18 Şubat 2021 Perşembe

Efsane isim Özcan Arkoç hayatını kaybetti - Tarık ERYİĞİT / SÖZCÜ

 


Türk futboluna bir dönem damga vurmuş isimlerden biri olan efsane kaleci Özcan Arkoç hayatını kaybetti. Özcan Arkoç, ligde unutulmaz anların ismi olduğu gibi, Avrupa'daki hem futbolculuk hem de teknik direktörlük kariyeri ile de 'İlkleri başaran isim' olarak Türk futbol tarihine geçti.


Türk futbol tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir isim Özcan Arkoç… Şenol Güneş’in ‘Türkiye’nin en iyi iki kalecisinden biri’ dediği Özcan Arkoç, hayatını kaybetti. 81 yaşında hayata gözlerini yuman efsane kaleci, Vefaspor, Fenerbahçe ve Beşiktaş dışında Avusturya Wien ve Hamburg formaları da giydi.

Geçmişi çabuk unutan bir millet olarak bazı isimlerin başardıklarını atlıyoruz. Özcan Arkoç da bu isimler arasında yer alıyor… Hayatını kaybettiğinde önemini anladığımız değerlerimizden biri olmasına izin verilmeyecek bir kariyere sahip olan efsane kaleci, Türkiye’de ve Avrupa’da başardıklarıyla, imza attığı ilklerle hatırlanmayı fazlasıyla hak ediyor.

Özcan Arkoç’un hikayesi 13 yaşında Alpullu Şekerspor’da yeşerdi. Genç yaşta Vefaspor yöneticilerinin dikkatini çeken Özer Alkoç, İstanbul’un yolunu tuttu. Ardından Avrupa’ya gidene kadar İstanbul’dan hiç ayrılmadı. Fenerbahçe ve Beşiktaş’ta forma giydi. ‘Şampiyonların file bekçisi’ unvanını aldı.

BİR SORUYLA BAŞLAYAN KARİYER

Ortaokul yıllarında arkadaşlarıyla okul bahçesinde top oynarken böyle bir kariyer hayal etti mi bilinmez ama, Özcan Arkoç’un Türk futbolunda unutulmazlar arasına girmesine bir soru vesile oldu. Alpullu Şekerspor kalecisi henüz 13 yaşındaki Özcan Alkoç’a “Kaleci olmak ister misin?” diye sorar. Bu soru, genç bir sporcunun efsane olma yolunda ilk adımı atmasını sağlar.

Alpullu Şekerspor takımında iki yıl kaldıktan sonra İstanbul’a, Vefaspor’a gider. Vefaspor’un yıllar sonra bile hatırlanmasını sağlayan efsane kadroda, kaleci bolluğu olmasına rağmen şansını denemeye karar verir. İstanbul ekibinin biri milli 7 kalecisinden biri olur. 17 yaşında Vefaspor’un İtalyan teknik direktörü Giovanni Varglien’in gözüne girer ve takımın birinci kalecisi olmayı başarır.

Türkiye liglerinde o zamana kadar oynayan en genç futbolcu olur. Saha içinde başarılı kurtarışları dışında centilmenliği ile de dikkat çeken Özcan Arkoç, 1956-57 sezonunda Merkez Hakem Komitesi’nce ligin en centilmen futbolcularından biri olarak seçilir. Milliyet Gazetesi’nin düzenlediği “Yılın En İyi Sporcusu” oylamasında ise 3. olur. Artık isminden iyice söz ettirmeye başlamıştır.

1958 yılında Milli Takım’ın kalesini de korumaya başlar. 9 kez Milli Takım forması giyer.

                      Özcan Arkoç / Milli Takım Fotoğraf: DepoPhoto

UNUTULMAZ GOLÜ YEDİ

İstanbul Profesyonel Ligi’nde mücadele eden Fenerbahçe, kaleci sıkıntısını yıldızı yeni yeni parlamaya başlayan Özcan Arkoç ile doldurmaya karar verir. Yapılan görüşmeler sonrası anlaşma sağlanır ve 1958 yılında Fenerbahçe’nin kalesini korumaya başlar Özcan Arkoç…

Özcan Arkoç’un kalesini koruduğu Fenerbahçe, 1958-59 sezonunu namağlup şampiyon olarak tamamlar. Üstelik 18 maçta sadece 7 gol yiyerek. Türkiye Ligi’nin ilk sezonu olan 1959 yılında da Fenerbahçe kalesini korur. Galatasaray ile oynanan final maçında, Metin Oktay’ın attığı unutulmaz golü yiyen de O’dur.

ʻʻ
'38. dakika oldu. 39'a girmek üzereyiz. Nuri aldı topu, sol taraftan Metin'e doğru geçirdi. Deniz tarafındaki kaleye doğru gidiyor Metin... Tehlikeli olabilir mi henüz belli değil... Kafasını kaldırdı Metin, çapraza baktı. Kalede Özcan var. Vurdu Metin, kaleye doğru gidiyor. Gooolll! Goooolll! Metiiiin! 1-0... Umulmadık anda umulmadık bir gol... Fenerbahçeliler 'Top auta çıktı' diye itiraz ediyorlar. Ağları yırttı geçti top! Özcan şaşkın, taraftarlar şaşkın ama Galatasaray 1-0 galip durumda...'
Orhan Ayhan'ın anlatımıyla...

Metin Oktay’ın ‘Ağları delen’ inanılmaz sert şutunu durduramaması, Özcan Arkoç’un yıllarca hatırlanmasını sağlayan ilk futbol anısı olur. Maçı 1-0 kaybeden Fenerbahçe, rövanşta ezeli rakibini 4-0 yenerek şampiyonluğa ulaşır. Türkiye Ligi’nin ilk sezonunda şampiyon olan takımın kalesini koruyan isim olarak da tarihe adını yazdırır.

NEDENİ BİLİNMEYEN BİR ANLAŞMAZLIK SONRASI EZELİ RAKİBE İMZA

Fenerbahçe kalesini başarılı bir şekilde koruyan Özcan Arkoç’un, 1962 yılında sarı-lacivertli ekipteki kariyeri sona erer. Görüşmelerinde iki taraf anlaşma sağlayamayınca, yollar ayrılır. Anlaşmazlığın neden kaynaklandığı hala bilinmez. Para olmadığı ise açıktır. Çünkü Beşiktaş’a transfer olan Özcan Arkoç, Fenerbahçe’de aldığı paranın beşte birine imza atar.

Bir röportajında Fenerbahçe’den ayrılma sürecinin “Ufak bir anlaşmazlıktan dolayı Fenerbahçe’den ayrılmak zorunda kaldım” diyerek açıklar. İstanbul’un Asya Yakası’ndan Avrupa Yakası’na geçiş süreci böyle başlar. Beşiktaş’ta iki sene oynar. Asıl isteği Edirne’nin dışına çıkmak, kariyerine Avrupa’da devam etmektir. Bunun en büyük nedeni ise Avrupa’daki çimlerin daha iyi olmasıdır.

            Özcan Arkoç Beşiktaş formasıyla… Fotoğraf: DepoPhotos

AVRUPA KAPILARINI AÇAN TEKNİK ADAM

Performansı ile Avrupa kulüplerinin dikkatini çeker. Alman kulüpleri tarafından da istenen başarılı eldiven, 1961 yılında Bayern Münih, 1962 yılında Eintracht Frankfurt tarafından denenir. İki takımdan da teklif alamaz. Avrupa’da oynama hayali tam sona eriyorken, Fenerbahçe’nin eski teknik direktörü Ignac Molnar imdada yetişir.

Molnar, Fenerbahçe’den tanıdığı Özcan Arkoç’un yeteneğini biliyordu. Birlikte çalışmışlardı. Avusturya’da denemelere katılması için Özcan Arkoç’u ikna eder. Deneme sonunda Avusturya Wien, yetenekli kalecideki ışığı fark eder. Beşiktaş 4 bin 500 dolar bonservis bedeli ödeyerek başarılı kaleciyi kadrosuna katar.

Böylece 1964 yılında ilk Avrupa macerası başlar. Üç yıl Avusturya Wien’de oynar. 64 maça çıkar. Gittiği hiçbir takımda yedek kalmayan Özcan Arkoç, 17 yaşından bu yana yaptığını yine yapar. Avusturya Milli Takımı kalecisi Gernot Fraydl’ı keser. Takımın birinci kalecisi olur. Son senesinde takımı ligin en az gol yiyen takımı olur. Ligi ise üçüncü sırada tamamlar. Avusturya Kupası’nı müzesine götürür.

İLK TÜRK FUTBOLCU

Avusturya’daki performansı dikkatlerden kaçmaz. Bundesliga ekibi Hamburg, çok sık rastlanmayacak bir transfer hikayesi sonrasında kendisine teklif yapar.

O dönem Alman ekibinin kalesinde dünyaca ünlü Horst Schnoor vardır. Ancak sakatlığı nedeniyle Hamburg, kaleci arayışına girer. Hamburglu bir gazeteci, Viyana’daki bir gazeteci arkadaşı ile konuşurken, takımın kaleci aradığından bahseder. Viyana’daki kaleci de “Avusturya Wien’de Özcan Arkoç isminde bir kaleci var. Çok yetenekli. Hamburg’un kaleci sıkıntısını çözebilir” diyerek tavsiyede bulunur. Bunun üzerine iki takım yönetimi arasında görüşmeler başlar ve transfer tamamlanır.

Hamburg’ta tam 8 sene geçirir. Alman ekibinin kalesini 159 kez koruduğu bu sürede adını tarihe yazdıracak unutulmaz anlar yaşar. Tarihe geçtiği maç ise 1968 yılında Kupa Galipleri Kupası finalinde Milan ile oynanan maçtır. Bu maçta Hamburg’un kalesini koruyan Özcan Arkoç, bir UEFA organizasyonunda final oynayan ilk Türk futbolcu olur. Bu maçta Kurt Hamrin’in iki golüne engel olamaz. Hamburg yenilerek ikinci olsa da, Özcan Arkoç, Türk futbol tarihine geçerek teselli bulur.

HERKES TAYFUN KORKUT SANIYOR AMA…

Aşil tendonunda yaşadığı sakatlık sonrası 1975 yılında, 36 yaşında profesyonel futbolculuk kariyerine nokta koyar. Ancak uzun yıllar hizmet ettiği Hamburg’dan ayrılmaz. 1976 yılında Kuno Klötzer’in yardımcı antrenörü olarak göreve başlar. Kalesini koruduğu dönemde elinden kaçırdığı Kupa Galipleri Kupası’nı bu kez 1977 yılında, teknik heyette iken kaldırır.

Bir sonrası sezon Rudi Gutendorf’u takımın başına getiren Hamburg, Kupa Galipleri Kupası’nda erken veda edilmesinin ardından Gutendorf ile yollarını ayırır. Teknik direktörlük görevi için Özcan Arkoç ile anlaşılır. Böylece sanılanın aksine Tayfun Korkut’tan önce Bundesliga’da takım çalıştıran ilk Türk teknik direktör Özcan Arkoç olur. Yine tarihe geçmiştir.

Felix Magath ve Kevin Keegan gibi efsane isimlere teknik direktörlük yapar. 9. sırada aldığı takımı, bir ara 6. sıraya kadar yükseltse de, lig sonunda 10. sırada kalır. Almanya Kupası’na Schalke 04 karşısında alınan 4-2’lik yenilgi sonrası çeyrek finalde veda eder. O dönem iki maç üzerinden oynanan Avrupa Süper Kupası’nda Liverpool’a karşı 1-1 biten ilk maçın rövanşında 6-0 yenilerek kupayı rakibine kaptırır.

Adını Türk futbol tarihine yazdırdığı bir diğer olay da bu final maçında gerçekleşir. Bundesliga’da takım çalıştıran ilk teknik adam unvanından sonra, bir UEFA organizasyonu finalinde teknik direktörlük yapan ilk Türk teknik adam da olmayı başarır. Ancak sezon sonunda oyuncular üstünde sert bir baskı kuramadığı için Sportif Direktör Günter Netzer tarafından görevinden alınır.

               Kevin Keegan Hamburg formasıyla… Fotoğraf: DepoPhotos

UNUTULMAYACAK

Yakın dönemde yaşadıklarımızı ‘Bir ilk, tarihe geçti’ gibi ifadelerle aktardığımız pek çok başarıyı, Özcan Arkoç, yıllar önce gerçekleştirmiş bir isim… Avrupa’da başardıklarıyla Türk futbol tarihine hem futbolcu hem de teknik direktör olarak geçen efsane eldiven, unutulmayacaklar arasında yer almayı sonuna kadar hak ediyor.

Özcan Alkoç, bir UEFA organizasyonunda final oynayan ilk futbolcu, Bundesliga’da takım çalıştıran ilk Türk teknik direktör, bir UEFA organizasyonu finalinde takım yöneten ilk teknik direktör…

Tarık ERYİĞİT / SÖZCÜ

17 Şubat 2021 Çarşamba

Hiçbir şeye benzemez - Kaan Sezyum / BİRGÜN



Hiçbir şeye benzemez sefaletimiz. Çünkü soran olursa dünyanın en zenginiyiz. Kesinlikle sefil değiliz. Aç değiliz, açıkta değiliz. Hatta o kadar hiçbir şeye benzemez ki açlığımız, dün ‘Açım’ deriz, ertesi gün ‘Yanlış anlamışsınız’ deriz.

Hiçbir şeye benzemez bizim adaletimiz. Asalet gibidir adaletimiz. Sadece kendimize kadar vardır her şeyden. Ya bizdensin zaten ya da düşman. Hiçbir şeye benzemeyen adaletimizle ortada dolaşırız. Kimseyi de inandıramayız bunun adalet olduğuna. Hiçbir şeye benzemez çünkü.

Hiçbir şeye benzemez bizim bakanlarımız, vekillerimiz, iktidarımız. Gün gelir halkına ‘Maske, mesafe, fasafiso’ diye kızar, gün gelir salgına rağmen hınca hınç salonları doldurur. Aynı hiçbir şeye benzemeyen zenginlerimiz gibi. Her yer kapalıyken açık olan otellerimiz.

Hiçbir şeye benzemez bizim bakanlarımız. Zaten bakan olduklarını da bilmezler. Havadan gelirler her yere. Turizm acentesi sahibi bakanlarımız, hastane sahibi bakanlarımız, okul sahibi bakanlarımız gibi. Hepsi bir ağızdan hep aynı kötü pop şarkısını söyler durur. Bakan değişir, parça değişmez. Dışarıya takım verilmez.

Hiçbir şeye benzemez bizim idare biçimimiz. Sadece bize özeldir, hatta sadece şahsa özeldir. Sanayasak, banayasaldır adaletimizin temeli. Hiçbir şeye benzemeyen yargımız gibi. Dışarıda sorarlarsa kimseden emir almaz, bağımsızdır. İçeriden bakarsan ise içli köfte gibidir. Yurt dışından atılan bir tivit bile dizlerinin bağını çözer gözleri kapalı kantarcının.

Hiçbir şeye benzemez bizim vekillerimiz. Çoğunun emekliliği garantidir meclise gitmese, imza atmasa, yasa yapmasa bile çünkü zaten bir karşılığı yoktur temsil ettikleri halkın onlar için. Sadece seçilir ve seçildikleri gibi de devam ederler.

Hiçbir şeye benzemez bizim muhalefetimiz. Yasalara uygun olmasa da ‘he’ der her türlü saçmalığa. Yolsuzluklar, mantıksızlar, akıl tutulmaları karşısında suratına far tutulmuş tavşan gibi kalır, ne diyeceğini bilemez durur öylece yıllar yılı olduğu yerde. Zaten geri kalanını da terörist diye paketleriz. Seçme halkım sen de artık. Seçme hakkı da budur aslında. Bir daha seçme diyedir.

Hiçbir şeye benzemez bizim otoyollarımız. Kimse geçmese de cepten paralar gider, geçen olsa da. Hatta ‘O kadar yetmez biz size dolu gününde bile geçemeyecek kadar araç geçiş garantisi verelim’ denir. Devletin malı deniz bile değildir, artık ufak bir su birikintisi gibidir. İki damla su için birbirini yiyen serçeler gibi pençelerini ve gagalarını birbirine geçirir en bilinen beş holding.

Hiçbir şeye benzemez bizim vergi sistemimiz. Milyarlarca lirayı sıfırlarlar patronlardan, vatandaşın ensesinde ise ıslak odun gibi patlar.

Hiçbir şeye benzemez bizde adaletten, huzurdan sorumlu olan bakanlar. Gerektiğinde anayasayı bile uygulamaz ama her zaman yeni yasa peşinde koşar. Halka karşı sorumluluk değil nefret besler gün geldiğinde. En değerli öğrencilerimiz ya da patates soğan satanlarımız bile teröristtir çünkü gün geldiğinde. Herkes eşittir nefretin önünde.

Hiçbir şeye benzemez bizim halkımız, her şeye rağmen sever kendisini yönetenleri ve dövenleri. O yüzden hiçbir şeye benzemez bizim hiçbir şeyimiz. 

Böyle yaşar böyle gideriz biz.

Kaan Sezyum / BİRGÜN

Sopayla anayasa, sopayla seçim - Fatih Yaşlı / SOL

 Karşımıza çıkacak olan şeyin bir “sopalı anayasa” yapımı ve “sopalı seçim” süreci olması kimseyi şaşırtmamalıdır. 

Yeni anayasa tartışmalarıyla ilgili olarak ilk “dürüst” açıklama, yeniden ibadete açılması Cumhuriyet’le hesaplaşmanın en önemli sembollerinden biri olan Ayasofya’nın “baş imamı”ndan geldi.

 “Ayasofya baş imamı” tartışmaya “1921 ve 1924 anayasalarında devletin dini İslam’dı ve laiklik yoktu. Cumhuriyet fabrika ayarlarına dönsün” diyerek ve eli hayli yüksekten açarak girdi. 

“Cumhuriyet’in fabrika ayarlarına dönüş” meselesini şimdilik bir kenara bırakarak söyleyecek olursak açıklama “dürüstçe”ydi; çünkü yeni anayasaya dair İslamcıların beklentisinin laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılması olduğunu dürüstçe ortaya koyuyordu.

İkinci “dürüst açıklama”nın sahibi, AKP Grup Başkan Vekili Cahit Özkan’dı. Her ne kadar gelen tepkiler üzerine sonradan geri adım atmak zorunda kalsa da, Özkan yeni anayasanın bir “yeniden kuruluş anayasası” olacağını söyledi.

Bu açıklama da dürüstçeydi; çünkü iktidarın yeni anayasa ile murat ettiği şeyin rejim inşasını anayasayla taçlandırmak olduğunu ve Erdoğan’ın kendisini “ikinci kurucu” olarak gördüğünü çok net bir şekilde ortaya koyuyordu. Yeni anayasa, fiili olarak yıkılan Cumhuriyet’in yerine yeni bir rejimin anayasal düzlemde de tesis edilmesi anlamına gelecekti, bunun mimarı ise Erdoğan olacaktı.  

Ve üçüncü “dürüst” açıklama CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’ndan geldi. Kılıçdaroğlu yeni anayasa tartışmaları ile ilgili olarak “laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılacağını sanmıyorum” dedi. 

Bu açıklama da son derece dürüstçeydi, çünkü Kılıçdaroğlu’nun ve bugünkü CHP’nin laiklik diye bir meselenin bulunmadığını, Kılıçdaroğlu CHP’si için laikliğin bir politik mücadele başlığı olmadığını bir kez daha net bir şekilde ortaya koyuyordu. 

Bu aslında birbiriyle bağlantılı ve “dürüst” üç açıklama üzerinden devam edelim.

Evet, Ayasofya’nın müze yapılması Türkiye İslamcılığının Cumhuriyet’e karşı en büyük öfke kaynaklarından biri, yeniden ibadete açılması da en büyük hayallerinden biriydi. O öfke üzerine kurulu siyaset sonunda hayallerine kavuştu ve başta CHP olmak üzere muhalefet, “taktik ve strateji gereği” bu sürece dair tek kelime etmedi, edemedi. 

Hal böyle olunca kimse de çıkıp Ayasofya’nın baş imamına “sen kimsin de bu açıklamayı yapıyorsun” diyemediği gibi, “Cumhuriyet’in fabrika ayarlarında Ayasofya’nın müze yapılması vardır, Ayasofya bizzat Atatürk’ün iradesiyle müze yapılmıştır” diyemedi. Aynı şekilde anayasaya laiklik ilkesinin eklenmesinin, hilafetin ve saltanatın kaldırılmasının, tekke ve zaviyelerinin kapatılmasının ve diğer inkılapların “Cumhuriyet’in fabrika ayarları”ndan kaynaklandığına dair tek bir söz edilmedi.

Ayasofya İmamı’nın açıklamalarıyla AKP Grup Başkan Vekili’nin açıklamaları aynı tarihsellikten, aynı dünya görüşünden besleniyor elbette. Her ikisi de Türkiye İslamcılığı adına konuşuyor ve bir “yeniden kuruluş” istiyorlar, her ikisi de rejim inşasının anayasayla taçlandırılması gerektiğini ve Cumhuriyet’in tasfiyesinin ancak bu şekilde tamamlanmış olabileceğini düşünüyorlar. 

Bunu yaparken ise hayali ve seçmeci bir tarih yazımına girişiyorlar. Milli Mücadele’nin gereklerinden ve ittifaklarından kaynaklanan Mustafa Kemal’in İslami vurgusu yüksek siyasetini öne çıkarıp bunun “Cumhuriyet’in fabrika ayarları” olduğunu, “yeniden kuruluş” derken bunu kastettiklerini iddia ediyorlar. Muhalefet ise Cumhuriyet’in kurucu felsefesini savunmak gibi bir derde sahip olmadığı için tüm bu iddialara hakiki yanıtlar vermekten kaçınıyor. 

Peki bu noktada soralım: Türkiye İslamcılığı yeni anayasada “fabrika ayarlarına dönüş” adı altında laiklik ilkesine yer vermeyebilir mi? Bu elbette ki mümkün ama diyelim ki laiklik ilkesine yer verdi, bu tam olarak neyi değiştirir? Bugün anayasada laiklik yazması iktidarın hangi icraatını engellemektedir ki yeni anayasada yer alması engellesin? 

Örneğin öyle bir laiklik tanımı yapabilirler ki, laiklikten başka her şeye benzeyebilir bu ve iktidar da fiili rejim inşasına şimdi olduğu gibi devam edebilir. Dolayısıyla mesele tek başına laiklik ilkesinin anayasada yer alıp almaması değil, fiili rejim inşasının dinsel karakterini ortaya koymaktır ve karşımızda bundan uzak duran bir muhalefet, bir CHP vardır. 

Yıllar önce “Türkiye’de laikliğin tehdit altında olduğunu düşünmüyorum” diyen CHP Genel Başkanı, bugün de “laiklik ilkesinin anayasadan çıkarılacağını sanmıyorum” diyerek meseleyi önemsizleştirmekte, düzen muhalefeti ise topyekûn bir şekilde, Ayasofya’nın ibadete açılmasından “yeniden kuruluş”a giden yolun dinsel karakterini görmezden gelmekte ve toplumun da görmesini engellemeye çalışmaktadır. 

İktidar partisinin ve ortağının elini kolaylaştıran en önemli faktör budur; düzen muhalefetinin iktidarın karakteristiğini ve hedeflerini net bir şekilde ortaya koymaktan ısrarlı bir şekilde kaçınması ve buna uygun bir strateji üretmemesidir yani. 

Muhalefet, iktidarın rejim inşa eden bir parti olduğunu da o rejime karakteristiğini dinselleşmenin verdiğini de görmezden gelmekte, bu da kendisini daha başından itibaren boşa düşürmekte, yapıp ettiği her şeyi anlamsızlaştırmaktadır.  

İktidar bunun farkındalığıyla hareket etmekte ve hem içeride hem dışarıda yaşanan onca krize rağmen, hala daha kendisine geniş bir hareket alanı bulmakta, o alanın içerisinde istediği gibi at koşturmaya devam etmektedir.

İktidarın yeni bir anayasayı tarihsel olarak en zayıf dönemlerinden birini yaşadığı şu konjonktürde toplumun önüne getirmesi bu nedenle son derece ironiktir; iktidar böylesi bir dönemde bile kamuoyunun gündemine yeni bir anayasa tartışmasını getirebilmiştir ve bunu gerçek anlamda “bu iktidarın yeni anayasa yapma ehliyeti yoktur” diyecek bir muhalefetin olmadığının bilinciyle yapmaktadır.

Irak’taki son operasyon sonrası atılan adımların kaynağı da tam olarak burasıdır. İktidar, 13 askerin yaşamını yitirdiği bir rehine kurtarma operasyonunun hesabının sorulmayacağının ve hatta buradan yeni bir “milli birlik beraberlik havası” yaratabileceğinin bilinciyle hareket etmektedir. 

Bu hava ise eninde sonunda karşı-ittifakları dağıtmayı hedefleyecektir. HDP’nin kapatılması söyleminin muhalefet partilerine de dayatılacağını, bu dayatmanın muhalefet bloğunda bir çatlak yaratmayı hedefleyeceğini, Kürt siyasi hareketinin muhalefet bloğunun bir parçası olmaktan çıkarılmasının esas amaç olduğunu söylemek ise kehanet anlamına gelmeyecektir.

İktidar açısından, milliyetçilik ve hamaset rüzgârlarının estirildiği, şiddetin siyasetin merkezine yerleştiği, toplumun sindirildiği, karşı-ittifakların dağıtıldığı bir konjonktürde, yani “sopa”nın saltanatının hüküm süreceği günlerde, rejim inşasını taçlandıracak bir anayasa yapmak da seçime gidip kazanmak da, bugüne nazaran çok daha kolaydır. 

Mevcut koşullarda sandıktan çıkılamıyorsa o koşulları değiştirmek gerektiğine dair ders iktidar tarafından 7 Haziran seçimlerinde alınmış ve oradan da 1 Kasım seçimlerine gidilmiştir. Muhalefetin bundan bir ders çıkardığını söylemek ise henüz pek mümkün görünmemektedir. 

Velhasıl, iktidarın rejim inşa eden bir parti olduğunu ve bunun için yapabileceklerinin sınırı olmadığını görmeyen ve buna uygun bir şekilde hareket etmeyen bir muhalefet vardır ve bu nedenle de karşımıza çıkacak olan şeyin bir “sopalı anayasa” yapımı ve “sopalı seçim” süreci olması kimseyi şaşırtmamalıdır. 

Temel mesele ise ilkesiz ittifakların, iktidarla pazarlık yapmaya her an hazır olanların, milli birlik beraberlik korosuna katılma heveslilerinin, toplum önüne sağın alternatifi olarak yine sağı koyanların ötesinde, o sopaya gerçek anlamda bir karşı çıkışın örgütlenip örgütlenemeyeceği meselesidir. Bu gidişatı engellemek başka türlü mümkün olmayacaktır çünkü.  

Fatih Yaşlı / SOL 


16 Şubat 2021 Salı

Ah nerede vah nerede! - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Kanamayı durdurmak için döviz rezervleri feda edildi. Yaz aylarında inatla doları 6.85 TL’de, politika faizini de yüzde 8.25 TL’de tutmaya çalışmanın faturası ağır oldu. Bu yazıda adeta pehlivan fıkrasına dönen “Döviz rezervlerine ne oldu?” sorusuna cevap vermeye çalışacağız.

Merkez Bankası’nın (MB) eriyen döviz rezervlerine ilişkin tartışma alevlenerek sürüyor. Füsun Önal’ın “Ah nerede, Vah nerede” şarkısını hatırlatırcasına herkes kaybolan dövizlerin peşine düşmüş dertlendikçe dertleniyor. Tabii ki bir ülkenin döviz rezervleri ekonomiyi iyice kırılgan hale getirerek alarm verecek ölçüde düşmüşse, bu öncelikle uygulanan yanlış politikaların sonucudur.

Sadece 2020 yılına odaklanırsak dahi pandemiyle birlikte zor duruma düşen yurttaşlara sosyal programlar yoluyla nakdi destek sağlamak yerine, bir kez daha “doldur boşalt” yöntemiyle adeta bankalar tehdit edilerek krediler patlatılmasının tercih edildiğini görürüz. Bir yandan MB suni bir şekilde faizleri düşük tutarken, öte yandan, Aktif Rasyosu denilen garip uygulama bankaları “kredi vermiyorsan bari devlet tahvili al“ diye zorluyordu. Sonunda başta devlet tahvilleri finansal varlık fiyatlarının şişmesiyle ; yerli aktörlere TL borçlanıp dövize yönelmek, yabancılara da portföylerini satıp ülkeyi terk etmek yolu açıldı.

Kanamayı durdurmak için de döviz rezervleri feda edildi. Yaz aylarında inatla doları 6.85 TL’de, politika faizini de yüzde 8.25’te tutmaya çalışmanın faturası ağır oldu. Bu yazıda adeta pehlivan fıkrasına dönen “döviz rezervlerine ne oldu?” sorusuna cevap vermeye çalışacağız. Şimdiden söyleyelim, kusura bakmayın konunun niteliği gereği mecburen biraz teknik bir yazı ile karşılaşacaksınız. El yordamıyla, merak edilen bu soruya bir cevap aramaya çalışacağız.

2020'DE MB DÖVİZ REZERVLERİ 65.5 MİLYAR DOLAR AZALDI

Geçtiğimiz hafta MB 2020 yılına ilişkin ödemeler dengesi verilerini açıkladı. Böylelikle yılın bütününü kapsayan bir analiz yapma olanağı doğdu. 2020’de 36.7 milyar dolar cari açık verildi. Finans hesabından 8.2 milyar dolar giriş gerçekleşti. Buna karşın net hata noksan kaleminden 3.3 milyar dolar çıktığı anlaşıldı. Sonunda MB rezervlerinden 31.9 milyar dolar eksilmeyle karşılaşıldı. Eğer Aralık ayında, faizlerin yükseltilmesinin bir sonucu 9.2 milyar dolarlık bir sermaye girişi olmasa, sadece bu ayda rezervler 6.7 milyar dolar artmasa idi, MB’nin rezerv pozisyonu daha vahim bir görüntü verecekti.

Şimdi 2020 yılının MB döviz rezervleri bilançosunu değerlendirmeye geçebiliriz. Meslektaşımız Zafer Yükseler’in hesaplamalarını temel alırsak 2019’un sonunda MB’nin döviz+altın brüt rezervleri 107.4 milyar dolardı. Dış yükümlülükleri düşünce net dış varlıklar 36.8 milyar dolara geriliyordu. Swap mekanizması yoluyla MB’nin bilançosunda görülmeyen, döviz borçlanıp karşılığında TL vermek suretiyle de 18.4 milyar dolar sağlanmıştı. Bu rakamı çıkarınca MB’nin 2020 başında, “swap hariç net döviz rezervleri” diye tanımlanan net döviz pozisyonunu 18.4 milyar dolar olarak bulabiliriz. (Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Bilançosu ve Swap İşlemleri 5 Ağustos 2020)

Aynı hesaplamaları 2021 başı itibarıyla yaparsak, MB’nin 43.9 milyar dolar altın, 48.7 milyar dolar döviz brüt 92.6 milyar dolara sahip olduğu görülüyor. Net rakamlarla altın 32.4 milyar dolara, döviz eksi 18.8 milyar dolara geriliyor, net uluslararası rezervler 13.6 milyar dolar çıkıyor. Swap yoluyla 5.8 milyar dolar altın, 54.9 milyar dolar döviz, toplam 60.7 milyar dolar ödünç alındığı görülüyor. Swaplar Hariç Net Rezerv Pozisyonu eksi 47.1 milyar dolar oluyor (Bu rakamları düzenli bu verileri hesaplayan Fuat atk_1881 twitter hesabından aldım).

Yıla 18.4 milyar dolarla başlanıp, 2020’yi eksi 47.1 milyar dolarla kapatınca 1 yılda döviz rezervlerinde 65.5 milyar dolar eksilme görülüyor. Şimdi bu 65.5 milyar doların nereye gittiğine bakalım.

65.5 MİLYAR DOLAR NEREYE GİTTİ?

Biraz evvel cari açık bağlantılı MB rezerv eksilmesini 36.7 milyar dolar olarak ifade etmiştik. Bu rakamı bir kenara koyup şimdi yurt içi aktörlerin döviz taleplerinin rezerv düzeyini ne yönde etkilediğine bakalım.

Finansal olmayan şirketlerin döviz mevduatlarının 2019 sonunda 84.1 milyar dolardan 12 milyar dolar artışla, 2020-11’inci ay sonunda 96.1 milyar dolara çıktığı görülüyor. Yurtiçi bankalara olan döviz borçlarının da 152.9 milyar dolardan 145.5 milyar dolara inerek, bakiyenin 7.4 milyar düştüğü gözleniyor. Böylelikle reel sektör şirketlerinin 12+7.4=19.4 milyar dolar döviz talebinden söz edebiliriz.

Gerçek kişilerin 2020 başında 109 milyar dolarlık döviz tevdiat hesaplarının yılın sonunda 131.1 milyar dolara yükselmesi olgusuyla karşılaşıyoruz. Bu da 22.1 milyar dolarlık bir artışa denk geliyor.

MB’nin BOTAŞ’a 6.0 milyar dolarlık satışını da göz önüne alınca bu 4 kalemin toplamı:

cari açık finansmanı için kullanılan rezerv 31.9 milyar dolar
+
reel sektör şirketlerinin döviz alımı 19.4 milyar dolar
+
gerçek kişilerin DTH artışları 22.1 milyar dolar
+
BOTAŞ’a döviz satışları 6.0 milyar dolar
=
-79.4 milyar dolar ediyor.

Buna karşın MB’nin reeskont kredilerinin döviz rezervlerine katkısı 2020’de 23.1 milyar dolar olmuş. Bunu düşünce MB rezervlerinde 56.3 milyar dolar eksilme bekleyebileceğimiz sonucuna ulaşırız.

MB rezervlerinde fiili 65.5 milyar dolar eksilmeyle, bizim hesapladığımız 56.3 milyar dolar arasındaki 9.2 milyar dolar farkın da, büyük ölçüde kamu bankalarına arka kapı döviz satışından kaynaklandığı şeklinde bir akıl yürütebiliriz.

Daha hassas bir hesaplama için bazı etmenleri daha hesaba katmak gerekiyor. Örneğin, yıla ons başına 1.521 dolardan başlayan altın 2020’yi 1.894 dolardan kapattı. Bu MB’nin altın şeklinde tutulan döviz rezervlerini artırıcı bir etki yaratırken, bireylerin altın mevduatının da döviz talebi yaratmadan yükselmesini getirdi. Serbest piyasadan döviz alıp yastık altına istifleyen tasarruf sahipleri olabileceği gibi, yıl sonunda göreceli istikrar ortamında yastık altındaki döviz-altın varlıklarını sisteme sokanlar da bulunabilir. Keza dolar/avro paritesi 2020’ye 1.1210’dan başlayıp 1.2295’ten bitirdi. Kullandığımız bazı istatistikler de gün-hafta farkıyla oynaklıklar gösterebiliyor. Tüm bu etmenler rakamları biraz oynatabilir ama genel tabloyu değiştirmez.

Yine de kabataslak MB döviz rezervlerinin 2020’de 65.5 milyar dolar erimesinin arkasındaki dinamikleri açıklayabildiğimizi düşünüyorum. Analizi 2018’den başlatınca muhtemelen, yaygınlıkla telaffuz edilen “130 milyar dolar nerede?” sorusunu cevaplamak da mümkün olur.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Bay Yüzde 5 ve Churcill’in Hıçkırığı - İbrahim Varlı / BİRGÜN

1928 yılının 31 Temmuz’unda Belçika’nın Kuzey Denizi kenarındaki tarihi Oostende kentinde küresel petrol devlerinin temsilcileri bir masa etrafında buluşur.

Petrolcüler bir çıkmazla karşı karşıyadır. Asya’daki Osmanlı toprakları üzerindeki petrolün nasıl paylaşılacağıyla ilgili kafa karışıklıkları söz konusudur. 

Zira Avrupa’nın son “hasta adamı” Osmanlı dağılmış, 1916 tarihli Sykes-Picot anlaşmasında belirlenen sınırlar iç içe geçerek hükümsüz kalmış, 1928’e gelindiğinde de Osmanlı İmparatorluğu çok uzaklarda kalmış bir hatıradan ibarettir.

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’na girilmek üzeredir. Tarihi konferansın nedeni de bu enerji kaynaklarının nasıl paylaşılacağıyla ilgilidir. İmparatorluk çökmüş yeni Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmiş, Fransız ve İngiliz himaye/mandası altında oluşan karmaşık coğrafya bugün Irak, Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan olarak bildiğimiz ulus devletlere dönüşmektedir. Dolayısıyla 1914’teki gibi bir Osmanlı tanımlamaya çalışan petrolcüler çıkar yol peşindedir.

Şirket temsilcileri, Osmanlı’nın 1914-1918 Savaşı öncesi sınırlarını tam kestiremiyorlardı. Tartışması çıkmaza girince Gülbenkyan imdata yetişir.

KIRMIZI HAT ANLAŞMASI

Yukarıdaki alıntılar Jonathan Conlin'in "Bay Yüzde Beş" isimli kitabından. Aktarmaya devam edelim; “Kalust Gülbenkyan müdahale edene dek her şey karmakarışıktır. Konferansın battı batacak gibi göründüğü bir sırada Gülbenkyan bir kez daha parlak bir fikir öne sürdü. Büyük bir Ortadoğu haritası getirtti, kalın bir kırmızı kalem aldı ve merkez bölge etrafında ağır ağır kırmızı bir hat çizdi. ‘Bu 1914’te benim bildiğim Osmanlı İmparatorluğu’ dedi. Ve onu gayet iyi tanıyorum. Orada doğdum, orada yaşadım, oraya hizmet ettim. Benden iyi bilen varsa buyursun.”

Gülbenkyan’ın önündeki Ortadoğu haritasına kırmızı kalemle çizdiği kırmızı hatlar anlaşma”ya adını verir. Meşhur “Kırmızı Hat Anlaşması, The 1928 Red Line Agreement” işte böyle ortaya çıkar. Anlaşmayla bugün BP, ExxonMobil, Total ve Royal Dutch-Shell olarak bildiğimiz küresel enerji tekelleri Ortadoğu’da güçlerini birleştirirler. Bölgedeki petrolün kontrolü için birbirileriyle savaşmak yerine, ortak bir girişime dâhil olurlar; Türk Petrolleri Şirketi (TPŞ). Şirket Gülbenkyan’ın göz bebeğidir adeta. Dönemin bir numaralı emperyal gücü olan İngiliz Dışişleri Bakanlığı da plana onay vermiştir. Rakip kuvvetler sadece petrol açısından zengin Musul ve Bağdat’ta değil bütün bölgede işbirliği yapacaktır.

Gülbenkyan’ın TPŞ’deki ortakları haritayı inceler ve memnun kalırlar. Bu olağanüstü tek kişilik bir başarı olarak kayıtlara geçer. Gülbenkyan tek bir kalem hareketiyle milyonlarca insanın kaderini belirleyecek bir işe imza atar.

CHURCILL ALKOLÜ KAÇIRINCA...

Emperyal güçlerin yanlış bilgilendirilmiş sömürge valileri, 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması’ndaki fiziki ya da beşeri coğrafyayı neredeyse hiç dikkate almayan bir dizi dümdüz hatla Suriye, Ürdün ve Irak’ı şekillendirmişti. Bu konuda belki de adı en kötüye çıkmış örnek “Churcill’in Hıçkırığı” yani 1921’de Churcill’in dikkatinin bir an dağılmasıyla Ürdün’ün güney sınırında oluşan üçgen girintidir. İngiliz sömürge imparatorluğunun temsilcisi Winston Churcill yemeği ve alkolü fazla kaçırdığı için tam da Ürdün’ün sınırlarını çizerken hıçkırdığı söylenir.

Emperyalist aktörlerin temsilcileri haritalar çizip, paylaşımlar yaparken alkol sever Churcill’in hıçkırığı ortaya farklı bir harita çıkmasına vesile olur!

Bütün bu çarpıcı anekdotlar “Bay yüzde 5” lakaplı, petrol baronu Üsküdar doğumlu Osmanlı Ermenisi Kalust Sarkis Gülbenkiyan’ın hayatının anlatıldığı kitaptan. Ortadoğu daha doğrusu Irak petrollerinin pazarlanmasında aldığı yüzde 5’lik komisyonla dünyanın en varlıklı kişisi haline gelen Gülbenkyan’ın hayatı Ortadoğu’nun hazin hikayesinin de bir özeti aslında.

1955 yılında dünyanın en zengin insanı olarak yaşamını yitiren Gülbenkyan'dan bugüne Ortadoğu’da değişen fazla bir şey yok. Gülbenkyan’ların, Churcill’lerin yerini Brett McGurk’lar, James Jeffrey’ler, Dominic Raab’lar aldı. Gülbenkyan’ın dizayn ettiği petrol dünyasının "Yedi Kız Kardeşler"i olarak adlandırılan kartellerin çıkarları uğruna ne haritalar çizilmeye devam ediliyor!

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Türkiye, Kooperatifçiliği Yeniden Keşfediyor - Mehmet Şakir ÖRS / Cumhuriyet(Olaylar ve Görüşler)

İzmir’de sonsuzluğa uğurladığımız, Türkiye’nin ilk kurumsal tarih çalışması olan Tariş Tarihi” projesinin genç akademisyenlerinden, kooperatifçilik sevdalısı ve gönüllüsü kardeşimiz Dr. Oktay Gökdemirin anısına…


Yıllardır tarımsal kooperatifçilik alanında ve özellikle de geçmişte Tariş’te verdiğimiz uğraşılarda, her daim kooperatifçilik örgütlenmesinin önemini ve erdemlerini geniş kitlelere anlatmaya çalıştık. Bu bağlamda, sonraki yıllarda, İzmir’de her yıl düzenlediğimiz Kooperatifçilik Günleri” etkinliğiyle, bu çabaları kalıcılaştırmaya ve gelenekselleştirmeye uğraştık.

Neo-liberal rüzgârların estiği o dönemlerde, bu çabalarımızda doğrusu zorlanırdık. Konuya ilgili ve duyarlı olması gerektiğini düşündüğümüz birçok çevrenin, kooperatifçilik hareketini küçümsediğine tanık olur ve üzülürdük. Ancak son dönemlerde, ülkemizde kooperatifçiliğin adeta yeniden keşfedildiğini gözlemliyoruz. Bu duruma da oldukça seviniyoruz.

BİRLİKTELİĞİN VE DAYANIŞMANIN SİMGESİ

Dünyada ve Türkiye’de kooperatifçiliğin oldukça eski ve köklü bir geçmişi var. Özünde birlikteliği ve dayanışmayı simgeleyen kooperatifçilik, önce Batı’da tüketim kooperatifçiliği olarak başlamış ve giderek hayatın diğer alanlarına uzanmıştır. Ülkemizde kooperatifçilik girişimleri, ilk olarak tarımsal alanda, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Aydın yöresinde görülmüştür. O dönemde Milli Aydın Bankası’nın kurulması da bu çabaların bir ürünüdür. Kooperatifçilik, bir asır önce, Egeli üreticilerin emperyalist tahakküme karşı bir direniş hareketi olarak ortaya çıkmıştır.

Kooperatifçilik hareketleri, öncelikle Büyük ve Küçük Menderes havzalarındaki incir üreticileri ile Gediz havzasındaki üzüm üreticileri arasında başlamış ve giderek Ege’ye yayılmıştır. Ülkemizde modern anlamda ilk tarım satış kooperatifleri birliği olarak kabul edilen Aydın Zirai Satış Kooperatifleri Birliği, daha sonra farklı ürünleri de kapsayacak biçimde Tariş’e dönüşmüştür. Birçok bölgede farklı işlevler ve ürünler temel alınarak oluşturulan birliklerle, üretimden tüketime kadar uzanan büyük bir kooperatifçilik hareketi gerçekleştirilmiştir.

TOPLUMSAL KALKINMANIN KALDIRACI

Günümüzde ekonomi alanında yaşanan sorunların temelinde üretimsizlik, yani yeterli üretim elde edilememesi ve dolayısıyla toplumsal kalkınmanın sağlanamaması gerçeği vardır. Bu temel meselenin çözümü için hayatın hemen her alanında güçlü bir üretim seferberliğine ihtiyaç duyulmaktadır. Dolayısıyla toplumsal kalkınmanın yolu üretim seferberliğinden geçmektedir.

Etkili ve sonuç alıcı bir üretim seferberliği için de ekonomide en geniş üretici kesimlerin örgütlülüğü ve üretim sürecine katılımı önem kazanmaktadır. Bunlar birbiri ile sıkı sıkıya bağlı sorunlar ve konulardır. Hem üretim ekonomisi ve hem de toplumsal kalkınma için kooperatifçiliğe ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bağlamda, kooperatifçilik, üretimin ve toplumsal kalkınmanın kaldıracı olabilir.  

EKONOMİYİ DEMOKRATİKLEŞTİRMEK

Üretim sorunları kadar ekonomide bir başka temel mesele de paylaşım sorunudur. Ekonomik kazanımların adaletli ve hakça biçimde paylaşılması, günümüzün en başat ekonomik ve politik konusudur. Dolayısıyla üretimin artırılması kadar paylaşımın da hakça olması önem kazanmaktadır. İşte bütün bu sorunların çözümüne yönelik olarak, toplumsal muhalefetin yeni ekonomik ve sosyal politikalar oluşturması gerekiyor. Tabii aynı zamanda, hayatın somut pratiğinde, yeni düzenekler, aygıtlar ve örgütlenmeler geliştirmek görevi de öne çıkıyor.

Sermayenin, birikimin ve ulusal hâsılanın daha geniş kesimlere yaygınlaştırılmasını da hedefleyecek, bizim kısaca ekonominin demokratikleştirilmesi” olarak tanımladığımız bütün çalışmalar için kooperatifçilik önemli bir seçenek olmaktadır. Kooperatifçiliğin günümüzde etkin ve yararlı olabileceği bir başka alan, dayanışma ekonomisi”nin örgütlenmesidir. Yoksulluğun, ekonomik sorunların tırmanışa geçtiği günümüz koşullarında, dayanışmayı örgütlemek ve yaygınlaştırmak yaşamsaldır. Bunun için de kooperatifçilik önemli bir seçenektir.

BELEDİYELER YOL GÖSTERİCİ OLABİLİR

Başta büyük kentlerdeki sosyal demokrat belediyeler olmaak üzere, son dönemde birçok belediye kooperatifçiliği halkın örgütlenmesinde önemli bir araç olarak değerlendirmektedir. Özellikle ev kadınlarının üretime ve hayata katılımında kadın kooperatifleri önemli başarılar elde etmiştir. Yine başta İzmir ve Ege’deki belediyeler olmak üzere, yerel yönetimlerin katkıları ile tarımda ve kırsal kesimin yerel kalkınmasında, örnek kooperatif örgütlenmeleri yaratılmıştır. Şimdi önemli olan, bu yerel örnekleri ve başarılı modelleri, hem farklı alanlarda da uygulayabilmek ve hem de ulusal düzeye taşıyabilmektir. Belediyeler bu konularda yol gösterici ve yardımcı olabilir.

İçinde bulunduğumuz günler, 17 Şubat 1923 tarihinde başlayıp 4 Mart 1923 tarihinde tamamlanan İzmir İktisat Kongresi’nin (İİK) 98’inci yıldönümüdür. İİK’yi anarken, dünyada ve ülkemizde yaşanan gelişmelerin ışığında, yeni bir iktisadi ve siyasi modele ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Bu politikaların oluşturulup hayata geçirilmesinde, kooperatifçilik önemli bir işlev görebilir.

Mehmet Şakir ÖRS / Cumhuriyet (Olaylar ve Görüşler

Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nden çarpıcı rapor - SOL

 TMMOB Çevre Mühendisleri Odası'nın raporunda 'Önemli olan sadece kent halkına su temin etmek değil, sağlıklı içilebilir suyu, ücretsiz bir şekilde konutlara ulaştırmaktır' denildi.


TMMOB Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İstanbul Şubesi İstanbul’da su konusunu tüm yönleriyle ele alarak değerlendirme ve tespitlerle birlikte sorunların çözümüne yönelik öneriler sunduğu 2020 İstanbul Su Durum Teknik raporunu hazırladı. 

'Yanlış politikaların maliyeti halka yüklenmektedir'

Raporda yaşadığımız su krizinin tek sebebinin "iklim krizi ya da kurak bir mevsim değil, aynı zamanda da süregelen yanlış su politikaları olduğu" söylendi. Bunun nedeninin ise Türkiye’nin en büyük nüfusa sahip şehri olan İstanbul’da, barajlardaki su kıtlığı, su toplama havzalarının yapılaşmaya açılarak küçültülmesi, su yollarını hiçe sayan yapılaşmalar, su kaynaklarındaki kirlenme ve yanlış su politikaları ile birlikte gün geçtikçe içmesuyu kaynaklarının kaybedilmesi olduğu belirtiliyor.

Raporda ayrıca "İstanbul’daki yanlış su politikaları yalnızca İstanbul’u değil, çevre illeri de etkilemektedir. Avrupa yakasında nüfus artışının teşvik edilmesiyle artan su ihtiyacı, İstanbul’un çevre illerin su kaynaklarından beslenmesi ile geçiştirildi. Bu durum başka illerin suyunun İstanbul’a çekilmesi ile yanlış su politikalarının yaygınlaştırılması, sorunun diğer illere fatura edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Sorun sadece kent halkına su temin etmek olarak görülüyor olsa da, doğru bir kavrayış bunun çok ötesinde olmalıdır. Mesele sağlıklı içme ve kullanma suyu niteliğinde suyu halka iletmeyi garanti altına almaktır. Yanlış su politikaları İstanbul’dan başlayıp komşu illere dalga dalga yayılırken, diğer illerden İstanbul’a su iletmek için kullanılan pompaların devasa enerji sarfiyatları sebebi ile suyun birim maliyeti sürekli olarak artmaktadır. Yanlış politikaların maliyeti halka yüklenmektedir" denildi.

'İstanbul’daki barajların son 10 yılın en düşük seviyelerinde'

İSKİ Genel Müdürlüğü’nün verilerinde barajlara gelen su miktarının son 10 yılın en düşük seviyelerinde olduğu da hatırlatılarak şöyle denildi:

"İSKİ Genel Müdürlüğü’nün verilerinde barajlara gelen su miktarının son 10 yılın en düşük seviyelerinde olduğu görüldü. İSKİ 2019 yılı faaliyet raporlarında günlük yaklaşık olarak İstanbul’da 3 milyon m3 su tüketildiği belirtilmektedir. İSKİ resmi sayfasına göre 11.01.2021 tarihi itibarıyla barajlarımızdaki doluluk oranı %21,13 olup, toplam 183,54 milyon metreküp toplam su miktarı bulunmaktadır.

'Sağlıklı içilebilir su, konutlara ücretsiz ulaştırılmalı'

Raporda "İstanbul’da su konusu tüm yönleriyle ele alınarak değerlendirme ve tespitler yapılmış, sorunların çözümüne yönelik öneriler sunulmuştur. İstanbul’un su sorununun nedenleri ortadayken su yönetimleri bu sorunların çözümüne ilişkin kalıcı ve gerçekçi çözümler bulmak yerine geçici çözümler bulmuştur. İlerleyen senelerde benzeri sorunlar yaşamamak için su politikaları kamusal bir bakışla ve katılımcı bir anlayışla yapılmalıdır. Suyun; sadece insanlar için değil bütün canlılar için yaşam kaynağı olduğu gerçeği ile havzalarda ekolojik yaşam alanlarının korunması esas olmalıdır. Önemli olan sadece kent halkına su temin etmek değil, sağlıklı içilebilir suyu, ücretsiz bir şekilde konutlara ulaştırmaktır" denildi.

Raporda yer alan sonuç ve öneriler şöyle:

SU DURUMU 

İstanbul’un 2019 yılı kayıp kaçak oranı %22.32 olduğu belirlenmiştir. Bu oranın çok büyük bir kısmı fiziksel kayıplardan oluşmaktadır. Dünyada kabul edilebilir kayıp kaçak oranı % 5-10 aralığındadır. Bu kayıp kaçak oranının düşürülmesi için gerekli planlamaların ve yatırımların en kısa sürede yapılması gerekmektedir. 

Kirli su kaynaklarından İstanbul’un su ihtiyacını karşılama projeleri kesinlikle planlanmamalıdır. (Sakarya nehri vb.) 
Orta ve uzun vadede yıllık 3 milyar m3 yağış alan İstanbul’un su toplama havzalarının korunması ve dahi genişletilmesi konusunda havza planları yapılmalıdır. 

Orman alanı kıyımı durdurularak yeşil alanların ve tarım arazilerinin yapılaşmaya açılması engellenmelidir. 
Avrupa yakasında bulunan su havzalarının “Mega Projeler” ile yapılaşmaya açılarak, Anadolu yakasından da su temin edilmesi planlanmaktadır. “Avrupa yakasındaki havzalara gerek kalmayacak” anlayışı kentin su kaynaklarını teker teker yok etmektedir. Bu planlanan çalışmalardan da anlaşıldığı gibi, su politikalarının temeli kent halkına su sağlamak değil yeni rant kapısı açacak su havzalarını yapılaşmaya açmaktır. 

'İstanbul’da su yönetimi gözden geçirilmeli'

MELEN 

Melen Barajının 2025-2026 yılından önce devreye giremeyeceği gerçeği göz önüne alınarak planlama yapılmalıdır. Melen havzasında bulunan bütün kirletici atıksu kaynakları ve arıtılmış sular, havza dışına çıkarılmalıdır. Bölgede bulunan “Katı Atık Bertaraf Tesisi” kapatılarak farklı amaçlar için değerlendirilmeli, bölgede toplanan katı atıklar havza dışında Katı Atık Bertaraf Tesislerine gönderilmelidir. 

İKLİM 

Dünyada insan kaynaklı sera gazı emisyonlarındaki artıştan kaynaklanan iklim değişikliği en öncelikli olarak nüfusun büyük bir kısmının yaşandığı İstanbul gibi mega kentlerde etkisini daha çok gösterecektir. Kurumların yapmış olduğu farklı küresel sera gazı emisyonu öngören senaryolar ile üretilen gelecekte yer alan iklim değişikliği projeksiyonlarına göre; Türkiye’nin iklim değişikliği açısından riskli bir bölgede yer aldığı ve İstanbul’da sıcaklığın artması, yağışların azalması ve kuraklık dönemlerinin uzaması beklenmektedir. İklim değişikliğinin yaratacağı kuraklık açısından İstanbul’da su yönetiminin gözden geçirilmesi ve iklim değişikliğiyle uyum içerisinde olacak çalışmaların yapılması büyük önem arz etmektedir. 

Türkiye belli periyotlarda ortalama yağışın altında bir yağış almaktadır. Bu kuraklık dönemleri geçmişten günümüze kadar sürekli tekrar etmiştir, fakat bu durumun bilinmesine rağmen yerel ve merkezi su yönetimlerinin bu konuyla ilgili bir çalışmasının olmadığı ortadadır. İlerleyen senelerde benzeri durumların yaşanmaması için su yönetimlerinin bu durumlara karşı gerçekçi projeleri en kısa sürede hayata geçirmeleri gerekmektedir. 

'Kanal İstanbul Projesi kesinlikle iptal edilmelidir'

KANAL İSTANBUL 

5461 km²’lik İstanbul il yüzölçümünün %46'sı su havzalarından oluşmaktadır. Kanal İstanbul, 3. havalimanı ve Yenişehir yapı alanları kentin yaklaşık %7’si kadar bir alanı kaplamakta ve tamamı, Avrupa Yakası su havzalarını yok etmektedir. İstanbul’da Avrupa yakasında su toplama havzalarını ve baraj hacimlerini azaltacak Yenişehir Yapı Alanı ve Kanal İstanbul Projesinin İstanbul için cinayet olacağı bilinmeli ve kesinlikle iptal edilmelidir. 

İstanbul’un su depolama kapasitesinin %10,21 ’ini karşılayan Sazlıdere Barajı Kanal İstanbul projesinin hayata geçmesi halinde tamamen yok olacaktır. Keza Terkos gibi İstanbul su ihtiyacının %18,68 ’ini karşılayan bir barajın havzasından da önemli kayıplar yaşanacaktır. Ayrıca Kanal İstanbul kapsamında açılacak kanal sebebi ile barajın tuzlanma riski de vardır. Bu riskin gerçekleşmesi durumunda İstanbul’a su sağlayan barajların %28,89’u yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. DSİ raporunda “stratejik rezerv olan akiferlerin” etkileneceği belirtilerek, Kırklareli akiferinin tuzlanacağı, dolayısı ile proje alanı dışında Trakya yeraltısularının da olumsuz etkileneceği değerlendirmesi yapılmıştır. Bölge yeraltısuları ve Kırklareli akiferi tuzlanacak, dolayısı ile proje alanı dışında Trakya yeraltısuları da kullanılamaz hale gelecektir. 

DESALİNASYON SİSTEMLERİ 

Havzaların ve su kaynaklarının korunması, su tasarrufu, yağmur suyunun toplanıp, depolanıp kullanılması, gri su ve atıksuların geri kazanılması durumunda bile su eksikliği oluşursa, son çare olarak desalinasyon (denizsuyu arıtma) sistemleri kurulmalıdır. 

İstanbul sahillerinde yüzey suyu maalesef arıtma tesislerinin gerektiği gibi çalıştırılmaması nedeni ile çok kirlidir ve sadece ters ozmos ile arıtımı mümkün görünmemektedir. Daha derin sular nispeten daha temiz ama çok tuzludur, bundan dolayı ters ozmos sistemleri %50-55 verimle çalışabilir. Deniz suyu alınacak noktaların iyi seçilmesi ve konsantre deşarjı ile deniz kirliliğinin önlenmesi gereklidir. Ayrıca SWRO tesislerinin yüksek enerji sarfiyatları olduğu da kesinlikle unutulmamalıdır. 

'Yağmursuyu hasadının teşvik edilmesi sağlanmalı'

GRİ SU ve ATIKSULARIN GERİ KAZANILMASI 

Su kaynaklarının azalması sebebi ile gri su ve atıksuların geri kazanımı özellikle önem kazanmıştır. Yeni yapılacak binalarda gri su kullanımına yönelik politikalar üretilmeli ve gri su kullanımı teşvik edilmelidir. Gri su kullanımı ile ilgili yasal düzenlemeler yapılmalıdır. 

Atıksu geri dönüşümünün uygulanabileceği endüstriyel sektörler belirlenerek, geri dönüşümü teşvik ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır. (Örnek olarak; araç yıkama, metal sanayi, tekstil sanayi vb. atık su geri dönüşüm çözümlerinin sektöre sunulması).


YAĞMURSUYUNUN TOPLANMASI, DEPOLANMASI VE GERİ KAZANILMASI 

Yağmur suyunun kanalizasyona verilerek arıtmalara gitmesi veya denize deşarj edilmesinin engellenmesi -minimize edilmesi- konusunda çalışmalar yapılmalı ve mümkün olan en kısa zamanda hayata geçirilmelidir. Yağmursularının ayrık toplanarak uygun bir arıtma sonrası barajlara iletilmesi, ayrıca binalar, sanayi kuruluşları, havaalanları vb. alanlarda yağmursuyu hasadının teşvik edilmesi için gerekli çalışma programları ve yasal düzenlemeler hazırlanmalıdır. 

(SOL)