf Mian OECD Library How We Should Think About Finance?)

Biden’ın başkanlığı devralmasıyla birlikte kurumlar vergisini artırması borsaların pek hoşuna gitmeyecek. Grantham’a göre yaz başlarında bir düzeltme gelmesi pek sürpriz olmayacak. 1929 krizi, 2007-2008 Küresel Finansal Krizi hep ABD’den tetiklenerek dünyaya yayıldığı için bu kehanetin gerçekleşmesi evrensel boyut kazanabilir.

DB BAŞ EKONOMİSTİ DE BORÇ KRİZİ DİYOR

Geçtiğimiz hafta Dünya Bankası (DB) baş ekonomisti Carmen Reinhart da pandeminin geride bırakılmasıyla bir küresel borç krizinin patlak verebileceği uyarısında bulundu. Çünkü şirketlerin, hanehalkının ve hükümetlerin bu süreçte biriken borçlarının sorun yaratma riski yüksek. 2008’de Kenneth Rogoff ile finansal krizlerin tarihini konu alan bir kitaba imza atan Reinhart borç krizinin ani bir şokla gelmeyeceğini, yavaş bir tempo izleyeceğini düşünüyor.

Pandemideki kapanmaların istihdam ve tüketici harcamalarını olumsuz etkilemesinin, önümüzdeki dönemin ekonomik performansına yansımasını kaçınılmaz görüyor. Süreç uzadıkça kişilerin, ailelerin, firmaların ve ülkelerin bilançolarındaki bozulmaların, ertelenen borçların da vadesinin gelmesiyle sorun yaratacağı endişesini dile getiriyor (Reinhart Frets World Faces Financial Crisis if Pandemic Lingers Bloomberg 13 Ocak 2021).

DÖRDÜNCÜ DALGA DAHA TEHLİKELİ

Reinhant’ın sözleri DB’nin Ocak 2021 Küresel Ekonomik Beklentiler raporunda “Küresel borcun dördüncü dalgası” başlığı altında sistematik biçimde analiz ediliyor. Borçların ilk dalgası 70’ler ve 80’leri kapsıyor ve Latin Amerika borç krizi ile sonuçlanıyor. İkinci dalgada ise 1990’dan 2000’lerin başına kadar süren, Doğu Asya’da bankaları ve firmaları, Avrupa ve Orta Asya’da hükümetleri vuran kriz patlak veriyor. Üçüncü dalgaya gelince, 2007-2009 arasını kapsayan döneme yayılıyor, bir çok ekonomiyi keskin durgunluklara sürükleyen Küresel Finansal Kriz’le sonuçlanıyor.

Dördüncü dalga düşük faiz ortamı, yeni finansal enstrümanların ve finansal piyasa oyuncularının ortaya çıkması özellikleriyle önceki dalgalarla benzeşiyor. Ancak bu dalgada yatırımların zayıf seyri ve düşük büyüme temposu onu öncekilerden daha tehlikeli hale getiriyor. Tarihsel anlamda düşük faiz oranları, bir sonraki finansal stres ve sermaye çıkışları aşamasına kadar şimdilik şirketlerin sorunlarının üstünü örtüyor.

Borçların artış hızı ve geldiği düzey de DB’ye göre dördüncü dalgayı öncekilerden daha riskli kılıyor. Pandemi ortamında hem ekonomilerin daralması, hem de sağlık ve sosyal harcamalarını finanse etmek için bütçe açıklarının artması, borçların GSYH’ye oranının keskin bir biçimde zıplaması sonucunu doğurdu. Gelişmekte olan ülkelerde 2020 öncesi borçlar her yıl GSYH’nin yüzde 7’si kadar artarken, 2020’de sırf kamu borçlarının GSYH’nin yüzde 9’u kadar yükselmesi, şirket borçluluğunun da muhtemelen keskin bir kabarış göstermesi bekleniyor. (World Bank World Economic Prospects report Ocak 2021 )

DB aşırı borç sorununun çözümü için üç Ortodoks politika seçiminden; büyüme temposunun artması, mali disiplin ve özelleştirmeden söz ediyor. Heterodoks yaklaşımlar da, finansal baskının yanı sıra yüksek enflasyonla borçların eritilmesi (tabii ki yabancı para cinsinden borçlarda bu yöntem geçersiz), borç erteleme ve zenginleri vergilemek olarak sıralanıyor. DB’nin teorik düzeyde bile olsa, heterodoks önlemleri telaffuz etmesi dahi kendi açısından bir ilerleme kabul edilebilir.

UNCTAD: 1 TRİLYON DOLARLIK ERTELEME GEREKLİ

Dış borçların GOÜ’lerin kalkınma hedeflerini sekteye uğratmadan yapılandırılmasını savunan kuruluş ise Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’dır (UNCTAD). GOÜ’lerin dış borçları 2019 sonunda 10.1 trilyon dolara ulaşıyor. Borçların GSYH’ye oranı da 2008’de yüzde 22.8 iken 2019’da yüzde 29’a yükseliyor. Borçların ihracat gelirlerine oranı da aynı zaman aralığında yüzde 68.3’ten yüzde 110.7’ye fırlıyor. Uluslararası rezervlerin kısa vadeli borçlara oranı ise yüzde 505’ten yüzde 278’e düşüyor. Bu da şoklara olan kırılganlığın artışı anlamına geliyor.

Borçların bileşiminde de riskleri artıran değişimler görülüyor. Örneğin kısa vadeli borçların toplam borçlara içindeki ağırlığı 2000’ler başında yüzde 14 iken, 2019’da yüzde 29’a yükseliyor. Uzun vadeli garantisiz özel sektör borçları da 2000’de toplam borçlar içinde yüzde 26 paya sahipken, 2008’de yüzde 48’e çıkıyor, 2019’u da bu düzeyde kapatıyor.

Alacaklıların kompozisyonuna bakıldığında ise özel sektör kredilerinin arttığı görülüyor. Özellikle yüksek ve orta gelirli GOÜ’lerde gözlenen uluslararası tahvil ihraçları, aralarında “akbaba fonların” da bulunduğu çok sayıda alacaklının ortaya çıkmasını getiriyor.

UNCTAD, GOÜ’lerin 2020 ve 2021’de yüksek gelirli ülkeler için 2 trilyon dolar ila 3 trilyon dolar arasında, orta ve düşük gelirli ülkeler için ise 700 milyar dolar ila 1 trilyon arasında anapara ve faiz ödemesi gerektiğini tahmin ediyor. Bu rakamlar, pandeminin getirdiği kamu sağlığı harcamalarının yol açtığı finansman yükünü kapsamıyor.

Borç ödemelerinin askıya alınmasının geçici bir çözüm olacağı, ancak kapsamlı bir kurtarma programı gündeme gelmez ise önümüzdeki dönemlerde yeni sorunlar yaratabileceği vurgulanıyor. UNCTAD ülkelerin talebine bağlı olarak devreye girecek, Nisan 2020’de ortaya attığı 1 trilyon dolarlık borç erteleme programını yineliyor ( UNCTAD Impact of the COVID-19 Cenevre 2020 ).

Cenevre merkezli bu BM kuruluşunun avadanlığında bir borç krizi sırasında devreye sokulabilecek ciddi bir teknik önlemler programı bulunduğu görülüyor. Muhtemelen önümüzdeki yıllarda UNCTAD’ın bu ön hazırlığı bizler için de yol gösterici olacak.

Haliyle, konu açılmışken dış borç krizlerinin her üç dalgasında da sarsıntılar yaşayan Türkiye’nin bugünkü durumunun bir analizini bekliyorsunuz. İsterseniz kapsamlı bir değerlendirme yapabilmek için onu da haftaya bırakalım…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN



GAP’ı gaptırdılar! - Fikri Sağlar / BİRGÜN

1986 sonrası ana muhalefet partisi SHP, “dünyanın dokuz önemli projesinden biri” olarak değerlendirdiği Güneydoğu Anadolu Projesi’ne (GAP) çok önem vermişti. 

SHP; GAP’ın İsmet İnönü’nün hayali olarak ilk gündeme gelişini ve Güneydoğu’nun mümbit topraklarında yapılacak tarımla öncelikle bölgenin ve ülkenin büyük kazançlar sağlayacağı düşüncesini sürekli dile getiriyordu. Dönemin Başbakanı Turgut Özal, SHP’nin bu çıkışlarını engellemek için GAP’ı gerçekleştiren kişi edasıyla müthiş bir propaganda taarruzuna girişmişti.

Hatırlayacaksınızsiyaset arşivlerinde yer alan Süleyman Demirel’in “GAP’ı gaptırmam kardeşim!” sözü, bu tartışmanın ateşleyici unsuruydu.

***

Özal, inşaatı 1978’den beri süren Atatürk Barajı ve Urfa havaalanını bir an önce tamamlayarak GAP’la yeni bir adım atmak istiyordu... Rahmetli Ali Dinçer, bu yarışta geri kalmamak için “SHP PM’yi Özal’ın açılışlarından bir gün önce Urfa’da toplama” önerisinde bulundu. Öneri kabul edildi. Sabaha karşı henüz son çalışmaları yapılan Urfa havaalanına tarihte ilk inen uçağın içindeydik…

İlginç olan gelen uçakta; Ahmet İsvan, Abdullah Baştürk, Fehmi Işıklar, Ahmet Türk, Halil İbrahim Şahin, Muzaffer saraç, Cüneyt Canver ile benim gibi, SHP’nin o dönem muhalif olan sol kanadı vardı! Zor bir inişten sonra pilotlar “yolu öğrendik” diyerek gittiler. Sonra İnönü, Baykal ve MYK üyelerini getirdiler. Erdal İnönü bizi görünce çok şaşırmış, Ali Topuz; “Muhalefeti serdengeçti olarak önden gönderdik” esprisini(!) yapmıştı… O gün Urfa bizleri, büyük coşkuyla karşılamıştı…

***

GAP’ın temel hedefi; Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin sahip olduğu kaynakları değerlendirerek, yöre halkının gelir düzeyini ve yaşam kalitesini yükseltmek, kırsal alandaki verimliliği ve istihdam olanaklarını artırarak ulusal düzeyde ekonomik gelişme ve sosyal istikrar hedeflerine katkıda bulunmaktı. Bu nedenle SHP/DYP hükümetleri GAP’ı çok önemsediler!

***

GAP, Bölge’nin su ve toprak kaynaklarının geliştirilmesine dayalı bir program olarak ele alınmış, bu nedenle Fırat- Dicle Havzası’nda sulama ve hidroelektrik enerji üretimine yönelik, 22 baraj19 hidroelektrik santrali ile 1,8 milyon hektar alanda sulama yatırımları hedeflemişti… Proje alanı içinde bulunan illerin alan ve nüfus büyüklüğü, Türkiye’nin ortalama yüzde 20,7’si civarındaydı. Projedeki enerji santrallarının yılda 27 milyar kilovat-saat enerji üretimi yapması öngörülmüştü. Dolayısıyla GAP, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı ve en maliyetli projesi ve bölgesel kalkınma plan ve programları arasında en etkin olanıydı!

***

1998’de alınan Bakanlar Kurulu kararıyla projenin tamamlanması için gerekli koordinasyon ve planlama çalışmalarını yapma görevi, “GAP Bölgesel Kalkınma İdaresi’ne” verildi ve bitiş tarihi olarak 2010 yılı belirlendi. 2006 yılı sonuna kadar tahmini olarak 23 milyar 313 milyon YTL harcama yapıldı. Enerji yatırımlarında fiziksel gerçekleşme yüzde 74 olurken, GAP’ın sulama yatırımlarıysa yüzde 14 seviyelerinde kaldı. Yani asıl amaç olan tarımın geliştirilmesi ve Mezopotamya topraklarındaki verimin artırılması adına yapılacak yatırımlardan vazgeçildi. Projenin 2010’da bitirilmesi için gerekli olan 11 milyar dolar ise farklı yerlere harcandı.

***

Sayıştay raporlarına bakınca durumun daha da vahim olduğu anlaşılıyor.

Sayıştay; “2014-2018 yıllarını kapsayan GAP Eylem Planı’nda bulunan projelerin planlandığı şekilde gerçekleşmemesi nedeniyle, Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi’nin kuruluş sebebi olan ve ülke kalkınması için önem arz eden temel görevlerini yürütmesinde etkili olamayacağı değerlendirilmektedir” diyor. Ve projelerin yüzde 20’sinin hiç başlatılmadığı görülmektedir. 2018 yılının Eylem Planı’nın son yılı olduğu dikkate alındığında; bu projelerin yüzde 40’ının tamamlanamadığı anlaşılmaktadır” diye ekliyor…

***

Yani GAP durdu!

Üstelik 18 yılda Belçika’dan büyük alan yani, 3,5 milyon hektar alan tarım dışı bırakıldı! Açlık kapımızda! GAP’ı bitirmeyip, milyonlarca hektar alanı tarım dışı bırakan dolayısıyla hem çiftçiyi hem de yurttaşı açlığa mahkûm eden iktidar, Sudan’da milyonlarca hektar toprak kiralayarak yandaşları zengin eden bir politika izliyorsa buna ne denir?

Fikri Sağlar / BİRGÜN

Bir toplumu nasıl çökertirsiniz? - Oğuz Oyan / SOL

AKP iktidarı, kendi ideolojik hegemonyasını sağlamlaştırabilmek adına, ülkenin entelektüel/bilimsel kapasitesini imha sürecini sonuna kadar götürmeye kararlı gözükmektedir. 

Kısa yanıt: Onun entellektüel/bilimsel kapasitesini yok ederek.

Çin'in ünlü bilim kurgu yazarı Cixin Liu'nun "Üç Cisim Problemi" başlıklı üç kitaplık dizisi bu konuda ilginç yaklaşımlarla örülü. Bence en ilginci başlangıç hikayesi: Dünyaya görece yakın bir gelişmiş uygarlık, üçlü güneş sistemi nedeniyle istikrarsız olan gezegenlerine bir alternatif ararken Dünya'nın farkına varırlar. Dünyayı fethetmek üzere bir savaş filosunu yola çıkarırlar. Fakat "Üç Cisim Sistemi" ile dünya arasını ancak 400 dünya yılında katedebileceklerdir. Dünyalılar bu tehlikenin farkına varmışlar ve kendi teknolojilerini geliştirmek için olağanüstü bir çaba içine girmişlerdir. Üç Cisimliler tam da bu nedenle, yani 400 yıllık sürede dünyada bir teknoloji patlamasından ürktükleri için, dünyaya ışık hızında yol alabilen öncü sofonlar (bir nevi atom-altı parçacıklar) göndererek dünyada temel bilimlerdeki gelişmeye set çekmişlerdir... 

Cixin'in ilham aldığı kuşkusuz dünya-dışı varlıklar değildi; antik dönemden itibaren dünya tarihiydi. Ama kapitalizm-öncesi toplumlarda genellikle fethedilen ülkelerin entellektüel birikimi kısmen de olsa korunur ve fethedenin himayesi altına alınırken -hatta fethedenin göçebe fethedilenin yerleşik olduğu koşullarda uzun erimde fethedilenin kültürü egemen olurken- kapitalist sistemin kurduğu sömürgeci ve emperyalist bağımlılık ilişkileri farklı işleyişlere sahip olmuştur. Farklı işleyişin temel nedenlerinden birincisi, kapitalist sistemde kapitalizm-öncesi tarım toplumlardan çok daha derin teknolojik/bilimsel düzey farklılıklarıdır; ikinci nedeni, kapitalist-emperyalist sömürü ilişkilerinin çok daha sistematik, kapsayıcı ve derinliğine çalışma biçimidir. 

Kapitalist sistemin bir dünya sistemine dönüşme vasıtası olan emperyalizmin, bağımlılaştırıcı/teslimiyet üretici veya yıkıcı/yokedici özelliklerini tarihi süreç içinde özetlemek bu yazının konusu değildir. Fakat yakın dönemin bazı emperyalist işgallerinin nasıl yürütüldüğünden örnekler vermeden de derdimizi anlatamayız.  

Lejyoner türü paralı askeri birliklerin Afrika'daki marifetlerinden veya ABD'nin Vietnam müdahalesinden söz etmeyeceğiz. ABD işgalcilerinin birinci "Körfez Savaşı"ndan başlayarak Irak'ta uyguladığı sistematik entellektüel kıyım ve kültürel yıkıma değineceğiz. ABD askerlerinin Bağdat müzelerini talan etmesinin yanında IŞİD'in daha sonra Suriye'de Palmire antik kenti kalıntılarına uygulayacağı vandalizm hiç kalırdı. Ama dünya halkları ikincisini adeta canlı yayında izlerken, birincisini duymaması için her şey yapılmıştı. 

Daha önemlisi, Iraklı üniversite öğretim üyelerinden başlayarak tüm bilim-sanat çevrelerini kapsayan yaygın ve sistematik bir aydın soykırımının (insanlar evleri basılarak tek tek avlanmışlardı) yapılması ve Irak'ın sadece bugününün değil geleceğinin de kötürümleştirilmek istenmesi, emperyalizmin acımasız yüzünün küçük bir yansımasıdır yalnızca. (Bugün İranlı nükleer fizikçilerin İsrail tarafından tek tek avlanması da başka bir amaca hizmet etmiyor. Bunun Türkiye için de geçerli olmadığı/olmayacağı söylenemez).

Irak'taki bu aydın soykırımında, Pentagon ile yakın işbirliği içinde çalışan özel güvenlik güçleri daha ağırlıklı olarak kullanılmıştı. Blackwater denilen bu güvenlik şirketi Pentagon tarafından öylesine pis işlere bulaştırılmıştı ki, 2009'da adını Xe Services ve 2011-14'de de Academi olarak değiştirmek zorunda kalmıştı. 

Şimdilerde de Constellis Holdings adıyla faaliyet göstermekte. ABD'nin Suriye'den askerlerini tedricen çekerken yerine gene bir özel güvenlik şirketinin askerlerini bıraktığı da biliniyor. Bu defa Castle İnternational şirketinin Special Projects Group (kısaca CISPG) adını alan bu paralı askerler, meşru Suriye Arap Cumhuriyeti'ne karşı örgütlenmiş muhalif güçlerle işbirliği içinde hareket ediyor ve ABD-İsrail'in emperyalist çıkarları doğrultusunda Suriye'nin kalıcı olarak bölünmesi için çaba gösteriyorlar.

Batı kapitalizminin barışçıl yöntemleri veya yumuşak gücü, aslında çevre ülkelerinin entellektüel kapasitesinin merkez ülkeler tarafından soğrulması bakımından çok daha etkili kuşkusuz. Bunun adı, beyin göçünü dolaysız/dolaylı yöntemlerle teşvik etmek oluyor. Gerçi, çevre ülkelerinin de kendi yetiştirdikleri, eğitimlerine büyük kaynaklar ayırdıkları çocuklarını elde tutabilmek için fazla bir gayret gösterdikleri söylenemez. Ama bu da zaten hem azgelişmişliğin hem de lafta "milli" özde ufuksuz ve teslimiyetçi zihinlerin bir sonucu değil mi? 

Kendi kendini imha etmek

Gelişmiş ülkeler ile çevre ülkeleri arasındaki bilim ve teknoloji makasının iyice açılması ve böylece çevre ülkelerinin bağımlılığının pekişmesi aslında kapitalizm öncesinden başlamış bir süreçtir. Batı'nın yaşadığı rönesansı ve aydınlanmayı ıskalamış olan toplumların Ortaçağ'a takılıp kalmalarından daha doğal ne olabilirdi? Aslında Osmanlı'nın asıl ıskaladığı şey belki de Arap/Abbâsi aydınlanmasıdır. O kanala girebilmiş olsaydı, yani dinin bağnazlığını bilimin sorgulayıcılığına tercih etmemiş olsaydı, zaten Avrupa aydınlanmasının dışında kalamazdı. 

Burada "olsaydı" denilen şey kuşkusuz bir tarihi spekülasyondur; kültürel birikimin ekonomik temelle ilişkisinin ihmal edilmesidir. Gecikmiş bir feodal toplumsal formasyon olan Osmanlı'nın bir aydınlanma devrimi yaşayabilmesinin ekonomik ve sosyal temeline sahip olabileceğinin varsayılmasıdır. Bu nedenle buradan ilerlemek çok doğru olmayabilir. Ama, 16. yüzyılda rasathaneyi bombalamak, matbaayı 250 yıl geciktirmek gibi simgesel geriliklere bakınca, bırakalım Batı'yı Ortaçağ sonlarındaki Orta Asya aydınlanmasının bile gerisine düşüldüğü görülmektedir. İşte bu bir kendi kendini imha programı gibi çalışmış, Batı'nın ekonomik sömürüsüne tamamen açık bir alan yaratmış ve Osmanlı'dan Cumhuriyet'e bir sanayi devriminin nüvesi bile miras kalamamıştır.

Bu aynı zamanda Cumhuriyet devriminin önemini daha da büyüten bir tarihsel gerilik mirasıdır. Ortaçağa demir atmış bir zihnî ve ekonomik gerilikten çıkış, bu sürecin çok kısa sürede tersine döndürülmesini gerektirmiştir. Bunun izleri, 1946 ve özellikle de 2002  sonrasının tüm tahribatlarına rağmen bugün bile az-çok sürüyorsa, 20. yüzyılın ilk yarısında bu toplumun tarihsel evrimine ne denli önemli bir müdahalenin yapılabilmiş olduğunu gösterir. Bu anlamda Cumhuriyetin kuruluş dönemi, Osmanlı-Türkiye tarihi bütünlüğünden bakıldığında, gerçekten de bir parantezdir ama -AKP'nin kastettiğinin tersine- olumlu anlamlar yüklü olarak.

AKP dönemi ise, Cumhuriyet'in kuruluşunda yaşanan devrimci sürecin anti-tezi olarak bir karşı-devrim dönemidir. Türkiye'nin bağımlılık ilişkilerinin bu dönemde katmerlenmesi, olayların gelişimine uygundur. Kendini "emperyalizmin stratejik ortağı" olarak gören bir Amerikancı İslam odağını teslim almak, herhalde kemalist bağımsızlıkçı bir ideolojiye sahip bir iktidarı yanına çekmekle karşılaştırılamayacak basitliktedir. Ortam bu kadar müsait olunca, emperyalizmin fazla bir çaba göstermesine dahi gerek kalmayacaktır. Ülkenin entellektüel kapasitesinin eritilmesi, "kendi kendini imha süreci" içinde bizzat yerel iktidar tarafından yürütülecektir. İlk ve orta eğitime yapılan gerici saldırılardan sonra üniversitelerin yönetsel özerklik ve bilimsel özgürlük alanlarına yapılan müdahalelerin başka bir anlamı yoktur. Boğaziçi Üniversitesi olayı da bunun uzantısından başka bir şey değildir. Üniversitelere olduğu kadar ülkenin genel düşünsel ortamına yapılan bu yoğun müdahalelerin, dışarıya beyin göçünü daha fazla kışkırtmaktan başka sonucu da olmayacaktır.

Türk Sosyal Bilimler Derneği'nin üniversite ve bilimsel araştırmayla ilgili birçok dernek ve vakfın bir araya gelmesini sağlayarak tam dört yıl önce 7 Ocak 2017'de gerçekleştirdiği "Bilimsel Özgürlük ve Üniversite Özerkliği" toplantısının sonuç bildirgesinde "üniversiteler bilimsel yetkinlik yerine vasatlığın, özerklik yerine siyasi referansların prim yaptığı bir ortama sürüklenmektedir" tespiti yapılmaktaydı. Bu bildirgenin mürekkebi kurumadan, Şubat 2017'de yüzlerce nitelikli akademisyen, sırf  imzaladıkları barış bildirisi nedeniyle üniversitelerinden koparıldılar, yargılandılar, hiçbir kamu kurumunda çalışamaz, bazı serbest meslekleri yapamaz duruma sokuldular. "Barış İçin Akademisyenler" olarak anılan imzacıların yurtdışına çıkışları dahi yasaklanarak bir "sivil ölüm"e reva görüldüler. 12 Eylül askeri darbe dönemini aratır bu hukuksuz baskılar sonucunda, gene de birçok akademisyen yurtdışına çıkışın yolunu bularak istemeden beyin göçünün girdabına kapılmış oldular. 

AKP iktidarı, kendi ideolojik hegemonyasını sağlamlaştırabilmek adına, ülkenin entelektüel/bilimsel kapasitesini imha sürecini sonuna kadar götürmeye kararlı gözükmektedir. Theodor Adorno'nun buna ilişkin iki özdeyişini hatırlatarak bitirelim: "Tahakkümün bir temel özelliği, kendisiyle özdeşleşmeyen herkesi sırf farklı olduğu için düşman kamptan saymasıdır". Ama, "Bilim itaatsız olana ihtiyaç duyar."

Oğuz Oyan / SOL

Erdoğan'ı aklama ittifakı: 'Erdoğan iyi, çevresi kötü' - SOL

 Ülkenin 18 yılına gericiliğin, piyasacılığın, maceracılığın ve emperyalizm taşeronluğunun damgasını birlikte vurdular ama bu da bazılarına yetmiyor.

AKP’den klonlama Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, son zamanlarda AKP ve MHP’yi eleştiren kişilere yöneltilen şiddet eylemleri ile ilgili olarak AKP Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın çevresini işaret etti. Erdoğan için “Erdoğan, şu an vesayet altında. 28 Şubat artıklarının vesayeti altında. Uyarıyorum, yakında Sayın Erdoğan da tasfiye edilecek” dedi. Davutoğlu, Erdoğan'ın saldırıya uğrayan Selçuk Özdağ'ı aradığında “Geçmiş olsun” demediğine de dikkat çekti. 

Davutoğlu’na göre bunların sebebi, Tayyip Erdoğan'ın, 28 Şubatçıların vesayeti altında olması ve Cumhur İttifakı ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'den çekinmesi.

Bu durumda şiddeti kışkırtan kötü kim? Devlet Bahçeli. Davutoğlu da onu işaret ederek “Devlet Bahçeli, dört koalisyon teklifimi de reddetti. Bakan istedik, onu da vermedi. Tuğrul Türkeş, o zaman Bakanlık teklifimi kabul ederek Bahçeli'nin oyununu bozdu. MHP Genel Başkan Yardımcısı çok tehlikeli mesajlar veriyor. Bahçeli de kutuplaşma dilini körüklüyor. Türkiye'yi şiddet sarmalına dönüştürmeye çalışıyorlar. Bu gidişat, çok endişe verici” diyor. 

Haliyle 15 Temmuz’da olduğu gibi yine Erdoğan’a darbe yapacak olan kötüler var. Bu “dış kötüler” Davutoğlu’nun yeniden Erdoğan ile birleşmesine de imkân veriyor.

Davutoğlu da bu imkana dikkat çekerek şöyle devam ediyor: “Sayın Erdoğan’a benzer bir darbe teşebbüsü olsa yarın yanındaki herkes terk eder, ben orada olacağım, arkadaşlarım da orada olacak. 15 Temmuz’da Selçuk Özdağ Başbakanlık’taki Çankaya’daydı. Ama bugün yanında görünenlerin çoğu ertesi gün kuracakları dikta rejiminin hayalini kuracaklar. Sayın Erdoğan’ı uyarıyorum.”

Sıkışınca sorumlusu Erdoğan

Halbuki aynı Davutoğlu, AKP’ye rakip olacağı anlaşılınca kendisine yakın bir vakıf üniversitesine el koyulması üzerine tam tersini işaret eden bir açıklama yapmıştı. El konulan üniversite Şehir Üniversitesi’ydi. Davutoğlu AKP’nin bu kararı üzerine, “Artık ‘Cumhurbaşkanı iyi ama çevresi kötü’ aldatmacasının daha fazla savunulacak hali kalmamıştır. Türkiye’deki adaletsizliğin, hukuksuzluğun, yasakçılığın, baskının, kötü yönetimin sorumlusu bizatihi Erdoğan’dır; çünkü çevresini bu odaklarla dokuyan da bizzat kendisidir. İktidarın yolu da yol arkadaşları da ortada” demişti.

Türkiye’de siyasal söylem halkın unutkanlığı üzerine kurulu. Bu “aslında kötülükleri yapan Erdoğan değil” argümanını da sıcak tutuyor. 

“Erdoğan iyi çevresi kötü”, Erdoğan ne zaman yanlışlığı açık bir iş yapsa ortaya atılan argüman. Kürt meselesinde masayı devirince “hayır niyeti o değildi, kandırdılar onu ondan, yoksa açılım yapacaktı” diyorlar. Gazeteciler içeri atılınca Cemaatin bunu Erdoğan’ı zor durumda bırakmak için planladığını söylüyorlar. Hukuksuzluk? Yargı sistemine verilen yetkilerin kötü kullanılmasının bir sonucu.

‘FETÖ’ her kötülüğü aklıyor

“FETÖ” ile mücadeleden dış politikaya, ekonomideki başarısızlıklardan yargıdaki akıl almaz kararlara kadar izahı zor her durumda AKP'ye yakın kalemler sorunun Erdoğan'dan değil çevresinden kaynaklandığını ve Erdoğan'ın yalnız bırakıldığını savunan yazılar kaleme alıyor.

Bunun Doğu Perinçek ve Soner Yalçın gibi dış çeperdeki üreticileri de var. Soner Yalçın internet sitesinin yönetici ve yazarı Müyesser Yıldız’ın tutuklanmasının ardından yazdığı ‘Yeni elbise’ başlıklı yazıda, tutuklamaların asıl hedefinin AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan olduğunu yazmıştı. Müyesser Yıldız'ı tutuklayarak Tayyip Erdoğan’ı zor duruma düşürmek istiyorlardı!

Yalçın uzun zamandır “Erdoğan iyi çevresi kötü” iddiasının şampiyonluğunu yapıyor. YSK’nin Ekrem İmamoğlu’nun 13 bin oy farkla kazandığı İstanbul seçimlerini tamamen hukuksuz şekilde gasp ettiği 6 Mayıs tarihinden hemen bir gün sonra Sözcü gazetesinde yazdığı ‘Tarihsel blok’ başlıklı yazıda Erdoğan’ın başında olacağı ‘Türkiye İttifakı’ adlı tiyatroya katılmayan solcuları seçkincilikle ve emperyalizmin oyuncağı olmakla suçlamıştı.

“Erdoğan iyi, çevresi kötücülerin” karşı cephelerden birbirlerini Erdoğan’ın çevresindeki kötüler olarak tanımladıklarını söylersek abartmış olmayız herhalde.

'FETÖ olsa böyle yapardı!'

Türkiye’de çeşitli "muhalif" odaklar antidemokratik bir saldırı ile karşı karşıya geldikleri zaman, AKP ve Reisi Erdoğan’a “FETÖ olsa böyle yapardı” mesajı gönderiyorlar. Bu da "FETÖ"den Erdoğan’ın haberi olmadığı tezine dayanıyor ve Erdoğan’ın aslında masum olduğu iddiasını içeriyor. 

Halbuki Erdoğan’ın bütün bu iddiaları çürüten demeçleri var. “Ne istediler de vermedik” dedi mesela. “Gezi’de polise emri ben verdim” dedikten sonra dediğini unutup “Gezi’yi FETÖ’cü polisler ve Osman Kavala başlattı” yalanını ortaya attı. Bunun gibi “Ergenekon davasının savcısı benim” dediğini de unuttu ve bu davanın bütünüyle "FETÖ"nün bir kumpası olduğu tezine sığındı.

Mavi Marmara gemisini İsrail’in silahlı güçleri üzerine gönderdikten sonra işler sarpa sarınca “Giderken benden mi izin aldınız” diyebilen pragmatik bir şahsiyet ile karşı karşıyayız. 

Kaldı ki Erdoğan çevresini sürekli değiştiriyor. Yola çıktığı arkadaşlarını çoktan tasfiye etti. Ama buna rağmen yanlışlıklar da kötülükler de hız kesmeden devam ediyor. 

Erdoğan’ın her yanlışını “FETÖ”ye bağlama kolaycılığının bu kadar rağbet görmesinin asıl nedeni iktidarla uzlaşma kapısını açık bırakması. İki yönlü bir manipülasyon bu. İkinci yönü de iktidarın kendisine muhalefet eden herkesi “Fetöcülük”le suçlayıp ona göre muameleye tabi tutması. 

(SOL)