3 Kasım 2021 Çarşamba

İlk 200’e giren üniversitemiz yok, ilk 300, 400'de de yok' + ‘Matematikte 33'ten 32'ye yükselmişiz, 15 yıl sonra, bir basamak artmış’ / YENİÇAĞ

Abdüllatif Şener’den 'Dünyada 200 ülke var, ilk 200’e giren üniversitemiz yok, ilk 300, 400'de de yok' 

CHP Konya Milletvekili Abdüllatif Şener, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin görüşüldüğü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda; "204 vakıf ve devlet üniversitesi bir bakıyorsunuz ilk yüze giren bir tane üniversite yok. 2021 yılı itibariyle söylüyorum… Dünyada 200 ülke var, ilk 200'e giren tek bir tane üniversitemiz yok. İlk 300'e, 400'e giren üniversitemiz de yok" dedi.

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda, Milli Eğitim Bakanlığı'na ait bütçe kanun teklifli görüşülüyor. 

"YERİ GELDİĞİNDE ACIMASIZCA ELEŞTİRMEK LAZIM"

CHP Milletvekili Abdüllatif Şener, MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili Kamil Aydın'a; "Konuşmanızı zevkle dinledik ama bir noktada katılmıyorum. O da 'eksikleri söylemenin ne faydası var.' Çok büyük faydası var. Eksikliklere odaklanmak ülkenin geleceği açısından çok faydalıdır. Sürekli olup biteni kutsamak ülkeye hiçbir şey kazandırmaz. Hatta ülke bugün büyük zarar görür. Bunun için yeri geldiğinde acımasızca eleştirmek lazım" dedi.

"İSRAF ETMEDEN MÜKEMMEL BİR ŞEKİLDE GERÇEKLEŞTİRMEMİZ LAZIM"

Şener, bugün Türkiye'de gençlerin kendi sınıfındaki arkadaşlarıyla değil; Londra'da, New York'taki, Japonya'daki öğrencilerle rekabet ettiğini söylerken, "Bu küresel rekabette bizim çocuklarımız daha başarılı, dünyayı daha iyi anlayan, sorgulayan ve üretme kabiliyetleri daha iyi niteliklere sahip değilse Türkiye'nin geleceği karanlıktır. Onun için hiçbir şeyi israf etmeden mükemmel bir şekilde gerçekleştirmemiz lazım" diye konuştu.

“465. SIRADA… 600. SIRALARDA”

Şener, Türkiye'deki üniversitelerin dünya sıralamasının geride kaldığını ifade ederken şunları söyledi: 

"204 devlet ve vakıf üniversitesi, dünya üniversite sıralamasında bir bakıyorsunuz ilk yüze giren bir tane üniversite yok. 2021 yılı itibariyle söylüyorum, ilk 200'e giren üniversitemiz yok. Dünyada Birleşmiş Milletler'e üye 193 ülke var; 7, 8 de üye olmayan var. Toplam 200 diyelim. Dünyada 200 ülke var, ilk 200'e giren tek bir tane üniversitemiz yok. İlk 300'e, 400'e giren üniversitemiz de yok.

Ama 465'inci sırada Koç Üniversitesi var, 500'lü sıralarda iki üniversitemiz var Sabancı ve Bilkent, 600'üncü sıralarda ODTÜ ve Boğaziçi var, 700'lü sıralarda İTÜ, 800 ile 1000 arasında da üç üniversitemiz var; Ankara, Hacettepe ve İstanbul Üniversitesi. Bu nasıl bir manzaradır, arkadaşlar. Dünyada rekabet ediyoruz diyoruz. Üstelik geriye kalan 195 üniversitemiz ilk bin üniversite içerisinde değil. Bu üniversitenin birçoğunun üniversite olup olmadığı da tartışılır."


                                                                   

                                                                  ***

İYİ Partili Erhan Usta ‘Matematikte 33'ten 32'ye yükselmişiz, 15 yıl sonra, bir basamak artmış’

İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Erhan Usta, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinin görüşüldüğü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda; “Matematikte 33'müşüz, aradan 15 yıl sonra 32'ye yükselmişiz. Bir basamak artmış. Fen bilimlerinde 35'ten, 30'a yükselmişiz, okuma anlamada da 35'ten 31'e yüksekmişiz. Ancak bunların hiçbirinin tatminkar olmadığını da ifade etmek gerekiyor" dedi. 

ANKA'nın haberine göre; TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda Milli Eğitim Bakanlığı'nın 2022 Yılı Bütçe Kanun Teklifi üzerindeki görüşmeler sürüyor. 

İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Samsun Milletvekili Erhan Usta, şunları söyledi:

“Örnek olarak 2017'yi alacağım, niye Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçmeden önceki son yıl. 2017 yılında faiz ödeneği 57.5 milyar TL imiş, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi 85 milyar TL imiş. Yani faiz bütçesinin 1.48 katı fazlaymış. Şimdi bakıyoruz, 2022 yılında, faiz bütçesi 240 milyar TL, Milli Eğitim'in bütçesi 189 milyar TL. Bir buçuk katından yaklaşık yüzde 0.79'una düşmüş. Git gide eriyen bir bütçeniz var. Başka bütçeler artık sizin bütçenizin de önüne geçiyor. Buradan şunu da anlıyoruz, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sizin bütçenize de yaramamış."

Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’e, fazla bütçe almanın sorumluluğu da artırdığını söyleyen Usta, "En fazla bütçeyi alan bir bakanlıksa en fazla iş yapan bakanlık olma ihtiyacı var. Tabii bütçedeki payınız giderek düşüyor. Zaten en fazla pay alan bütçe de diyemeyiz. Çünkü sadece faiz bile sizin bütçenizi aştı" dedi. 

İYİ Partili Usta, dünya eğitim sıralamalarında Türkiye'nin konumunu ise şöyle anlattı: 

"Matematikte 33'müşüz, aradan 15 yıl sonra 32'ye yükselmişiz. Bir basamak artmış. Fen bilimlerinde 35'ten, 30'a yükselmişiz, okuma anlamada da 35'ten 31'e yüksekmişiz. Ancak bunların hiçbirinin tatminkâr olmadığını da ifade etmek gerekiyor. Bu kadar uzun dönem iktidardan sonra. Bir, iki yıllık hükümete bir şey söyleyemezsiniz. Netice almak uzun soluklu bir iştir. Ama 20 yıllık bir hükümet olunca hala OECD puanlamasının hala epeyce altında bir durumumuz var." 

Üniversitelerin özgür olması gerektiğini vurgulayan Usta, "Öğretim üyesinin zihni özgür olmalı. Öğrencilerimizin özgür olması lazım. Sorugulayan gençler yetiştirmemiz gerekiyor" dedi. 

2 Kasım 2021 Salı

Osmanlı Devleti’nin el konan savaş gemilerini 2021’de hatırlamak-İbrahim Can Usta / SOL (Gelenek)

 F-35’ler, S-400’ler, SİHA’lar, nükleer denizaltılar... 1914 yazında Osmanlı Devleti’nin savaş gemilerine İngiltere tarafından nasıl el konulduğunu hatırlamanın tam zamanı.


NATO kendi müttefiklerine ne kadar güveniyor? Önce Rus S-400 hava savunma sisteminin müşterisi olan Türkiye’nin F-35 projesinden çıkarılması ve sonra Fransa’nın Avustralya’yla imzaladığı denizaltı ihalesinin iptali, her şey bir yana, NATO içinde büyüyen çatlaklar olduğunu ortaya koyuyor.

Bir müttefik ülkenin ısrarla hava savunma sistemlerinden yoksun bırakılması ya da bir başka müttefikin beş yıl önce imzaladığı 56 milyar avroluk ihalenin doğru dürüst bir açıklama olmaksızın feshedilmesi açıklanması kolay kararlar değil. Bu kararların arka planını şimdilik uluslararası ilişkiler uzmanlarına bırakalım. Bu tabloda benim gözüme çarpan, NATO ittifakının içindeki ve çevresindeki gerilimlerin halının altına süpürülemez boyuta ulaşması. Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian’ın AUKUS (Avustralya - Birleşik Krallık - Birleşik Devletler Hint-Pasifik bölgesi üçlü güvenlik işbirliği) projesi için kullandığı “ihanet”  ve “arkadan bıçaklama” sözcükleri durumun ciddiyetini ortaya koyuyor.

Bugün Vaşington’u bazı konularda kendi müttefiklerinden kuşku duymaya ve ipleri eline almak için kolları sıvamaya iten birden çok neden olabilir. Yeni bir genel savaş riski bence bu nedenlerden önemli biri. Bir tarihçi adayı olarak bu yazıda modern zamanların ilk genel savaşının hemen başında yaşanan bir süreci hatırlatmak istiyorum.

29 Ekim 1914’ün 29 Ekim 1923 kadar hatırlanmaması pek doğal. 29 Ekim 1914’te Rus limanlarının Osmanlı Donanması’na ait gemiler tarafından bombalanması Osmanlı İmparatorluğu’nun iki gün içinde savaşa girmesine neden oldu. Bir felaketler öyküsünün başlangıcı sayılabilecek bu olay aslında başka bir öykünün sonunu anlatıyor. O öykü 1911’de Osmanlı Devleti’nin İngiltere’den iki savaş gemisi sipariş etmesiyle başladı.

Büyük Savaş öncesi ‘Dretnot siyaseti’

İngiltere Donanması’nın 1906’da ilk Dreadnought (Türkçede “dretnot”) türü savaş gemisini kullanıma sokması denizlerdeki dengeyi sarsan bir gelişmeydi. Yüksek kalibreli silahlarla donatılmış ve buhar gücüyle ilerleyen bu gemiler zırh, hız ve ateş gücü bakımından benzersiz araçlardı. Birinci Dünya Savaşı adım adım yaklaşırken denizlerde iddiası olan bütün ülkeler dretnot yarışına girmişti. Joll’un aktardığına göre olağan koşullarda zorlu tartışmalara sahne olan bütçe görüşmeleri söz konusu dretnot bütçesi olunca kolayca ilerliyor, İngiliz Parlamentosu’ndaki muhafazakar temsilciler “We want eight and we won’t wait!” (“Sekiz tane isteriz, daha fazla beklemeyiz!”) sloganıyla gemi yapımını hızlandırmaya çalışıyordu.

Akdeniz’de Yunan Donanması ve Karadeniz’de Rus Donanması karşısında gücünü artırmak isteyen Osmanlı İmparatorluğu’nun dretnot yarışına seyirci kalması düşünülemezdi. 1911’de İngiliz gemi yapımcısı Armstrong Whitworth’a iki gemi siparişi verilmiş, 12 milyon doları bulan ödemenin bir bölümü Osmanlı Donanma ve Muavene-i Milliye Cemiyeti’nin düzenlediği kampanyayla toplanan para sayesinde yapılmıştı. Donanma-yı Hümâyûn’un güçlenmesi için İmparatorluğun dört bir yanında kadınların yastık altında tuttukları altınları bozdurdukları ve öğrencilerin harçlıklarından vazgeçtikleri anlatılıyordu. Bir İngiliz gazetecinin aktardığına göre (The Register, 10 Nisan 1915) Donanma Cemiyeti’ne bağış yapmak [toplumun] “bütün sınıfların[ın] elinden geldiğince katkı koyduğu bir din meselesiydi.”

1914 yazı geldiğinde gemiler hazırdı hazır olmasına ama teslimat işleminin pürüzsüz ilerlemeyeceği de ortadaydı. Osmanlı dretnotlarının Doğu Akdeniz’deki güç dengesini bozacağını bilen ve Osmanlıların Boğazları artık istediği gibi açıp kapayabileceğini gören Yunan Hükümeti siparişin teslim edilmemesi için diplomatik girişimlerde bulunuyordu. Aksakal’ın aktardığına göre Rus Dışişleri Bakanı Sergey Sazonov 30 Temmuz’da İngiliz Dışişleri’ne teslimatın gerçekleşmemesi için çağrıda bulunmuş, durumun Moskova için “devasa önemde” olduğunu bildirmişti.

‘İngiltere için bu iki gemi neden lazımdı?’

Temmuz’un sonu gelmiş ve Osmanlıların “Sultan Osman-ı Evvel” adını koyduğu dretnotun teslimatı şerefine İstanbul’da donanma haftası ilan edilmişti. Osmanlı başkentinde Osmanlı-İngiliz dostluğunun büyük bir coşkuyla kutlanması planlanıyordu. Danışmanlık görevi için Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan İngiliz Deniz Kuvvetleri heyetinin başındaki Tuğamiral Sir Arthur Limpus 27 Temmuz’da Sultan Osman’ı teslim almak için İstanbul’dan ayrıldı.

Yalnız, hesapta olmayan bir şey vardı. Birkaç hafta önce Avusturya-Macaristan veliahdı Franz Ferdinand suikasta uğramış ve patlak veren “Temmuz Krizi” Avrupa’nın diplomasi koridorlarını kilitlemişti. Temmuz Krizi’nin Londra’nın hesaplarını nasıl etkilediğini Fromkin tane tane anlatıyor. Savaşın kısa süreceğini bekleyen İngiliz amiraller için yeni gemi yapımını bekleyecek zaman yoktu. Osmanlı Donanması için yapılan iki dretnotun İstanbul’a teslim edilmeyip Majesteleri’nin donanmasına katılması yaklaşan deniz savaşlarında Londra’yı Berlin karşısında önemli derecede güçlendirecekti. Öte yandan, olur da Osmanlı Devleti’ne teslim edilen dretnotlar Almanya’nın safına geçerse bu kez Londra’nın deniz gücü Berlin’in karşısında önemli derecede azalacaktı. Fromkin bu son olasılığın altının boş olmadığını, Enver ve Talat Paşaların aslında gemiyi alamayacaklarını öğrenmiş olmalarına rağmen 1 Ağustos gecesi yaptıkları gizli ittifak görüşmelerinde Alman Büyükelçi Hans Freiherr von Wangenheim’a Sultan Osman’ı Almanya’nın hizmetine sunmayı teklif ettiklerini yazıyor. Bunun hiç de fena bir teklif olmadığını söyleyebiliriz, çünkü 192 buçuk metrelik ve 27 bin tonluk gemi, döneminin en uzun savaş gemisiydi ve en ağırlarından biriydi. (The Bathurst Times, 29 Ekim 1914)

Tuğamiral Limpus’un başkanlığındaki Osmanlı heyeti İngiltere yolundayken Londra’da hummalı arayışlar başlamıştı. Donanma Bakanı konumundaki Sir Winston Churchill 28 Temmuz’da kurmaylarına teslimata hazır olan dretnotu Osmanlı heyetine vermemenin hukuki kılıfını bulma emrini vermiş, ama henüz iki ülke de savaşta olmadığı için keyfi bir el koymayı hukuken açıklama olasılığı bulunmadığı kısa sürede ortaya çıkmıştı. Churchill’in gemileri Osmanlı heyetine teslim etmeme emrinden iki gün sonra, 31 Temmuz’da Parlamento’da yeni gemilerin Kraliyet Donanması’na katılması kararı alınmasıyla İngiliz bahriyeliler Sultan Osman’a çıktı. Önce Osmanlı Büyükelçisine geminin yalnızca bir süreliğine bekletildiği söylenmişti. 4 Ağustos’ta Londra İstanbul’a gemileri satın almak istediğini yazdı ve İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey’in Osmanlı yetkililerinden durumu anlayışla karşılamalarını şahsen beklediğini bildirdi. İngilizce basında (The Argus, 8 Ağustos 1914) Churchill’in kendilerini Osmanlı dretnotlarının 5 milyon pound karşılığında satın alındığı konusunda bilgilendirdiği yazıyordu ama böyle bir satışı doğrulayan başka bir kaynağa ulaşamadım. Tersine, Aksakal’ın yazdığına göre Osmanlı Hükümeti teslim edilmeyen dretnotlar için ödenen 6 milyon İngiliz sterlinini geri ödemesi ve üstüne 1 milyon pound tutarında tazminat vermesi konusunda 9 Ağustos’ta Londra’ya nota verecekti.

Dretnotlarına kavuşamayan Bâb-ı Âli gemileri satmayı ya da vermeyi tabii ki düşünmüyordu. Donanma Cemiyeti’nin haftalık gazetesi Donanma Mecmuası  İstanbul’a hakim olan duyguyu cömertçe aktarıyor: “Her zaman dostluğumuzdan istifade eden İngiliz hükümetinin bu hareketiyle yalnız Osmanlıları değil bütün alem-i İslamı dilgir etmiş [kırmış, gücendirmiş] olduğuna şüphe yoktur.” (10 Ağustos 1914, s. 98) Öfkenin hedefi haklı olarak İngiltere’ydi: “Dişimizden, tırnağımızdan artırıp, biriktirip verdiğimiz paralarla alınan Sultan Osman, Reşadiye yılmazlarını haksız yere İngilizler zaptettiler. Utanmadılar, sıkılmadılar. […] Allah bu kahpeliği onların yanında bırakmaz.” (10 Ağustos 1914, s. 110) Derginin yazarları karşılaştırmalar yapıyor, İtilaf Devletleri’nin deniz gücünün İttifak Devletleri’ninkinden açık ara üstün olduğunu yazıyor ve verilmeyen iki dretnotun İngiltere için neden bu kadar gerekli olduğuna anlam veremiyorlardı. “İngiltere için bu iki gemi neden lazımdı? Bilmeyiz, nasıl bir zihniyettir ki, Müslümanların idrak ve hesabıyla bu derece istihzaya sayik oluyor [alay ediyor].” Ve bu durum öfkeyi bir kat daha artırıyordu. “Biz ki, bu iki dretnotla varlığımızı muhafaza edecektik. Pek çok parçalanan bir vatanın aksam-ı mütebakiyesini [arta kalan parçalarını] muhafaza edecektik. İşte buna mani olan İngiltere’dir.” (12 Ekim 1914, s. 227)

‘Açılan zararı elhamdülillah kapattık’

İngiltere’nin özlemle beklenen gemilere el koymasıyla Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan tepki hala tarafsızlığını koruyan İmparatorluğu ister istemez İttifak Güçleri’ne yaklaştırıyordu. Savaşa girmek üzere olan ve doğu cephesinin bir an önce açılmasını uman Almanya bu fırsatı değerlendirmekte gecikmeyecekti.

Cezayir’i bombalamak için Akdeniz’de bulunan Alman zırhlı muharebe kruvazörü SMS Göben ve hafif kruvazör SMS Breslau gemilerine 3 Ağustos 1914 akşamı İstanbul’a gitme emri verildi. İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilanıyla başlayan altı günlük maceralı bir kovalamacanın ardından gemiler 10 Ağustos’ta Osmanlı sularına ulaştı. Savaştaki bir ülkenin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişine ve Osmanlı limanlarını kullanmasına izin verilmesi kısa sürede diplomatik bir krize neden oldu.

İmparatorluğun genel seferberlik ilan etmesi, Osmanlı limanlarında bulunan yabancı tüccar gemilerinin mallarına el konması ve İmparatorluk’ta görev yapan İngiliz bahriyelilerin kızağa çekilmesi gibi kararlar sonrası İstanbul-Londra ilişkisi biraz daha gerilse de bir süre daha kopmadı. Aksakal’ın yazdığına göre Churchill İmparatorluğun tarafsızlığını koruması önerisini yinelerken Enver Paşa’ysa İngiltere’yle işbirliğinin koşulunun el konulan dretnotlar için tazminat ödenmesinden geçtiğini bildiriyor, bu kez Churchill böyle bir ödemenin ancak Alman gemilerinin Osmanlı sularını süresiz biçimde terk etmesi koşuluyla gerçekleşebileceği yanıtını veriyordu.

Tarafsızlığını korumaya çalışan Osmanlı Hükümeti çok geçmeden çareyi gemileri satın aldığını duyurmakta buldu. Sultan Osman örneğinde Londra’nın kullanamadığı satın alma formülü Yavuz ve Midilli  örneğinde işe yaramıştı. Kuyaş Osmanlı yetkililerinin satın alma çözümünün altında yatan mantık yürütmesini şu biçimde özetliyor: “Böylece Almanya'ya tarafsızlıkla uyuşmayan bir ayrıcalık tanınmamış olacağı gibi, Büyük Britanya da Osmanlı Devleti adına inşa edilen paraları da ödenmiş olan Sultan Osmanı Evvel ve Reşadiye  zırhlılarına daha birkaç gün önce el koymuş olduğu için ses çıkaramayacaktı.” Batı basınında çıkan haberlere göre (Sunday Times, 16 Ağustos 1914) gemiler 4 milyon pounda satın alınmış ve Bâb-ı Âli Moskova’ya Alman mürettebatın gemilerden indirileceği ve gemilerin Rusya’ya karşı kullanılmayacağı konusunda güvence vermişti.

İngiliz kazığından Alman kıyağına geçişin etkilerini yine Donanma Mecmuası’ndan okumak mümkün. Dergi müjdeli haberi şu cümlelerle veriyordu: “Allah din-i İslama zeval vermeyecek. Allah yardımımıza yetişti. Hükümet babaca, kahramanca yürüdü Almanya’dan gayet büyük bir yılmaz ile gayet büyük bir zırhlı kruvazör satın aldı. Açılan zararı elhamdülillah kapattık. Var olsun din için vatan için çalışanlar. Doğrusu Almanya bu gemileri bize satmakla iyi bir dost olduğunu anlattı. Müslümanlara, Türklere dostluk edenler daima dostluk görürler, mertlik görürler.” (17 Ağustos 1914, s. 122) İki yeni gemi Osmanlı Donanması’nın 17 Eylül’de Heybeliada açıklarında düzenlediği geçit töreninde boy göstermiş, Mecmua geçit resmini kaçıranlar için gemilerin boy boy fotoğrafını basmayı ihmal etmemişti. (Donanma Mecmuası, 21 Eylül 1914)

‘Moskof sahilleri Türk ateşini gördü’

Alman dretnotlarının İstanbul’a yalnızca geçit törenlerinde yüzdürülmek üzere gelmediği biliniyordu. Burada ayrıntısına giremeyeceğim çok taraflı diplomatik ve bürokratik görüşmeler ve pazarlıklar sonucu Donanma-yı Hümâyûn 27 Ekim’de Karadeniz’e açılma emri aldı. Yavuz ve Midilli adlarını alan ve mürettebatına fes giydirilen Alman gemileri Amiral Wilhelm Souchon’un komutasında 29 Ekim sabahı Rus limanlarını topa tuttu ve bu olay Osmanlı İmparatorluğu’nun iki gün içinde savaşa girmesine neden oldu.

Mecmua yazarları üstünde yaşadıkları topraklar için bir felaketler silsilesinin başladığından habersizdi tabii. Gelen haberleri coşkuyla karşılamışlardı. “Donanma-yı Hümâyûn ile Moskof gemileri çarpıştı. Donanmamız kazandı Moskof sahilleri yüzlerce seneden beri görmediği o mehib [heybetli] Türk ateşini gördü.” (2 Kasım 1914, s. 275) “Türkiye’nin hayat ve mematı mevzuğu bahis olduğu bir dakikada” Karadeniz’in hakimiyetinin Osmanlı Devleti lehine değişmesi karşısında soruyorlardı, “Nasıl sevinilmez?” Yazarların bundan sonrası için önerisi gayet açıktı: “Zelilane [alçakça] evlerinde oturmak isteyenler kadınlarının yanına, Türk ve Müslüman aleminin şu an-ı tarihisinde [tarihi anında] silahın hakkını vermek isteyenler vazife başına!” (2 Kasım 1914, s. 274)

Donanma Mecmuası yazarları yukarda alıntılanan satırları yazarken henüz yüz binlerce Osmanlı askerinin gönderildiği cepheden geri dönemeyeceğini, Anadolu ve Rumeli halklarının enflasyon, iaşe sorunları ve savaş fırsatçılıkları nedeniyle kıvranacağını, felaketler yılı 1915’te tarifsiz acılar yaşanacağını, savaş boyunca milyonlarca hayvanın telef olacağını ya da savaşla yayılan bin türlü salgın hastalığın bu coğrafyada yıllarca hüküm süreceğini bilmiyorlardı…

107 yıl sonra ben düşünmeden edemiyorum, acaba emperyalizmin paylaşım krizi bir üçüncü savaşın patlak vermesine neden olduğunda bu yazının okurları bunu Donanma Mecmuası gibi “sevinçle” mi karşılardı yoksa yeni paylaşım savaşında emeğin ve barışın bağımsız sesini yükseltmenin yolunu mu arardı?

1914’ten 107 yıl sonra...

S-400 ve Patriot füzeleri, F-35 uçakları, F-16 modernizasyon kitleri, nükleer denizaltılar gibi savaş teknolojilerinin kamuoyu önünde giderek daha sık tartışıldığı günlerden geçiyoruz. Bir tarihçi adayı olarak bu yazıda geçtiğimiz yüzyılın başında bu toprakları meşgul etmiş bir olayın kimi ayrıntılarını hatırlatmayı amaçladım.

Eğer siyaset yalnızca liderlerin, diplomatların ve dergi yazarlarının işi değilse bu öyküye de farklı bir tondan son vermek gerekiyor. Yukardaki paragraflarda Göben’in kazan dairelerinde haşlanan ateşçilerden, 1914’te emperyalist savaşa karşı mitingler düzenleyen Avrupalı emekçilerden, denizaltı ihalesi iptal edilen France Naval için çalışan işçilerin ve ailelerinin bugün duyumsadığı tedirginlikten söz edilmemiş olabilir.

Buharlı gemilerden nükleer denizaltılara geçtik... Orduların envanterindeki silahların yıkıcılığı ve öldürücülüğü de büyük ölçüde artmış bulunuyor. Bu silahların giderek daha başına buyruk ve daha sorumsuzca davranan siyasetçilerin emrinde olmasıysa kaygıya değer. “Dretnotlarımız, SİHA’larımız” edebiyatıyla gözü boyanmayan ve bu tablodan sağ çıkmak isteyen emekçilerin omzunda ağır bir yük var: giderek artan üçüncü büyük savaş olasılığına karşı barış mücadelesini yükseltmek ve böyle bir savaşta taraf olunmaması için örgütlenmek.

İbrahim Can Usta / SOL (Gelenek)


KAYNAKÇA

Aksakal, Mustafa. The Ottoman Road to War in 1914: The Ottoman Empire and the First World War. Cambridge University Press, 2010.

“Erişti Devr-i İkbal-i Osmani.” Donanma Mecmuası, No. 66-18, 2 Teşrinisani [Kasım] 1914, s. 274.

Fromkin, David. A Peace to End All Peace: The Fall of the Ottoman Empire and the Creation of the Modern Middle East. Avon Book, 1990.

“Geçit Resmini Görmeyenler.” Donanma Mecmuası, No. 60-12, 21 Eylül 1914, s. 177.

“Greece and Turkey on the Verge of Another Sanguinary Conflict.” The Keota News, Cilt 4, No. 12, 7 Ağustos. 1914, s. 4.

Joll, James. The Origins of the First World War. Pearson Education, 1992.

“Köylü ile Konuşma.” Donanma Mecmuası, No. 55-7, 10 Ağustos 1914, s. 110.

“Köylü ile Konuşma.” Donanma Mecmuası, No. 56-8, 17 Ağustos 1914, s. 122.

Kuyaş, Ahmet. Tarihi Düşünmek. Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016.

“Moskof Donanması Ne Oldu?” Donanma Mecmuası, No. 66-18, 2 Teşrinisani [Kasım] 1914, s. 275.

“Muhterem Millete.” Donanma Mecmuası, No. 55-7, 10 Ağustos 1914, s. 98.

“Müslümanlar Nasıl Düşünüyor?” Donanma Mecmuası, No 63-15, 12 Teşrinievvel [Ekim] 1914, s. 226-27.

“New Dreadnoughts: Agincourt and Erin.” The Bathurst Times, 29 Ekim 1914, s. 4.

“Sold for £4,000,000/Russia Uneasy/Could Destroy Black Sea Fleet.” Sunday Times, 16 Ağustos 1914, s. 9.

“The Turks in Yamen.” The Register, 10 Nisan 1915, s. 4.

“Two Battleships Bought by Great Britain.” The Argus, 8 Ağustos 1914, s. 15.

Zürcher, Erik J. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. Çeviren Yasemin Saner, İletişim Yayınları, 2015.

'Viski İrlanda kültürünün ayrılmaz bir parçası' - ÇAĞDAŞ GÖKBEL / SOL(Söyleşi)

Gearoid Keegan: Viskinin tarihimizin derinliklerine uzanan ve İrlanda kültürünün ayrılmaz bir parçası olduğuna şüphe yoktur. 


Uçsuz bucaksız bir yeşilin ortasında Kilbeggan’a doğru ilerliyoruz. İrlanda’da öyle uzun boylu ağaçlar yok. Dev ağaçları görmek bazı bölgelerin ayrıcalığı. İngilizler, zamanında direnişi kırmak için İrlanda’nın sık ormanlarını yok etmiş. Tüm bu insani ve doğal kıyıma rağmen İrlandalı, damarlarında gezen direniş çağrısına kulak tıkayamamış. Bu durum Jack London’nın ‘Vahşetin Çağrısı’ndaki anlatıma çok benziyor. Hiçbir canlı sonsuza dek özgür olma vaadine kulaklarını tıkayamaz. Tullamore Tribune gazetesinden meslektaşım Gearoid Keegan’la birlikte Kilbeggan’daki tarihi viski damıtımevine girerken tüm bu tarihi kesit hızlandırılmış biçimde zihnimden geçiyor…Okurun bu röportajı okurken dikkat etmesi gereken bazı şeyler var. Röportajı daha iyi anlayabilmek için lütfen bıraktığım dipnotları sabırla okuyun…

Viski, ada için sıradan bir alkollü içki olmanın çok ötesinde. Zamanla ticari bir rekabetin konusu olsa da viski, ada uluslarının tek tek ruhunu temsil eden özel bir ‘yaşam suyu’ olarak kabul edilmiş. İngilizlerin viskiyi ne kadar iyi yaptıklarını bilmem ama İrlandalılar ve İskoçlar bu işi gerçekten çok iyi biliyorlar ve İngilizlerden daha farklı bir ruhu bu yaşam suyuna kattıkları ise tartışılmaz.

Ulusal bir değer olarak viski: ‘Kilbeggan Viski’

İrlanda tarihinde viskinin yeri ve öneminden bahseder misiniz?

Herkes bunu bilmiyor, ancak İngilizce “viski” (whiskey) kelimesi (viski farklı kelimelerle ifade ediliyor. Kelimenin yazılış biçimi viskiye farklı bir anlam katıyor “scotch” bunun bir örneği gibi kabul edilebilir)1, su anlamına gelen “uisce” kelimesinden türetilmiştir. Viski, Galcede (İrlandaca) “yaşam suyu” olarak tercüme edilen “uisce beatha” dır; bu nedenle viskinin tarihimizin derinliklerine uzanan ve İrlanda kültürünün ayrılmaz bir parçası olduğuna şüphe yoktur.

'İrlanda viski endüstrisinin en büyük rakibi İskoçya’daydı'

Yıllar önce İrlanda adasının her yerinde örneğin Westmeath bölgesinde Kilbeggan ve Offaly bölgesinde Tullamore ve Birr kasabaları da dahil olmak üzere birçok damıtımevi2 vardı. Locke'un3 büyüdüğüm köy olan Kilbeggan'daki viski damıtımevi 1757 yılına dayanıyor. İrlanda viski endüstrisi bu yüzyılda genişledi ve 1880'lerde Dublin, Belfast ve Cork'taki büyük damıtma tesisleriyle dünya pazarına hükmetti. İrlanda viski endüstrisinin en büyük rakibi İskoçya’daydı ve çeşitli nedenlerden dolayı İskoçya'da üretilen viski, bilinen adıyla ‘Scotch’, İrlandalı üreticileri geride bıraktı ve şu anda dünya çapında tüketilen viskinin4 önde gelen tedarikçilerinden biri.

'İrlandalılar neden İskoçya’ya yenildi?'

İrlandalılar neden İskoçya'ya yenildi? Cevap oldukça karmaşıktır, ancak kısmen Scotch (İskoç) damıtma tesislerinin viskilerini farklı bir şekilde ürettikleri (ki bu fark viskinin daha fazla üretilmesi ve daha ucuza mâl edilebilmesine ilişkin teknik bir farktır ‘Ç.N.’), hâlâ Coffey imbiği5 olarak bilinen teknikleri kullandıkları ve bu yüzden 1933'te Yasaklama sona erdiğinde viskilerini daha iyi pazarladıkları ve hızlı-seri ürettikleri için Amerika Birleşik Devletleri'nde İskoç viskisi, İrlanda viskisinin önüne geçmişti. İskoç damıtıcıları bu teknik sayesinde, Amerikan pazarına ihraç etmeye hazır çok sayıda uygun fiyatlı viskiye sahipti ve İrlandalılar bundan dolayı onlara yetişemedi. Özetle, seri üretim/sanayi devrimi gibi gelişmelere yenildi İrlanda viskisi. Ayrıca, İrlanda 1930'larda korumacı bir ekonomi politikası izliyordu ve buradaki viski endüstrisi ihracat için desteklenmiyordu. İrlanda viskisi 20. yüzyılda sert bir düşüşe geçti ve damıtma tesislerinin çoğu kapandı. Tullamore DEW 1954'te kapandı ve Kilbeggan damıtımevi 1958'de kapatıldı ve pek çok işçi işsiz kaldı. Neyse ki, İrlanda Midlands'daki6 işler daha sonra düzeldi. Dublinli bir adam olan John Teeling, 1988'de Kilbeggan viskisini yeniden kurdu ve İskoç şirketi William Grant & Sons, 2014'te yeni bir Tullamore DEW içki fabrikası açtı.

 
Tullamore’daki ziyaretçi merkezinin konumuna okur çok dikkat etmeli. Tullamore DEW. Grand Canal’ın yakınında Water Way olarak bilinen ulaşım ağının üzerinde bulunmaktadır. Viski bu sayede daha kolay ve hızlı bir biçimde diğer bölgelere transfer edilebilmektedir.

Viski sadece bir içki değil. Britanya adalarında ulusal kimlik açısından da büyük bir önem taşıyor. İrlanda viskisini diğer viskilere göre farklı kılan şey nedir?

İrlanda viskisi ve İskoç viskisi arasındaki en önemli fark, İrlanda viskisinin genellikle üç kez damıtılmasıdır. Üçlü damıtma farklı bir tada neden olur ve İrlandalılar daha saf bir viski elde ederler. Ayrıca, İrlanda viskisi olarak kabul edilebilmek için en az üç yıl viski olgunlaştırılmalıdır. İrlanda viskisi, bourbon7 olarak bilinen Amerikan viskisinden de farklıdır, çünkü Amerika Birleşik Devletleri'nde yüksek oranda tahıl kullanılmaktadır. İrlanda'da ise çok iyi yetişen bir ürün olan ‘arpa’ İrlanda viskisinin çok önemli bir bileşenidir.

'İklimi nedeniyle İrlanda viski üretimi için ideal bir ülke'

Tabii ki, İrlandalılar da viskinin Britanya'da değil, bu adada ortaya çıktığını söylüyor ve bazı tarihçiler, viski yapmak için arpayı ilk damıtmaya başlayan Hıristiyan rahiplerin İrlanda’dan çıktığını söylüyor. İrlanda iklimi çok sıcak ve çok soğuk değil, bu yüzden viski üretimi için de İrlanda ideal bir ülkedir.

Ailenin içerisinde viski fabrikasında çalışan akrabalarının olduğunu biliyorum. Pozitif ve negatif yönleriyle viski fabrikasında çalışmanın nasıl bir şey olduğunu anlatır mısın?

Kilbeggan'daki damıtımevine sadece üç mil uzakta büyüdüm ve orası ben çocukken terk edilmiş boş bir binaydı. Birkaç kez oraya girdik ve eski şişelerin, etiketlerin çoğu hâlâ bozulmadan olduğu yerde duruyordu. 1980'lerde rahmetli babamın bir dönem başkanlık ettiği yerel bir topluluk komitesi binayı korumaya ve turistik bir cazibe merkezi haline getirmeye karar verdi. 1980'lerin sonunda, daha önce de belirttiğim gibi, John Teeling, eski içki fabrikasını ve Louth Bölgesi’ndeki bir başka damıtımevini devraldı ve tekrar Kilbeggan viskisini üretmeye başladı.

'Babamın kuşağı ve ondan önceki jenerasyondan birçok insan damıtımevinde çalıştı'

Babamın kuşağı ve ondan önceki jenerasyondan birçok insan damıtımevinde çalıştı ve bu gelişim yereldeki çiftçiler için de önemliydi, çünkü damıtımevlerine arpa temin ediyorlardı. 1950'lerden sonra maalesef bu üretim sona erdi ve aynı şey sadece yedi mil uzaklıktaki Tullamore'da da oldu. Ancak 1990'lara gelindiğinde Kilbeggan damıtımevi tekrar açıldı ve İskoç viski devi William Grant yakın zamanda İrlanda'ya yatırım yapmaya karar verdiğinde, Tullamore DEW bir kez daha kasabada üretilmeye başladı.

Viski satışları, viski üretiminin devam etmesi için önemli olsa da viski turizmi de hayati önem taşıyor ve bu amaçla hem Kilbeggan hem de Tullamore'da müzeler ve ziyaretçi merkezleri açıldı. Yurt dışından gelen ziyaretçiler İrlanda viskisinin hikayesiyle çok ilgileniyorlar. En büyük kızım Amy, 2014 yılında Tullamore DEW ziyaretçi merkezinde Almanca konuşan bir tur rehberi ve garson olarak yarı zamanlı bir iş buldu ve üniversite eğitimi boyunca orada çalıştı. Bazı arkadaşları da orada çalıştı ve bir kısmı viski endüstrisinde tam zamanlı olarak ter akıtmaya başladı. Tullamore DEW şu anda yaklaşık 100 çalışanı olan çok önemli bir üretim merkezi. Şehir merkezinde kanal kıyısında (Grand Canal) Ziyaretçi Merkezi şu an kapalı8 ama şirket İmalathanesi olarak şehir dışında gelecek yıl yeni bir tane merkez açmayı planlıyorlar.

Dünya'da her konuda olduğu gibi viski üretimi de büyük şirketlerin saldırısı altında tekelleşiyor. Bu nedenle Tullamore ve Kilbeggan'da yerel olarak viski üretiliyor olmasını önemli buluyorum. Sence böyle bir dünyada yerel tatlar ayakta kalabilmeyi ve direnmeyi başarabilecek mi?

Tullamore ve Kilbeggan'daki viski şirketlerinin hiçbiri İrlandalılara ait değil. Dediğim gibi, Tullamore DEW (D.E.W. şirketi kuran yerel adam olan DE Williams'ın kısaltmasıdır) 2010'da William Grant tarafından satın alındı ve İrlandalılar tarafından işletilmiyor; ancak Tullamore'daki hiç kimsenin bununla ilgili bir sorunu yok. Çünkü Tullamore'da üretilen bir Tullamore viskisi var ve İskoç sahibi onu dünya çapında daha büyük bir pazara getirmek için finans ve pazarlama gücüne sahip.9

'Böyle bir ekonomik düzende ancak bu biçimde hayatta kalabiliyorlar'

Kilbeggan viskisi 2011 yılında büyük Amerikan şirketi Beam'e satıldı ve ardından Beam 2014 yılında Japon şirketi Suntory tarafından satın alındı. Bu tür gelişmelerin küreselleşmeyle ilgili endişeleri olan insanları tedirgin etmesini anlayabiliyorum. Gerçek şu ki, uzman damıtıcıların her zaman farklı lezzetler üretebildiği ‘Tullamore DEW’ gibi farklı markalar böyle bir ekonomik düzende ancak bu biçimde hayatta kalabiliyorlar. İrlanda viskisinin ne olduğunu ve ne olmadığını düzenleyen katı kurallar vardır, bu nedenle bir ürün bu kurallara uymuyorsa, Irish viski değildir ve müşteri tarafından satın alınmayacaktır.

Bu büyük uluslararası alkol şirketleri Tullamore ve Kilbeggan'a yatırım yapmış olsalar da tam tersi yönde gelişmeler de oluyor. Son 20 yılda bağımsız İrlandalı damıtıcılarda da çarpıcı bir gelişme yaşandı. Hemen hemen her ilçede bir damıtımevi var ve bazı ilçelerde birden de fazla damıtımevi var.

Büyük uluslararası şirketler Kilbeggan'a ilgi duydular, çünkü 20 yıldan fazla İrlanda’da satış rekoru kırmıştı. William Grant, Tullamore DEW ile ilgileniyordu, çünkü 20. yüzyılın İrlanda viskisini çöküşten kurtaran bir markaydı ve Grant büyümek için bu markanın büyük bir potansiyele sahip olduğuna inanıyordu. İrlanda'da yerel olarak büyüyen sadece viski üretimi değil. Cin üretiminde de bir patlama oldu ve Tullamore'un ‘Mor Cin’ adıyla yerel bir markası var ve sahibi Tullamor’un yerlisi Eoin Barra. Ayrıca bira konusunda da ilerleme kaydediyoruz, ‘Kinnitty publican’ Kieran Clements'in Slieve Bloom Brewing'i10 kurduğu üretim tesisi yerel ölçekli üreticilere örnek oluyor. Offaly’de dahil olmak üzere İrlanda'nın her yerinde küçük ölçekte kaliteli bira üreten ‘zanaatçılar’ ortaya çıkıyor. Bunu yerel tatların gelişimi açısından önemli bir ilerleme olarak kabul ediyorum.

Yerel olarak viski üretimini ve tarihi öneme sahip fabrikaları korumak çok güzel bir şey. Bunun dışında ise dünyada yerel kültürlere çok ciddi zarar veren bir hazır gıda endüstrisi var. Elbette sadece İrlanda mutfağını tehdit eden bir durum değil ve çocuklarımız bu hazır gıda endüstrisi yüzünden daha sağlıksız besleniyor. Okuduğum için biliyorum, İrlanda mutfağı sanılanın aksine fakir bir mutfak değil. Viskideki deneyimlerimize bakarak sence gıda endüstrisinin bu yıkıcı etkisini nasıl tersine çevirebiliriz?

İrlanda, kaliteli yiyecek ve içecek üreticisi olmaktan gurur duymaktadır.11 Örneğin ‘Guinness’, tüm dünyada bilinen bir alkollü içecek markasıdır ve elbette Jameson, Bushmills ve Tullamore DEW gibi viskileri de dünyaca ünlüdür. Neyse ki İrlanda, kaliteli yiyecek ve içeceklerin üretildiği bir ülke olarak ününü korumak için çok çalışıyor. İklimimiz nedeniyle, burada ot gerçekten iyi yetişiyor; bu da her zaman etimizin ve sütümüzün farklı ülkelerden gelen benzer ürünlerden daha doğal olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz anlamına geliyor.

Tabii ki, mevcut ekonomik sistemde kaliteli ürünler her zaman daha düşük olanlardan daha pahalı olacak; temelde bunu dengeleyebilmek için nitelikli ürünlerin üretimine daha fazla önem vermeliyiz. Ayrıca İrlandalılar yurtdışındaki pazarları kazanmak için çok çalışmak zorunda. İrlanda, açık ekonomiye sahip küçük bir ülke olduğu için ucuz ithal yiyecek ve içecekler rahatlıkla İrlanda piyasasında satılabilmektedir. Küresel gıda endüstrisinin insan sağlığı üzerindeki bazı zararlı etkilerinin İrlanda'da önlenebileceği konusunda ise iyimserim. Ancak, her yerde iyi yiyeceklerin yetiştirilmesini, üretilmesini ve yenmesini sağlamak için dünya çapında çaba sarf edilmesi gerekiyor. Özetle bu bir küresel sistem sorunu. Parçaları değiştirerek net bir sonuç alabilmek çok zor.

Öte yandan İrlandalı gıda şirketlerinin kaliteli ürünler geliştirmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştıklarına dair birçok örnek var. Tullamore'a sadece beş mil uzaklıktaki Cleary ailesi, çevre dostu ambalajlara sahip organik bir süt ve yoğurt üretim fabrikası kurdu. Çiftçilere süt için geleneksel şirketlere göre daha yüksek bir bedel ödüyorlar ve çok başarılı oldular. Almanya'da yoğurt satma planları bile var. Gıda üretimini ayakta tutmak için birincil üreticilerin çiftçilerin etleri, sütleri ve mahsulleri için adil bir fiyat almaları çok önemlidir. Gıda endüstrisini ve tarımı yeniden şekillendirmek iklim değişikliğine karşı mücadelede dünyanın karşılaştığı en büyük zorluklardan biridir; ancak belki de yerel olarak üretilen yiyecekleri yemek, küresel ısınmanın etkilerini azaltabilecek yollarından biri olacaktır.

ÇAĞDAŞ GÖKBEL / SOL(Söyleşi)


1 Kasım 2021 Pazartesi

'Millet İttifakı’nın gölgesinde devrimci ittifak olmaz' - ALİ UFUK ARİKAN / SOL

 TKP Genel Sekreteri Okuyan soL’un devrimci bir ittifakla ilgili sorularını yanıtladı: Hak ve özgürlükler şu ya da bu burjuva hükümetinin tercihiyle değil, işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle alınır.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan soL’un devrimci bir ittifakla ilgili sorularını yanıtladı.

"Hak ve özgürlükler şu ya da bu burjuva hükümetinin tercihiyle değil değil, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin sonucu alınır; gerçek ve kalıcı özgürlük ise gelişkin sosyalist demokraside yaşanabilir" diyen Okuyan, "Diğeri bir aldatmacadır. Bu nedenle ekmek meselesi özgürlük meselesinin üstündedir. Sömürü varsa özgürlük yoktur" ifadesini kullandı.

Okuyan, "İttifaklar zaten var! Bugün eksikliği olan devrimci bir sol ittifak. Bilmediğimiz bir şey yok. Türkiye’de irili ufaklı bütün siyasi oluşumların ne görüştüğünü, neye karar verdiğini ve kararsız olduğu konuları, ittifakların açık ve gizli unsurlarını, nasıl pazarlıklar döndüğünü, kimlerin kime yedeklendiğini, her şeyi biliyoruz. Zaman yok" diye konuştu.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'ın soL'un sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

'Üçüncü ittifak tartışmaları hâlâ solun düzen siyasetine nasıl eklemleneceği noktasında tartışılıyor'

Seçim tarihi yaklaştıkça ve AKP’nin iktidardan düşeceğine dair beklentiler arttıkça ittifaklar konusu daha fazla tartışılmaya başladı. İşin ilginci Cumhur ve Millet ittifaklarının yanı sıra bir üçüncü ittifak konusu da daha fazla işleniyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Üçüncü ittifak tartışmaları kendi başına özel bir anlam ifade etmiyor. Keşke düzen siyasetinin dışında bir cephe, bir işbirliği, bir blok bugüne kadar ete kemiğe bürünseydi de, bunun etkisini konuşuyor olsaydık. Oysa bugün üçüncü ittifak tartışmaları hâlâ solun düzen siyasetine nasıl eklemleneceği noktasında tartışılıyor.

Ama TKP, EMEP, Sol Parti gibi oluşumlar da üçüncü ittifak için çalışma yürüttüklerini açıkladılar. 

Evet ve bu çalışmalar son derece değerli. Ancak konunun gündeme gelmesine asıl neden olan, Millet İttifakı’nın açıktan içine alamadığı ama bütünüyle sırtını dönemediği HDP’nin önümüzdeki seçimlerde nasıl bir tavır alacağının merak edilmesi. Bununla ilgili olarak Millet İttifakı unsurları ile HDP arasında görüşmeler yapıldığı bir sır değil, bunun sorgulanacak bir tarafı da yok. Ancak üçüncü ittifak tartışmalarının merkezinde Millet İttifakı ile HDP arasındaki ilişki durdukça, bu gerçek anlamıyla bir üçüncü ittifak olmuyor. Sol bu ilişkide katalizör olmaya kalkmamalı. Millet İttifakı’nın sınırları ve iç pazarlıkları bizi ilgilendirmiyor.

'Üçüncü bir ittifakın öznesi, sürükleyici gücü olabilecek partiler belli'

Burada sorun olan ya da sizin dert olarak gördüğünüz nedir? Sonuçta HDP’nin Millet İttifakı’ndan uzaklaşması iyi bir şey değil mi?

Siyasi partilerin temel konularda ne düşündükleri, neyi savundukları önemli. Sonuçta partiler de elbette değişebilir. Ancak her bir partinin varlık nedeni, temel ideolojik pozisyonu vardır ve biz görünen ya da günlük söylemlerden öte, bu pozisyonları değerlendiririz. Burada bizim üzerinde durduğumuz, 3-4 temel, yaşamsal konu. Kendimizi ve herkesi öncelikle bu yaşamsal konular üzerinden değerlendiririz. Uzaklık ve yakınlığın temel kriterleri bunlardır. Bu yaşamsal konular açısından baktığımızda Türkiye’nin siyasal tablosunda gerçekten üçüncü bir ittifakın öznesi, sürükleyici gücü olabilecek partiler belli. Bu partilerin düzen siyasetinden kesin bir kopuş gerçekleştirmesi beklenir. Aslında mesele tam da budur. İdeolojik ve sınıfsal olarak düzen dışı, devrimci bir konumlanış içinde olanların düzen siyasetinden kopması…

'Biz insanlara kolay olmayan bir yol öneriyoruz ama bu yol tek gerçekçi yol'

Ancak şu anda düzen siyasetinin içinde devinen partiler toplumun çok geniş bir kesiminin desteğini alıyor. Bu kesimleri dışlayan bir siyaset tarzının başarı şansı olabilir mi?

Devrimci bir siyaset halkı nasıl dışlar? Dediğiniz gibi bugün düzen dışında konumlanan siyasi partilerin toplam seçmen desteği düşük. Bu sorunu düzen siyasetine eklemlenerek çözemeyiz. Ayrıca sorunun merkezinde seçim sonuçları durmuyor. Bugün emekçi halk hâlâ, son dönemde aldığımız mesafeye rağmen, yaygın olarak örgütsüz. Halkın örgütlü gücünü artırmak için net, berrak, umut veren, heyecanlandıran bir program ile hareket etmek gerekiyor. Bugün zengin ve orta sınıflar bir yana, halkın çoğunluğunu oluşturan yoksul kesimlerin düzen partilerini desteklemesinden ne bir umut, ne bir heyecan çıkar. Onları orada tutan temelde çaresizlik hissi. Evet biz insanlara kolay olmayan bir yol öneriyoruz ama bu yol tek gerçekçi yol. Bunu belirsizleştirdiğimiz, kendimizi düzen siyasetine yamanmaya çalışan unsurlar olarak gösterdiğimiz sürece, kimse bundan heyecanlanmaz, etkilenmez.

'CHP düzenin meşruiyetini sarsıcı hiçbir şey yapmaz, yapamaz'

Bu söyledikleriniz halkın yaklaşmakta olan seçimlere yüklediği anlamla çelişiyor…

Evet çelişiyor. Burada iki faktör var. Birincisi AKP’den bıkkınlık ve bu iktidarın bir an önce gitmesi arzusu, diğeriyse devrimci siyasetin etkisizliği… Türkiye solu birini diğerine kurban etmeden bu iki meseleyi aynı anda çözmek ya da yönetmek zorunda. AKP’den bu ülkede yaşayan yurttaşlar olarak biz de bıktık. Bu anlamda bugün toplumda AKP’ye karşı olan kesimlerin bir parçasıyız. Dahası, TKP bu iktidarın daha ilk günlerinden itibaren uyarma ve karşı koyma adına yapabileceği her şeyi yaptı. Bugün artık AKP artığı partilerle daha da genişleyen Millet İttifakı çizgisinin yaptıklarından çok daha fazlasını. Muhalefette olan partilerin AKP’ye kritik anlarda verdiği desteğin aldatılmayla filan bir ilgisi yok. Düzen partisi olmak böyle bir şey. Bütün düzen partilerini patronların ve emperyalist merkezlerin istekleri doğrultusunda hareket ettirecek mekanizmalar mevcut zaten. CHP’nin “yapıcı muhalefet” adına yıllar boyunca AKP’yi rahatlatan bir tutum içinde olması basiretsizlik ya da CHP yönetiminin acizliği ile açıklanamaz. CHP düzenin meşruiyetini sarsıcı hiçbir şey yapmaz, yapamaz. “Parti yönetimde biz olsak…” diyen iyi niyetli CHP’liler içinde oldukları partiyi pek anlamamışlar.

Ama CHP’ye ve diğer muhalif partilere milyonlarca seçmen umut bağlamıyor mu?

Hayır umut bağlamıyor, umutsuzluk nedeniyle bağlanıyor!

Toplumda yerleşik ideolojilerin, örneğin dinciliğin, miliyetçiliğin bu tercihlerde bir rolü yok mu?

Elbette var. Ancak iddia ediyorum, küçük bir fanatik kesim dışında ideolojik yönü en güçlü düzen partisinin bile toplumda bir rüzgar, bir heyecan yarattığı, bir cazibe merkezi haline geldiği yok. Etkisini artıran bir devrimci hareket bu partilerin hitap ettiği kesimleri de kendini çekmeye başlar.

'Buna direnmek gerekir'

Zaten tartıştığımız bunun nasıl olacağı değil mi? Yaklaşmakta olan seçimlerde düzen muhalefetinden tamamen ayrı bir strateji kurulabilir mi? Ayrıca düzen cephesi ile devrim cephesi arasında geçişken bir alan yok mu?

Şu anda düzen cephesi ile devrim cephesi arasında siyasi aktörler açısından geçişken bir alan olamaz ki! Böyle bir alan, devrim cephesi ciddi bir toplumsallık kazandığında ortaya çıkabilir. Bugün ise düzen cephesinin kendi dışını içine aldığı, yuttuğu ya da eklemlediği görülüyor. Buna direnmek gerekir. Cin olmadan çarpamazsınız. Türkiye’de işçi hareketi başat, yani domine eden, belirleyen güç olmadığı, olamayacağı hiçbir ilişkiye girmemelidir. Bu kadar kesin söylüyorum. Toplumsal açıdansa düzen cephesi ile devrim cephesi arasında elbette bir gri alan var, her zaman olur. Bu alandaki halk kesimlerini düzene kaptırmamak için de kendi sınırlarımızı sağlam çizmemiz gerekiyor.

'Biraz cesaret bulsalar 'gerçek AKP biziz' diyecekler'

Biraz daha somut konuşalım isterseniz. Üçüncü ittifak hangi eksende kurulmalı? Saray rejimine karşı olmak mı, özgürlük ve demokrasi mi, yoksa daha sınıfsal bir ayrım mı gerekiyor?

Kavramların içinin hızla boşaltıldığı bir dönemden geçiyoruz. Ben AKP iktidarının “saray” olarak kodlanmasında bile bir hesap olduğunu düşünüyorum. “AKP’nin ilk yılları iyiydi” diyen unsurlar bugün muhalefetin bir parçası, biraz cesaret bulsalar “gerçek AKP biziz” diyecekler. Saray’dan önce ve Saray’dan sonra! Türkiye bu yaklaşımla aydınlığa çıkamaz. Özgürlük ve demokrasi kavramları da ayrıştırıcı değil, herkes kendince kullanıyor bunları. Komik olan, 19 yıllık iktidarın bile hâlâ bu kavramları kullanması. Tamam bu kavramları, bu değerleri kimseye terk etmeyelim ama ayrıştırıcı bir özelliği, en azından şimdilik, yok bunların. Öte yandan anti emperyalizm, laiklik ve emek ekseni fazlasıyla netleştirici. Bu netlik üzerinde adalet, özgürlük gibi kavramlar da anlam kazanıyor. Bu bağlamda çok belirgin bir biçimde emekçi halkın cephesi yaratılmalı.

Bunun devrimci bir ittifakın alanını daraltacağını ileri sürenler var. Siz ne düşünüyorsunuz?

Emekçi halk dediğimiz nüfusun çoğunluğu. Neden daraltsın ki!

'Sömürü varsa özgürlük yoktur'

Ama yoksul kesimlerin özgürlük ve demokrasi sorunu da yok mu? Her şey ekmek davası ile başlayıp bitiyor mu?

Özgürlük ve adalet arayışını yok saymak insanlığın bugün çektiği acılarla dalga geçmektir. Öyle şey olur mu? Ancak emperyalist-kapitalist sistem içinde özgürlük ve adaletin yeşerebileceğine ilişkin bir beklenti de aynı ölçüde ciddiyetsizliktir. Bugün özgürlüklerin tırpanlanmasını, insan hakları ihlallerini ve demokrasinin alanının daralmasını otoriter-despot yöneticilerin tercihine bağlayamayız. Sermayenin özgürlükçü olduğu hiçbir yer yok. Avrupa’da gelişkin olduğu sanılan demokrasinin yaldızını kazıdığınızda altından işçi sınıfını ve devrimci hareketini adım adım takip eden bir polis devleti çıkıyor. Hak ve özgürlükler şu ya da bu burjuva hükümetinin tercihiyle değil değil, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin sonucu alınır; gerçek ve kalıcı özgürlük ise gelişkin sosyalist demokraside yaşanabilir. Diğeri bir aldatmacadır. Bu nedenle evet, ekmek meselesi özgürlük meselesinin üstündedir. Sömürü varsa özgürlük yoktur. Bu nedenle özgürlük mücadelesi sınıf eksenine yerleştirilmelidir. Bugünkü düzeni temsil eden siyasi güçler içinde “daha özgürlükçü” gözükenlerin var olmasının temel nedeni toplumsal huzursuzluğun bir patlama noktasına gelme olasılığıdır.

Sonuçta bütün düzen partilerini aynı kefeye koymaya götürmez mi bizi bu yaklaşım?

Adları üzerinde düzen partisi! Bu anlamda evet hepsi aynı sınıfın çıkarlarını farklı ideolojik-siyasal referanslarla temsil ediyor. Ancak söylediklerim onlar arasındaki ayrımların tamamen önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Bu ayrımların bir anlamı varsa o ancak işçi sınıfı hareketinin, devrimci hareketin bağımsız bir çizgisi söz konusuysa ortaya çıkabilir. Yoksa sürekli olarak “düzen partilerinden hangisi daha tercih edilir” sorusu ile hareket edersek, sömürü düzeni giderek daha da ağırlaşır, demokratikleşme filan da tamamen hayal olur.

'Sonu hüsran da değil, büyük bir felaket olur'

Bugün Cumhur İttifakı ile Millet İttifakı arasında sınıfsal bir ayrım yok ama burjuva demokrasisinin alanına dair kimi ayrım noktaları var. Bu sol açısından bir değerlendirme konusu olamaz mı?

Millet İttifakı’nın çok parçalı bir oluşum ve burada CHP dışındaki partiler milliyetçi-dinci-muhafazakar özelliklere sahip. Ayrıca açık bir biçimde anti-komünistler. CHP ise toplumun sola kaymasını frenlemek gibi bir işleve sahipti, bir süredirse toplumun sola yatkın kesimlerini sağcılaştırmak gibi bir misyonla hareket ediyor. Kuşkusuz AKP iktidarı ile farklılıkları var muhalefetin. Ancak bu muhalefetin ortaya çıkışı, emperyalist ülkelerin ve Türkiye sermayesinin bu muhalefeti neredeyse açıkça desteklemesinin nedenlerini konuşmadan bir siyasi değerlendirme yapamayız. Sıralayalım, muhalefete böyle bir destek var çünkü AKP’nin alternatifsizliği onun yönetilmesini zorlaştırıyor. Muhalefete böyle bir destek var çünkü AKP’nin toplumsal desteği hızla azalmaya başladı. Muhalefete böyle bir destek var çünkü bu muhalefet söz dinliyor ve dinlemeyi taahhüt ediyor. Muhalefete böyle bir destek var çünkü geniş halk kitlelerindeki hoşnutsuzluğun toplumsal patlamalara evrilmesinden korkuyorlar. Bütün bunlardan halk adına, yoksul kitleler adına ne çıkar? Öncelikle bir tuzak çıkar. Bu tuzağa karşı önlem almadan, kendi bağımsız gücünü toplumsal olarak hissettirmeden solun muhalefet daha tercih edilir diye bir yaklaşım içine girmesinin sonu, hüsran da değil, büyük bir felaket olur. 

'AKP iktidarından çıkışın sancısız olacağını düşünmek saflıktır'

Neden böyle dediniz?

Türkiye’de AKP iktidarından çıkışın sancısız olacağını, bu geniş tabanlı koalisyonun Türkiye’yi istikrara taşıyacağını düşünmek saflıktır. Daha ötesi, bugünkü muhalefetin göstermelik bazı özgürleştirme hamleleri bile örgütlü sermaye-örgütsüz işçi sınıfı koşullarında kısa sürede daha ağır bir baskıyı beraberinde getirir. İşçi sınıfının örgütlülüğü ise onun düzen muhalefetinden koparılması ile sağlanabilir. 

'Göstermelik bir demokrasi alanı yaratıp o alanın içinde oynayan bir sol istiyorlar'

Bu durumda CHP’yi demokrasi mücadelesinde bir ittifak unsuru olarak görmüyorsunuz, böyle diyebilir miyiz? Veya CHP’yi bugünkü sağ koalisyondan koparmak mümkün değil mi?

Hayır görmüyoruz. Tekrar ediyorum CHP ile AKP’yi aynı kefeye koymak gibi bir niyetimiz yok. Ancak müttefiklik başka bir şey. Millet İttifakı, büyük bir proje. Bu projenin oluşumunda Kemal Kılıçdaroğlu büyük bir görev üstlendi ve partisinin çıkarlarını da bir kenara koyarak bu görevi şu ana kadar büyük bir başarı ile yerine getirdi. Sol, bu proje açısından, bağımsız bir güç olarak etkisizleştirilmesi, bu projeye ne yapıp eklemlenmesi istenen bir unsur. Yani projenin mantığında bu var. Çünkü muhalefet blokunun merkezinde durduğu bir iktidar projesinin solunda etkili bir siyasi güç istemiyorlar. Bu güç, yaşanacağı kesin olan ve halkın sırtına vurulacak ekonomik zorluklarla beraber hızla etkisini artırır. Bundan çekiniyorlar. Dolayısıyla göstermelik bir demokrasi alanı yaratıp o alanın içinde oynayan bir sol istiyorlar.

'Bunu deneyen iyi niyetli unsurlar var, dostlarımız var, hiç şansları yok'

CHP bu denklemden çıkarılamaz mı?

CHP, sol ancak ciddi bir toplumsal güç haline gelir, düzen değişikliği talebi geniş kabul görürse zorunlu olarak sola kayar; geniş kitleleri düzen içinde tutmak için. Onun dışında CHP’nin iç dinamikleri sonucu sola yönelim asla ve asla olmaz. Bunu deneyen iyi niyetli unsurlar var, dostlarımız var, hiç şansları yok. 

'Sol CHP’ye sığınmak zorunda kaldığı sürece hiçbir CHP’li solu ciddiye almaz'

CHP’nin tabanı bir ittifak konusu olamaz mı?

CHP’nin tabanı ve aslında bütün partilerin tabanı ağırlıklı olarak emekçi halk kesimleri. CHP’de buna ek olarak Cumhuriyetçi, laik, yurtsever duyarlılığı olanların yaygın bir biçimde var olduğu ortada. Bunlarla birlikte hareket etmek, işyerlerinde, mahallelerde, okullarda mücadele ortaklığı içine girmek gerekir. Bunun olması için de siyasal olarak bağımsız bir varlığınızın olması gerekir. Sol CHP’ye sığınmak zorunda kaldığı sürece hiçbir CHP’li solu ciddiye almaz. Ben olsam ben de almazdım.

Öte yandan CHP’nin son tezkerede olumlu bir tavrı söz konusu. Bunun devamının gelmeyeceğini mi düşünüyorsunuz?

Millet ittifakı içinde işbölümü yapılıyor. CHP bu işbölümünün ardından sonucu hiç etkilemeyecek bir tavır değişikliğine gitti. O kadarcık biliyoruz nelerin konuşulduğunu!

TKP’nin de içinde olduğu ittifak görüşmelerinde CHP’ye bir çağrı yapılmayacak o zaman…

Bir ittifak için önce zemin sağlanır; ilkeler ortaya çıkar, birlikte hareket etmeye hazır ve çağrısı heyecan ve etki yaratacak unsurlar bir araya gelir ve net-açık bir çağrı yapar. O aşamadan sonra muhatap herkestir ve kim o ilkeler için “ben de varım” derse, onunla birlikte mücadele edilir. O aşamada kimseye rezerv konmaz.

Ama solun anti-emperyalizm, laiklik, emek ekseni gibi ilkelerine CHP’nin onay vermeyeceği açık değil mi?

Elbette açık. Bu zaten CHP’nin sınıfsal karakteri. Ancak bir toplumsal çağrı peşin rezervlerle yapılmaz. Önce bir netlik ortaya koyulur ve sonra bir ortak programla topluma seslenilir.

'Bugün eksikliği olan devrimci bir sol ittifak'

Peki öncesinde geniş bir tartışma yürüse, muhalefet güçlerinin yan yana geldiği platformlar ortaya çıksa, sonra ittifaklar şekillense daha iyi olmaz mı?

İttifaklar zaten var! Bugün eksikliği olan devrimci bir sol ittifak. Bilmediğimiz bir şey yok. Türkiye’de irili ufaklı bütün siyasi oluşumların ne görüştüğünü, neye karar verdiğini ve kararsız olduğu konuları, ittifakların açık ve gizli unsurlarını, nasıl pazarlıklar döndüğünü, kimlerin kime yedeklendiğini, her şeyi biliyoruz. Zaman yok. Örneğin CHP’nin olduğu bir zeminde neyi tartışacağız? Zaten CHP yönetimi böyle bir zemini neden ciddiye alsın? Onun projesi belli ve sol sadece ve sadece vitrin olarak değerli bu projede.

Peki ittifakları yalnızca siyasal partilerle ilgili bir konu olarak mı değerlendirmek gerekir? Sendikalar, kitle örgütleri, yerel dinamikler… 

İttifak kavramına teorik açıdan girmek istemiyorum. Başbaşka bir tartışma konusu bu.

'Önce halka açıkça neden yan yana geldiğimizi anlatabilmemiz gerek'

Şöyle sorayım o zaman, bugün TKP’nin de içinde olduğu ittifak ya da cephe ya da blok görüşmelerinde siyasi partiler dışındaki unsurlar yer almayacak mı?

Bugün tartıştığımız konu tamamen siyasal! Bir ortak siyasal mücadele hattı yaratmaya çalışıyoruz. Bu yaratılacak ve toplumsal dinamikleri kapsayacak, kitle örgütleriyle rezonansa girecek. Burada öncelik siyasi oluşumlardadır. Bunun toplumsal dinamikleri nasıl kapsayacağı ise hem tarihsel hem de güncel deneylerden hareketle, bellidir. Toplumsal dinamikleri kapsayamayan bir devrimci oluşum kısa sürede çürür ve tasfiye olur zaten. Yani yola çıktıktan sonra esas meselemiz bu olacak. Ancak önce halka açıkça neden yan yana geldiğimizi anlatabilmemiz gerek.

'HDP bu projeyi önemsiyor, bu projeyle birlikte hareket ediyor'

Peki burada HDP’nin durumu ne? HDP de bir çağrı yaptı, ayrıca Selahattin Demirtaş’ın açıklamaları var.

HDP’nin kendi beklentilerini AKP iktidarı ile karşılamaya çalıştığı dönem geride kaldı. Bu saatten sonra çok zor. Millet İttifakı ile HDP arasındaki ilişkinin de kamuoyuna yansıyandan ibaret olmadığı ortada. Millet İttifakı’nı burada yer alan 3-4 partiden ya da şimdiki eklemelerle 6 partiden ibaret görmemek gerek. HDP bu projeyi önemsiyor, bu projeyle birlikte hareket ediyor. Bunda hayret edecek bir şey yok. Ve bu proje içinde elini güçlendirmek için sol içindeki gölgesini korumak, hatta genişletmek istiyor. Selahattin Demirtaş’ın açıklamalarında bu bariz bir biçimde görülüyor. HDP’den bağımsız olarak söylüyorum, AKP sonrasında sistem içinde “sol”a belli bir alan açılması planlanıyor. Az önce dediğim nedenlerle. Bağımsız bir solun varlığını istemiyorlar. Sonuçta ne olursa olsun, HDP’nin öncelikleri ile solun öncelikleri arasında önemsenmesi gereken bir açı var.

'Sol kendi ağırlığını koyduğunda bütün dengeler değişecektir'

Bu açı kapanmaz mı?

Solun kendi ilkeleriyle yürüyüşünü önemsemeli. Önce bağımsız bir güç olmalı. Zaten şu anda “büyük siyaset”in içinde yer alan bir unsur olsam solu hiç ciddiye almam. Sol kendi ağırlığını koyduğunda ama bunu kendi göbeğini keserek yaptığında, Türkiye’deki bütün dengeler değişecektir. Bunu özel olarak şu ya da bu parti için söylemiyorum. Bütün dengeler, bütün denklemler altüst olacaktır.

CHP ya da HDP zemininde büyük siyasete dahil olmaya karşısınız o halde?

Eskiden beri böyle. CHP ya da HDP’nin açtığı kanallardan mevzi elde edecekseniz, o kanallarda siyaset yapacaksınız. Bu siyasal açıdan sorunlu, etik açıdan da sorunlu. Bu partilerin gölgesinde devrimci bir ittifak kurulamaz.

'Seçimleri kapsamayan bir ittifakı kimse ciddiye almaz'

TKP, EMEP ve Sol Parti ile yürütülen görüşmeler seçimlerde ortak tavrı da kapsıyor mu?

Üç partinin görüşmeleri dışında başka siyasi unsurlarla da temas halindeyiz. Bir ittifak ya da bir işbirliği ortaya çıkacaksa bu seçimleri de kapsamak zorunda elbette. Seçimler her şey değil ama seçimleri kapsamayan bir ittifakı kimse ciddiye almaz. Seçimleri içine alan ama onun ötesine geçen bir ittifak söz konusu olmalı.

Peki şu ana kadar somut bir ittifakın ortaya çıkmamasının nedeni ne?

Stratejik değil ayrıntılarla ilgili kimi başlıklar var. Bunları ciddiyet ve açıklıkla ele alıyoruz. Kuşkusuz zaman daralıyor ama kendimize de dostlarımıza da güveniyoruz.

Herkes sorumluluklarının farkında. Bu dönemin tarihsel görevlerine ilişkin bir açıklık, netlik söz konusu.

ALİ UFUK ARİKAN / SOL