Yanıt, sermayenin isteyeceği türden, bir 'dün ile bugünün sentezi' üzerinden değil, radikal bir laiklik savunusu üzerinden verilmelidir.
Siyasal İslamcı iktidarın, eğitimi, yargıyı, askeriyeyi, tüm kamu alanını ve nihayet tüm toplumu daha fazla dinselleştirme yönündeki adımlarının sıklaştığı bir son dönemden geçiliyor. İktidardakiler, siyasal tabanları daraldıkça iki habis yöntemi daha fazla kullanmaya yöneliyorlar:
- Topluma daha fazla gericilik aşılamak, özellikle de kendi radikal tabanlarını bileyerek konsolide etmek;
- Dinsel alana çekilebilecek tartışma/çekişme gündemlerini (içki yasakları, Ayasofya, hilafet tartışmaları vb.) özel olarak kurgulayarak muhalefeti kendi minderine çekmeye çalışmak.
İktidarın kullandığı gözde dinselleştirme araçları arasında, örgün eğitime sözde "yasal" ama gerçekte anayasa-dışı müdahaleler ile eğitim birliği dışındaki medrese, Kuran kursu gibi uygulamaları teşvik etmeler; Diyanet İşleri Başkanlığı ve Diyanet Vakfı merkezde olmak üzere iktidardan beslenen tüm tarikatlar ve onların vakıfları/derneklerinin önünü açmalar... öne çıkmaktadır. Son zamanlarda kamu mamelekinin bu vakıflara bağışlanması veya 49 yıl gibi çok uzun süreler için bila-ücret veya düşük kiralarla devredilmesi eylemlerindeki hızlanma da, batan iktidarın devlet mallarını peşkeş çekmedeki zaman sıkışmasının gayretkeşliklerindendir. Tıpkı "ilk turda" kaybedilen İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde, "ikinci tur" öncesindeki zaman diliminde yeni talan yöntemlerinin işletilmesi gibi...
Meseleye şöyle de bakılabilir: Cumhuriyet'in 1940'a kadarki ilk döneminde, laikleşme aşısıyla birlikte tarikat yapılarının yasaklanarak çözülmesi, bunların açık faaliyetlerden yer altına çekilmesine, böylece toplumsal tabanlarını ciddi anlamda yitirmelerine yol açmıştı. 1945 sonrasında laiklik uygulamalarında ciddi gedikler açılmaya başlandı. 1980 darbesi bunu daha da ileriye götürdü ve semeresi de 1990'larda görüldü. Aslında AKP'yi iktidara taşıyacak ve onun dincileştirme icratında işini kolaylaştıracak her şey yapılmıştı. Ama gene de, Cumhuriyet'in kuruluş döneminde yakılan laiklik ateşinin tersine döndürülmesini son 19 yılın dinci iktidarı kadar kimse başaramamıştı. Hiçbir iktidar, çubuğu tersine bükmekte bu denli pervasızlaşamamış ve bu kadar yol alamamıştı.
Bununla birlikte sekülerleşme eğilimi toplumun önemli bir bölümünde benimsenmiştir ve bunu tersine döndürmek AKP'nin boyunu aşmaktadır. Bocalaması bu yüzdendir. Faşizan baskıları yükseltmesinin önemli bir nedeni de budur. Güçten düşme işaretlerinin ve iktidarını yitirme olasılığının artışıyla birlikte, bu yöndeki zorlamaların da artması beklenir. Derde deva olur mu? Hiç sanmam. Devrini tamamlamış hiçbir siyasi hareket, yapay zorlamalarla ömrünü uzatamaz veya belli bir sınırın ötesine taşıyamaz. O sınır da artık çok uzakta değildir.
Aslında iktidarın zaman zaman can simidi olarak gördüğü neo-Osmanlıcılık da derdine deva olamaz. Çünkü sekülerleşmenin ilk tohumları da Osmanlı döneminde ekilmişti. Şimdi gelin bu tarihe Kuruluş döneminden bakalım.
Laiklik nasıl inşa edildi?
19. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğu'ndaki reformlar, esas itibariyle, anti-feodal ve kısmen seküler nitelikler taşımaktaydı. (Bu başlıkta, O. Oyan, "Türkiye'de İslamizasyonun Kökenleri ve Araçları Üzerine", Yeni Bir Aydınlanma İçin, (der.) O.Gökdemir, G. Erbil, Z. Ağdemir, Yazılama Yn., 2017, ss.117-178'den kısmen yararlanıyoruz). Siyasal İslamın ortaya çıkışı da, 1839 ve 1856 Fermanlarının "Hristiyan tebayla eşitlenmeyi" getiren reformlarına karşı bir karşı çıkışı hep içinde taşıdı. Gene de siyasal İslamın kalıcı bir siyasi hareket olarak tarih sahnesine çıkışı için 1908'in II. Meşrutiyet dönemini ve çok partili yaşama geçit açılmasını beklemek gerekecektir.
Bu hareket, 1920 sonrasında Birinci Meclis döneminde de kendini ifade etme fırsatı bulacaktır. Ancak saltanat ve hilafet kaldırılırken, Cumhuriyet ilan edilirken, eğitim birliği sağlanırken, tekkeler kapatılırken çaresiz denemelerden ötesine gidemeyecektir. Saltanatın ihanetine karşılık Kurtuluş Savaşının muzaffer önderlerinin inanılmaz prestiji ve gücü, bu hareketin başını kaldırmasına ortam oluşturmayacaktır. 1925'te Şeyh Sait dinci kalkışmasının bastırılması da zaten son çiviyi çakmış olacaktır. Verilen tek taviz, 1928 Anayasa değişikliğine kadar 2. maddedeki "Türkiye Devleti'nin dini İslam'dır" ibaresinin Anayasada kalmasıdır. Ama gerçek şu ki, Cumhuriyet'in kuruluşundan sonra laiklik ilkesi fiilen ve adım adım yürürlüğe girmektedir. Bu adımları özetleyelim:
- Saltanatın kaldırılması: 1 Kasım 1922.
- VI. Mehmed Vahideddin'in kaçışı: 17 Kasım 1922.
- Cumhuriyet'in ilan edilmesi: 29 Ekim 1923.
- Halifeliğin kaldırılması: 3 Mart 1924.
- Eğitim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Kanunu: (Medreseler kapatılıyor): 3 Mart 1924.
- 1920'de kurulan "Şer'iye ve Evkaf Vekaleti" kapatılarak yerine "Diyanet İşleri Reisliği" kurulması: 3 Mart 1924.
- 1925: Şapka kanunu; yeni Batı takviminin kabulü.
- Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına dair 677 sayılı Kanun: 13.12.1925.
- Mecelle'yi ve Şer'iat hükümlerini tarihe gömen Medeni Kanun'un kabul edilmesi: 17 Şubat 1926.
- CHP İkinci Kurultayı (15 Ekim 1927): Büyük Nutuk'un Atatürk tarafından okunması; "Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik" ilkelerinin kabulü.
- 1928: Laiklikle çatışan hükümlerin Anayasa dışına çıkarılması; sayı ve harf devrimi yapılarak Cumhuriyet ilkelerinin savunucusu olacak yeni neslin yaygın eğitimin önünün açılması.
- CHP Üçüncü Kurultayı (10 Mayıs 1931): Partinin ilk Programının ve "devletçilik ile devrimcilik" ilkelerinin benimsenmesi ve böylece "altıok"un tamamlanması.
- 22 Ocak 1932: Yerebatan Camii'nde ilk Türkçe Kuran okunması; 30 Ocak 1932: İlk Türkçe Ezanın Fatih Camii'nde okunması; 18 Temmuz 1932: Diyanet İşleri Riyaseti tarafından Ezanın Türkçe okunmasına karar verilmesi.
- 1937: Altıok ilkelerinin, dolayısıyla laiklik ilkesinin Anayasaya girmesi.
Halifeliğin kaldırılıp "tevhid-i tedrisat" (eğitim birliği) kanunlarının çıkarıldığı 3 Mart 1924 düzenlemeleri içinde, 3 Mayıs 1920'den itibaren faaliyet gösteren "Şer'iye ve Evkaf Vekaleti"nin de kapatılması ve yerine "Diyanet İşleri Reisliği" kurulması bulunmaktaydı. Diyanet'in görevi "İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek" şeklinde gayet dar olarak tanımlanmaktaydı ve herhangi bir teşkilat kanununa da yer verilmemekteydi. Bu arada, 1925 sonunda çıkarılan 677 sayılı Kanunla tekke ve zaviyeler kapatılıp tarikatların faaliyetleri tamamen yasaklanmış olduğundan, Diyanet Reisliğinin görev alanı daha da daraltılmış oluyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı 1924-31 yılları arasında teşkilatsız bir yarım yapı olmuştu; 1935'te teşkilat yapısı kurulmasına rağmen 1931-1950 döneminde zayıf bir idari yapı olarak kalacaktı.
Bu arada, 1924 yılında "İmam Hatip Mektepleri" adı altında 29 merkezde dört yıllık ortaöğrenim düzeyinde okullar açılmıştı. Amaçları Cumhuriyet ülküsüne bağlı aydın din adamları yetiştirmek olan bu Mekteplerin sayısı "ödenek kısıntıları ve başvuru yetersizliği" nedeniyle hızla azalmış ve iki yıl sonra 20'ye, henüz 1929 yılında da ikiye düşmüştü. 1929-30 yılı öğrenim yılı bu okulların son faaliyet yılı olmuş ve Eylül 1930'da öğrenci yokluğu gerekçesiyle kapatılmışlardı.
Sonuç
Laiklik ilkesinin fiilen ve hukuken hayata geçirilmesi bakımından Türkiye'nin Batı ile arasındaki gecikme süresinin telafisi, ekonomik gecikmesine kıyasla çok daha hızlı olmuştur. Kuşkusuz bu telafi, laikliğin toplum tarafından sindirilme sürelerini kapsamadığı için yetersiz kalmıştır. Benzer bir ilişki, diğer bazı siyasi/ hukuki kazanımların görece hızlı gerçekleşmesi bakımından da kurulabilir olmakla birlikte, Türkiye toplumunun İslam ağırlıklı özellikleri dikkate alındığında laiklik ilkesinin benimsenmesindeki bu hız, hem dünyada hem de özellikle İslam dünyasında istisnai bir duruma işaret eder. Laiklik ile uluslaşma arasında doğru bağlantıların kurulabilmiş olmasının da, ümmet ideolojisinin yenilmesinde önemli bir etken olduğu vurgulanabilir.
Bugünden düne ve dünden bugüne bakarsak, bugün laiklik ilkesinin içinin boşaltılmasına verilecek yanıtı da kısmen dünde bulabiliriz. Yanıt, sermayenin isteyeceği türden, bir "dün ile bugünün sentezi" üzerinden değil, radikal bir laiklik savunusu üzerinden verilmelidir. Bu da tabii, Kuruluş döneminden farklı olarak, emeğin Cumhuriyetinin hedeflenmesi ve emek kesiminin laiklik mücadelesini sınıf mücadelesinin temel eşiği olarak görmesinin sağlanmasıyla mümkün olacaktır.
Oğuz Oyan / SOL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder