26 Ocak 2021 Salı

Paket savaşları ve can pazarı - Söyleşi: Halil Burak Öz / 1+1FORUM

PANDEMİNİN YÜKÜNÜ SIRTLAYAN MOTOKURYELER ANLATIYOR 

Motokuryeler pandeminin yükünü en çok çeken emekçilerin başında geliyor. Fırsattan istifade daha da ağır sömürülüyor, birbirileriyle acımasız rekabete sürükleniyor, günde 14 saat çalıştırılıyorlar. Adana Motosikletli Kuryeler Derneği’nin açıklamasına göre, pandeminin ilk on ayında 160 kurye iş kazasında hayatını kaybetti. Yaşar Kemal’in “yaşamadığını yazamazsın” sözünü kılavuz belleyerek motokuryeliği iş edindik ve arkadaşlarımızın dertlerine ortak olduk. Şirketlerin dayattığı sözleşmelerde medyaya konuşma yasağı getirildiği için sorunlarını, gözlemlerini, önerilerini aktardığımız kuryelerin isimlerine yer veremiyor, sözlerine kulak veriyoruz...

Bu mesleğe başlamanız nasıl oldu, öncesinde ne yapıyordunuz?

Mor: Karabük’te doğdum, küçükken İstanbul'a göç ettik. İlkokulu Gaziosmanpaşa'da, liseyi Sarıyer'de tamamladım. 23 yaşındayım. Sakarya Üniversitesi’nde iki yıllık bir bölümde okuyordum, fakat maddi sorunlardan bırakmak zorunda kaldım. Bu ülkede meslek lisesinden mezun olup iki yıllık üniversiteyle bir yere gelinemiyor. Önce komi olarak çalıştım. Zaten 16 yaşımdan beri tatillerde ehliyetsiz motokuryelik yapıyordum. Sonra tam zamanlı işim haline geldi.

Mavi: 1983 Amasya Suluova doğumluyum. Evliyim, bir çocuğum var.

Pembe: Gaziantep’te doğup büyüdüm. Maddi sorunlar nedeniyle İngilizce İşletme bölümünden terkim. 31 yaşındayım. 10 yıldır İstanbul’da tek başıma yaşıyorum. Babam sizlere ömür. Memleketteki anneme ve küçük kardeşime buradan kazandığımla ben bakıyorum.

Yeşil: Doğma büyüme İstanbulluyuz. İstanbul Üniversitesi Turizm mezunuyum. 31 yaşındayım. Asıl işim turizm. Şirketim battığı için kuryeliğe başladım.

Kuryeliği nasıl seçtiniz?

Bir yıl öncesine kadar hobi için motor kullanıyordum. Normalde turizm rehberliği yapıyorum. İngilizce, Arapça biliyorum. Pandemi yasaklarıyla şirketimiz batınca geçim derdine düştük. Maddi sıkıntıdan bu işe başladım.

Mor: 16 yaşındaydım. Para yok, iş yok. İki yaş büyük bir arkadaş kuryelik yapıyordu. Ona özeniyordum. “Motorla geziyorsun, üstüne para alıyorsun, bana da ayarla” dedim. Bir gün arkadaşımla oturuyoruz. Telefonla arayıp yakınlardaki tostçu dükkânına kurye arandığını söylediler. Hemen “tamam” dedim. O zamana kadar taş çatlasa beş kere motor sürmüşümdür. Tostçu dükkânına gidip sahibiyle konuştuk. Ne dediyse, mecbur, kabul ettim. Hem motoru sürmeyi hem de yolları öğrenirim diye düşündüm. Sabah 10’dan sabaha karşı 4’e kadar çalışmaya başladım. Hem dükkâna bakıyordum hem de siparişleri götürüyordum. Ne sigortam vardı ne de doğru dürüst ücret alıyordum.

Mavi: Ben 12 yaşımda, amcamın hediye ettiği mobiletle başladım.

Pembe: İsmi lâzım değil, bir marketin müdürüydüm. Çok dayatma vardı, çok yoruluyorduk. Üstlerimiz hep memnuniyetsizdi. Hep bir kusur buluyorlardı. Bir teşekkürü çok görürlerdi. Market hayatım dört seneyi geçer, ama geriye bakıyorsun, kocaman bir hiç. İnsanlara hizmet veriyorsun, güler yüz gösteriyor, taze ürünler sunuyorsun. Her şeyi dört dörtlük yapmaya çalışıyorsun, ama kimse hakkını vermiyor. Zaten memlekette motor yaygındır. Sevdamız küçüklükten geliyor. İyi mi kötü mü yaptık bilmiyorum, ama motor kullanmaktan ve güler yüzle hizmet sunmaktan memnunum.

Paket savaşları” denen kavramı bu işte öğrendim. Kim ne kadar paket atarsa o kadar prim alıyor. Bu insanı ister istemez riske sokuyor. Hız yapması, kurallara uymaması, kaldırımları kullanması gerekiyor. Bu da diğer insanları ve kendisini tehlikeye atıyor.

İşinizi nasıl tarif edersiniz?  

Pembe: Telefon, motor veriyorlar; damacanadan tutun, markette satılan her şeyi taşıyoruz. Kapıya hizmet veriyoruz.
Mor: Zor iş. Kışın yapılacak iş değil. Çoğu kişi mecburiyetten yapıyor. Öyle delice kullanmayız motoru, “gün bitsin de eve gidelim” diye bazen tehlikeli kullanmak zorunda kalıyoruz. Geç giden paket olduğunda patronun çenesi çekilmiyor.

Yeşil: Mesailerle beraber günde 12 saat çalışıyorum.

Sizce kuryeliğin püf noktaları neler?

Mor: İstediğin kadar yaşın büyük olsun, eğitimli, bilgili ol, fark etmez. Bu işte tecrübe önemli. Zamanla, bazı şeyleri tecrübe ederek kendi kendini eğitmen gerekiyor.

Mavi: Bana göre işimizin püf noktası güdülmeyi iyi bilmek, her koşulda görev adamı olmak. Bu işi yapmak için dakik olmak, engel tanımayan bir azim, sabır ve tabii ki cesaret sahibi olmak gerekiyor.

Yeşil: Navigasyon kullanmayı iyi bilmek önemli. Motoru kurallara uygun kullanmak da.

Pembe: Önce kendine ve işine saygın olacak. Trafik kurallarına uyacaksın. Hız sınırı için bir şey demiyorum. Yeri geliyor biz de basıyoruz. Bazen müşteri zorluyor, ama önce can güvenliğini koruyacaksın. Mal mülk gelir geçer, yenisi gelir, canın gelmez. Kendini karşıdaki sürücünün yerine koyacaksın. Bir de ekipmanın sağlam olacak.

Ekipmanı tam veriyorlar mı?

Pembe: Veren de var vermeyen de. Özel lokantalar vermiyor. Büyük şirketler kaskını, montunu veriyor. Takım elbiseyle çalışan dahi gördüm... (gülüyor)

Bu işte başarılı olmak için ne gerekiyor?

Mor: Öncelikle güler yüz. Çünkü çalıştığınız yeri temsil ediyorsunuz. Pratik ve iş bitiren biri olmalısınız. Tabii başarı göreceli. Bazı patron sadece hıza önem veriyor.

Pembe: Sebat çok önemli. İşyeriyle anlaşabiliyorsan ne mutlu. Motorcuların geneli çalıştığı yerle anlaşamaz. Çünkü motorcu yemek yiyecektir, ama paket vardır. Patron, müşteri sıkıştırır. Motorcu hep ikilemde kalır.

Yeşil: Çok paket atıp çok kazanmak insanı riske sokuyor. “Paket savaşları” dedikleri kavramı işte öğrendim. Kim ne kadar paket atarsa o kadar prim alıyor. Bu insanı ister istemez riske sokuyor. Hız yapması, kurallara uymaması, kaldırımları kullanması gerekiyor. Bu da diğer insanları ve kendisini tehlikeye atıyor.

İşinizin kolay ve zor yanları neler?

Mor: Zamanının büyük kısmını motor üstünde geçiyorsun. Kolaylık belki işe gidip gelmede taşıt sorununun ortadan kalkması olabilir. Ayrıca, güzel arkadaşlıklar, güzel bir ortam... Ama müşteri zor. Geç gitseniz acımasızca yorumunu döşer. “Selam, iyi günler” dersiniz, susar, cevap vermez. Patronu zor. Robot gibi olmanız bekleniyor. İçeride masa sil, dışarıda paket at. Kışı zor, trafiği zor. Bazı sürücüler üstümüze sürüyor. Aile, arkadaş hayatı zor, çünkü günde 14 saat çalışınca hiçbir şeye zaman ayıramıyorsunuz.

"Her işin zorluğu var, ama motokuryelik bambaşka bir meslek. Kaporta sensin. Reflekslerinin çok iyi olması lâzım. Yağmuru, çamuru, kışı, soğuğu her koşulla mücadele ediyorsun. Kışın “yaz olsa da soğuktan kurtulsak” diyorsun, ama yazın da sıcağı, tozu, pisliği var."

Mavi: Dışarıda daha özgür bir ortamda çalışmak güzel. Her işin zorluğu var, ama motokuryelik bambaşka bir meslek. Kaporta sensin. Reflekslerinin çok iyi olması lâzım. Yağmuru, çamuru, kışı, soğuğu her koşulla mücadele ediyorsun. Kışın “yaz olsa da soğuktan kurtulsak” diyorsun, ama yazın da sıcağı, tozu, pisliği var. 

Pembe: Temiz hava alabiliyorsun. Özgürlüğü hissediyorsun. Motora binince şöyle bir içim ferahlıyor. Moralim bozuk olduğunda, motora binince neşem yerine geliyor. Neşem yerindeyse motorda daha da neşeleniyorum. Bilmediğin semtleri, sokakları keşfediyorsun. Eksi yanı ise kazalar, müşteri memnuniyetsizliği. Ayağa hizmet götürüyorsun, ama ya çat kapı yüzüne kapanıyor ya biri kaşları çatık kuru teşekkür ediyor. Affedersin, sana çöp gibi davranıyor, “bunu buraya niye koydun” der gibi azarlıyor.

Yeşil: Suistimal etmezsen trafikte de imtiyazların var. Ama suistimal çok. Yetersiz ekipman da bir mesele. Kask, mont genelde veriliyor, ama koruyucu pantolon, motosikletlilere uygun ayakkabı verilmiyor. Yeni yeni biraz düzeliyor.

Pandemi çalışma şartlarını nasıl etkiledi?

Mor: Millet evinde, biz sabah 10 gece 24 dışarıda. Bu ne biçim ayrımcılık! Parası olmayana önlem yok. “Ölürseniz ölün” diyorlar resmen.

Mavi: Kendi imkânlarımızla önlem almak zorunda kalıyoruz. Sokağa çıkma yasağı olan günlerde de çalıştırıyorlar.

Pembe: Bütün Türkiye “evde kal, evde kal” diye bağırıyor. Demesi kolay. Yardım yok. Çalışmazsan ekmek parası yok. Maskemizi takıyoruz, el hijyenimize dikkat ediyoruz, ama sürekli insanlarla iç içeyiz. Risk altındayız. Sağlıkçılar baş tacı, ama motorcuları geri plana attılar. Oysa insanların ilaçlarını, gıdalarını ulaştırmak için savaş veriyoruz.

Yeşil: İnsanlar artık alışverişi internetten yapıyor ve hizmetleri ayağına bekliyor. Omuzlarımıza çok fazla yük biniyor. Bütün sistem artık kuryeler üzerinden dönüyor. Bu da daha fazla iş demek.

İnternetten alışverişin artmasının sizin için olumlu yanları da oldu mu?

Mavi: İstihdam arttı, ama bize tersine, zararı oldu. Neden? Özbeklere, Türkmenlere, çalışma izni olmayanlara iş imkânı sağlandı. Fırsattan istifade, cüzi maaşlarla göçmenleri çalıştırıyorlar.

Pembe: Pandemiden önce memlekette zor günler olsa da en azından bir canlılık, para akışı vardı. Motorculara iş olanağı daha çoktu. Çalıştığımız yerde paramız kalmıyordu. Ücretimizi eksik vermiyorlardı. Şimdi bir işe giriyorsun, adam pandemiye dayanamıyor, kapatıyor. Kalıcı iş bulmak için oradan oraya saldırıyorsun. Bedenen ruhen yıpranıyorsun. Büyük şirketlerden de işçisine iyi para vereni yok.

Yeşil: Kuryelerin yüzde 90'ı bu işi mesleği olarak görmüyor. Yani gerçekten “ben kuryeyim” diyen çok az insan tanıyorum.

İşin en zorunuza giden yanları neler?

Mor: Adam kayırma ve insan gibi davranılmaması.

Yeşil: Son anda mesai eklenmesi, mesain bitmek üzereyken paket gelmesi, iş yoğunluğundan yemeğe çıkamamak.

Pembe: İnsan yerine koymuyorlar kuryeleri. Müesseseye para kazandırıyorsun, adam seni tınmıyor. Ücretinden kesmek için elinden geleni yapıyor. Trafikte taksicisi, minibüs şoförü, İETT araçları hesaba katmıyor, önüne kırıyor. Sen iki tekersin, onlar dört teker. Sana bir şey olduğunda kaporta sensin, canına gelecek. Onlarsa boyacıya, kaportacıya gidecek. İnsanlar acımasız, merhametsiz. Hem önüne kırıyor hem de camdan elini çıkarıyor, küfür ediyor. Müşteriye gidiyorsun. Yemeği zamanında götürüyorsun. Elliyor dürümü, bakıyor sıcak, tak kapıyı yüzüne kapatıyor. Bahşişi geçtim, bari bir sıcak yüz göster.

Mavi: Canla başla çalışıyoruz, ama en ufak durumda dışlanıyoruz, adam yerine konmuyouz. Pizza Hut'ta 12 saat mesai içinde beş dakika çay molası verdim diye işimi bırakmak zorunda kaldım. Beş dakikanın hesabını soruyorlar. Normalde bir saat olması gerekirken yarım saat mola veriyorlar. Tolerans sıfır. Üstelik, yemek olarak pizza harici hiçbir şey verilmiyordu.

"Müşteriye gidiyorsun. Yemeği zamanında götürüyorsun. Elliyor dürümü, bakıyor sıcak, tak kapıyı yüzüne kapatıyor. Bahşişi geçtim, bari bir sıcak yüz göster. Ayağa hizmet götürüyorsun, ama sana çöp gibi davranılıyor."

Siz bu işi meslek olarak görüyor musunuz? Buradan emekli olur musunuz?

Mor: Meslek değil, amelelik.

Yeşil: Emekli olmak açıkçası zor. Sürekli bir sirkülasyon var. Yaşlanan da görmedim bu işte.

Pembe: 60 yaşında da 18 yaşında da kuryelik yapan arkadaşım var. Ama emekli olan görmedim. Kasaplık, marketçilik, polislik gibi bir meslek kuryelik de. Her tür insanla uğraşıyoruz. Bu da aslında bir zanaat.

Mavi: Bence yüzde bir milyon bir meslek. Yıllar önce birkaç arkadaşla kafa kafaya verdik, "bu işi daha iyi bir seviyeye nasıl taşıyabiliriz? Kuryelik neden ağır meslek sınıfına girmiyor?" gibi sorularla sendika kurmaya karar verdik. Nihayetinde 2016’da Motorlu Kurye İşçileri Sendikası’nı (Moto-Kur-Sen) kurduk. Birçok mağdur arkadaşımızın haklarını avukatımız aracıyla söke söke aldık. Motokuryeliğin meslek statüsüne girmesi için çok çabalıyoruz. Bakanlıklara, resmi dairelere başvuruyoruz. Umarım bu emeklerin bir gün karşılığını alırız. Sendika çalışmasında da arkanda bir desteğinin, dayanağının olması lâzım. İmkânla ilgili bir şey. Birikimimiz yok. Sendikada gelir elde edemiyorsun. Devlet çok zorlaştırmış. İnsanlar zaten zar zor geçiniyor, aidat toplayamıyorsun. Çoğalalım, sendikayı ileri seviyelere taşıyalım istedik. Beş bin kadar üyeyi bulduk bir ara. Ama yeterince tanıtamadık. Ben hâlâ sendikanın yönetimindeyim. Yerimiz Taksim'de. E-Devlet'ten üye olmak kolay. İnanıyorum güzel şeyler olacak. Planlarımız arasında fuarlar yapmak, kurye arkadaşlarımıza İstanbul'un belli noktalarında iş aralarında, soğukta çay, çorba içebilecekleri, yağmurdan korunabilecekleri yerler sağlamak vardı. Başaramadık. Ama hâlâ umut var. İlk zamanlar çok tepki aldık: "Sendika nedir? Bizi işimizden mi edeceksin. Üye olmayız. Neden aidat vereyim ki? Bana ne faydası olacak..." Toplantılarla amacımızı anlattık, zamanla daha sıcak bakmaya başladılar.

Diğer sendika ve dernekler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Pembe: Aile şirketi gibiler. Sendika kendi yöneticileri dışında başkalarını doğru dürüst korumaz. Derneklerde de herkes birbirinin arkasını tutar. Garibanı, işçiyi, çalışanı, yoksulu, sokakta yaşayanı, karton toplayanı kim koruyacak?

Mavi: Bilinçli bir insan için tabii ki haklarının aranması, savunulması, daha iyi şartlarda, özgürce yaşaması çok önemli. Sendikalar, dernekler iyi şeyler aslında.

Mor: Ben onların da kendi çıkarları için çalıştıklarını düşünüyorum.

Pembe: Derneğe üye oldun mesela, çevremde görüyorum. Akşam toplantı var, “gel”. Belki adamın işi var. Neden emri vaki yapıyorsun? Siyasi partiye üye oluyorsun, seçim sonrası unutuluyorsun. Geri gelmeyen tek şey zaman. Zamanını insanoğlu başka insanların uğruna harcamayacak. Bu yaşıma kadar hiçbir sendikaya, siyasi partiye, derneğe üye olmadım. Kendi başıma kendi kurumumun üyesiyim.

Mavi: Sendika üyeliğimin bana hiçbir artısı olmadı. Bilakis çok yıprandım. Ama insan severek yapmalı işini. Sendikanın bir yerlere gelmesi için çok mücadele verdik. Tek temennim amaçlarımızı gerçekleştirmek.

İleride kalıcı bir iş bulup emekli olabileceğinizi, yaşlılığınızı güvende geçirebileceğinizi düşünüyor musunuz?

Pembe: Bu ülke şartlarında düşünmüyorum.

Mavi: Kesinlikle düşünmüyorum. Özellikle kuryelikte.

Yeşil: Mesleğimi, turizm rehberliğini pandemiden sonra yapabileceğim için rahat bir yaşam süreceğime inanıyorum.

Mor: Hayal ediyorum. Yedi yıldır motor üstündeyim. İnanılmaz bunaldım, anlatamam. O yüzden hayal kurmak her zaman iyi geliyor. Motor üstünde teksin, kafayı yememen gerekiyor.

Sosyal medyayla aranız nasıl?

Mavi: Genelde işle ilgili WhatsApp’ı kulanıyorum. Halk TV ve Fox’u takip ediyorum.

Mor: Kuryelik yaparken kendinize ait pek vaktiniz olmuyor. Günde 13-14 saat çalışıyoruz. Telefondan müzik dinlemek dışında, öyle sosyal medyayla iç içe değilim. En çok Youtube ve Instagram kullanıyorum.

Yeşil: Ben gündemin nabzını Twitter'dan takip ediyorum, telefonumda briefing adlı haber uygulaması da var. Instagram'a da bakıyorum. Bir de Google Maps tabii... (gülüyor)

Pembe: Facebook ve Instagram’dan bizim memleketin sayfalarını takip ediyorum. Memleket özlemi çektiğimizde tanıdıklar fotoğraf paylaşıyor, sanki oradaymış gibi hissediyoruz. Ölüm haberlerini alıyoruz. Tanıdıkları hatırlıyoruz. En azından uzaktan bir başsağlığı dileyebiliyoruz. Gündemi takip etmek için gazeteoku sayfasına ve Mynet’e giriyorum. Param yok ama, borsayı takip ediyorum. Dolar, altın ne olmuş bakıyorum. (gülüyor)

"Trafikte taksicisi, minibüs şoförü, İETT araçları bizi hesaba katmıyor, önüne kırıyor. Sen iki tekersin, onlar dört teker. Sana bir şey olduğunda kaporta sensin, canına gelecek. Onlarsa boyacıya, kaportacıya gidecek."

Geleceğe ilişkin planlarınız var mı?

Pembe: Senelerdir bir eş bulup aile kurmanın hayalini kuruyorum. Çoğu insan düzenli bir iş, ev, araba, birikmiş para ister, ama ülke şartlarında bunu yapmak mümkün değil. Günlük kazanıp günlük yiyoruz. Çoğumuz “bugün karnımız doysun, yarın Allah kerim” diyoruz. Zenginler ne yapıyor? Sosyal medyada yediklerini, içtiklerini paylaşıyor. Bizim insanımız böyle değildi. Gün geçtikçe insanlarımız merhametsizleşiyor.
Mor: Sadece sakin bir hayat yaşamak, küçük bir işyeri sahibi olmak, çocuklarımın küçük yaşta çalışmak zorunda kalmamasını sağlamak istiyorum.
Yeşil: Hayal kurmuyorum artık. Şu anki tek hedefim ekonomik özgürlüğümü devam ettirebilmek.

Mavi: Bir evim olmasını isterdim. Allah nasip ederse emeklilik de. Hesaplamalarıma göre, 57 yaşında emekli olacağım. 37 yaşındayım. Yarıdan fazlası geçti.

Türkiye on yıl sonra nasıl bir ülke olur?

Mor: Aslında bu soruyu şöyle sormak lâzım: Türkiye 10 yıl önce nasıldı? Çünkü zaman geçtikçe ilerleyeceğine gerileyen bir ülkeyiz biz.

Yeşil: Birileri “2020'de uzaya çıkacağız” diyordu. Oysa sokağa bile çıkamıyoruz.

Mavi: Bu iktidar olduğu sürece işler daha kötüye gidecek.

Pembe: Eskilerin lafıyla “gün günden kötü geliyor.” Hakikaten gümbür gümbür kötüleşiyor. Karamsar, içine kapanık insan değilim, ama son iki sene çok yıprandık. Üstümüzden tır geçmiş gibi hissediyoruz.

Buranın daha güzel, daha yaşanabilir bir yer olması için sizce ne yapılmalı?

Mor: Eşit bir hayat için eşit eğitim şart. Yobazlaşmış insanların eğitim kurumlarından atılması lâzım. Sarıldığın kadına kötü gözle bakılıyorsa toplumda, bu bir sorundur.

Mavi: Oğluma Atatürk'ü anlatıyorum. Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi bilmesini istiyorum. Dürüst, saygın birisi olması için çalışıyorum.

Pembe: Önce istihdam. Biz seviyoruz ama, mecburiyetten kuryelik yapan öğretmen, makine mühendisi arkadaşlar var. Adam emekli, 65 yaşında, beş torunu var, kuryelik yapıyor. İstihdam sağlanmadığı sürece bu halk kötü yola da düşer. Hırsızlığın artmasının, arkadaşın arkadaşı dolandırmasının sebebi bu.

Yeşil: Herkes agresif bir halde. Bunu en çok biz gözlemliyoruz. Daha geçenlerde bir kurye öldürüldü. Bir yere gittiğimde, korkuyorum, acaba ürün yanlış mı, bana saldırırlar mı diye. Herkes dolu çünkü. Bir kere bir şoför takip mesafesine bakmadan üzerime kırdı. Çok şükür sakat kalmadım, bir hafta yattım, iyileştim.

Mavi: İnsan haklarına önem verilmeli. Kendini özgürce ifade edemiyorsun. Her şey yasak. Sadece it gibi çalış, vergi ver.

Pembe: Herkes durumu kabullenmiş. Türkiye için şunu diyebilirim: Ölmüş de Azrail canını almayı unutmuş.

BanaBiSendika lütfen

Kuryelerin çalışma şartlarını iyileştirmek ve güvenceye kavuşmak için bugüne kadarki örgütlenme girişimleri ne yazık ki kalıcı olamadı. Son dönemde, pandemi şartlarında, DİSK'e bağlı Nakliyat-İş BanaBiSendika sloganıyla kurye örgütlenmesine hız verdi. Kampanyayı Nakliyat-İş örgütlenme sorumlusu Mehrali Yücedağ’dan dinliyoruz.  
                                                      Mehrali Yücedağ (Kasketli)

Motokuryelerin örgütlenmesi çalışmalarına ne zaman başladınız?

Mehrali Yücedağ: Pandemi sürecinde online satışların artmasıyla motokuryelerin de iş yükü çok arttı. Nakliyat-İş olarak Türkiye genelinde kargo, lojistik, online satış, paketlemeyle ilgili iş yerlerinde bir aydır binlerce bildiri dağıttık, sendikalaşma çağrısı yaptık. Bildirilerimizi dağıtmaya devam edeceğiz. Taşımacılık iş kolundaki tüm işyerlerinde örgütlenmeyi sürdürüyoruz. Aslında motokuryelerin örgütlenmesine yönelik çabalarımız yıllardır sürüyor. Hedefimiz sadece motokuryeler de değil. Kuryelerin çalıştığı firmalardaki depocuları da örgütlüyoruz.

Türkiye’de İşkolları Yönetmeliği’ne göre 20 iş kolu var. Motokuryeler taşımacılık, gıda, büro gibi farklı işkollarına bölünmüş durumda. Taşımacılık işkolundaki motokuryeleri Nakliyat-İş’e üye yapıyor, diğerlerini ait oldukları işkolundaki sendikalara yönlendiriyoruz.

Bu arada motokuryelerin mesleki örgütleri, dernekleri var. Bu da olumlu bir şey. Motorcu derneklerinin bazıları sendikalaşmayı kendilerine alternatif olarak görüyor. Oysa böyle bir durum söz konusu değil. Biz işkolu bazında örgütleniyoruz.

Örgütlenme çalışmanız son günlerde hayli görünürlük kazandı, sizce bunun nedeni ne?

Pandemi koşullarında sosyal medya daha çok kullanılıyor. Etkisi büyük. Bizde sosyal medyada “BanaBiSendika” başlığıyla TwitterFacebook sayfaları açtık. Epey ilgi görüyor. Ancak, öncelikle işçilerle birebir görüşüyoruz. 7/24 çalışan motokuryeler ve yine işkolumuzda olan kargo, lojistik sektörlerinde çalışan işçiler için sendikamızın tüm yönetici ve işyeri temsilcileri seferber olmuş durumda. Sokağa çıkma yasağı günlerinde dahi işçilerle buluşuyor, örgütlenme çalışmamızı yürütüyoruz. Sosyal medyadaki görünürlük bu mücadelemizin bir yansıması. Şu anda Yemek Sepeti’nde iyi bir örgütlenmemiz var. Motokuryeler dışında, çok sayıda depocu işçi kardeşimiz de hızla örgütlenmede yer alıyor.

"Toplu iş sözleşmesiyle işyerlerinde hakarete, keyfi davranışlara, haksız işten atmalara son vereceğiz. Mobbing’in önüne geçilecek. Performans adı altında iki-üç işçinin yapacağı işin" bir işçiye yaptırılması, çalışanların birbiriyle yarıştırılması ortadan kalkacak."

Sektörde çalışan işçilerin çalışma koşullarına dair en çok yakındıkları konular neler? 

Pandemi koşullarında sağlıksız bir biçimde çalışmak tüm işçiler için en büyük sorun. İşçilerin sağlığı ikinci plana atıldı. Biz sendika olarak "İşçilerin sağlığı patronların kârından önemlidir” diyoruz. Bununla ilgili çok sayıda basın açıklaması, eylem yaptık. Diğer büyük şikâyet pandemiyle birlikte, zaten ağır olan iş yükünün daha da artması. Buna karşılık ücretler pandemi öncesindeki seviyelerde kaldı. Ayrıca, maaş artı prim usûlü çalışılıyor. Primler yasal olmayan, keyfi bir biçimde kesiliyor. İşçiler ay sonunda ceplerine kaç lira gireceğini bilmiyor. Hastalanınca, işe geç gelince, sisteme geç girince ya da müşteriye geç kalınca primleri kesiliyor; hakeza yemek molasından feragat etmediklerinde de. Her şey performans değerlendirmesine tabi. İşçilerin en çok şikâyet ettikleri konulardan biri de birbirleriyle yarıştırılmaları. Performans yarışı kazalara yol açıyor. Yüzlerce işçi kaza yaptı, birçoğu hayatını kaybetti. Ayrıca işyerlerinde işçilere mobbing uygulanıyor. Çok yoğun fazla mesaiye kalıyorlar. Mesaiye kalmak istemeyen işçilerin yerleri, vardiyaları değiştiriliyor. Sektör çok hızlı büyüyor. Bundan dolayı işçileri acımasız şartlarda çalıştırıyorlar. İşsizliğin yüksek olmasından yararlanıyorlar.

Kampanyanız nasıl karşılandı, nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Motokuryelere, depoculara “Yasal haklarımıza, ekmeğimize, onurumuza, kişiliğimize sahip çıkmak için yola çıkıyoruz” dedik. Kısa bir süre içinde çok sayıda işçi sendikamıza üye oldu ve sendikal mücadeleyi sahiplendi. Çok kısa zamanda çoğunluğu sağlayıp yetki alacağımızı düşünüyoruz. Sendika üyeliği anayasal bir hak. İşçiler anayasal haklarını kullanıp sendikamızla birlikte toplu iş sözleşmeli çalışma düzenine geçecek. Toplu iş sözleşmesiyle işyerlerinde hakarete, keyfi davranışlara, haksız işten atmalara son vereceğiz. Mobbing’in önüne geçilecek. Performans adı altında iki-üç işçinin yapacağı işin bir işçiye yaptırılması, çalışanların birbiriyle yarıştırılması ortadan kalkacak. İşçilerin hak edişleri olan primleri kesilemeyecek. Ve en önemlisi işçilerin geleceği işverenin iki dudağı arasında olmayacak. Tabii tüm bunları örgütlü gücümüzle başaracağız. 

Söyleşi: Halil Burak Öz / 1+1FORUM

 

AKP’nin Müslüman Kardeşlik çıkmazı(I-II-III-IV-V-VI)*- Özdemir İnce / CUMHURİYET

(I) 

Nursultan Nazarbayev, “Araplaştırılarak kaybolan uygarlıklar” başlığı altında, İslam dinini kabul ederek Araplaşan halkların (Mevalilerin) hastalanma ve engellileşme süreçlerini yalın bir dille saptıyor. 

Ben de aynı düşünceyi paylaşıyorum ama adlandırmadaki “uygarlıklar” sözcüğünün yerine “uluslar, halklar” sözcüklerini yazıyorum.

                              ***

“Persler, Pakistanlılar, Afganlar; Sümerlerin, Akadların, Babillilerin, Asurluların torunları olan Iraklılar; Süryani kökenli Suriyeliler Arap değildir. Mısırlılar Arap değildir. Antik Mısır medeniyetinin mirasçılarıdır. Araplaştılar. Kürtler, Çeçenler Arap değildir; Tunus Arap değil Kartacalıdır; Cezayirliler, Libyalılar, Faslılar Arap değildir, Tuareg ya da Berberidir. Araplaştılar. Lübnanlılar Arap değil, Fenikelilerin torunlarıdır. Boşnaklar Arap değildir, İslamı kabul etmiş Sırplardır. Araplaştılar. Osmanlılar Arap değildir. Araplaştılar. Türkler Arap değildir, Atatürk onları özlerine döndürdü ancak hızla Araplaşıyorlar.”

***

Nazarbayev’i yerinde bırakıp Müslüman halklar konusunda bir başka sayfa açalım: Rahmetli dostum şair, filozof ve üniversite öğretim üyesi Abdelwahab Meddeb yazarlarından olduğu La Plus Belle Histoire de la Liberté (Özgürlüğün En Güzel Tarihi) adlı kitabın “Özgürlük Karşısında İslamcılık” bölümünde, kendisine sorulan soruları yanıtlar.

***

- Bu Batı karşıtlığı nereden kaynaklanmaktadır?

- Yaygın inancın aksine, Müslümanların Batı karşıtlığı sömürge olgusuna anında bir tepki değildir. Karşıtlık, 1920’lerde, sömürgeleşmenin başlamasından bir asır sonra doğdu. Bu, Batılıların gelişine karşı bir tepki değildir; Avrupa’nın teknik, siyasi ve ekonomik üstünlüğüne karşı tepkidir. Müslüman düşünürlerin kafasında oluşan yaygın ve güdümlü düşüncenin büyük tepkisidir. Bu aydınlar, siyasi, ahlaki ve ekonomik liberalizmi bu aşikâr üstünlüğün kaynağı olarak tanımladılar, Arap ve İslami gelenek ve göreneklerini köklü bir sorgulamadan geçirmeye başladılar.. Müslüman Kardeşler’in ideolojik bir sistem olarak inşa ettiği Batı karşıtlığı, bu müthiş entelektüel özgürleşmeye karşı bir tepkidir. İslamdaki Batı karşıtı duygunun Batı’daki Batı karşıtı duyguyla aynı zamanda oluştuğunu da belirtmek çok önemlidir: Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan el Benna, Spengler ya da Schmitt gibi yazarların Avrupa aydınlanmasına karşı yürüttüğü felsefi saldırının tanığı olmuştur. El Benna’da onların kuramsal gücü ya da söylemsel katılıkları elbette ki yoktur, ancak yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkan havada, liberal ilkelerin küresel olarak sorgulanması, bu hareketin içinde yer almaktadır.

- Bu Batı karşıtlığı neye dayanıyor?

Leo Strauss’un “nihilizm” adını verdiği şu liberal demokratik ideolojinin kesinlikle reddine dayanıyor. Batılı saldırganların, Batı’nın açıkça demokratik olmayan -aslında derinlemesine antidemokratik- davranışından başlıyor. Cezayir, Şam veya Kahire’de demokrasi düşüncesini yok eden tutumlarından. Demokratik söylemi basit bir tahakküm kanıtına indirgediler. Aslında, onlara göre, hakların evrenselliği fikrini değersizleştirdiği için bu hakların evrensel olarak uygulanmasına karşıydılar.

***

Şimdi gelelim bizim İslamcı AKP’nin Arap taklitçiliğinden doğan ideolojik sefaletine. Özel bir tepki gene özel bir etkiden doğar. Müslüman Kardeşler’in kendine özgü (sübjektif) Batı karşıtlığı Müslüman Türklerin Batı karşıtlığı için kendine özgü bir ideoloji olamaz. Müslüman Kardeşler benzeri bir Batı karşıtlığı yüzde yüz taklitçiliktir. Arap ülkeleri Batı’nın sömürgesi olmuştur ama Türkler sömürgeli olmak ezikliğini hiçbir zaman yaşamamıştır.

1920’lerin Arap aydınlarının sömürge ve emperyalizm karşıtlığı din kökenli değildir, kendine dönük, kendini sorulayan bir karşıtlıktır; Selefiler ve Müslüman Kardeşler gibi kaynağa, başa dönüp onu aynen tekrarlamak gibi bir niyetleri yoktur. Daha çok Osmanlı’nın Tanzimat ve Meşrutiyet’inden, dahası Cumhuriyetten etkilenmiş olabilirler. Onların Batı karşıtlıkları dinsel ve gerici bir tepki değildir. Sosyo-politiktir.

***

Batı’ya Hitlerci faşist Müslüman Kardeşler gibi körlemesine düşman olmak başka, onu bir olgu olarak kabul edip rasyonel yöntemle eleştirmek ve reddetmek başka.

*Altı bölümlük bir yazı dizisi.

(II)

19. yüzyıl Osmanlı aydınlarının ortak kaygısı Osmanlı’yı kurtarmak idi. Yusuf Akçura (1876-1935) da temel yapıtı Üç Tarz-ı Siyaset (Kahire, 1904) adlı kitabındaki makalelerini bu amaçla kaleme almıştı. Ona göre bu kurtuluş için üç olasılık vardı:

1. Bir Osmanlı ulusu meydana getirmek,

2. İslamcılığa dayanan bir devlet yapısı kurmak,

3. Irka dayalı bir Türk siyasal ulusçuluğu meydana getirmek.

***

Araplar da aralarında olmak üzere Osmanlı egemenliği altında yaşayan halklarda uluslaşma sürecinin motoru olan milliyetçilik başladığı için bir Osmanlı ulusu yaratmak mümkün değildi. II. Abdülhamit’in desteklediği Panislamizm de mümkün değildi. Çünkü Osmanlı Devleti dışında kalan bütün Müslüman halklar, Hıristiyan devletlerin sömürgeleştirdiği ülkelerde yaşıyordu. Türkçülük, Asya Türklerini de kapsadığı için aynı engel Türkçülük için de geçerliydi. Bu koşullar altında Osmanlı’yı kurtarmak mümkün değildi. Nitekim kurtulamadı. Yerine “Laik Çağdaşlaşma” (Muasırlaşma) adını verebileceğimiz dördüncü siyaset tarzı, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Uzun yıllardır kendine “yerli ve milli” bir tarz arayan R.T.Erdoğan, Cumhuriyetin yerli ve milli olduğunu bir türlü kabul edemedi. Çünkü laiklik, R.T.Erdoğan’ın Panislamcılığına karşı idi. Evrensel (pan) anlamında değil de sadece İslamcı olabilseydi kendine bir çıkış yolu bulabilirdi. Bulamadı. Karşı olduğu taklitçiliğin peşinden giderek Mısır kökenli faşist Arap milliyetçisi Müslüman Kardeşler’in (İhvânü’l-Müslimin) ideolojik defterine yazıldı.

***

29 Aralık 2010 tarihli Hürriyet gazetesinde “Mısır, Türkiye’nin geleceğidir” başlıklı bir yazı yayımlamıştım. Konunun anlaşılmasına yarayacak bazı bölümler aktaracağım:

“Bilindiği gibi Mısır’a da ne olduğu belirsiz ‘Arap Baharı’ geldi. Seçimler yapıldı ve iktidara Müslüman Kardeşler çöktü. Seçimle gelen Mursi, Mısır’a Müslüman Kardeşler’in damgasını vurmaya kalkıştı ve devlet kadrolarına onları getirdi. Derken, Hüsnü Mübarek gibi bir ‘Firavun’a dönüştü ve ardından Gezi Direnişi benzeri Tahrir Meydanı gösterileri başladı, askeri darbe geldi.

‘Mısır Türkiye’nin geleceğidir’ derken bunların hiçbirini düşünmemiştim. Dilerim ki Türkiye, Mısır’a benzemez. Bu ne demek? Bu soruyu başka bir soru ile karşılayacağım: 1923 yılında laik bir Cumhuriyet kurulmayıp, devlet günümüz İslamcılarının ataları tarafından kurulsaydı ne olurdu? Bu soruyu yalnızca laik Cumhuriyetçiler değil, katı İslamcılar, ılımlı ve ılımsız (mülayim) İslamcılar, laik Müslümanlar da yanıtlamalıdır. Ortadan yanıtlayalım:

• Laik ve demokratik Cumhuriyet kurul(a)mazdı. Bir Cumhuriyet kurulsa bile adı ‘İslam Cumhuriyeti’ olurdu.

• ‘Başkan’ seçimleri göstermelik olurdu: Başkanlık, babadan oğula geçerdi. ‘Ömür boyu’ ya da Suriye, Kuzey Kore ve Azerbaycan’da olduğu, Mısır’da olacağı gibi. Türkiye’de de cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçildiği zaman aynı şey tekrarlanacaktır. 

• Kadınların tamamı türbanlı, peçeli, çarşaflı, burkalı olurdu.

• Anaokulundan itibaren eğitim ve öğretim din çerçevesine oturur, din adamları medreselerde yetişir; üniversiteler günümüzdekinin bin beteri olurdu.

• 2010 yılında, AKP hükümetinin böbürlendiği her türlü sınai ve ekonomik başarı, siyasal saygınlık, laik ve demokratik Cumhuriyetin eseridir. 1923’te ülke AKP zihniyetinin elinde olsaydı, düzeyi, Afganistan, Yemen, Sudan ya da öteki Müslüman Afrika ülkelerinin düzeyi olurdu. Orada kalırdı.

• Şu anda içinde bulunduğumuz ve hiç de hoşnut olmadığımız ortam ve düzey, Cumhuriyetçiler dayandığı sürece belki korunabilir. O direnç bitince, Cumhuriyetçi inanç bastırılınca her şey sona erer. AKP dünyası bütün hikmet ve marifetin kendilerinden kaynaklandığını sanıyor ama sözünü ettiğim Cumhuriyetçi deha yok olduğu zaman kendisinin (kendilerinin) çölde otomobili bozulan bedevi gibi ortada kaldığını (kaldıklarını) görecektir.”

***

“AKP tarikatı hükümeti iç ve dış politikasını Suriye ve Mısır’a odaklandırmış durumda. Neden mi? Çünkü bu iki ülkede de Müslüman Kardeşler zorla da olsa iktidara gelmek istiyor. Ardından Tunus’taki An Nahta iktidarının tam anlamıyla Müslüman Kardeşler iktidarına dönüşmesini bekleyecek, daha sonra öteki Arap ülkelerine sıra gelecek.

Bunları önümüzdeki aylarda ve belki yıllarda göreceğiz.”

***

Şu anda Saray yönetiminin içinde kıvrandığı çıkmaz, Müslüman Kardeşler taklitçiliğinden kaynaklanmaktadır.

(III)

Telos Yayınevi’ni yönettiğim sırada Amin Maalouf’un Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri adlı kitabını, 1997 yılında, M.A. Kılıçbay’ın çevirisiyle yayımlamıştım. Kitabın Sonsöz bölümünden yaptığım alıntı İslamcı AKP’nin sahip çıktığı saptantıyı çok güzel tasvir etmektedir.

***

Haçlı Seferleri, Batı Avrupa için aynı anda hem ekonomik hem de kültürel bir gerçek devrimin başlatıcısı olmuştur. Bu kutsal savaşlar Doğu’da ise uzun bir gerileme ve karanlık dönem başlatmıştır.. Her bir yandan saldırıya uğrayan Müslüman dünyası kendi üzerine kapanmıştır. Dayanıksız hale gelmiş, savunmaya çekilmiş; hoşgörüsüz olmuş ve kısırlaşmıştır. Durumu, karşısında kendini marjinalleşmiş olarak hissettiği dünya evrimiyle orantılı olarak ağırlaşmaktadırlar. Artık öteki gelişmektedir. Modernizm, ötekidir. Acaba bu modernizmi reddederek dinsel ve kültürel kimliğine mi sarılması gerekirdi? Yoksa bunun tersine, kimliğini kaybetme tehlikesini göze alarak modernizm yoluna kararlı bir şekilde girmesi mi gerekirdi? Ne İran ne Türkiye ne de Arap âlemi bu ikilemi çözmeyi başarabilmiştir. Bugün işte bu nedenden ötürü hâlâ Batılılaşma zorunluluğu ile şu yoğun yabancı düşmanlığının yarattığı aşırı fondamantalizm arasında, çoğu zaman, ani geçişler yaşamaya devam etmektedir.

Barbar olarak tanıdığı, yerdiği ama o zamandan bu yana dünyaya egemen olmayı başaran bu Frenkler’den hem büyülenen hem de korkan Arap dünyası, Haçlı Seferlerini gerilerde kalmış bir geçmişin basit bir dönemi olarak kabul etmeyi başaramamaktadır. Araplar ve genelde Müslümanlar, Batı karşısında bugün bile hâlâ yedi yüzyıl önce bitmiş olması gereken olaylardan etkilenmeye devam etmektedir.

Oysa üçüncü bin yılının arefesinde, Arap dünyasının siyasal ve dinsel sorunları hâlâ Selahaddine, Kudüs’ün düşmesine ve geri alınmasına atıfta bulunmaktadırlar. Halk, tıpkı bazı resmi söylevlerde de olduğu gibi İsrail’i yeni bir Haçlı devleti saymaktadır. Filistin Kurtuluş Ordusu’nun üç tümeninden biri hâlâ Hattin, diğeri de Ayn Çalut adını taşımaktadır. Başkan Nasırşanının zirvesinde olduğu günlerde bile Suriye ve Mısır’ı -hatta Yemen’i- birleştirmeyi başarmış olan Selahaddin’le karşılaştırılmıştır. 1956’daki Süveyş harekâtı, tıpkı 1191’deki gibi Fransızlar ve İngilizler tarafından girişilen bir Haçlı Seferi sayılmıştır.

Benzerliklerin şaşırtıcı oldukları doğrudur. Sibt el-Cevzinin Şam halkının önünde, Kutsal Kent’te düşmanın egemenliğini kabul etmeye cüret eden el-Kâmilin ‘ihanet’ini ifşa ettiği duyulduğunda, başkan Sedatı düşünmemek mümkün müdür? Golan veya Bekaa’nın denetimi için Şam ile Kudüs arasındaki kavga söz konusu olduğunda, geçmişi şimdiden ayırmak nasıl mümkün olacaktır? Usamanın istilacıların askeri üstünlüğüne ilişkin fikirleri okunurken, düşünceye dalmamak nasıl mümkün olacaktır?

Devamlı saldırıya uğrayan bir Müslüman dünyasında, zulme uğrama duygusunun ortaya çıkması önlenemez. Bu duygu, bazı fanatik kişilerde tehlikeli bir saplantı haline gelmektedir. 13 Mayıs 1981’de Mehmet Ali Ağcanın Papa’ya ateş ettiği ve bunu daha önce yazdığı bir mektupta şöyle açıkladığı görülmemiş midir? Haçlıların başkomutanı “Papa II. Johannas Paulus’u öldürmeye karar verdim.” Bu bireysel eylemin ötesinde, Arap Doğu’nun Batı’yı her zaman doğal düşman olarak gördüğü açıktır. Ona karşı girişilecek bütün hasmane hareketler, ister siyasal ister askeri veya isterse petrol alanında olsunlar, meşru bir intikamdan başka bir şey değillerdir. Ve bu iki dünya arasındaki kırılmanın, bugün Araplar tarafından hâlâ bir tecavüz olarak hissedilmeye devam eden Haçlı Seferleri sırasında meydana geldiğinden kuşku duymak mümkün değildir.” (*)

***

Bu bulaşıcı travma salgını, Arapların geleceği geçmişte arama saplantısıdır, yani Selefi saplantısıdır. Neden geri kaldıklarını kendilerine sordukları zaman aldıkları (verdikleri) cevap hep aynıdır: “Çünkü dinimizin altın dönemi olan Halifeler döneminin inanç ilkelerinden uzaklaştık! O halde o dönemin kuvvet ve ihtişamına kavuşmak için o döneme dönmeliyiz.”

Sadece Arap halkının değil, aklı redettiği için çağının çağdaşı olamayan, dolayısıyla “Batı” sandığı evrensel uygarlığa düşman olan öteki Müslümanların da içine düştüğü “Gayya Kuyusu”dur bu. Günümüz AKP’si de bu kuyunun içindedir.

(*) Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, s.339.

(IV)

AKP, bütün İslamcılıklar gibi Arap milliyetçisi bir oluşumdur. Bütün Selefiler gibi geleceğini İslamcı geçmişte arayan anakronik bir kafası vardır. Bu nedenle de çağının, aydınlanmanın, laikliğin ve aklın düşmanı; İslami dogmaların tutsağıdır. Gözü kafatasının arkasında olan bir hilkat garibesidir.

AKP bu özelliğiyle, aralık (2020) ayında yayımlanan Türk Aydınlanması ve Laiklik (*) adlı kitabımın sürekli konuğu oldu. Bilgi ve ilginize sunduğum “Başkan ya da Müminlerin Emiri” (**) adlı yazı Osmanlı’nın son yıllarında yaşanan ve Cumhuriyet sayesinde önü açılan çıkmazı ele almaktadır.

***

Anımsayalım: Tanzimat’tan itibaren bütün 19. yüzyıl boyunca Osmanlı aydınları, imparatorluğu kurtarmak için üç siyasete bel bağlayıp peşinden gitmişti: Osmanlıcılık, Panislamizm ve ırkçı Pantürkizm (Turancılık). Üçü de Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına engel olamadı. Ancak ve sadece Kuvvayi Milliye ruhu ve muasırlaşmak bilinci imparatorluğun yıkıntılarından günümüzün Türkiye Cumhuriyeti’ni çıkardı.

Cumhuriyet kurulduktan sonra, Osmanlıcılar, Panislamistler, Turancılar (Pantürkistler) bozguna uğramış hayallerinden vazgeçmediler. Üçü de kendine göre Cumhuriyette kusurlar aramaya başladı. Bunların arasında en çok zırvalayanlar Panislamistlerdir. Onlara göre Osmanlı Devleti’ni Türk milliyetçiliği yıkmıştır. Oysa 1800’lerin başında Osmanlı ve Türk düşmanlığına dayanan Arap milliyetçiliği neredeyse Hıristiyan milletlere örnek olmuştur.

***

Cumhuriyet ve devrimler karşıtı ve düşmanı Türkiye İslamcıları, Cumhuriyet ve devrimlerin karşısına sanki bir Arap milliyetçisi kimliğiyle çıkmıştır: Saltanat ve Hilafet kaldırılmamalıydı; Medeni Kanun getirilmemeliydi, dil, harf ve kıyafet devrimi yapılmamalıydı; laiklik getirilmemeliydi.

Böylesine geniş kapsamlı devrimler yapılırken toplumun bazı kesim ve katmanlarının, bireylerinin bunlara karşı çıkması kuşkusuz doğaldır. Ama Türkiye İslamcıları, yapılanlara bir Müslüman olarak değil, Arap milliyetçisi olarak karşı çıktı. Müslüman olarak öylesine Araplaşmışlardı ki tepkilerinin Arap milliyetçiliğinden kaynakladığını fark etmiyorlardı.

Arapça bilmeyen bir ulus Kuran’ı neden kendi dilinde okumasın, kendi dilinde dua edip namaz kılmasın, ezan neden Türkçe okunmasın? Kuran’da Arapçadan başka dilleri Müslümanlara yasaklayan herhangi bir ayet var mı? Yok! İslam, Arapçadan başka dilleri yasaklamıyor ama Arap milliyetçiliği yasaklıyor. İslam öncesine dayanan Arap milliyetçiliği, Müslümanlığı sonradan kabul eden bütün halkları küçümsemiş ve Araplaşmalarını istemiş ve beklemiştir. Bu baskı altında Osmanlı uleması, tarikat şeyhleri Araplaşmışlar, yarım yamalak Arapça ile düşünüp bu dille yazmışlardır.

Cumhuriyet, Türkiye halkını Arap kültür emperyalizminden kurtarmak için, çağdaşlaşmak için devrimlerini yapmıştır.

Arap milliyetçiliğine göre İslam uygarlığının kurucusu Arap, yıkıcısı Türktür. Bağımsızlık sınırları içinde Arap milliyetçiliğine saygı göstermek gerekir. Ama orada durulur!

Arap milliyetçiliğinin iddialarını İlhan Arsel’in ‘Arap Milliyetçiliği ve Türkler’ (İnkılap Kitabevi) adlı kitabından okuyalım. Yazar, her sayfanın altında kaynaklarını göstermektedir: ‘İslâm dinini gelişmekten alıkoyan Türklerdir. Türklerin İslamiyeti kabul etmeleri ve Arap ülkelerini fethetmeleri sonucunda İslam dini, onların hoşgörüden yoksun ve akılcılığa sırt çeviren, ilme ve kültüre düşman davranışları yüzünden bozulmuş ve kendine özgü niteliklerinden uzaklaştırılmıştır.’ (S.8)

‘Eğer Moğollar, XIII. yüzyılda Bağdat kitaplığını yakmamış olsalardı, biz Araplar, bilim ve fende öylesine ilerlemiş olacaktık ki şimdiye kadar çoktan atom bombasını bulmuş olacaktık. Bağdat’ın yağma ve talan edilmesi bizi yüzyıllar gerisine götürmüştür.’ (S.9)

Bu iddialarda Moğollar ve Türkler özdeşleştirilir. Hidrojen bombasının ve gezegenler arası uyduların sırrının Kuran’ın Fusilât suresinin 53. ayeti ile al-Rahman suresinin 33. ayetinde bulunduğunu söyleyen, Müslüman Kardeşler hareketinin kurucusu Hasan alBanna, eğer Türkler gelip de Arap ülkelerini istila etmemiş olsalardı Arapların, Ruslardan ve Amerikalılardan önce uzaya insan göndermiş olacaklarını ileri sürer. (S.9)

(*) Özdemir İnce, Türk Aydınlanması ve Laiklik, SİA Kitap, 2020. 

(**) s.69

(V)

Türk Aydınlanması ve Laiklik (SİA Yayınları) adlı kitabımda yer alan “Başkan ya da Müminlerin Emiri” (s. 69) adlı yazıdan yaptığım alıntıya devam ediyorum:

***

Zihinsel olarak Araplaşmış Türkiye İslamcıları, Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmışlar, Hilafet Ordusu’nun sancağı altında iç savaş yapmışlardır. Cumhuriyetin kurulmasından sonra gizlice CHP içinde, açıkça Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924) ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda (1930), ardından Demokrat Parti’de (1945) yer almışlar, sonunda hepsi kapatılan kendi partilerini kurmuşlardır: Necmettin Erbakan tarafından kurulan Milli Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet ve Saadet partileri ile bu partilerden gelen yenilikçilerin (!) kurduğu Adalet ve Kalkınma Partisi. 

Bu partilerin İslamcı olmaları bir ölçüye kadar kabul edilebilir ama hepsinin Cumhuriyet karşısındaki tutum ve tavırları, Arap milliyetçiliğinin saplantılarını yansıtmaktadır. 

Demokratik cumhuriyetlerde, siyasi partilerin amacı, seçimle iktidara gelip ülkeyi kendi programlarına göre idare etmektir. Ancak Türkiye’nin İslamcı partilerinin hedefi Cumhuriyeti ele geçirmek ve Cumhuriyet öncesine geri dönmek olmuştur.

***

Laik Cumhuriyet, devlet ve toplumu, İslamcı bir devletin asla başaramayacağı düzeye çıkarınca, İslamcıların iştahının iyice kabardığı görülüyor. ‘Din ve İman’ı kullanarak iktidarı ele geçirdikleri, ‘Masa’nın yetki ve otoritesini kullanarak ‘Kasa’dan harcayarak Cumhuriyet devrimlerini tersine çevirmek istiyorlar. Bu nedenle okulları imam hatipleştiriyorlar, okullarda Arapça ve Arap harflerini zorunlu hale getiriyorlar, kadınları eve kapatmak, gündelik hayatı Araplaştırmak istiyorlar. Amaçları askeri okulları ve Harbiyeleri imam hatiplilere açmak. Gerçek kimlik ve niteliklerini korudukları sürece amaçlarına ulaşamayacaklarını anladıkları için 31 Temmuz 2016 tarihli bir kanun hükmünde kararname (KHK) ile askeri ortaöğretim okullarını (Kuleli Askeri Lisesi ve Astsubay Okulları) ve harp okullarını kapattılar, yerlerine Silahlı Kuvvetler Üniversitesi kurdular. Bu KHK darbesinin amacı, TSK’yi Cumhuriyetçi köklerinden koparıp göbek bağını İslamcı ideolojiye bağlamak ve böylece Cumhuriyeti savunmasız bırakmaktı. Bu operasyonu ‘Askeri vesayete son vermek’ sloganıyla meşrulaştırmak istiyorlardı. Askerin Cumhuriyeti korumak görevini ‘Vesayet’ sıfatıyla yozlaştırmak istiyorlardı.

Bu programın son menzili R.T.Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti’ne başkan olması idi. Daha doğrusu Müminlerin Emiri olması. R.T.Erdoğan önce Ortadoğu’da, sonra bütün dünyada Müminlerin Emiri olmak istiyor. Ancak tarihten habersiz olduğu için Arap milliyetçiliği karşısında bozguna uğrayacağını henüz bilmiyor.

Bunların hepsi oldu!

Tanık olarak Amin Maalouf

Haçlı seferleri, Batı Avrupa için aynı anda hem ekonomik hem de kültürel gerçek bir devrimin başlatıcısı olmuştur, bu kutsal savaşlar Doğu’da uzun bir gerileme ve karanlık dönemine doğru açılmışlardır. Her bir yandan saldırıya uğrayan Müslüman dünyası kendi üzerine kapanmıştır. Dayanıksız hale gelmiş, savunmaya çekilmiş; hoşgörüsüz, kısır olmuştur; bunların hepsi, kendini ona nazaran marjinalleşmiş olarak hissettiği dünya evriminin sürmesi ölçüsünde ağırlaşmaktadırlar. Gelişme, artık ötekidir. Modernizm, ötekidir. Acaba bu modernizmi reddederek dinsel ve kültürel kimliğini olumlaması mı gerekirdi? Yoksa bunun tersine, kimliğini kaybetme tehlikesini göze alarak modernizm yoluna kararlı bir şekilde girmesi mi gerekirdi? Ne İran ne Türkiye ne de Arap âlemi bu ikilemi çözmeyi başarabilmiştir ve bugün işte bu nedenden ötürü hâlâ zorunlu Batılılaşma ile fazlasıyla yabancı düşmanı aşırı fundemantalizm safhaları arasında, çoğu zaman ani olan geçişlere tanık olmaya devam edilmektedir.

Barbar olarak tanıdığı, yerdiği ama o zamandan bu yana dünyaya egemen olmayı başaran bu Frenklerden hem büyülenen hem de korkan Arap dünyası, Haçlı seferlerini gerilerde kalmış bir geçmişin basit bir dönemi olarak kabul etmeyi başaramamaktadır.

***

Arapların bu geçmişi bizim geçmişimiz değildir! Anadolu’daki Türk halkı hiçbir zaman Batı karşısında aşağılık duygusuna kapılmamış, Araplar gibi Hıristiyan düşmanı olmamıştır. Osmanlı, ele geçirdiği topraklarda yaşayan Hıristiyan halkın dil ve dinlerini değiştirmeyi Araplar gibi zorlamamıştır.

(VI)

MHP milletvekili Yaşar Yıldırım’ın “Bazı kurumların eleştirilmesinde hiç fayda yoktur. Bu kadar Haçlı üzerimize gelirken bu Haçlılar ile mücadelede en önemli kurum olan Diyanet’in eleştirilmesi Haçlılara yardımdır, Haçlılara destektir. Diyanet’in elbette ki vardır eksiği gediği. Diyanet İşleri Başkanımızdan imamına kadar herkes hal, hareket, davranış biçimine dikkat etmelidir. Çünkü yürüdüğü, geçtiği, yediği, kalktığı her yerde Müslümanları temsil eder, İslamı temsil eder” (Cumhuriyet, 17.12.2020) dediğini anımsayalım. Bu, ne anlama geliyor?

***

Bu, yabancılaşma ve kendi kökünden kopup Arap beyniyle düşünmek anlamına geliyor. Osmanlı düzeninde Araplaşmanın ocağı ulema sınıfıdır. O halde ulema nedir?

Müslüman ülkelerde eğitimli din âlimlerinden oluşan sınıf. Tekili erkekse âlim, kadınsa âlimedir... Ulema sınıfı fıkıh ve şeriat (İslam hukuku) konusunda derin bilgiye sahiptir ve bazı âlimler, aynı zamanda şeriatın uygulayıcısıdır.

Bazı Müslüman ülkelerde ulema tabiri sadece İslami konularda uzun süre eğitilmiş olan müftü, kadı, fakih ve muhaddis gibi akademisyenler için, bazen de molla ve imam gibi alt seviyedeki din adamlarını kapsayacak şekilde de kullanılır. Osmanlı Devleti’nde ulema sınıfı ilmiye adıyla devlet kontrolünde ve örgütlü bir yapıya kavuşturulmuş, kurumun başına şeyhülislam getirilmiştir.

***

İnternetten aktardığım tanıma “derin bilgi” sıfatlaması dışında katılıyorum. Osmanlı’nın ulema sınıfı, devletin denetiminde devlet memuru olduğu için aydın ve entelektüel sayılamaz. Böyle bir sınıftan Anadolu halkını savunması beklemenez. Bu sınıfın Araplaşmasının, dahası bu dilin devletin resmi dili olmasını istemenin nedeni İslam dinidir. Kısacası Osmanlı uleması sarayın çıkarlarını savunan sözde bilginler sınıfıdır; bu kimliğiyle bütün yenilik girişimlerini karşısında (istemezükçü) olmuştur.

AKP’ye gelince, okulları dinselleştirerek kendisi için ulema sınıfı yaratmaya çalışmaktadır.

***

Anadolu’nun gerçek halkı olan Türkmenler ve Yörükler ile bu toprağın İslam dinini kabul ederek Türkleşen ahalisi yüzlerce yıl Araplaşmaya karşı direnerek asla Araplaşmadı. Yarım yamalak ezberlik Arapça öğrenerek Araplaşan ulema kendi halkına ihanet etti.

Anadolu halkına sadece ulema değil, sadece devşirmelerin alındığı Enderun okulu ve yeniçeri ocağı da ihanet etti.

Yeniçerinin ne olduğunu bilinir ama Enderun’un ne olduğu pek bilinmez. Enderun’dan sadrazamlar, kaptan paşalar, yeniçeri ağaları, eyalet valileri, sancak beyleri, daha başka hizmetler için elemanlar, ayrıca şairler, edipler, ressamlar, mimarlar, müzikçiler, tarihçiler yetişmiştir; dahası fen ve matematik bilginleri (!) ve öğretmenleri yetiştiği de iddia edilir. Öğrencilerin (içoğlan) tamamı devşirme, yani “kul” idi. Halkla hiçbir ilişkileri yoktu.

***

Ulema sınıfı bir “okul sınıfı” değildi, kendi çıkarları olan bir toplumsal sınıftı. Onun da kendine göre çıkarları vardı. Bu çıkarlar yüzünden, Osmanlı döneminde düşünülen ve girişilen her türlü yenileşmeye karşı çıkarak devletin ve toplumun geri kalmasına yol açtı. Zaman zaman yeniçeri askeriyle işbirliği halinde isyan çıkararak padişahları tahttan inidirip vezirlerin kellesini aldı. Teokratik Osmanlı saltanatında bile muzır bir sınıftı. Bu sınıf büyük oranda Kurtuluş Savaşı’na muhalafet etti. Bu özelliğini Cumhuriyet döneminde de sürdürdü ve bütün devrimlere karşı çıktı.

Cumhuriyet devrimlerine Anadolu halkı karşı çıkmamıştır. Dil devrimine karşı çıkmadı, çünkü bu devrim, onun konuştuğu Yunus Emre diline geri dönüştü. Halk, Osmanlıca konuşmuyordu.

Harf devrimine gelince o halk, Osmanlıcayı bilmediği gibi Arap harflerini de bilmiyordu. Öğrenebileceği okul da yoktu zaten. Bu nedenle harf ve dil devrimleri yüzünden halkın cahil kaldığı iddiası da mürteci ulema sınıfının yalanlarından biriydi.

***

Nereden bakılırsa bakılsın AKP ve Saray, Osmanlı gibi halka karşı geleneğin buyruğunda ezeli Arap hayranlığını sürdürürken Müslüman Kardeşler’i de keşfetmiş, Mısırlı Ahmet El Benna ve Seyyid Kutub’un kafasıyla düşünmeye başlamıştır. Bu kafayla muhalefet yapılır ama asla iktidar olunamaz. Ve unutmayalım ki El Kaide ve IŞİD, bir Müslüman Kardeşler ürünüdür, ki bu da AKP’yi şaibeli bir duruma düşürür.

Özdemir İnce / CUMHURİYET



Maliye meseleleri - Oğuz Oyan / SOL

 Yüzü emekçi sınıflara da dönük olabilen maliye politikaları bakımından dünyanın en nekes siyasi iktidarı herhalde Türkiye'de bulunuyor.


Pandemi krizi bir kez daha gösterdi: Yüzü emekçi sınıflara da dönük olabilen maliye politikaları bakımından dünyanın en nekes siyasi iktidarı herhalde Türkiye'de bulunuyor. Yanlış anlaşılmasın, kapitalist ülkelerin tümünde iktidarların yüzü öncelikle sermaye sınıfına, onun ihtiyaçlarına dönüktür. Ama, pandemi öncesinde ve sırasında emekçi kesimlere bu denli sırtını dönen bir gelişmiş kapitalist devlet örneği bulamazsınız. 

Sınıfsal güç dengelerinin zorlaması ve toplumsal onayın sürekli alınmasına olan ihtiyaç, gelişmiş kapitalist ülkelerin devletlerinin emekçi katmanların tepkilerine tamamen duyarsız kalmalarını engeller. Özellikle de toplumsal tepkilerin zirve yaptığı bu tür pandemik/ekonomik kriz dönemlerinde en azından zevahiri kurtarmak zorundadırlar. Bunun örneklerini geçtiğimiz yıl içinde bolca gözlemledik; bu tür devletler, ücretli ve küçük üretici emekçi katmanlar lehine de politika üretmeye, ücret/gelir kayıplarını önemli ölçülerde telafi etmeye yöneldiler. 

Buna toplumsal dinamiklerin dayatmasıyla mecbur kalmış olsalar da tek etken bu değildi. Önemli bir ekonomik küçülmenin yaşanacağı belli olmuşken, geniş toplum kesimlerinin gelirlerinin/tüketimlerinin desteklenmemesi halinde daralmanın daha da şiddetlenmesi kaçınılmaz olacaktı. Demek ki madalyonun bir yüzünde de ekonominin yüzdürülmesi yani sermayenin belirli kesimlerinin de mevcut krizde çok ihtiyaç duyduğu talep unsurunun desteklenmesi bulunmaktaydı.

Peki Türkiye'de iktidar çevreleri bunların hiç mi farkında değildi, yoksa yüksek kamu açıkları ve kamu borçlanması nedeniyle sınırlanan kaynak sorunlarını mı aşamıyordu? Yoksa sermayenin önünün çeşitli kredi politikaları (yeni krediler açılması veya borç ertelemeleri), maliye politikaları (vergi ve sigorta primi indirimleri ve ertelemeleri, vergi harcamaları) ve faiz politikalarıyla (Kasım 2020 öncesinde enflasyonun altında fazler uygulanması) açılmasının, dolaylı etkilerle, emekçi kesimler için de yeterli olabileceği avuntusuna mı saplanmıştı? Öyle ki, sistemde var olan "işsizlik sigortası ödeneği" ile "kısa çalışma ödeneği" gibi düzeneklerden daha fazla kullandığı, sermayenin onyıllardır talep ettiği "ücretsiz izin" düzeneğini uygulamaya sokmak oluyordu. Günde 39 TL'lik "nakdi ücret desteği" aslında emekçiden çok, emekçiyi ihbar ve kıdem tazminatı vermeden kapı eşiğinde tutan veya muvazaalı olarak çalıştırma olanağı elde eden sermayeye yarıyordu.

Peki bunların toplam yükü bakımından Türkiye'de durum neydi? Destekler GSYH'nın yüzde 0,9'unu aşmıyordu; üstelik bunların çoğu da İşsizlik Sigortası Fonu'ndan, prim karşılığı bir hak niteliğindeydi. Aşağıda ayrıntıları verilecek.

Kaynak sorunu mu?

Sermaye yönlü teşviklere bakılır, bunların içinde bütçeden yapılan vergi harcamalarının büyüklüğü (2020 Bütçesi başlangıç teklifinde 195,6 milyar TL) dikkate alınır, bu arada Hazine'nin yıl içinde yükselen/çeşitlenen borçlanma pratikleri dikkate alınırsa, bunun bir kaynak sorunu olmadığı anlaşılır. Kaldı ki böylesine özel dönemlerde her zaman olağanüstü önlemlerin devreye sokulmasının da bir meşruiyeti olacağı açıktır.

İktidar bunlara kısmen gitmedi değil; ama yüzü hiçbir zaman emeğe dönük olmadı. Saray'ın düşük faiz saplantısı nedeniyle faiz aracının kullanılmasından kaçınıldığı bir dönemde, TL'nin değer yitimini dizginlemek adına döviz/altın rezervlerinin tümüyle eritildiği ve kısmen sıcak para çıkışlarına peşkeş çekildiği dikkate alınırsa, burada kaynakların ekonomik anlamda "yanlış" kullanılmasını aşan bir durumla karşı karşıya olunduğu daha iyi anlaşılır.

AKP iktidarı böyle dönemlerde akla gelen/gelmesi gereken bir servet vergisini ise hiç düşünmedi. Onun yerine Aralık 2019'da yasalaştırdığı ancak 2020'nin pandemik kriz koşulları nedeniyle uygulamasını bu yıla ertelediği bir "Değerli Konut Vergisi" (DKV) var. (Emlak Vergisi Kanunu, m.42-49). DKV'nin vergilemede eşitsizliği büyütecek bir vergi türü olacağı konusunda daha önce yazmıştık. Çok sayıda konutu olan ama hiçbirinin vergi değeri 5 milyon TL'yi aşmayan gayrimenkul zenginleri bu verginin mükellefi bile olmayacaklar. Öte yandan 5 milyon TL'yi aşan değerde tek konutu olanlar ile birden fazla konutu olanlar bunlardan biri için DKV'den muaf olacaklar! Üstelik, DKV sadece konut olarak kullanılan taşınmazları dikkate alacak, ticari olanları, arsaları kapsamayacak. En büyük spekülasyonların kentsel arsalar üzerinde yapıldığını hesaba katarsak, bu verginin göstermelik olmaktan kurtulamayacağı açık. Nitekim DKV tahsilat tahmini de 2021 Bütçesinde yalnızca 350 milyon TL'den ibarettir. Vergi uzmanı Dr. Nedim Türkmen'e göre bunun daha tahsil edilebilmesi zordur (Sözcü, 23 Ocak 2021).

Oysa değerli meslektaşımız Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu'nun kolayca uygulanabilir nitelikte olması bakımından önerdiği, bir milyon TL eşiğini aşan TL ve döviz cinsi mevduatlar (300 bin civarında yükümlü) üzerine uygulanacak yüzde 1,5 oranındaki bir dayanışma (kısmi servet) vergisi bile, 38 milyar TL'lik bir vergi kaynağını sorunsuz bir biçimde hemen sağlayabilecek türdendir. Bu öneri, Türkiye'de uygulabilecek bir servet vergisinin nihai şekli olarak düşünülmemeli (Hayri hoca da öyle düşünmüyor zaten, bkz: Birgün Gazetesi, 15 ve 20 Aralık 2020); matrah oluşturmaya dönük karmaşık ön hazırlıklara ve yan ekonomik tedbirlere ihtiyaç duyulmaksızın hemen uygulanabilecek bir vergi olarak anlaşılmalı.

2021 bütçesi üzerine

Hürriyet Gazetesi ekonomi yorumcusuyken iktidarın hoşuna gitmeyen yazıları nedeniyle birkaç yıl önce gazeteyle ilişiği kesilen ekonomist Uğur Gürses'in "Ekonomi Alla Turca" başlıklı bir internet sitesi var. Burada da dikkati çeken eleştiriler içeren yazılar yazıyor. 19 Ocak 2021 tarihli "Bir 'bütçe tasarrufu' hikayesi" başlıklı yazısı da bunlardan biri. Yazısını, yeni Hazine ve Maliye Bakanı Lütfü Elvan'ın 'bütçe açığı hedefin altında kaldı' açıklamasının bir aldatmacadan ibaret olduğunu vurgulamak üzere kaleme almış haklı olarak. Yazısındaki ek bütçe ve bütçe tasarrufu konusundaki eleştirileri de oldukça yerinde. Fakat yazısı, maliyeci olmamanın getirdiği bazı sorunlar da taşıyor. Değerli dostumuz Prof. Dr. Aziz Konukman, bunlara işaret eden bir notunu bana iletti. Gözden geçirilmiş halini aynen aktarıyorum.

"Uğur Gürses’in Yazısı Üzerine Notlar

1- "Meclis’e getirilen teklifle borçlanma limiti 138,9 milyar TL’den 240 milyar TL’ye çıkarılmasını içeriyordu" deniliyor. Burada iki düzeltme gerekiyor. Teklif öncesinde limit 138,9 milyar TL değildi. Borçlanma limitinde Merkezi Yönetim değil Genel Bütçe açığı esas alınır. 2020 yılı için Genel Bütçe açığı 4749 sayılı Kanun'un 5. Maddesine göre 140,1 milyar TL olarak öngörüldüğü için yıllık borçlanma limiti 140,1 milyar TL’dir. Yani Teklif öncesinde limit bu düzeyde idi. Meclis’e getirilen teklifle ekleme yapılarak bu tutar 309 milyar TL’ye yükseltilmiştir. Dolayısıyla metinde verilen 240 milyar TL tutarı doğru değildir. (Ayrıntısı şöyle: 4749/5'e göre, ihtiyaç halinde 140.1 milyar TL’lik limit yıl içinde en çok yüzde 5 ve ayrıca Cumhurbaşkanı kararıyla ilave yüzde 5 artırılabilir. Buna göre borçlanma limiti 154.5 milyar liraya çıkar. Bu tutar sözü edilen kanuna yapılan eklemeyle -iki istisnanın kullanılmasıyla ulaşılan tutarın ikiye katlanmasıyla-  309 milyar TL’ye yükseltilmiştir).

2- "Geriye, bütçeden harcanmış olması muhtemel miktar, yani sadece 7,2 milyar TL kalıyordu" deniliyor. ‘Sosyal Koruma Kalkanı’ kapsamında 31 Aralık 2020 sonu itibarıyla verilen toplam 45,3 milyar TL destek miktarının üç kaynağı var. Bakanın sunduğu tablodaki veriler yeniden düzenlendiğinde üç kaynak arasındaki dağılım şöyledir: (i) Sosyal Yardımlaşma Dayanışma Teşvik Fonu (SSYTF): 6 milyar 376 milyon TL; (ii) İşsizlik Sigortası Fonu(İSF): 36 milyar 837  milyon TL; (iii) Biz bize benzeriz kampanyası: 2 milyar 56 milyon TL. Görüleceği üzere ‘Sosyal Koruma Kalkanı’ kapsamında bütçeden bir kaynak aktarılmamıştır.

3- "O zaman neden borçlanma limiti 239 milyar TL’ye yükseltilmek isteniyordu?" diye bir soru yöneltiliyor. Bu soru anlamsız çünkü limit 309 milyar TL’ye yükseltilmiştir.

4- "Peki bu teklif Meclis’e geldiğinde Hazine halihazırda ne kadar borçlanmıştı? Tam 241 milyar TL. Yani fiili durumu yasayla normale çevirmek için 240 milyar borçlanma yetkisi isteniyordu. O yüzden YEP’e konulan 'bütçe açığı tahmini' 239 milyar olarak yerleştirildiği çok açıktı" tespiti de doğru değil. O tarihteki 241 milyar TL’lik fiili borçlanma tutarı iki istisnanın kullanılmasıyla ulaşılan tutar olan 154,5 milyar TL'nin üstünde kalmaktadır. Bu durumda ortaya 86,5 milyar TL'lik bir yasa dışı borçlanma çıkmıştır. Söz konusu teklifle hem bu konumdan çıkılmış  hem de daha fazla borçlanabilmenin yolu açılmış oluyordu.

5- Aralık 2020 Kamu Borç Yönetim Raporu’na göre Kasım sonu itibariyle net borçlanma tutarı 229,1 milyar lira olmuştur. İstenildiğinde Aralık’ta net borçlanma tutarı 80 milyar daha artırılabilir.

6- Kasım sonu itibariyle gerçekleşen 172,7 milyarlık bütçe açığının üzerinde net borçlanma yapılması düşündürücüdür. Yetki tümüyle kullanılırsa (sözü edilen 80 milyarlık daha net borçlanma yapılırsa) bu fark daha da açılacaktır. Bu durumda faizler önümüzdeki dönemde daha da artacaktır. Bu da bilindik dışlama etkisi yaratacaktır. Gelişmelerin ne yönde olacağını kestirebilmek için Ocak sonunda yayımlanacak raporu beklememiz gerekiyor".

Oğuz Oyan / SOL

25 Ocak 2021 Pazartesi

Krizler şaşırtır - Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

ABD’de pandemiyle, ekonomik, ekolojik, siyasi krizlerin çakıştığı noktada göreve başlayan Biden-Harris yönetimi, dinci-ırkçı faşist sağı ve solda sosyal demokrasiyi küçümseyenleri şaşırttı.

‘NASIL YANİ?’

Trump’ı Tanrı’nın lütfu, adeta Mesih olarak gelmiş biri olarak gören, ırkçı-dinci faşistler, Biden’ın asla başkan olamayacağına inanıyorlardı. Tanrı son anda müdahale edecek, bir mucize olacak, Trump başkanlığı ikinci kez alacaktı.

Trump ve faşist hareketin en militan kesimi bu kehaneti gerçekleştirmek için çok çalıştı. Ancak, fanteziler dünyasında dolaşmaktan, devletin ve iktidarın işleyişini bir türlü kavrayamadıkları için, “6 Ocak kalkışması” yüzlerinde patladı.

Şimdi, Biden’ın işini kolaylaştıran “yararlı salaklara” dönüşmüş oldukları bile söylenebilir: Trump ikinci kez azledildi, Cumhuriyetçi Parti Senato Grubu Başkanı McConnel, Trump’ı ve çevresini “halkı türlü yalanlarla isyana teşvik etmek” gibi, eğer yargılama konusu olursa, vahim sonuçlar yaratacak bir eylemle suçladı. Şimdi, özellikle evanjelik (Protestan) kesim ve QAnon takipçileri “özdeşleşme nesnesini” sorgulatan, kimlik sarsıcı bir şaşkınlık içindeler: “Nasıl yani?”, “İncil’deki kehanetlere ne oldu?”

Sosyalistlerin, sosyal demokrasinin üstünü çizmiş kesimi de şimdi Biden’ın ilk günde imzaladığı kararnameleri bir bağlama oturtmaya çalışıyorlar. Nasıl oldu da esas olarak Demokrat Parti’nin sağ kanadı olarak bilinen, siyasi yaşamının bilançosu, gerici pratiklerle dolu bir adam, yemin töreninde yaptığı konuşmada, Covid-19 krizinin yanı sıra, gelir dağılımındaki bozulmayı, “yapısal ırkçılığı”, iklim krizini vurguladı, ilk icraat olarak da ABD’yi Paris İklim Anlaşması’na, Dünya Sağlık Örgütü’ne geri döndüren, Trump’ın yüz karası sınır duvarının inşaatını durduran, Müslümanlara uygulanan seyahat yasağını, yasadışı göçmenleri çocuklarından ayıran, vatandaş olmayanları nüfus sayımına dahil etmeyen kararları iptal etti. Biden, hem ekolojik dengeyi bozan hem de yerlilerin kutsal saydığı toprakları kirleten Keystone enerji boru hattı projesini durdurdu, doğal park alanlarında petrol - gaz sondajlarını yasakladı, pandemi ve ekonomik kriz nedeniyle kiralarını ya da “morgıç” taksitlerini ödeyemeyenlerin tahliyesini yasaklayan kararı kriz aşılana kadar uzattı, öğrencilerin borçlarını dondurdu, asgari ücreti 15 dolara yükselten, toplu pazarlık sistemini güçlendiren kararları imzaladı. Şimdi, bu “gayet ilerici” kararlar karşısında kimi sosyalistlerin de “Nasıl yani?” kampına katıldığını görüyoruz.

DAHASI DA VAR

Biden’ın, Covid-19 ve ekonomik krizle mücadele paketi, 1930’ların “Yeni Mutabakat” olarak anılan, II. Dünya Savaşı sonrası Refah Devleti döneminde Sosyal Demokrat hükümetleri yönlendiren paketi anımsatıyor, neo-liberal paradigmanın artık geride kaldığını düşündürüyor. Biden yönetimi, Covid-19 ile mücadele etmek, işsizliği ve yoksulluğu azaltmak, sağlık hizmetlerinin tabanını genişletmek, devlet yatırımlarıyla altyapıyı yenilemek ve ekonomiyi canlandırmak istediğini, bu amaç için 1.9 trilyonluk bir kaynağı, gerektiğinde borçlanarak açık bütçe politikası uygulayarak, en zengin yüzde 1’i vergilendirerek harekete geçirmeye kararlı olduğunu söylüyor.

Özetle, halk sınıflarının çıkarlarını da göz önüne alan, bir klasik sosyal demokrasiye geri dönüş niyetinden söz etmek olanaklıdır. Bu dönüşün başarılı olması için, emek-sermaye arasında yeni bir mutabakatın kurulması, 1950’lerdeki gibi faşizmin egemen sınıflar açısından bir seçenek olmaktan çıkarılması gerekiyor. Bu iki hedefin başarılmasıyla, “Nasıl yani?” dedirten gelişmeler arasında yakın bir ilişki var.

Sosyalist Jacobin dergisinin dikkat çektiği gibi, eğer Demokrat Parti’nin sol kanadı, Bernie Sanders ve Alexandria Ocasio-Cortez gibi sosyalistlerin etrafında canlanmasaydı, “Siyah Yaşamlar Önemlidir” hareketi ve en geniş tanımıyla sol hareketin, sokaklara faşist hareketin kitlesinin kat kat aşan büyüklükte kitleleri çıkarma becerisi olmasaydı, Biden’ın bu kadar “ilerici” bir programı benimsemesi de söz konusu olmayacaktı.

Sol hareket canlanmadan sosyal demokrasinin ilerici refleksler sergilemesi ve bunları koruması, bu ikisi birlikte hareket etmeden de faşizmin geriletilmesi olanaklı değildir!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Cumhuriyet: Y’nin üstünde şarapnel var - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet



Yolum gazeteye pek düşmüyor. Haliyle posta kutum şiştikçe şişiyor. Geçen, bir fırsat kapıdan girdim. 

Tam çıkacakken “Bir dakika” dedim. Hatıra olsun, Cumhuriyet logosunun altında fotoğraf çektireyim. Ama “ ”  harfinin altında.

Evet, elimde yıllar sonra basılan İlhan Selçuk’un kitabı, “Yüzbaşı Selahattin’in Romanı” var. Yanında da çoğu hapishanelerden yazılmış mektuplar. Ama ayrıntı bu değil; Cumhuriyet’in “y”sinin üstündeki saldırı izi. O yazıdaki leke konuşsa, “Beni unutmayın” diyecek gibi.

Hayır, bir kutlamada havaya ateş ederken olmadı. Terörist bir parça, bile isteye oraya saplandı.

Önceki gün, Ergenekon kumpas davasının sanıklarından birinin öldürülmesiyle bir kez daha hatırlandı. Cumhuriyet gazetesi dincilerin kışkırttığı, FETÖ’nün yönettiği militanlar tarafından defalarca saldırıya uğradı. 5, 10, 11 Mayıs 2006 tarihlerinde gazete binası kumpasçı Osman Yıldırım’ın da aralarında olduğu ekip tarafından üç kez bombalandı. 29 Mart 2008 günü gazete binası molotoflandı. Gazete tehdit edildi, kurşunlandı. Yetmedi, Cumhuriyet kendisine yapılan saldırıların faili yapıldı. Bir gece sabaha karşı evinden alınan İlhan Selçuk, Ergenekon kumpasında sanık oldu. Ömrü, davanın sonunu görmeye yetmedi.

İlginç, “y” harfinin üzerindeki izi gazetenin eskilerine sordum. Hangi saldırıdan olduğunu kimse hatırlamıyordu. O döneme tanıklık eden güvenlik görevlisine göre, bombalardan birinin marifetiydi.

OSMAN YILDIRIM’IN MESAJI

Eve döndüm. Zarfları açtım. Bir tanesi farklıydı. “Görüldü” damgalı, Edirne F Tipi Cezaevi’nden gelen bir fakstı. Gönderen kısmında “Osman Yıldırım” yazıyordu. 

Yani Cumhuriyet’e bombaları atan, ardından Danıştay’a saldırarak Türkiye’yi karanlığa boğan kişi. Yazdıkları 5 kelimeden ibaretti:

“Atatürk’ten ve cumhuriyetçilerden özür diliyorum.”

Belli ki yıllar önce FETÖ’cü savcıların “Osmanım” diyerek kullandığı Osman Yıldırım, bugün konuşmak istiyordu.

Süreci bilen avukat Zeynep Küçük’ü aradım. Osman Yıldırım’ın son durumundan haberdardı:

Danıştay cinayeti nedeniyle Ankara’daki mahkemeden müebbet hapis cezası aldı. Ancak cezası onanana kadar korkunç bir şekilde tutuklanmadı, ev hapsi verildi.  Cezasının Yargıtay’da onandığı gün, kaçıp sınırı geçmeye çalışırken Edirne’de yakalandı. F Tipi Cezaevi’ne kondu. Ergenekon kumpasından ikinci bir müebbet aldı ama ikinci müebbet cezası halen kesinleşmedi. Dava sürerken ‘beni kullandılar’ dedi ama itirafçı olup da ayrıntılarını anlatmadı.

Belli ki bana gönderdiği faks ile Osman Yıldırım, kendisine “Osmanım” demeyecek ama “anlat bakalım” diyecek savcısını beklediği mesajı veriyordu.

YÜZBAŞI SELAHATTİN’İN VATANI

Mektuplar bitti. Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nı okumaya başladım. Yıllardır çeşitli sorunlar nedeniyle basılamayan tarihi belgenin, 17. baskısı Cumhuriyet Kitapları aracılığıyla okuyucuyla buluştu.

İlhan Selçuk; dostu Cengiz’in babası olan Selahattin Yurtoğlu’nun 15 cilt tutan hatıralarını almış, belgesel romana dönüştürmüştü. Anılarını toplamasının gerekçesini Yüzbaşı Selahattin şöyle anlatıyordu:

Yakın tarihi okuduğunuz zaman anlayacaksınız ki yüz yıl sonra bilinmediği için aynı biçimde tekrar edilmiş ve aynı felaketi doğurmuştur. Kafasını yormamış, dünü aramamış insanlar, bu zahmete katlanamadıklarından, bazen hayatlarını kaybetmişlerdir.

Yüzbaşı Selahattin’in anıları yüz yıl önceyi anlatıyordu. Ama tüm mesajları bugüne taşınıyordu.

Yüzbaşı Selahattin, Osmanlı’nın bitip yeni Türkiye’nin başladığı kuşağın temsilcilerinden biriydi. Avrupa’dan kovulan imparatorluğun doğuda yeniden var edilebileceğine inanıyordu. 20 Aralık 1914’te, 20 yaşında bir teğmenken, İstanbul’dan Turan’ı fethetmeye çıkmıştı. Gelgelelim İstanbul’a dönüşü 5 Şubat 1919 günü yenik bir şekilde oldu.

Yüzbaşı Selahattin; Halil Paşa ile Kafkasya’da Bekir Sami Bey ile Ortadoğu’da savaşmıştı. Gelgelelim öksüz Selahattin, “vatan benim anamdır” diye büyüdüğü halde vatanının neresi olduğunu bilmiyordu. Trablus mu, Kafkasya mı, İran mı, Irak mı, Orta Asya mı, Anadolu mu? Selahattin, kararını son eylemiyle verdi. Seçenekleri ikiydi: İşgal İstanbul’unda kalıp kariyer subayı olmak mı, Milli Mücadele’de nefer olmak mı? Yüzbaşı Selahattin, “sonu bilinmeyen serüven” dediği ikinci yolu seçti. 21 Mayıs 1919 günü İstanbul’u bir kez daha terk etti. “Vatan nedir” sorusu da böylece yanıt buluyordu.

MİLLİ MÜCADELE BİR İHTİLALDİ

Bir tarihsel olay herkesin gözünden elbette farklı görünebilir. Anıları da Yüzbaşı Selahattin’in bakışıyla sınırlanıyor. Ama bir nefer tanıklığı, çoğu tarih kitabından daha çok şey öğretiyor. Zira Selahattin, Anadolu’nun işgali hazmedemediğini de karşısındaki teröre ve aşağılanmaya karşı çaresizliğini de anlatıyor. Elleriyle Yunan ordusuna devlet binalarını teslim eden valiler mi dersiniz, korkudan evlerini Yunan bayraklarıyla donatan halk mı? Sonuçta savaş, şiddete karşı daha büyük bir şiddet yaratmakla kazanılabiliyor.

Yüzbaşı Selahattin, verilen mücadelenin sadece dış düşmana değil, içerdeki işbirlikçilere karşı da olduğunu fark ettikçe yaptıklarının ihtilal olduğunu anlıyor:

İhtilal, kişilerin bir amaç uğruna ölüme atılmalarıyla başlar. Bu kişilerin çokluğu ve güçleriyle orantılı olarak yaşar. Milli Mücadele kahramanları tarihin sinesine ihtilalle girdiler.”

Yüzbaşı Selahattin cami kürsülerine çıkıp “bağımsızlık vaazı” verirken, ilk döktükleri kanın öyküsünü de şöyle aktarıyor:

Alaşehir camilerine dört hoca gelmiş, halka vaaz ederek diyorlarmış ki: ‘Yunan ordusu padişah emriyle geliyor, sakın hürmette kusur etmeyin!’ Bekir Sami, bu hocaların sabahleyin kaymakamlık binası önüne getirilmesini söylemişti. (…) Bekir Sami umulmadık bir an içinde tabancasını çekip dört hocayı yere serdi. Onlar yerde debelenirken gür ve sert bir sesle kaymakama: Görevlerini yapmayanların sonu bu olacaktır, bunu unutmayın ve siz de böyle davranın, deyip atını sürdü. Bekir Sami, 3 Haziran 1919 sabahı Anadolu ihtilalinin ilk kurbanlarının kanlarını Alaşehir’de dökmüştü.”

AYDIN NASIL ÖLÜR

Peki, ihtilalin bir aklı, bir ruhu var mı? Yüzbaşı Selahattin’in tanıklığı onun yanıtını da veriyor. Bekir Sami Bey, Hükümet Konağı’nı “hayatımı zor kurtardım” diyerek Yunan komitacılara teslim eden bürokrata şöyle konuşuyor:

Arkadaş! Bir er gibi ölmek köylünün ve cahilin ödevidir. Aydın bir kişi, bir kitlenin içinde emir ve kumandayla ölmez. O, inancının ve görevinin emrettiği yerde tek başına ölür. Aydın ölümü, bir muharebe başarısı için değil; bir inancın, bir fikrin tohumunu atmak için olur.”

Harbiye’deki devresi orduya 463 subay veren, harpten sonra hayatta 53 arkadaşı kalan Selahattin’in romanını Uğur Mumcu’yu andığımız gün, yani dün bitirdim. “Aydın cinayetleri, beden değil, fikir cinayetleridir” derken gözümün önünden geçenlere bakıyorum: Cumhuriyet’in “y”si, ülkeye elbirliğiyle kurulan kumpas, aydınlara saplanan şarapnel parçaları, cenazeleri devlet töreniyle kaldırılan “keşke Yunan kazansaydı"cı İslamcı yazarlar, elimdeki “özür dilerim” notu, bir de hatırlayamadıklarımız...

Keşke daha çok Selahattinimiz olsaydı, keşke!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet