5 Temmuz 2021 Pazartesi

Cumhurbaşkanlığı'nın Marmaris'teki Yazlık Sarayı'nın ilk görüntüleri-YENİÇAĞ

 

Marmaris’te inşa edilen 'Yazlık Saray' olarak bilinen Cumhurbaşkanlığı Devlet Konuk Evi 2019 yılında tamamlandı. Yazlık Saray'ın ilk görüntüleri ortaya çıktı. Mimar Şefik Birkiye, projesinin görsellerini kendi internet sitesinden paylaştı.

‘Yazlık saray’ olarak bilinen Muğla’nın Marmaris ilçesindeki Okluk Devlet Konuk Evi’nin üzerindeki sır perdesi aralandı.

Sözcü'den İsmail Şahin'in haberine göre; Cumhurbaşkanlığı bütçesinden 2018 – 2021 yılları arasında 640 milyon lira harcanarak inşa edilen projenin mimarı Şefik Birkiye görselleri web sitesinden paylaştı. Muğla’nın Marmaris ilçesi Okluk Koyu’ndaki 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yaz tatillerini geçirdiği mütevazi konut yıkılarak yerine inşa edilen Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi 92 dönümlük arazi üzerine kuruldu.

Farklı büyüklükte 5 yapının yer aldığı Yazlık Saray’ın hemen yakınında ise üç bloktan personel lojmanları inşa edilirken 10 bin 966 metrekarelik dolgu alanı ise özel kum ve çakılla doldurulup plaj haline getirildi.

Plaj içerisinde güneşlenme ve dinlenme amaçlı bungalovlar yer alıyor. Bungalovların ucunda ise denize girmek için iskeleler bulunuyor.

Rönesans tarafından yapımı üstlenen projenin inşaatı büyük bir gizlilik içerisinde tamamlanmıştı.

Kamuoyuna 300 odalı olduğu bilgi yansıyan Yazlık Saray’da dinlenme alanları da bulunuyor.

Yazlık Saray’da bugüne kadar bazı devlet başkanlarının misafir olarak kaldığı biliniyor.  Geçtiğimiz yıl Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Arnavutluk Başbakanı Edi Rama ile Azerbaycan Cuhurbaşkanı İlhan Aliyev’i Marmaris’te ağırlamıştı.

SON DÖNEMİN GÖZDESİ

Mimar Şefik Birkiye, Ankara'da inşa edilen Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nin mimarı olarak ismini Türkiye'de duyurdu. Başta Taksim  Camii olmak üzere 7 caminin tasarımını yapan Birkiye, Marmaris'teki Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi, Emlak Konut GYO'nun Halkalı'daki Bizim Mahalle projesi ile İstanbul Finans Merkezi'nde inşa edilen Merkez Bankası binasına imzasını attı.

BÖYLEYDİ BÖYLE OLDU

İçerisinde üç adet helikopter pistinin de yer aldığı Okluk Devlet Konuk Evi’nin bulunduğu bölgenin eski hali ise şöyleydi:

Okluk Koyu’ndaki Cumhurbaşkanlığı yerleşkesinin son hali ise böyle:







YENİÇAĞ

Çay var içersen, mal var çökersen! - Erk Acarer / BİRGÜN

 

İstanbul Çekmeköy’de, içinde bin 200 daire barındıran bloklar… Aynı sitede 19 da villa yer alıyor. Bu villalar, tel örgüler ile siteden ayrılıp müstakil hale getirildi. Bu ayrım kanuna uygun değil. Ayrılan yerde çocuklarının da villaları bulunan bir emekli oturuyor.

Yargı mensubu emekli şahsı, önce İstanbul Üsküdar 2. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı olarak görüyoruz. 2003’te AKBİL davasında aralarında, bugün AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da bulunduğu 29 sanık hakkında beraat kararı verdiği dosyada.

Ardından Siirt’te. Erdoğan, henüz belediye başkanıyken, Siirt’te okuduğu şiir nedeni ile hakkında, TCK 312. madde kapsamında verilen mahkûmiyet kararının ‘adli sicilden silinmesi’ yönündeki karara imza atan mahkemenin başkanı da o isim.

2016’da ise aynı şahıs artık Yargıtay Başkanı. Mayıs 2016 Rize. Türkiye’de rejim değişikliğine domino etkisi yapan, 15 Temmuz darbesinden 2 ay önce. Erdoğan ailesi ile birlikte çay topluyor.

O KAREDEN, BU KAREYE AYNI KİŞİ!

EKBA Holding A.Ş.’nin sahibi Cihan Ekşioğlu kısa zamanda büyük bir servet kazandı. Kaynağı, savunma sanayi, inşaat ve ‘yaratılan’ yeni sektördü: ‘FETÖ borsası’. Ekşioğlu, İsrail ile Savunma Sanayi arasındaki aracıydı. İsrail kazandı, Ekşioğlu kazandı, bürokratlar ve siyasiler kazandı. Kamu kaybetti. Kaynakları heba oldu!

Erdoğan’ın 2009’da, Davos’ta İsrail’e karşı ‘one minute’ çıkışından 2 yıl sonra, İsrailli 2 firma ile Türkiye arasında anlaşma yapıldı. Bugün hâlâ yürürlüktedirler. Şirketlerin istihbarat, lojistik, ilaç ve inşaat alanlarındaki faaliyetleri Ekşioğlu’nun faaliyetleri ile örtüşüyor.

Mesele kısaca şöyle; İsrail’den alıyorsun, yerli-milli etiketini koyup, savunma sanayine kakalıyorsun. Ekşioğlu’nun ‘savunma’ ile mesaisi başka kaynaklar devreye girince ‘yargı’ ile de sürdü. O, FETÖ Borsası’nın mucidi! Tezgâhı, İstanbul, Akmerkez’e kurdu. 2 katlı ofiste, Burak Başlılar ile çalışmaya başladı.

Ekşioğlu, Başlılar’a bu görevi neden verdi? Çünkü Başlılar tam bir ‘FETÖ’cüydü. Ama hakkındaki çok sayıdaki dosya hakkında takipsizlik verilmişti. Başlılar, Ekşioğlu için büyük avantajdı. Bank Asya, yardım dernekleri ve ilişkileri üzerinden bağ kurabiliyordu. Görevi avcılıktı! Akmerkez’deki ofiste ava çıkıp, tespit yapıyordu.

İş çığırından çıkmıştı. Hiç alakası olmayan kişiler bile Bank Asya ve derneklere yapmış oldukları küçük bağışlar kapsamında ‘FETÖ’ ile iltisaklandırıldı. Sonra şikâyet dilekçeleri yazıldı ve yargı harekete sokuldu.

NE ZULÜM NE MERHAMET YALNIZCA ADALET!

Akbil davasını aklayan, Siirt dosyasında sicil sildiren, Yargıtay Başkanı olup Erdoğan ailesi ile çay toplayan bilindiği üzere İsmail Hakkı Cirit’tir. Son fotoğraf önemli. Cihan Ekşioğlu, onu makamında ziyaret etti ve üzerinde “Ne zulüm ne merhamet yalnızca adalet” yazan elişi bir tablo hediye etti.

İŞİN SUYU ÇIKTI!

2018-2018 ‘FETÖ’ soruşturmalarının zirve yaptığı, herkesin bu damgayı yiyip, mallarına çöküldüğü ve işin suyunun çıktığı dönem. Bu süreç bize, birkaç nokta işaret edip bazı yerlere götürüyor. Başta, Cirit ve Erdoğan’ın eski dostluğunu görüyoruz. Yargıyı da içine alan ve ‘siyasetin tepeden tırnağa bildiği’ bir sarmal ile karşılaşıyoruz.

Komisyonlar üzerinden ise Çekmeköy, Alemdağ’da kamunun oturduğu yerden kanunsuz olarak ayrılan villalara çıkıyoruz. Düzeni anlatan devede kulak! ‘Süper emeklilik’ denilen şey bu olabilir mi? Bir; ‘Çay var içersen, mal var çökersen’ kurgusu!

Türkiye’de çökmenin, sadece FETÖ borsasından değil, belediyeler üzerinden olduğunu da anladık. Esenyurt Belediyesi’ndeki ilişkiler, Özyurtlar üzerinden dallanıp budaklandı. Güzel bir hikâye ortaya çıktı: “Biri belediyeyi ele geçirdi, diğeri bu sayede kamu kaynaklarını ranta açtı. Sonunda hepsi bölüştü. Yurttaş açlıktan öldü, “Hani bana” dedi. “Yok, sana” dediler.

‘KEDİ BORSASI’

Son olarak borsanın da bin bir hali olduğunu ilave edelim. Mesela ‘Adnan Hoca Borsası!’ Ne güzel ‘kedicikler’ ile eğleniyorlardı. ‘Kaynak yaratmak için’ diğer tarikatlara çökmek kamuoyunun tepkisini çekerdi. ‘Adnancılar’ dejenere faaliyetleri nedeni ile iyi bir tercihti.

Soruşturma, Ağustos 2016’da isimsiz, kimliksiz bir ihbarla başlatıldı. 2017’de, 235 kişi ve 86 şirketin tüm mal varlıklarına tek gün içinde el kondu. Bugüne kadar MASAK raporları hakkında tek bir araştırma bile yapılmadı. Bir kerelik ‘dev kedi vurgunu!’

Erk Acarer / BİRGÜN

Kuzen Soylu’nun ‘becerikli’ öyküsü - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 Kafamıza kuş pisliyor, avcumuz kaşınıyor, tam makineye atacakken cebimizden unuttuğumuz para çıkıyor, “şans” diyoruz. Oysa başarı çoğu zaman şansa bağlı olmuyor. Ter dökülen bir çalışma bize şans getirdiği gibi, bazen arkadan ittiren bir el yukarıya taşıyor.

Perşembe günü Akmerkez’in koridorlarında bir zihin turuna çıkmıştım. 

Sedat Peker’in iddialarının hedefindeki isimlerin iş ilişkilerini belgelere dayanarak sorgulamıştım.  

Cihan Ekşioğlu’nun sahibi olduğu Ekba Holding’in kurucusu, Peker’in “FETÖ’nün prensi” dediği Burak Başlılar çıkmıştı. 

Başlılar, bir dönem FETÖ’cü Zekeriya Öz’e verdiği paralarla gündem olmuştu. 

Hakkında yürütülen iki ayrı FETÖ soruşturması ise takipsizlikle sonuçlanmıştı. Öte yandan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun kuzeni Mehmet Soylu’nun yönetim kurulu üyesi olduğu sağlık şirketi Invamed-RD Global’in ofisi de Akmerkez’deydi. İki şirket arasında yakın ilişki dikkat çekiyordu.

Yazımın ardından Invamed-RD Global’den resmi bir açıklama geldi. Sağlık sektörünün bu kritik şirketinin sahibinin Raşit Dinç olduğu hatırlatıldıktan sonra, Süleyman Soylu’nun kuzeni Mehmet Soylu’nun şirkette hissesi olmadığı, Soylu’nun SGK’li bir yönetim kurulu üyesi olduğu söyleniyordu. Soylu, şirketin açıklamasına göre “sağlık sorunları”nı gerekçe göstererek 28 Mayıs’ta görevi bırakmıştı.

KUZEN SOYLU’NUN ‘İŞLERİ’

“Ne kadar çok iş yapmış” diye düşünmeden edemedim...

Bilmeyenler olabilir, Süleyman Soylu’nun kuzeni Mehmet Soylu, Türkiye Voleybol Federasyonu’nda yöneticilik yaptı. “Yeliz” lakaplı Ahmet Hamdi Çamlı gibi, Soylu da İstanbul Büyükşehir Belediyespor Kulübü’nün yönetimindeydi. 

Süleyman Soylu’nun AKP’ye katılması sadece kendisinin değil kuzeninin de işlerini açmıştı. 2013’le birlikte atılım yapan ticaretine baktım. Soylu’nun Nezih Restoran adıyla bir restoranı vardı. AKP döneminde, İBB’nin elindeki Yıldız Parkı içindeki restoranın da işletmesini almıştı. İskender satan bir başka restoran açmış, onunla da dönercilik işine girmişti. Restoranlarının kamuyla ilişkileri bir zamanlar haberlere konu olmuştu.

Mesela 2013’te restorancılığın yanı sıra kongre ve toplantı tesisleri işletmeciliği işine girmişti. Adres olarak da yine Yıldız Parkı’nda İBB’nin mekânlarından birini göstermişti. 

Fakat en önemlisi Sağlık Federasyonu’nda da yönetim kurulu üyesiydi. Aynı anda federasyonun başkanlığını Raşit Dinç yapıyordu. Dinç ve Soylu yöneticilik deneyimlerini Invamed-RD Global’de de devam ettirmişti.

DOLANDIRICILIKTAN VERİLEN CEZA

RD Global’in büyümesi dikkat çekiciydi. Kamu kuruluşları RD Global’i çok seviyordu. DMO onun tedarik ettiği ürünleri satıyor, RD Global markasını nedense Anadolu Ajansı reklam-haberiyle duyuruyordu. 

RD Global’in açıklamasında, “Kurucumuz ve şirketlerimizin tek hissedarı Sayın Raşit Dinç, 2006’dan bu yana 15 yıldır tıbbi cihaz ve sağlık alanında faaliyet göstermektedir” ifadesi dikkatimi çekti. 

“Emin misiniz” diye iç geçirdim. Okuyunca şirketin sahibi Raşit Dinç’in doktor olduğunu sanabilirsiniz. Ancak öyle değil. Resmi kayıtlardaki kendi ifadesine göre, Dinç laboratuvar teknisyeni. 1987 doğumlu olan Dinç, 2008 yılının kasım ayına kadar Maya Tıp Merkezi’nde çalışıyordu. Ancak işten ayrılışı bir dolandırıcılık hikâyesine konu oldu. Davanın sanığı Soylu’nun çalışma arkadaşı Raşit Dinç’ti. 

Ankara-Sincan 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen, suç tarihi 17 Kasım 2008 olan davanın konusu “kamu kurumunun araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık, resmi belgede sahtecilik” idi. Şikâyetçi olan da Dinç’in patronuydu. Maya Tıp Merkezi’nin sahibi Güllü Usta, Dinç ve iki çalışanın kendisine “SGK’ye verilecek” diyerek senet imzalattığını, sonra da bu senedi kullandığını iddia ediyordu. Senet işinden sonra Dinç ortadan kaybolmuştu. 

Dinç, patronuna 50 bin lira borç verdiğini ve bunun karşılığı olarak senet aldığını söyleyerek kendisini savundu. Davada tanık olan eşi de Raşit Dinç’in sağdan soldan borçlanarak 50 bin lira toplayıp patronuna verdiğini söyledi.

Ancak mahkeme inandırıcı bulmadı. Üç çalışanın “patronumuza 50’şer bin lira borç verdik, karşılığında 160 bin liralık senet aldık” savunmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğuna karar verdi. 28 Aralık 2011’de, Dinç’e ve iki hastane çalışanına “dolandırıcılık ve resmi belgede sahtecilik”ten ceza verdi.

SOYLU’NUN YÖNETTİĞİ ŞİRKETİN ‘BAŞARISI’

RD Global’in açıklamasındaki “sağlık tecrübesi”nde herhalde bu da vardı! Çok değil, 10 sene önce, 50 bin lira için dolandırıcılık yapmaktan, üstelik bunun için SGK evrakları kullanmaktan hüküm giyen Raşit Dinç, nasıl olmuştu da kısa sürede büyük bir ticari başarı elde etmişti? Üstelik Raşit Dinç’in en büyük işi, kendisini “dolandırıcılık” ile suçlayan devlet kurumlarıylaydı. Bu sırada adının başına “prof.” unvanı da koyan Dinç’in bu hızlı yükselişinin sırrı neydi?

Sağlık sektörünün kritik bir ismiyle konuyu konuştuğumda bana şunları söyledi:

“Bu şirket ilk kurulduğundan beri birtakım tuhaf işlerle anılsa da, asıl büyümeyi Mehmet Soylu ile ilişkisiyle yakaladı. Şirket kısa sürede milyonlarca dolarlık hale geldi. Raşit Dinç, bir mikrobiyoloji teknisyeniyken sadece birkaç yılda zırhlı Maybach ile gezen, büyük bir mal varlığına hükmeden, yurtdışında bile mal varlığı edinen bir isim haline geldi. Sürpriz değil, kendisine de resmi koruma verildi.”

Sağlık sektöründe işlerin nasıl ilerlediğini anlatan isim, Invamed-RD Global’in ürünleri için CE sertifikası alma sürecindeki sıra dışı olaylardan Sağlık Bakanlığı’nın ürün takip sistemine kaydettirmede yaşanan ayrıcalıklara, SGK’nin ödeme sistemi olan SUT’ta firmanın kısa sürede öne geçmesinden, doktorlarla kurulan kolay satış zincirine, firmaya öncelikli ödeme için devreye giren devlet yetkililerinden, Çin’den alınıp Türkiye’de paketlenen ve yüksek standartlı gösterilen ürünlere kadar sağlık düzenindeki olağanüstü sistemi anlattı. Kazanç öyleydi ki, varis tedavisinde kullanılan, şişesi yüz dolara alınan bir medikal yapıştırıcı, yaratılan mekanizmayla binlerce dolar kazandırıyordu.

Kısacası RD Global-Invamed, devlet gücünün “şefkatini” arkasına alarak, diğer firmaların önünde, kendisine kolay kazançlı bir yer açıyordu. Ürünlerinin kalitesi kimi doktorlara göre tartışmalıydı ama onay, kayıt, yüksek fiyat ve tahsilat sürecindeki hızı onu rakiplerinden avantajlı hale getiriyordu. Raşit Dinç-Mehmet Soylu ilişkisinin “başarısı” anlatılana göre buydu.

Bir zamanlar “devlet piyasadan çekilsin” diyen zenginler gitti. Yerlerine devletin gücünü kullananlar sayesinde zengin olan yeniyetmeler geldi. Neyi başardıklarını anlatırken, en az sözü edilecek olan, kuşkusuz alınlarından damlayan ter olacak.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

4 Temmuz 2021 Pazar

Ülke geleceğini ipotek etmek - Oğuz Oyan / BİRGÜN

 

Eğer gerçekleşirse bu Kanal, yarattığı ve yaratacağı devasa toprak ve imar rantlarıyla, İstanbul özelinde ve Türkiye genelinde büyük gelir ve servet transferlerine yol açacak, servet dağılımındaki eşitsizliği de öngörülemez noktalara taşıyacaktır.

Ülke geleceğine konulan ipotekler, ekonomiden siyasete, hukuktan dış politikaya, kadın haklarından çevre ve kent haklarına kadar toplumu ilgilendiren bütün alanları kapsıyor. Yalnızca "İstanbul"u dillendirdiğinizde bile, İstanbul Sözleşmesi›nden gayri-hukuki ve sorumsuz bir biçimde çıkılmasını ve Danıştay›ın da buna hukuk-dışı bir onay vermesini; İstanbul Kanalı denilen rant ve Montrö›yü delme projesinin ısrarla gündemde tutulmasını; "müsilaj" denilen çevre felaketinin tüm Marmara›yı bir ölü denize çevirecek etkilerini düşünmemek elde değil. Bütün bunların ekonomik-toplumsal-hukuksal sonuçları da var. Şimdi artık siyasal sonuçlarının da olması gerekiyor.

İSTANBUL KANALI'NIN KOYACAĞI İPOTEKLER


Adını andığımız İstanbul Kanalı’ndan başlayalım. Bu kanal yalnızca İstanbul ve Marmara açısından bir çevre felaketinin habercisi değildir; tüm Türkiye açısından böyledir, çünkü toplam nüfusun üçte birinden fazlası Marmara bölgesinde yaşamaktadır. Kanal sonrasında, mevcut çevre sorunlarının İstanbul ve Marmara çevresinde bilim insanlarının öngördüğü gibi katlanarak artması durumu gerçekleşirse, yakın gelecekte bu bölge yaşanmaz duruma gelebilecektir. Kentsel nüfusun 20 milyon eşiğini aştığı, su kaynaklarının feda edildiği plansız bir İstanbul megapolü, katastrofik sonuçlar üretmeye yatkın olacaktır.

Daha öngörülebilir olanlarla devam edelim. İstanbul Kanalı, eğer gerçekleşirse, Türkiye’yi çok büyük bir yeni dış borç yükü altına sokacaktır. Yap-işlet-devret (YİD) modeliyle yapılırsa Hazine’nin on yıllar boyu üstleneceği yükümlülükler mevcut YİD’lerin toplamını aşabilecektir. Hazine’nin yükünde artış demek, tüm hanehalkının vergi yükünde artış demektir. İstanbul sakinleri için kuşkusuz ilave yükler (geçiş ödemeleri vs.) pusuda bekleyecektir.

Eğer gerçekleşirse bu Kanal, yarattığı ve yaratacağı devasa toprak ve imar rantlarıyla, İstanbul özelinde ve Türkiye genelinde büyük gelir ve servet transferlerine yol açacak, servet dağılımındaki eşitsizliği de öngörülemez noktalara taşıyacaktır.

Bunun bir başka yüzünde, siyasetçi-yüksek bürokrat hatta gizli/açık sermayedar/komisyoncu kimlikleri artık birbirine karışmış bulunan AKP yönetici elitlerinin bu rantların bir bölümüne doğrudan veya dolaylı biçimlerde el koyma yetenekleri vardır. Tüm ekonomik/çevresel olumsuzluklarına rağmen bu Kanal’ın açılması için bu kadar ısrarlı olunması, ancak paylaşılmış ve paylaşılacak rantların cesametiyle orantılı olmalıdır. Orkestra şefinin Saray’da olmasının bu bakımdan önemi hafife alınamaz; siyasi rejim, bütün ağırlığını Saray üzerinden Kanal’a yansıtabilmektedir; bu ağırlık olmasa, bugünkü kriz ortamında bu projede bunca ısrar olamazdı.

Gene de bu Kanal’ın yapılabilirliği kuşkuludur. Öncelikle finansman sorunlarına çözüm bulunması zor gözükmektedir. Yerli bankalar kredi açmada iştahsız olduğu kadar işin boyutu da kendi çaplarını aşmaktadır. Donmuş krediler sorunu da büyümektedir. Kamu bankalarının aktifleri şişmiştir, aşırı kredi yükü altındadırlar; kaldı ki, 2021 Nisan-Mayıs aylarında 1,1 milyar TL görünür zarar açıklamışlardır; “görünmeyen” zararların bunun oldukça üzerinde olduğu kolayca tahmin edilebilir.

Fakat Kanal’ın mutlaka yapılacağına dair verilen sözler/akçalı angajmanlar o kadar belirleyici olmalıdır ki, İstanbul BB Başkanı İmamoğlu’nun belgeleriyle bir TV programında ortaya koymasına karşın, 3. köprünün bağlantı yollarından birinin üzerine yapılacak ve projelendirilmesi 2006’ya çıkan bir köprü, İstanbul Kanalı’nın ilk ihalesi olarak kamuoyuna pazarlanabilmiştir. Demek ki, Kanal işinin başlatıldığına dair bir algının yayılmasına ihtiyaç büyüktür. Ama elin spekülatif yatırımcısının İstanbul BB’sine kulak vermediğini düşünmek için safdil olmak gerekir. Herkes durumu şimdilik idare etmekle meşgul gibidir. Her durumda iktidarın, seçimlere kadar Kanal projesinde dönülmez noktaya gelecek kadar ilerleme sağlamaya özel bir önem vereceğini ve eğer erken seçime gitmeyecekse en önemli nedenin de bu olacağını varsayabiliriz.

Bu arada CHP Genel Başkanlığı’nın Kanal konusunda İmamoğlu’na çok daha güçlü destek vermesi, gerekirse örgütün gücünü seferber ederek protestoları halka yayması ihtiyacı ve talebi de büyümektedir.

ULUSLARARASI TAHKİM

Muhalefet partileri üzerinden gelen “kredilerin ödenmeyeceği” yönündeki uyarıların da etkisiz olmadığı, iktidarın buna karşılık olarak “söke söke alırlar” tarzı alışılmadık ölçüde dengesiz tepkilerinden anlaşılmaktadır. “Dengesiz”, çünkü “devletin bir numarası”, “milli ve yerli” sıfatları üzerine ördüğü sahte siyasi kimliğini yerle bir etme pahasına geleceğin muhtemel tahkim kurullarında yabancı şirketlerin avukatı rolüne soyunmaktan çekinmemektedir. Bu kadar gayretkeş bir yabancı sermaye yandaşlığı, sadece bu ve benzeri YİD projelerine olan “siyasi bağlılıkla” açıklanabilir mi yoksa bilmediğimiz başka kişisel çıkar ilişkileri mi söz konusudur? Bu konu, ilerde bağımsız adalet sisteminin çözebileceği bir alana girmektedir.

Abartılı geçiş veya yolcu garantileriyle aşırı kazanç güvenceleri verilmiş, dövize endekslenmiş, üstelik doların ABD enflasyonuna göre aşınma payı ilave edilmiş ve uluslararası tahkime bağlanmış YİD›ler, ülke geleceğini ipotek etmenin tercihli araçlarına dönüşmüş durumdadırlar. Bu aşırı taahhütler ile siyasi yetkililerin çıkar ilişkilerinin kesiştiği kanıtlanırsa, uluslararası tahkime bağlı bir finansman anlaşmasına itiraz yolları da açık olacak demektir. Ama böyle bir açık kanıta ihtiyaç da olmayabilir. CHP Genel Başkanı uzun süredir Kanal projesine verilen kredileri tanımayacağını ifade etmektedir. İYİ Parti Genel Başkanı, "tiksindirici/iğrenç” kavramı çerçevesinde uluslararası hukukta uzun zamandır yeri olan ve despotik yönetimlerin yaptığı borçlanmaların reddine yol açabilen bir kavrama gönderme yapmıştır.

Değerli hukukçu Prof. Dr. Rona Aybay, Cumhuriyet’teki 29 Haziran tarihli yazısında, “uluslararası tahkimi öngören bir anlaşmanın, istenci (iradeyi) sakatlayan nedenlerle bozulmasına olanak vardır. Uluslararası hukuk, bu konuda borçlar hukukunun geleneksel nedenleri olan aldatma (hile), yanılma (hata) gibi kavramlara ek olarak temsilcilerin ‘ayartılmasına’, yoldan çıkarılmasına da (corruption) yer vermiştir. Bu tür kusurları olan bir sözleşmeyi bağıtlamış olan kişilerin, duruma göre özel hukuk ve ceza hukuku açısından sorumlulukları da söz konusu olabilir”. Aslında Prof. Aybay, daha önemli bir çelişkiye de dikkati çekmektedir: Tahkim sürecinde duruşmalar taraflar dışında kimseye açık değildir. Oysa “kamu hizmetlerinin görülmesiyle ilgili olarak ortaya çıkan çekişmelerde yargılamanın, tahkime bırakılıp ‘kamudan gizli’ tutulması, affedilmez bir çelişkidir”. Esasen, uluslararası tahkime gönderme yapan Anayasa’nın 125. maddesinin ilk cümlesi, “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” şeklindedir. Prof. Aybay’a göre, “yine Anayasa’ya göre herkes yargı mercileri önünde iddia ve savunma hakkına sahiptir (m. 36). Bu hak, ‘üçüncü kişi (müdahil) olarak’ (İYUK m.31) bir davaya katılma hakkını da kapsar. Kamu hizmetiyle ilgili bir çekişmenin, mahkemede değil de tahkim yoluyla çözüme bağlanması, bu hak açısından da kabul edilemez”.

Bu tartışmanın bir de tarihi arka planı vardır. Uluslararası tahkim, 13 Ağustos 1999 tarihli Anayasa değişikliğiyle mevzuatımıza girmiştir. Dolayısıyla AKP ile başlayan-biten bir uygulama değildir. Dış ve iç sermayenin, uluslararası finans kuruluşlarının elbirliğiyle, Meclis içi siyasal yelpazenin neredeyse bütün unsurlarının işbirliğiyle, sermayenin medyasının büyük pompalamasıyla, sözde doğrudan yabancı yatırımları patlatmak üzere yerli kamuoyuna benimsetilmiştir.

Bu düzenlemenin kendisi doğrudan doğruya yurttaşlık haklarının ve ülke geleceğinin ipotek edilmesi anlamına gelmiştir; çünkü ülkenin hukuk alanındaki bağımsızlığına, Danıştay›ın kamu yararını gözetme öncelikli varlık nedenine halel getirmiştir.

Hukukçu/siyasetçi dostumuz İlhan Cihaner’in belirttiği gibi, “uluslararası sömürünün en etkili mekanizması olan tahkim mekanizmasının geriletilmesi kolay olmadığı gibi yeni gelen iktidarların yabancı sermayeyi küstürmek istememesi gibi gerekçeler başarısızlığa yol açabilir. Ancak her şeye rağmen asıl mücadele siyasi alanda ve sahada verilmeli(dir)". (BirGün, 2 Temmuz 2021).

EKONOMİDE DİĞER İPOTEKLER

Osmanlı Devleti’nin mali sömürüsüne 19. yüzyılda yeni sayfalar ekleyen YİD uygulamasına “hazine bulmuş defineci” gibi atlayan AKP yönetimi, bunu salt neo-Osmanlıcılık özentisiyle yapmış değildir. Bunun daha temel nedenleri vardır:

Ülke kaynaklarının sınırlılığı ile siyasal İslamcı iktidarın görünür büyük yatırımlar yapma ihtirasları arasındaki büyük açıklığın kapatılması, ancak peşin para harcanmadan geleceği ipotek eden YİD’lerle başarılabilirdi. Ama AKP’nin ömrü o kadar uzun olmuştur ki, bu YİD’lerin bütçeler üzerindeki yükü izleyen iktidarlara kalmamış henüz AKP döneminde hızla gerçekleşmeye başlamıştır. Gerçi, “büyük yatırımların Partisi” ve “akıllı finansman modelleri mimarı” algısı ilk başlarda seçim başarıları için bir ölçüde kullanılabilmiştir. Ama gerçek maliyetinin 10-15 katına malolan “şehir hastaneleri” fiyaskoları; havalimanları, köprüler, otoyollar gibi inanılmaz sayıda yolcu garantisine bağlanmış altyapı yatırımlarının içyüzününün topluma ulaştırılması, beklenen siyasi yararların tersine dönmesine de yol açmıştır.

Her inşaat faaliyeti, iktidarın en iyi bildiği alanda at koşturması anlamına gelmiştir. Kısa zamana sıkıştırılmış devasa altyapı yatırımları, büyük yüklenici ve alt-taşeronlar üzerinden, dış ve iç sermayeye çok büyük işler sağlamış, AKP tarzı bir rant yaratma/üleştirme partisinin partileşme sürecini hızlandırmıştır.

Onyıllara sâri garantileri kapsayan YİD’ler, sadece inşaat döneminin değil sonrasındaki uzun dönemin de rant aktarma düzenekleri olarak işlev görmektedirler. Burada, üstlenici/yapımcı şirketlerin açık/gizli tüm ortaklarının ilerde açığa çıkması halinde varolan karanlık ilişkiler de aydınlatılabilecektir.

***

Burada ayrıntısına girmeyeceğiz ama, Türkiye’nin AKP ile yolculuğuna başlarken 129 milyar dolar düzeyinde olan dış borçlarının bugün 450 milyar dolar düzeyine gelmiş bulunması, ekonominin geleceğine ilişkin en büyük kırılganlık noktalarından biridir.

Kamu, özel sektör ve hanehalkı borçluluğu bakımından da AKP döneminde toplam borçların 2002’de 387 milyar TL’den 2021’in ilk çeyreğinde 8 trilyon 242 milyara çıkmış olması (Hakan Özyıldız), 21 katlık bir artışa işaret etmektedir. Bu yılların ortalama dolar kurları üzerinden hesaplansaydı dahi, 2002’de 282 milyar dolarlık bir toplam borçtan 2021’de 947 milyar dolarlık bir toplam borca çıkıldığı, yani 3,5 katlık bir artışın olduğu görülecekti. Demek ki, AKP iktidarı herkesin daha fazla borçlanmasının koşullarını yaratarak sahte bir refah algısı yaratmış ama dayanılmaz borç yükleriyle de toplumun/ülkenin geleceğini ipotek etmiştir.

TCMB’nın boş rezervlerinin ne denli büyük mali ipotekler doğurduğunu ayrıntılandırmaya ise gerek yoktur. Ülkenin bir yıl içinde çevirmesi gereken dış yükümlülükleri (vadesi gelen borçlar ile cari açıklar) 200 milyar doları aşarken TCMB rezervlerinin tamtakır olması, büyük bir zaaf ve bağımlılık kapısı açmaktadır.

En büyük günah ise 1980 sonrasında neoliberal ekonomik programa angaje olan ülkenin, AKP döneminde bu program dışında kımıldayacak bir alana artık sahip olmamasıdır. Bunun aşılması, ancak neoliberal sistem dışı düzenlemeleri göze alabilen bir iktidar eliyle olabilecektir ki şimdiki olasılıklar arasında pek görünmemektedir.

Ekonomi alanındaki ipotekler siyasal İslamcı partinin kendi iktidarını korumak adına vermeye hazır olduğu ödünlerle birleşince, dış politikada Cumhuriyet tarihinde görülmemiş boyutlarda ipoteklere teşne bir yapı oluşmaktadır.

SİYASET VE HUKUK ALANLARINDA İPOTEKLER

Bu alanlardaki ipotekler, özellikle Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’ne (CYS) mahkûmiyet etrafında düğümlenmektedir. AKP Genel Başkanı, TRT’deki 2 Haziran konuşmasında, “Artık parlamenter demokrasi bizim için mazi oldu; millet için de mazi oldu. Türkiye çok partili sistemden huzur bulamıyor” derken, hem bu dönüş yolunun zorluğunu ima etmekte, hem de göstermelik bir muhalefetle gerçekte tek partili bir başkanlık rejimini hedefe koymaktadır. Erdoğan’ın bu hedefi hayalidir ama parlamenter sisteme dönüşün zorluğu gerçektir.

Bugünkü iktidar blokunun Anayasa değiştirme çoğunluğu yoktur (referanduma gitmek koşuluyla 360 oy, doğrudan TBMM’de değiştirebilmek için 400 oy gerekir); ama yarınki olası bir Millet İttifakı iktidarının bu sayılara ulaşması da pek güçtür. Dolayısıyla, en az bir yasama dönemi daha (5 yıl) CYS ile yola devam edilecek demektir. (Meğerki, iktidar ve muhalefet partileri karşılıklı ödünleşmeyle bir değişiklik yolunu açmasın). Dolayısıyla, muhalefetin en önemli vaadi olan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme dönüşün” önünde Anayasa ipoteği bulunmaktadır.

Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanlığını aldığında yapabilecekleri, parti genel başkanlığından hatta parti üyeliğinden istifa etmiş tarafsız bir cumhurbaşkanı örneğinin verilmesi, çıkarılacak Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle (CBK) Cumhurbaşkanının (CB) yetkilerinin ve kendisine bağlı kurulların sınırlandırılması, CBK’ların istisna durumuna getirilmesi, TBMM’nin yasama ve denetim gücünün güçlendirilmesi, TCMB ve diğer ekonomik kurulların özerkliğinin sağlanması olabilecektir. Bu kadarıyla da belki bir süre idare edilebilir ama sorumsuz CB’nın bir güç zehirlenmesine uğramaması ve CYS’den samimi olarak vazgeçmek niyetinin terk edilmemesi koşuluyla...

Oğuz Oyan / BİRGÜN

Not: 2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak’ta dinci-faşist katliamda yitirdiğimiz can yoldaşlarımızın anılarını canlı tutmak ve adaletin ergeç hükmünü vermesi için mücadelemizi sürdürmek boynumuzun borcudur.


Faizsiz finans tezgâhı - Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN

 

Özal’la beraber hayatımıza giren İslami finans, 40 yıllık tarihinde arkasında milyonlarca mağdur bıraktı. Mercümek’ten KOMBASSAN’a, YİMPAŞ’tan JetFadıl’a ve ÇiftlikBank’a uzanan “helal kazanç” tezgâhı bu sefer de sonu “evim” ile biten şirketlerde vücut buldu.

Türkiye’nin siyasal yaşamının son 70 yılına İslamcılık damga vurdu. Soğuk Savaş’ın başladığı 1945’ten bu yana sınıf hareketi üzerinden yükselen sola karşı bir panzehir olarak görülen Siyasal İslamcılık, özellikle 1960’lı yıllardan itibaren bizzat yerleşik düzenin özneleri olan TSK, sermaye ve ABD tarafından korundu kollandı. Ancak 12 Eylül Darbesi, İslamcılığın yerleşik düzenin zaten merkezindeki konumunu genişletmeye başladı. Merkez sağ ve sol tasfiye edilirken, İslamcılık merkezi işgal etti. Günümüzde ise gücünün sınırlarına dayanmış görünüyor.

İSLAMİ FİNANS HAVUZU

Bu durum ülkenin gündelik hayattaki ekonomik işleyişine de özellikle 12 Eylül’den sonra rengini verdi. Neoliberalizmin Türkiye’de kurumsallaşması ile buna paralel olarak İslamcılığın yükselen grafiği, Körfez ülkelerinde icat edilen İslami finansın Türkiye’ye ithal edilmesine neden oldu. Yeni düzenin aktörü finansal sermayeydi ancak konvansiyonel bankacılık ‘Haram’ sayılıyordu. “Gerçekten haram mıydı” sorusunun cevabını ilahiyatçılar arayadursun, Türkiye’de yükselen siyasal İslamcılık faizin her haliyle günah olduğunu savunageldi. Böylece kendi ekosistemini yaratan bir İslami finans havuzu oluştu. Bu havuz bir yandan siyaseti finanse etti, diğer yandan siyaseti kullanarak büyüdü ve hakim sermaye fraksiyonuna dönüşmeye başladı. Ancak aynı havuzda üreyen finans kuruluşu görünümündeki dolandırıcılar, Müslüman halkın dini duygularını sömürerek semirdi.

EVİMBANK’LARA TASFİYE

Dün Resmi Gazete’de yayımlanan BDDK Kararı’na göre faizsiz konut finansmanı sağlayan şirketlerin 21’inin tasfiye edildiği açıklandı. Henüz tasfiye edilmeyenlerle birlikte düşünüldüğünde sonu “evim” ile biten şirketlerin arkasında yine binlerce mağdur bıraktığı biliniyor. Yıllardır devam eden faizsiz finans tezgâhı bu sefer de konut sahibi olmak isteyen halk kesimlerine kuruluyor. Bu tezgâhın tarihi ise 40 yıl öncesine dayanıyor.

KAPIYI ÖZAL ARALADI, İSLAMİ FİNANS KÖRFEZ’DEN İTHAL EDİLDİ

Siyasal İslamcılığın “Faizin her türlüsü haramdır” tespiti, beraberinde halk kesimlerinin “O halde paramızı nereye yatırmalıyız” sorusuna da kapı araladı. Zira çift haneli enflasyon ortamında, sürekli değer kaybeden paranın satın alma gücünün korunması ücretli kesimler için hayati önemdeydi. Bu sorunun ilk cevabı Nakşibendi olduğunu gizlemeyen Turgut Özal tarafından verildi. Özal, dönemin Devlet Başkanı sıfatlı Kenan Evren’den başbakanlık mazbatasını 13 Aralık 1983’te aldı ve sadece 3 gün sonra 16 Aralık’ta imzaladığı kararnameyle Suudi sermayesine tam serbestlik verdi. Özal’ın ilk işlerinden biri olan bu serbestlikten faydalanan Suudiler, birkaç ay içinde Faisal Finans ve Albaraka Türk Finans kuruluşlarını kurdu. Turgut Özal’ın kardeşi Korkut Özal ve Korkut Özal’ın oğulları Murat ve Mustafa Özal, ANAP’ın İstanbul İl Başkanı Eymen Topbaş bankanın siyasetteki tanınmış ortakları arasındaydı. Faisal Finans ve Albaraka Türk’ün açtığı yoldan daha sonra Bank Asya yürüyecekti. Bu kuruluşların can suyu ise büyüyen İslami cemaatlerin üyesi olan yurttaşların paraları oldu. Faiz olmadan, nema ya da kar payı adı altında tasarruflarının değerlendirilebildiğini gören İslamcı çevreler faizsiz finansı bir mücadele aparatı olarak gördüler, buralara para yatırmayı sevap kabul ettiler.

CAMİDE 2 KABİN; BİRİ YİMPAŞ’IN, DİĞERİ KOMBASSAN’IN

“Amsterdam Ayasofya Camisi, Milli Görüş’ün camisidir. O camide iki tane kabin vardır. Bir kabin YİMPAŞ’ındır, bir kabin KOMBASSAN’ındır. O kabinde ben parayı verdim.” Avrupa’da yaşayan bir gurbetçi yurttaşın gazeteci Rıdvan Akar’ın mülakatında ifade ettiği bu sözler İslami Holding gerçeğinin çarpıcı bir örneğini oluşturuyor. Özellikle Avrupa’da Diyanet’in kontrolü dışındaki camilerde para toplayarak büyüyen İslami Holdingler “Türkiye’ye yatırım yapacağız, siz de nema sahibi olacaksınız” diyerek gurbetçilerden tam 4 milyar dolar toplamıştı. O dönem Refah Partisi’nin önde gelen isimleri bu camilere giderek YİMPAŞ, KOMBASSAN gibi İslami Finans devlerine kefil oluyordu. YİMPAŞ da, KOMBASSAN da ve bunun gibi onlarca şirket de bugün arkasında yüz binlerce mağdur bırakmış durumda. Ne bu kuruluşlara kefil olan siyasiler ne de dolandırıcılar hesap verdi. 2006 yılında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Almanya gezisinde Avrupa Türkleri Dayanışma Derneği Başkanı Muhammed Demirci’nin İslami Holdingler’e ilişkin veryansınıyla karşılaşacak, Demirci’nin “sizin adınıza burada para toplanıyor” demesi üzerine “Benim adımı kullanarak para toplamak isteyenler olabilir. Sen bana açtın da sordun mu? Ben Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak buraya geliyorum” cevabını verecekti. Devlet, konuya ilişkin göstermelik tahkikatlar dışında hiçbir şey yapmadı. İslami holdingler çarptıkları milyarları iç ederken geride yüzbinlerce mağdur bıraktı.

MERCÜMEK’İN PARALARI KÖRFEZ’DE REPO OLDU

Aynı dönemde Avrupa’daki camileri gezen İslamcılar, bir yandan da Bosna Savaşı’nı sömürmeye başladı. İstanbul Fatih Savcılığı 21 Mayıs 1994’te Süleyman Mercümek’in hesaplarına el koyarak tüm bankalardan hesap kayıtlarını istedi. Kayıtlar incelendiğinde, Mercümek’in çeşitli bankalarda 14 ayrı döviz hesabı bulunduğu ve o zamanki değerle 16 trilyon 548 milyar 500 milyon lirayı kontrol ettiği ortaya çıktı. Bu meblağın Bosna için toplanan ancak yerine hiç ulaştırılmayan paralar olduğu mahkemede ortaya çıktı. Mercümek, Refah Partisi’nin kasası olarak biliniyor, dava dosyasına göre paraları da İslamcı yardım kuruluşu İHH eliyle topluyordu. Yıllarca paraların verildiği iddia edilen Bosnalı komutanlar arandı ama bulunamadı. Mercümek’in davası il il gezdirilerek oyalandı. Dava zaman aşımından düştü. Yıllar sonra 2011’de Refah Partisi’nin 1992’den 1998’e dek İstanbul İl Başkanlığı’nda Halka İlişkiler Başkanı olarak davanın tanığı olan Avukat Faik Işık şu itirafta bulunuyor; “Dosyayı (Mercümek davası) çalışırken şunlara şahit oldum: Bizim arkadaşların Bosna’ya yardım diye topladığı paraların rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın emriyle Körfez ülkelerinde repoya yatırıldığını, daha sonra bir kısmının Erbakan’ın uygun gördüğü yerlere harcandığını, aslında Erbakan’ın Marmara Bank, Exim Bank, TYT Bank gibi bazı batmış bankalarda parasının bulunduğunu, bu bankaların batması nedeniyle tahsilat problemi çektiğini şaşkınlıkla gördüm. Erbakan Hoca’nın yakınında bu işleri yöneten birkaç kişiye niçin repo yapıldığını, bunun haram olup olmadığını sorduğumda yanıt şu oldu: ‘Hocamız, Türkiye’deki cihat kazanılmadan başkalarına yardım edilmez’ diyor. Onun için yardımların bir kısmı da burada harcandı’ cevabını aldım. Bana kısaca ‘Savunmanı yap, bu işleri sorgulama” ültimatomunu verdiler.”

BEN SİZE FETVA VERİYORUM, CAİZDİR, HELALDİR

Müslüman halk kesimleri, karşılarında kendisi gibi giyinen, konuşan kişileri görünce yelkenleri suya indiriyordu. Bu durumu fark eden bir diğer isim de Jet Fadıl Lakaplı Fadıl Akgündüz oldu. İslamcıların Avrupa’daki gurbetçilerden kolayca para toplayabildiğini fark eden Akgündüz, kolları sıvadı, 1995’ye “Evsizlere Ev” sloganıyla “JetKent” projesine girdi. Gurbetçilerden dönemin parasıyla 5 trilyon liraya yakın kaynak topladı. İzleyen yıllarda onlarca dolandırıcılık projesi teşhir olmasına rağmen bir yenisine imza atabilmesi ise JetFadıl’ı alanında rakipsiz kılıyor. Ancak bu başarısının arkasında holdingleşen cemaatlerin desteğini almasını yatıyordu. Onlarca dolandırıcılık dosyası olan JetFadıl’ın 2011 yılında başlayan Caprice Gold projesine Cübbeli Ahmet şöyle diyor; “Buradan yer satın almak caiz midir? Ben size fetva veriyorum, caizdir. Önceden kira almanız da helaldır. Bunları internette yayınladık. Fetvanın detaylarını da anlattık. En son İsmailağa Fıkıh Heyeti ile de görüşerek, her dört mezhebe uygun hale getirdik. Ben sana al alma demiyorum. Emlakçılık yapmıyorum. Fetva soruyorsan, hocalık yapıyorum. Caizdir diyorum sana ben. Buradan ne beklentim var? İslam Aleminin alimlerinin tümünü çağırabileceğim, yatırabileceğim, yedirip içirebileceğim bir yerim olacak. Böyle bir Sarayımız olacak inşallah. Ben bu dertteyim”.

FATİH’İN İSTANBUL’U FETHETTİĞİ YAŞTAKİ TOSUNCUK

İslami finansın “faizsiz kazanç” adıyla başladığı dolandırıcılıkların sayısı hesap edilemeyecek kadar çok. Hepsinde ise yöntem aynı. “Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın” diye eline mikrofon tutulan, yazılı metni dahi okumaktan aciz “Tosuncuk” lakaplı ÇiftlikBank dolandıcılığının mucidi Mehmet Aydın, abilerinin izinden giderek 78 bin kişiyi dolandırabildi.


Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN

Berlin'de 'konutlar kamulaştırılsın' talebi yükseliyor - MEHMET KAYNAK / SOL

 Berlin'de konutların bir kaç özel şirketin elinde toplanırken halk gerçek üstü kiralar ödemek zorunda bırakılıyor. Doğrudan konut tekellerini hedef alan kamulaştırma talebiyse büyük yankı buluyor.

Berlin-Brandenburg İstatistik Dairesi’nin son verilerine göre Almanya’nın ve Avrupa’nın en yüksek nüfusuna sahip Berlin kentinin sakinlerinin sayısı 2020 yılı sonunda yaklaşık 3,6 milyon kişi olarak kaydedi. Avrupa’nın en ucuz şehirlerinden birisi olmasının yanı sıra, geniş ve esnek şehir içi ulaşım ağı, İngilizce’nin Almanca kadar yaygın konuşulan bir dil olması, meşhur eğlence hayatı ve kültür-sanat merkezi olması Berlin’i hem göçmenler hem de Alman vatandaşları açısından popüler kılıyor.

Ayrıca göç dalgası ile Avrupa’ya gelen mülteciler için, şehrin ırkçılık karşıtı bir profil oluşturması ve göçmenlerle dayanışma nedeniyle Berlin ilk tercihlerden birisi olarak öne çıkıyor. Fakat bu kadar revaçta olan başkentin konut kapasitesi bu talebi karşılamaya yetiyor mu? Türkiye’de özellikle genç nüfusun hayallerini süsleyen Berlin hakkında “gezi rehberi” başlığı altında onlarca yazı bulunabilirken, bu yazıda  diğerlerinden farklı olarak “Mietenwahnsinn” yani “kira çılgınlığı” geçmişiyle birlikte kısaca ele alınacak ve “Deutsche Wohnen & Co. Enteignen” adı ile başlatılan imza kampanyası değerlendirilecek.

Berlin’de yaşayan bir kimseyle kiralar hakkında yapacağınız bir sohbette şu minvalde cümleler duymanız pek şaşırtıcı olmayacaktır:

“Geçen gün gittiğim kira görüşmesinde benim dışımda 20 kiracı adayı daha vardı... Çok pahalı ama başka bir çarem yok, çünkü başka yer bulamıyorum... Bir oda buldum fakat Anmeldung (ikametgah kaydı) yapmıyorlar... Çok güzel bir ev buldum, fakat dolandırıcı çıktı...”

Ya da yeni eve çıkmak isteyen fakat ücreti çok yüksek bulan kiracılara şu önerilerin verildiği yazılarla karşılaşabilirsiniz:

“Kira ücreti çok yüksek olabilir, fakat yine de bu evi kaçırmayın, yine de taşının. Taşınmanın ardından hukuki yollara başvurarak kirayı düşürmeye çalışın. Uyarı: Taşınmadan önce ev sahibine hukuki yollara başvurmayı düşündüğünüzü sakın söylemeyin.”

Öğrenciler için de durum çok farklı değil. Berlin’de bulunan devlet yurtlarında oda kiralayabilmek için en erken iki-üç dönem sonrasını beklemek gerekiyor. Ya da ortalama olarak 12 metrekarelik bir yaşam alanı sunan ve devlet yurtlarının çok üstünde fiyatlar biçen özel yurtlara taşınmak bir seçenek olarak beliriyor. Peki Berlin’deki bu kira çılgınlığının sebepleri neler ve hükümet buna karşı nasıl önlemler almakta?

Son verilere göre yaklaşık 1,5 milyon kiracının ikamet ettiği Berlin diğer şehirlerin aksine konutların en yüksek oranda özel şirketlere ait olduğu şehir konumunda yer alıyor. Kiracıların ikamet ettiği konutların yaklaşık yüzde 40’ı özel kişilere ve birlikte maliklere aitken, kalan kısmın yaklaşık yüzde 30’u yani yaklaşık 450 bin konut profesyonelce yönetilen Deutsche Wohnen, Vonovia, ADO Properties, BGP Gruppe, Covivo SE, Akelius, TAG İmmobilien, Grand City Properties gibi özel kira şirketlerinin mülkiyetinde bulunuyor.

Bunun geçmişini ise doğal olarak Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin çözülüşünden bağımsız olarak düşünmemek gerekiyor. Konut sorununun olmadığı bir düzenin ortadan kalkması ve kapitalizmin Berlin’e sirayet etmesi ile birlikte ortada çok büyük bir konut pazarı oluştu. Bu pazardan ilk olarak faydalananlar ise sistemin doğası gereği büyük şirketler yani bugünkü kira sorununun doğmasına neden olan büyük emlak spekülatörleri oldu. Hızla devam eden bu özelleştirme çılgınlığı döneminde yalnızca 2004 yılında 24 bin konut Vonovia’ya, 64 bin konut ise bugünkü adı Deutsche Wohnen olarak tanınan GSW’ye düşük fiyatlara satıldı. O dönemde metre kare başına bin 100 avroya satılan konutların, bugün metre kare fiyatı üç katından daha fazlasına 3 bin 800 avroya tekabül ediyor. Aşağıdaki tablo ise konut piyasasının nasıl özel sektörün eline bırakıldığının önemli bir göstergesi. Hızlı özelleştirme, sosyal konutların fahiş fiyatlara satışı ve belediyenin konut piyasasından elini çekmesi ve bunların sonucunda oluşan kira çılgınlığı:


Berlin Senatosu’nun sol partilerin merkezde bulunduğu koalisyonlarla kurulmuş olmasına karşın sosyal konutların kademeli olarak azaltılması söz konusu krizin temel nedenlerinden birisi olarak gözüküyor. Kira çılgınlığının neden olduğu kriz ile son yıllarda hızlandırılan kamu destekli konut sayısının artışı ise talebi karşılamakta yetersiz kalmakta.

Aşağıdaki tablodaysa kiracıların gelir durumu ve talep edilen kira ücretleri arasındaki uçurum görülmektedir. 2008 yılında birbiriyle eşdeğer gibi gözüken rakamlar arasında geçen süre zarfında büyük uçurumlar oluşmuş durumda. Gelir düzeyinin artış oranı ancak yüzde 120´lerde iken yeni eve çıkmak isteyen bir kişi için ortalama teklif edilen kira ücreti ise yüzde 200´lere yaklaşıyor.


Nitekim kira fiyatlarındaki bu tutarsızlık Berlin sakinleri ve çeşitli siyasi gruplar tarafından farklı hareketlerle ele alınmaya başlandı. Bunlardan en ciddisi ise Mietenvolksentscheid Berlin (Kira Referandumu Berlin) adıyla Mietenvolksentscheid e.V. tarafından yürütülen halk oylaması talepli hareketle kaydedildi. Mart 2015’de 40 bin imzaya ulaşan kampanya halk oylaması hedefine ulaşılamamış olsa da, bu kampanya sayesinde Berlin Konut Yeri Sağlanması Kanunu'yla (Berlin Wohnungsraumversorgungsgesetz) oldukça büyük kazanımlar elde edildi. Her ne kadar bu kanunla kira artışlarına ciddi sınırlamalar getirilmiş ve belediyeye ait konut sayısının artışı öngörülmüşse de Berlin’deki kira çılgınlığını çözmekte yetersiz kaldı.

Bu kanun dışındaysa iki farklı düzenlemeden daha söz etmek gerekiyor: Mietpreisbremse (Kira bedeli freni) ve Mietendeckel (Kira Limiti). Federal düzeyde kanunlaştırılan Mietpreisbremse'yle yeni belirlenecek kira ücretinin karşılaştırmalı olarak belirlenecek yerel kiranın yüzde 10’nundan veya kira endeksinden fazla olamayacağı hükme bağlanmıştı. Söz konusu kanun yalnızca 1 Haziran 2015 tarihinden itibaren imzalanan kira sözleşmeleri için geçerliliğe sahip. Mietpreisbremse Anayasa Mahkemesi denetiminden de kiracıların lehine bir sonuçla çıkmıştı ve şu anda Almanya’daki tüm kiracılar için uygulamada olan bir kanun olarak öne çıkıyor.

Yalnızca Berlin eyaletinde 2019 yılında uygulanmaya başlanan Mietendeckel ile kira ücretinin kanunla belirlenmiş ücreti aşamayacağı, kiraların önümüzdeki beş yıl boyunca sabit kalması ve belirli bir ücretten yukarıda verilen kiraların kiracıya geri ödenmesi gibi üç başlığı düzenlendi. Berlin’deki çarpıklaşmış kira sistemi nedeniyle yürürlüğe konulan bu kanunun ömrü ise pek uzun sürmedi. Almanya Anayasa Mahkemesi’nin 20 Nisan 2021 tarihinde vermiş olduğu karar uyarınca mülkiyet hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle bu kanun iptal edilmiş, dolayısıyla kiracılar tüm kazanımlarını geri vermek zorunda kalmıştı.

                    Ödenebilir kiraların olduğu bir şehir için herkes için. Şimdi imzalayın.


Hukuki düzenlemelerin yanısıra kamulaştırma talepli bir kampanya Berlin’de büyük bir yankı uyandırmakta: Deutsche Wohnen Co. Enteignen ya da Türkçe ifade etmek gerekirse Deutsche Wohnen vd. Kamulaştırma. Yaklaşık 110 bin konut ile en fazla konuta sahip özel emlak şirketi Deutsche Wohnen’i ilk sırasına alan kampanyanın dört temel talebi bulunuyor:

  1. Berlin’de 3.000’den fazla konuta sahip özel emlak şirketlerinin Alman Anayasası’nın 15. maddesi uyarınca kamulaştırılarak malvarlıklarının kamu mülkiyetine aktarılması. Kooperatifler buna dahil değildir.
  2. İlgili şirketlere ödenecek tazminat miktarı kamulaştırılan evlerin piyasa değerinin oldukça altında olmalıdır.
  3. Varlıkların yönetimi için kamu tüzel kişiliği oluşturulmalı, tüzükte kamu tüzel kişiliğinin özelleştirilemeyeceği belirtilmelidir.
  4. Kamu tüzel kişiliği kamu mülkiyetine aktarılan varlıkları demokratik bir katılım ile şehir, kiracılar, çalışanlar ve Senato tarafından yönetilmelidir.

Doğrudan bir siyasi parti çatısı altında örgütlenmeyen DW Enteignen faaliyetlerini çeşitli dernekler, örgütler ve bağımsız gönüllüler aracılığıyla yürütmekte. Kurulan bölge ekipleri (Kiezteams) önceden belirlenen ve sosyal medya üzerinden duyurulan noktalarda gönüllülerle imzaları toplanmış ve güncel gelişmelere uygun olarak etkinlikler, yürüyüşler, toplantılar organize edilmişti.

2018’de çizilen yol haritasına uygun olarak öncelikle Nisan-Haziran 2019 arasında halk oylamasına gidilmesi için 77.001 imzaya ulaşıldı. Ardından ikinci aşamaya geçilerek 26 Şubat 2021 ile başlayan ve 24 Haziran 2021’de sona erdirilen imza kampanyasında 343 bin imza toplandı. Gelinen son aşamada Berlin Senatosu imzaların geçerlilik denetlemesini gerçekleştirdi. Yapılan resmi açıklamaya göre 359 bin 63 geçerli imza ve yabancı ülke vatandaşlığı nedeniyle reddedilen 41 bin 557 imza toplandığı tespit edildi. Böylece önümüzdeki Eylül ayında kamulaştırma talepli halk oylamasına gidileceği kesinleşti. İmzaların geçerliliği ise öncelikle vatandaşlığa, ardından ikametgahın Berlin’de olup olmamasına bakılarak belirlendi.

Yani Berlin nüfusunun yüzde 25’ini oluşturan göçmenlerin bu oylamaya gidilmesi için verdiği imzaların geçersiz sayılmasının yanı sıra halk oylamasında da bir söz hakkı bulunmayacak.

Başlangıçta “Kamulaştırma” talepli bir kampanya Almanya sermayesi tarafından ve siyasilerce pek ciddiye alınmamış gibi dursa da Deutsche Wohnen şirketinin diğer bir özel emlak şirketi Vonovia’ya satışı hareketin ne kadar ciddi bir konuma eriştiğini gösteriyor. Yaklaşık 354 bin konuta sahip Almanya’nın en büyük emlak şirketi Vonovia söz konusu birleşmenin neticesinde yarım milyondan fazla konutun tek sahibi konumuna ulaşacak.
DW Enteignen hareketinin yaklaşan genel seçimlerde de ciddi bir rol oynayacağı aşikar. Siyasi partiler Berlin’de eylül ayında gerçekleşecek olacak seçimleri kampanya malzemesi haline getirmeye çok önceden başladı.

Sol Parti (Die Linke) ve Yeşiller (Die Grünen) harekete belirli şartlar altında destek verirken, Sosyal Demokrat Parti (SPD), Hristiyan Demokrat Partisi (CDU), Hür Demokrat Parti (FDP) ve Almanya İçin Alternatif (AfD) kamulaştırmanın karşısında bulunduğunu belirten partiler oldu. Die Linke ve Die Grünen DW Enteignen kampanyasını “Kamulaştırma (Enteignen)” yerine “Toplumsallaştırma (Vergesellschaftung)” başlığı altında destekleyeceğini açıkladı ve imza kampanyasına destek verdi. Her ne kadar Die Linke aktif olarak destekte bulunuyor olsa da, çoğu imzacı ve destekçi Die Linke’nin süreci bugüne getiren özelleştirmeler lehine siyaset gütmüş oldğunu hafızasından henüz silmiş değil.

Şu anda Berlin Belediye Başkanlığı’nı elinde bulunduran SPD'yse kamulaştırmayı reddediyor. Berlin Belediye Başkanı Michael Müller’in açıklamasına göre yükselen kira fiyatları ile mücadelede benimsenmesi gereken yöntem yılda 15 bin ila 20 bin yeni konutun inşa edilmesi ve Müller'e göre bu hedefe ancak özel şirketler aracılığıyla ulaşılabilir. Son olarak yapımı yıllar süren Berlin Brandenburg Havalimanı’nın inşası nedeniyle ciddi tepkiler alan SPD bu kampanyanın karşısına bu kez “devlet eli”ni karıştırmak yerine büyük kapitalist şirketlere sırtını dayamış durumda. Berlin Eyaleti'nde 2016 seçimlerinde yüzde 21,6'yla birinci sıradan çıkan SPD son anketlere göre en az yüzde 4 oy kaybederek Yeşiller ve Hristiyan Demokratların arkasına düşmüş gözüküyor.

(Kiracılara gerçekten yardım. Kamulaştırmaya hayır! CDU Berlin)












CDU'ysa bu kamulaştırmanın maliyetinin 36 milyar avro gibi bir borca neden olacağını belirterek kampanyayı reddediyor. CDU Berlin Eyalet Şefi Kai Wegner yeni bir bina kampanyası oluşturarak kiraların ödenebilir olduğu ve yeni konutların yapılması gerektiğini

savunuyor. Neticede halk oylamasına gidilip gidilemeyeceği ve olası bir kamulaştırmanın veya toplumsallaştırmanın anayasaya aykırılık teşkil edip etmeyeceği konusunda büyük tartışmalar devam ediyor. Fakat Berlin sakinleri çok temel bir hak için, barınma hakkı için, uzun süredir ciddi bir mücadele veriyor ve “evlerimizi geri istiyoruz” diyor. DW Enteignen ve Berlin halkı gösterdiği dirayet ile bu mücadeleden kolayca vazgeçmeyeceği çok açık.

Önemli linkler:

DWE Türkçe broşürü: https://www.dwenteignen.de/wp-content/uploads/2021/05/online_HFlyer_tuerk_210513.pdf
DWE'nin Twitter hesabı: https://twitter.com/dwenteignen

MEHMET KAYNAK / SOL

_______________________

Kaynaklar:

https://www.berliner-mieterverein.de/aktionen-und-buendnisse/warum-der-berliner-mieterverein-die-initiative-deutsche-wohnen-und-co-enteignen-unterstuetzt.htm
https://www.zeit.de/wirtschaft/2021-06/deutsche-wohnen-co-enteignen-immobilienkonzerne-vonovia-volksentscheid#und-was-ist-mit-dem-recht-auf-eigentum
https://www.tagesschau.de/inland/mietendeckel-113.html
https://interaktiv.tagesspiegel.de/lab/mieten-und-renditen/