22 Mayıs 2021 Cumartesi

Katiller kapitalizmi - Orhan Gökdemir / SOL

Sedat Poker’e 'mafya' diye bakamıyoruz, bir tür ihalesi verilememiş 'Cengiz İnşaat' sayıyoruz. Açıkça söylüyor zaten, korumalarım vardı, onlar benimle yurtdışına bile gelirdi... 

1949’da II. Dünya Savaşından umulmadık bir zaferle çıkan Sovyetler Birliği’nin etrafını kuşatmak üzere “askeri savunma örgütü” NATO kuruldu. NATO’nun bir de paralel gizli örgütü vardı; buna da “Süper NATO” adı verildi. NATO’ya üye olan her ülke bir de “Süper” Özel Kuvvet sahibi oluyordu. Özel Kuvvetler, batılı deyişiyle “Force Speciale”, NATO üyesi ülkelere Komünizmin gelmesini engelleyecekti. 

Ancak Süper NATO Komünizmi engellemek üzere harekete geçtiğinde, bunun başka anlamlar da içerdiği dehşet içinde fark edildi. 12 Mart 1971 darbesinin ardından devrin Dışişleri Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil bu “başka anlam”ı şöyle ifade edecekti: 

12 Mart’ta CIA vardır. Büyük ölçüde vardır. 12 Mart’ta haşhaş vardır. CIA, Papadopulos da vardır. CIA, Gizikis de vardır. CIA’nın nasıl hareket edeceği tahmin edilemez. Türkiye kendi istihbarat gücünü kuvvetlendirmek için İsrail istihbaratı ile Amerikan istihbaratı ile, İran istihbaratı ile daimî ve organik münasebetler içindedir. Bunlar gizli gizli her sene kendi şefleriyle toplanırlar. Washington’da, Tahran’da, Telaviv’de istihbarat mübadelesi yaparlar. Organik bağları bulunmayan fakat inandıkları başka istihbarat örgütlerinden de istişari müteala alırlar. Şimdi, istihbaratçılar Amerikalılarla organik münasebetler içinde olduğuna göre, Amerikalı, ‘Şu adam benim adamım, şunu yerleştirelim solcuların arasına’ diye rahatça iş birliği yapabilir. İstihbaratçılık alanında bu iş rahat yapılabilir. Yabancı istihbarat örgütünden esinlenen istihbarat başkanı da gelir kendi hükümet başkanına ‘Bizim Telaviv’deki toplantımıza ilişkin konuları konuşacağız’ der… İstihbarat bünyesindeki profesyonel dejeneresans her hareketin tesiri altındadır… Şimdi nasıl yapar CIA? CIA organik bağlarıyla yapar… Benim istihbarat şefim, kendisi farkında bile olmadan CIA benim altımı oyar.” Yani NATO’nun kucağına oturduğu andan itibaren Türkiye altı oyulmuş bir ülkedir. Altını tutamaz, üstü kime bağlı bilemez. 

Süper NATO, sadece Komünistleri değil, hayatını onlarla mücadeleye adamış antikomünistleri de ürkütmüştü haliyle. Altlarının oyulduğunu hissediyorlardı. Ürküttü de ne oldu diyeceksiniz? Her karanlık olayın, her kışkırtmanın ardından hep aynı yer işaret edilse de Süper NATO ve paralel örgütlenmeler yaygınlaştı. Sonra bunlar devletin bizzat kendisi haline geldi.

Susurluk Kazasının ardından bu gerçek resmi bir ağızdan, Mehmet Elkatmış’tır, şöyle ifade ediliyordu: “Bu işlerden 1980’den bu yana devleti yönetenlerin tümünün bilgisi var. Ne Kenan Evren ne Demirel ‘ben bilmiyorum’ diyemez. Bunu derlerse yöneticilik yapmadıkları ortaya çıkar. Devlet içindeki çeteden tümünün haberi var. Çünkü bu insanları devlet bulmuş, görev vermiş ve desteklemiş.” Yani “bu işlere” bulaşanların hepsi bir şekilde devlet tarafından seçilmiş, kirli işlerine rağmen değil kirli işleri nedeniyle desteklenmişti. Modern devlet çeteciliği kamulaştırmıştı. Yol “devlet” tarafından açılmıştı, dolayısıyla ne “devlete sızmaları” ne de “devleti kullanmaları” söz konusuydu.

***

Bizde mahalle arası kabadayılıktan başlayan, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla büyüyüp serpilen mafyozilerin bu kadar önemli olmalarında da devletin bu modern halinin etkisi var. Konuyla ilgili bir çalışmada şöyle deniliyor; “Mafya, bir güç düzenidir. Gücün ifadesini, gücün eğretilemesini, gücün patolojini taşır. Mafya, Devlet’in trajik bir şekilde yeteriz kaldığı topraklarda, Devlet’in yerine geçer. Onun işini görür. Mafya bir ekonomik düzendir.” Demek ki kapitalizmin yedeğinde kapitalizme paralel bir “sektör”den söz ediyoruz. 

Mafyanın bir devlet modeli olarak ortaya çıkması elbette rastlantı değil. Modern devlete asıl rengini veren savunma refleksidir. Üstlendiği "karşı devrimi örgütleme" rolü nedeniyle giderek daha fazla karanlık eylemlerle başvurur, mafyalaşır. Bunlar Komünizme karşı ABD veya NATO tarzı standart mücadele tarzıdır. Haliyle tarihin en büyük “suçlu dayanışmalı” örgütüyle ile karşı karşıyayız biz. Terörü bir üslup haline getiren ABD, gittiği her yerde, İtalya’da Sicilya mafyasını Japonya’da faşist Yakuza’yı, bulmuş, görev vermiş ve desteklemiştir. Bizim çetemiz, onlarınkinin küçük bir modelidir sadece.

Yersizlikten görmezden gelmeyelim; Örgütlenmede ikinci önemli ayak din kurumudur. Bütün NATO ülkelerinde kontrgerilla örgütlenmesi dinsel gericiliği ve faşist para-militer kuruluşları çok büyük bir dikkatle örgütlemiş ve cepheye sürmüştür. CIA İtalya’daki örgütlenmesinde İtalyan mafyası ve Vatikan sağcılarını aynı örgüt içinde bir araya getirdi. Mussolini’nin polis teşkilatını örgütleyerek yeni yeni çeteler yarattı. Bunları kontrgerilla konseptine göre eğitti, birçok terörist eylemde kullandı ve bütün bu eylemleri istinasız solun üstüne yıktı. Gazetecileri, politikacıları, üst düzey askerleri, yargıçları aynı örgüt içinde topladı. Propaganda 2 ya da yaygın adıyla P-2 böyle ortaya çıktı. P-2 ABD’ye bağlı bir “gölge hükümet”ti. Komünistlerin iktidara gelmesi durumunda mevcut hükümet devrilip ülke yönetimi onlara devredilecekti. “Süper NATO” işlerindendir.

***

“Bir sabah uykusunda

Polisler saldırdılar
Demircioğlu Vedat’ı
Coplarla öldürdüler
Coplarla yumruklarla
Vurdular öldürdüler

Gencecik çocuklardı
Belki siz de gördünüz
Ellerinde pankartlar
Yolda gidiyorlardı
Özgürlük istiyorlar
Özgürlük diyorlardı
Ellerinde pankartlar
Özgürlük diyorlardı...”

Amerikan 6. Filo’sunu protesto eylemine katılan Vedat Demircioğlu 24 Temmuz 1968’de öldürüldü. Demircioğlu polis tarafından dövüldükten sonra kaldığı yurdun ikinci katından atılmıştı. Ağıt, Ruhi Su’nundur. Polis, ta Menderes döneminden bu yana özgürlük isteyenlere karşı bir tahammülsüzlük gösteriyordu. Polisin yönetenleri, özgürlük isteyenlerden dehşetli korkuyorlardı.

Türkiye 70 yıldır bu sahneleri izlemeye devam ediyor, ellerinde pankartlarla özgürlük isteyenler dövülüyor, pencerelerden atılıyor, işkence tezgâhlarında telef ediliyor. Giderek ellerinde pankartlıların sayısı azalıyor, elleri coplu yürüyenlerin sayısı çoğalıyor. Elleri coplular, vatanı muhtemel bir özgülükten gençleri coplayarak kurtarıyor.

1980 faşist cuntası bu coplu siyasete çağ atlattı. Coplananlar, pencerelerden atılanlar, işkence görenler, kıstırılıp kurşunlananlar, Demircioğlu Vedat’ın zamanındaki gibi sayılabilir olmaktan çıktı. Bir takım devlet memurları da gençlere vurulan copların sayısı üzerinden kariyer yapmaya, yükselmeye başladı. Sonra bir gün Türkiye gençlere vurulan darbelerdeki o hırsın nedenini öğrendi ve haksız bir biçimde ona Susurluk adını verdi. Oysa “düzen”in modern haliydi bu, “killer-kapitalizmus”du. 

***

Sadet Poker vesilesiyle gündeme geldi, tekrarlayalım: Mafya artık devletin dışında değildir. Ancak bu birlikteliği yeni sayamayız. Devletle ile mafyanın birleşmesi 12 Mart darbesinin ardından gerçekleşti. 12 Eylül bu geleneği devam ettirdi, bütün mafya üyelerinin cebine birer kırmızı pasaport koydu ve ardından MİT’e veya Emniyete atadı. Buradan “modern devlet”e ulaşıyoruz. Modern devlet açık bir suç örgütüdür, mafyayı da içeren büyük bir mafyadır. Son tahlilde değil ilk tahlilde egemen sınıfın kanlı bir sopasıdır. Hâliyle Sedat Poker’e “mafya” diye bakamıyoruz, bir tür ihalesi verilememiş “Cengiz İnşaat” sayıyoruz. Açıkça söylüyor zaten, korumalarım vardı, onlar benimle yurtdışına bile gelirdi, pek çok ayrıcalığım vardı diyor. Yüksek bürokrattır, cebinde kırmızı pasaport vardır, giderleri devlet tarafından karşılanmaktadır. 

Eskiden mafyanın devletin boşluğunda doğduğu söyleniyordu. Artık devlet koca bir boşluktan ibarettir. Esinini Büyük Fransız Devrimi’nden alan “burjuva devlet” çoktan tarihe karıştı. Geride kalan ucube mafyoz yapı doğrudan bir avuç patrona hizmet ediyor. Eğitimden, sağlıktan vazgeçti, ordusunu özelleştirdi, halkla hiçbir bağı kalmamıştır. Yeni nesil katiller kapitalizmidir. 
Bizim ise devleti halkı için bir devlet, ordusunu halkı için bir ordu hâline getirme sorumluluğumuz var. Kısaca “devrim” diyoruz…

Orhan Gökdemir / SOL

21 Mayıs 2021 Cuma

Ocak-Mart 2021’de sermaye hareketleri - Korkut Boratav / SOL

 Borç krizi kehanetleri tutarsa, IMF’ye gider; durumu bu sefer de “idare eder”. Düzen muhalefeti IMF özlemi içindedir; kolaysa eleştirsin… 

Merkez Bankası, Ocak-Mart 2021 ödemeler dengesi tablolarını yayımladı. Bu veriler, Türkiye ile dış dünya arasındaki cari işlemleri, sermaye hareketlerini, toplamlar ve ana kalemleri itibariyle gösterir.

Bu bilgileri 12 ay öncesiyle karşılaştırmak uygundur. 2020-2021 yıllarının Ocak-Mart verileri aşağıdaki tabloda yer alıyor. Tablo, yukarıda sıraladığım temel göstergelerle sınırlıdır. Ayrıntılara bu yazıda girmiyorum. 

Türkiye’de son yıllarda tekrarlanan bir çevrime (döngüye) yol açan iki politika modeli var. Bunlar dış değişkenlerle bağlantılı; onları ekonomiye taşıyor. Son iki yılın Ocak-Mart ayları, bu iki farklı politika modelinin tipik temsilcileridir: 2020’nin in ilk üç ayı finansal genişleme yoluyla iç talebin pompalanması; Ocak-Mart 2021 ise neoliberal enflasyon hedeflemesi dönemleri…

Dönemleri, tablo aracılığıyla inceleyelim






Ocak-Mart 2020: Finansal genişleme 

Ocak-Mart 2020 döneminde ekonominin yönetimi Berat Albayrak’tadır.  2019’da yerel seçimler nedeniyle başlatılan finansal genişleme bu aylarda da devam etmektedir. Mart 2020’de yıllık enflasyon yüzde 12 civarındadır; TCMB Başkanı Murat Uysal politika faizini %9,75’e çekecek; kademeli faiz indirimleri Ağustos’a kadar sürdürülecektir. 

Kamu bankalarının başlattığı kredi genişletmesi, BDDK’nın zorlamalarıyla özel bankalara da taşınacak; Mart 2020’de ticari kredilerin ağırlıklı ortalama faizi (%11,3 ile) enflasyonun altına yerleşecektir. Saray’ın beklentileri gerçekleşecek; Ocak-Mart 2020’de millî gelir %4,5’luk bir tempoyla büyüyecektir. 

Büyüme, dış dengeleri fazlasıyla zorlamaktadır. Tabloda bir döviz krizinin olumsuz işaretleri (“eksi” değerlerle) gözlenmektedir (sütun 1). 

Düşük faizler portföy yatırımcılarını caydırmış; uluslararası bankaları tedirgin etmiştir. Sonucu tabloda gözlüyoruz: Yabancı sermaye, üç ayda 4,4 milyar dolarlık net çıkış göstermektedir. 

Yerli burjuvazi (rantiyeler, şirketler, bankalar) dış dünyaya ılımlı boyutta (1,8 milyar dolar) kaynak aktarır; kayıt dışı sermaye çıkışları (1,5 milyar dolar) bu sızıntıya eklenir. İç talebin pompalanması ithalatı kamçılar, cari açık 8,8 milyar dolara çıkar. 

Yabancı, yerli, kayıt dışı sermaye hareketlerinin net bilançosu, üç ayda 7,7 milyar dolarlık net çıkıştır. 

Dış denge, yüksek düzeyde (16,5 milyar dolarlık) rezerv eritilerek sağlanır. Ocak-Mart 2020, TCMB’nin 128 milyar dolar rezerv erittiği dönemin içinde yer almaktadır.  Cari işlem açığının zorunlu finansmanı dışında ek bir amaç da vardır: Döviz kurlarının tırmanmasını frenlemek… 

Bank of International Settlements (BIS), Ocak-Mart 2020 döneminde ortalama dolar fiyatını 6,12 TL olarak hesaplamış. Nisan sonrasında bu ortalamayı 6,85 TL’de tutabilmek için TCMB oluk gibi rezerv tüketecektir. TL varlıklarını ucuz dövize çeviren yabancı portföy yatırımcılarına, döviz borçlusu yerli şirketlere ve döviz mevduatına geçen rantiyelere yüksek rant sağlanacaktır. “Yolsuzluklar sistemi” genişlemektedir. 

Ocak-Mart 2021: Enflasyon hedeflemesi ve sonu… 

Yolun sonuna Kasım başında dolar fiyatının 8 TL’ye ulaşması ile gelindi. Saray-içi bir operasyon, Albayrak’ın istifası, Hazine / Maliye Bakanlığı’na Lütfi Elvan’ın, TCMB Başkanlığı’na Naci Ağbal’ın atanması ile sonuçlandı. 

Yeni aşamada neoliberal enflasyon hedeflemesine dönüldü. Kredi genişlemesine çeşitli yöntemlerle son verildi. TCMB’nin politika faiz oranı, Kasım 2020 - Mart 2021 arasında üç aşamada %10,25’ten % 19’a yükseltildi. Mart sonunda ticari kredi faizleri %21 eşiğine ulaşacaktı. 

Enflasyon hedeflemesine dönüşün dış göstergelere yansıması Ocak-Mart 2021 istatistiklerinde (Tablo, sütun 2) gözleniyor. 

Finans kapital hoşnuttur. Yabancı sermaye (+9,3 milyar $) ve kayıt-dışı akımlar (+6,9 milyar) “net giriş” göstermektedir. Yerli burjuvazi ise sermaye çıkışını (-10,1 milyar) yükseltmiştir. Döviz işlemleri üzerindeki bazı kısıtlamaların kaldırılması etkili olabilir.  Toplam sermaye akımları 12 ay içinde “pozitif” değerlere dönüşmüştür. (-7,7 → +6,1 milyar $)

Finansal daralma iç talebi etkilemiş; cari açığı bir miktar (-8,8 → -7,8 milyar dolar) frenlemiştir. 

Saray’ın enflasyon hedeflemesini uzun süre sineye çekmesi beklenemezdi. Ağbal TCMB özerkliğini fazlasıyla ciddiye aldı; politika faizini Mart’ta 2 puan (%19’a) yükseltti; hemen görevinden alındı. 

Sabah’taki köşesinde düşük faiz politikalarını savunan yazılarıyla dikkat çeken yeni başkan Şahap Kavcıoğlu, Saray’ın önceliklerini herhalde Haziran’da hayata geçirmeye başlayacaktır. 

'Kısır döngü' ve Saray

Geçen hafta bu köşedeki yazıma (Commerzbank’tan Türkiye Eleştirileri) şöyle son veriyordum: “Saray ve ayrıcalıklı sermaye çevreleri, çevrimin her iki aşaması ile barışıktır. Ekonominin küçülmediği, iflasların önlendiği düşük faiz aşamasında gündeme gelen finansal kriz, enflasyon hedeflemesine dönülerek ertelenecektir. Sonraki aşamanın yüksek faizleri, sermaye girişini tetikleyecek; finansal istikrar sağlanacaktır.” 

Kuşbakışı hatırlatayım: Son “kısır döngü”nün bir aşaması, Ağustos 2018’deki döviz krizi içinde ilan edilen 2019-2021 YEP belgesiyle başlamış; faizler %24’e çıkarılmıştı. 

Saray, bu programı 2019 başında fiilen devre dışı bıraktı. Yeni döviz krizi Kasım’da Naci Ağbal’ı  TCMB Başkanlığı’na getirinceye kadar… Ağbal’ın başlattığı enflasyon hedeflemesi ise dört buçuk ay sürdü. 

Bugünlerde kısır döngünün düşük faiz aşamasına girmekteyiz.  Bir kere daha Saray, iç talebi pompalayarak dış dengeleri bozacak; ta ki yeni bir döviz krizi neoliberal reçeteyi geri getirsin… 

Ne var ki, her döviz krizi, bir dış borç bunalımı olasılığı da içerir. Kısır döngüyü sonlandıracak böyle bir bunalım gündemde midir? 

Bu soruyu yatırım bankası Wells Fargo, Gelişmekte Olan Ekonomilerin Bir Borç Sorunu Var mı? (“Do Developing Economies Have a Debt Problem”, 11.V.2021) bir araştırmada tartışıyor. 25 gelişmekte olan ekonominin dış kırılganlık göstergelerini karşılaştırıyor.

Araştırma, dış borçların toplamı, bileşimi, bunların GSYH’ya ve döviz rezervlerine oranları gibi sekiz gösterge kullanarak ülkeleri kırılganlık derecelerine göre sıralıyor. Türkiye, “en kırılgan ekonomi” olarak listenin ilk sırasında yer alıyor. Beş yıl önce IMF’den aldığı 45 milyar dolarlık kredi temerrüde düştüğü için bir dış borç krizi içinde olan Arjantin’in dahi önündedir.

Wells Fargo ihtiyatlıdır: “Bir dış borç krizinin acil gündemde olduğunu ileri sürmüyoruz. Patlak verirse en çok etkilenecek ülkeleri belirliyoruz.” Ne var ki, ABD tahvil faizlerinde başlayan yükselme yaygınlaşırsa çevre ekonomilerini sarsacak bir borç krizi olasılığı bugünlerde incelenmektedir. 

Saray’ın umurunda değil… Son kısır döngünün iki aşamasını da “idare etti”. Borç krizi kehanetleri tutarsa, IMF’ye gider; durumu bu sefer de “idare eder”. Düzen muhalefeti IMF özlemi içindedir; kolaysa eleştirsin… 

Korkut Boratav / SOL

20 Mayıs 2021 Perşembe

Kapanmayan dosya - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

“Sence 24 Mayıs’ta ne olacak?” 

Bu soruyu ilk duyduğumda anlamadım. 

Anlamadığımı anlayınca ekledi: 

“Peki, Soma’daki madencileri FETÖ mü öldürdü?” 

Saçmalama, dedim. “Madem öyle o dosya neden halen açık?” diye yanıt aldım. 

Şimdi anladım, anlatayım... 

Yıl 2014’tü. Soma’da 301 madenci katledildi. Yıllardır süren yargılamada tutuklu sanık kalmadı. Yüksek ihtimalle de 24 Mayıs’ta karar çıkacak. 

Herkesin bildiği, davanın işleyiş sürecindeki hukuksuzlukları hatırlatmayacağım. 

Yargıtay’da değiştirilen hâkimlerle kararın bozulmasının ayrıntılarını yazmayacağım. 

Başka, bugün unutulan bir nokta var. 

15 Temmuz darbe girişiminin hemen sonrası... 

46 sanıklı Soma davasının dokuzuncu duruşması... 

Maden ocağının sahibi Can Gürkan çıktı sanık kürsüsüne, şöyle dedi: “Soma’nın faili FETÖ’dür!” 

Yandaş medya durur mu, şunu yazdılar: “Soma’da yaşananların FETÖ örgütünün, son altın vuruştan önce, denedikleri küçük bir ameliyat girişimi olduğunu söylemek, komplo olarak nitelendirilebilir mi?” 

Bununla da yetinmediler. Sanık avukatları Manisa Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdu ve 301 madencinin ölümünde FETÖ parmağının soruşturulmasını istedi. 

Sevgilinin yakınını kurtarmak 

İşte o günlerde... 

Rivayet odur ki... 

Ankara’dan önemli siyasetçi bir yargı mensubuyla görüştü. Buluşmadaki siyasetçi sadece elçiydi, mesele başkasıydı. Masada Soma vardı. Kritik bir siyasetçinin sevgilisinin çok yakını da sanıklar arasındaydı. Eğer o yargı mensubu, Soma katliamında FETÖ sabotajı olduğuna dair yargılama sürecini başlatırsa paraya boğulacaktı. İstediği yüksek bir makama getirilecekti. Ama bunlar için siyasetçi sevgilisinin yakını “301 madencinin ölümünde fail FETÖ’dür” diyerek kurtarılmalıydı. 

Neyse ki... 

Bu topraklarda halen cüppesine düğme diktirmeyen yargı mensupları da vardı. Elinin tersiyle itti bu teklifi. 

Peki... 

Sanık avukatlarının “Soma’yı FETÖ yaptı” şeklindeki suç duyurusu ne oldu? 

Öyle ya aradan yıllar geçti, gerçek failler belli, dava sonuçlanacak... 

İddia o ki halen kapatılmamış o dosya. Hakkında bir takipsizlik kararı ya da açılmış bir dava yok. Ve savcılıktaki faili meçhul suçlar bürosunda bekletiliyor. Özetle, ne içeriği tam biliniyor ne de tozlu raflara kaldırılıyor. 

Bize kalan ise... 

FETÖ gibi Türkiye yakın tarihinin en tehlikeli terör örgütüyle mücadelenin araç gibi kullanılmasında sınırın yokluğunu bir kez daha görmek oluyor. 

                                                                     ***

DİYANET’İN RAPORU NEREDE?

128 milyar dolar nerede? 

Deprem vergileri nerede? 

15 Temmuz raporu nerede? 

Gaziler için toplanan paralar nerede?

İşte bu “kayıplara” bir yenisi daha eklendi. 

Şöyle anlatayım... Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “kara kutusu” olarak bilinen bir kurumu var: Türkiye Diyanet Vakfı (TDV). 

Sayıştay denetimi yok ama vergi muafiyeti de izin almadan yardım toplama hakkı da var. Her yıl yüzlerce milyon liralık bağış topluyor. Gelirleriyle de cami ve Kuran kursu yapıyor ya da afet bölgelerindeki ihtiyaç sahiplerine yardımcı oluyor. Buraya kadar her şey normal. 

Normal olmayan şu: 

TDV, 2019’dan beri bağış konusunu sır gibi saklıyor. Zira, her yıl hazırladığı faaliyet raporlarında bağışların nereden ne kadar geldiği ayrıntılarıyla yer alıyordu. Ancak 2019 raporunda toplam bağış miktarı saklandı. 

Daha da çarpıcısı, 2020 yılına ait faaliyet raporu da halen yayımlanmadı. 

Bir türlü verilmeyen cevap

Gazeteci Burcu Karakaş“Biz Her Şeyiz / Diyanet’in İşleri” adlı bir kitaba imza attı. Adından da anlaşılacağı üzere, Diyanet merceğe alınıyordu. Gazeteci Karakaş kitabında Türkiye Diyanet Vakfı’nın bağışları saklamaya başlamasını da dert etmişti. Öğrendim ki yazım sürecinde vakfa şöyle bir e-posta attı: 

“Merhaba, 

TDV’nin Bilgi Edinme Kanunu kapsamında olmaması nedeniyle sizinle iletişime geçiyorum. İnternet sitenizdeki raporları inceliyorum ancak bütçeye dair oldukça karmaşık bir tablo var. Her şeyden önce, 2019 raporunda diğer raporlarda olan ‘bütçe uygulaması’ bölümü incelediğim kadarıyla yok. Bunun bir nedeni var mı? Ayrıca 2017 raporunda bağışlar kura göre dağılım gösterirken 2018’de TL cinsinden verilmiş ve toplam miktar da yazmıyor, epey küçük yazan rakamları okuyucunun toplaması bekleniyor sanırım. Bu bağlamda, 2015’ten bu yana vakfın topladığı bağış miktarını senelere göre aktarmanızı rica edeceğim.” 

Şu yanıt geldi: “Talebinize en kısa sürede cevap vereceğiz. İlgili arkadaşlarımız gerekli hazırlıkları yapıyor.” 

Buna rağmen... 

Burcu Karakaş’a sordum, vaat ettikleri cevap bir türlü verilmedi. 

Demem o ki... 

Şeffaflık artık o kadar uzak bir köy ki Diyanet oraya gitmeyi unutmuşa benziyor.

                                                                    *** 

ONLAR GAZETECİ DEĞİL

Özışık kardeşlerin siyasetçi ve mafya lideriyle ilişkisi bir gerçeği hatırlattı. Gazeteciler içinde de arınma gerekiyor. 

Her dönemin kullanışlılarının, 

İhale peşinde koşanların,  

Ev, arsa, araba kapma yarışına girenlerin, 

Siyasetçiler için özel restoran buluşmaları ayarlayanların, 

Yargı mensuplarına tatil rezervasyonu yapanların, 

Haberle belediyeleri tehdit edip para koparanların, 

Çakarlı araç kullananların,

Çantacıların, tetikçilerin, rantçıların... 

Gazeteci olamayacağını artık herkes anlamalı.

Barış Pehlivan / Cumhuriyet 

Bayram değil seyran değil, Almanya'nın ülkücü faşistlerle derdi ne? (SÖYLEŞİ) - (SOL/ALMANYA)

 Die Linke (Sol Parti) milletvekili Ulla Jelpke ile Almanya'da ülkücü hareketin yasaklanması girişimleri üzerine tarihsel arkaplanı da konuştuğumuz bir söyleşi yaptık.

Federal Almanya devleti ile Türkiye arasında siyasal İslam ve milliyetçilik tartışmaları yeni değil, bilakis çok eski tarihlere dayanıyor. Bu, Federal Almanya’da yaşayan Türkiyeli sayısı 60´lardan bu yana hızla emek göçüyle birlikte arttıkça, yalnızca göç eden insanların kültürlerini ve ideolojilerini buraya taşımaları ve burada filizlendirmeleriyle açıklanamaz. 1960’lı ve özellikle 70’li yıllarda Gladio örgütlenmesi çerçevesinde, Almanya’da gelişen Türkiyeli sola karşı Ülkücü hareketin nasıl organize edildiği biliniyor.

Keza CSU'lu (Christlich-Soziale Union – Hristiyan Sosyal Birliği) Franz Josef Strauß ile Türkiye’de ülkücü hareketin kurucusu Alparslan Türkeş arasındaki ilişkiler de malum.

Kaldı ki entegrasyon politikaları adı altında İslamcı ve milliyetçi kesim 1990’lı yıllara kadar sola karşı kollandı ve desteklendi. Daha sonrasında ise İslam "Almanlaştırılmaya" çalışılırken bir yandan da göçmenlerin Türkiye ile ideolojik bağları koparılmaya çalışıldı. Emperyalist bir ülke olan Almanya için mantıklı bir hamle. Yıllar geçtikçe ve farklı parametreler devreye girdikçe, özellikle de AKP iktidarından sonra, Türkiye kökenli şeriatçı ve faşist örgütlenmelerin Almanya’da kontrol altından çıkma   eğilimi arttı. Önceki dönemlere kıyasla, bugün Erdoğan bu kitleyi konsolide edebilmiş, kendi kadrolarıyla ve uluslararası kurumlarıyla desteklemiş, hiç olmadığı kadar hem Türkiye hem Almanya politikasını etkiler hale getirmiştir.

Konuya ilişkin Die Linke (Sol Parti) milletvekili Ulla Jelpke'yle konuştuk...

Bu politikaların tarihi bu kadar eskiye dayanırken, konunun daha kapsamlı bir şekilde yeni yeni gündeme gelmesinin nedeni bu tür gerici-faşist yapılanmaların Almanya´daki varlığı mıdır yoksa AKP’nin kontrolü altına girerek Almanya iç politikasını da etkiler hale gelmesi midir?

Bilindiği gibi ülkücüler, Türkiye kökenli göçmen işçiler arasında, sola ve sınıf mücadelesi yürüten akımlara etki edecek karşı bir güç oluşturmak üzere, 1970'li yıllarda CSU Genel Başkanı Franz-Josef Strauß ve Alman istihbarat servislerinin desteğiyle, Türk Federasyonu ile birlikte kuruldu. Doğrudan Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlanan İslami kuruluş DİTİB´in (Diyanet İşleri Türk İslam Birliği, Almanya'da - ç.n.) 80'li yıllarda kuruluşu da federal hükümet tarafından olumlu karşılandı, çünkü o zamanlar bu kuruluş esas olarak Türkiye kökenli Müslümanları, daha radikal dini akımlardan korumakla uğraşıyordu.

Alman istihbaratıyla Erdoğan'ın ajanlar savaşı

Fakat Erdoğan döneminde DİTİB, bir denetim aracından çıkarak Türkiye kökenli Müslümanları, Türk hükümetinin anlayışına uygun hareketlendiren bir araca dönüştü.

Ayrıca MHP, BBP ve AKP'ye yakın farklı çatı örgütlerinin yanı sıra, bağımsız motosikletçi çetelere ve benzeri gruplara bölünmüş olan ülkücü spektrum, artık sadece sosyalist örgütler ya da solcu Kürt derneklerine karşı basit bir karşı güç değildi.

Türk hükümeti, ülkücüleri çeşitli Avrupa ülkelerinde sadece sürgündeki muhalifleri, solcuları, Kürtleri ve Alevileri değil, ama aynı zamanda Gülencileri de sindirmek için kullanmaya, ayrıca ilgili hükümetlere karşı tehdit potansiyeli ve baskı aracı olarak da görevlendirmeye başladı.

Özellikle bunu Avusturya ve Fransa’da gördük. O sırada ülkücüler* Almanya’da bu hususta hala daha ihtiyatlı davranıyorlardı, ya da daha açık bir ifadeyle, muhtemelen Türk istihbarat servisi tarafından, burada hala daha sıkı bir şekilde kısıtlanıyorlardı.

Bana göre federal hükümet ülkücüleri ya da İslamcı Türk derneklerini yasaklamaya niyetli değil. Ama hükümeti oluşturan partilerin meclis grupları, Yeşiller ve FDP’nin (Freie Demokratische Partei – Hür Demokratik Parti)  kasım ayında verdikleri ortak önergeyle, ülkücü hareketin geriletilmesinin ve olası bir yasaklamanın incelenmesinin talep edilmesi, Ankara’ya karşı bir uyarı sinyaliydi. Mesaj şuydu: Alman iç siyasetine karışmayın!

UID (Uluslararası Demokratlar Birliği) ismiyle kurulan yapının AKP’nin lobi faaliyetlerini yürüttüğünü, başındakilerin de İslamcı-faşist kadrolar olduğunu biliyoruz. UID´nin Almanya siyasetine etkisi nedir? AKP ile siyasi ve finansal bağlantıları hakkında somut bilginiz var mı?

Genelde (federal hükümet tarafından da) UID, AKP’nin bir lobi derneği olarak değerlendiriliyor. Ama bu, bence tam olarak doğru değil. Artık AKP ve MHP hükümet ittifakının bir lobi derneğiyle karşı karşıyayız.

Eski bir ülkücü militanın ocak ayından beri UID’nin başında bulunması, AKP ve MHP’den oluşan Türk hükümet ittifakında ve bunların Almanya’daki lobi derneğindeki açık faşistlerin artan etkisini gösteriyor.

Nisan sonunda UID, ATIB (Avrupa Türk İslam Birliği), DITIB ve Milli Görüş temsilcileri ile Ankara’da bir tür zirve toplantısı düzenlendi. Bütün bu derneklerin temsilcileri, Erdoğan ve Savunma Bakanı Hulisi Akar tarafından kabul edildiler. Türk hükümetinin onlarla yaptığı görüşmelerin ayrıntıları, ne yazık ki bilinmiyor. Ama açık ki, AKP-MHP ittifakı Almanya’daki faşist ve İslamcı ajan derneklerini koordine etmek istiyor.

UID’nin doğrudan Alman siyasetine ne tür bir etkisinin olduğunu değerlendirmek zor. Fakat UID görevlileri sıklıkla, özellikle CDU (Christlich Demokratische Union - Hristiyan Demokrat Birliği) ve SPD’de (Sozialdemokratische Partei Deutschlands- Almanya Sosyal Demokrat Partisi) aktif oldukları gibi, aday olarak da gösterilmektedirler. Lakin UID asıl olarak, diğer derneklerin arkasındaki örgütleyici kadro yapısıdır. DITIB veya diğer birlikler daha sonra bunu seçim kampanyalarında kullanıyorlar. Bundan dolayı sadece tek tek derneklere, (yalnızca UID´ye, Türk Federasyonu’na veya DITIB´e) bakmamamız lazım.

Erdoğan’ın tüm ajan ağı, Almanya üzerinde etki kazanmaya çalışıyor. Bu Türkiye kökenli nüfus üzerinden, ama aynı zamanda Alman siyaseti üzerinden oluyor. Örneğin, Ermeni Soykırımı'nın tanınması veya Kürt hareketine ilişkin bir tavır söz konusu oluyorsa.

Birkaç yıl önceye kadar, Fethullah Gülen hareketinin Almanya´da da güçlü bir ilişki ağına sahip olduğunu, hatta pek çok okulu, derneği olduğunu biliyoruz. Sizin de parlamentoda bu bağlamda defalarca eleştiriniz ve sorularınız oldu. Bugün ise, 15 Temmuz sonrası Gülen hareketinde aktif kişilerin Almanya´ya kaçtığını, çoğunun iltica aldığını ve hatta yine Gülen dernekleri tarafından sessizce korunduğunu, finanse edildiğini biliyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Neden prim veriliyor bu tür kuruluşlara?

Gülen hareketi Türkiye’de AKP ile ittifak halinde olduğu sürece, demek ki 2013 sonuna kadar, federal hükümet, kendi ifadesiyle Türkiye’deki Alman iktisadi çıkarlarını ilerletmek için Gülen’e yakın işveren dernekleriyle olan iyi ilişkileri kullandı. Ama daha sonra da, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, federal hükümetin koruyucu eli Gülencilerin üzerinde kaldı.

Sığınmacı trafiğinde Gülenciler akımı

Meclis’teki soru önergelerim gösterdi ki, Türkiye’den gelip iltica başvurusunda bulunanların Almanya’da mülteci olarak kabul edilme oranı, yüzde olarak Türk kökenlilerde, Kürt kökenlilere göre oldukça fazla. Kimi sosyalistleri ve barış akademisyenlerini saymazsak, Türk asıllı sığınmacılar arasında en başta Gülencilerin olduğu varsayılabilir. Bunlar genellikle Kürt mültecilerden daha iyi, çoğu zamansa akademik bir eğitime sahip oldukları için, ekonomik açıdan daha iyi karşılanıyorlar.

Federal hükümetin Gülen hareketini, Türkiye’ye ve Türk hükümetine karşı bir baskı aracı olarak da Erdoğan sonrasında, gelecekte kullanabileceği bir etki aracı olarak elinde tutmak istediğini tahmin ediyorum.

Doğrusu Gülen hareketi Türkiye’de artık öyle parçalanmış ve yere serilmiş bir halde görünüyor ki, darbe girişimine katıldıkları için birçok muhafazakar, dinci insanın gözünde itibarlarını kaybettiler, bundan sonra Gülencilerin, geçmişte olduğu gibi güçlü bir rol oynamaları ihtimal dışı görünüyor.

Bozkurtların ve benzeri örgütlerin Türkiye siyaseti üzerindeki etkisinden ve kaçınılmaz sonucu olarak Almanya´ya yansımalarından bahsedebiliyoruz. Diğer taraftan Almanya´da faşist yapılanmaların güçlü ve etkili olduğu da bir gerçek. Geçmişte NPD´nin (Nationaldemokratische Partei Deutschlands – Almanya Ulusal Demokratik Partisi) yasaklanma girişimleri ve yakın zamanda AfD´nin (Alternative für Deutschland – Almanya için Alternatif) Anayasa Koruma Dairesi tarafından gözetim altına alındıktan iki gün sonra kararın geri çekilmesi gündeme gelmişti. Almanya´daki bu tür örgütlere karşı verilen mücadele neden başarısız oldu? "Bozkurtların yasaklanması" talebi nasıl sonuçlanır sizce?

Mülk sahibi sınıfların hükümeti olarak egemenler, faşistleri gerçekten yasaklamakla ve dağıtmakla ilgilenmiyorlar. Söz konusu olan sadece, onları kontrol altında tutmak.

Kendi başlarına girişimde bulunan ve iç savaşı alevlendirmek için saldırı düzenleyen - şimdi mahkemeye çıkarılan ‘’S Grubu’’ gibi - faşist terör hücreleri saf dışı bırakılıyor. Diğer yandan, cephane ve silah depolayan, ölüm listeleri düzenleyen federal ordu ve polisteki faşist hücrelere karşı çok kibar, yumuşak bir tavır görüyoruz. Burada besbelli ki, acil durumlar için Gladio yapılarının korunması gerekiyor.

Eğer Federal Anayasa Koruma Teşkilatı (Bundesverfassungsschutz - İç İstihbarat Örgütü – ç.n.) AfD partisini - tamamen veya şüpheli bir durum olarak - istihbarat teşkilatı yöntemleri veya muhbirler aracılığıyla izlemeye alırsa, bu durum, bu partinin zayıflatılması değil, bilakis daha iyi yönlendirebilmek için uysallaştırılması anlamına gelir.

Tanıdık geliyor: Neonazi örgütlenmelerde istihbarat parmağı

2000’li yılların başlarındaki ilk NPD’nin yasaklanması davasını hatırlatırım; başarısız olmuştu. Çünkü Anayasa Mahkemesi, istihbarat örgütünün parti yönetimine muhbirler sokması nedeniyle, partinin 'devletten yeterince uzak' olmadığını tespit etmişti.

Thüringen eyaletindeki CDU’nun, şimdi AfD sempatizanı olarak görünen Federal Anayasa Koruma Teşkilatı eski başkanı Hans- Georg Maaßen’i Federal Meclis’e aday göstermesi, burjuva çoğunluğunu sağlamak için başka bir seçenek yoksa, bu partinin esas itibariyle aşırı sağcılarla iş birliği yapmaya açık olduğunu gösteriyor.

Bu devletten Alman faşistlerine karşı tutarlı bir davranış bekleyemeyeceğimiz gibi, bu devletin ve bu hükümetin Almanya’daki Türk faşistlerini engelleyeceğine ya da yasaklayacağına da güvenemeyiz.

Tam da şu anki CDU Başkanı Armin Laschet, Türk İslamcıları ve faşistleri ile iyi ilişkiler sürdürmesiyle tanıyor. Laschet, kendi partisinde bile, NRW’deki (Nordrhein-Westfalen – Kuzey Ren-Vestfalya) kendi eyalet örgütünde Türk sağcılara sempati duyanlara karşı yeterince kararlı davranmadığı eleştirisine katlanmak zorunda kalıyor.

Fakat Laschet ve diğer Birlik Partileri için söz konusu olan, Türk asıllı muhafazakâr ve sağcı seçmenlerin oylarını kapma meselesidir.  Ayrıca bu durum, geçmişte Laschet’in  dış politika konularında Erdoğan’ı SPD’den daha sert bir şekilde eleştirmesine engel olmadı. CDU’nun Almanya’daki Türk sağcılarla olan ilişkisi sadece araçsaldır.

Laschet, Türk muhafazakârlarıyla ve sağcılarıyla olan ilişkilerinin kendisine daha çok oy mu getiriyor, yoksa tam da bu derneklere karşı İslam düşmanı bir kampanya ile Alman sağcıların oylarını mı kapıyor, enine boyuna düşünmek zorunda.

Ama her durumda şunu söyleyebiliriz ki, Türk hükümetine yakınlığı dolayısıyla federal hükümet ülkücülere karşı tutarlı bir davranışta bulunmayacak. Gerekirse, tıpkı birkaç yıl önce Osmanen Germania’ya (Almanyalı Osmanlılar)  yapıldığı gibi, özellikle zorba ve kriminal bazı grupların yasaklanmalarını bekleyebiliriz.

Seçimlere 5 ay kalmışken, olası farklı koalisyon hükümetlerinden bahsediliyor. Bunlardan biri de Yeşiller- SPD- Die Linke (Sol Parti) koalisyonu. Bu tarz bir koalisyonun gerçekleşmesi durumunda, Sol Parti´nin hem „Bozkurtlar“ gibi örgütlerin yasaklanması hem de anti-faşist mücadeleyle ilgili talepleri ne olacak?

Anti-faşizm, Die Linke için bir tutum meselesidir. Şu anda federal meclis seçimleri için tartışılan program taslağında bununla ilgili şöyle deniyor: ’’Sokakta, günlük hayatta, parlamentoda, her türlü insan düşmanlığına karşı duruyor ve demokrasiyi savunuyoruz. Sivil toplumda, ırkçılığa, anti-semitizme ve Neonazilere karşı tutum alan güçleri bir demokrasiyi teşvik yasası güçlendirmek istiyoruz.”

Sivil toplumda anti-faşist çalışmayı teşvik etmek ve bağımsız bir gözlem kurumu oluşturmak istiyoruz. Sağ terörle ilgili bir araştırma komisyonu kurmak ve militan Neonazilere karşı soruşturma odağı oluşturmak istiyoruz. Anti-faşist anma kültürünü savunuyoruz.

Ayrıca, Federal Anayasa Koruma Teşkilatı denilen kurumun demokrasiyi değil, tam tersine, daha çok sağcı yapıları güçlendirdiğine inanıyoruz. Bundan dolayı, Federal Anayasa Koruma Teşkilatını, bir gizli servis olarak bu biçimiyle feshetmek istiyoruz. Faşist partilere karşı parti yasaklarının ne ölçüde doğru bir yol olduğu, Die Linke’nin meclis grubu içinde tartışmalı bir konu.

Ülkücülere dair bir maddeye federal seçim programında şu ana kadar yer verilmedi. Ancak ’’Bozkurtlar’’ geçen kasım ayında Federal Meclis’te tartışıldığında, Die Linke meclis grubu kapsamlı bir önerge vererek, ülkücü çatı dernekleri ADÜTDF (Föderation der Türkisch-Demokratischen Idealistenvereine in Deutschland - Almanya Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu), ATIB (Union Türkisch Islamische Kulturvereine in Europa - Avrupa Türk İslam Kültür Dernekleri Birliği) ve ATB’nin (Verband der türkischen Kulturvereine in Europa - Avrupa Türk Kültür Dernekleri Birliği) dernekler yasasına göre yasaklanmasını istedi. Ayrıca, ülkücülerin Türkiye’de bağlı oldukları ana partilerin, yani MHP ve BBP’nin Almanya’da yürütecekleri seçim kampanyası gibi faaliyetlerin de yasaklanması talep ediliyordu.

Seçimlerden sonra oluşacak Sol Parti meclis grubunun da bu tavrı koruyacağını ve Yeşiller ile SPD’ye karşı bu pozisyonda kalacaklarını varsayıyorum.

'Türkiye kökenli gençler ülkücülerin ellerine düşüyor'

Son olarak bu konuyla ilgili eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Ülkücülerin ve Türk hükümetinin diğer ajanlarının buradaki icraatlarının durdurulmasını talep etmek yeterli olmaz. Ayrıca, Almanya’daki bu derneklerin ve ideolojilerin nasıl oluyor da Türkiye kökenli gençler arasında çekici olduğunu sorgulamamız lazım. Sonrasında, Almanya’da artık üçüncü kuşak olarak yaşayan ama adlarından, saç renklerinden dolayı, iş ya da konut ararken dışlandığı görülen insanlara karşı yapılan ayrımcılıktan ve ırkçılıktan da bahsetmeliyiz.

Polisin ırklara göre profil oluşturma –Racial Profiling- ve ırkçı motifli şiddetinden, nargile kafelerine sözde klan suçlarıyla mücadele kapsamında yapılan keyfi polis kontrollerinden bahsetmemiz gerekli.

AfD ve ama aynı zamanda Birlik Partileri’nin bazı unsurlarının körükledikleri Müslümanlara karşı nefretten bahsetmemiz gerekli.

NSU (Nationalsozialistischer Untergrund – Nasyonal Sosyalist Yeraltı) cinayetleri ve gizli servislerin NSU kompleksine bulaşmalarını aydınlatmak konularında devlet kurumlarındaki irade eksikliğinden bahsetmemiz gerekir.

Eğer bu noktaları atak bir şekilde yaklaşmaz, adını koymaz ve mücadele etmezsek, o zaman bazı Türkiye kökenli gençlerin ülkücülerin ellerine düşürülmelerine şaşırmamalıyız.

(SOL/ALMANYA)

*Almanya’da Bozkurtlar olarak da kullanılıyor: Graue Wölfe - ç.n


19 Mayıs 2021 Çarşamba

Yüz yıllık öykü: Antiemperyalizm ve bağımsızlık - Taner Timur / BİRGÜN

 

Kurtuluş Savaşı’mız verilirken Rusya’da da çöken Çarlık rejiminin enkazı üzerinde sosyalist bir rejim kurma çabası içindeydiler. Düşman aynıydı; siyaset felsefeleri farklı olsa da, devrimci güçler aynı düşmana karşı savaşmışlardı.


Türkiye Cumhuriyeti, işgal altında bir ülkede kolonyalist ve emperyalist güçlere karşı verilen bir savaşla kuruldu. Bu savaş, adı o yıllarda açıkça konulmamış olsa da, aynı zamanda “cemaat”ten “millet”e, “şer’i” hukuktan “laik” hukuka geçiş kavgasıydı.

Daha Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında ilan edilen Amasya Tamimi’nde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” denilerek “saltanat” hukuken yok sayılmıştı. Zaferden sonra emperyal güçler, hâlâ medet umdukları İstanbul Hükümeti’ni de Lozan’a davet edince fiilen de yok edildi. Ölüm kalım kavgasının “kurtuluş” safhası bitmiş, “kuruluş” safhası başlamıştı.

DÜŞMAN AYNIYDI
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız verilirken Rusya’da da Lenin ve yoldaşları çöken Çarlık rejiminin enkazı üzerinde sosyalist bir rejim kurma çabası içindeydiler. Düşman aynıydı; siyaset felsefeleri farklı olsa da, devrimci güçler aynı düşmana karşı savaşmışlardı.

Rusya’da savaşa karşı çıkan ve “barış, ekmek, toprak!” sloganıyla Sovyetler iktidarını kuran Bolşevikler enternasyonalist bir anlayışın taşıyıcılarıydılar. Mart 1919’da 3. Enternasyonal da bu anlayışla kuruldu. Buna karşılık Anadolu’da, yarı feodal bir yapı üzerinde, ilhamını Fransız Devrimi’inden alan bir “milli devlet” kavgası verilmişti. Bunun ideolojisi de ancak “milliyetçilik” olabilirdi.

Oysa İslamcılığın doğal felsefe sayıldığı o günlerde “milliyetçilik” bile radikal sayılarak açıkça ifade edilemiyor, yer yer hilafetçi doktrin arkasına gizleniyordu. Nitekim Millet Meclisi’nin açılışı da bir Cuma gününe rastlatılmış ve Meclis ilk toplantısını dini törenle yapmıştı.

ELEŞTİRİ EMPERYALİZME

Ulusal Kurtuluş Savaşı bambaşka bir “millet” ve “milliyetçilik” anlayışı ile yürütüldü. Memleket bir “harabe” halindeydi ve M. Kemal Paşa “Biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan erbabı sayız, za­vallı bir halkız!” diyordu. Savaş boyunca da emperyalist saldırganlarla halklar arasında bir ayrım yaptı ve halklar hakkında hiçbir düşmanca söz söylemedi. Eleştiri okları kolonyal ve emperyal “sistem”e çevrilmişti.

İTTİHATÇILAR ELEŞTİRİLDİ

Atatürk, 14 Ağustos 1920’de, dolaylı şekilde ittihatçıları eleştirerek, kendi milliyetçilik anlayışını şöyle açıklamıştı: “Vakıa bize milliyetperver derler, fakat biz öyle milliyetperverleriz ki, bizimle teşriki mesai eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz herhalde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir.” Lozan’dan sonra “yurtta sulh, cihanda sulh” politikası da bu anlayış üzerine kuruldu.

Ne var ki sınıfsal olarak daha çok küçük burjuvazinin devrimci kanadına dayanan bu milliyetçilik tek parti döneminde bile tam egemenlik kuramadı. İttihatçı kadroların büyük bir kısmı “Kemalist” olmuş, fakat eski zihni saplantılardan kurtulamamıştı. “Kemalistiz!” diyorlar, fakat “ittihatçı” gibi düşünüyorlardı. Böylece, Mustafa Kemal’in bugün daha çok “yurtseverlik” olarak anabileceğimiz “milliyetperver”liği ile ittihatçı milliyetçilik, aynı ad altında birleşti ve “Kemalizm” adı altında “sağ” ve “sol” kanatları olan bir “milliyetçilik” ortaya çıktı. Zaten zaferden hemen sonra İstanbul ticaret burjuvazisi harekete geçmiş ve daha Lozan bile imzalanmadan toplanan Türkiye İktisat Kongresi’ne damgasını vurmuştu.

ÇELİŞKİLER AÇIĞA ÇIKTI

Gerçekten de M. Kemal Paşa’nın bu Kongre’yi açış nutkuyla, kongrede alınan kararlar arasında açık bir çelişki vardır. Üstelik farklı sınıfsal temellerden kaynaklanan bu çelişki tüm tek parti dönemine de damgasını vurdu. Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yöneten asker-sivil aydınlar ile Anadolu eşrafı arasındaki birlik bozulmuş, uluslararası kapitalizmin konjonktürel dalgalanmaları da bu ayrışmada belirleyici hale gelmişti. Liberalizmin egemen olduğu yıllarda İş Bankası ve çevresi ağır basıyor, izleyen buhran yıllarında ise Sovyet Rusya yardımıyla “plancı” bir uygulama başlıyordu.

‘SAĞ KEMALİZM’ YALNIZLAŞTI

Oysa buhran yıllarında bile egemen sınıflar kontrolü tamamen kaybetmedi. Ne var ki kendi solunu budayan ve Marksist sosyalistleri karşı-devrimci yobazlarla aynı kefeye koyarak susturan “Sağ Kemalizm” yapayalnız kalmıştı. Harekete “Türk nasyonalizmi”, “hareket ve tezat mantığı” ve “planlı ekonomi” gibi ilkelerle yeni bir atılım kazandırmaya çalışan Kadro dergisine bile tahammül edemedi ve dergi, İş Bankası çevrelerinden gelen baskılarla yayınına son verdi. Bu koşullar içinde de ileri yönde atılan her adım ters tepmeye, toprak ağalarını da yanına alan ticaret burjuvazisi tarafından püskürtülmeye başladı.
Bu kavgasının son halkalarını da Köy Enstitüleri ile Toprak Reformu girişimleri teşkil etti ve her iki atılım da ilk darbeleri bizzat onu başlatanlar tarafından yediler. Arkadan gelen savaş ekonomisi, Milli Korunma Kanunu, karaborsa ve yokluk çığlıkları da bardağı taşıran damlalar oldular. “Şeflik” sistemi son barutunu da harcamış, artık biçimsel işlevini bile kaybetmişti. İsmet Paşa’nın son bir umutla rejime “demokratik” bir kılıf giydirme çabaları da durumu kurtaramadı, ticaret burjuvazisi-toprak ağaları koalisyonu iktidara yürüdü. Başı da Kurtuluş Savaşı’nın İttihatçı “Galip Hocası” ve Cumhuriyet’in İş Bankası kurucusu Celal Bayar çekiyordu.

SERMAYEYE ALAN AÇILDI

Aslında Türk siyasal yaşamına her dönemde uluslararası kapitalizm ve sermaye akımları damgasını vurdu. Sadece 1960’larda ABD’nin kirli emperyal savaşları, gençlerin başkaldırısıyla tetiklenen kitlesel işçi hareketlerine yol açmış, dünyada devrimci rüzgârlar estirmişti. Bu yıllarda Türkiye’de de antiemperyalist hareketin canlandığını ve sosyalistlerle (TİP, Demokratik Devrimciler vb) Sol Kemalistler (Yön Dergisi, CHP’nin sol kanadı vb) arasında -pek de uzun sürmeyen- bir dayanışmanın kurulduğunu görüyoruz.

Sonra bu dönem 1971 darbesiyle son buldu ve onu da 12 Eylül faşizmi izledi. Artık uluslararası sermaye ve sözcüleri bu topraklarda daha da pervasızca at koşturma olanağına kavuşmuştu.

SINIF ÇELİŞKİLERİ GİZLENDİ

Bizde egemen tarih görüşünün “batılılaşma”, “modernleşme”, “çağdaşlaşma” gibi başlıklar altında sunduğu gelişmeler, aslında toplumun iç dinamiğinden çok, uluslararası sermayenin yüksek kâr arayışlarından kaynaklanmıştır. Adına ne denirse densin, Osmanlı Devleti’nde gerçekten de bir “ilerleme” vardı; fakat bu “ilerleme”nin neye mal olduğu ve yurt içinde nasıl bir sınıflaşmaya yol açtığı çoğu kez gözden kaçırılıyordu. Bu ortamda filizlenen “milliyetçilik” akımı da öncelikle sınıf çelişkilerini gizleyici bir işlev üstlenmişti.

MİLLİYETÇİLİK VE LİBERALİZM

Milliyetçilik bir analiz aracı değildir; egemen sınıfların kontrolünde kolektif bir dayanışma duygusunun seferberliğidir. Sınıflar arasında uçurumların olduğu toplumlarda bu tarz “dayanışma”lar da sadece egemen sınıfların lehine işler. Bu yüzden koyu milliyetçi politikalar hep ultra-liberal uygulamalarla bir arada yürütülür.

Nitekim bizde de öyle oldu. Siyaset kuramcıları Türkçü Ziya Gökalp olan İttihatçıların, maliye bakanlarının da ultra-liberal Cavit Bey olması bir rastlantı değildi ve daha sonraki gelişmeler de bu şemaya uygun oldu. Böylece CHP içinde finans desteğiyle güç kazanan Celal Bayar, bu güçle daha sonra CHP iktidarına son veriyor; siyasete TOBB Başkanı olarak adım atan Necmettin Erbakan daha 1960’larda milliyetçiliğe bir de İslamcı boyut katıyor; silahlı çatışmaların yaygınlaştığı günlerde Demirel, “bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyor; siyasal kariyerini İMF reçetesine ve 12 Eylül cuntasına borçlu olan Özal da kambiyo rejimimizi “Fransa, İtalya ve Yunanistan’dan daha serbest hale” getirmekle övünüyordu. AKP dönemine böyle girdik.

AKP’YE YETMEDİ

Yirmi yıla yaklaşan bu uzun dönemde AKP politikası sadece Özal liberalizmiyle yetinmedi, giderek buna bir de İhvancı boyut ve dış politika aktivizmi ekledi. Tutarsızlıklar içinde uygulanan ve sadece sermaye bağımlılığında tutarlı olan AKP politikası üzerinde durmayacağım; bu politika her alanda -ekonomi, hukuk, etik- iflas etmiş bulunuyor ve bu durum artık seçim anketlerinde de karşılığını buluyor. Ne var ki geride kalacak “miras” gelecek iktidarlara yük olacağa benziyor ve asıl tehlike de buradan doğuyor. Öyle ki, eğer ana muhalefet, sınıfsal analizi bir yana bırakarak AKP ile “milliyetçilik” yarışına girer ve “bağımsızlık” adına AKP’nin dış maceralarını da hararetle desteklemeye devam ederse, geleceğe umutla bakılamaz! Bu tutumuyla ülkenin uluslararası plandaki yalnızlığına da bir almaşık oluşturamaz.

Aslında kapitalizm çoktandır küresel bir sisteme dönüştü ve olumlu, olumsuz yönleriyle- bağımsızlıkları sınırladı. Bu yüz elli yıllık süreç içinde de Osmanlı sarrafları çoktan banker; bezirgânları büyük tüccar ve fabrikatör; mültezimleri de müteahhit haline geldiler. Artık demokrasi kavgaları da küreselleşti ve bu hiç de yeni bir şey değil. Burjuva enternasyonali çağında yaşıyoruz ve buna karşı en geniş cephe de ancak enternasyonal açılımlı, yurtsever ve laik bir halk cephesi olabilir. Uluslararası sermaye de, bu aşamada, ancak böyle bir politikayla kontrol altına alınabilir ve oligarşik çıkarlar yerine, halk çıkarlarına hizmete yöneltilebilir.

Taner Timur / BİRGÜN



*Bu yazı SOL Parti'nin düzenlediği Bağımsızlık Konferansı'nda Taner Timur'un sunumundan alınmıştır.

18 Mayıs 2021 Salı

Laiklik: Bugünden düne bakış - Oğuz Oyan / SOL

 Yanıt, sermayenin isteyeceği türden, bir 'dün ile bugünün sentezi' üzerinden değil, radikal bir laiklik savunusu üzerinden verilmelidir.

Siyasal İslamcı iktidarın, eğitimi, yargıyı, askeriyeyi, tüm kamu alanını ve nihayet tüm toplumu daha fazla dinselleştirme yönündeki adımlarının sıklaştığı bir son dönemden geçiliyor. İktidardakiler, siyasal tabanları daraldıkça iki habis yöntemi daha fazla kullanmaya yöneliyorlar:

- Topluma daha fazla gericilik aşılamak, özellikle de kendi radikal tabanlarını bileyerek konsolide etmek;

- Dinsel alana çekilebilecek tartışma/çekişme gündemlerini (içki yasakları, Ayasofya, hilafet tartışmaları vb.) özel olarak kurgulayarak muhalefeti kendi minderine çekmeye çalışmak. 

İktidarın kullandığı gözde dinselleştirme araçları arasında, örgün eğitime sözde "yasal" ama gerçekte anayasa-dışı müdahaleler ile eğitim birliği dışındaki medrese, Kuran kursu gibi uygulamaları teşvik etmeler; Diyanet İşleri Başkanlığı ve Diyanet Vakfı merkezde olmak üzere iktidardan beslenen tüm tarikatlar ve onların  vakıfları/derneklerinin önünü açmalar... öne çıkmaktadır. Son zamanlarda kamu mamelekinin bu vakıflara bağışlanması veya 49 yıl gibi çok uzun süreler için bila-ücret veya düşük kiralarla devredilmesi eylemlerindeki hızlanma da, batan iktidarın devlet mallarını peşkeş çekmedeki zaman sıkışmasının gayretkeşliklerindendir. Tıpkı "ilk turda" kaybedilen İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde, "ikinci tur" öncesindeki zaman diliminde yeni talan yöntemlerinin işletilmesi gibi... 

Meseleye şöyle de bakılabilir: Cumhuriyet'in 1940'a kadarki ilk döneminde, laikleşme aşısıyla birlikte tarikat yapılarının yasaklanarak çözülmesi, bunların açık faaliyetlerden yer altına çekilmesine, böylece toplumsal tabanlarını ciddi anlamda yitirmelerine yol açmıştı. 1945 sonrasında laiklik uygulamalarında ciddi gedikler açılmaya başlandı. 1980 darbesi bunu daha da ileriye götürdü ve semeresi de 1990'larda görüldü. Aslında AKP'yi iktidara taşıyacak ve onun dincileştirme icratında işini kolaylaştıracak her şey yapılmıştı. Ama gene de, Cumhuriyet'in kuruluş döneminde yakılan laiklik ateşinin tersine döndürülmesini son 19 yılın dinci iktidarı kadar kimse başaramamıştı. Hiçbir iktidar, çubuğu tersine bükmekte bu denli pervasızlaşamamış ve bu kadar yol alamamıştı. 

Bununla birlikte sekülerleşme eğilimi toplumun önemli bir bölümünde benimsenmiştir ve bunu tersine döndürmek AKP'nin boyunu aşmaktadır. Bocalaması bu yüzdendir. Faşizan baskıları yükseltmesinin önemli bir nedeni de budur. Güçten düşme işaretlerinin ve iktidarını yitirme olasılığının artışıyla birlikte, bu yöndeki zorlamaların da artması beklenir. Derde deva olur mu? Hiç sanmam. Devrini tamamlamış hiçbir siyasi hareket, yapay zorlamalarla ömrünü uzatamaz veya belli bir sınırın ötesine taşıyamaz. O sınır da artık çok uzakta değildir.

Aslında iktidarın zaman zaman can simidi olarak gördüğü neo-Osmanlıcılık da derdine deva olamaz. Çünkü sekülerleşmenin ilk tohumları da Osmanlı döneminde ekilmişti. Şimdi gelin bu tarihe Kuruluş döneminden bakalım.

Laiklik nasıl inşa edildi?

19. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğu'ndaki reformlar, esas itibariyle, anti-feodal ve kısmen seküler nitelikler taşımaktaydı. (Bu başlıkta, O. Oyan, "Türkiye'de İslamizasyonun Kökenleri ve Araçları Üzerine", Yeni Bir Aydınlanma İçin, (der.) O.Gökdemir, G. Erbil, Z. Ağdemir, Yazılama Yn., 2017, ss.117-178'den kısmen yararlanıyoruz). Siyasal İslamın ortaya çıkışı da, 1839 ve 1856 Fermanlarının "Hristiyan tebayla eşitlenmeyi" getiren reformlarına karşı bir karşı çıkışı hep içinde taşıdı. Gene de siyasal İslamın kalıcı bir siyasi hareket olarak tarih sahnesine çıkışı için 1908'in II. Meşrutiyet dönemini ve çok partili yaşama geçit açılmasını beklemek gerekecektir.

Bu hareket, 1920 sonrasında Birinci Meclis döneminde de kendini ifade etme fırsatı bulacaktır. Ancak saltanat ve hilafet kaldırılırken, Cumhuriyet ilan edilirken, eğitim birliği sağlanırken, tekkeler kapatılırken çaresiz denemelerden ötesine gidemeyecektir. Saltanatın ihanetine karşılık Kurtuluş Savaşının muzaffer önderlerinin inanılmaz prestiji ve gücü, bu hareketin başını kaldırmasına ortam oluşturmayacaktır. 1925'te Şeyh Sait dinci kalkışmasının bastırılması da zaten son çiviyi çakmış olacaktır. Verilen tek taviz, 1928 Anayasa değişikliğine kadar 2. maddedeki "Türkiye Devleti'nin dini İslam'dır" ibaresinin Anayasada kalmasıdır. Ama gerçek şu ki, Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra laiklik ilkesi fiilen ve adım adım yürürlüğe girmektedir. Bu adımları özetleyelim:

  • Saltanatın kaldırılması: 1 Kasım 1922.
  • VI. Mehmed Vahideddin'in kaçışı: 17 Kasım 1922.
  • Cumhuriyet'in ilan edilmesi: 29 Ekim 1923.
  • Halifeliğin kaldırılması: 3 Mart 1924. 
  • Eğitim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Kanunu: (Medreseler kapatılıyor): 3 Mart 1924.
  • 1920'de kurulan "Şer'iye ve Evkaf Vekaleti" kapatılarak yerine "Diyanet İşleri Reisliği" kurulması: 3 Mart 1924.
  • 1925: Şapka kanunu; yeni Batı takviminin kabulü.
  • Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına dair 677 sayılı Kanun: 13.12.1925.
  • Mecelle'yi ve Şer'iat hükümlerini tarihe gömen Medeni Kanun'un kabul edilmesi: 17 Şubat 1926.
  • CHP İkinci Kurultayı (15 Ekim 1927): Büyük Nutuk'un Atatürk tarafından okunması; "Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik" ilkelerinin kabulü.
  • 1928: Laiklikle çatışan hükümlerin Anayasa dışına çıkarılması; sayı ve harf devrimi yapılarak Cumhuriyet ilkelerinin savunucusu olacak yeni neslin yaygın eğitimin önünün açılması.
  • CHP Üçüncü Kurultayı (10 Mayıs 1931): Partinin ilk Programının ve "devletçilik ile devrimcilik" ilkelerinin benimsenmesi ve böylece "altıok"un tamamlanması. 
  • 22 Ocak 1932: Yerebatan Camii'nde ilk Türkçe Kuran okunması; 30 Ocak 1932: İlk Türkçe Ezanın Fatih Camii'nde okunması; 18 Temmuz 1932: Diyanet İşleri Riyaseti tarafından Ezanın Türkçe okunmasına karar verilmesi.
  • 1937: Altıok ilkelerinin, dolayısıyla laiklik ilkesinin Anayasaya girmesi.

Halifeliğin kaldırılıp "tevhid-i tedrisat" (eğitim birliği) kanunlarının çıkarıldığı 3 Mart 1924 düzenlemeleri içinde, 3 Mayıs 1920'den itibaren faaliyet gösteren "Şer'iye ve Evkaf Vekaleti"nin de kapatılması ve yerine "Diyanet İşleri Reisliği" kurulması bulunmaktaydı. Diyanet'in görevi "İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek" şeklinde gayet dar olarak tanımlanmaktaydı ve herhangi bir teşkilat kanununa da yer verilmemekteydi. Bu arada, 1925 sonunda çıkarılan 677 sayılı Kanunla tekke ve zaviyeler kapatılıp tarikatların faaliyetleri tamamen yasaklanmış olduğundan, Diyanet Reisliğinin görev alanı daha da daraltılmış oluyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı 1924-31 yılları arasında teşkilatsız bir yarım yapı olmuştu; 1935'te teşkilat yapısı kurulmasına rağmen 1931-1950 döneminde zayıf bir idari yapı olarak kalacaktı.

Bu arada, 1924 yılında "İmam Hatip Mektepleri" adı altında 29 merkezde dört yıllık ortaöğrenim düzeyinde okullar açılmıştı.  Amaçları Cumhuriyet ülküsüne bağlı aydın din adamları yetiştirmek olan bu Mekteplerin sayısı "ödenek kısıntıları ve başvuru yetersizliği" nedeniyle hızla azalmış ve iki yıl sonra 20'ye, henüz 1929 yılında da ikiye düşmüştü. 1929-30 yılı öğrenim yılı bu okulların son faaliyet yılı olmuş ve Eylül 1930'da öğrenci yokluğu gerekçesiyle kapatılmışlardı.

Sonuç

Laiklik ilkesinin fiilen ve hukuken hayata geçirilmesi bakımından Türkiye'nin Batı ile arasındaki gecikme süresinin telafisi, ekonomik gecikmesine kıyasla çok daha hızlı olmuştur. Kuşkusuz bu telafi, laikliğin toplum tarafından sindirilme sürelerini kapsamadığı için yetersiz kalmıştır. Benzer bir ilişki, diğer bazı siyasi/ hukuki kazanımların görece hızlı gerçekleşmesi bakımından da kurulabilir olmakla birlikte, Türkiye toplumunun İslam ağırlıklı özellikleri dikkate alındığında laiklik ilkesinin benimsenmesindeki bu hız, hem dünyada hem de özellikle İslam dünyasında istisnai bir duruma işaret eder. Laiklik ile uluslaşma arasında doğru bağlantıların kurulabilmiş olmasının da, ümmet ideolojisinin yenilmesinde önemli bir etken olduğu vurgulanabilir. 

Bugünden düne ve dünden bugüne bakarsak, bugün laiklik ilkesinin içinin boşaltılmasına verilecek yanıtı da kısmen dünde bulabiliriz. Yanıt, sermayenin isteyeceği türden, bir "dün ile bugünün sentezi" üzerinden değil, radikal bir laiklik savunusu üzerinden verilmelidir. Bu da tabii, Kuruluş döneminden farklı olarak, emeğin Cumhuriyetinin hedeflenmesi ve emek kesiminin laiklik mücadelesini sınıf mücadelesinin temel eşiği olarak görmesinin sağlanmasıyla mümkün olacaktır.

Oğuz Oyan / SOL