23 Şubat 2021 Salı

TKP tarihi - Oğuz Oyan / SOL

TKP tarihi ilk defa yazılmıyor. Ama ilk defa bu kadar kapsamlısı ve Parti içinde görevlendirilen bir Kurul aracılığıyla yazılanı görülüyor.


TKP tarihi ilk defa yazılmıyor. Ama ilk defa bu kadar kapsamlısı ve Parti içinde görevlendirilen bir Kurul aracılığıyla yazılanı görülüyor. "Parti Tarihi. Türkiye Komünist Partisi'nin Kuruluş Dinamikleri" başlığını taşıyan kitap, dört ciltlik bir yapıtın birinci kitabı olarak Ocak 2021'de yayınlandı. Böylece ilk kitap, matbaa süreci hariç tutulursa, TKP'nin kuruluşunun (10 Eylül 1920) 100. yıldönümüne de yetiştirilmiş oluyor.

Birinci kitap, TKP'nin kuruluş dinamiklerini Osmanlı döneminden yani kendi kuruluş tarihinin epey öncesinden başlatıyor. Kitapta "Parti'nin tarih öncesi" olarak adlandırılan bu dönem, her ne kadar 1870'lerden itibaren görülen işçi ve köylü eylemlerine kadar götürülse de esas olarak 1908 Devrimi sonrası temel alınıyor. Buradan 1927 Tevkifatı'na kadar giden dönemdeki gelişmeler ilk kitabın konusunu oluşturuyor. Bu tarihler dışına yalnızca "Giriş" bölümünde çıkılıyor. Bu da gerekli olduğundan; çünkü "giriş" yalnızca birinci kitaba değil tüm esere bir giriş niteliğinde. Buradan öğrendiğimize göre, ikinci kitap 1927'den başlayıp 1961'de TİP'in kurulmasına kadar geçen süreye odaklanacak. Üçüncü kitap, "solun yirmi yıllık, halen aşılmamış 'altın yıllarını' kapsayacak". Dördüncü kitap ise, 12 Eylül 1980 faşist darbesi sonrasındaki dönemi, yani halen içinde yaşadığımız son 40 yıllık dönemi ele alacak. Bu son dönem TKP'nin 1990'da tasfiyesinden "2001'de TKP adının siyasete geri dönüşünü" yani yeni partileşme sürecini de içerecek.  

Peki, kendi tarihini yazmak nasıl bir şey? Bu soru "Giriş"te soruluyor ve yanıtlanıyor: "Özne kendini nasıl nesneleştirebilir? Bilimin ve tarih yazımının kim ekolleri bunu olanaksız sayacaklardır. Dört ciltlik Parti Tarihimizin özgünlüğü tam da buradadır. (...) Biz... kendi tarihimizi, kendi mücadelemizin bir silahı olarak yazma iddiasındayız. Parti Tarihi yazımını bir 'resmi tarih' egzersizi olarak görmek temelsiz olur. (...) Bizim tarih yazımımız resmi, yani durağan bir kurumsallığın değil sosyalist devrim mücadelesinin bir parçasıdır. (...) Siyasi mücadelemizin tarihi bu anlamda ancak 'içeriden' yazılabilir. Veya böyle bir yazım olmaksızın yapılacak tüm değerli tarihçi katkılarının ayakları havada kalacaktır... Çünkü geçmişi bir olaylar, olgular, kişiler deposu olmaktan çıkartıp büyük harfle Tarih haline getiren, bugünle bağlanışıdır. (...) Çalışmanın temel iddiası 'Partinin Tarihi' olmaktır. (...) Türkiye'de TKP tarihi veya genel olarak solun tarihi, esas olarak bir belge tarihçiliğidir. (...) Ancak teorik bir çerçevenin yokluğunda, yalnızca belgelerin yol göstericiliğinin yeterli olabileceği yargısı pozitivizmden başka bir şey değildir. (...) Türkiye sol tarihçiliğinde belge tarihçiliğinin eşlikçisi öznel yazımlara da rastlanıyor. (...) Asıl güvencemizi, belgelerle barışık olan, kimisini açığa çıkarıp kimisinin üstünü örtmeye gerek duymayan sahiplenici bir teorik perspektif oluşturacaktır" (s.12-15).

Kitabı okurken hemen farkediyorsunuz gerçekten: Her bölümün sonuna eklenen kaynakçalar ve sayfalarda özenle verilen dipnotlar, ikinci el kaynaklar ağırlıklı olmakla birlikte, döneme ilişkin geniş bir kaynak taraması yapıldığını ve bunların önemli bir bölümünün de birinci el kaynaklar kullanan tarihçi çalışmaları olduğunu göstermektedir. Bunun büyük bir emek gerektirdiği açıktır. 

Birinci kitabın ele aldığı çeyrek yüzyıllık dönem, aynı zamanda köhnemiş bir İmparatorluktan modern bir Cumhuriyete geçişin de tarihidir. Başka açıdan, feodal yüklerini üzerinden atamamış bir toplumsal/siyasal yapıdan, kapitalist bir toplumsal/ekonomik düzen oluşturmayı hedeflemiş bir yapıya geçiştir. Bu başlıbaşına devrimci bir süreçtir. 

TKP, Kurtuluş Savaşı içine doğmuştur. Bunun birkaç anlamı vardır. Birincisi, emperyalist işgalcilerin ve işbirlikçi Osmanlı hanedanının karşısında Kurtuluş hareketinin yanında olmalıdır. Ocak 1921'de TKP kurucularının katledilmesine rağmen bu böyledir. İzleyen Kuruluş döneminde de, anti-feodal devrimlerin yanında, gericilere karşı Kemalistlerin yanında olmak durumundadır. 

İkincisi, Sovyet Sosyalist Devrimi ile ulusalcı Anadolu Devrimi arasında karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma tarihsel bir zorunluluktur ve bunun TKP'nin politik duruşu üzerinde doğrudan etkileri olacaktır. SBKP ile Komintern, TKP'nin görmezden gelemeyeceği dış dinamiklerdir. Kitapta da vurgulanıyor: " 'Dış dinamik', Türkiye komünizmine hep temkinlilik öğütlemiş, devrimci girişimleri cesaretlendirmesi pek söz konusu olmamıştır" (s.18). TKP, uluslararası komünist hareketin bir parçası olduğu ve bunun merkezinin Sovyetler Birliği olduğu gerçeğinin dışına çıkmamıştır. 

Üçüncüsü, TKP Osmanlı döneminin sosyalist birikiminin mirasını devralamamıştır. Osmanlı'daki sosyalist hareketlerin öncüleri neredeyse tamamen gayrimüslim azınlıklardan oluşmaktaydı ve 1912-22 dönemindeki savaşlar sonrasında bu azınlıkların yeni devlette rolü olamayacaktır. 

Dördüncüsü, Osmanlı'nın görece daha kapitalistleşmiş, işçi sınıfının ve sosyalist örgütlenmelerin daha gelişmiş olduğu Balkan bölgeleri elden çıkınca, genç Türkiye Cumhuriyeti bir köylüler ülkesi olarak yola koyulacaktır. Böyle bir demografik dokuda sosyalist bir taban örgütlenmesi fevkalade zordur. Kaldı ki, yeni oluşan siyasi rejim de, çok partili yaşamı bir süre sonra sona erdirecektir.

Bu koşullar altında, "1922 Ağustos'unda Ankara'da toplanan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası kongresinde 'TKP'nin Asgari Programı' adıyla bir program metninin kabul edilmesi" önemsiz sayılamaz. "1924 yazında İstanbul'da hazırlanan asgari program, siyaset, ekonomi ve işçi hakları bölümlerinden ve toplam 38 maddeden oluşuyordu. Programın çoğu maddesi, burjuva demokrasisinin ötesine gitmeyen maddeler içerirken, bazı maddeler ise ancak bir sosyalist devlette uygulanabilir niteliktedir" (s. 209). Önemli devletleştirme talepleri yanında emeğin onyıllar sonra elde edebileceği kazanımları erkenden gündeme getirme özelliği taşılan "Asgari Program", bize göre, öncü bir belgedir. Önerilen program, 1936'da Fransa'da Fransız Komünist Partisi destekli sosyalist Halk Cephesi Hükümeti'nin programının ötesine gitmektedir. Ama sorun şu ki, henüz Türkiye Fransa düzeyinde olgunlaşmış bir kapitalist ekonomi değildir.

Sonucu da kitaptan alalım: "Türkiye solu yapısal özellikleri itibariyle yurtsever, laik ve halkçı karakterdeyse, bunda TKP'nin doğuşunun payı büyüktür. Bu, kuşkusuz gurur vericidir. Öte yandan Türkiye komünizmi kendi öncülü olan Osmanlı sosyalizmiyle hesaplaşmamıştır. Yaşanan, solun içinde nefes alıp verdiği ortamın köklü biçimde başkalaşmasıdır" (s.221).

***

Kitaba ilişkin biçimsel özelliklerin özenle çalışılmış olduğunu da kaydetmemiz gerekir. Bir kere kitabın sonuna eklenen ve 1840-1927 döneminin önemli olaylarına yer veren zaman-olay dizini hem çok yerinde bir düşünce hem de çok iyi hazırlanmış bir kronoloji. Eklenen dizin de ayrıca yararlı bir çaba olmuş. Kullanılan Türkçe'nin hatasız olmasına gösterilen özen de takdire değer. Kitap, diğer biçimsel özelilkleri bakımından da çekici kılınmış.

Sonuç olarak elimizde çok ciddi bir tarih çalışması olduğu her bakımdan kendini belli ediyor. Kitabın ortaya çıkmasına ve yazımına katkıda bulunanları candan kutluyorum. Bu durumda bize, devamını da dört gözle beklemek kalıyor.

Oğuz Oyan / SOL

 

22 Şubat 2021 Pazartesi

Baskına uğrayan örgütün aradığı bakan - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Aynı kitabı iki kez okumuyoruz. Aynı filmi “ben izledim” diyor, geçiyoruz. Peki, aynı kaderi neden tekrar tekrar yaşıyoruz?

24 Temmuz 2018 günü. Sıcak bir yaz akşamıydı. OdaTV’de o gün “zor” bir haber yayımladık. 

Adnan Oktar Grubu’na yapılan operasyonun gözaltına alınan şüphelileri arasında, polis memuru Özdemir Uygun da vardı. Uygun’u kritik kılan ise yaptığı görevdi. Zira Uygun, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu’nun korumasıydı.

Haberi teyit etmiştik. Gelgelelim, bu haberler bildiğiniz gibi başımıza hep bela açıyordu. Her şeye rağmen yayımladık. Derken telefonumuz çaldı. Adı geçen makamdan gelen telefon, haberi kaldırmamızı istiyordu. Birkaç saat süren zorlu mücadeleyle yazdığımızın arkasında durduk. “Vatansever savcımız hedef gösteriliyor” gibi ithamlara maruz kaldık. Gelgelelim gün bitmeden beklenen oldu. Salihoğlu, istifa ettiğini açıkladı.

Dava dosyası bizi doğruluyordu. Aslında Uygun, Oktarcılar ile Salihoğlu arasındaki halkaydı. Adnan Oktar’a Salihoğlu ile görüşen bir müridi tarafından sunulmuş, sadece bir notu aktarayım: “Eğer bir şey olursa bana gelin dedi ve size de ‘Kardeşime selam söyleyin’ şeklinde hitabı oldu.”

Kısacası, devlete-millete dair ne varsa, birileri tarafından “kardeşler”in önüne seriliyordu. Dini ve milli değerler işin örtüsüydü. Biz ise bunları yazan kişiler olarak, devrin lanetlileriydik.

OKTARCILARDAN SOYLU’YA ŞAFAK MESAJI

Geçen hafta, Türkiye’nin PKK terörünün elinden yurttaşlarımızı kurtarmak için yaptığı baskını tartışırken Adnan Oktar Grubu’na yapılan operasyonun öyküsü çıktı. Gazeteci Hakan Erol’un tamamı belgelere dayanan, mahkeme ve polis dosyalarını inceleyerek yazdığı “Turnike” kitabı, meselenin görünmeyenlerini anlatıyor.

Elbette, ben en çok o anı, 11 Temmuz 2018’de, sabahın ilk ışıklarında polisin baskın yaptığı dakikaları merak ediyordum. Kendilerine yapılacak operasyonu, içeriden yapılan sızıntılar sayesinde önceden öğrenen Oktarcıların ilk refleksi acaba ne oldu?

Hakan Erol, takip kayıtlarını inceleyerek “operasyon sabahına” kitabında yer veriyor. Biliyorum; polisin o eve giriş görüntülerini, Oktarcıların villasından polise açılan ateşi, hatta Oktar’ın yürüyerek evden kaçışını gördünüz. Haliyle her şeyden haberdar olduğunuzu sandınız.

Ama şeytan ayrıntıda gizli...

Sabahın kör saati, saat 06.19...

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun özel kalem müdürlüğü telefonuna dikkat çeken bir mesaj geldi. Oktarcıların önde gelen isimlerinden Hüma Babuna, “AKP Süleyman Soylu” olarak kaydettiği numaraya ulaşmaya çalışıyordu. Gönderdiği mesajda şu yazıyordu: “Süleyman Bey, bütün evlerimizde polis baskını var şu anda. Adnan Bey dahil” diye belirtiyordu.

Operasyonu yapan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı ve İstanbul Emniyeti’ydi. Oktarcılar, soruşturmada FETÖ bağlantılı olmakla suçlanıyordu. Ancak cemaat, kendisine FETÖ’nün operasyon yaptığını Soylu’ya anlatmaya çalışıyordu. 14 saniye sonra aynı numaraya giden ikinci mesajda şu yazıyor:

İngilizlerin derin devleti ile ilgili yaptığımız faaliyetler neticesinde FETÖ’cüler hep saldırdılar, yine saldırıyorlar. Engel olun, lütfen.”

Aradan yalnızca 4 dakika geçti. Soylu’ya 3. mesaj gitti. Saat 06.23’te giden mesajdaki ifade şuydu: “Adnan Oktar Bey Kandilli’de!

BAŞKA KİMLERE MESAJ GİTTİ

Sadece Soylu mu?

Elbette Oktarcıların medet umdukları ondan ibaret değildi. 06.25 civarı bu kez 25 ve 26. dönem AKP milletvekili Hüseyin Kocabıyık’a mesaj gitti. “Akp Millettv Huseyin Kocabıyık 2017” şeklinde kaydedilen numaraya giden notta şu yazıyordu:

“Şu anda bütün evlerimize polis baskını var. Tayyip Bey’i ve Süleyman Bey’i haberdar eder misiniz?”

Saat 07.29’u gösterdiğinde, Oktarcıların telefonu bu kez MHP Genel Başkan Yardımcısı Edip Semih Yalçın’a ulaşmak için çalıştı. “Edip semih yalçın mhp” olarak kaydedilen numaraya Hüseyin Kocabıyık’a giden mesajın benzeri gönderiliyordu.

Saatler 09.15’i gösterdiğinde Soylu’nun özel kalem müdürlüğüne yeni bir SMS atıldı:

Vakıf Başkanımızı İstinye polis merkezine götürdüler. Fena muamele olmaması ve bir komplo olmaması için resmi makamlardan yardımınızı istirham ediyoruz.

Erol’un kitabında mesaj trafiği devam ediyor. Kitapta yazan ayrıntılar, her şeyin o sabah başlamadığını, Oktarcıların siyasilerle muhabbetinin eskiye dayandığını gösteriyor.

Belli ki operasyon sabahı Oktarcılar, ilk olarak İçişleri Bakanı Soylu’ya ulaşarak sürece müdahale etmesini beklediler. Bu beklentinin kaynağı neydi? İki üyeleri o sabah polisle silahlı çatışmaya giren, cinsel saldırıdan casusluğa kadar binlerce yıllık suçlamalara muhatap olan, savcılığın “silahlı örgüt” olmakla itham ettiği yapı, Soylu’dan neden bu kadar beklentiye girdi?

‘BAZI BAKANLAR’DAN SAKLANDI

Kitabı inceledikten sonra, Oktar Grubu’na tarihin ilk operasyonunu yapan eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ı aradım. Meclis’te bir gün, genel kuruldan çıktığında, vekillerle görüşen takım elbiseli gençler gördüğünü, bunun ardından merak ederek ekibi soruşturmaya başladığını söyledi. Tantan, Oktarcılara daha önce yapılan operasyonun nasıl başarısız olduğunu ayrıntılarıyla anlattı. Oktarcıları savunan siyasiler olduğunu, onların çabalarıyla grubun kurtulduğunu söyledi. Tantan, konuşmamızda eski bir Meclis Başkanı’nın dahi grubu kurtarmak için çalışma yaptığını, kendisine ulaşarak “Bunlar iyi çocuklar, operasyonu durdurun” dediğini ifade etti.

Ardından, operasyon hakkında bilgiye sahip kritik isimleri aradım. Oktar operasyonu için İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nın, İstanbul Emniyeti’nin ve MİT’in birlikte çalışma yürüttüğünü söylediler. Anlattıklarına göre, operasyon için düğmeye basılma aşamasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da oluru alındı. Ancak Oktar’a yapılan operasyon “bazı bakanlar”dan habersiz yürütülmüştü. O dönem İstanbul Emniyeti’nin başındaki müdür ile bir bakanın arasındaki krizden söz ettiler.

Aracınızı yanlış yere park ettiğinizde ya da elektrik faturanızı kaçırdığınızda karşınızda bulduğunuz kamu görevlileri, İstanbul’un göbeğinde, bir grubun 30 yılı aşkın bir süre yaptığı faaliyetlere belli ki göz yumdu. Yetmedi; destekledi, güvence verdi. İş yol ayrımına gelince de bugün makbul sayılan öbür gün lanetlendi.

Oktarcıların davası bitmiş görünürken, hâlâ bir soru havada duruyor: Siyasi ayak nerede? PKK’nin ya da DHKPC’nin siyasi ayağı denilince, akla gelen bir dizi siyasetçi sayılıyor. İş, FETÖ’ye, IŞİD’e ya da Oktarcılara geldiğinde ise görünen siyasi ilişkilere rağmen, “ayaklar” yok sayılıyor.

Einstein, aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar bekleme haline delilik diyor ya… Kim bilir, belki delilik de aklın kendisinin bile farkında olmadığı bir seçimdir.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Ragıp İncesağır'la 'Ecdadımız' kitabı üzerine konuştuk - SOL / Söyleşi

 Ragıp İncesağır’ın Su Yayınevi’nden çıkan ‘Ecdadımız’ adlı kitabı aslında AKP cenahından uzun yıllardır duyduğumuz bir kavramı kendisine isim olarak seçse de içerik olarak başka bir anlam taşıyor. 

Kitabının giriş bölümünde ‘Anlatılan tarihte emekçileri pek göremezsiniz. Uygarlığı onlar inşa ederler ama kimse onlardan bahsetmez. Onlar tarihe isyanlarıyla geçer’ ifadelerini kullanan yazar bu isyanın tarihini figürlerini toplumsal ve tarihsel bağlamından koparmadan ve taşıdıkları süreklilik içerisinde okuyucuya ulaştırmaya çalışıyor. ‘Ecdadımız’ ismi bizim için gerici bir ifadeyi çağrıştırsa da aslında bu yazarın ‘biz’den olmayan kesimlere ulaşmak için kullandığı bir taktik. Ragıp İncesağır 2000 yılında çıkardığı, ülkücülüğün tarihsel temellerini ve klasik faşizmle fikir akrabalığını anlattığı ‘Yeni Başlayanlar İçin Ülkücülük’ kitabında da ismi seçerken benzer bir taktiği kullanmış.

Kitap yazarın ifadesiyle ‘Yeni Osmanlıcı şova karşı topluma bir kendini hatırlatma çabasının ürünü. Özellikle genç kuşağı etkisi altına alan bu şova karşı gençliğe ulaşabilecek nitelikte yeterli argümanın bulunmadığı vurgulanıyor. Bu ihtiyaç kitabın tasarımına da yansıtılmış. Ragıp İncesağır’ın kendi çizimleriyle ve okumayı kolaylaştıran bir tarzla zenginleştirdiği kitabında ayrıca her tarihsel bölümün başlangıcında o dönemle ilgili müziklerin yer aldığı karekodlar bulunuyor. Görseli, yazıyı ve müziği birleştirme anlamında da kitap aslında yeni bir deneyimin ürünü. Biz de soL Haber olarak Ragıp İncesağır’la ‘Ecdadımız’ı konuştuk.

Uzun yıllardır iktidar cenahından duymaya alışık olduğumuz bir isimle karşımıza çıktı kitabınız: Ecdadımız. Fakat aksine çok daha farklı bir ecdat tanımlamasıyla karşılaşıyoruz kitabınızda. Nasıl bir ihtiyaç hissederek bu kitabı yazmaya koyuldunuz?  

Ecdat birçok farklı şey gibi kimin tarif ettiğiyle ilgili bir şey. Sonuçta hakim sınıflar ve iktidarlar bugüne kadar ecdadı geçmişteki egemenler olarak tarif ettiler. Bunu açıkça böyle söylemeseler de bize sundukları ecdat bu. Hanlar, padişahlar, krallar... Bir de daha farklı ecdat tarifleri var; bir tanesi Ulubatlı Hasan, “Bağdat Fatihi” Genç Osman, vb. Bunlar hanedandan değil, ‘halktan’ insanlar; fakat haneden için kendilerini feda etmiş insanlar. Bunların seçilmesi de önemli. Yani ecdat topluma gösterildiği haliyle ya bir hanedan oluyor ya da hanedanlık için ölmeye hazır insanlar. İktidar bugün de toplumu buradan şekillendirmeye çalışıyor ve bunu Yeni Osmanlıcılık hayalini pazarlayarak yapıyor.

Ben de egemenler nereden saldırıyorsa, o saldırıyı oradan karşılamamız gerektiğini düşünüyorum. Egemenler bugün kendilerine yeni bir yol çizmeye çalışıyorlar. Bu yol bence öyle basite alınacak bir yol değil. Somali’de üs kurmak, Libya’da siyasete müdahale etmek, Azerbaycan’ın içişlerine müdahil olmak; bunlar maceracı dış politika olarak küçümsenecek şeyler değil. Bir Yeni Osmanlıcılık hayalleri var. Bu sadece iç politikaya yönelik bir şey olsaydı ve insanların önüne konan oyalama amaçlı bir gündem olarak görülseydi bu küçümsenebilirdi ama öyle değil. Ayasofya’nın “yeniden fethedilmesi” dahil, dünyadaki bu tür büyük operasyonlar ancak başka büyük küresel güçlerle birlikte dünyanın yeniden şekillendirilmesinde yol alma olarak tarif edilebilir. Ve her politik yönelim kendi insanını yaratır. Bugün iktidarın girdiği bu yönelimin insanı da Osmanlı’yı ecdat olarak kabul eden insandır. “Osmanlı güzeldi, şahaneydi, bizim ecdadımızdı”... Bunu bir kere kabul ettiğinizde bugün yapılan her şeye onay vermek durumundasınız. Bu kabul ciddi anlamda bir itaat kültürünü de beraberinde getiriyor. Bu ideolojik duruş sarsılmadıkça ve yeniden tanımlanmadıkça bu saldırıya, bu yeni Osmanlıcılık saldırısına direnme imkanımız da yok. Madem onlar geçmişteki egemenleri bize sunup bugünü tasarlıyorlar, biz de geçmişteki direniş eğilimlerini sahiplenmeli ve tarihin aslında başka türlü olduğunu toplumun önüne koymalıyız. Ancak böyle bu saldırıyı göğüsleyebiliriz. Şu yalana karşı mücadele etmeliyiz; “biz üç kıtaya hakim olan neslin torunu” değiliz, onlar bir hanedandı ama bizlerin, işçilerin, kadınların, yoksulların ecdadı aslında Osmanlı'yla bir türlü barışmayan ve onunla hep didişen yoksul Anadolu halkıydı. Bu farkındalık bizi Osmanlıcılık saldırısına karşı teçhizatlandırabilir. 

O halde popüler söylemde geniş yer bulan bir tabirle, ‘tarafsız bir tarih anlatımı’ yerine taraf olduğunu açıkça söyleyen bir yaklaşımınız mı var?  

“Tarafsız tarih anlatımı” denen yalan, egemenlerin tarih anlatımını esas kabul eder. “Tarafsız” anlattığını söyleyen hiç kimse tarihteki emekçilerden söz etmiyor. Bugün ne kadar “tarafsız” isen, geçmişe de o kadar tarafsız bakabilirsin. Bugün tarafsızım diyen herkes, aslında egemenlerin, güçlünün tarafında. Bugün ben ecdadı da o yüzden şöyle tarif ediyorum: Bugün nasıl direniş varsa geçmişte de direniş vardı. Ben bu bağı kurmak istiyorum. Çünkü bu direnişin de bir tarihi var ve bu yabana atılacak bir tarih değil. 

Bu tarihin yeteri kadar konuşulmadığını mı düşünüyorsunuz?

Engels Alman Köylü Ayaklanmaları'nda Thomas Müntzer’i ve ütopyasını uzunca anlatıyor. Ama mesela ben Müntzer’i okuduğum dönem Babailer’i bilmiyordum. Bu bir yabancılaşma. Bize özellikle Osmanlı döneminin isyanları ve liderleri hep mistik bir içerikle sunuldu. Elbette bu isyanların sınıfsal olduğu kadar inançla ilgilenen yönü de vardı ancak bu da o dönemin resmi ideolojisi haline gelen sünni İslam’a bir karşı argüman üretme çabasıydı. Tarihsel materyalizm penceresinden bakarsanız durum bu. Öyle olmasaydı Engels bize köylü ayaklanmasının lideri olan ama aynı zamanda da bir din adamı olan Thomas Müntzer’i sayfalarca anlatmazdı. 

Bir de şunu görmek gerek. Örneğin Osmanlı toplumunu anlatırken meseleyi “Osmanlı merkezi feodal bir toplumdu, toprak mülkiyeti şöyleydi” falan gibi yüzeysel tanımlara sıkıştırırsak geçmişimize de haksızlık etmiş oluruz. Düşünsenize, bundan 200 yıl sonra birileri Anadolu tarihini yazıyor ve bu tarih anlatımını yalnızca Erdoğan üzerine kuruyor. Büyük bir haksızlık olurdu bu bize ve verdiğimiz mücadeleye.

Siz aynı zamanda grafik tasarım işiyle ekmeğini kazanan birisiniz. Dolayısıyla toplumun güncel algılama biçimlerini de yakından takip etmenizi gerektiren bir mesleğiniz var. Özellikle sosyal medya araçlarının izleme, okuma ve görme sürelerimizi oldukça kısalttığı bir gerçek. Siz de bunun farkında olan birisi olarak bu alandaki yetkinliğinizi kitabınıza ne şekilde yansıttınız, yalnızca gençleri gözeterek mi bir tasarım oluşturdunuz?

Yalnızca gençler için değil ama gençliği çok önemsiyorum. Çünkü tarihin bütün dönemlerindeki itirazlara ve isyanlara baktığımızda yaş ortalaması çok düşük figürler karşımıza çıkıyor. Gençliğe bu anlamda önem veriyorum. Ama tabi ki kitap gençleri de kapsayan ve önemseyen ama esas itibariyle toplumda bu konularla yeni tanışmış insanları hedefliyor. 

Solun kendi içerisinde kullandığı iç-dilden çıkıp, yüzünü henüz bizimle ilişkilenmemiş insanlara dönen ve iknayı esasalan bir dil kurmayı hedefliyorum. Benim işim aynı zamanda iletişim ve reklam. Şunu fark ediyorsunuz, kapitalizm bunu bizden daha çok önemsiyor çünkü o mal satmaya çalışıyor. O yüzden bunun araştırmasını çok yapıyor, hedef kitle tarifi yapıyor, hedef kitleye uygun dili seçiyor, uygun mecra araştırması uapıyor vs. “Ben bunu nasıl bir dille, nasıl bir görsellikle sunayım ki hedef kitleye ulaşayım” amaçlı eğitimler veriyor. Bu iletişim bilimi kapitalizme yarıyor ama biz bununla fazla ilgilenmedik. Ben mesleki alanımda edindiğim tecrübeyi ve bilgiyi bu alanda işe yarasın diye harcamaya çalışıyorum. Bir hedef kitle tarifi yapıyorum ve o hedef kitlenin dilini öğrenmeye çalışıyorum. Eğer iletişim kurmak istediğin insanların dilini bilmiyorsan iletişim kuramazsın. Bu kitabın da bütün derdi bu. Hem bir direnişin tarihini aktarmak istiyorum hem de bunu onların bildiği ve duyabilecekleri bir dille yapmak istiyorum. O yüzden görsellikle ve müzikle desteklenerek ve her bir cümlenin üzerine düşünerek kullanıldığı bir kitap oluşturmaya çalıştım. 

AKP ülkeyi ve toplumu geleceksizleştirdikçe geçmişten “asr-ı saadet” ve istikrar öyküleri derlemeye ve sunmaya çalışıyor. Bu anlatılara milliyetçi cenahtan da Türklerin hep sınıfsız yaşadığı iddiaları eşlik ediyor. Bir yandan da televizyon dizileriyle öne çıkarılan bir hanedan yaşantısı var. Anadolu gerçekten anlatıldığı gibi bir saadet ve istikrar dönemi yaşadı mı?

Asla. Anadolu Türkler girmeden önce de çok uzun zaman boyunca bir karmaşa dönemi yaşamış. En büyük çatışmalar dışarıdan roma müdahalesi döneminde olmuş. Osmanlı’dan çok önce Hristiyan mezhepler yüzlerce yıl Roma’ya ve Bizans’a isyan etmişler. Özellikle Frigya bölgesinde köle özgürlüğü ve kadın eşitliğini vurgulayan yapılanmalar örgütleniyor ve Roma tarafından birçoğu katlediliyor. Bunun gibi sayısız örnek var Anadolu’da. Sonrasında Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de üst üste isyansız geçirilmiş bir yirmi yıl göremezsiniz. Bugün eşitlikçi ve özgürlükçü arayışların modern arayışlar olduğunu düşünenlere bunları sunmakta fayda var. Bunların hepsi insanlık tarihi kadar eski arayışlar. Ve bu arayışlar birbirini takip eden arayışlar aynı zamanda. Şeyh Bedreddin’in annesinin Bizans döneminde Selanik’te isyan eden ve bir dönem kenti yöneten Zealotlar(öfkeliler) grubuna mensup olduğu yönündeki ipuçları buna bir örnek. 

Direniş geleneğinin de birbirinden etkilenen bir sürekliliği var yani?

Evet ancak yalnızca direniş değil. Direniş kelimesini severim ama biraz mesafeliyim. Çünkü kurucu bir şey değildir. Bir programın, bir idealin yoksa direniş sadece yenilgiyi geciktirir. Seni ileriye götürecek olan şey bir dünya hayalidir. 

Marx ve Engels bir zamanlar sınıfların olmadığını bize söyler. İlkçağlardan itibaren bütün karşı koyuşların mimarı olan insanların da kafasında “geçmişte biz aslında sınıfsızdık ve tekrar sınıfsız olabiliriz” fikri var. Dolayısıyla bunların hepsinin amaçsız ve yoksulluktan, zulümden bıkınca çıkartılan isyanlar olduğunu düşünmek hata olur. Birçoğunun arka planında bir dünya tahayyülü çok açık olarak var. Bunların hemen hepsi de merkeze mülkiyet sorgulamasını yerleştirmiş. Ve bu gelecek hayali çok farklı kültürlerden aktarılarak çok farklı coğrafyalara ulaşmış. Benim de kitapta sık sık vurgulamaya çalıştığım şey bu. Aristonikos Heliopolis güneş ülkesi diye bir ütopya koydu ortaya, onlara katılan Romalı bir filozofun sunduğu bir ütopyaydı bu. Bu ütopyayı okuduğunuzda kadın erkek eşitliği, toprağın mülksüzleştirilmesini görürsünüz. Ve bu iki bin yıldan eski bir tarih. Mesela baba İlyas ve baba İshak’ın da “Rıza Şehri” dedikleri bir ütopyaları var. Bu Karmatiler’den devraldıkları bir fikir. Karmatiler Abbasilerin giremediği bataklık bir bölgeye bir şehir kuruyorlar ve iki yüz yıl yaşıyor bu şehir. Ve bu şehir kölenin olmadığı, artık-gelirin dağıtıldığı, hastalık ve açlık kontrol sistemlerinin kurulduğu bir şehir. Karmatilerin bu deneyimi bir çok topluma, o bölgeden geçen Türklere dahi bulaşıyor ve o yolla Anadolu’ya kadar bu ütopya taşınıyor. Selçuklu devletine karşı oluşan Babai isyanı da yine bu Rıza Şehrini kurma hayaliyle oluşan bir isyan. Selçuklu devletinin karşısında yenilgiye uğrayan bu isyandan geriye kalan gruplar Rıza şehri hayallerini yeni kurulan beyliklerde var etme umuduyla arayışa giriyorlar ve o dönem yeni kurulan Osmanlı’ya yardım etmeye çalışıyorlar. Osmanlı da bunları yüz yıl boyunca kullanıyor ve Orhan bey zamanında da hepsi sürgüne gönderiliyor. 

Yani burjuva devrimlerinde gördüğümüz ilericileri kapsayarak kendini kurma ve bunu takip eden gericileşme dönemleri, feodalizm döneminde de başka bir boyutuyla karşımıza çıkıyor.  

Evet, benzer bir örnek, Emevileri yıkan Horasan İsyanı'nda yaşanır. Bahsettiğim süreklilik o kadar şaşırtıcı bir biçimde ilerliyor ki bu dönemlere kadar gelen izleri var. Bergama köylülerinin altın madenine karşı 90’ların başından 2000’lere kadar süren direnişini hatırlarsınız. Orada köylüler kafalarını kazıtıyor ve yarı çıplak dolaşıyorlardı. O dönem buna anlam veremedik. Ama sonradan öğrendik ki o bölgede isyan eden Börklüce Mustafa’nın mensup olduğu Kalenderi mezhebine dayanan bir gelenek. Kalenderilerin bir özelliği var, kafalarını kazıtıyor ve yarı çıplak dolaşıyorlar. Kalenderiler de bugünün modern insanında çok fazla iz bırakan bir gelenek. Bu kafaları kazıtma alışkanlıkları da Asya’ya dayanan Budist köklerine dayanıyor. Ve bin yıl sonra aynı bölgede bir şeye isyan eden köylüler yarı çıplak ve saçlarını kazıtarak direniyorlar. Ondan bin yıl önce de aynı bölgede Aristonikos ve ütopyası vardı. İnanılmaz bir süreklilik bu. 

Aslında kitapta öne çıkarılan karakterler tek başlarına birer “yalnız kahraman” değil elbette. Buna benzer sayısız süreklilik ve etkileşim örnekleri var tarihte. Kitapta da ecdat olarak aktardığım her figürü bu sürekliliğin içerisinde ve o dönemin toplumsal ilişkilerinin bir sonucu olarak incelemeye, hareketin içinde görmeye ve aktarmaya çalıştım.

İnsanların “binlerce yıldır çaput bağladıkları türbe roma gladyatörü çıktı” gibi haberleri görüyoruz. Aslında bu her ne kadar bu dönem bilinçsizce yapılsa da önceki dönemler için baktığımızda bir sürekliliğin ürünü. Onu da atası olarak görüyor, yani diyor ki “burada yatan adam Bizans’a isyan eden bir askerdi” diyor, sahipleniyor, içselleştiriyor ve oraya çaput bağlıyor. Tabii bu bilgi sonraki dönemlere “bilmemne hazretleri” olarak aktarılıyor. 

Giriş bölümünde önemli bir vurgunuz tarihin erkek egemen yanı üzerine. Ancak kadınların rolünün ezilenlerin tarafında sanılandan daha güçlü olduğunu görüyoruz kitabınızda. 

Bütün bu ütopyalar kadın meselesiyle ilgilenmeden yapamamış. Neredeyse her çatışma kadın meselesiyle ilgilemiş. Bahsettiğimiz dönemlerdeki isyanlarda da kadınların öne çıktığı hatta lider konumunda olduğu örnekleri çokça görüyoruz. Örneğin Bacıyan-ı Rum adlı örgütlenme kadınların önderliğini yaptığı bir yapı ve bugün okullarda bu yapı “kadınların bir araya gelip dini konuları konuştuğu, halı dokuduğu vb.”  bir yapı gibi anlatılıyor. Aslında tam aksine toplumsal meseleleri dert edinen savaşçı kadınların oluşturduğu oluşumlar bunlar ve o dönemki savaşlarda da aktif rol alan kadın tugayları kuruyorlar. O dönem mücadelenin yükseldiği her yerde kadınların öne çıktığına çok sık rastlıyoruz ve egemenler de bu durumdan çok rahatsız oluyor. Bunda bağlı olarak da devletlerin elinde bir yönetme aracına dönüşen resmi din, her dönemde kadınları kontrol altına almayı dert ediniyor. 

Günlük dilimizi ve ifade biçimlerimizi iktidarlar belirliyor, bu sizin de kitapta belirttiğiniz bir tespit. Zenci kelimesinin Farsça’da kir, pas anlamına gelen Zenc kelimesinden türediğini ve Abbasilere isyan eden Afrikalı kölelere yakıştırılması buna değerli bir örnek. Aynı yakıştırmaları Tekel işçilerine “domuz”, gezi direnişçilerine “çapulcu” yakıştırmalarıyla bizler de yakın dönemde yaşadık. Ancak bu dönemde bu ifadeler 1200 yıl öncesi kadar toplumsal karşılık bulmuyor sanki?

Mesela “anarşist” lafı toplumda karşılık buldu. Anarşi bir fikir akımı, ama iktidar bunu toplum düşmanı ve terörize edilmiş bir kavram haline soktu. Terörist kavramı da buna örnek. İktidarlar bazı kavramları alırlar ve döndürüp dolaştırıp bunu düşmanlaştırırlar. Mesela “miskin” Yunus’ta önemli bir kavram, miskinliği sahipleniyor, “başkası için çalışmamak” olarak yorumluyor, bu bir tür isyan tavrı oluyor ama bugün “uyuşukluk” anlamında bir aşağılama tabiri. “Abdal” kelimesini devlet aptal haline çevirmiş. Ya da kalender “düzen bozucu, isyankar” anlamına gelen bir kökene sahipken, bugün “ensesine vur ekmeğini al” anlamında. Dili, kavramları bozmanın peşindedir hep muktedirler. Bu konuda uyanık olmalıyız. Dil devlet elinde hem erkek egemen hem mülk egemen bir anlama bürünüyor, bu da bizim için bir direniş alanı. 

Bahsettiğiniz bir çok örnek iktidar tarafından da kullanılan isimler. Yunus Emre belki bunlardan en bilineni. Kitapta bir ön cumhuriyet olarak nitelediğiniz Ankara Ahi Devleti de aslında sağın hep sahiplendiği Ahilik geleneğinin Osmanlı tarafından parçalanmış bir deneyimi. İktidarlar kendi ecdadında bulamadığı toplumsallığı mı arıyor o dönemin dışlanmış ve saldırılara maruz kalmış figürlerinde?

Çok doğru. Ecdadı egemenler olarak tarif ettiğinizde elinizde toplumu kucaklayan değil, dışlayan figürler kalır. Bu nedenle halkın kahtamanlarına da el atıyorlar mecburen. Hem kapsayıcılık ihtiyacıyla hem de itirazı ve muhalefeti işaret eden anlatıyı bozmak, sulandırmak için. 

Bunun için de çok tekrarladığım  bir örnek var, Sherlock Holmes diyor ki; “bir şeyi saklamak istiyorsanız onu herkesin görebileceği bir yere koyun”. Yunus Emre, kitapta andığım diğer isimlerden Hacı Bektaş, Kaygusuz Abdal vb. gibi kişiler egemenler tarafından da anılıyorlar ancak, asla gerçek anlamları ve içerikleriyle değil, tamamen gerçek içeriklerinden boşaltılmış bir şekilde. Şu ana kadar yapılan Yunus Emre dizilerinde Yunus Emre melül melül bakan, aşk ilahileri mırıldanan bir mistik olarak canlandırıldı. Öyle değil. Yunus Emre’yi okuduğunuzda şunu görüyorsunuz ki adam yoksuldan yana ve iktidara karşı. ‘Gitti beyler mürveti, Binmişler birer atı, Yediği yoksul eti, İçtiği kan olısar’ diyen birisi Yunus. Hatta bu tavrı sebebiyle ölümünden onlarca yıl sonra dahi onun şiirlerini okuyanların idam edilmesi yönünde fetvalar yayınlanıyor Osmanlı'da. Şimdi bunları ayıklayarak bize “şol cennetin ırmakları...” tarzı bir takım şiirleri, onları da anlamlarından soyutlayarak önümüze koyuyorlar. Yunus Emre’nin Risâletü'n-Nushiyye adlı pek yayınlanmamış olan uzun bir şiirinde açıkça köylülerin ve onların değerlerinin iktidar olduğu, beylerin devrildiği bir ütopyadan bahsediyor ama bu şiirler ortada gezmiyor. Benzer şeyleri diğer bütün bilgeler için söyleyebiliriz.

Sağcı yazarlar Hacıbektaş’ı Yunus Emre’yi “Anadolu’yu Türkleştirme” çabasının misyonerleri olarak gösteriyorlar. Oysa bu umurlarında bile değildi. Ne Türklük ne de Türkleştirmek umurlarındaydı. Hacıbektaş’ın yüzlerce Hristiyan müridi vardı ve ona Aziz Haralambos diyorlardı, Yine şamanist moğol müritleri vardı. “Yetmişiki millete bir göz ile” bakmayı salık verenlerin aslında “milliyetçi misyonerler” oldukları yalanına duyduğumuz yerde itiraz etmemiz gerekiyor elbette. 

AKP bahsettiğiniz isimleri kullanmaya çalışıyor ama 2017’de Binali Yıldırım da bir mitingte Bolu halkına seslenirken Bolu Bey’in torunları diye sesleniyor insanlara. Bu basit bir dil sürçmesi mi sizce? 

Bu benim aklıma Freud’un ‘Lapsus’ tanımlamasını getiriyor. Lapsus insanın bilinçaltında gizlediği meselelerin dil sürçmesi yoluyla açık edilmesini açıklayan bir kavram. Elbette Binali beyin kafasının arkasında ecdadı beyler, paşalar, egemenler olduğu için; ağzından da o çıkıyor. Malumun ilamı. 

Kitabınızda “Geçmişi Bugüne Bağla” adlı kutucuklar var. Bu bölümlerde öne çıkardığınız çelişik durumlardan görüyoruz ki AKP’nin ve çevresinde öbeklenen İslamcı çizginin kendi geçmişiyle bile barışık olmadığı bir dönemdeyiz. Peki ‘bizim taraf’ geçmişi bugüne nasıl bağlayacak, kitabınızda geçmişten bizim de övünebileceğimiz kahramanları bulup çıkarmaktan öte bugüne dair ‘Ecdadımız’ bize ne söylüyor?

Tarihte de hep direndik, bunu söylüyor. Kahramanlar bize kendi kişisel özelliklerinden başka bir şey anlatır; Lenin, Mahir, Che Guevara; kişisel olarak yaşadıkları elbette değerlidir ama daha başka bir şey anlatırlar. Hangi hikayenin içindeydiler, hangi atmosfer onları bu kahramanlıkları yapmaya götürdü? Evet ben de tek tek insan isimleri sayıyorum ama hiçbiri tek başına ortaya çıkmış kahramanlar değil. Onların arkasında ve içinde oldukları bir büyük hareket var. Bunlara vurgu yapmamız lazım. Kahramanlık hikayelerini egemen sınıflara bırakalım. Kitapta da kullandığım şu cümleyle aslında bugüne dair okuyucuya iletmek istediğim mesajı anlatabileceğimi düşünüyorum;

Geçmiş sadece hazin yenilgilerle değil, özgür bir geleceği tasarlamak için ilham ve ışıkla dolu.

 SOL / Söyleşi 

21 Şubat 2021 Pazar

ÇYDD 32 Yaşında - Prof. Dr. Ayşe YÜKSEL / Cumhuriyet-Olaylar Ve Görüşler

ÇYDD Genel Başkanı Atatürk devrim ve ilkeleri doğrultusunda, çağdaş eğitim yoluyla, çağdaş ülke seviyesine ulaşmak üzere 1989 yılında Prof. Dr. Aysel Ekşi, Prof. Dr. Türkan Saylan, Prof. Dr. Aysel Çelikel ve diğer ülkesini seven aydınların bir araya gelmesi ile kurulan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD), 21 Şubat’ta 32 yaşında olacak. Kurucularımıza minnetimiz sonsuz.

Okulöncesinden yükseköğretime kadar devlet okullarında okuyan öğrencilere eğitim bursu sağlayarak, bilim, teknoloji, sanat ve kültür alanlarında etkinlikler düzenleyerek, kendine, ailesine, ülkesine yetecek gençlerin yetişmesine katkı sunduk.

37 BİN 164 GENCE DOKUNDU

İlk önce, İstanbul’daki üniversitelerde eğitim gören öğrencilere ve şubelerimiz açıldıkça bölgelerindeki üniversite öğrencilerine olmak üzere 26 yıl boyunca, bağışçılarımızın desteği ile 37 bin 164 gencimize eğitim yaşamları boyunca destek olduk, onların mezuniyetlerine tanıklık edebildik ve hayata atılmalarında rol alabildik. Çoğunluğu kadın olan bu mezunlarımız, hem kendilerine hem ailelerine hem de çevrelerine yararlı birer yurttaş oldu.

Derneğimize üye olup projelerde görev alanlar, şube ya da genel merkez yönetim kurullarında görev alanlar var. Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün, Atatürk Cumhuriyeti’ni” gençlere emanet ettiği gibi biz de ÇYDD’yi gençlerimize ve mezunlarımıza emanet ediyoruz.

PANDEMİDE TEKNOLOJİ DESTEĞİ

ÇYDD’nin 19 yıl boyunca görev yapan efsane genel başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan, eğitime destek çalışmalarımızı ülkemizin kırsalına da taşımış, ekonomik koşulları nedeniyle okula gidemeyen kız çocuklarına eğitim bursu vererek umut olmuş, binlerce kız çocuğunun zorunlu eğitimini tamamlayarak üniversiteye devam edip meslek sahibi olmasını sağlamıştır.

Yol arkadaşı Prof. Dr. Aysel Çelikel de genel başkanlığı döneminde, bu projeye büyük katkı vermiştir. Geçmiş yirmi üç yıl boyunca, bağışçıların yoğun ilgi ve desteği ile 91 bin 183 kız öğrenci bursu verilebilmiş, lise birinci sınıftan başlayan burslar üniversite eğitimi tamamlanana kadar devam etmiştir. Ülkemizin değişik il ve ilçelerinde, 119 şubemiz ile 21. yüzyılın gerekleri olan yetkinlikleri öğrenmeye ve öğretmeye, bu konuda yapılan etkinlikler ile çocukları ve gençleri güçlendirmeye gayret ediyoruz.

Bir yıla yakın süredir yaşadığımız koronavirüs salgını nedeniyle bütün öğrencilerin baş başa kaldıkları uzaktan eğitim ile derneğimiz de tanıştı. Derneğimiz, öğrencilerden gelen sesleri dinledi, çözümler üretmeye çaba gösterdi. Burs verdiğimiz, on bin kadar öğrencimize sorduğumuzda, yüzde 60’ının tablet ya da bilgisayar sahibi olmadığına tanık olduk.

Kamu yararına çalışan bir dernek olarak bu konuda kampanyalar yapabilmek, bağış toplayabilmek için Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü’nden izin aldık ve çalışmaya başladık. Ağustos 2020 - Ocak 2021 arasında genel merkez ve şubeler olarak yaklaşık 3 bin öğrencimize cihaz sağlayabildik,  devamını sağlamak için gayret ediyoruz.

İyi ki teknoloji var, 18 Mart 2020 tarihinden itibaren genel merkez ve birçok şubemiz uzaktan çalışma, toplantı, etkinlik düzenleyebildi, bu sayede birbirimizle iletişimde kalabildik. Gün boyu düzenlenen uzaktan çalışmalarla işlerimizi yapabildik, üretebildik ve verimli olabildiğimiz için çok mutlu olduk.

Evde kalan, uzaktan eğitime katılan üniversite gençleri, derneğimizin gençlik birimlerinde kendilerini geliştirecek farklı etkinlikler düzenleyerek kişisel gelişimlerine katkı sunuyor. Merak ettikleri, ilgi duydukları konuların uzmanlarına ulaşıp soru sorarak, örnekler göstererek, eğlenerek öğrenmeyi gerçekleştiriyorlar.

Lise bir, iki, üç ve dördüncü sınıöğrencileri bir araya gelerek uzmanlar eşliğinde yaşadığımız yüzyılın olmazsa olmazı bilim, teknoloji başta olmak üzere birçok konuda karşılıklı konuşuyor, kendilerini güçlendiriyorlar.

AÇTIĞI YOLDA, GÖSTERDİĞİ HEDEFE

Ortaokul öğrencilerimiz de algoritmayı öğrenebilmeleri için kodlama, STEM, ritim, drama vb. konularda düzenlenen etkinliklerden yararlanabiliyor.

Mentörlük projemiz var; mesleğinde en az beş yıl çalışmış gönüllülerimiz ve üyelerimiz benzer alanlarda üniversite öğrencileri ile eşleşerek, birbirlerine yönderlik yaparak yine kişisel gelişimlerine katkı sağlıyor.

Çağdaş Türkiye’nin çağdaş geleceğinin güvencesi olan ÇYDD, bugün 32 yaşında; 119 şubesi, binlerce üyesi ve genci, çok sayıda gönüllü ve bağışçısı ile büyük bir aile. Kurucularımıza minnettarız, emek verenleri saygı ve sevgi ile anıyor, kutluyoruz. Gelecek yıllarda da bu çalışma ve gayretlerin sonuçlarının, Mustafa Kemal Atatürk’ün hedefi olan çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkma hedefine ulaşması dileği ile sağlıklı günlerde buluşalım ve yüz yüze çalışabilelim.

PROF. DR. AYŞE YÜKSEL
ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ (ÇYDD) GENEL BAŞKANI 


Atlantik’in öte tarafındaki komedi Erdoğan’ın trajedisi olur mu? - Kemal Okuyan / SOL-Gelenek

 


ABD’de yeni yönetim Rusya’nın kuşatılmasına öncelik verecekse Türkiye’nin NATO ve AB ile ilişkilerini düzeltmesine ihtiyaç duyacak. Erdoğan’ın da yaşadığı sıkışmayı aşabilmek için buna ihtiyacı var.

“Kongremize yapılan saldırıdan dolayı tüm Amerikalılar dehşete kapıldı. Siyasi şiddet, Amerikan halkı olarak değer verdiğimiz her şeye karşı yapılmış bir saldırıdır. Bu, asla hoş görülemez. Şimdi, daha önce hiç olmadığı kadar, siyasi hıncımızın üzerinde ortak değerlerimiz etrafında toplanmalı ve ortak kaderimizi oluşturmalıyız.”

Artık eski Başkan diyebiliriz, Trump veda konuşmasında bunları söyledi. Daha önceki dik kafalı konuşmalarının tersine, Trump bu kez seçimin kazananı Biden tayfasının “birlik” çağrılarına “beni dışarıda bırakmayın” diye yanıt verir gibiydi. Ne ki, egemenlerin diline ne zaman “birlik”, “uzlaşma” gibi sözcükler pelesenk olsa, orada birileri mutlaka dışarıdadır ve şeytanlaştırılmıştır. Trump, ABD’de sistemin sahibi egemen sınıfın bir üyesi ve temsilcisi olup da şeytanlaştırılmayı beceren nadir şahsiyetlerden biri olarak bu saatten sonra sahnelenmekte olan oyunun bir parçası olamayacağını herhalde anlamaya başlamıştır.  “Muhteşem geri dönüş” ise ABD’nin bugünkü dengeleri hesaba katıldığında kolay gözükmüyor. Cumhuriyetçi Parti’nin şansını bir kez daha Trump’la denemesi ya da Trump’ın ABD’nin “kırmızı” eyaletlerindeki muhafazakârları yeni bir siyasi harekete sürüklemesi için ülkedeki dağılma halinin yeni bir etaba evrilmesi, yani Biden döneminin erken bir fiyaskoya dönüşmesi gerekir.

ABD’de işleyen kriz dinamikleri elbette hafife alınamaz. Ekonomideki derin sorunların çözülmesi, toplumun yoksul kesimlerinde gözlenen ideolojik-siyasal hareketlenmenin kısa erimde durulması beklenmemeli. İstikrardan çok uzaklaşmış durumda ABD. Ne var ki, Biden’ın görevi devralışındaki olağanüstülük, tam da bu istikrarsızlığın nasıl yönetilmeye çalışılacağına dair ipucu sunduğu için, özellikle önemsenmeli. Ayrıca ABD hâlâ kendi krizini başka ülkelere yıkma, uluslararasılaştırma konusunda eli güçlü bir ülke.

Özetle, göreceğiz…

Şimdi başkanlığın el değiştirmesindeki olağanüstülüğe ve bunun sonuçlarına yakından bakalım.

Capitol Hill baskınının ardından ABD siyasetine hâkim olan uzlaşma çağrıları Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti’nin Biden başkanlığında gayri-resmi bir koalisyon oluşturmasını değil, Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti’nin ABD’de sistemi ayakta tutan rollerine geri dönmesini hedefliyordu. Trump bu açıdan Beyaz Saray’da geçirdiği dört yıllık sürede Cumhuriyetçi Parti tabanına dinamizm getirdi belki ama bunu partinin geleneksel konumunu sarsma pahasına gerçekleştirdi.

Bu koşullarda Trump’ın oyuna yeniden dâhil olması için bugünkü dengelerin gerçekten radikal bir biçimde sarsılması gerekir. Belirsizliklerle dolu bir dönemde hesaplanmadık gelişmelerin yaşanabileceğini öngörebiliriz. Bununla birlikte, her sarsıntının Trump’a can simidi olacağını düşünmek de, sonuçta bir ahmağa indirgenemese bile, “parlak” bir siyasetçi olmadığı açık olan birine fazla değer yüklemek anlamına gelir.

Aslında hukuki değil siyasal bir süreç olarak anlaşılması gereken azledilme sürecindeki davranışları, Trump’ın çoktan havlu attığını kanıtlıyor. Gafları, cahilliği yeni bir olgu değil ama hukukçularının verdiği savunmada hemen göze çarpan mantık hataları bir yana, ülkenin adının iki kez yanlış yazılmış olması çok şey ifade ediyor.

Kesin olan bir şey var ki, Trump, kendini devre dışı bırakmaya karar veren güçlerle baş edemezdi. Bütün yaşananlara rağmen seçimde elde edebildiği “başarı” Trump’ın gücünden çok ABD’nin içine girdiği krizin boyutlarını gösteriyordu ve bir bakıma ABD’de sistemin Trump’tan neden kurtulmak zorunda olduğunun da kanıtıydı.

Pek az başkan adayı ABD kapitalizminin hiyerarşisinin en tepesindeki sermaye grupları tarafından bu ölçüde bir ötekileştirmenin konusu olmuştu. Sadece iki adayın bağışçılarına baktığımızda bile, Trump seçilirken de onun karşısında Hillary’i destekleyen kesimlerin bu kez işi sağlama aldığını, Trump’ın arkasındaki sermaye gruplarının ise daraldığı ve inanç erozyonu yaşadıklarını görüyoruz.

ABD’nin finans ve yüksek teknoloji tekellerinin Biden’ın arkasında yaptığı yığınağı dağıtmak için otomotiv, inşaat, imalat ve enerji sektörlerinden gelen sınırlı destek Trump için yeterli olmadı. Trump, söz konusu sektörlerde çalışan göreli daha az eğitimli emekçileri de yanına çekti ama karşısında sermaye sınıfının algı yönetimi açısından en “yaratıcı” ve “saldırgan” kesimleri vardı.

Microsoft, Google, Facebook, Amazon, Apple, IBM, Netflix, Oracle, Disney, Intel… Böyle gidiyor.

Peki, ya ABD’de sistem/düzen dendiğinde akla ilk gelen silah endüstrisi?

Silah endüstrisinin nerede başlayıp nerede bittiğini belirlemek gerçekten güç. Çok büyük bütçeler ayrılan askeri projeler finans ve yüksek teknoloji devlerinin katılımıyla gerçekleştiği gibi ABD silah şirketlerinin izini sürdüğünüzde ilaçtan medyaya, enerjiden yazılıma çok geniş bir faaliyet alanı karşınıza çıkıyor.

ABD’de herhangi bir yönetimin silah endüstrisinin taleplerine kulak tıkaması düşünülemez bile. Nitekim Biden’ın “savunma bütçesinde kısıntı yapacağı” söylentileri sektörün ağır toplarını pek etkilemedi. Hatta seçim öncesinde bazı silah CEO’ları Biden’a açık destek verdi, sektörün en güçlü lobisi durumundaki üst düzey subaylar Trump’ın üzerini tamamen çizen bir tutum sergiledi. Eski Başkan’ın giderayak 13,3 milyar dolarlık projeyle ihya ettiği Northrop bile “yeni yönetimden emin olduğu”nu açıklayarak kılını kıpırdatmadı. Biden’ı iyi tanıyor ve güveniyorlardı. Savunma Bakanlığı’na atadığı emekli General Lloyd Austin’in silah, metal ve sağlık sektörlerinde faaliyet gösteren şirketlerde yöneticilik yaptığını hesaba katarsak, Biden döneminde silah tekellerinin keyfinin yerinde olacağından emin olabiliriz.

Ya Trump? Trump silah tekellerini tatmin etmedi mi?

Bu soruyu yanıtlamak için, Trump’ın Başkan seçildiği 2016 yılına geri dönmek gerekiyor. Bu “değişik” şahsiyetin beyaz Saray’a yerleşmesi, Obama döneminin bütçe kısıntılarından hoşnutsuzluk duyan General Dynamics, Northrop, Huntington Ingalls gibi şirketleri elbette rahatlatmıştı. Trump hayal kırıklığına uğratmadı silah patronlarını. Gerçi Obama’nın kısıntılarının biraz da kaynak yokluğunun ürünü olduğunu herkes biliyordu ve Trump’ın da bu konuda elinde sihirli değnek yoktu. Yine de ABD Başkanı, silah tekellerini tatmin edecek bir pazarlamacı olarak çalıştı, birçok ülkeyle silah satışı anlaşmaları imzalandı, ABD ordusunda kullanılan silah sistemlerinin modernizasyonuyla ilgili sayısız proje devreye sokuldu. Dahası, ekibini sürekli değiştiren Trump’ın savunma bakanlarının hepsi silah sanayinde önemli pozisyonlardan geliyordu. Mattis, Shanahan, Mark Esper “savaş baronu” sıfatını hak eden tiplerdi ve halden anlarlardı.

Elbette hem Trump hem Biden silah endüstrisini tatmin etmeye çalışırken bir yandan da yoksullaştıkça silaha ve orduya ayrılan kaynaktan daha fazla şikâyet eden toplumsal kesimlere şirin gözükme çabasındaydı. Demokratlara göre Trump ilkesiz bir militaristti; uçak, tank ve roketlerin önünde poz vermeye bayılıyordu. Trump ise seçimler yaklaşırken Pentagon’u silah tekellerinin oyuncağı olmakla suçladı; onların işi gücü savaş çıkarmaktı!

Açık olan, silah endüstrisinin Trump’ın arkasında durmamasının kısa erimli parasal hesapların ötesinde nedenleri olduğuydu. Stratejik diyebileceğimiz nedenler…

Trump’ın “Önce ABD” politikası, ilk bakışta tersi bir izlenim verse de, “içe dönme” eğilimini yansıttığı oranda ABD emperyalizminin hegemonik gücünü koruma iddiasını kemiren bir özelliğe sahipti. Uluslararası alanda istikrarsız, bütünlükten yoksun politikalara imza atan Trump yönetiminin en iyimser destekçileri bile ABD’nin emperyalist hiyerarşideki “öncü” rolünün sarsıldığını düşünüyorlardı. Gerçi sorun ABD’nin ekonomik gerileyişiydi ve bunun Trump ile bir alakası yoktu ama ABD’nin egemen sınıf bloku, dünyanın hegemonik gücü olmaktan “barış içinde” vazgeçmeye niyetli değildi ve süreci tersine çevirmenin yollarını arıyordu.

ABD’nin hegemonik gücünü koruması, ülkenin uluslararası dinamiklere müdahale gücünü korumasıyla orantılıydı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana ABD’nin dış politikası “özgür dünyanın savunulması” üzerine kuruluydu. Bu iğrenç yalanın Kore’de, Vietnam’da, Küba’da, Irak’ta, Afganistan’da ve onlarca ülkede gerçeklerin duvarına çarpması bir şeyi değiştirmedi. ABD dış politikası paranın gücüne ve beş kıtaya yayılan işbirlikçilerine yaslanarak “demokrasi” pazarlamaya devam etti. Sovyetler Birliği yıkıldı, yeni düşmanlar peydahlandı, aynı demagojiyle saldırmayı sürdürdüler.

“Özgür dünyanın savunulması”, ABD ile Avrupalı emperyalistler arasındaki çatlakları örten bir malzemeydi aynı zamanda. “Otoriter yönetimlere, diktatörlere karşı mücadele” işgalleri, bombalamaları, katliamları, darbeleri, Gladio ve benzeri yapılanmaları, NATO denen kanlı örgütünü, “demokratik” Avrupa kamuoyu nezdinde meşrulaştırıyordu. İttifak, en büyük sınavını bir Avrupa ülkesi olan Yugoslavya’nın lime lime edilmesiyle sonuçlanan savaşta vermiş ve “özgür dünyanın savunulması” palavrasının arkasına neo-nazilerden “radikal sol”a varıncaya kadar neredeyse bütün güçler dizilmişti.

“Neredeyse” sözcüğünü ve Avrupa’nın namusunu kurtaranlar ise gerçek komünistlerdi.

İşte Trump bu muazzam enstrümanı işlevsiz hale getirmişti. Kendisi “özgür dünyanın değerleri”ne uymadığı gibi, yerine yenisinin konamadığı “demokrasiyi koruma” misyonunu hiç önemsemiyordu.

Emperyalist sistem, sosyalizmi Avrupa’da alt etmişti; şimdi o sistem, eğer ABD’nin hegemonyası sürecekse, bunu Avrupa’da sağlayacaktı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen sonra doğuya doğru genişleyen NATO’nun tam da bu bölgede etkisizleşmesine göz yumulamazdı. ABD’nin müttefiklerini kendisine mahkûm ettiği, çıkarlarını müdafaa etmek konusunda giderek daha cesur davranan Rusya’yı köşeye sıkıştıracağı bir bölgenin boşlanması, uzun erimde asıl hesaplaşmanın Çin Halk Cumhuriyeti ile gerçekleşeceğini bilen ABD egemenleri açısından kabul edilemez bir olguydu.

Trump, Rusya karşısında fazla taviz vermiş, Çin ile giriştiği ticaret savaşlarındaysa ABD’yi erken ve hazırlıksız bir mücadeleye soktuğu gibi Çin’e birçok açıdan bağımlı (bu bağımlılığın karşılıklı olduğunu hatırlatmakta yarar var) “yüksek teknoloji” şirketlerinin hesaplarını da bozmuştu.

Karşı devrimden sonra NATO’ya alınan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin bir bölümünde Rusya’ya karşı daha az düşmanlıktan yana hükümetlerin iktidara gelmesi de ABD’nin stratejik hesaplarını tehdit ediyordu. Zaten Rusya’ya karşı Gürcistan ve Ukrayna’da ardı ardına yapılan hamlelerin ağır maliyeti olmuş, Moskova Abhazya ve diğer bölgelerdeki otoritesini pekiştirmiş, sonrasında Ukrayna’nın renkli devrimine Kırım’ı ilhak edip üstüne başka bazı bölgeleri neredeyse kendisine bağlamıştı. Şimdiyse onca maliyet ve risk göze alınıp NATO’ya dâhil edilen Orta ve Doğu Avrupa’da Rusya oyunbozanlık yapıyordu.

Trump oralı değildi. Oysa bu umursamazlığın en önemli sonucu emperyalist rekabette öne çıkmaya çalışan Almanya’nın Doğu politikasını ABD’den bağımsız tayin etmeye başlamasıydı. Almanya Çin, Rusya ve İran ile ekonomik işbirliği konusunda ciddi yol almış, bu ülkelere dönük yaptırımlarda daha ihtiyatlı bir tutum içine girmişti. Öte yandan Berlin’de hiçbir burjuva iktidar ABD ittifak sisteminin dışına çıkmak, NATO’yu önemsizleştirmek gibi bir niyete sahip değildi, olamazdı da. Ancak Trump’ın dış politika tercihlerinin yalnız Almanya değil, diğer Avrupalı aktörleri daha bağımsız bir çizgiye ittirdiği açıktı.

Bütün bunlardan sonra NATO Genel Sekreteri, eski Norveç Başbakanı Jens Stoltenberg’in “Biden yönetimi NATO için büyük fırsat” demesine, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Trump’ın üstünü “dört uzun yılın ardından Avrupa'nın artık Beyaz Saray'da bir dostu var" diyerek çizmesine şaşırmıyoruz.

En eğlencelisi, Von der Leyen’in, Twitter’in eski Başkan’ın hesabını askıya almasından duyduğu memnuniyeti belirtirken “ancak bu kararlar hukuka ve kurallara uygun olarak alınmalı... Silikon Vadisi CEO'larının keyfi kararlarına bağlı olarak değil" ekini yapmasıydı. Atlantik’in birbirine bağladığı iki emperyalist güç yine “demokrasi” dilini konuşuyor ve bu “demokrasi”de diğerlerine yer olmadığını hatırlatıyorlardı. Trump da diğerlerinden biriydi. “Özgür dünya”nın diktatörlüğü geri dönüyordu. Ve Trump, kendisini tam da o dünyanın kahramanı ilan ettiği sırada gerçek anlamıyla ötekileştiriliyordu.

Trump karşısındaki güçleri hafife aldı. Ona ABD’nin kronik bazı sorunlarına neşter atması görevi verilmişti 2016’da. Bunları yerine getirmeye çalışırken sistemin ayarlarıyla oynadı, büyük dertlerle boğuşan ABD’de düzenin temel direği olan suskun muhafazakâr kesimleri gereksiz yere uykudan uyandırdı. İşsizliğin bunalttığı milyonlarca yoksul Trump’ın faşizan söyleminin arkasında konumlanırken, ekonomik açıdan daha korunaklı olduğu söylenemeyecek milyonlarca kişinin hem yoksulluğa hem ırkçılığa hem de Trump’ın temsil ettiği ahmaklığa karşı hareketlenmesi ABD’de kurulu düzen açısından büyük riskti. Söz konusu kutuplaşmanın nereye evrilebileceği, Trump karşıtları arasında yüzünü tamamen başka bir seçeneğe, sosyalizme dönenlerin sayısındaki artışta somutlanıyordu.

Bu artış elbette sınırlıydı ancak her bir komünistin peşine en az on ajan takmayı “özgür dünya”nın geleceği açısından elzem gören bir zihniyet açısından “Black Lives Matter” eylemlerindeki sınıfsal ton yeterince uyarıcıydı. Üstelik bütün dünyanın aklını alan ABD medyası, bu toplumsal kutuplaşma ortamında aradan sıyrılan ve bir yandan Trump’ın arkasını kollarken bir yandan da ABD’deki toplumsal sistemi profesyonelce yerin dibine geçiren, bunu yaparken Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin eşitlikçi mirasını tepe tepe kullanan Rus medyası karşısında kendi sahasında zorlanıyordu. Russia Today’ın başını çektiği Rus devlet medyasının ABD’de izlenme oranları oldukça düşüktü ama ABD’de halkın göz ucuyla bu haber kaynaklarına bakmakta olduğuna ilişkin veriler gittikçe güçleniyordu. Daha önemlisi, Ruslar, ülkenin en “itibarlı” habercilerini kendi kanallarına alarak ABD’yi “özgür dünya” palavrasına azıcık inandırıcılık katabilecek unsurlardan yoksun bırakıyordu.

Bütün bunlar Trump’ın sarsaklığında daha vahim hale geliyordu. Düşünsenize, Başkanlık seçimlerinden aylar önce seçimlere hile karıştırılacağını söyleyen bir ABD Başkanı! Ben denk geldim, Ruslar gerçekten çok eğlendiler bütün bu süre boyunca.

Trump dönemi devri sabık ilan edilmemiştir ama Trump’ın kendisi gayrı meşrudur bundan böyle. Capitol Hill baskını Trump’ın meşruiyetinden geriye kalan kırıntıları yok etmek için kullanılmıştır. Baskının gerçekleşmesi, alınan önlemlerin yetersizliği, kestirmeden Trump tehdidinin büyüklüğüne bağlandı belki ama 6 Ocak olaylarında asıl tuzağa düşenin Trump olduğu ortadaydı. Müesses nizam, Trump ve peşindekileri sistemin dışına atarken aslında ABD’nin yeni döneminde her tür aşırılığın anında tırpanlanacağını müjdelemiş oluyordu. Böylece seçim öncesinde Biden’ı “yoldaş” olarak belleyen “radikal demokrasi”ye de “oyun bitti” denmişti.

Biden’ın yemin töreni öncesinde ABD Başkenti’nde savaş hali vardı. Silahlı grupların saldıracağı, demokrasinin benzersiz bir tehditle karşı karşıya kaldığı söyleniyordu. Böylece başkentte 25 bin Ulusal Muhafız’ın konuşlandırılmasını faşist tehlikenin bertaraf edildiğini düşünen Biden destekçileri bir güzel içlerine sindiriyordu. Tören alanına o destekçiler değil de onlar adına 200 bin ABD bayrağının dikilmesinin “güvenlik” dışında bir anlamı vardı. Salgına rağmen 2020 yılında sokaklar fazlasıyla hareketliydi ve egemenler Trump’ın aptalca bir biçimde cepheye sürdüğü kitlelerin karşısına ideolojik olarak hiç de türdeş olmayan Trump karşıtlarının dikilmemesi için her önlemi almış oluyordu.

Herkes evine…

Çünkü salgının daha da yoksullaştırdığı milyonlarca emekçinin ve ırkçı şiddetin öfkelendirdiği siyahların Trump dönemindeki aktivasyonlarının sürmesi Biden yönetimine hiç istemedikleri bir ayak bağı yaratırdı. Daha iş başı yapmadan Trump’a çözdürdüler meseleyi.

Ve çünkü Biden ABD’nin karmaşıklaşan ittifaklar sistemine kendince çekidüzen verir vermez ABD hegemonyasını hatırlatacak müdahalelere başlamak istiyordu. İlk dış politika kararlarından biri olarak İran’ı zor duruma düşürmek bir yana onun etkinlik alanını genişleten Yemen savaşında Suudileri finanse etmekten vazgeçmesi ve İran’la nükleer anlaşmanın yeniden işlerlik kazanması için girişimlerde bulunması Biden’ı herhalde “barışçı” biri yapmıyor.

ABD yönetimi Çin ve İran üzerindeki baskının niteliğini değiştirecek, Rusya’yla ilişkilerde ise gerilimi artırmayı deneyecek. Biden bu niyetini gizlemiyor bile, Moskova ise “sorunlar derinleşecek, biz hazırız” demekte.

Türkiye’den baktığımızda gerilimin hemen artmasını bekleyebileceğimiz üç nokta görüyoruz. Baltık, Karadeniz ve Suriye.

Baltık Denizi Rusya açısından açık denizlere çıkıştan ziyade savunma kaygıları nedeniyle önemli. Ülkenin en önemli kentlerinden St. Petersburg, Baltık Denizi’nin kuzey doğudaki uç köşesinde yer alıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda, Leningrad kuşatması sırasında, kentin olağanüstü bir direniş sonucu düşmemesi yanıltıcı bir sonuca götürmemeli. Çok özel bir direnişten söz ediyoruz. Savaştan sonraysa, sosyalist bloğa katılan Polonya ve Sovyet iktidarının yeniden tesis edildiği Estonya, Letonya ve Litvanya Sovyetler Birliği’nin Baltık kıyılarını yeterince güvenlikli hale getiriyordu. Dahası, Baltık Denizi’nin güney batısında Varşova Paktı üyesi Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin en önemli liman kenti Rostok Sovyetlerin Baltık Filosu için anlamlı bir tutamak noktasıydı.

Oysa şimdi Rusya’nın Petersburg dışında Baltık’taki tek stratejik üssü Litvanya ile Polonya arasında sıkışmış olan Kaliningrad kenti. Ve NATO, bu bölgeye yığıldıkça yığılıyor. Polonya zaten Rusya’ya karşı her tür adıma dünden razı. İsveç son yıllarda NATO ile işbirliğini iyice artırdı. Üç eski Sovyet Cumhuriyeti Letonya, Estonya ve Litvanya sürekli olarak “Rus tehdidi”ne karşı ABD tarafından silahlandırılıyor.

Karadeniz ise kuşkusuz Rusya için hem bir savunma alanı hem de çıkış yolu. Burada da NATO’nun faaliyetleri alabildiğine yoğunlaşmış durumda. İşin gerçeği ABD artık Montrö Sözleşmesi’nin hükümlerini takmıyor ve AKP iktidarı buna açıkça çanak tutuyor. Karadeniz’de NATO’ya ait gemilerin varlığı artık süreklilik kazanmış durumda ve Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı bölgede artan askeri etkinliğin mazereti olarak gösteriliyor. Sovyetler varken NATO’nun Karadeniz’deki tek temsilcisi olan Türkiye’nin tekeli Romanya ve Bulgaristan tarafından kırılmış olsa da, zamanında NATO’nun Karadeniz’e sokulmasını bir biçimde istemeyen Ankara’nın önümüzdeki dönemki tavrının dengeleri değiştirebileceğini bilmemiz gerekiyor.

Daha açık konuşacak olursak, Karadeniz, Erdoğan’ın ABD ile ilişkilerde masaya koyacağı en önemli kozlardan biri. Üstelik son yıllarda bir yandan Putin ile iyi ilişkiler kuruyor gözükse de, siyasi iktidar Karadeniz’de Rusya’yı sıkıştırmak isteyecek ABD için neler yapabileceğini hissettirmiş durumda.

Gelelim Suriye’ye…

Türkiye Suriye’deki askeri ve siyasal varlığını Kürt oluşumunun yarattığı “güvenlik sorunu”nu gerekçe göstererek meşrulaştırdı. Ancak Suriye’deki savaşın ilk etabında Esad’a karşı Suriye’deki en güçlü Kürt öznesi PYD ile işbirliğinin Ankara’nın övüne şişine yürüttüğü bir politika olduğunu herhalde kimse unutmadı. Zaten Irak’taki Kürt bölgesiyle kurulan siyasi ve ekonomik ilişkiler özerk Kürt bölgelerinin Türkiye için bir kırmızı çizgi olmayacağının kanıtı.

O halde Suriye’de her geçen gün daha fazla yerleştiği ve kendine bağladığı Suriye topraklarından beklentisi ne olabilir Erdoğan’ın? Revize edilmiş Yeni-Osmanlıcılık, Sünni ekseninin güçlendirilmesi konunun bir tarafı… Ancak şu anda Türkiye’nin Suriye’deki varlığı asıl Suriye’nin bölünmesi arayışına hizmet ettiği oranda ABD’nin işine geliyor. Biden yönetiminin PYD’nin kontrol ettiği bölgeleri tahkim edeceğinden kimsenin kuşkusu yok. Bunun Türkiye açısından, şu anda kendi denetimindeki geniş bir kuşağa “güvenlik” gerekçesiyle kalıcı olarak yerleşmesi anlamına geleceğini tahmin etmek zor değil.

ABD’de yeni yönetim eğer Rusya’nın kuşatılmasına öncelik verecekse, Türkiye’nin NATO ve AB ile ilişkilerini düzeltmesine ihtiyaç duyacak. Erdoğan’ın da ekonomik ve siyasal sıkışmayı aşabilmek için buna gereksinimi var. Dolayısıyla gerek ABD gerekse AB ile ilişkiler söz konusu olduğunda Erdoğan’ın otoriterliğinin bir sorun teşkil ettiğini düşünenleri büyük bir hayal kırıklığı bekliyor. AKP iktidarının Biden yönetimine sunacağı olanakları kimse hafife almamalı. Üstelik Erdoğan bunları Rusya’yla ilişkileri fazla germeden (NATO ile Rusya açık çatışmaya girmediği sürece) yapabilecek hareket alanına da sahip.

Bütün bunları Biden yönetiminin Türkiye karşısında sertleşeceği ezberine karşı yazıyorum. Eleştirilerin artacağı, Erdoğan’ı birden fazla başlıkta sıkıştıracakları, S-400 ve Halk Bankası gibi konuların yeni krizler yaratacağı açık. Ancak ABD’de daha şimdiden ardı ardına “aman ayarı iyi tutturalım, Erdoğan’ı Putin’e doğru ittirmeyelim” tavsiyesi yapılıyor. Ayrıca Türkiye’nin son dönemde Çin Halk Cumhuriyeti ile ticaretin ötesine geçen ekonomik ilişkiler kurmaya yönelmesi ve bunun siyasi sonuçlar doğurması memlekette “Uygur Türkleri” başlığına daraltılıyor belki ama Atlantik’in ötesinde erken uyarı sistemleri çalışmaya başladı bile…

Dış politika sadece dış politika değildir. Biden’ı içeride çok zor bir süreç bekliyor. Biz şu ana kadar onun iktidarına nasıl bir anlam yüklendiği üzerinde durduk ve insanlık açısından, dünya halkları açısından nasıl da tehlikeli bir ekibin işbaşına geçtiğini hatırlattık. Ancak bu ekibin işi kolay değil. ABD’de yaşanan dağılmanın toparlanamaması, toplumdaki kutuplaşmanın kılık değiştirerek kendini yeniden hissettirmesi, hatta Biden’ın sağlık sorunlarının bir yönetim krizine yol açması beklenmedik gelişmeler olmaz.

Türkiye’de ise Erdoğan, ABD ile ilişkileri yönetilebilir olmaktan çıkaracak denli ciddi bir sıkışma ile karşılaşabilir ve ülke, sistemin nesnel olarak izin verdiğinin ötesinde bir eksen kaymasına savrulabilir.

Bunlar mümkün. Biz mümkün olanları not etmek ve şu anda teorik olarak Türkiye ile ABD ve AB arasındaki gerilimden daha yakın ve tehlikeli bir işbirliğine geçiş sancılarının yaşandığını söylemek zorundayız. Hele bir ilk el ense çekme dönemi geçsin, taraflar karşılıklı birbirini sınasın…

Asıl işimiz, görevimiz ise ülkenin yönünü değiştirmeye çalışmak elbette…

Yazı kapsamında son bir mesele kaldı; bir soru…  Biden yönetiminin, Avrupa’nın da desteğiyle Erdoğan’ın altındaki halıyı çekmesi? Böyle bir seçenek yok mu?

Bu seçenek Erdoğan kadar, hatta ondan daha kullanışlı bir iktidar alternatifinin varlığını gerektiriyor. Bilindiği gibi bu alternatif çoktan yola çıktı, Erdoğan onun yoluna engeller döşemek için bütün maharetini kullanıyor ve elinde epey koz biriktiği ortada. Ancak yine de emperyalist ülkelerin bir daha Erdoğan’a sonsuz kredi açarak onu kuvvetlendirmeyeceğini bilmeliyiz.

Erdoğan Türkiye siyasetinde güçlenebilir mi? Toplumun ruhunu okumak için bir teste dönüştürmek istediği Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar, yeni Anayasa gündemi ve düzen partileri arasında yoğunlaşan trafik Erdoğan açısından yeni bir strateji anlamına geliyor mu?

Bu sorular da gelecek yazımıza konu olsun.

Kemal Okuyan / SOL-Gelenek

20 Şubat 2021 Cumartesi

Diyelim ki gittin Ay'a - Orhan Gökdemir / SOL

 Ay’a inmek, Mars’a çıkarma yapmak, galaksilerin arasında tur atmak bizi dönüp kendi gözlerimizin içine bakmaya zorlamıyorsa ne işe yarar?

Güneş sistemimizin artık yeni bir mesafe şampiyonu var: Farfarout! Astronomlar, Güneş'ten 140 astronomik birim (AB) uzaklıkta keşfettiler bu yeni cismi. AB, Dünya'nın Güneş'e uzaklığını temel alan, yaklaşık 150 milyon kilometre tutarındaki bir mesafe birimi. Yani bizim “Farfarot” 140 çarpı 150 milyon kilometre uzaklıkta. Bir başka deyişle bu cisim, Dünya – Güneş mesafesinin 140 katı uzaklıkta dolanıyor. En uzak kaya gezegen Plüton bile güneşin etrafında 39,5 astronomik birim uzaklıkta dönüyor. O kadar uzak...  

Farfarot adlandırması, keşfi Aralık ayında açıklanan bir önceki rekor sahibi Farout‘a bir selam niteliğinde. Farot da Güneş'ten yaklaşık 120 AB uzaklıkta dönüyor. Cismin Güneş çevresindeki bir turunu yaklaşık 1000 yılda tamamlayan bir cüce gezegen olduğu sanılıyor.

Yalnız sözünü ettiğimiz uzaklık rekorları, cisimlerin belli bir andaki konumlarına göre olan uzaklıkları. Yoksa yolu bir hayli eliptik olan gök cisimleri yörüngelerinin belli bir noktasında 140 AB’den daha uzakta bulunabilir. Sonrası hâlâ büyük bir bilinmez. Mesela bir cüce gezegen olan Sedna, 900 AB’den daha uzakta dolanıyor. Kaldı ki sınır orası da değil. Trilyonlarca kuyruklu yıldız barındıran devasa Oort Bulutu'nun iç sınırları yaklaşık 5 bin AB uzaklıktan başlıyor.

Akıllara zarar mesafeler demek bunlar. Güneş sisteminin dış sınırları iki ışık yılı ötelerde bitiyor. Sonra bize en yakın yıldız sistemi Alfa Centauri’nin sınırı başlıyor. O da bize yaklaşık 4,3 ışık yolu uzaklıkta. Saniyede 300 bin kilometre hızla gitseniz 4 yıl 3 ay sonra ulaşabilirsiniz demek bu. Ulaşabildiğimiz hız saatte 20 bin kilometre. Daha başındayız ve yolumuz çok çok uzun.

***

Önceki gün evimize en yakın iki gezegenden biri olan Mars’a bir uydu daha indi. Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi'nin uzay aracı Perseverance, Azim, mini helikopteriyle Mars’a iniş yaptı. Mars’ın Dünya ile uzaklığı Güneş etrafındaki yörüngesine bağlı olarak 55 milyon ila 400 milyon kilometre arasında değişiyor. 

Durup durup bu gezegeni hedef almamızın bir sebebi var. Venüs ilgi alanımızın dışında, çünkü atmosferi çok kalın, içindeki sıcaklık dayanılmaz. Merkür ön cephede Güneş’te kavruluyor. Dış gezegenler birer gaz bulutu. Geriye insan için ulaşılabilir sadece Mars kalıyor. Uydular gönderip duruyoruz, bir gün yüzeyine insan ulaştırmayı hayal ediyoruz. Keyfiyetten değil mecburiyetten.

Kaldı ki uydularla “evreni keşfetme” girişimimiz yeni değil. 1970’li yıllarda büyük bir heyecanla fırlatılan Pioneer ve Voyager adlı araçlar bugün hâlâ yollarına devam ediyor. Gaz devleri Jüpiter ve Satürn hakkındaki görüşümüzü bütünüyle değiştirerek ilerlediler. Voyager 1, dış gezegenlere selam çaktıktan sonra Dış Güneş Sistemi’ne yöneldi. 40 küsur yıllık yolculuktan sonra Güneş rüzgarlarının etkisini tamamen yitirdiği “heliopause” sınırına ancak ulaştılar. Gelecekte bir gün Güneş sisteminin dışına ulaşmaları umut ediliyor. Bir kazaya belaya uğramazlarsa tabii. 

Onlar ağır aksak Güneş sisteminin sınırlarına ulaşmaya çalışırken ayrıldıkları Dünya yıldızının etrafında saatte 105 bin kilometre hızla dönmeye devam ediyor. Güneş Samanyolu galaksisi etrafında saatte 828 bin kilometre hızla koşturuyor. Bu baş döndürücü hızla bile yörüngesinde tam bir tur atabilmesi için 225 milyon yıl gerekiyor. Milyarlarca yıldıza ev sahipliği yapan galaksimizin çapı 100 bin ışık yılı büyüklüğünde. Yine de kıyaslandığında küçük bir galaksi sayılıyor. Güneşimiz küçük cüce bir yıldız. Voyager’den baksanız Dünya’nın da çok mütevazı olduğunu fark edersiniz. Küçük, kayalık, sulak bir iç gezegendir. 

Yani evrenin ne bize ne Dünya adını verdiğimiz evimize ne onun etrafında döndüğü küçük parlak yıldızımıza aldırdığı var. Biz değiliz merkezi. Zaten insanlık ailesinin hiçbir tanrısı onun büyüklüğünü hayal edememiş bugüne kadar. Dinlerin Dünya merkezli inançlar olmasının sebebi bu. 

***

İslam’ın doğuşunda belirgin izler bırakan inançlardan biri şimdi silinmiş Sabiilik’ti. Anadolu’daki ibadethanelerinden biri, Ay tapınağı, 13. yüzyılda Harran’da hâlâ ayaktaydı. Moğollar işgal edince kentle birlikte tapınağı da yıktı. Halbuki Müslümanlar onları “kitaplı dinlerden” saymışlar ve dokunmamışlardı. Sabiiler gök cisimlerine taparlardı. Silinmiş olmalarına rağmen izleri “kitapta” belirgindir. Peygamber İbrahim’in yıldızlarla, Güneş’le ve tabii Ay’la ilgili muhasebesi meşhurdur. Sonuç itibariyle bütün “semavi” dinler yıldız tapımı inancının paltosundan çıkmıştır. Yıldızları, onların “en büyükleri” olan Güneş’i ve Ay’ı tanrı saymak anlaşılabilir bir şeydir. Kaldı ki Güneş, sistemindeki canlılar için gerçekten de tanrı rolündedir.

İddia odur ki bu tür inançların ortaya çıkmasında insanların hayatlarını kazanma biçimlerinin belirleyici bir etkisi vardır. Ay’a tapınanlar daha çok çobanlardı. Güneş’te tanrı görenler tarımla uğraşıyordu. Arap kültüründe Ay’ın baskın olması bu tarihsel toplumsal gelişmeyle ilişkilidir. Ay takvimi de, Kameri, bu yaşam biçiminden devşirilmişti.

Ancak zamanla çobanlığa dayalı yaşam biçimi değişti, inanç daha soyut bir biçime büründü. Yeni biçimin esası soyut bir “büyük ruh”a kulluktur. Bu da çobanlıktan medeniyete, kabileden devlete geçişe tekabül eder. Büyük ruha kulluk somut dünyadaki efendiye baş eğmenin provasıdır. Ruhçu “nefsi yok etmek” ister, asıl istediği insan kişiliğini yok etmektir. İnanç gönüllü kulluğun ve köleliğin yolunu açar, pekiştirir. Dünyevi kulluk sonsuza kadar değişmeyecek tanrı düzeni olarak görülmeye başlanır ki egemen sınıf açısından tadından yenmez. 

İnsanlık ailesinin çocuksu halleridir bunlar. Din konusu açılır açılmaz insan çocuksulaşır; Ay’a gidebileceğine, evrene hükmedebileceğine, bunun bir büyük ruhun isteğiyle olabileceğine inanır. Bu inanış insan merkezlidir üstelik. Evrendeki her şey ona göre düzenlenmiştir. 

Evrenin tanrısı aslında insanın tanrısıdır. Ancak inancın evreni ile bilimin evreni “farfarot”tur, birbirleriyle hiç karşılaşmaz.

***



Bilimin evrenini ise büyük Aydınlanmacılara borçluyuz. Nicolaus Copernicus, Giordano Bruno, Tommaso Campanella, Galileo Galilei, Gottfried Leibniz ve tabii Isaac Newton’dur kurucu babaları. 16. yüzyılın ikinci yarısında başlayan ve 18. yüzyılın başında biten, esasında ortalama bir yüzyıllık bir harekettir bu. Bruno’nun ufukta parıldayan ve yıldızlarda yazılı olan büyük sihirli dönüşüm konusundaki inancını Campanella da paylaşıyordu. Öncü Bruno, güneş merkezliliğini Hermetik devriminin merkezi olarak ilan etmiş, kilisenin düşüşünü veya yenilenmesini tetikleyecek olan bir işaret haline getirmişti. Giordanisti’lere göre, güneş merkezlilik sadece bir teori değildi, yeni bir Hermetik ütopyaydı. Bir dalganın üzerinde geldiler ve birbirlerine tutunarak bir dalga yarattılar. Dinin ve onun yeryüzündeki “bekçisi” kilisenin yol açtığı koyu karanlıkta, bugün bize pek de anlamlı gelmeyecek işaretlere tutunarak Dünyamızı ve evrenimizi aydınlatmayı başardılar. Mucizevi insanların yarattığı büyük bir aydınlıktır. 

***

İnsan aklı o aydınlıkta ilerlemeye devam ediyor. Mars’a uydu indiriyor. Güneşin sınırlarına uydular yolluyor. Evrenin derinliklerine göz atabileceği teleskoplar yapıyor. 

Ama bunların evreni küçülttüğünü söyleyemeyiz. Evren insanın onu anlamak için attığı her adımda daha büyüyor, ondan daha uzaklara genişliyor. Teleskopu sonsuz derinliklere döndürdüğümüzde gördüğümüz her şey ufalıyor, basit bir yıldız tozuna dönüşüyor.  

Yaratıcı, aydınlatıcı bir gerilim bu. Felsefe sonsuz evren ile sınırlı insan hayatı arasındaki gerilimden türedi. Felsefeyle o gerilimi bilginin yolunda ilerlemenin itici gücüne dönüştürmeyi başardık. Uydularımız ve teleskoplarımız o başarının basit birer ürünü sadece. 

Ama asıl mesele insanlığı içinden çıkamamakta ısrar ettiği çocukluktan kurtarmak. Bu saçma ruhçuluğundan, bu tepetaklak düzeninden kurtulabilir insan. Ay’a inmek, Mars’a çıkarma yapmak, galaksilerin arasında tur atmak bizi dönüp kendi gözlerimizin içine bakmaya zorlamıyorsa ne işe yarar?

Orhan Gökdemir / SOL