23 Ocak 2021 Cumartesi

'Halkın tek geçim kaynağını bitirecek bir santrali kim ister?' - YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU / SOL (Söyleşi)

Çarşamba'daki biyokütle enerji santrali mücadelesi büyümeye devam ediyor. Son gelişmeleri, verilen mücadeleyi ve hakkında açılan davayı TKP Samsun İl Başkanıyla konuştuk.

Çarşamba Eğercili biyokütle enerji santraline karşı mücadele devam ediyor. En son 22 Ocak tarihinde santralin önünde bölge halkı ve kurumlar bir protesto gerçekleştirdiler.

Bir yılı aşkın süredir devam eden bu mücadeleyi, gelişmeleri, halka açık bir belediye meclisi  toplantısında halkın çıkarlarını savunduğu için hakkında açılan davayı Türkiye Komünist Partisi Samsun İl Başkanı Belma Nur Kartal ile konuştuk.

'Tek geçim kaynağı tarım ve hayvancılığı bitirecek bir santrali kim ister?'

Samsun Çarşamba’ya bağlı Eğercili Mahallesi’ndeki biyokütle enerji santraline bölge halkı ve kentteki kurumlar neden karşı çıkıyor? Şu ana kadar neler yaşandı anlatabilir misiniz? Mahkeme kararı olmasına rağmen faaliyet devam ediyor mu? 

Ovanın ve halkın ölüm fermanı bu santrale karşı yöre halkı, çevre örgütleri ve meslek odaları sürecin başından bu yana mücadele ediyor. Günde 1500 ton yeraltı suyu çekip 630 ton atık yakacak, 38 ton kül çıkartacak Çarşamba BES’in üretime geçmesiyle tarımın biteceği, hava kirliliğinin artacağı, halk sağlığının bozulacağını birçok meslek odası ve çevre örgütü raporlarıyla kamuoyuna açıkladı. Zaten bolca kirletici tesisin bulunduğu bölgede kanser vakalarını arttıracak, yörenin tek geçim kaynağı tarım ve hayvancılığı bitirecek bir santrali kim ister? Ancak, kasasına girecek paradan başka derdi olmayan halk düşmanı iki patron ister. 

Şu anda açılan onca dava ve protesto eylemlerine rağmen faaliyete geçirilen santralin kirli ve kaynar sularıyla tarım arazilerinin haşlandığını, bölgedeki akarsuların santral atık sularıyla kirletilip canlı yaşamının tehdit edildiğini, santralin gürültüsünden ineklerinin sütten kesilip arıların öldüğünü, santralin duman, kül ve buharının evlerine ve arazilerine yağdığını, kimyasal kokusundan nefes alamaz hale geldiklerini anlatıyor yöre halkı… 

Neler yaşanmadı ki bu süreçte? Firar ettiği Tiflis’ten beri ‘Komünist kafalı bir adam değilim. Yatırıma karşı çıkmak hainliktir’ diyen Metro Holding sahibini gördük, ‘Incığına cıncığına baktık, bir zararı yok’ diyen AKP’li vekiller gördük, ‘Zurnanın son deliğiyim’ diyen belediye başkanı gördük, TUSKON’un üyesi iki patron Çarşamba Ovasına çökerken tüm izinleri vermek için kurumların nasıl sıraya girdiğini gördük, Toprak Koruma Kurulu’nun toprağı korumayıp santrale yol verdiğini gördük, şirketin yerel basına rüşvet verdiği söylentileri ayyuka çıkarken 'Bize de rüşvet teklif edildi ama savcılık ifademizi almadı’ dediği iddia edilen Ziraat Odası başkanları gördük, ‘Santrale karşı olmak hükümet düşmanlığıdır’ deyip meslek odalarını hedef gösteren Oltan ve Köleoğlu’nu gördük.  

'Halk boyun eğmiyor, mücadelesinden vazgeçmiyor'

Bir yılı aşkın süredir mücadele eden yöre halkı en son bilirkişi heyetinin değişmesini istemişti. Son gelişmeler neler?

Yöre halkı hukuksal mücadelesini verirken binlerce imza toplayıp santral karşıtı birçok eylem yaptı. Samsun Mimarlar Odası, Samsun Çevre Platformu (SAMÇEP), benim de üyesi olduğum Çarşamba Çevre ve Çiftçi Derneği (ÇARÇED) onlarca dava açtı. Samsun Valiliği’nin ‘ÇED gerekli değildir’ kararı mahkemeye taşındı, 17 Mart 2020’de Samsun 3. İdare Mahkemesi bu kararı ve imar planlarının yürütmesini durdurdu. Ancak 30 Nisan 2020’de Samsun Bölge İdare Mahkemesi 2. İdari Dava Dairesi mahkemenin verdiği yürütmeyi durdurma kararını kaldırdı. 11 Mayıs 2020’de Samsun 3. İdare Mahkemesi’nin iptal kararları gereği Çarşamba BES mühürlendi.  Mührü vuran Valilik, şirketle birlikte mahkemenin verdiği kararı Danıştay 6. Dairesi’ne taşıdı ve Danıştay mahkemenin verdiği tüm kararları durdurdu. En son 19 Kasım 2020’de Danıştay 6. Dairesi ‘bilirkişi raporu yetersiz’ deyince atanan yeni bilirkişi heyeti keşif ve inceleme yaptı. Bir ay sonra açıklanacağı söylenen bilirkişi raporundan hala bir haber yok. Devam eden 4 davamız var. 22 Ocak Cuma sabahı santralin önünde yeniden eylem yaptı halk. ‘Baca gazları bize, parası Londra’da yaşayan zengine… Bu santral gidecek’ dedi. 27 Aralık Çarşamba günü de üyesi olduğum ÇARÇED, santrale yol verenler arasındaki yerini ‘zurnanın son deliğiyim’ diyerek tanımlayan, santralcilere hizmet aşkıyla yanıp tutuşan başkanın olduğu belediyeye çelenk bırakacak. Halk boyun eğmiyor, mücadelesinden vazgeçmiyor.

'TKP, Çarşamba halkının yanında olmaya devam edecektir'

TKP Samsun İl Örgütü olarak sürecin en başından beri Çarşambalı çiftçilerin eylemlerinin içindesiniz, bundan sonrası için neler söylemek istersiniz? 

Doğrudur, 29 Kasım 2018’de Oltan Köleoğlu Enerji, tarım dışı faaliyete yasaklı 141 büyük ovadan biri Çarşamba Ovası’na Türkiye’nin en büyük ikinci BES’ini kurmak üzere Samsun Büyükşehir Belediyesi ve Çevre Şehircilik İl Müdürlüğüne başvurduğunu öğrendiğimizden bugüne halkın yanında yerimizi aldık. 

Aynı şirket, 2018’de Afyon Eber Biyokütle Santrali’ni kurdu. ‘İşsizliğe çare olacağız’ diyerek girdikleri Afyon’da, Türkiye’nin en büyük 11. tatlı su kaynağı Eber Gölü kıyısında sazlık bırakmadılar. Santralin su ihtiyacını Eber ve onu besleyen kaynaklardan karşılayıp sazlıkları kese yaka resmen gölü kuruttular. Gölde 146 kuş türü, su yılanı, domuz, saz vaşağı, kurbağa ve balık türleri yaşarmış önceden… Saz ve kamıştan geçimini sağlayan köylüler işsiz kalmış. Çarşamba’da neler olacağını merak edenler, Çorum Mecitözü’nde Oltan Köleoğlu’na yol veren CHP’li Belediye Başkanına değil Eber Gölü’ne baksın.  

Bu düzen yoksul halkın değil; zenginlerin, patronların düzeni... Bugün hiçbir engele takılmadan ovamıza çöken santral şirketi, kamusal hizmet olan enerji üretimini özelleştirenlerin eseri... Samsun'da 20 elektrik santrali varken halk neden ücretsiz elektrik kullanamıyor, neden ödeyemediği yüksek faturalar yüzünden elektriği kesiliyor? Bugün santrale karşı savaşan halkı ve komünistler de dahil halka destek veren herkesi ‘vatan haini, yatırım düşmanı’ diye hedef gösterenler kim? Bu halkı kimin çıkarı için gözden çıkarıyorlar? Samsunlu komünistler, sonuna dek halka bu soruların yanıtlarını vermeye, ‘Ben halkım, sen kimsin!’ diye haykıran yurtsever Çarşamba halkının yanında olmaya devam edecektir.   

'Dava, 14 Nisan 2021'de'

Çarşamba biyokütle santrali kararıyla ilgili izlediğiniz bir meclis toplantısıyla ilgili hakkınızda bir dava açıldı. Davayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Samsun Büyükşehir Belediyesi’nin Sayıştay raporlarına giren usulsüzlükleri ve rüşvetten tutuklanan Mali İşler Daire Başkanıyla ülkede gündem olduğu bugünlerde, yani o Meclis toplantısından tam 15 ay sonra AKP’li Meclis Üyesi Ahmet Avcı ve MHP’li Meclis Üyesi İsmail Sevindik’in şikayeti üzerine karakolda ifadem alınıp hakkımda dava açıldı. “Alçaklar, alçaksınız! Kaça sattınız bu vatanı? Halka ihanet ediyorsunuz” diyerek kendilerine hakaret ettiğim iddiasıyla şikayetçi oldukları davanın duruşması 14 Nisan 2021’de Samsun 11. Asliye Ceza Mahkemesinde görülecek.

'Yüzlerce dayanışma mesajı aldım'

Açılan dava haberlerinin ardından başta Çarşamba’daki yöre halkı, Samsunlu dostlardan ve ülkenin dört yanından yüzlerce dayanışma mesajı aldım. Duruşmaya “Yalnız değilsin, yanındayız” diyen dostlarla gideceğimi bilmek çok anlamlı ve değerli…  

Öte yandan seçimler ve ‘oy hakkı’nı da konuştuğumuz günlerde, halkın oylarıyla seçilenlerin Meclisinde, halkın yaşam hakkıyla ilgili bir kararda, halka söz hakkı verilmemesi çok acı… O gün belediye meclisinde ben de dahil görüşmeler bitene dek sabırla bekleyen Çarşambalı çiftçilerin ‘Bu santral kurulacak’ diye oy verenlerin başkanına derdini anlatmak istediğinde konuşturulmaması beni çok sarstı. Şirketin meclise sunduğu 1-2 sayfalık bilgiyle imar planına oybirliğiyle evet dediklerini açıklayan, şirket dosyasının tamamını görmedikleri için ‘kandırıldık’ diyen Meclis üyelerini de dinlediğimiz görüşmelerin sonunda çiftçiler, çevreciler, kitle örgütü temsilcileri ve benim söz alma girişimimiz yaka paça salondan çıkarılmamızla sonuçlandı. 

Çarşambalı çiftçiler “Ölelim mi biz?” diye sorarken bizden suçlu yaratanlar, yöre halkının ve ovanın yok oluşuna göz yumanlar içinde aramalı gerçek suçluları… Dava, hakaret davası değildir. Bu dava, halkın oylarıyla seçilenlerin halkın yaşam hakkıyla hakkıyla nasıl oynayabileceklerinin, halk itiraz hakkını kullandığında da neler yapabileceklerinin davasıdır. Biz bu oyunun ipliğini pazara çıkaracağız.

'Gün gelecek, halka ölümü reva görenler yargılanacak'

Toplumsal meşruiyet, yasal meşruiyet dersini Behice Boran’ımızdan aldık da geldik. Ondandır ki, bu dava madalyamızdır. Bin dava da açsalar, ne boyun eğmeyen gazetecileri ne yurtsever komünistleri susturamayacaklar. Ovamıza tebelleş olan sömürücüler için onlarca haber yaptım, patronların değil halkın sesi olmaktan onur duyuyorum. 

Gün gelecek, tüm meclislerde halkın öz temsilcileri yer alacak, halkın sözünü söylemesi hiçbir mecliste yasaklanmayacak. Gün gelecek; söz, yetki, karar gerçekten halkın olacak. Gün gelecek, o mahkemelerde iki patron için halka ölümü reva görenler yargılanacak. 

31 Mart seçimlerinde Samsun TKP’den Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday gösterildiğimde ‘Belediyelerin arpalık gibi kullanıldığı bu düzende patronlarla aynı gemide değiliz’ demiştik. Bir yıl geçmeden polisin makam odasında bir servet bulduğu belediyeden bir daire başkanının rüşvet alırken tutuklanması tesadüf müdür?

YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU / SOL (Söyleşi)

                                                                         ***

Samsun'da biyokütle enerji santrali önünde eylem: Bu santral kapanacak!

(SOL-22/01/2021)

Biyokütle enerji santrali önünde eylem yapan Samsunlular, 'Bu santral kapanacak. Sonuna kadar mücadele edeceğiz' dedi.

Samsun’un Çarşamba Biyokütle Enerji Santrali önünde bu sabah SAMKON, Terme ve Ayvacık Ziraat Odası başkanlarının çağrısıyla biyokütle enerji santrali önünde eylem yapıldı. 

Baca gazları size, parası Londra’da yaşayan zengine… 

Eylemde konuşan ÇARÇED Sözcüsü Murat Şenel, “Şirket utanmadan internetten reklam yapıyor, Singapur’da çöplerin nasıl yakılıp enerji üretildiğini anlatıyor. Başından beri diyoruz ki burada sadece orman atıkları değil çöp de yakılacak. Balıkesir‘deki santral Balıkesir’in çöpünü yakıyor şu anda… Gördüğünüz depo ağzına kadar orman ürünü dolu. Gürgeninden cevizine kadar ağaç var. Bir tane ağaç kesseniz tepenize binen çevre timleri, orman işletmesi gıkını çıkarmıyor. 27 Aralık Çarşamba günü ‘zurnanın son deliğiyim’ diyen, santrale hizmet aşkıyla yanıp tutuşan başkanın olduğu belediyeye çelenk bırakacağız. Devam eden 4 davamız var. Paranın gücünü görün Türkiye’de… Çarşamba Belediyesi, santrale entegre tesis izni verdi. Baca gazları size, parası Londra’da yaşayan zengine… Bu santralin tamamı yanlış!” 

Neymiş efendim, 'Satılmışlar' demiş arkadaşımız… Hadi ordan diyelim arkadaşlar, hadi ordan!

TKP İl Başkanı Belma Nur Kartal’a Samsun Büyükşehir Belediye Meclisinin AKP ve MHP’li iki üyesinin şikayetiyle açılan davaya da değinen Şenel, “Bu santrale izin verenler ve destek olanlar, çok sevgili destekçimize mahkemede bir yıl sonra dava açıyorlar. Neymiş efendim, “Satılmışlar” demiş, hakaret etmiş arkadaşımız… Yahu siz bu Ova’da yaşayan 22 bin çiftçi ailesinin ölümüne sebep olacaksınız, suçunuz yok öyle mi? 25 kuruşa poşet satacaksınız, çevreci geçineceksiniz, Ova’nın ortasına getirip böyle bir santral kuracaksınız. Hadi ordan diyelim arkadaşlar, hadi ordan! Bu santral kapanacak. Bunu hep beraber başaracağız. Sonuna kadar mücadele edeceğiz, uzun sürecek ama yorulmayacağız arkadaşlar” diye konuştu.

'Bizim köyde alçağa alçak, haine hain denir' 

ÇARÇED üyesi Törener ise Temmuz 2019’da Çarşamba Belediyesinin santrale izin vererek yöreye hainlik yaptığını belirterek, şöyle konuştu: “Şimdi bu hainlerin karşımıza gelmeye yüzü yok. Onlara Meclis’te ‘alçak’ dediği için bir mücadele arkadaşımızı dava etmişler. Bizim köyde alçağa alçak, haine hain denir. Ovasına satan insana, onurunu satan insana da onursuz denir.” 

27 Ocak Çarşamba günü 10.30’da Çarşamba Belediyesi önüne ÇARÇED olarak siyah çelenk bırakacaklarını açıklayan Törener, “O çelengi Halit Doğan vatanını sattığı için, hain olduğu için bırakacağız. Sahadaydık, artık daha çok olacağız. Ama, halk olmadan bir şey olmaz. Dün burada bir skandal yaşandı, kendi elemanları soğutma kazanlarından, tribünlerinden birinde patlama olduğunu, tamirat için bir hafta santralin çalışmayacağını söyledi. Şirket de yazmış ki ‘santralimiz ziyaretinize açıktır’ diye…  Madem öyle, şu kapılarını çalalım, ziyaretinize geldik, alın bizi içeri diyelim.”

Santralin kapısına vuran köylüler, sonuç alamadı.

(SOL)

                                                                    ***

Eyleme saatler kala santralde patlama iddiası.(BELMA NUR KARTAL-SOL)

(22/01/2021)

Çarşamba Eğercili biyokütle enerji santralinin önünde bugün sabah yapılacak eyleme saatler kala Çarşambalı çiftçilerin santral karşıtı sosyal medya hesaplarından dumanlar içinde olduğu görülen santralin görseli paylaşılarak su soğutma türbininin patladığı iddiası duyuruldu.

‘Patlama oldu’ paylaşımı yapana dava açacağız

Bu duyuru üzerine harekete geçen santral şirketi "Kamuoyuna acil açıklama" başlığıyla patlama iddialarını yalanladı. Yapılan açıklamada "Bu akşam saatlerinde Çarşamba yerelindeki bazı çıkar gruplarına hizmet eden manipülasyoncu gruplar tarafından montajlanmış resimler yayınlanarak tesisimizde patlama olduğu iddia edilmiştir. Tesisimizde şu an hiçbir çalışma yoktur. Bu durumda meydana gelmiş herhangi bir kaza ya da patlama yoktur. Tesisimizde ziyaretçilerimizi ağırlamaya devam edeceğiz. Manipülasyonlara ve çirkin iftiralara halkımızın itibar etmemesini rica ediyoruz. Bu iddiayı ortaya atan sosyal medya hesaplarının sahipleri hakkında hukuki süreç başlatılacaktır" denildi.

‘Biz halkız, varsa cesaretiniz sabah 10.30’ da kapınızda olacağız’ 

Santral şirketinin açıklamasına "Mademki patlama yok diyorlar; yarın calıştırsınlar da görelim" diyen yöre halkının yanıtı gecikmedi:

Zehir santraline hayır gruplarında sahte kimliklerle yer alanlar, bize haberleriniz gelmiyor mu sanıyordunuz? Yağmacı, doğa düşmanı Oltan Köleoğlu Enerji kendi elemanlarına söylediği sözü bile yalanlıyor. Dün kapasite düşürmeye başlayan yağmacılar, bugün de santralin soğutma tribünlerinde meydana gelen patlama hasarının tadilatı için 1 hafta çalışma olmayacağını elemanlarına açıklamış; paçalar tutuşunca kendisini bile yalanlamıştır. 
Açıkça söylüyoruz; tam verim alamıyorsunuz çünkü ısı kaybı yaşıyorsunuz. Isı kaybı yaşamanızın sebeplerinden biri de yaktığınız maddenin nemden dolayı ısı değerinin düşüklüğüdür. Madde arttırımına giderek kazanları boğuyor; atığı temizleyemeyip siyah dumana sebep oluyorsunuz.

Bilmiyorsunuz! Deneme yanılma yöntemiyle doğruyu bulmaya çalışıp ovayı mahvediyorsunuz. Ne yaparsanız yapın. Satın alınmış kalemlerinize, belediye başkanlarınıza, vekillerinize karşı biz halkız! Varsa cesaretiniz sabah 10.30’ da kapınızda olacağız; o kapıyı bize açın!"

Eylem saatler kala yaşananlar yöre halkı tarafından manidar bulundu.

BELMA NUR KARTAL-SOL (22/01/2021)

22 Ocak 2021 Cuma

Merkel kimdir: Kriz ile bonus arasında bir lider - TEVFİK TAŞ / SOL(Analiz)

 Kartların yeniden dağıtıldığı dünyada, Alman emperyalizminin öncelikleri Merkel döneminin emanetçiler üzerinden devamına ya da terk edilmesine karar verecek. 

Birkaç gün önce Merkel'in boşalttığı yere az bir farkla seçilen Armin Laschet için ''Merkel bonuslu Armin'' diye yazılmıştı ana akım Alman medyasında. Merkel bonus dağıtacak çağa gelmeden onun için de ''Kohl'un kızı'' nitelemesi kullanılmıştı. Şimdi ''Kohl'un kızından Merkel'in gençlerine'' ifadesi başlıklara taşınıyor, Merkel siyaset hamisi olarak sahne alıyor.

CDU'nun kurucu adı Konrad Adenauer da ABD bonusu ile parti genel sekreterliğine getirilmiş, ardında da yine aynı velinimetin altın eli ile Şansölye koltuğuna yerleştirilmişti. Soğuk Savaş'ın vites atlatılıp, Keynesyen politikaların uygulanmasının vakti gelince Ludwig Erhard basıncıyla koltuğu terk etmek durumunda kalmıştı. 

Arada düzenin yedek atı sosyal demokratlar hükümet olunca, kriz ile bonus arasında salınan burjuva siyasetinin kitle partileri kendilerine uygun ''lider'' yaratmak zorunda kalıdılar. 

Helmut Kohl, SPD dolusundan kaçan halk için 16 yıllık bir sağanak demekti. Tam Kohl gidiciyken yardıma Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin ipini çeken Valentin Falin1 yetişti. Tabii Gorbaçov'un özel temsilcisi olarak.

Kohl, 17 milyon nüfusa sahip, eğitimli bir ülkeyi ilhak etme lütfuna sahip oldu. Federal Almanya devletinin krizini aşma bağlamında önemli bir rahatlama sağlanmış, Alman emperyalizmi bu ganimet ile kısa süreli de olsa yarınlara güvenle bakmanın keyfini yaşamıştı.

Karşıdevrime kadar sade yurttaş Merkel

Anne öğretmen, baba Protestan papazı. Fizik eğitimi almış, üniversitede akademik kariyer yapmıştır Merkel. İlk gençlik döneminde komünist parti SED'in gençlik örgütü olan Özgür Alman Gençliği FDJ'un ''belli belirsiz bir üyesi''dir.

İlhak edilen Alman Demokratik Cumhuriyet'inde 1989 öncesinde sade yurttaş Angela Dorothea Kasner (Merkel) birden bire 1990'da çift taraflı ajan olduğu sonradan açığa çıkan ''Doğu'nun CDU'su''nun başkanı Lothar de Maiziere'nin partisine girerek, basın sözcüsü olur. Kısa sürede genel başkan yardımcılığına yükselir.  

Lothar de Maiziere'nin partisine girmeden önce kısa süreliğine de olsa karşıdevrimin ADC'deki üslerinden biri olan Demokratischer Aufburuch (DA) hareketine katılır. Buradaki varlığı dikkat çekmez Merkel'in. Dengecidir. İhtiyatlıdır. Pragmatisttir.

Merkel'in bonusu Kohl gibi görünse de esasında asıl bonus, sosyalizmin yıkılmış olsa da, muazzam mirasıdır. Merkel, burjuvazinin bu muazzam düşmanının yenilgisine doğmuş bir yeni-denge figürüdür. 

Merkel'in siyasi doğumu, yıkıntıdır. Ve bu yıkıntıdan doğan bir yeni-denge aktörü olarak sistematik olarak siyasette yükselir.

Angela Merkel hep yıkıntıların üzerine geldi. Alman siyasetinin marka değeri olan istikrar putu, Merkelli yıllarda olanca ihtişamı ile göz doldurur. İstikrara ilişkin imajı hep bir yıkıntı sonrası göreve geliyor oluşuyla alakalıdır. 

Bir yeni-denge figürü olarak kariyer basamaklarını hızla çıkar

Alman Demokratik Cumhuriyeti'nin yıkıntısında siyasete ''atılmak'' için adım attı. Muzaffer burjuvazinin üzerinde tepindiği sosyalist ülkeden devşirilen bütün karşıdevrimci kadrolarda görülen ruh hali onda da belirgin çizgidir: Devrim ve sosyalizmin bütün kazanımlarından tepe tepe faydalan, sessiz ve sinsice 'o zaman'ın gelmesini bekle (ya da o zaman geldiğinde uyan), sırttan saplanan son öldürücü hançer darbesi nihai sonucunu vermeye başlayınca sahne al...

1989'a kadar esamesi okunmayan Merkel, 1990'da Lothar de Maiziere'nin sağ kolu, 1991'de Kohl hükümetinin Kadın ve Gençlik Bakanı, 1994'de Çevre Bakanı, 1998'de CDU Genel Sekreteri, 2000'de ise CDU'nun artık siyasi bonusa gereksinimi kalmayan genel başkanı olur. 

1990-1993 aralığı İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman faşist hareketinin en saldırgan olduğu zaman aralığıdır. 

Sığınmacı ve göçmenlere dönük Hoyerswerda (1991), Rostock-Lichtenhagen (1992), Mölln (1992), Solingen (1993) sabotaj ve cinayetleri hız kesmez. Alman faşist hareketi Merkel'in Kadın ve Gençlik Bakanlığı döneminde en yoğun dönemlerinden birini yaşamıştı. Aile ve Gençlik Bakanı Merkel'in velinimeti Şansölye Kohl, Mölln katliamı için ''taziye turizmi yapılmasına müsaade etmeyeceğiz'' diyerek ırkçı saldırılara nasıl baktığını açık etmişti. Buna karşın Bakan Merkel, Kohl'un tavrı konusunda sessiz kalmayı tercih etmiş, Rostock-Lichtenhagen saldırısında sabotajcı ''gençler'' ile diyalogdan dem vurmuştu.

Merkel'i siyasi doğumu sosyalizmin yıkıntısındandı; 16 yıllık Şansölye'liğinin kaynağı ise bir başka yıkıma tekabül eder: Sosyal demokrasinin savaş sonrası dönemin en kapsamlı yıkım projesini hayata geçirmesi üzerine...

Sosyal demokrat SPD'nin Şansölyesi olduğu Schröder hükümetinin 2003'de programına aldığı ''Agenda 2010''un yarattığı emek düşmanı sosyal devlet budamaları, Merkel'in CDU'sunun dökülen yaldızlarının yeniden cilalanması ile sonuçlandı.

Merkel, sosyal demokrasinin emek düşmanlığından yararlanarak, Aralık 2005'de Şansölye oldu. Umudunu yitiren kitleler bir kez daha düzen içi seçeneğe mahkûm kaldılar. Ardından kısmi yatıştırıcı tavizler ile süreç ilerledi.

Sosyal demokrasinin yarım bıraktığı emek düşmanı program Merkel döneminde revize edilerek devam edildi. İki sınıflı sağlık sistemi, emek piyasasını düzenleyen Schröder'den devralma Hartz Düzenlemeleri, batık bankaları kamu kasasından kurtarma operasyonları, Alman büyük sermayesinin kârlılık hesaplarına uyarlanmış enerji politikaları hep Merkel döneminde hayat bularak, devam etti.

Sosyal demokrasinin eksiği, muhafazakâr sağın fazlası ya da tersi süreçlerle birbirini tamamlayarak süregeldi. 

Alman Demokratik Cumhuriyeti'ne sahip çıkamayan yurttaşların ülkedeki konumu ikinci sınıf yurttaşlık olarak sabitlendi. Doğu insanı ilk kez işsizlikle, eşit işe farklı ücret uygulaması ile tanıştı. Taşeron işçilik denen yeni kölelik uygulaması ile tanıştı. Ücrete tabi sağlık ve eğitim sistemi ADC yurttaşları için tam bir kabus oldu. Emeklilikte ülkenin batısı ile doğusu arasındaki haksızlık ortaya çıktığında artık çok geç kalınmıştı. Sosyalist Almanya'nın sosyal güvencesi içinde kaygısızca yaşayan kitleler için Merkel, içi kof bir hemşehri olarak kaldı.  

ADC ilhak edilene dek Federal Almanya'da yaklaşık dört milyon insanın okur-yazar olmadığı verisi ustaca gizlenirken, ADC'deki eğitimi ''yetersiz ve ideolojik'' bulma konusunda sabah akşam propaganda yapma konusunda eller korkak alıştırılmamıştı. 2002 yılında PİSA kazanı derecelendirmesinde Almanya küme düşüp, Finlandiya birinci seçildiğinde ADC'nin eğitim sistemine laf edenler utanmak zorunda kaldı. Zira Brandenburg Eyalet Eğitim Bakanı Steffen Reiche, ''Finlandiya'dan öğrenmek demek, ADC'den öğrenmek demektir'' deme dürüstlüğünü gösterdi.2 ADC'de eğitim politikalarını eleştirenlere bir yanıt da dönemin Federal Eğitim Bakanı Edelgard Bulmahn'dan gelmişti: ''Evet, esasında biz ADC'den öğrendik.''3 Tüm bu tartışmalar yaşanırken, bir ADC yurttaşı olarak gerçekleri söylemekle yükümlü Merkel yine derin bir sessizlik içindeydi. 

ADC'nin yutulması ile açılan geniş sömürü olanakları

Merkel dönemi olarak kodlanan dönem, ana parametreleri itibari ile ADC'nin yutulması ile hareket alanı genişleyen Alman emperyalizminin Avrupa Birliği'ni kendi iç pazarı olarak yeniden dizayn etme üzerine kuruludur. 450 milyonluk bir pazar, diğer emperyalist odaklar karşısında önemli bir güç kaynağıydı. 

Yunanistan'ın AB içinde tutulması konusunda acımasız baskı politikalarını benimseyen Merkel, Alman sermayesinin gereksinim duyduğu işgücüne kavimler göçüne yeşil ışık yakarak alan açtı. Binbir zorlukla kapıya dayanan bir buçuk milyon yoksulu ucuz işgücü kaynağı olarak gördü. Gelen sığınmacıların ''yeterince kalifiye'' emekgücü olmaması, iç siyasette ırkçı hareketin baskıları vb nedenlerle AB sınırlarının kapatılarak, mevcut AB yasalarının rehabilite edilmesi için uğraştı. 

Merkel hükümeti, AKP iktidarı ile sığınmacı anlaşması yaparak, Erdoğan'ın ''salarız'' şantajını para karşılığı satın alarak savuşturdu. Ne insan haklarını yineleyen Merkel, ne de yaratandan dolayı yaratılanı sevmek gerektiğini vaaz eden Erdoğan sığınmacıları zerre kadar umursamadı, umursamıyor. Birinin ucuz işgücüne diğerinin de şantaj malzemesi olarak kullanacağı nesnelere ihtiyacı var(dı).

Merkel'in işleri her başlıkta olumlu gitmedi. Fransa ile yapılan Aachen Anlaşması, birkaç ay sonra baypas edilmek zorunda kalındı. NATO'nun işlevi konusunda anlaşamayan Fransa ile Almanya, Avrupa Ordusu projesinde de mesafe alamadı. Trump'ın NATO ödeneği olarak talep ettiği GSMH'nın yüzde 2'si konusunda iç siyasette direnç ile karşılaşan Merkel, sorunu zamana yayarak çözme stratejisine yöneldi.

Alman emperyalizminin önceliklerini mevcut uluslararası dengeleri tedricen zorlamayı üzerine hareket eden Merkel siyaseti, ABD ile olan ilişkilerde de Soğuk Savaş sonrasının parametrelerine uygun davranmaya özen gösteriyor.

2013'de kurulup, kısa sürede ülkenin ana muhalefet konumuna evrilen Almanya İçin Seçenek (AfD) partisinin – ki, bu parti Alman sermayesinin görece daha saldırgan ekibini temsil etme eğilimindedir -, tüm zorlamalarına karşı Merkel, verili dengeler içinde kalmaktan yana tutum aldı. Avrupa'nın Rusya kaynaklı enerji bağımlığını Mavi Akım 2 projesi ile çözmeye çalışan Almanya, ABD'nin basıncını savuşturma konusunda yoğun çaba harcıyor. Merkel'in dengeci diplomasisinin de sınırları var.

Emanetçi Laschet ile nereye kadar?

Merkel sonrası olarak ifadelendirilen sürecin CDU'ya geçen hafta başkan seçilen Armin Laschet ile başlamayacağını bilmekte yarar var. Laschet, Merkel'in siyasal çizgisini takip etmeyi deneyecektir. 'Merkel sonrası' tartışmasının ancak 26 Eylül'de gerçekleştirilmesi planlanan genel seçimlerden sonra mümkün olacağını öngörmekte yarar var. 

Alman ana akım medyasının etkili organlarından Süddeutsche Zeitung'dan Nico Fried, ''Merkel her durumda şef olarak kalıyor... CDU maceraya girmek istemedi'' derken, Merkel çizgisine içerden muhalefet eden Friedrich Merz ile bu çizgiyi dışarıdan topa tutan AfD basıncınının ön verisi ile değerlendirme yapıyor. Haksız sayılmaz; Laschet emanetçisi ile ancak kongreye kadar gidilebilir.

Almanya'daki sisteme uyum konusunda en radikal değişim gösteren partisi Yeşiller ile koalisyon öngörülürken, yeni dönemde Merkel gibi koalisyon yeteneği son derece gelişmiş bir siyasi figürün hazır bulunmaması bir dizi soruna kaynaklık etmeye şimdiden aday görünüyor. Bu amaçla, CDU'nun başında kim olursa olsun Şansölye adayının başka bir isim üzerinden tarif edilebileceği daha şimdiden dillendirilmeye başlandı. Bavyera partisi, küçük ortak Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) partisi genel başkanı Markus Söder'in teammüllere aykırı olarak Şansölye adayı olarak belirlenebileceği ifade ediliyor. 

Merz'i kongrede destekleyen patronların en irice kesimi ''uluslararası rekabet açısından Merz daha iyi bir adaydı'' derken, Philip Harting, Die Welt gazetesine Almanya'nın ''tam kasko toplum'' olmaması gerektiğini söyleyerek, Laschet'in seçilmesini olumlu karşılamadığını açıkladı.

''Tam kasko toplum...'' 

Merkel'in ve onun devamı niteliğindeki Laschet'in sermaye severliğini yetersiz bulan patronların bir bölümü emeğin görece güvence altında olmasını içlerine sindiremiyorlar. 'Uluslararası rekabet', 'tam kasko' güvence vb saldırılar ile kazanılmış hakların geri alınması için siyasi siparişte bulunuyorlar. 

Bu bağlamda, Merkel'in temsil ettiği ''emeğe karşı yatıştırıcı tavizler ile yönetmek'' ekolünün uzun vadede sürdürülebilir bir geleceği görünmüyor. 

Merkel sonrası, Merkel'in kişiliğinde kristalize olmuş dengeciliğin hızla sınırlarına çekilerek, buharlaşacağı yeni dönem ile başlayacak. Kartların yeniden dağıtıldığı dünyada, Alman emperyalizminin öncelikleri Merkel döneminin emanetçiler üzerinden devamına ya da terk edilmesine karar verecek. 

Merkel ve dönemi, karşıdevrim bonusu ile doğdu, devrim basıncı ile tarihte hak ettiği yeri alacak.

TEVFİK TAŞ / SOL(Analiz)                  

                                                     ***

Merkel sonrasının başlangıç kongresi mi? - TEVFİK TAŞ / SOL(Analiz) (16/01/2021)

Merkel ile istikrar putunun sallandığı yeni dünyada pervasız sermaye severliği için bayrak açmış Merz ve Merkel çizgisine sadık olduğunu yineleyen Laschet... 33. CDU Kongresi bu ikilemi oylayacak.

Alman Hristiyan Demokrat Birlik Partisi CDU'nun 33. Olağan Kongresi şu saatlerde toplanmaya başladı.1 Kongreyi ilginç kılan iki önemli özelliğinden söz edebiliriz. Bunlardan ilki Angela Merkel'in CDU genel başkanlığına aday olmayacağını açıklaması yani ''Merkel sonrası''nı başlatıyor oluşuyken, daha az önemli olan özelliği ise dijital kongre formunda örgütleniyor oluşu.

Olası sanal saldırı ya da manipülasyonlara karşı sıkı önlem alındığı belirtilen Kongreye savaş sonrası Almanya siyasetinde amiral gemisi işlevi görmüş ve hâlâ görmekte olan CDU'nun güçlü lideri Merkel'in yerine birbirine çok yakın nitelikler gösteren üç adayın rekabeti ile giriliyor.

Federal Almanya Cumhuriyeti'ni kuran ana akım burjuva siyasetinin kısa zaman aralıkları hariç son 50 yılına damgasını vuran CDU ve onun 16 yıllık genel başkanı Merkel ile Alman siyasetinde kimi taşlar yerinden oynayacak gibi görünüyor. 

Merkel'in yeri için üç aday

Merkel'den boşalan genel başkanlık yerine aday üç isimden Armin Laschet, Merkel'e en yakın isim olarak tanınıyor. Zaten parti içerisinde genel başkan yardımcılarından biri olan Laschet, ayrıca ülkenin nüfus olarak en yoğun eyaletinin de başbakanı konumunda. Koalisyon ortakları arasında gerilim yaratmamaya özen gösteren Laschet, ZDF Politbarometer verilerine göre %28 seçilme şansına sahip. Bu oran Freiedrich Merz için %28, üçüncü aday Norbert Röttgen için ise %24. 

7 Ocak tarihli ARD Deutschlandtrend verisine göre ise Merz biraz daha fazla şansa sahip: %29. Laschet ve Röttgen ise %25 oranlarında. 

Ülkenin bu iki büyük medya ağları arasındaki farkın kaynağı araştırmaların bir hafta ara ile yapılmış olmasından ileri geliyor. Esasına bakılırsa Norbert Röttgen'in Merkel'in yerine geçme ihtimali çok düşük görünüyor. Zira Röttgen Federal Parlamento'da Dışişler Komisyon Başkanlığı görevini yürütüyor ve arkasında Röttgen'in ciddi bir eyalet seçimi yenilgisi var. 

Görece daha güçlü aday Merz karşısında Laschet'i tutunabilir kılan asıl faktör, Merkel'in kendisine verdiği açık destekten kaynaklı. Ayrıca Laschet, halen Federal Sağlık Bakanlığı koltuğunda oturan Jens Spahn'ın da desteğini almayı başardı.  

Ülkenin etkin günlük gazetesi Bild Zeitung, Aralık 2018 Kongresi'nde adaylığını ilan eden Spahn'ın olası başbakanlığına karşı kampanya yürüterek, ''CDU, eşcinsel bir başbakan çıkaracak kadar modern mi?'' diye yazmıştı. Hiç de etkisiz olduğu iddia edilemeyecek bu kampanya sonucunda Spahn, 2040 Almanyası'nda Şansölye hayalleri için marka değeri yaratma amaçlı taktiksel adımlar atmakla yetinmeye karar vermiş ve geri çekilmişti. 

Laschert desteğinin arkasında bu hesapların olduğunun altını çizmekte yarar var.

'Merkel dönemi' sona mı eriyor?

76 yaşındaki büyük sermaye partisi CDU, 11 genel başkanı içinden 5 Şansölye, 6 Cumhurbaşkanı çıkarmıştır. Federal Almanya Cumhuriyeti siyasetini üç ana dönem üzerinden tanımladığımızda son 16 yıla Angela Merkel'in ''iyi'' bir imaj ile siyasi alanı boşaltmasına tanık oluyoruz. 

Ülkenin siyasi kaderi üzerinde en etkili figürler olan kuruluş döneminin baş aktörü Konrad Adenauer 14 yıl iktidarda kalırken, Alman Demokratik Cumhuriyeti'ni ilhak eden operasyonun Soğuk Savaş Şansölyesi Helmut Kohl 16 yıl koltuğunu korumuştu. 

7 Aralık 2018 Hamburg Kongresi'nde bir daha aday olmayacağını açıklayan Merkel için ''Merkel gitti, dönemi (şimdilik) kaldı'' demiştik. Şimdi Merkel'in dönemi denilen tarihsel kesitin gerçekten kapatılıp kapatılmayacağına karar verilecek. 

Röttgen ihtimal dışı; kazanamaz. Laschet, Merkel'in devamıdır; Laschet kazanırsa Merkel dönemini tanımlayan parametrelerde radikal bir değişiklik beklenemez. 

Merkel sonrası diye bir dönemlendirme yapılacak ise, bu dönemi başlatacak kişi hiç kuşkusuz Merz'dir. Merz de Merkel gibi sermayeye hizmet etmek için canla başla çalışacaktır. Alman siyaseti üzerinde etkili Atlantik – Brücke Derneği'nin uzun yıllar yöneticiliğini yapmıştı. Halen uluslararası mülkiyet yönetimi şirketi Blackrock'ın Almanya temsilciliğini yapıyor. Tam bir sermaye sever olarak isim yapan, patronların dolaysız adayı Merz için sosyalist günlük gazete Junge Welt'den Kristian Stemmler, ''Ekonominin adayı'' nitelemesinde bulundu.

Muhalafetin yüksek gelir grupları için ekstra vergi önerisi için, Twitter hesabından açıklama yapan CDU'nun genel başkan adayı Merz, ''kıskançlık vergisi'' (Neidsteuer) yorumunu yaparak öneriyi tiye alması yalnızca siyaseti ''kutuplaştırma'' stratejisi olarak okunamaz. Neuesdeutschland Zeitung'dan Aert van Riel, Merz'i Trump'ın Almanya'daki bir şekilde izdüşümü olarak değerlendirmesinde hiç de haksız sayılmaz. 

İstikrar putuna tapan klasik Alman burjuva siyaseti için asıl mesaj verilmiş oldu: Reel sosyalizmin yenilgisi ile açılan parantezden içeri giren Merkel ile istikrar putunun sallandığı yeni dünyada pervasız sermaye severliği için bayrak açmış Merz ve Merkel çizgisine sadık olduğunu yineleyen Laschet...

33. CDU Kongresi bu ikilemi oylayacak.

TEVFİK TAŞ / SOL(Analiz)


Kimdir Vladimir İlyiç Lenin? - SOL

 Ekim Devrimi'nin önderi Lenin, 97 yıl önce, 21 Ocak 1924 tarihinde yaşamını yitirmişti.


Arkasında büyük bir mücadele mirası bırakan Lenin'i, ölümünün 97. yıldönümünde, TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın Ekim'in 100. yılı dolayısıyla soL için kaleme aldığı yazıyla anıyoruz.

Kimdir Vladimir İlyiç Lenin?

Lenin hep söylendiği gibi bir ittifaklar ustasıdır; siyasal bir insan olmaya karar verdiği erken yaşlardan 1917 Ekim Devrimi’ne önderlik eden partinin lideri oluncaya kadar ve sonrasında ilk sosyalist ülkenin kuruluşuna büyük bir enerjiyle kalkışırken hangi güçlerle yakınlaşacağını, işbirliği yapacağını kestirebilen, bu açıdan cesur adımlar atabilen bir ihtilalcidir. Ancak Lenin’in ittifaklar ustalığı ittifak meraklısı olmasından ya da başka güçlerin dümen suyunda gitme alışkanlığından değil, devrimi arayışındandır. Lenin’de hep ileriye doğru atılım isteği, devrimci bir perspektife sıkı sıkı sarılma ve o perspektifin çıkarlarının inatla savunulması söz konusudur.

Lenin derinlikli biridir, kitap kurdudur, çok farklı alanlardaki literatüre hakimdir ama bundan yararlanır, bunu pazarlamaz. Fazla basitleştirmeye, sadeleştirmeye gelmeyecek başlıklara girdiği birkaç çalışması dışında Lenin “anlaşılır” bir yazardır. Kendisi için yazmamıştır, bazen yoldaşları için, bazen kızdığı dostları için, bazen zararlı gördüklerini rezil etmek için ama çokça emekçiler için kaleme sarılmıştır. Lenin’de teori ve pratik diye iki farklı düzlem bulunmamaktadır, Lenin yazarken pratisyen, iktidarın alınmasının teknik ayrıntılarını gözden geçirirken kuramcıdır.

Lenin acımasız bir siyasetçidir, dili çok keskindir, karşısına aldıklarına karşı çok hoyrattır, bazen dostlarını kıracak kadar tahammülsüzleştiği olmuştur, antikomünizmin ona zorba etiketi yapıştırmasını kolaylaştırmak için sanki bilerek malzeme hazırlamıştır. Ama Lenin’in asıl öfkesi, yıkmak istediği düzenedir. Yakından bakıldığında “insan Lenin” fazlasıyla duyarlı biridir ve insanlığın yaşadığı ağır trajediye tahammül edememekte, tahammül ederek bu dünyada yaşanamayacağına inanmaktadır. Tarihte ve bugün birçok devrimci ne için mücadele edildiğini unutmuş, mücadelenin kendisine tutkun hale gelmişlerdir. Bu tür devrimcilerden hiçbir şey çıkmaz, dahası zararlıdırlar. Lenin ise kapitalizmden nefret konusunda kimsenin eline su dökemeyeceği biridir; siyasi varlığını bu belirlemiştir ve hele hele 1914’te ortalığı dört yıl boyunca yakan Birinci Dünya Savaşı’nı gözledikten sonra bir an önce insan eliyle yaratılan bu cehennemin yıkılmasına odaklanmıştır.

Lenin ilkelerin insanıydı ama hayatın akışının zorunlu kıldığı hızlı manevraları hakkıyla yapabilme yeteneğine de sahipti. 1917 yılında bu yeteneği gün gün, hatta saat saat kullanmasaydı, yoldaşlarını zaman zaman karşısına alarak keskin hamleleri göze almasaydı, bugün Ekim Devrimi’nin 100. yılını kutlamamız mümkün olmayacaktı. Siyaset tarihinde bu kadar hızlı hareket edip, bu kadar çabuk yeni açılım geliştirebilen ama aynı zamanda bu kadar tutarlı bir başka kişi yoktur. Lenin’in siyaseti senfoniktir; orada büyük bir iç zenginlik, zaman zaman karmaşa vardır ama bütün bunlar uyum içinde gelişmekte, devinmektedir.

Lenin eşsiz bir örgütçüdür, siyasal aklı gelişkin birçok kişinin düştüğü tuzaktan uzak durmuş ve siyasal becerilerine esir olmamıştır. Siyasetten örgüte giden trafiği tersine çevirmiş ve bütün siyasal açılımlarını örgütsel bir merkeze dayandırmıştır. Yüzyılın başında “bize bir gazete gerek” derken en az o gazetede savunulacaklar kadar yurt dışında basılacak bir gazeteyi geniş Rus coğrafyasında işçilere ulaştıracak organizasyondan da heyecanlanmıştır. 1917’de işçi sınıfını iktidara taşıyan muazzam örgütlenmenin kökeninde işte o gazete dağıtıcıları vardır. “Bu gazeteyi dağıtamayacaksak, Çar’ı nasıl devireceğiz” diye soran Lenin, bir büyük örgütçüdür.

Çağımız emperyalizm ve sosyalist devrimler çağıdır. 1917’de böyleydi, şimdi de… Lenin bu çağın değeri hiç azalmayacak referans noktasıdır. Emperyalizm kavramını o bulmamış, emperyalizm teorisini sadece o geliştirmemiştir ama emperyalizmin işçi sınıfı hareketi açısından ne anlama geldiğini ve emperyalizme nasıl bir yanıt verilmesi gerektiğini ilk açıklığa kavuşturan Lenin’dir. Bu yanıt 1917 Ekim Devrimi’dir ve insanlık emperyalizme yeni yanıtlar verecekse -ki verecektir, Lenin’den öğrenmeye devam edilmelidir.

SOL

Çin Komünist Partisi ABD’ye meydan okuyor - Korkut Boratav / SOL

 Barack Obama ABD’nin Çin’e bakışını hegemonya endişesi öne çıktı. Trump, bu yönelişi ekonomik savaşa dönüştürdü.

Trump’ın Çin-karşıtı politikaları ve söylemleri üç aşamadan geçti.

Önce bir ticaret savaşı başlattı; Dünya Ticaret Örgütü kurallarını çiğnedi; Çin’e karşı gümrük tarifelerini yükseltti. Sonra, ticaret savaşını ekonomik savaşa dönüştürdü. Çin’in teknolojik gelişimini baltalamaya öncelik verdi. Teknoloji alanında güçlü Çin şirketlerine ağır önlemler uyguladı.

Son aşama, 2020’de korona salgını içinde başladı; bir soğuk savaş boyutu içerdi. Çin, “salgının suçlusu” gösterildi. Dahası, doğrudan Çin Komünist Partisi’ni (ÇKP’yi) hedef alan bir söylem geliştirildi. “ÇKP özgür dünyayı tehdit eden ana tehlike” olarak gösterildi.

Trump dönemi son bulurken Çin, ABD’ye karşı, bir anlamda, “karşı saldırı”ya geçecektir. Çoğu kez doğrudan doğruya ÇKP adına meydan okuyarak…

Nedenlerine, örneklerine göz atalım.

Salgında Çin’in tartışılmaz üstünlüğü

2020 sonunda Çin’de korona virüs’ten ölüm sıfıra inmiş; salgın önlenmiştir. Nasıl? Salgına karşı önlemlerin, ekonomiye değil, insan hayatına odaklanması sayesinde…

Kamu kaynakları olağan-dışı boyutlarda kullanıldı; ama, şirketlerin, bankaların desteklenmesi değil, salgınla mücadele öncelik taşıdı. Çin’i yakından bilen, izleyen Stephen S. Roach bu ayrımı “Trump’ın ekonomiyi gözeten ‘önce Amerika’ ile Çin’in kamusal sağlık ağırlıklı ‘önce Covid’ stratejileri arasındaki karşıtlık” olarak açıklıyor (Project Syndicate, 26 Ekim 2020).

Salgının başladığı 10 milyonluk Wuhan’da tam kapanma uygulandı. ÇKP’nin yerel örgütleri “mahalle komiteleri” içinde salgınla mücadelede öncülük yaptı. Konutlarda sağlık durumunun izlenmesi; gerektiğinde yiyecek, ilaç vb dağıtımı bu komiteler tarafından üstlenildi. (Ayrıntılar için bk. “China and Coronashock”, Tricontinental, 28 Nisan 2020).

Hafif hastalara hızla sahra hastaneleri yapıldı. Tedaviye, yakın eyaletlerden çok sayıda sağlık ekibi katıldı. Virüs testleri tüm nüfusa uygulandı; akıllı telefonlarla izlendi. İki ay sonrasında Wuhan’da salgın ve kapanma/karantina uygulamaları son bulacak; hayat normale dönecektir. Benzer yöntemler sonraki aylarda korona’nın sıçradığı diğer kentlerde, eyaletlerde de uygulanacaktır.

Batı çevreleri, Çin’in salgına karşı başarısını, hızlı, yaygın kapanma uygulamalarına bağladı. Bazıları, “insan haklarının ölçüsüz çiğnenmesi sayesinde” eleştirisini de ekledi. Ana etkenin,Çin’de devlet aygıtının sermayenin değil, ÇKP’nin denetiminde olduğu elbette belirtilmedi. Asya’da bir başka komünist parti tarafından yönetilmekte olan Vietnam’ın da 2020’yi korona salgınına son vererek tamamladığını hatırlatalım.

2020-2021’in ekonomik göstergeleri: Çin ön sırada…

Sonuç, ekonomik göstergelere de yansıdı; 2020’de Batı %5,4 oranında küçülürken Çin %2,3’lük büyüme gerçekleştirdi. Dünya Bankası’nın 2021 öngörüsüne göre Çin millî geliri %7,9 oranında büyüyecektir. Kısacası 2020-2021’de Çin ekonomisi açık farkla ilk sıradadır.

“Alım gücü paritesi hesabı” ile Çin, 2017’den bu yana dünyanın en büyük ekonomisidir. Salgın sonrasının ekonomik bilançosu ve öngörüleri göstermektedir ki cari dolar hesabına göre de Çin millî geliri 2028’de ABD’nin önüne geçecektir.

Birkaç ayrıntı ekleyelim: 2020’de Batı ekonomilerinde ihracat yüzde 7 oranında gerilerken Çin’in ihracatı yüzde 3,6 arttı; dünya ticaretinin %14’üne ulaştı. 1981 sonrasında tek bir ülkenin ulaşabildiği en yüksek oran… Dış ticaret fazlası, Trump’ın ticaret savaşına rağmen 535 milyar dolara ulaştı.

Bu gelişmeler, Çin’in ulusal parası RMB’yi dolara karşı yüzde 6 oranında değerlendirdi. Bu sayede Çin’in dış yatırımlarının alım gücü yükseldi. 2020’de Çin Merkez Bankası ile 28 diğer merkez bankası arasında ikili swap anlaşmaları uygulanmaktaydı. “Dünya parası dolar”ın saltanatına rağmen…

ÇKP karşı saldırıya geçiyor…

Nitekim, Trump yönetiminin ÇKP’yi hedef alan soğuk harp söylemleri karşılıksız kalmadı. ABD’nin korona salgını karşısındaki çaresizliği ve başkanlık seçimi sonrasındaki kargaşa fırsatlar yarattı.

ÇKP’nin İngilizce yayın organlarından biri Global Times (GT) gazetesidir. Başyazıları, Parti üst yönetiminin görüşlerini de yansıtır. ABD’ye “meydan okuyan” çok sayıda başyazıdan üç aktarma yapacağım.

ÇKP niçin suçlanmaktadır? Soru, “Batı” sözcüğü, bir anlamda ABD’yi temsil ederek ve hegemonya arayışına bağlanarak yanıtlanıyor:

“Çin, ucuz emek kaynağı bir fabrika olarak Batı’nın refahına katkı yapan bir konumda kalmalıydı. Ama ÇKP liderliği sayesinde Çin, Batı’nın hegemonyasından bağımsız kaldı ve dünyanın ikinci en büyük ekonomisi oldu. Üstelik, Batı gerilerken Çin’in uluslararası nüfuzu arttı. Covid-19 salgını karşısındaki çaresizlik, Batı’da sistemlerine ilişkin güveni çökertti. ÇKP’yi ‘dünyayı tehdit eden virüs’ olarak lekelemeleri bu nedenledir” (GT, 23 Aralık 2020).

Çin’in “artan uluslararası nüfuzu” ÇKP liderliğinin hegemonyayı paylaşma iddiasını ima etmektedir.

10 Aralık İnsan Hakları Günü vesilesiyle, ABD’ye “yaşam hakkı” hatırlatıyor: “Bu yıl insan hakları bakımından en ağır kayıp veren ülkeler listesi yapılsaydı, ABD zirveye yerleşirdi. Dün Covid-19 salgınına 3011 yeni kurban vererek günlük rekoru kırdı. ABD’de partizan politikalar, virüse karşı kurumsal mücadelenin terk edilmesine yol açtı ve ülkeyi insan hayatının ot gibi değersizleştiği büyük bir insanî trajediye sürükledi.” (GT, 10 Aralık 2020).

6 Ocak’ta Kongre’nin işgali, bir “demokrasi eylemi” değil midir? Bu soru, 2019’da Hong Kong Meclisi’nin işgalini alkışlayan Amerikalılara yöneltiliyor: “Nümayişçilerin Hong Kong Yasama Organı’nı işgaline ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, ‘güzel bir manzara’ demişti. Dün de Trump taraftarları Kongre Binası’na girip Nancy Pelosi’nin ofisini talan etti. Pelosi bu ‘güzel manzaradan’ da hoşlandı mı? ABD siyasetçileri Hong Kong nümayişçilerini ‘özgürlük savaşçıları’ olarak adlandırmıştı. İşte ülkelerindeki karşılığı…” (GT, 7 Ocak 2021).

Çin’in ekonomik stratejisinde revizyon

Trump’ın açtığı ekonomik savaş, Çin’de kırk yıl boyunca dışa açılmaya, son yıllarda da açıkça küreselleşmeye öncelik veren ekonomik stratejinin revizyonuna da yol açmaktadır. 2021-2025 dönemini kapsayan 14’ncü Beş Yıllık Plan’ın bu revizyonu içerdiği anlaşılıyor.

ÇKP Genel Sekreteri Şi Jinping’in Parti Okulu’nda yaptığı bir konuşma, bu yeni stratejinin bazı öğelerini içeriyor. Konuşma metni yayımlanmadı. Resmî basın ajansı Xinhua konuşmayı özetledi (11 Ocak 2021). Bu özetten birkaç aktarma fikir verecek:

“Yeni gelişme yaklaşımı, iç ve dış piyasaların birbirini desteklediği ikili dolaşım içermelidir. Bu bağlantıda ana dayanak iç piyasadır. Tüketim harcamalarını canlandırmak, çok geniş bir iç piyasa oluşturmak öncelik taşıyacaktır. Uluslararası dolaşım, iç dolaşımın etkinliğine, niteliksel gelişimine ivme getirecektir. Bu bağlantıların pürüzsüz sürdürülmesi için yenilikleri, teknolojik atılımları hızlandıran mekanizmalar geliştirilmelidir.”

Bu ifadeler, Mao dönemine damgasını vuran kendi ayakları üzerinde durmak stratejisinin izlerini taşımaktadır. Çin’e karşı açılan ekonomik savaşın etkili olduğu açıktır.

Ama “uluslararası dolaşım” da gözetilerek… Nitekim, 2020’de Trump yönetimi son bulurken, Çin’in dünya ekonomisindeki ağırlığını, önemini ortaya koyan iki gelişme gerçekleşti.

Birincisi ABD’nin girmediği, 15 Asya ve Pasifik ülkesi arasında imzalanan Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCAP) sözleşmesi… Çin’le birlikte ABD’nin Pasifik’teki müttefiklerinden Japonya, Güney Kore ve Avustralya da imzacılar arasında yer alıyor.

İkincisi, uzun müzakereler sonunda AB ile Çin arasında iki taraflı yatırım sözleşmesinin imzalanmasıdır… Trump, bu sözleşmeye karşı AB ülkelerini baskı altında tutuyordu; seçimi kaybettiği kesinleştikten hemen sonra imzalanması anlamlıdır.

Barack Obama ABD’nin Çin’e bakışını hegemonya endişesi öne çıktı. Trump, bu yönelişi ekonomik savaşa dönüştürdü. Çin’in 2020’de açıkça ortaya çıkan ekonomik dinamizmi ve gücü, Obama’nın yardımcısı Biden’ın bu ekonomik savaşı sürdürmesini güçleştirecektir. Israr, ABD’yi yalnızlaştıracaktır.

Korkut Boratav / SOL

21 Ocak 2021 Perşembe

Milliyetçi harekete faşist saldırı - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 

Yoldaşlar, Dünya Harbi sırasında ben çok büyük sorumluluk taşıyan, mevki sahibi biriydim ve Alman emperyalizmi safında savaşmak zorunda kaldığımı üzülerek belirtiyorum. İngiliz emperyalizminden olduğu kadar, Alman emperyalizminden de nefret ediyorum. Çalışmadan servet sahibi olmak isteyenler yok edilmeyi hak etmektedir. Benim emperyalizm konusuna bakış açım budur.

Yoldaşlar” diye başlayan tebliği yapan, bir anlamda “özeleştirisini veren” kişi, sosyalist hareketin liderlerinden değil. Türk milliyetçiliğinin yüksek tepelerinden biri, Enver Paşa...

Biz halkın refahı için mücadele ediyoruz ve bunu suiistimal edenler ile başkalarının emeğine el koyanların düşmanıyız diye devam ettiği açıklamayı yaptığı yer ise Sovyetler’in kurduğu, dünya devrimcilerinin bir araya geldiği Birinci Doğu Halkları Kurultayı.

SOSYALİSTLER İLE KADER BİRLİĞİ

Bugün sokaklarda dövecek insan arayanlar için şaşırtıcı olabilir. Ancak tam bir asır önce, dünyanın en taze devletini kurarak sömürüyü bitirmeye çalışan sosyalistlerin yolu, emperyalizme karşı bağımsızlık isteyen Doğulu milliyetçilerle kesişmişti. Enver Paşa’yı Berlin’den zorlu bir yolculukla Moskova’ya taşıyan, Lenin ya da Troçki’nin masasına oturtan, Zinovyev ve Radek’le Bakû’ya doğru yola çıkaran önceden tahmin etmedikleri bu kader birliğiydi.

Aslında her iki taraf da programında samimiydi. Sosyalistler, Doğulu halkların emperyalizme karşı kendi kaderlerini ellerine almasını istiyordu. Enver Paşa da aslında Kızıl Ordu’ya destek olmaya niyetliydi: Karadeniz’deki fırtına benim gemimi parçalayıp geri dönmek zorunda kalmasaydım, (...) içinde benim de bulunduğum uçak düşmeseydi, Kovno ve Riga hapishanelerinin parmaklıkları olmasaydı, ben de Rusya’nın zor anında sizlere yetişirdim.

Ne yazık, siyaset bir samimiyet testi değildi. “Ondan her şey beklenir” denen Enver Paşa’nın sonu, Sovyet ordusuyla savaşırken oldu. Ama Turancılık ve İslamcılık bagajlarından kurtulan Anadolu’daki milli hareket, Sovyetler ile kader birliğine kaldığı yerden devam etti.

KURUCU MİLLİYETÇİLİK

Hem taraftarları hem düşmanları; kuşkusuz iki kesim de Cumhuriyetin kurucu kadrolarının milliyetçi olduğu konusunda hemfikirdir. Kurucu milliyetçiler, 20. yüzyıla sarkmış “millet olma” siyasetini modern devrimle birleştirdiler. Haliyle Cumhuriyeti kuranlar da yurttaşa dayalı anayasa yazanlar da laikliği getirenler de kadın haklarını savunanlar da hatta demokrasiyi kuranlar da milliyetçiydi. Balkanlar’dan sürülenler, İç Asya’dan geri dönenler, Ortadoğu’dan kovulanlar; ete, kana, kemiğe dayanmayan, Misakımilli sınırları içinde çağdaş bir millet olmayı gerçekçi bir programa dönüştürdüler. Alfabe yaptılar, dil ürettiler, kıyafet tanımladılar...

Türk milliyetçiliğinin bir başka yüksek tepesi Yusuf Akçura, o programı şöyle anlatacaktı:

Demokratik milliyetçilik, hakka dayalı ve sırf savunma amaçlıdır; gasp edilen hakkı almaya ve gasp edilmek istenen hakkı müdafaaya çalışır. Emperyalist milliyetçilik ise saldırı amaçlıdır, diğerlerinin hukukuna bile tecavüzü caiz görerek kendi milliyetini takviyeye çalışır.”

Akçura, “medeniyet değiştirmek” görevi verdiği yeni milliyetçiliğin yol haritasını şöyle çiziyordu:

“Efendiler, Türklerin saldırı amaçlı ve emperyalist milliyetçiliği hatadır. Bugün bu sözleri söyleyen, eline kalem aldığı, mektepte, medresede veya böyle serbest bir kürsüde söz söylemeye başladığı andan beri daima demokratik Türkçülüğü müdafaa etmiştir.

MİLLİYETÇİLİĞİN BUNALIMI MI?

Peki, bir asır sonra neredeyiz? Tuğrul Türkeş’in başlattığı “azgın milliyetçilik” tartışmasını devam ettirebilir miyiz?

Kuşkusuz, milliyetçilik geçen asırda iki büyük lekelenmeyle karşı karşıya kaldı:

1) Irkçılığa dayalı faşizan siyaset,

2) Emperyalizmle işbirliğine açık antikomünist politika.

Bir asır önce “milliyetçilik” denilince akla; istibdada karşı hürriyet, kulluğa karşı yurttaşlık, ayrıcalıklara karşı imtiyazsızlık geliyordu. Bir asır sonra “milliyetçilik” denilince güpegündüz sokak ortasında adam dövme eylemleri konuşuluyor.

Kaç yumruk, kaç tekmeye saplanıp kalmadan çıkıp sorabiliriz: Yaşanan son hadiseler milliyetçiliğin son büyük buhranını mı bize haber veriyor?

Biliyorum, solculara saldırılar yıllardır sıradanlaşmıştı. Peki ülkücü geçmişiyle bilinen isimlere faşist saldırılar milliyetçilik içinde bir büyük kırılmaya mı işaret ediyor? Daha açık soralım: Milliyetçilik bir insan gibi kimlik bunalımı mı yaşıyor?

SİYASAL İSLAMCILIĞIN SOPASI OLDU

Saldırıların faillerinin aynı adresten, tek bir partiden olduğunu biliyoruz. Saldırıya uğrayanların da ortak bir özelliği var. Selçuk Özdağ’dan Yavuz Selim Demirağ’a, Sabahattin Önkibar’dan Murat İde’ye, Orhan Uğuroğlu’ndan Afşin Hatipoğlu’na hemen hepsi milliyetçi hareketin içinden geliyor. Haliyle milliyetçiliğin bir türü, bir başka türünü hedef alıyor.

Peki neden?

Dünyanın son büyük masalı “küreselleşme” kısa sürede son buldu. Sınırların ortadan kalkacağı, zenginliğin paylaşılacağı, refah toplumlarının yayılacağı ütopyası; bir insan ömründen bile kısa sürdü. Yaşanan büyük krize ve çözülmeye karşı tepki üretebilecek iki büyük akımdan biri olan sol-sosyalistler, anlamlı bir karşı çıkış yaratamadı. Sağdan gelişen tepkiler ise milliyetçiliğin ilkel ya da Türkeş’in değimiyle “azgın” versiyonlarını yeniden öne çıkardı. Bu akım, krize giren sistemi değiştirmeyi değil, baskı mekanizmalarını yükselterek yeniden üretmeyi hedefliyordu. Önce ırkçılık, ardından Soğuk Savaş jandarmalığı ile lekelenen Türkiye’deki çizgi, kendisine son bir yer buldu: Siyasal İslamcılığın sopası olmak!

MHP kanadının kendini tanımladığı bu pozisyon, milliyetçi hareket içerisinden itiraz buldukça, tabanda bu itirazlar etkili oldukça, yıllardır solcuların kafasını yaran sopalar bu kez “itirazcı milliyetçiler”e yöneldi.

Haliyle; bütün olarak bakıldığında organize tekmeler, örgütlü yumruklar sadece eski ülkücülere kalkmıyor. Kar soğuğunda ucuz sebze kuyruğu bekleyen düzenden hoşnutsuzların iktidardan kopma ihtimallerine de kalkıyor. “Böyle yönetilmek istemiyoruz” diyenlere “başlarının ezilme” ihtimalini unutturmamak için de kalkıyor!

Milliyetçilik yüz yıl önce bir ruh arıyordu. Bugün ise elleri, kolları, dili bağlanmış bir milletin yüreğini sökerek onu cesetleştirenler; milliyetçilik adına politika yaptığını söylüyor.

Milliyetçi hareketin krizi kozadan çıkarak mı çözülecek? Yoksa zorbalığa dayanarak ayakta duranların hayatın gerçeklerine yenik düştüğü gibi mi? Yanıtını bilmiyorum. Bildiğim, zamanı gelmiş bir düşünceyi hiçbir silah durduramaz!

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

1921 Teşkilât-ı esasiye kanunu: Ulusal egemenlik ve Ulus-Devletin doğuşu - İbrahim Ö.Kaboğlu / BİRGÜN

 Osmanlı-Türkiye anayasal gelişmeleri bakımından, 1909, 1921, 1924, 1961, 1982 şeklinde sıralanan yıllar, hem şeklî ve hem de içerik olarak, dönüm tarihlerini ifade eder dönüm tarihlerini ifade eder. 20 Ocak 1921 tarihli “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu” (TEK), bir “en”ler ve “ilk”ler Anayasası olarak da nitelenebilir: “en” demokratik, metin olarak “en” kısa, uygulama süreci olarak da “en” kısa.

Ulusal egemenlik fikrini somutlaştıran bildirilerin kabul edildiği Erzurum ve Sivas kongreleri (7 Ağustos ve 11 Eylül 1919), 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan BMM’ye giden yolu açmışlardır. 20 Ocak 1921 tarihli TEK, Türkiye’nin anayasacılık hareketleri içerisinde, kendine özgü birçok yönüyle ilklerin Anayasasıdır. Dünyada eşine az rastlanır bir biçimde, bağımsızlığını yitirmiş bir devletin uğramış olduğu işgale karşı gelişen meşru mücadelenin hukuki esasları, 1921Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile belirlendi. Yerelden merkeze doğru gelişen ve demokratik bir örgütlenme modeli ile oluşan TBMM, ulusal kurtuluş savaşını demokrasi ve hukukla yönetmiş, aynı zamanda ulusal egemenlik anlayışına dayanan yeni bir devlet kurmuştur.

TBMM’nin kurucu meclis olarak oluşumu ve çalışma biçimi ile yeni devletin kurucu anayasasının ilkeleri, o güne kadarki siyasal ve anayasal gelişmeler açısından devrim niteliğindedir. 1921 Anayasası’nın yapılışı üç boyutlu bir öneme sahiptir: Osmanlı-Türk anayasal gelişmeleri içerisinde taşıdığı değer, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasi ve hukuka dayanan temel kuruculuk esaslarını belirlemesi ve bu belirlemenin günümüze ve geleceğe etkisi.

İLK VE SON ASLİ KURUCU İKTİDAR

1921 Anayasası, “hazırlanış ve kabul özellikleri bakımından Osmanlı-Türk anayasacılığının en demokratik, belki de tek demokratik örneğidir” 1921 Anayasası, aynı zamanda, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde, “millî iradeyi lâyıkıyle temsil eden bir meclis tarafından yapılmış olan tek anayasa”dır.

23 Nisan 1920’de toplanan Büyük Millet Meclisi (BMM), üç kanaldan gelen üyelerden oluşuyordu. Heyet-i Mebusan’dan gelen üyeler (Aralık 1919 seçimlerinde belirlenmişti); nüfuslarına bakılmaksızın her livadan eşit olarak seçilen 5’er mebus (belediye meclisleri ve Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin yerel yönetim kurulu üyeleri bir tür “ikinci seçmen” sayılmışlardır). Malta Adası üçüncü kanalı oluşturuyordu.

BMM açıldığında, ilk oturumda 115 mebus vardı. Sonradan gelenlerle bu sayı 365’e kadar çıktı (18 Ağustos 1920). Mebuslar partili olmamakla birlikte, “II. Meşrutiyet ve hatta Abdülhamit günlerinin siyasal faaliyetleri içinde pişmiş kişilerdi; çoğu da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin aktif elemanıydı”.

Birinci BMM, milleti hukuken temsil etme özelliğinin yanında, sosyolojik temsil niteliğine de sahiptir. Bürokrat kökenli üyelerin yanı sıra, çiftçiler, serbest meslek mensupları, ticaret erbabı, din adamları, gazeteciler vb. grupların yarattığı “çoğulcu” tablo, yerini ikinci ve daha sonraki dönemlerde, asker-sivil bürokratik kökenli üyelere bırakacaktır. İlk dönem BMM’nin bileşimi, çok partili meclislerin görünümünü andırmaktadır. Bu toplumsal ve düşünsel eşitlik, Meclis’teki tartışmaların itici gücünü oluşturmuştur. TEK, içeriği yönünden olduğu kadar, görüşülmesi ve kabulü açısından da Türkiye siyasal tarihinin en ilginç belgelerinden biridir. İki ay kadar süren anayasa görüşmeleri çok hararetli geçmiştir. Anayasa hakkındaki Meclis görüşmelerinin incelenmesi, “Birinci Büyük Millet Meclisinin idealizmi, vatan sevgisi, bağımsızlık aşkı, siyasî olgunluğu, millî olgunluğu, millî egemenlik ve halkçılık ilkelerine tartışmasız bağlılığı konularında sayısız kanıtlar sağlamaktadır”. Meslekî temsilden referandum ve halk teşebbüsüne kadar pek çok anayasal formülün ciddiyetle tartışıldığı Anayasa görüşmeleri, Birinci BMM’nin sosyal ve fikrî yapısındaki çeşitliliği de yansıtmaktadır.

Anayasa görüşmelerinde, devrimciler ve muhafazakârların, temel sorunlarda bu ara dönem için birliktelik formülleri üzerinde anlaşabilmiş olmaları ilginçtir. Bununla birlikte, Birinci BMM içinde başlangıçtan beri açığa vurulmuş olan siyasal eğilimler, TEK’in görüşüldüğü günlerde henüz siyasal gruplar halinde belirginleşmiş değildi. BMM’de Mustafa Kemal taraftarlarından oluşan Birinci Grup Mayıs 1921’de, onun muhaliflerini bir araya getiren İkinci Grup ise, 1921 sonları ve 1922 başlarında ortaya çıkmıştır.

"EN" KISA OLMASI NE ANLAMA GELİR?

TEK hem madde sayısı, hem de düzenleme alanı olarak “en kısa” Anayasa’dır. Görüşme usûlleri ve kabul ediliş biçimi bakımından (yasalar gibi yapıldığından), Osmanlı-Türkiye anayasa tarihindeki tek “yumuşak anayasa”dır. TEK’i yapan Meclis, bu özelliğiyle, siyasal tarihimizde “halkın serbest iradesiyle seçilmiş tek kurucu meclis” olmanın ötesinde, devlet için de kurucu bir işlev görmüştür.

20 Ocak 1921 tarihli ve 85 sayılı yasa ile kabul edilen TEK, 23 madde ve “madde-i münferide”den (bir ayrı madde) oluşan kısa bir çerçeve anayasa niteliğindedir. (Bunun başlıca iki nedeni var: Kanun-ı Esasî’nin TEK ile çelişmeyen hükümleri yürürlükte sayılmış; çeşitli eğilimlerin yarıştığı Meclis’te bir “geçiş dönemi”nin asgarî ortak noktalarının saptanmasıyla yetinilmiştir).

Kişi hak ve özgürlükleri ile yargılama gibi temel anayasa konularını düzenlemeyen TEK’in içeriği, dört grupta toplanabilir:

>> “Türkiye Devleti”: Osmanlı İmparatorluğu’nun var olduğu tarihte onun toprakları üzerinde çıkarılan TEK, “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur” (md. 3) hükmüne yer vermiştir. Türkiye Devleti deyimi, “etnik kökeni, dili ve kültürü ne olursa olsun, belli bir siyasal coğrafya (Misâk-ı Millî sınırları) içinde yaşayan insanların siyasal birleşmesinin en üst noktası olan yeni devleti bütün kucaklayıcılığıyla ifade ediyordu”.

>> “Egemenlik”: Egemenliğin kayıtsız millete ait olduğunu öngören birinci maddeye göre, “İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” (dayalıdır). Egemenlik hakkının sahipliği konusundaki köklü dönüşümden sonra, bu hakkın kullanılışı bakımından da, yarı-doğrudan demokrasi anlayışını çağrıştıran bir düzenleme söz konusudur. Ne var ki, 2. madde, “Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakikî mümessilidir” kaydını öngördüğünden, temsilî demokrasinin benimsendiği görülmektedir. Anayasa görüşmeleri sırasında önerilen referandum ve halkın kanun teklifi kurumları kabul görmemiştir.

>> “Erkler Birliği ve Meclis Hükûmeti”: TEK, “İcra kudreti ve teşri selâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder” (md. 2) hükmüyle erkler birliği ilkesini benimsemiştir. Böylece BMM, kuruculuk ve yasama yetkilerine ek olarak yürütme yetkilerini de üstlenmiştir (md. 3).

>> “Yerinden yönetim”: TEK, maddelerinin çoğunu (md. 11-23) merkezî yönetim dışında yer alan yönetim birimlerine ayırmakla, yerel katılım ve yerel demokrasiye verdiği önemi yansıtmaktadır. Taşra yönetimi, vilâyet, kaza ve nahiyelerden oluşur. “Vilâyet Şûraları”, vilâyetler halkınca seçilen üyelerden oluşur. Vilâyet Şûrası bir “İdare Heyeti” seçer. “Nahiye, hususî hayatında muhtariyeti haiz bir manevî şahsiyettir” (md. 16). “Nahiye Şûrası, nahiye halkınca doğrudan doğruya müntehap (seçilen) azadan terekküp eder” (oluşur) (md. 18). Nahiye, halka en yakın özerk bir yönetim birimi olarak öngörülmüştür.

>> Teşkîlât-ı Esasiye Kanunu’nun, Türkiye için “Bolşevizmin seheri” olabileceği yönündeki görüşe işaret etmek uygun düşer. Mary-Rousselière için böyle bir benzetme “anlamsızdır”: “Sovyet rejimi, aşağıdan yukarıya doğru yapılanmış ve kuralları yukarıdan aşağıya doğru uygulayan müzakereci organlar piramidi ve her bir organa denk düşen yerel yönetim birimlerinden oluşur”. “İdari adem-i merkeziyetçilik eğiliminin dışında, Türk ve Rus organik yasaları arasında kesinlikle hiçbir benzerlik yoktur. Çünkü ilki, olabilecek en mutlak halli bir meclis hükümeti sistemi içinde parlamentoculuğu kabul ederken; Sovyet örgütlenmesi, meclis hükümet sisteminin bütün olumsuzluklarından kurtulmak ister gibidir”.

>> Mustafa Kemal; bunu, 5 Aralık 1921 tarihli söylevinde özetler: “Bizim, doğal haklara ve ilahî üst yasaya uygun yasal bir yapımız var. Bu, ne bir doğrudan yönetimdir, ne de Sovyet yönetimidir. Kendine has ayrı karakteri vardır. Bir taklit ürünü değildir, milli istencin doğal ürünüdür (…)”

UYGULAMA NASIL OLMUŞTUR?

Bu yönden de “en”ler belirgindir. “En kısa süre”li anayasa özelliği taşıyan TEK açısından metinle uygulama arasında ayrışma derecesi yönünden benzer bir niteleme yapılabilir mi?

TEK, kısa ömürlü olmasına karşılık, Türkiye’nin siyasal-anayasal hukukundaki büyük dönüşüme damgasını vurmuştur. Üç yıllık zaman diliminde, Kurtuluş Savaşı’nın 1921 Anayasası’nca oluşturulan kurumlar ekseninde başarıya ulaşmasının ardından, saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilânı, hilâfetin kaldırılması gibi, yeni Devlet’in sistemini oluşturan hukukî ve siyasal dönüşümler sağlandı.

Uygulama bakımından 1921 Anayasası iki döneme ayrılabilir: Birinci Meclis dönemi ve İkinci Meclis dönemi.

TEK’in en özgün yanlarından biri olan meclis hükûmeti sistemi başarılı bir biçimde uygulanmıştır. İdeolojik çoğulculuk ve demokratik tartışma ortamı, bu döneme damgasını vurdu. Bu saptamalar, Anayasa metni ile uygulama arasında ayrışma olmadığı anlamına gelmemektedir.

TEK, erkler birliği ilkesini koymuş olmakla birlikte, yürütme işlerini Meclis bizzat yürütmemiş, bu görevi İcra Vekilleri Heyeti yerine getirmiştir. Bu Heyet’in giderek güçlenmesi, uygulamayı parlâmenter rejime doğru kaydırmıştır. Bu kayma, yasalar yoluyla pekiştirilmiştir.

Çok farklı görüşteki üyelerden oluşan Birinci BMM’de, TEK’in kabul edildiği günlerden başlayarak çeşitli adlar altında siyasal kümelenmeler ortaya çıktı: Tesanüt Grubu, İstiklâl Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi, Halk Zümresi, (…). Mustafa Kemal’in kurduğu “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu” (10 Mayıs 1922), “Birinci Grup” adını aldı. Yaklaşık bir yıl sonra, “İkinci Grup” oluştu. Böylece “inkılâpçı” ve “muhafazakâr” eğilim ayrışmasına tanık olundu.

Misâk-ı Millî programında görüş birliği sağlandığı halde, eski rejime ve onun kalıntısı olan Hilâfet makamına bağlılıkları, muhafazakârları, inkılâpçılardan ayırıyordu. Lozan görüşmelerinin Meclis’te yol açtığı belirsizlik ve karışıklıklar ortamında Mustafa Kemal, “Halk Fırkası” adıyla bir parti kuracağını açıkladı (6 Aralık 1922).

BMM, 1 Nisan 1923 tarihli oturumunda seçimlerin yenilenmesine karar verdi. 15 Nisan günü Birinci Meclis, son kez toplandı. Mustafa Kemal, kendi grubu adına milletvekili adaylarını bizzat belirledi.

11 Ağustos 1923’te çalışmalarına başlayan ikinci dönem Meclis, 29 Ekim’de Cumhuriyet’i ilân etti. Meclis’in 3 Mart 1924’te kabul ettiği yasa ile hilâfet makamı kaldırıldı. Aynı gün kabul edilen iki yasa ile lâiklik yolunda önemli adımlar atıldı: Şeriye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun ile Tevhid-i Tedrisat Kanunu.

[Birinci Meclis döneminde, meslekî temsil ve yerinden yönetimin genişletilmesi üzerine yapılan tartışmalar, ikinci dönemde gündeme gelmemiştir. Böylece, birinci dönemin halkçı ve devrimci anlayışı geride kalmış oldu. Buna karşılık, 1921 Anayasası’nın uygulamaya geçirilemeyen hükümleri de, yerinden yönetime ilişkin hükümlerdir].

Gazi Mustafa Kemal’in Temmuz 1923’te kaleme aldığı “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu” projesi, Cumhuriyet’in ilânı için “Teşkilât-ı Esasiye Kanununun bazı Mevaddının Tavzihan Tâdiline Dair Kanun”un (29.10.1923) hazırlanmasında çerçeve oluşturdu. 114 maddeden oluşan anılan proje, daha sonra hazırlanacak olan 1924 Anayasası için de belli ölçüde çerçeve oluşturdu.

Söz konusu anayasal metinlerde dikkat çeken nokta, hep “Türkiye ve Türkiye Devleti” (1921), “Türkiye reisicumhuru”, “Türkiye Büyük Millet Meclisi”, “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi” (1923) deyimlerinin yeğlenmiş olmasıdır. Gazi Mustafa kemal imzalı Anayasa Taslağı’nda ise, “Türkiye Devleti” ve “Türkiye Cumhuriyeti” deyimleri yanında, yurttaşlık bakımından “Türk” sıfatını kullanmakla birlikte, asıl dikkat çekici olan, “Türkiyeli” deyiminin kullanılıyor olmasıdır.

“Türkiye Cumhuriyeti Tebaasının Hukuk-u Umumiyesi” başlıklı bölümün ilk maddesi şöyle: “Türkiye Devleti tabiiyetinde bulunan efradın cümlesi bilâistisna Türk sıfatını taşırlar. (…)” (md. 16). Bununla birlikte, “Mevadd-ı Esasiye” (Temel maddeler) başlıklı Birinci Bölümde, “Türkiyeliler”, özgürlüklerin öznesini oluşturmaktadır (md. 12-15). (…)

1921 Anayasası ve dönemine dönecek olursak; uygulama süresi yoğun ancak kısa olmuş; bununla birlikte, sonraki dönemler için, hatta bugünkü tartışmalar bakımından da derin izler bırakan bir “anayasacılık hareketi” başlatmıştır. Bu hareket, “en”ler ve “ilk”lerle özgün ve özgül olma özelliğini hep korumuştur. Bu sadece, halkın serbest iradesiyle seçilmiş tek kurucu meclis “özelliği” taşımasından değil, aynı zamanda Devlet’i kuran bir anayasa olmasından kaynaklanmaktadır.

“Ulusal Kurtuluş, başta TEK ve BMM olmak üzere, demokratik kurum, ilke ve yöntemlerle kazanılmış olduğundan, yeni ulusal-demokratik değerler ilerki anayasal gelişmeleri de etkilemiştir. Cumhuriyet, ulusal egemenlik ve TBMM’nin üstün yeri gibi esaslar, ‘Kurtuluş Anayasacılığı’ndan ‘Kuruluş Anayasacılığı’na geçen miraslardır”.

100. YILINDA NASIL OKUNMALI?

1921 TEK, “devlet anayasa ile doğar ve anayasa ile yaşar” olgusunu yansıtan, sadece Türkiye açısından değil, dünya ölçeğinde de özgün bir metin ve süreci yansıtır. 1924, 1961 ve 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarının yapım tarzı, özellikleri ve sonuçları bakımından incelenmesine girmeksizin 2021 yılı için öncelikle şu olgu ve acı gerçek kaydedilmeli: Cumhuriyeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti kurdu; ancak bugün Türkiye hükümetsiz olduğu gibi Meclis de işlevsiz kılınmıştır. Başka bir ifade ile yüz yıl önce Anayasa yoluyla Devleti kuran Meclis, bugün kendi gündemini bile belirleyememektedir. Bu nedenle, demokratik anayasa arayışı meşru olduğu gibi, 1920 ve 1921 mirasına saygının bir gereğidir.

Sonra, arayışta hangi ad ve slogan öne çıkarılırsa çıkarılsın, TBMM, yeni siyasal ve anayasal yapının ekseni olarak kabul edilmelidir.

Nihayet, demokratik anayasa, en katılımcı yöntemle ve elden geldiğince siyasal çekişmelerin dışında üç aşamada tasarlanmalı: Gecikmeli de olsa son aylarda yapıldığı üzere ilkeler üzerine öneri metinleri veya raporları, ilk aşama; yasama-yürütme-yargı erklerini kapsamına alacak biçimde anayasa öneri metninin yazımı ve üzerinde uzlaşma sağlanması, ikinci aşama; tam metin olarak yeni anayasa yazımı ise, üçüncü ve son aşama.

İbrahim Ö.Kaboğlu / BİRGÜN



Kaynakça:

André-Mary-ROUSSELIERE, La Turquie constitutionnelle, These pour le doctorat, 1928.
Ergun ÖZBUDUN, 1921 Anayasası, Atatürk, Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1992.
Bülent TANÖR, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Cogito, 10. baskı, ss. 225-289.
Bülent TANÖR, Kurtuluş-Kuruluş, YKY, İstanbul, 1998.
Türkiye Cumhuriyeti İlk Anayasa Taslağı, Tıpkı Basım, (C. DÜNDAR’ın önsözü ile), (Kentbank Tarafından Cumhuriyet’in 75. Yılı vesilesiyle basılmıştır), İstanbul, Ekim 1998.
1921 Anayasası üzerine çok sayıda Türkçe ve yabancı dillerdeki kaynaklar, yakında yayımlanacak olan “100. Yıl Armağan” kitabında yer almaktadır.