21 Şubat 2021 Pazar

Atlantik’in öte tarafındaki komedi Erdoğan’ın trajedisi olur mu? - Kemal Okuyan / SOL-Gelenek

 


ABD’de yeni yönetim Rusya’nın kuşatılmasına öncelik verecekse Türkiye’nin NATO ve AB ile ilişkilerini düzeltmesine ihtiyaç duyacak. Erdoğan’ın da yaşadığı sıkışmayı aşabilmek için buna ihtiyacı var.

“Kongremize yapılan saldırıdan dolayı tüm Amerikalılar dehşete kapıldı. Siyasi şiddet, Amerikan halkı olarak değer verdiğimiz her şeye karşı yapılmış bir saldırıdır. Bu, asla hoş görülemez. Şimdi, daha önce hiç olmadığı kadar, siyasi hıncımızın üzerinde ortak değerlerimiz etrafında toplanmalı ve ortak kaderimizi oluşturmalıyız.”

Artık eski Başkan diyebiliriz, Trump veda konuşmasında bunları söyledi. Daha önceki dik kafalı konuşmalarının tersine, Trump bu kez seçimin kazananı Biden tayfasının “birlik” çağrılarına “beni dışarıda bırakmayın” diye yanıt verir gibiydi. Ne ki, egemenlerin diline ne zaman “birlik”, “uzlaşma” gibi sözcükler pelesenk olsa, orada birileri mutlaka dışarıdadır ve şeytanlaştırılmıştır. Trump, ABD’de sistemin sahibi egemen sınıfın bir üyesi ve temsilcisi olup da şeytanlaştırılmayı beceren nadir şahsiyetlerden biri olarak bu saatten sonra sahnelenmekte olan oyunun bir parçası olamayacağını herhalde anlamaya başlamıştır.  “Muhteşem geri dönüş” ise ABD’nin bugünkü dengeleri hesaba katıldığında kolay gözükmüyor. Cumhuriyetçi Parti’nin şansını bir kez daha Trump’la denemesi ya da Trump’ın ABD’nin “kırmızı” eyaletlerindeki muhafazakârları yeni bir siyasi harekete sürüklemesi için ülkedeki dağılma halinin yeni bir etaba evrilmesi, yani Biden döneminin erken bir fiyaskoya dönüşmesi gerekir.

ABD’de işleyen kriz dinamikleri elbette hafife alınamaz. Ekonomideki derin sorunların çözülmesi, toplumun yoksul kesimlerinde gözlenen ideolojik-siyasal hareketlenmenin kısa erimde durulması beklenmemeli. İstikrardan çok uzaklaşmış durumda ABD. Ne var ki, Biden’ın görevi devralışındaki olağanüstülük, tam da bu istikrarsızlığın nasıl yönetilmeye çalışılacağına dair ipucu sunduğu için, özellikle önemsenmeli. Ayrıca ABD hâlâ kendi krizini başka ülkelere yıkma, uluslararasılaştırma konusunda eli güçlü bir ülke.

Özetle, göreceğiz…

Şimdi başkanlığın el değiştirmesindeki olağanüstülüğe ve bunun sonuçlarına yakından bakalım.

Capitol Hill baskınının ardından ABD siyasetine hâkim olan uzlaşma çağrıları Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti’nin Biden başkanlığında gayri-resmi bir koalisyon oluşturmasını değil, Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti’nin ABD’de sistemi ayakta tutan rollerine geri dönmesini hedefliyordu. Trump bu açıdan Beyaz Saray’da geçirdiği dört yıllık sürede Cumhuriyetçi Parti tabanına dinamizm getirdi belki ama bunu partinin geleneksel konumunu sarsma pahasına gerçekleştirdi.

Bu koşullarda Trump’ın oyuna yeniden dâhil olması için bugünkü dengelerin gerçekten radikal bir biçimde sarsılması gerekir. Belirsizliklerle dolu bir dönemde hesaplanmadık gelişmelerin yaşanabileceğini öngörebiliriz. Bununla birlikte, her sarsıntının Trump’a can simidi olacağını düşünmek de, sonuçta bir ahmağa indirgenemese bile, “parlak” bir siyasetçi olmadığı açık olan birine fazla değer yüklemek anlamına gelir.

Aslında hukuki değil siyasal bir süreç olarak anlaşılması gereken azledilme sürecindeki davranışları, Trump’ın çoktan havlu attığını kanıtlıyor. Gafları, cahilliği yeni bir olgu değil ama hukukçularının verdiği savunmada hemen göze çarpan mantık hataları bir yana, ülkenin adının iki kez yanlış yazılmış olması çok şey ifade ediyor.

Kesin olan bir şey var ki, Trump, kendini devre dışı bırakmaya karar veren güçlerle baş edemezdi. Bütün yaşananlara rağmen seçimde elde edebildiği “başarı” Trump’ın gücünden çok ABD’nin içine girdiği krizin boyutlarını gösteriyordu ve bir bakıma ABD’de sistemin Trump’tan neden kurtulmak zorunda olduğunun da kanıtıydı.

Pek az başkan adayı ABD kapitalizminin hiyerarşisinin en tepesindeki sermaye grupları tarafından bu ölçüde bir ötekileştirmenin konusu olmuştu. Sadece iki adayın bağışçılarına baktığımızda bile, Trump seçilirken de onun karşısında Hillary’i destekleyen kesimlerin bu kez işi sağlama aldığını, Trump’ın arkasındaki sermaye gruplarının ise daraldığı ve inanç erozyonu yaşadıklarını görüyoruz.

ABD’nin finans ve yüksek teknoloji tekellerinin Biden’ın arkasında yaptığı yığınağı dağıtmak için otomotiv, inşaat, imalat ve enerji sektörlerinden gelen sınırlı destek Trump için yeterli olmadı. Trump, söz konusu sektörlerde çalışan göreli daha az eğitimli emekçileri de yanına çekti ama karşısında sermaye sınıfının algı yönetimi açısından en “yaratıcı” ve “saldırgan” kesimleri vardı.

Microsoft, Google, Facebook, Amazon, Apple, IBM, Netflix, Oracle, Disney, Intel… Böyle gidiyor.

Peki, ya ABD’de sistem/düzen dendiğinde akla ilk gelen silah endüstrisi?

Silah endüstrisinin nerede başlayıp nerede bittiğini belirlemek gerçekten güç. Çok büyük bütçeler ayrılan askeri projeler finans ve yüksek teknoloji devlerinin katılımıyla gerçekleştiği gibi ABD silah şirketlerinin izini sürdüğünüzde ilaçtan medyaya, enerjiden yazılıma çok geniş bir faaliyet alanı karşınıza çıkıyor.

ABD’de herhangi bir yönetimin silah endüstrisinin taleplerine kulak tıkaması düşünülemez bile. Nitekim Biden’ın “savunma bütçesinde kısıntı yapacağı” söylentileri sektörün ağır toplarını pek etkilemedi. Hatta seçim öncesinde bazı silah CEO’ları Biden’a açık destek verdi, sektörün en güçlü lobisi durumundaki üst düzey subaylar Trump’ın üzerini tamamen çizen bir tutum sergiledi. Eski Başkan’ın giderayak 13,3 milyar dolarlık projeyle ihya ettiği Northrop bile “yeni yönetimden emin olduğu”nu açıklayarak kılını kıpırdatmadı. Biden’ı iyi tanıyor ve güveniyorlardı. Savunma Bakanlığı’na atadığı emekli General Lloyd Austin’in silah, metal ve sağlık sektörlerinde faaliyet gösteren şirketlerde yöneticilik yaptığını hesaba katarsak, Biden döneminde silah tekellerinin keyfinin yerinde olacağından emin olabiliriz.

Ya Trump? Trump silah tekellerini tatmin etmedi mi?

Bu soruyu yanıtlamak için, Trump’ın Başkan seçildiği 2016 yılına geri dönmek gerekiyor. Bu “değişik” şahsiyetin beyaz Saray’a yerleşmesi, Obama döneminin bütçe kısıntılarından hoşnutsuzluk duyan General Dynamics, Northrop, Huntington Ingalls gibi şirketleri elbette rahatlatmıştı. Trump hayal kırıklığına uğratmadı silah patronlarını. Gerçi Obama’nın kısıntılarının biraz da kaynak yokluğunun ürünü olduğunu herkes biliyordu ve Trump’ın da bu konuda elinde sihirli değnek yoktu. Yine de ABD Başkanı, silah tekellerini tatmin edecek bir pazarlamacı olarak çalıştı, birçok ülkeyle silah satışı anlaşmaları imzalandı, ABD ordusunda kullanılan silah sistemlerinin modernizasyonuyla ilgili sayısız proje devreye sokuldu. Dahası, ekibini sürekli değiştiren Trump’ın savunma bakanlarının hepsi silah sanayinde önemli pozisyonlardan geliyordu. Mattis, Shanahan, Mark Esper “savaş baronu” sıfatını hak eden tiplerdi ve halden anlarlardı.

Elbette hem Trump hem Biden silah endüstrisini tatmin etmeye çalışırken bir yandan da yoksullaştıkça silaha ve orduya ayrılan kaynaktan daha fazla şikâyet eden toplumsal kesimlere şirin gözükme çabasındaydı. Demokratlara göre Trump ilkesiz bir militaristti; uçak, tank ve roketlerin önünde poz vermeye bayılıyordu. Trump ise seçimler yaklaşırken Pentagon’u silah tekellerinin oyuncağı olmakla suçladı; onların işi gücü savaş çıkarmaktı!

Açık olan, silah endüstrisinin Trump’ın arkasında durmamasının kısa erimli parasal hesapların ötesinde nedenleri olduğuydu. Stratejik diyebileceğimiz nedenler…

Trump’ın “Önce ABD” politikası, ilk bakışta tersi bir izlenim verse de, “içe dönme” eğilimini yansıttığı oranda ABD emperyalizminin hegemonik gücünü koruma iddiasını kemiren bir özelliğe sahipti. Uluslararası alanda istikrarsız, bütünlükten yoksun politikalara imza atan Trump yönetiminin en iyimser destekçileri bile ABD’nin emperyalist hiyerarşideki “öncü” rolünün sarsıldığını düşünüyorlardı. Gerçi sorun ABD’nin ekonomik gerileyişiydi ve bunun Trump ile bir alakası yoktu ama ABD’nin egemen sınıf bloku, dünyanın hegemonik gücü olmaktan “barış içinde” vazgeçmeye niyetli değildi ve süreci tersine çevirmenin yollarını arıyordu.

ABD’nin hegemonik gücünü koruması, ülkenin uluslararası dinamiklere müdahale gücünü korumasıyla orantılıydı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana ABD’nin dış politikası “özgür dünyanın savunulması” üzerine kuruluydu. Bu iğrenç yalanın Kore’de, Vietnam’da, Küba’da, Irak’ta, Afganistan’da ve onlarca ülkede gerçeklerin duvarına çarpması bir şeyi değiştirmedi. ABD dış politikası paranın gücüne ve beş kıtaya yayılan işbirlikçilerine yaslanarak “demokrasi” pazarlamaya devam etti. Sovyetler Birliği yıkıldı, yeni düşmanlar peydahlandı, aynı demagojiyle saldırmayı sürdürdüler.

“Özgür dünyanın savunulması”, ABD ile Avrupalı emperyalistler arasındaki çatlakları örten bir malzemeydi aynı zamanda. “Otoriter yönetimlere, diktatörlere karşı mücadele” işgalleri, bombalamaları, katliamları, darbeleri, Gladio ve benzeri yapılanmaları, NATO denen kanlı örgütünü, “demokratik” Avrupa kamuoyu nezdinde meşrulaştırıyordu. İttifak, en büyük sınavını bir Avrupa ülkesi olan Yugoslavya’nın lime lime edilmesiyle sonuçlanan savaşta vermiş ve “özgür dünyanın savunulması” palavrasının arkasına neo-nazilerden “radikal sol”a varıncaya kadar neredeyse bütün güçler dizilmişti.

“Neredeyse” sözcüğünü ve Avrupa’nın namusunu kurtaranlar ise gerçek komünistlerdi.

İşte Trump bu muazzam enstrümanı işlevsiz hale getirmişti. Kendisi “özgür dünyanın değerleri”ne uymadığı gibi, yerine yenisinin konamadığı “demokrasiyi koruma” misyonunu hiç önemsemiyordu.

Emperyalist sistem, sosyalizmi Avrupa’da alt etmişti; şimdi o sistem, eğer ABD’nin hegemonyası sürecekse, bunu Avrupa’da sağlayacaktı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen sonra doğuya doğru genişleyen NATO’nun tam da bu bölgede etkisizleşmesine göz yumulamazdı. ABD’nin müttefiklerini kendisine mahkûm ettiği, çıkarlarını müdafaa etmek konusunda giderek daha cesur davranan Rusya’yı köşeye sıkıştıracağı bir bölgenin boşlanması, uzun erimde asıl hesaplaşmanın Çin Halk Cumhuriyeti ile gerçekleşeceğini bilen ABD egemenleri açısından kabul edilemez bir olguydu.

Trump, Rusya karşısında fazla taviz vermiş, Çin ile giriştiği ticaret savaşlarındaysa ABD’yi erken ve hazırlıksız bir mücadeleye soktuğu gibi Çin’e birçok açıdan bağımlı (bu bağımlılığın karşılıklı olduğunu hatırlatmakta yarar var) “yüksek teknoloji” şirketlerinin hesaplarını da bozmuştu.

Karşı devrimden sonra NATO’ya alınan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin bir bölümünde Rusya’ya karşı daha az düşmanlıktan yana hükümetlerin iktidara gelmesi de ABD’nin stratejik hesaplarını tehdit ediyordu. Zaten Rusya’ya karşı Gürcistan ve Ukrayna’da ardı ardına yapılan hamlelerin ağır maliyeti olmuş, Moskova Abhazya ve diğer bölgelerdeki otoritesini pekiştirmiş, sonrasında Ukrayna’nın renkli devrimine Kırım’ı ilhak edip üstüne başka bazı bölgeleri neredeyse kendisine bağlamıştı. Şimdiyse onca maliyet ve risk göze alınıp NATO’ya dâhil edilen Orta ve Doğu Avrupa’da Rusya oyunbozanlık yapıyordu.

Trump oralı değildi. Oysa bu umursamazlığın en önemli sonucu emperyalist rekabette öne çıkmaya çalışan Almanya’nın Doğu politikasını ABD’den bağımsız tayin etmeye başlamasıydı. Almanya Çin, Rusya ve İran ile ekonomik işbirliği konusunda ciddi yol almış, bu ülkelere dönük yaptırımlarda daha ihtiyatlı bir tutum içine girmişti. Öte yandan Berlin’de hiçbir burjuva iktidar ABD ittifak sisteminin dışına çıkmak, NATO’yu önemsizleştirmek gibi bir niyete sahip değildi, olamazdı da. Ancak Trump’ın dış politika tercihlerinin yalnız Almanya değil, diğer Avrupalı aktörleri daha bağımsız bir çizgiye ittirdiği açıktı.

Bütün bunlardan sonra NATO Genel Sekreteri, eski Norveç Başbakanı Jens Stoltenberg’in “Biden yönetimi NATO için büyük fırsat” demesine, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Trump’ın üstünü “dört uzun yılın ardından Avrupa'nın artık Beyaz Saray'da bir dostu var" diyerek çizmesine şaşırmıyoruz.

En eğlencelisi, Von der Leyen’in, Twitter’in eski Başkan’ın hesabını askıya almasından duyduğu memnuniyeti belirtirken “ancak bu kararlar hukuka ve kurallara uygun olarak alınmalı... Silikon Vadisi CEO'larının keyfi kararlarına bağlı olarak değil" ekini yapmasıydı. Atlantik’in birbirine bağladığı iki emperyalist güç yine “demokrasi” dilini konuşuyor ve bu “demokrasi”de diğerlerine yer olmadığını hatırlatıyorlardı. Trump da diğerlerinden biriydi. “Özgür dünya”nın diktatörlüğü geri dönüyordu. Ve Trump, kendisini tam da o dünyanın kahramanı ilan ettiği sırada gerçek anlamıyla ötekileştiriliyordu.

Trump karşısındaki güçleri hafife aldı. Ona ABD’nin kronik bazı sorunlarına neşter atması görevi verilmişti 2016’da. Bunları yerine getirmeye çalışırken sistemin ayarlarıyla oynadı, büyük dertlerle boğuşan ABD’de düzenin temel direği olan suskun muhafazakâr kesimleri gereksiz yere uykudan uyandırdı. İşsizliğin bunalttığı milyonlarca yoksul Trump’ın faşizan söyleminin arkasında konumlanırken, ekonomik açıdan daha korunaklı olduğu söylenemeyecek milyonlarca kişinin hem yoksulluğa hem ırkçılığa hem de Trump’ın temsil ettiği ahmaklığa karşı hareketlenmesi ABD’de kurulu düzen açısından büyük riskti. Söz konusu kutuplaşmanın nereye evrilebileceği, Trump karşıtları arasında yüzünü tamamen başka bir seçeneğe, sosyalizme dönenlerin sayısındaki artışta somutlanıyordu.

Bu artış elbette sınırlıydı ancak her bir komünistin peşine en az on ajan takmayı “özgür dünya”nın geleceği açısından elzem gören bir zihniyet açısından “Black Lives Matter” eylemlerindeki sınıfsal ton yeterince uyarıcıydı. Üstelik bütün dünyanın aklını alan ABD medyası, bu toplumsal kutuplaşma ortamında aradan sıyrılan ve bir yandan Trump’ın arkasını kollarken bir yandan da ABD’deki toplumsal sistemi profesyonelce yerin dibine geçiren, bunu yaparken Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin eşitlikçi mirasını tepe tepe kullanan Rus medyası karşısında kendi sahasında zorlanıyordu. Russia Today’ın başını çektiği Rus devlet medyasının ABD’de izlenme oranları oldukça düşüktü ama ABD’de halkın göz ucuyla bu haber kaynaklarına bakmakta olduğuna ilişkin veriler gittikçe güçleniyordu. Daha önemlisi, Ruslar, ülkenin en “itibarlı” habercilerini kendi kanallarına alarak ABD’yi “özgür dünya” palavrasına azıcık inandırıcılık katabilecek unsurlardan yoksun bırakıyordu.

Bütün bunlar Trump’ın sarsaklığında daha vahim hale geliyordu. Düşünsenize, Başkanlık seçimlerinden aylar önce seçimlere hile karıştırılacağını söyleyen bir ABD Başkanı! Ben denk geldim, Ruslar gerçekten çok eğlendiler bütün bu süre boyunca.

Trump dönemi devri sabık ilan edilmemiştir ama Trump’ın kendisi gayrı meşrudur bundan böyle. Capitol Hill baskını Trump’ın meşruiyetinden geriye kalan kırıntıları yok etmek için kullanılmıştır. Baskının gerçekleşmesi, alınan önlemlerin yetersizliği, kestirmeden Trump tehdidinin büyüklüğüne bağlandı belki ama 6 Ocak olaylarında asıl tuzağa düşenin Trump olduğu ortadaydı. Müesses nizam, Trump ve peşindekileri sistemin dışına atarken aslında ABD’nin yeni döneminde her tür aşırılığın anında tırpanlanacağını müjdelemiş oluyordu. Böylece seçim öncesinde Biden’ı “yoldaş” olarak belleyen “radikal demokrasi”ye de “oyun bitti” denmişti.

Biden’ın yemin töreni öncesinde ABD Başkenti’nde savaş hali vardı. Silahlı grupların saldıracağı, demokrasinin benzersiz bir tehditle karşı karşıya kaldığı söyleniyordu. Böylece başkentte 25 bin Ulusal Muhafız’ın konuşlandırılmasını faşist tehlikenin bertaraf edildiğini düşünen Biden destekçileri bir güzel içlerine sindiriyordu. Tören alanına o destekçiler değil de onlar adına 200 bin ABD bayrağının dikilmesinin “güvenlik” dışında bir anlamı vardı. Salgına rağmen 2020 yılında sokaklar fazlasıyla hareketliydi ve egemenler Trump’ın aptalca bir biçimde cepheye sürdüğü kitlelerin karşısına ideolojik olarak hiç de türdeş olmayan Trump karşıtlarının dikilmemesi için her önlemi almış oluyordu.

Herkes evine…

Çünkü salgının daha da yoksullaştırdığı milyonlarca emekçinin ve ırkçı şiddetin öfkelendirdiği siyahların Trump dönemindeki aktivasyonlarının sürmesi Biden yönetimine hiç istemedikleri bir ayak bağı yaratırdı. Daha iş başı yapmadan Trump’a çözdürdüler meseleyi.

Ve çünkü Biden ABD’nin karmaşıklaşan ittifaklar sistemine kendince çekidüzen verir vermez ABD hegemonyasını hatırlatacak müdahalelere başlamak istiyordu. İlk dış politika kararlarından biri olarak İran’ı zor duruma düşürmek bir yana onun etkinlik alanını genişleten Yemen savaşında Suudileri finanse etmekten vazgeçmesi ve İran’la nükleer anlaşmanın yeniden işlerlik kazanması için girişimlerde bulunması Biden’ı herhalde “barışçı” biri yapmıyor.

ABD yönetimi Çin ve İran üzerindeki baskının niteliğini değiştirecek, Rusya’yla ilişkilerde ise gerilimi artırmayı deneyecek. Biden bu niyetini gizlemiyor bile, Moskova ise “sorunlar derinleşecek, biz hazırız” demekte.

Türkiye’den baktığımızda gerilimin hemen artmasını bekleyebileceğimiz üç nokta görüyoruz. Baltık, Karadeniz ve Suriye.

Baltık Denizi Rusya açısından açık denizlere çıkıştan ziyade savunma kaygıları nedeniyle önemli. Ülkenin en önemli kentlerinden St. Petersburg, Baltık Denizi’nin kuzey doğudaki uç köşesinde yer alıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda, Leningrad kuşatması sırasında, kentin olağanüstü bir direniş sonucu düşmemesi yanıltıcı bir sonuca götürmemeli. Çok özel bir direnişten söz ediyoruz. Savaştan sonraysa, sosyalist bloğa katılan Polonya ve Sovyet iktidarının yeniden tesis edildiği Estonya, Letonya ve Litvanya Sovyetler Birliği’nin Baltık kıyılarını yeterince güvenlikli hale getiriyordu. Dahası, Baltık Denizi’nin güney batısında Varşova Paktı üyesi Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin en önemli liman kenti Rostok Sovyetlerin Baltık Filosu için anlamlı bir tutamak noktasıydı.

Oysa şimdi Rusya’nın Petersburg dışında Baltık’taki tek stratejik üssü Litvanya ile Polonya arasında sıkışmış olan Kaliningrad kenti. Ve NATO, bu bölgeye yığıldıkça yığılıyor. Polonya zaten Rusya’ya karşı her tür adıma dünden razı. İsveç son yıllarda NATO ile işbirliğini iyice artırdı. Üç eski Sovyet Cumhuriyeti Letonya, Estonya ve Litvanya sürekli olarak “Rus tehdidi”ne karşı ABD tarafından silahlandırılıyor.

Karadeniz ise kuşkusuz Rusya için hem bir savunma alanı hem de çıkış yolu. Burada da NATO’nun faaliyetleri alabildiğine yoğunlaşmış durumda. İşin gerçeği ABD artık Montrö Sözleşmesi’nin hükümlerini takmıyor ve AKP iktidarı buna açıkça çanak tutuyor. Karadeniz’de NATO’ya ait gemilerin varlığı artık süreklilik kazanmış durumda ve Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı bölgede artan askeri etkinliğin mazereti olarak gösteriliyor. Sovyetler varken NATO’nun Karadeniz’deki tek temsilcisi olan Türkiye’nin tekeli Romanya ve Bulgaristan tarafından kırılmış olsa da, zamanında NATO’nun Karadeniz’e sokulmasını bir biçimde istemeyen Ankara’nın önümüzdeki dönemki tavrının dengeleri değiştirebileceğini bilmemiz gerekiyor.

Daha açık konuşacak olursak, Karadeniz, Erdoğan’ın ABD ile ilişkilerde masaya koyacağı en önemli kozlardan biri. Üstelik son yıllarda bir yandan Putin ile iyi ilişkiler kuruyor gözükse de, siyasi iktidar Karadeniz’de Rusya’yı sıkıştırmak isteyecek ABD için neler yapabileceğini hissettirmiş durumda.

Gelelim Suriye’ye…

Türkiye Suriye’deki askeri ve siyasal varlığını Kürt oluşumunun yarattığı “güvenlik sorunu”nu gerekçe göstererek meşrulaştırdı. Ancak Suriye’deki savaşın ilk etabında Esad’a karşı Suriye’deki en güçlü Kürt öznesi PYD ile işbirliğinin Ankara’nın övüne şişine yürüttüğü bir politika olduğunu herhalde kimse unutmadı. Zaten Irak’taki Kürt bölgesiyle kurulan siyasi ve ekonomik ilişkiler özerk Kürt bölgelerinin Türkiye için bir kırmızı çizgi olmayacağının kanıtı.

O halde Suriye’de her geçen gün daha fazla yerleştiği ve kendine bağladığı Suriye topraklarından beklentisi ne olabilir Erdoğan’ın? Revize edilmiş Yeni-Osmanlıcılık, Sünni ekseninin güçlendirilmesi konunun bir tarafı… Ancak şu anda Türkiye’nin Suriye’deki varlığı asıl Suriye’nin bölünmesi arayışına hizmet ettiği oranda ABD’nin işine geliyor. Biden yönetiminin PYD’nin kontrol ettiği bölgeleri tahkim edeceğinden kimsenin kuşkusu yok. Bunun Türkiye açısından, şu anda kendi denetimindeki geniş bir kuşağa “güvenlik” gerekçesiyle kalıcı olarak yerleşmesi anlamına geleceğini tahmin etmek zor değil.

ABD’de yeni yönetim eğer Rusya’nın kuşatılmasına öncelik verecekse, Türkiye’nin NATO ve AB ile ilişkilerini düzeltmesine ihtiyaç duyacak. Erdoğan’ın da ekonomik ve siyasal sıkışmayı aşabilmek için buna gereksinimi var. Dolayısıyla gerek ABD gerekse AB ile ilişkiler söz konusu olduğunda Erdoğan’ın otoriterliğinin bir sorun teşkil ettiğini düşünenleri büyük bir hayal kırıklığı bekliyor. AKP iktidarının Biden yönetimine sunacağı olanakları kimse hafife almamalı. Üstelik Erdoğan bunları Rusya’yla ilişkileri fazla germeden (NATO ile Rusya açık çatışmaya girmediği sürece) yapabilecek hareket alanına da sahip.

Bütün bunları Biden yönetiminin Türkiye karşısında sertleşeceği ezberine karşı yazıyorum. Eleştirilerin artacağı, Erdoğan’ı birden fazla başlıkta sıkıştıracakları, S-400 ve Halk Bankası gibi konuların yeni krizler yaratacağı açık. Ancak ABD’de daha şimdiden ardı ardına “aman ayarı iyi tutturalım, Erdoğan’ı Putin’e doğru ittirmeyelim” tavsiyesi yapılıyor. Ayrıca Türkiye’nin son dönemde Çin Halk Cumhuriyeti ile ticaretin ötesine geçen ekonomik ilişkiler kurmaya yönelmesi ve bunun siyasi sonuçlar doğurması memlekette “Uygur Türkleri” başlığına daraltılıyor belki ama Atlantik’in ötesinde erken uyarı sistemleri çalışmaya başladı bile…

Dış politika sadece dış politika değildir. Biden’ı içeride çok zor bir süreç bekliyor. Biz şu ana kadar onun iktidarına nasıl bir anlam yüklendiği üzerinde durduk ve insanlık açısından, dünya halkları açısından nasıl da tehlikeli bir ekibin işbaşına geçtiğini hatırlattık. Ancak bu ekibin işi kolay değil. ABD’de yaşanan dağılmanın toparlanamaması, toplumdaki kutuplaşmanın kılık değiştirerek kendini yeniden hissettirmesi, hatta Biden’ın sağlık sorunlarının bir yönetim krizine yol açması beklenmedik gelişmeler olmaz.

Türkiye’de ise Erdoğan, ABD ile ilişkileri yönetilebilir olmaktan çıkaracak denli ciddi bir sıkışma ile karşılaşabilir ve ülke, sistemin nesnel olarak izin verdiğinin ötesinde bir eksen kaymasına savrulabilir.

Bunlar mümkün. Biz mümkün olanları not etmek ve şu anda teorik olarak Türkiye ile ABD ve AB arasındaki gerilimden daha yakın ve tehlikeli bir işbirliğine geçiş sancılarının yaşandığını söylemek zorundayız. Hele bir ilk el ense çekme dönemi geçsin, taraflar karşılıklı birbirini sınasın…

Asıl işimiz, görevimiz ise ülkenin yönünü değiştirmeye çalışmak elbette…

Yazı kapsamında son bir mesele kaldı; bir soru…  Biden yönetiminin, Avrupa’nın da desteğiyle Erdoğan’ın altındaki halıyı çekmesi? Böyle bir seçenek yok mu?

Bu seçenek Erdoğan kadar, hatta ondan daha kullanışlı bir iktidar alternatifinin varlığını gerektiriyor. Bilindiği gibi bu alternatif çoktan yola çıktı, Erdoğan onun yoluna engeller döşemek için bütün maharetini kullanıyor ve elinde epey koz biriktiği ortada. Ancak yine de emperyalist ülkelerin bir daha Erdoğan’a sonsuz kredi açarak onu kuvvetlendirmeyeceğini bilmeliyiz.

Erdoğan Türkiye siyasetinde güçlenebilir mi? Toplumun ruhunu okumak için bir teste dönüştürmek istediği Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar, yeni Anayasa gündemi ve düzen partileri arasında yoğunlaşan trafik Erdoğan açısından yeni bir strateji anlamına geliyor mu?

Bu sorular da gelecek yazımıza konu olsun.

Kemal Okuyan / SOL-Gelenek

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder