4 Nisan 2021 Pazar

Şapka ve İskilipli Atıf'ın idamı - Mehmet Bozkurt / SOL

İskilipli için idam kararı veriyor. Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi mi? O da şapka kanunu mucibince halkı kışkırtmaktan yanına ilave ediliyor! 

Şapka mühim.

Önce fes vardı. Yazılanlara göre Kapyan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa Fas seferi dönüşünde beraberinde getirdi fes adı verilen serpuşu. 

Sultan Mahmut’un da gönlünü çelen fes kısa bir süre sonra resmi serpuş olarak ilan edildi. Bundan böyle fes giyilecekti. Sipersiz olması nedeniyle namazda secdeye varılırken sorun çıkarmadığından ahali tarafından fazlaca bir tepki görmedi. 

Çabucak benimsenerek başlarda taht kurdu. Böylece sarık alimlere ve din adamlarına kaldı. Taşraya ise takke, külah…

1829’dan 1925’e kadar böyle sürüp gitti.

Fes, sarık, takke ve külahın ilgasını 1925’in Ağustos ayında Mustafa Kemal Paşa’nın ünlü Kastamonu nutkuyla başlatıyoruz:

"Bu serpuşun ismine şapka denir… Buna caiz değil diyenler vardır. Onlara diyeyim ki, çok gafilsiniz ve çok cahilsiniz ve onlara sormak isterim, Yunan serpuş olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz..."

Bu, şapka "inkılabının" işaretidir.

Yakın bir zamana kadar yalnızca Maraşlı dondurmacıların ve "her canlı bir gün mutlak ölümü tadacaktır" emri mucibince bu dünyadan göçen Kadir Mısıroğlu’nun bir "huni" gibi kafasında taşıdığı fes denilen serpuş, verilen bu işaretle hayatımızdan çıkacaktır.

Mustafa Kemal’in bu işaretinin gereğinin yapılması tabiidir. Öyle de olur. Kasım 1925’te Mustafa Kemal Paşa’nın dileği kanun metnine dönüşür. Bundan böyle bilumum memur takımı mebuslar dahil, kafaya şapka giyecektir. Kanuna göre şapkanın dışında başka bir serpuş giymeye kalkanlara verilen ceza İhtilal Mahkemelerinden beklenmeyecek kertede hukuki, adil ve yumuşaktır. Yani bence öyledir. Bakar mısınız yanlıca üç aya kadar hafif hapis cezası! Ancak şapka kanunu bahanesiyle yapılan gösterilerde cumhuriyet’in sorgulanmaya başlanması, halifeliğin ve şeri’ye mahkemelerinin kaldırılmasının protesto edilmesi, meclisin almış olduğu bu kararların meşruiyetinin tartışma konusu yapılması Ankara’yı harekete geçirir. Meclis adına hareket etmekle memur edilmiş İstiklal Mahkemeleri olağanüstü koşulların gerektirdiği şekilde hüküm icra etmeye başlar.
Peki Atıf Efendi şapkanın neresinde?

İskilipli Atıf 12 Temmuz 1924 tarihinde "Frenk Mukallitliği ve Şapka" adlı risalesini yayımlamıştır. "Gavur taklitçiliği ve şapka…" Yani Mustafa Kemal’in, medeni kıyafetin "mütemmim cüzü olarak tanımladığı şapka ile ilgili konuşmasını yapmasından ve kanunun çıkmasından yaklaşık bir buçuk yıl önce yazılmıştır bu risale. 32 sayfalık bu kitapçık esasında bir nevi fetvadır ve özeti şudur:

Müslüman kişinin kılık kıyafette ve davranışlarında Gayr-i Müslimleri taklit etmesi şeran günah ve yasaktır… Müslümanlar dinlerine, kalpleriyle ve dilleriyle olduğu kadar, feslerinin sarığı ve püskülü ile de bağlı olmalıdırlar. Bu bağı bozmak, düpedüz dinsizliktir, küfürdür…

Şimdi ben bunları sadeleştirerek yazıyorum. İskilipli bu yazdıklarının şeriata uygunluğunu kanıtlamak için Muhammed’i de tanık olarak çağırır. Hadis diyoruz:

"Kim başka bir kavme benzemeye çalışırsa onlardandır."

Fesin sarığı, püskülü derken oldunuz mu gâvur!

İsyan ilkin Erzurum’da patlar. 25 Kasım’da şapka kanunu bahanesiyle kışkırtılan halk sokağa dökülür. Şeyh Sait isyanı daha dün gibidir. Henüz bastırılmış isyanın külleri halen sıcaktır. Dinci gerici kışkırtmalara karşı son derece duyarlı olan Meclis ikirciksiz olarak sert önlemlere başvurur. Derhal sıkıyönetim ilan edilir. İstiklal Mahkemeleri, devrim mahkemeleridir, hızla girişir işe. Erzurum, Maraş, Kayseri, Sivas, Giresun, Rize… Sehpalar kurulur meydanlara. İdamlar var. Sayılar oynak, 28’le 78 arasında değişkenlik gösteriyor. Tabii ölünceye kadar fesini bir "huni" gibi kafasında taşımış olan "tarihçi"yi ayrı tutmak gerekiyor. Hızına yetişilemiyor. Yüzlerce rakamını veriyor.

İskilipli Atıf’ın risalesinden söz etmiştim. Risalenin isyan bölgelerinde yapılan aramalarda ele geçirilmesi üzerine İskilipli İstanbul’da tutuklanıyor ve yargılanmak üzere suç mahalli olarak belirlenen Giresun’a getiriliyor. Güzel. Güzel de onu orada karşılayan İstiklal Mahkemesi oluyor. 16 Aralık’ta başlayan mahkeme iki gün sürüyor ve gayet makul bir gerekçeyle, risalenin şapka kanunundan çok önce yazıldığı ve buna dayanılarak suçlama yapılamayacağı ileri sürülerek beraat ettiriliyor ve yazılanlara göre mahkeme heyetinin üyeleriyle aynı vapurla İstanbul’a dönüyor.

Ne ki Ankara’da Ali’ler var:

Afyon Milletvekili Ali Çetinkaya, Denizli Milletvekili Necip Ali, Antep Milletvekili Kılıç Ali…

Soruşturmalar soncunda risalenin isyan şehirlerinde bir bildiri olarak dağıtıldığı bilgisine ulaşan ve yapılan soruşturmalarda bunda İskiliplinin parmağı olduğu hükmüne varan "Aliler Divanı" İskiliplinin tutuklanarak vakit geçirilmeden Ankara’ya sevkini istiyor. Yalnız İskilipli değil, yanına kışkırtıcılardan Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi’nin de katılmasını istiyor.

Ankara İstiklal Mahkemesi İskilipliye iki suçlama yöneltiyor:

Birincisi Kitapların dağıtılmasını sağlayarak isyana neden olmak. İkincisi ise Milli Mücadele sırasında halkı isyana teşvik etmek.

İlkini eksik- gedik özetledim. Şimdi ikincisine geçebilirim:

Elimin altında Tarık Zafer Tunaya’nın "Türkiye’de Siyasal Partiler" kitabının ikinci cildi var. "Mütareke Dönemi" alt başlığıyla yayımlanmış olan bu kitapta 19 Şubat 1919 tarihinde kurulan ve 1920 sonlarında kendisini fes ederek halifeci, İngilizci çizgideki Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne katılan gerici Teali-i İslam Cemiyeti hakkında bilgiler var. Önce kurucularıyla tanışıyoruz. İki adet Atıf var. Biri Konyalı… Geçiyoruz. Diğeri Mehmet Atıf… Bu bizimki oluyor! Reisievvel, birinci reis İskilipli Atıf…

Büyük boy arkalı önlü dört sayfalık bir bildirinin tamamını almış Tarık Zafer Tunaya. Ben İskiliplinin zihniyeti hakkında bir fikir verebilmek için bildirinin yalnızca son sayfasından bir bölüm aktarıp geçmek istiyorum ama şiirsel başlangıcına da kıyamıyorum. Şöyle:

"Ey Anadolu’nun masum ve mazlum ahalisi! Bir zamanlar ne kadar şen ve bahtiyar idiniz. Hemen hepiniz çoluğunuz ve çocuğunuzun yanında, tarlalarınızın, bağlarınızın başı ucunda, çiftinizle,çubuğunuzla uğraşıp vaktinizi hoş geçirmeye çalışır idiniz. Bir müddetten beri size ne oldu? Niçin böyle boynunuz bükük tıpkı bir yetim gibi mazlum duruyorsunuz?"

Bildirinin sonunda ise bu harika hayatın canına okuyup şiirsel tabloyu bozanlar anlatılıyor:

"Ey kahraman askerler!

Harp senlerinde sizi cephe cephe sürükleyen ve aç susuz süründüren ve din kardeşlerinizin,hemşerilerinizin beyhude yere ölmelerine sebebiyet veren birkaç kişi arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de var idi!

İşte bu hainlerin harp cephesi haricinde kalmış olan efradı ailenize kanlı elleriyle ne kadar fecayii irtikâb etmiş olduklarını harpten döndükten sonra gördünüz!(...) Siz Allah’ın emrine halifenin fermanına ittibaen bu canileri, bu katil canavarları daha ziyade yaşatmamakla memur ve mükellefsiniz. Şu alçaklar ve hempaları bu cinayetleri hep sizin sayenizde yapıyor. Bunların vücutlarını külliyen dünyadan kaldırmak beşeriyet için, Müslümanlık için bir farz olmuştur…"

Bu bildiri o günün ünlü gazetelerinde yayımlandığı gibi Yunan uçaklarıyla Anadolu’ya atılıyor…

Şimdi ne yapsın üç Ali…

İskilipli için idam kararı veriyor.

Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi mi?

O da şapka kanunu mucibince halkı kışkırtmaktan yanına ilave ediliyor!

Yani İskilipliyi idama götüren şapkadan ziyade, açılan eski defterler oluyor!

Mehmet Bozkurt / SOL



AKP'li belediye tarihi surların üzerine inşaat yapıyor. Günboyu yazarı Levent Özeren paylaştı - Yeniçağ

 Günboyu yazarı Levent Özeren, sosyal medya hesabından AKP'li Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin binlerce yıllık tarihi mirasın üzerine stüdyo yapıldığına ilikin bir haber paylaştı. EnBursa yazarı Yüksel Baysal'ın köşesinde gündeme getirdiği olayda iktidara yakın TVNET kanalına stüdyo hazırlanması için tarihi surların üzinde inşaat yapıldığına ilişkin görüntüleri yayınladı.


Günboyu yazarı Levent Özeren sosyal medya hesabından "Bursa Belediyesi, binlerce yıllık tarihi mirasın üzerine yandaş bir kanala sütüdyo hazırlıyor. Osmangazi İlçesi'nde bulunan tarihi surlara yapılan bu ihanetten Osmangazi Belediyesi'nin bilgisi yokmuş. İşi Alinur Aktaş'ın yaptığı belirtiliyor." ifadeleriyle enbursa.com haber sitesinin yazarı Yüksel Baysal'ın köşe yazısını paylaştı. 

Yazısında AKP'li Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin tartışılacak işlere imza attığını söyleyen Baysal, "Daha önce de surların üzerinden Olay, AS ve Line televizyonları yayın yapmıştı. Bir masa, birkaç sandalye, spot ışıkları ve şemsiye konulmuştu. Kalıcı bir inşaat görüntüsü olmadı hiçbir zaman… Şekil A’da görüldüğü gibi burada düpedüz inşaat yapılıyor" ifadelerini kullandı.

İşte Yüksel Aktaş'ın o yazısı:

"Bursa Büyükşehir Belediyesi tartışılacak işlere imza atmaya devam ediyor.

Dün bu köşede yayınlanan “Tarihi surların üzerine inşaat yapılıyor” başlıklı haber-yorum üzerine önce Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Dairesi Başkanı Ahmet Bayhan mesaj attı.

Ardından Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkan Danışmanı Ferhat Murat’ın açıklaması geldi.

Ki yanıt hakkına saygı nedeniyle Murat’ın söylediklerini hemen yazıya ekledim.
 
***
 
Açıklamada ‘Ramazan Bursa’ iftar programı nedeniyle geçici camekan bir stüdyo kurulacağı bilgisi vardı.

Peki kime yapılacak bu stüdyo?

Tvnet adlı bir yandaş kanala…

Bunca masraf, böylesine gecekondu görüntüsüne gerek var mıydı?

Daha önce de surların üzerinden Olay, AS ve Line televizyonları yayın yapmıştı.

Bir masa, birkaç sandalye, spot ışıkları ve şemsiye konulmuştu.

Kalıcı bir inşaat görüntüsü olmadı hiçbir zaman…

Şekil A’da görüldüğü gibi burada düpedüz inşaat yapılıyor.

Gerçekten de bu bir tür stüdyo gecekonduya benzemiyor mu?

Ramazan sonrasında sökülüp sökülmeyeceği de meçhul ama hadi sözlerini tuttular, demir profillerle inşa edilen mekanı Bursa’nın gözüne niye sokuyorlar?

Bu arada, konuyla ilgili Osmangazi Belediyesi yetkililerine ulaştım, “Bizim bundan haberimiz yok” dediler.

Malum, cumartesi (bugün) salgın nedeniyle Bursa’da sokağa çıkma yasağı var ama surlar üzerinde inşaat bütün hızıyla devam ediyor.

Son olarak şunu da belirteyim; konuyu akademik odalar da gündemine aldı.

Bir suç duyurusunda bulunulacak."

YENİÇAĞ

3 Nisan 2021 Cumartesi

Aile ve çalışma…- Orhan Gökdemir / SOL

 Bu toplum bu zorlamayı kabul etmez, önüne yığdığınız o zırvaları yırtar atar. Aileyi de çalışmayı da yeniden özgürleştirir….

Polonya’nın İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye kalkışması bizden eski. Polonya Adalet Bakanına göre sözleşme "ideolojik unsurlar” içeriyordu. Ama Polonyalı Bakan “ideolojik unsurları”ın yanı sıra sözleşmeyi “okullarda çocuklara toplumsal cinsiyetin öğretilmesini zorunlu kıldığı” için de zararlı buluyordu. Bu sözleşme “feminist lobinin eşcinsel ideolojiyi meşru kılma hedefiyle icat ettiği bir belge”ydi. Daha ne olsun? İktidardaki Hak ve Adalet Partisi (PiS), kendisi gibi sağcı ve dinci koalisyon ortaklarıyla beraber, sözleşmenin “Polonya’nın Katolik aile değerlerine aykırı olduğunu” haykırıyordu.

Bu cümledeki “Polonya” yerine “Türkiye” yazın, sonucun değişmediğini göreceksiniz. Kadının eşit bireyler olarak kurgulanması imamları da papazları da aynı derecede rahatsız ediyor. Katoliklik de Sünnilik de kadınları ilkçağlardaki gibi düşünmeye meyilli çünkü. Yakın zamana kadar laik devrimden korktukları için ses çıkarmıyorlardı. Gericilik alıp yürüyünce, onlar da işi Fransız Devriminden geriye taşıma hedefiyle ortaya çıktı. Sözleşme falan bahane, kadını köleleştirmek istiyorlar elbirliğiyle. Gerisi koca bir iki yüzlülükten ibaret.

***

Madem “Katolik aile değerleri” ile başladık, oradan yürüyelim. Eşcinselliğe karşı aileyi savunduğunu söyleyen bu aslan parçalarının bir ünü daha var: Çocuk tacizi. Kutsal kilisenin minik devleti Vatikan 2004-2014 yılları arasında 848 papazı çocuk istismarı nedeniyle meslekten men etti. İki bin beş yüz papaz aynı suçtan dolayı çeşitli cezalara çarptırıldı. Bu yıllar boyunca Vatikan'a bildirilen taciz şikâyeti sayısı 3 bin 400 civarındaydı. Kolları bütün dünyaya uzanan Katolik kilisesi fiili bir kadın ve çocuk cehennemi. “Tanrının evi”nde çocuklara ve rahibelere yönelik tacizin bini bir para.

Bundan birkaç on yıl önce bizde de küçük çocuklarla evlenme suçtu, yasaktı. “Büyükleri saymak, küçükleri korumak” gelenekti. Kaldırıldı son on yılda. Ne büyüklerin saygınlığı var artık ne çocukları korumanın sorumluluğu. Dün sapıklık olarak kabul edilen davranışlar bugün gelenek ve töre adıyla meşrulaştırılıyor. Altıncı yüzyıl çöl ahlakını hortlattılar ittifakla. Onlar gibi düşünmeye, onlar gibi davranmaya çalışanlar el üstünde tutuluyor. Televizyonlar gazeteler onlara çalışıyor, vakıflar onlara hizmet ediyor. Devlet, toplumdan aldığı vergileri onlara aktarıyor. İstanbul Sözleşmesi bir engeldi, kaldırıp attılar. Niye? Dini değerlere aykırı çünkü! 

***

Bu durumda biz de dini değerler yokmuş gibi düşünemeyiz sorunu. İstanbul Sözleşmesi “dini değerlere” aykırıdır aykırı olmasına ama kaldırmak-çıkmak sorunu çözmez. Çünkü o değerlerle çatışan kadının bizzat varlığıdır. 

Eski Ahit’te “ayeti” var, kadınların uluorta ortalıkta görünmesi, izin verilmedikçe konuşması, gülmesi suçtur. Kadın şehvetiyle erkeği yoldan çıkaran bir şeytandır. Varlığına katlanılmasının nedeni doğurma yetenekleri ve ev hizmetlerini görmeleridir. O ayetlere göre aile için bir kız çocuğun doğması kötü haberdir. Kadın erkek çocuk doğurursa yedi gün kirli sayılacak, paklanıncaya kadar kutsal şeylere dokunmayacak. Kız doğurursa süre artacak, iki hafta kirli sayılacak, arınmak için 66 gün bekleyecek. 

Doğan kız da annesi gibi babasına boyun eğecek. Kitaba göre baba kızını istediği kişiyle evlendirebilir, borçlarını ödemek için alacaklı olan kişiye satabilir. Kiralamak isterse? İbrahim’in karısı Sara’yı geçici olarak Firavuna vermesi vakasından anlaşılacağı gibi o da mümkündür. Öyle bir hal ki dinin evrimi reddedilip yazılanlar olduğu gibi kabul görse, bütün inanan erkekler arkaik bir pezevenge dönüşecek. 

Bizdeki karşılığı olan zevcenin tanımı da böyledir. Ailenin oluşturucu bir parçası olmaktan çok, Eski Ahit’teki şeytani güçleri olan yaratığa yakındır o. Yeri de ona göredir: “Ey Muhammed! Onlardan dilediğini bırakır ve dilediğini kendine alıkoyup barındırabilirsin. Ayrıldığını da almanda sana bir günah olmaz.” Emir var, erkekler tarafından gönlünce kullanılırken ya dünya yaşamını ve çekiciliklerini seçecekler, ya da ahiret mutluluğunu… Bu durumda erkeklerle konuşurken seslerine çekicilik vermeyecekler, itaatkâr olacaklar, evlerinde oturacaklar ve açılıp saçılmayacaklar. 

Ayeti var, erkekler, zevç, zevcelerinin efendileridir. Bu, gerektiğinde dövmeyi de içerir. Kimin kime üstün olacağına Tanrı karar vermiştir. Peygamber hariç erkekler dörde kadar zevce-karı alabilir. Tabii, cariyeler hariçtir. Parası ve olanağı olan üstüne dilediği kadar cariye alabilir. Yani kadın cariye ise, kadın sayılmadığı gibi insan da sayılmaz. Nedir bu? Yeni nesil Türk aile değerleri!

***

"Bir adam var, işi gereği çok geziyor, İstanbul, Ankara, Adana, Bursa geziyor, hepsinde de evi var. Bu evlerde de hanımları var, bu hanımlar bu adamın meşru karısıdır, misyar nikahı budur." Bu yorumu Doç. Ebubekir Sifil’e borçluyuz. 

"Kadın şehirlerarası geziyorsa ona da bu izin var mı?" peki. Yok, yasak. Kadının yanında kocası olmadan şehirlerarası gezmesi düşünülemez bile. Alaylı bir ilahiyatçı “kadının 90 kilometreden fazla araba kullanması haramdır” diyerek özetlemişti durumu hatırlayacaksınız. Neden 90 kilometre? “Hadis-i şerifte” üç günlük yol, müçtehitler tarafından mesafe olarak günde altı saatten on sekiz saatlik yaya yürüyüşü olarak kabul edilmiş de ondan. Bu da 90 kilometrelik bir mesafeye denk geliyormuş. Peki ya aile? Hepsi hikâye. 

Kaynağını biliyoruz bu saçmalıkların. Dinde evrimi reddeden Selefi sapkınlık yeryüzünü habis bir ur gibi kapladı. Hâlbuki altıncı yüzyılın Arabistan çölü başka, bugünün Türkiye’si başka. Uymaz o elbise bugüne.

***

AKP bütün bu tarihi “kadın yok aile var” diye özetliyor zaten. Kadın bakanlığını kaldırdılar, aile bakanlığına dönüştürdüler. Çok manidar, aile bakanlığı aynı zamanda “çalışma” bakanlığıdır. İşlevler birleşiyor, kadına biçtikleri dini rol, onun daha verimli ve daha ucuz çalıştırılmasının da önünü açıyor çünkü. Evde kocaya, işyerinde patrona itaat şart. Uzun yıllardır dinsel referanslarla yönetilen bir ülkenin kadına biçtiği rol bu.

Peki, ne olacak? 

Devletteki güçlerine dayanarak altıncı yüzyıl çöl ahlakını yürürlüğe koyup, bu Bedevi entarisini hepimize giydirmeyi başaracaklar mı? 

Yüz yıllık laiklik deneyimi olan bu toplum önlerine atılan bu zokayı yutacak ve hep birlikte pedofili dâhil her türlü sapkınlığı yaşarken mi bulacağız kendimizi?

Nerede olursa olsun, nereden gelirse gelsin, ister papaz kıyafeti giysin, ister imam cübbesiyle görünsün çatlar bu denklem, kopar, kırılır. Bu toplum bu zorlamayı kabul etmez, önüne yığdığınız o zırvaları yırtar atar. Aileyi de çalışmayı da yeniden özgürleştirir….

Orhan Gökdemir / SOL

2 Nisan 2021 Cuma

'Sosyal' medya: Twitter sizi patronlara gammazlıyor- D.CAN / SOL- Görüş

 Twitter'ın 'devrimlerde' bir araç olduğu düşünüledursun bu mecranın verilerini işleyen bir uygulama, mesela bir grevi 18 gün önceden tahmin ederek önlem alma olanağını satıyor.

Sosyal medyayı ana akım medya kuruluşlarından daha özgür bir ifade alanı olarak görmemizi sağlayan özelliklerin, başta okuyucuyu içerik üreticisi haline de getiren “katılımcı” karakterin, birtakım özgürlüklerin kullanımı konusunda olumlu etkilerinden daha fazla olumsuz sonuçları olduğunu söylemek yanlış olmaz. 

Neden mi?

Okumakta olduğunuz yazıda elimden geldiğince açıklamaya çalışacağım.

‘Sosyal medya’ adı verilen ‘mecra’lar

“Mecra” sözcüğü, pazarlama dilinde reklam verilen yayıncıları tanımlamak için kullanılıyor. Yani gazeteler, TV kanalları, internet siteleri… tamamı “mecra” olarak adlandırılıyor.

Mecralar, reklam piyasasında arz tarafında yer alıyor ve şirketlerin doğrudan ya da medya ajansları aracılığıyla gerçekleştirdikleri reklam harcamalarından pay kapmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Yayınladığı içerikler en çok okunan/izlenen, dolayısıyla reklam veren şirkete daha fazla kişiye ulaşma olanağı sağlayan mecralar bu rekabette öne geçiyorlar.

İçerik üretiminin büyük oranda son tüketiciye (yani reklamla tüketime teşvik edilen gerçek kişilere) dayanması sebebiyle, sosyal medya bu piyasanın dışındaymış gibi bir algı oluşuyor. Oysaki sosyal medya şirketleri, pazarlama/reklamcılık faaliyetlerini, kullandıkları teknolojiler sayesinde bambaşka bir düzeye taşımış ve bir süredir Google ile birlikte reklam pastasından aslan payını kapmış durumdalar.

Buradaki en önemli noktalardan biri de pazarlama/reklamcılık piyasasındaki rekabetin dijitalleşmeyle birlikte kazandığı rasyonalite düzeyi. 

Bir kablolu TV kanalına verdiğiniz reklamın ne kadar izlendiğini reyting araştırmalarının sonucunda yayınlanan istatistiksel tahminlere bakarak görürsünüz. Bu kesin olmayan, aşağı yukarı bir değerdir. Ancak bir dijital mecraya verdiğiniz reklamın karşılığını, her türlü davranışsal ve demografik veriyi toplayarak, birebir öğrenme olanağınız vardır. Dolayısıyla, reklam verirken ve verdikten sonra, panel verilerine ya da yaklaşık değerlere değil, gerçek verilere bakarak, yaptığınız harcamanın karşılığını hangi kesimden ve ne şekilde aldığınızı öğrenebilirsiniz.

Twitter’ın özel yeri Prewave

Önde gelen dijital araştırma kuruluşlarından eMarketer’ın analistlerinden biri, CNBC’ye verdiği görüşte, “Twitter'ın reklam verenlere sunduğu değer, hedef kitlesinin büyüklüğü değil, kullanıcılarının angajman biçimidir” diyor.1

Gerçekten de Twitter’ın bu anlamda özel bir yeri var. 

Raporlara bakacak olursanız, Twitter, reklam pastasından Facebook ya da Google kadar büyük bir pay almıyordur. Twitter’da karşınıza daha az reklam içeriği çıkar. Sponsorlu birkaç tweet, canlı yayınlar, önerilen birkaç Twitter hesabı... Hepsi bu. Instagram’daki influencerlar ya da Facebook’taki reklam geliri için çekilmiş merak uyandıran, sonsuz videolar Twitter’da yok gibidir.

Bunda Twitter’ın reklam piyasasında gözünü diktiği segmentin ve iş modelinin etkisi var. Twitter’ın gelirlerinin yaklaşık yüzde 20’sini oluşturan “Veri Lisanslama” işine ise, konumuz açısından, özellikle değinmek istiyorum.2

Twitter, parasını veren kullanıcı ya da kurumlara, sınırsız veri erişimi sağladığı developer (geliştirici) hesabı açma olanağını sunuyor. Parasını verip developer hesabı açarak, Twitter verilerini ve algoritmalarını kullanan bir uygulama tasarlayabilirsiniz.

Bu geliştirici uygulamalarına, meseleyi çok iyi anlattığını düşündüğüm bir örnek: Viyana Teknik Üniversitesi’nde bir doktora çalışması olarak başlayan ve iş dünyasının fonlamasıyla piyasaya açılan Prewave.

Prewave’in3, aralarında Volkswagen, Audi ve Porche’nin de olduğu müşterilerine sunduğu hizmet, Twitter verilerini kullanarak tedarik zincirinde yaşanabilecek sorunlar hakkında erken uyarı sistemi oluşturmak şeklinde özetlenebilir. Örneğin, Almanya’daki ana fabrikanın Türkiye’de bir tedarikçisi olsun. Prewave, bu tedarikçinin çalışanlarının, Türkiye’deki sektörel haber sitelerinin, tedarikçinin üretim tesisinin bulunduğu semtte yaşayanların Twitter verilerini analiz ederek üretimi etkileme olasılığı bulunan bir iklim sorunu ya da grev hakkında gerçek anlı ya da önceden uyarıda bulunuyor.

Hatta şirketin internet sitesinde, söz konusu teknolojinin herhangi bir limandaki grevi 18 gün önceden tahmin edebildiği ifade ediliyor.4 Bu, Avrupa’nın önemli limanlarından (örn Rotterdam) ABD’nin doğu yakasına gidecek bir konteynere farklı bir rota çizmek için yeterli bir süre.

Siz belki militan bir sendikacı ya da duyarlı bir vatandaş olarak görüşlerinizi paylaşıyorsunuz ancak koskoca bir teknoloji şirketi, sınırsız insan kaynağıyla, sizin tweetlerinizin nasıl bir ürüne dönüştürülebileceği üzerine durmaksızın düşünüyor, çalışıyor. Böylece, kullanıcılar bir istihbarat mekanizmasının dişlisi haline geliyor.

Bunun gösterdiği, emin olabileceğimiz bir başka şey ise tweetlerimize yalnızca özel sektörün ilgi duymadığı.

Sosyal medyanın sağladığı olanaklar

Sosyal medya başta “medyayı demokratikleştirdiği” düşünülerek alkışlandı.

Şimdi de böyle düşünenler var ancak “demokratikleşme” övgüsü yerini daha gerçekçi ve kaygılı değerlendirmelere bırakmış durumda.

Her şeye rağmen, sosyal medyanın, geçmişte sesi maddi gerekçelerle kısık çıkan kesimlere bazı olanaklar sunduğu yabana atılacak bir argüman değil.

Fikirlerine değer verdiğim bir arkadaşım, Twitter ile ilgili soL’da yayınlanan önceki yazımı5 eleştirirken şunu söyledi: Normalde afişini üniversitede gören küçük bir topluluğun dahil olabileceği etkinliklere dünyanın her yerinden ilgili insanlar katılabiliyor.

Evet, bu doğru. Ve konunun duyuru olanakları boyutu üzerine daha fazla kafa yormak gerekiyor.

Ancak iletişim teknolojilerinin ve son beş yılda çok hızlı artan internet kullanımının sunduğu bazı olanakları sosyal medyanın getirileri olarak görmek doğru değil. Bugün sosyal medya, tüm diğer mecraları kapsayarak, aslında onların etkinliklerini de kendine bağımlı hale getiriyor ve önemsizleştiriyor. Bir üniversitenin, enstitünün internet sitesindeki duyuru sayfasını ya da bir haber sitesini ya da ilgili olduğumuz meslek odasının yayınlarını takip etmek yerine sosyal medya hesabını takip ediyoruz ve çoğunlukla orada paylaşılan linklere tıklıyoruz. 

Kendimden bir örnek vereyim: Twitter hesabı açtığımdan beri daha çok haber sitesini “takip ediyorum” ama daha az haber okuyorum. Tersi örnekler olduğu da söyleniyor, ama bu durumda da bu kişilerin ekran süresinin sağlıksız düzeyde artmış olması gerekir çünkü Twitter zaman akışı (timeline) da başlı başına insanın zamanını alıyor.

Bugün devletlerin ya da özel sektörün sınırlı şekilde müdahale edebildiği, amacı insanları gözetlemek, manipüle etmek ve verilerini satmak olmayan yeni bir sosyal medya platformu belki de gerçekten olanaklarıyla öne çıkan ve insanlığı ileriye taşıyan bir şey olabilirdi. Ancak bütün bu ihtimallerin mevcut sosyal medya platformlarının ağırlıklı kullanım biçimini ve dayattıkları kuralları değiştirmediği ortada.

Başka türlü bir sosyal medya hesabı

Sosyal medyanın doğuşu ve yükselişi ile birlikte medya, dev teknoloji şirketlerinin AR-GE sahasına dönüşmüş durumda. Bütün büyük sermaye grupları ve istihbarat servisleri bu AR-GE faaliyetini fonlamanın çok önemli bir yatırım olduğunu uzun süredir anlamış durumdalar ve yatırımlarının meyvelerini çoktandır topluyorlar.

Halkla iletişim, risk yönetimi ve hatta psikolojik savaş stratejilerinin geliştirilmesine sosyal medyadaki her etkileşimimizin yarattığı verilerle katkıda bulunmuş oluyoruz. Sosyal medyada hesap açarak elde ettiğimiz, son derece sınırlı ifade ve propaganda özgürlüğü karşılığında kutsal başka haklarımızı tehlikeye atıyoruz.

Öyleyse, sosyal medya kullanırken şu değiş tokuştan ne ölçüde fayda sağlanabileceği üzerine bir hesap yapmamız gerekiyor: Kendim ve aidiyetlerimle ilgili önemli bilgileri dev şirketlerle ve düşünce kuruluşlarıyla paylaşıyorum, bunun karşılığında yaygın duyuru ve kısmi müdahale olanakları elde ediyorum. 

Buna değiyor mu?

Amazon’un grev kırıcı Twitter botlarından, düşünsel üretimin Twitter botu düzeyine gerilemesine dek… Ciddi olumsuzluklarla karşı karşıya olduğumuz açık.

Bugünkü koşullarda, yukarıda sözünü ettiğim alışverişten kazanan taraf olarak çıkmak içinse sosyal medyayla ilişkimizi sınırlayan kolektif bir otoriteyi örgütlememiz ve bilinçaltımızın bizi ortak aklımızla çizdiğimiz sınırların dışına sürüklemesine izin vermememiz gerekiyor. 

D.CAN / SOL- Görü


                                                                  ***

Antikomünist mücadelenin ön saflarında: Twitter bolşevikleri - D.CAN / SOL- Görüş

Dandik analizlerini bilimsel gerçekler gibi pazarlayan liberal, genç kanaat önderlerini sosyal medyada görmeye alışmıştık. Çarpıcı olan, aynı yapaylığa solun ciddi ölçüde prim vermesi.

Onlar Twitter’da karşısınıza Marx, Lenin, Dzerjinskiy gibi tarihe mâl olmuş devrimcilerin kılığında ya da bilmemne dergisi vb. kurumsal görüntü veren isimler altında çıkabilirler. Sizden, herhangi bir siyasi gelişme ya da etkinlik hakkında “ses çıkarmanızı” (yani Tweet atmanızı) ya da “faaliyetlerini” sürdürebilmeleri için bağışta bulunmanızı isteyebilirler. İtibar etmeyiniz.

“Zaten anonim bir sosyal medya hesabına itibar edecek değiliz” mi diyorsunuz?

Elbette. Bu sosyal medya hesaplarının arkasında büyük devrimciler, teorisyenler, halk önderleri olmadığını hepimiz biliyoruz.

Peki... Bu hesaplardan paylaşılanların bizi etkilemediğini, gündemimize girmediğini, düşünce dünyamıza ya da gündelik sohbetlerimize etkisinin bulunmadığını da söyleyebilir miyiz?

Konuyu hakkında yazı yazacak ölçüde gündemine almış biri olarak, büyük bir açıklıkla yanıt vereyim: Profil fotoğrafında Marx olan sosyal medya hesaplarının beni Marx’ın yapıtlarından daha fazla etkilemeye başladığını hissediyorum.

İnsanlar yok, algoritma var

Sosyal medya kullanımınızı en aza indirmiş olsanız bile, mesajlaşma uygulamaları ya da mail grupları üzerinden insanlar birbirleriyle beğendikleri “tweet”leri paylaşıyor.

Bir arkadaşımdan gelen mesajı okumak için telefonu elime alıyorum ve bir anda kendimi, arkadaşımın benimle linkini paylaştığı sosyal medya gönderisine yapılan yorumları okurken, hiç önemsemediğim bir tartışmaya kafa yorar halde buluyorum.

O anda şu gerçekle burun buruna geliyorum; karşımdaki özne, bu hesapları yöneten Ahmet, Mehmet, Mustafa değil. Ahmet, Mehmet ve Mustafa gerçek hayatta bu kadar zamanımı çalamazlar.

Karşımızdaki, hızlı akan bir dünyada 7/24 çalışan bir mekanizma. Sosyal medya, insanların merakını öldürmeye, siyaseti magazinleştirmeye ve önyargıları kemikleştirmeye hizmet eden hareket kurallarına yaslanan bir sindirme, dezenformasyon ve hatta sansür mekanizması.

Karşımızdaki, zaman zaman irademize baskın çıkan ve bizi istemediğimiz yerlere sürükleyen, kaynağı anlayamadığımız derinliklere gömülü takıntılarımız.

Söz konusu mekanizma, zaaflarımızı kullanarak siyasi aklımıza, bilincimize, idrak gücümüze saldırıyor. Profil fotoğrafında Lenin olan hesap, Leninistlere karşı hummalı bir faaliyet içerisinde.

Yaşasın partimiz, Twitter-ML

Sol partilerin çizgisini sosyal medyaya tercüme ettiği düşünülerek bu hareketlerin destekçileri tarafından beğenilen, çok takipçili binlerce hesaptan bahsediyoruz.

Neredeyse her sol örgütün en az bir Twitter fenomeni var. Ve çoğu zaman, bu Twitter fenomeni, sosyal medyada o sol partiden daha aktif bir varlık gösteriyor ve diğer sosyal medya kullanıcılarının algısında adına konuştuğu kolektifle özdeşleşiyor.

Parti yöneticilerine sorsanız, çoğu zaman söz konusu hesapları yönetenlerin gerçek kimliği dahi bilinmiyor. Alacağınız yanıt: Bir destekçimiz açmış.

Kimi zaman, bu -anonim ya da gerçek hesaplı- Twitter fenomenlerinin, destekçisi ya da üyesi oldukları düşünülen örgütlerle çeliştiği, inceden inceye eleştirel paylaşımlar, göndermeler yaptıkları da görülebiliyor. İşte o zaman, o örgütün içinde bir tartışma olduğu ya da örgütün bir kısım destekçisini kaybetmekte olduğu düşünülüyor.

Twitter bolşevikleri sağolsun, liberallerin şeffaflık ilkesini Türkiyeli devrimcilerden daha iyi uygulayan yok.

Solun dijital kanaat önderleri

Bu manzaranın örgütlere ve kurumlara ilişkin bu yazıda değinmeyeceğim boyutları var. Parlamentoda temsil edilen siyasi partilerin sosyal medyayla ilişkisi, karar alma süreçlerinin sosyal medya tarafından nasıl etkilendiği başlı başına bir araştırmanın konusu olabilir belki.

Benim ilgimi daha çok çeken şey, Twitter’daki kanaat önderliği zanaatı.

Eğitime önem veren bir ailenin çocuğu olarak iyi okullarda okumuş ama kütük gibi mezun olmayı başarmış, dandik analizlerini bilimsel gerçekler gibi pazarlayan liberal, genç kanaat önderlerini sosyal medyada olduğu gibi merkez medyada da görmeye alışmıştık. Çarpıcı olan, aynı yapaylığa solun ciddi ölçüde prim vermesi.

Gazeteci desen gazetecilik yapmıyor, akademisyen desen bilimsel yöntemden bihaber, bir mesleki deneyime dayanmıyor, topluma gerçek emek ürünü veya nitelikli hiçbir katkısı yok ama kanaat önderi. Tek yeteneği iyi bir taklitçi olması ve sosyal medya “beceri”leri.

Bir sol partinin destekçilerini “takipçi”niz haline getirmek için fazla emek vermeniz de gerekmiyor hani: İman tazeleten sloganlar, şık duran bir iki analiz (fazla derinlik olmak zorunda değil), biraz espri yeteneği, polemikçi bir dil… Hele hele o örgütü dışarıdan biri olarak destekliyormuş gibi bir havanız varsa, yorumlarınız paylaşım rekorları kırabilir. Üstelik sosyal medyada biriktirdiğiniz sempatiden, gerçek yaşamda bile “az ünlü” statüsü sayesinde faydalanabilirsiniz.

Neden antikomünizm diyorum?

Buraya kadar yazılanlardan, sorunun genel bir sosyal medya bağımlılığı sorunu olduğu izlenimi edinilebilir. Ortada özel olarak sola yönelen, komünistlere yönelen bir saldırı yokken, nereden çıktı antikomünizm suçlaması?

Doğru. Sosyal medya herkesi hasta ediyor. Ama birileri, bu hastalığı ısrarla sola yaymaya çalışıyor. Davranış kalıplarımızı, takıntılarımızı, endişelerimizi, başkalarıyla bizi ideolojik olarak ayıran, karşı karşıya getiren noktaları iyi biliyorlar çünkü bizim içimizden çıkma kişiler bunlar. Ve onların bu bilgilerini kullanan sosyal medya mekanizmasında, neye hizmet ettiklerini anlamaksızın sola dönük bir silaha dönüşmüş durumdalar.

Elimizden sözümüzü, irademizi, hangi kavgaya girip hangisine girmeyeceğimizi seçme hakkını almak istiyorlar. Açılımlarımızı, topluma ulaşma çabamızın ürünü olan çalışmalarımızı sistemli şekilde baltalıyorlar. Aslında bunu yapan kendileri de değil, onları yan yana getirerek sol kamuoyunun üzerine salan algoritmalar.

Kendilerine bunları anlatsanız, aralarından “benim örgütünüzle bağım yok, sadece bir dönem destekledim, şimdi istediğimi yaparım” diyenler çıkar. Ancak bir “takipçi” profillerini çıkarsak, en az yüzde 80 oranında tezgahlarını kurdukları örgütün destekçilerine seslendikleri görülür.

Buna rağmen haklı sayılırlar. Sorun solun ve gerçek bir demokrasiyi ve ifade özgürlüğünü savunan kesimlerin, kamuoyu önünde zaman zaman kendilerine açıkça saldıran ve fiilen sansürleyen kişileri gerçekte bulundukları safa, düşman safına koymamış olması.

Çözüm elbette bu kadar basit değil. Daha zor olan, siyasete karşı ilgisizliği ve bağımlılıkları besleyen hedefsizliği aşmak.

D.CAN / SOL- Görüş

Merkez Bankası Operasyonu: Niçin? - Korkut Boratav / SOL

 

İktidar blokunun sermaye kanadı, 7 Kasım 2020 sonrasında uygulanmaya başlayan finansal disiplin koşullarında ayakta duramaz.

Mart 2021’de ekonomi politikalarında bir haftaya sıkışmış yalpalamalar izledik. Önce Hazine ve Maliye Bakanlığı, bir “ekonomi reformları” belgesi yayımladı (12 Mart). Sonra TCMB politika faizlerini iki puan (yüzde 17 → yüzde 19) yükseltti (17 Mart). Üç gün sonra da TCMB Başkanı Naci Ağbal görevinden alındı; yerine Şahap Kavcıoğlu atandı.

Geçmişe dönelim: Ağbal’ın 7 Kasım 2020’de TCMB Başkanlığı’na atanması Berat Albayrak’ın istifasını tetiklemiş; döviz piyasaları sakinleşmiş; dolar gerilemeye başlamıştı.

Şimdi takvim Kasım 2020 öncesine döndü. TCMB Başkanı’nın görevden alınması, doları 8 TL eşiğinin üzerine sıçrattı. Arkadaşımız Mustafa Sönmez, operasyonu “ekonomik intihar” olarak nitelendirdi (31 Mart).

Saray’ın gerekçeleri nedir? Anlamaya çalışalım.

Kasım 2020-Mart 2021 seçeneği: İstikrar ve büyüme…

Naci Ağbal, dört buçuk ay içinde TCMB’nin politika faiz oranını üç aşamada 8,75 puan (yüzde 10,25 → yüzde 19,0) yükseltti. TÜFE’nin son yıllık artışı (yüzde 15,6) dikkate alınırsa, TCMB faizi enflasyonu 3,4 puan aşmaktadır. Para Politikası Kurulu (PPK), Mart’ta faizlerin iki puan yükseltilmesini, olası olumsuz gelişmelere karşı “önden yüklemeli” bir önlem olarak açıklamıştı.

Yükseltilen faizlere, ek finansal disiplin kararları refakat etti. Bankaların (“aktif rasyosu” gibi) kredi genişlemesini zorlayan yöntemlere son verildi. Sermaye hareketlerini dolambaçlı yöntemlerle kısıtlayan uygulamalar kaldırıldı. TCMB rezervlerini tüketerek döviz fiyatlarını frenleme çabaları durduruldu.

Mart 2021’e gelindiğinde TCMB özerkliğini yeniden kazanmış görünmekteydi. Neoliberal enflasyon hedeflemesinin üç ana ilkesine büyük ölçüde dönülmüştü. Bunları hatırlatayım: Serbest sermaye hareketleri, sıkı para politikası, dalgalı döviz kuru… Uygulamada TCMB’nin politika faizi enflasyonu aştı; döviz kuru piyasaya teslim edildi.

Para politikalarında “sağduyuya dönüş”, Batı finans çevrelerince alkışlandı. Olumlu değerlendirmeler, Türkiye ekonomisine ilişkin 2021 öngörülerine de yansıdı.

Meslektaşımız Mustafa Durmuş OECD’nin son öngörülerini 23 Mart tarihli bir yazısında (“İktidar Blokunun Yeni Stratejisi”) özetliyor. Bunlara göre bu yıl Türkiye yüzde 5,9’luk büyüme temposu ile dünya beşincisi olacaktır. Dahası, “2019 ile kıyaslandığında 2022 sonunda sadece ABD ekonomisinin binde 9 ve Türkiye ekonomisinin binde 5 olmak üzere daha yüksek bir hâsıla düzeyine sahip olabileceği” tahmin ediliyor.

Uluslararası karşılaştırmalarda Türkiye’yi öne çıkaran bu “istikrarlı büyüme” senaryosunu simgeleyen Naci Ağbal niçin görevden alındı? Mustafa Durmuş, bu soruyu yanıtlıyor: “Siyasal İslam’ın ekonomik (faizler, devlet garantileri) kazanımlarını genişletmekten başka seçeneği yoktur.

Teşhis bence doğrudur; ama genişletilmesi gerekir. Bunu yapmaya çalışalım.

AKP finansal disiplini niçin kabul edemez?

Ağbal’ın görevden alınma nedenlerini arkadaşımız Oğuz Oyan da sorguladı (“Ekonomide Fırtına Günleri”, Sol Haber, 23 Mart). Temel belirleyicinin “iktidar-içi güç çatışmaları” olduğunu düşünmektedir. Ama, önemli ek tespitleri de var:

“Batık/sorunlu kredilerin, yükselen faizlerin, inşaat-konut sektöründe… zora düşen şirketlerin (ki bunların epeycesi iktidarın eteklerinde semirtilmişlerdir) baskıları vardır. Güçlü bir anti-faiz lobisi oluşmuştur çünkü takipteki, yakın izlemedeki kredilerin toplamı… yüzde 15'in hayli üzerinde olabilir… İnşaat, hem toplam kredilerden…en çok pay alan, hem de kullandığı kredilerin takibe dönüşmesi bakımından en riskli sektördür.”

“AKP'nin bir sermaye iktidarı olduğuna kuşku yok. Ama sermayenin en etkin kesimlerini temsil düzeyi giderek düşüyor… İç ve dış sermayenin güvenini… yitiren böyle bir iktidarın sermaye tarafından daha fazla sorgulanır olduğu yeni bir döneme girildiği söylenebilir.”

Bu gerçekçi tespitler, bence, Merkez Bankası operasyonunun temel nedenine de işaret etmektedir. Çünkü, düşük faiz, KÖİ projelerindeki garantiler, ayrıcalıklı ihaleler sayesinde “iktidarın eteklerinde semirtilmiş” olan, inşaat odaklı sermaye çevreleri 2021 Türkiyesi’nin iktidar blokuna yerleşmiş durumdadır.

Oğuz Oyan’ın teşhisinin aksine, bu çevreler, bir süredir, “sermayenin en etkin kesimlerini” oluşturmaktadır. İktidar çevreleri ile yoğun, karşılıklı çıkar ilişkileri ortadadır.

“Türkiye’de tekelci sermaye” tanımına en uygun tespiti, sözünü ettiğim sermaye çevrelerine Beşli Çete simgesini yakıştıranlar yapmıştır.

İktidar blokunun sermaye kanadı, 7 Kasım 2020 sonrasında uygulanmaya başlayan finansal disiplin koşullarında ayakta duramaz. Oyan, bu çevrelerin kırılganlığını özetlemiştir. Merkez Bankası operasyonunun nedenini de burada aramalıyız.

12 Mart reform programına dikkat…

Politika değişikliğinin ilk adımı 12 Mart 2021’de Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından yayımlanan bir belge oldu: İstiklalden İstikbale, Ekonomi Reformları…

Düzensiz, aceleye getirildiği anlaşılan, “şişirilmiş” 98 sayfalık bu belgenin finansal sistemle ilgili bölümlerine bakalım.

AKP iktidarının TCMB’nin yüksek politika faizleri ile gerilim yaşadığı 2015 sonrasında dahi (OVP gibi) resmî belgelerin çoğunda neoliberal enflasyon hedeflemesi ilkelerine uyum ifadeleri yer almıştı. 12 Mart tarihli Ekonomi Reformları belgesinde bu özen terk edilmiştir. Örneğin fiyat istikrarı için uygulanacak faiz ve döviz kuru politikalarına değinilmiyor. Fiyat istikrarı arayışlarında piyasaları “idarî” yöntemlerle denetleyecek kurumsallaşma öne çıkmaktadır.

Kasım 2020’de benimsenmiş görülen TCMB özerkliği metinde yer almıyor. Dahası da var: Hazine ve Maliye Bakanlığı koordinatörlüğünde bir Finansal İstikrar Komitesi (FİK) kurulacak; ayda bir toplanacak; üç ayda bir Rapor yayımlayacaktır. C.B. Strateji ve Bütçe Başkanı ile birlikte yedi üyeden oluşan Komite’de TCMB tek bir üyeyle temsil edilecektir (s. 67 vd.)

Anlaşılan, FİK’in bugün TCMB bünyesinde yer alan PPK’nin işlevlerini üstlenmesi tasarlanmaktadır. Politika faizlerinin belirlenmesi dahil…

İktidar blokunun sermaye kanadı için, Ekonomi Reformları belgesinin “Bankacılık Sektörü” bölümü ayrıca önemlidir. Donuk / batık /izlenen kredi yükümlülüğü taşıyan tüm şirketler için kapsamlı kurtarma, “kamulaştırma” operasyonlarının ana çerçevesi tasarlanıyor: “Yeniden yapılandırma ve firma rehabilitasyon fonksiyonlarının, Girişim Sermayesi Fonlarının kurulması; alacakların Varlık Yönetim Şirketlerine satışı, aktiften silinmesi, bilanço dışına çıkarılması; donuk kredilerin menkul kıymetleştirilmesi…” (s.35 vd…)

Yatırımlara dönük destek ve teşvik önlemleri (ss. 72 vd.) de dikkate alınırsa, Ekonomi Reformları programı, 7 Kasım 2020 - 20 Mart 2021 döneminde TCMB yönetiminin benimsediği, uyguladığı finansal istikrar ilkeleri ile uyum sağlayamaz.

Merkez Bankası operasyonu ve sonrası…

Şahap Kavcıoğlu, 16 Mart’ta Yeni Şafak’taki köşesinde, “Ekonomi reform paketinin piyasaya etkisi” başlıklı bir yazı yayımladı. Yazıda, dört gün önce yayımlanan reform programının, “Cumhurbaşkanımızın üzerine basa basa söylediği yatırım, üretim, istihdam ve ihracat” öncelikleri övülmektedir.

18 Mart’ta TCMB bunları değil, finansal istikrar önceliklerini gözeten bir karar aldı; politika faizlerini iki puan yükseltti. İki gün sonra Şahap Kavcıoğlu TCMB Başkanlığı’na atandı.

Bu aşamaların (belgelerin, kararların) arka planında, kişilerin tutumlarını, rollerini, katkılarını bilemem; spekülasyon gereksizdir.

Öyle anlaşılıyor ki, iktidar blokunun siyaset ve sermaye kanatları arasında ekonomik politikalarda bir uzlaşma sağlanmış; 12 Mart Ekonomi Reformları belgesine taşınmıştır. Sözü geçen sermaye çevreleri finansal disiplin ilkelerine kurban edilemeyecektir… Bu uzlaşmayı fiilen reddeden TCMB yönetiminin değiştirilmesi de kaçınılmaz olmuştur.

Ancak, takvim Kasım 2020 öncesine taşınmıştır; o dönemdeki ekonomi politikaları bugünün koşullarında bir yıldan fazla sürdürülemez.

Saray’ın (Mart 2021’de hale gelen) siyasal önceliklerini burada tartışamadım. İktidar, ekonomide ve siyasette sıkışmıştır; 2017’deki gibi hızla “atı alıp Üsküdar’ı geçmek” çabası içindedir. “Meşruiyet görünümü” ne kadar gözetilecektir?

Sorgulayacağız; tartışacağız.

Korkut Boratav / SOL

1 Nisan 2021 Perşembe

Bir meslek olarak dalkavukluk…- Eren Aysan / BİRGÜN


Kralların soytarıları olur, padişahların ise dalkavukları…

Soytarı, yeri geldiğinde yergisini efendisinin yüzüne söyleyebilen, her türlü iğnelemesi hoşgörü ile karşılanan, sözün kısası taşı gediğine koyandır. Dalkavuk ise, “Evet, efendim, sepet efendim” demeye mahkûm olmuş, efendisini şişirmekten geri durmayan saray adamı. Alın size beş karışlık büyük fark… Sevgili coğrafyamızda, gerçekleri gizleyip, yalanlarla efendilerini oyalayan dalkavukluğun en eski meslek sayıldığı su götürmez bir gerçek…

Efendim, bu zatlara dalkavuk denilmesinin ardında giyinme biçimi yatıyor. 

Nasıl mı? 

Osmanlı’da kavuk, her zaman çevresine bir şey sarılarak giyilen baş kapatmadır. 

Dalkavukların ise, etraflarına serpuş serilmeden kavuğu çıplak takmaları emrolunmuştur! 

Yani kıyafetlerinde kocaman armaları vardır.

Üstelik, başlangıçta yalnızca efendilerinden hizmetlerinin karşılığında bahşiş alan dalkavuklar, giderek bir iş kolu haline gelmiş, süreçte başlarına bir yönetici seçerek mesleklerini tüzüğe bağlamışlardır. Osmanlı Devleti de süreçte bu mesleği de ağır işçilik olarak kabul etmiştir. I. Sultan Mahmut döneminde dalkavuklar kendi durumlarını padişaha sunmuşlar, içlerinde oldukları ahvali betimlemişlerdir: “Devletli, inayetli, merhametli efendim! Kimsesiz dalkavuk kullarınızın arzuhalidir. Her sene Ramazan-ı Şerif geldiğinde İstanbul’da davetli, davetsiz iftarlara gideriz. Ulemanın, ricalin ve devlet büyüklerinin sofralarında çeşitli nefis yemekler, türlü türlü reçeller, süzme aşureler, tavukgöğüsleri, helvalar, kaymaklı baklavalar yer içeriz. Lakin içimizde bazı edepsizler bulunup, edebe uymayan tavırlarıyla velinimetimiz efendimizi gücendirmekte, zararı hepimize dokunmaktadır. Dalkavukluk bir nizama bağlanmazsa, cümlemizin açlıktan öleceği aşikardır!”

Dalkavuklar bile sırası gelince işlerinin bir düzen içinde sürüp gitmesini bekliyor, kendi geleceklerini garanti altına almak için saygıda kusur etmiyorlar da, yaptıkları komedi sanatına uymuyor bir türlü. Belki de padişahların komedi sanatına çekinceli tavrının arkasında eleştiriye tahammülsüzlükle birlikte sürekli pohpohlanmak arzusu yatıyor!

***

Oysa bu topraklarda doğan binlerce yıllık komedi geleneğinde, hele hele Antik Yunan Komedyalarında ‘uyarı’ seyirciyi güldürerek yapılır. Taşlama olgusunun deyim yerindeyse taş gibi oturduğu Aristophanes’te yönetimdeki yolsuzluklar, yargıdaki adaletsizlikler, insanoğlunun içinde gizlemek için çaba gösterdiği ‘hayvanlık’, savaş ve öldürme tutkusu, sanat ve felsefe dünyasında anlaşılamayan ‘ağız kalabalığı’ yerilir, bunun karşısında insancıl değerler, anlayış, hoşgörü, barışa olan bağlılık yüceltilmeye çalışılır.

Öte yandan bizim gibi ülkelerde zaman zaman baskı dönemi kamçılar hem komedi sanatını hem de mizahı. Siyasal tarihimizdeki satir, yergi, eleştiri kültürünün kilometre taşları olan Namık Kemal, Can Yücel, Aziz Nesin ve hatta Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda ortaoyununda, Hacivat - Karagöz’de, Meddahta siyasal ya da hangi anlamda olursa olsun bir iktidarın yergisi kültürel bir değer ve gerçek olarak kabul edilmiştir.

***

Elbette her şeyin bir bedeli var. Dalkavukluğun da ücret tarifesi…

Reşat Ekrem Koçu’nun ‘Hayat Tarihi Mecmuası’nda geçiyor: “Dalkavuğun burnuna fıske vurma 20 para, yüzüne tokat atma 30 para, merdivenden yuvarlama 180 para vb.”

Sorun şu: Toplumsal yapı değişim ve dönüşüm gösterince, bir zamanlar iş kolu olarak kabul 

edilen dalkavukluk mesleği silinip gidiyor gitmesine de, dalkavukluk baki kalıyor bu hoş 

sedada… Gündelik yaşamımızda kendi çıkarı için devlet mekanizmalarını yönetenleri 

yönlendirmeye çalışan kişilere dönüşüyor. Bir anlamda ‘yan meslek’ olup çıkıveriyor… Bir 

bakıyorsun, pudra tozu çekiyor, bir bakıyorsun escord kızlarlar fotoğraf çektiriyor. İşin hazin 

yanı artık kurumsallaşmış değiller… Ha, kurumsallaşsalar tarifelerini bileceğiz sadece, o 

ayrı… Gerçi bilmeye ne hacet! 

Giyim kuşamlarından, yaşam tarzlarından, ev hallerinden kaç para tokatladıkları belli. Sözün 

özü: Memlekette her yanımız bahar bahçe! 

Eren Aysan / BİRGÜN

Kokain çekenlerin burnundaki 100 dolar- Barış TERKOĞLU / Cumhuriyet

Birlikte yemek yenir, birlikte yolculuk

edilir. Birlikte suç işlenmez mi? Aşktan 

daha güçlü diyorlar. Suç ortaklığı, her 

kuvvetli bağın koptuğunda savurması 

gibi, ayrılanları birbirine düşman 

ediyor. Yan yanayken birikenler, 

karşıdayken kafaya fırlatılıyor.

Günlerce konuştuk. AKP Genel Merkez çalışanı Kürşat Ayvatoğlu  tozu nasıl aldı? Burnuna nasıl çekti? Sonra kafası ne oldu? Bir soruyu unuttuk: Peki, biz o görüntüyü nasıl izledik?

Gördüğümüz lüks bir araba. İçinde, burnuna çeken Kürşat dışında başkaları da var. Videoyu arka koltukta oturan Ufuk Karakahyaoğlu’nun çektiği anlaşılıyor. Peki, neden? Karakahyaoğlu’nun söylediğine göre, videoya çekmesini Kürşat istiyor. Hedef ise aslında Kürşat değil. Ön koltukta oturan Dolunay isimli arkadaşları. Sebep? Birlikte “iş yapacaklar”, niyet ona karşı gerektiğinde kullanmak. Yani suç ortaklığında en büyük silah: Şantaj.

Ancak…

Görüntüyü çeken Ufuk, Yağız Mıtrıp’a; Mıtrıp ise aylar sonra bütün Türkiye’ye izletiyor. Yani Kürşat’ın hazırladığı kumpas kendisine dönüyor.

GÖRÜNTÜNÜN ARDINDAKİ MENFAAT SAVAŞI

Peki, Yağız’ın Kürşat’la ne sorunu var? Sadece çekilen tozu mu paylaşamadılar?

Kürşat, Yağız’dan 200 bin lira alacağının olduğunu, kendisini icraya verdiğini, bu nedenle görüntülerin sızdığını söylüyor.

Yağız da Kürşat’la aralarında çıkar çatışması olduğunu doğruluyor. “Amacım husumetlim olan Kürşat’ı rezil etmekti” diyor. Kastamonu’da içtikleri uyuşturucuyu para karşılığı Kürşat’tan aldıklarını söyleyen Yağız, Kürşat’ın elinde kendisinin müstehcen görüntüleri olduğunu da ekliyor. Herkesin birbirine karşı “biriktirdiği” anlaşılıyor.

Öyleyse videoyu izlememizin nedeni Kürşat ile Yağız arasındaki para kavgası. Çekilen uyuşturucu ya da müstehcen görüntüler, menfaat savaşında kullanılmak üzere biriktiriliyor.

3 bin lira maaş aldığı söylenen Kürşat’ın, Yağız’dan 200 bin liralık ne alacağı olabilir? Aralarında nasıl bir ticari ilişki var?

O DA BELEDİYENİN ESKİ ÇALIŞANI

Geçen yazıda, eski Kastamonu Belediye Başkanı AKP’li Tahsin Babaş’ın döneminde, Kürşat’ın zenginleşme hikâyesini anlatmıştım. Kürşat, Babaş’ın 2014 seçimlerindeki kampanyasına “ne iş olsa yaparım” diye 20 yaşında girmişti. Babaş’ın seçimi kaybetmesinin ardından, 25 yaşında belediyeden varlıklı bir müdür olarak çıkmıştı. Haliyle belediyenin balı parmağından akıyordu.

Peki, Yağız? Onun izini takip etmek için Kastamonu Belediyesi kaynaklarını aradım. Belediye kaynakları, Yağız’ın da tıpkı Kürşat gibi eski çalışanları olduğunu doğruladı. 200 bin liralık vereceği Türkiye’nin gündemine oturan Yağız’ın belediyedeki kadrosu neydi: Şoför. O da belli ki hızlı yürümüştü.

Öte yandan o da Tahsin Babaş ile yakındı. Nikâhını Babaş’ın kıydığı görüntüler haberlerde yer almıştı.

Yağız, belediyedeki şoförlükten sonra otomobil kuaförlüğü işine girmişti. Kürşat’ın dükkân açtığı alışveriş merkezinin alt katında araç temizliği yapan bir yeri vardı. Çoğunlukla makam araçlarına verdiği hizmet dikkat çekiyordu. Fakat zenginliğin kaynağı bu değildi.

BELEDİYE GİTTİ, KAVGA BAŞLADI

Yağız’ın başka bir işi var mıydı?

Bunun için Ticari Sicil Gazetesi’ni taramak yeterli oldu.

“Bek Reklam” tam da bu sorulara yanıt veriyordu. 2018 yılının ocak ayında Kastamonu Merkez’de tescil edilen, şubat ayında reklam dünyasına giriş yapan şirketin ortağı Yağız Mıtrıp’tı. Yağız, aynı zamanda şirketin genel müdürü ve temsilcisi olarak da görünüyordu.

Şirketin işleri incelendiğinde, hızlı bir hareket dikkat çekiyordu. Bek Reklam, Kastamonu’da hizmet veren otobüslerin giydirmesinden tutamaçlarına kadar bütün alanlarının reklamlarını bir ay içinde almış ve satışını yapmıştı. 2019 yılında, AKP’nin belediyeyi kaybetmesiyle Mıtrıp’ın reklam işi darbe yemiş görünüyordu. Otomobil satışı yaptığı bir başka işe başlamıştı. Yağız’ın da otomobil alıp sattığı hatırlanırsa, irtibatın bu dönemde bir süre daha devam ettiği söyleniyor.

Belli ki her ikisi de eski belediye çalışanı Kürşat ile Yağız arasındaki alacak-verecek ilişkileri, AKP’nin belediyeyi yönettiği dönemde kurulmuştu. 2019 Martı’ndaki seçimin ardından öküz ölmüş, ortaklık bozulmaya başlamıştı. Video da bu sürecin hem ürünüydü hem de suç ortaklığı sayesinde tüm Türkiye’ye kendisini izletmişti. Kastamonu’da konuştuğum kişiler de bu tespiti doğruluyordu.

CEPLERİNDEKİ 100 DOLARLAR

Öyleyse…

Pudraşeker miydi uyuşturucu mu? Kim getirdi, kim içti? Görüntüyü kim çekti, kim servis etti? Bütün bunlara odaklanmak yerine, neden asıl suçun peşine düşmüyoruz? Neden 20’li yaşların başında gençleri önce zengin sonra rezil eden kapı ardındaki al-verli düzeni sorgulamıyoruz. Ardındaki yolsuzluk sisteminin peşinden koşmuyoruz? Devredilirken 78 milyon 500 bin lira borçla bırakılan Kastamonu Belediyesi’nin kasası bile görünen köyü anlatmıyor mu?

Gözaltına alınan gençlerin sosyal medya hesaplarını geziyorum. Perde ardında sürdürdükleri hayatın vitrinine din-millet paylaşımları koymuşlar. Ağızlarından düşmeyen manevi sözleri, sürdürdükleri maddi yaşamın üstüne örtü yapmışlar.

Gördüğüm en ilginç görüntü…

Biz döviz neden yükseliyor diye tartışırken, onlar buna söylenenleri hain ilan etmiş. Ceplerinden çıkanlara göre ise burunlarına toz çekerken, ceplerindeki 100 dolarları kullanmışlar. FETÖ’cülerin 1 dolarlarının yerini, yeni muhafazakârların 100’lükleri tamamlamış.

Kürşat, Yağız ya da diğerleri…

Şimdi gençleri evlerine hapsederek çözdüğümüzü sandığımız ortaklık, ince bir yağmur gibi hepimizi ıslatmaya devam ediyor. Bir itirafta, bir fotoğrafta, bir videoda bize kendisini hatırlatıyor. Ganimeti çekip almadığımız sürece, başında kavgaya tutuşanların öyküsünü konuşmaya devam edeceğiz. 

Barış TERKOĞLU / Cumhuriyet