TARİHTE BUGÜN (28 HAZİRAN)



     OLAYLAR:

  • 1363- Osmanlı Devleti’nde Yeniçeri Ocağı kuruldu.
  • 1389 - I. Kosova Muharebesi: I. Murad önderliğindeki Osmanlı Ordusu ile Sırp Kumandanı Lazar Hrebelyanoviç önderliğindeki çok uluslu Balkan Ordusu arasında yapılan muharebe, Osmanlı Ordusu'nun galibiyeti ile sonuçlandı.
  • 1763 - Macaristan'ın Komárom kentinde, 6.2 büyüklüğünde deprem oldu.
  • 1838 - I. Victoria, 18 yaşında Birleşik Krallık tacını giydi. Kraliçe, 20 Haziran'da tahta çıkmıştı.
  • 1854- Osmanlı Devleti ilk dış borçlanma sözleşmesini imzaladı.
  • 1841 - Giselle balesinin prömiyeri, ilk kez Paris'teki "Théâtre de l'Académie Royale de Musique" tiyatrosunda yapıldı.
  • 1862 - Tasviri Efkar gazetesi, Şinasi tarafından çıkarılmaya başlandı.
  • 1894 - İşçi Bayramı, Amerika Birleşik Devletleri'nde resmi tatil olarak kabul edildi.
  • 1895 - El Salvador, Honduras ve Nikaragua birleşerek, "Orta Amerika Birliği"ni kurdular.
  • 1914 - Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand ve karısı Sophia'nın, Gavrilo Princip adlı bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi üzerine I. Dünya Savaşı başladı.
  • 1919 - I. Dünya Savaşı sonunda, İtilaf Devletleri ile Almanya arasında Versay Barış Antlaşması imzalandı.
  • 1921 - Kocaeli, İngiliz ve Yunan birliklerinden alınarak, tekrar Türk topraklarına geri katıldı.
  • 1923 - Darülfünun, Mustafa Kemal'e "Fahri Müderrislik Şahadetnamesi" gönderdi.
  • 1928 - Sosyalist Hermann Müller, Almanya Şansölyesi olarak göreve başladı.
  • 1931 - İspanya'da genel seçimleri sosyalistler kazandı.
  • 1933 - Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu oluşturuldu.
  • 1936 – Japonya, Kuzey Çin’de Mengjiang adında bir kukla devlet kurdu.
  • 1938- Türk Basın Birliği kuruluş kanunu kabul edildi.
  • 1938 - Chicora-Pensilvanya'da boş bir araziye 450 tonluk meteor düştü.
  • 1940 - Romanya, Basarabya (bugünkü Moldova) bölgesini Sovyetler Birliği'ne bıraktı.
  • 1943- Şair Yahya Kemal Cumhuriyet Halk Partisi’nin sanat danışmanı oldu.
  • 1948 - Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, Komünist Bloku oluşturan Kominform'dan ihraç edildi.
  • 1950 - SeulKuzey Kore birliklerince ele geçirildi.
  • 1956- Amerikalı oyun yazarı Arthur Miller ile sinema oyuncusu Marilyn Monroe Londra’da evlendiler
  • 1963- Musa Anter ve Medet Serhat’ın da aralarında olduğu 13 kişi “gizli komünist-kürtçü faaliyet” iddiasıyla savcılığa sevk edildi. 
  • 1965- Toplum polisine tam otomatik tabanca ve zırhlı araçlar verilmesi kararlaştırıldı.
  • 1967 - İsrailDoğu Kudüs'ü ele geçirdi.
  • 1968- İTÜ ve Teknik Okul İşgal Konseyleri, Senato’nun 3 gün mühlet vermesine karşın işgale son vermeyeceklerini bildirdi. Yıldız Teknik Yüksek Okulu ve Akşam Teknik Yüksek Okulu’nda boykot ve işgal başlatıldı.
  • 1968 - 22 Haziran’da boykot ve işgalin kaldırıldığı Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde öğrenciler yeniden boykot ve işgale başladı.
  • 1968 - Yunus Nadi Armağanı’nı Yorgun Savaşçı romanıyla Kemal Tahir kazandı.
  • 1969 - Stonewall ayaklanmaları başladı.New York’ta Stonewall ayaklanmaları başladı. Stonewall Inn isimli bir barda polislerin eşcinsellere uyguladığı şiddetle başlayan Stonewall ayaklanmaları, günümüzdeki LGBT hakları için sürdürülen dayanışmaların ve bu yolda yapılan eylemlerin temelini attı.
  • 1970- Türk-İş Genel Sekreteri Halil Tunç, DİSK’li işçilerin 15-16 Haziran’daki direnişi için “Bu bir ihtilal provasıydı” dedi. 
  • 1971- Türkiye’de afyon ekimi yasak; Amerikalılar’la yapılan prensip anlaşmasına göre 1972’den itibaren Türkiye’de haşhaş ekimine tamamen son verilecek. Buna karşılık Amerikalılar haşhaş ekimi yapan 7 ildeki üreticiye mahsullerine verilen baş fiyatın iki katı kadar tazminat ödeyecek. Amerika’nın bir yıl için ödeyeceği tazminatın tutarı 10 milyon doları geçiyor. Türkiye İlaç Sanayi için gerekli olan haşhaş devlet üretme çiftliklerinde yetiştirilecek, bu iş için yapılan masraflar da Amerikalılar tarafından karşılanacak.
  • 1974- Çetin Altan’ın oğlu Ahmet Altan’ın Basınköy’deki evi sabaha karşı 00:04’te kimliği bilinmeyen kişilerce kurşunlandı.
  • 1974 - Asgari ücret Türkiye’nin her yerinde günlük 40 lira olarak saptandı. 16 yaşından küçük işçiler için ise bu rakam 34 lira. Daha önce asgari ücret 4 ayrı bölge üzerinden saptanıyordu. Birinci bölge 25, ikinci bölge23.50, üçüncü bölge 23.4, dördüncü bölge, 22 lira olarak uygulanıyordu. “Tek tip ulusal ücret” aybaşında yürürlüğe giriyor.
  • 1975- Ana muhalefet CHP’nin Genel Başkanı Ecevit yaklaşık 100 bin kişinin katıldığı Taksim Mitingi’nde Milliyetçi Cephe iktidarını eleştirdi: “Geleceğe güvenle bakabilirsiniz, Türkiye faşist olmayacaktır”. 
  • 1976- Anayasa Mahkemesi, Cumhuriyet Savcılığı’nın başvurusunu karara bağladı ve MHP’ye, yurt dışındaki şubelerini kapatmasını bildirdi.
  • 1978- Manisa/Alaşehir’de bir parkta oturanlara ülkücülerce açılan ateşte bir ortaokul öğrencisi öldü, biri Dev-Genç’li 2 kişi yaralandı. Alaşehir’de 2 kişinin gece ülkücülerce silahla öldürülmesinin ardından kalabalık bir grup ülkücü de CHP’lilere ait 4 ev ile 3 işyerini tahrip etti. İclal Aydın’ın öldürüldüğünde 13 aylık olan bebeği olan Eylem Akın’ın, annesinin hayatını anlattığı “Yabancı” adlı 2012 yılı yapımı filmin yönetmenliğini Filiz Alpgezmen yaptı.
  • 1978 - Diyarbakır’da da, bir ilkokul öğretmeni Ülkü-Bir’li bir öğretmen tarafından silahla öldürüldü.
  • 1980- Eskişehir’de “ülkücüler”, devrimci Osman Demir’i öldürdüler.
  • 1981 - Tahran'da İslami Cumhuriyet Partisi merkezinde bomba patladı; 72 politikacı ve görevli öldü.
  • 1982- Televizyon, radyo ve gazetelerde banker reklamlarının yapılması yasaklandı.
  • 1983- “Az Gittik Uz Gittik” adlı kitabında komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla yargılanan Aziz Nesin beraat etti.
  • 1984- Avrupa ülkeleri ve ABD’den 2 bin bilim insanı, sanatçı ve politikacı “Aydınlar Dilekçesi”‘nde dile getirilen görüşleri tümüyle desteklediklerini açıkladı.
  • 1984 - Türkiye'de 13 ilde sıkıyönetim kaldırıldı. Bu illerden 7'sinde olağanüstü hal ilan edildi; 4 ilde uygulanmakta olan olağanüstü hâl uygulamasına ise son verildi.
  • 1989 - Natanz Olayı: İran'da Natanz Atom Fabrikası, patlama ile birlikte harabeye döndü.
  • 1989- Veliefendi hipodromundaki at yarışları, yaklaşık 1.200 seyisin yarışlara çıkmaması sonucu yapılamadı; bahisçiler protesto etti. Seyisler sigortasız çalıştırıldıkları, maaşlarının düşük olduğu, acil durumlar için doktor yokluğu vs. sebepleri gerekçe gösterdi.
  • 1989 - Sabah gazetesinde yayınlandıktan 1 gün sonra Başbakan Özal’ın şikayeti üzerine mahkeme kararıyla durdurulan Bekir Coşkun’un “Hasbahçede Sonbahar” adlı yazı dizisiyle ilgili olarak Turgut Özal ve eşi tarafından 6 aydan 3 yıla kadar hapis istemiyle ”hakaret” davası açıldı.
  • 1989 - Ataol Behramoğlu, 1980 öncesi bir gazetede işkenceyle ilgili demecinde “hükümetin manevi şahsiyetini tahkir ettiği” gerekçesiyle çarptırıldığı 1 yıllık hapis cezasının Barış Derneği davası tutukluluğundan mahsup edildiğinin belirlenmesinin ardından serbest bırakıldı.
  • 1990- Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin talebiyle İstanbul’da 2000’e Doğru ve Halk Gerçeği dergileri süresiz, basımı yapan matbaa 10 gün süreyle kapatıldı. 
  • 1991- Emekli Korgeneral İ.Selen’in öldürülmesi olayından dolayı Dev-Sol bağlantılı “gizli örgüt kuryeliği” ile suçlanan gazeteci Deniz Teztel tutuklandı. 
  • 1991 - İstanbul Beşiktaş’ta, “hücre evi”ne baskında ağır yaralı olarak yakalanan Devrimci Sol militanı Perihan Demirer’in, polis otosunda öldürüldüğü açıklandı.
  • 1994- Doğan Şirketler Grubu sahibi Aydın Doğan Hürriyet Holding’in yüzde elli hissesini satın aldı.
  • 1994 - İstanbul Belediyesi’nin İSTON’da işten çıkardığı, 15 gündür direnen 107 işçi için 24 sendika ve örgüt platform oluşturdu. 
  • 1995- Memurlar grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkında “3 maymunu oynayan” Meclis’e karşı Galatasaray’da sessiz protesto yaptı.
  • 1995 - Ankara’da Enerji Yapı Yol-Sen üyesi kamu emekçileri bugün de iş bırakarak Başbakanlık’a yürüdü. 
  • 1996- Arjantin Cuntası’nın 1976-1983 arasında “kaybettirdikleri”için “Plaza de Mayo Anneleri” bininci kez yürüdü. 
  • 1996 -  “Yasak Tümceler” adlı romanında “Allah’a, dine, peygambere, kutsal kitaba yayın yoluyla hakaret ettiği” gerekçesiyle türkolog/yazar Abdullah Rıza Ergüven 1 yıl 8 ay hapis, kitabın yayıncısı İsmet Arslan ağır para cezasına çarptırıldı; Ergüven’in cezası tecil edildi.
  • 1997- Bergama’daki Ovacık Altın Madeni sahasını dün akşam kuşatan köylülerin eylemi bugün de devam etti. 
  • 1997 - Mike Tysonboks maçının üçüncü raundunda rakibi Evander Holyfield'in kulağını ısırdı ve diskalifiye oldu.
  • 2000 - Amerika Birleşik Devletleri, Küba'ya karşı 41 yıldır uyguladığı ambargoyu  yumuşatma kararı aldı.
  • 2000 - KESK’e bağlı Enerji Yapı-Yol-Sen üyesi memurlar yurt genelinde iş bırakma eylemi yaptı. Özlük haklarının iyileştirilmesini istiyorlar.
  • 2001- F Tipi Cezaevleri’ne karşı yapılan ölüm orucunun 254. gününde tutuklu ve hükümlülerden 46’sı hakkındaki tutukluluk kararı kaldırıldı. Adli Tıp raporuna göre açlık nedeniyle Wernicke Korsakoff hastalığına yakalanan tutuklu ve hükümlülerin tek başına yaşamaları mümkün değil.
  • 2001 - ”Hayata Dönüş Operasyonu” sonrası ”devlet malına zarar vermek”ten dava açılan 20 mahpus dahil 46 mahpus hakkında mahkemece “sağlık durumu nedeniyle tutuksuz yargılama” kararı verildi.
  • 2001 - Kapatılan Fazilet Partisi’nin eski il başkanlarının toplantısında siyasi yasaklı N.Erbakan’ın mesajlarını toplantıya getiren eski İstanbul İl Başkanı Numan Kurtulmuş, “yeni oluşum” hareketinin lideri R.Tayyip Erdoğan’ı “CIA güdümünde hareket etmekle” suçladı.
  • 2001 - Oğlu Hasan Ocak’ın şahsında tüm”Kaybedilenlerin” bulunması için mücadele eden Baba Ocak kalbine yenik düştü. 
  • 2001 - Yugoslavya hükümeti eski Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç’i işlediği suçlar nedeniyle Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne teslim etti. Miloseviç USSM’ye teslim edilen ilk devlet başkanı oldu.
  • 2003- KKTC’de “Barış ve Demokrasi Hareketi” adlı bir siyasi birlik oluşturuldu. Toplumcu Kurtuluş Partisi, BDH, Birleşik Kıbrıs Partisi, Kıbrıs Sosyalist Partisi, bazı sendika temsilcileri, sanatçılar, akademisyenler kurucular arasında.
  • 2003- Özelleştirmelere karşı bir grup ÖDP’li Başbakan Erdoğan’ın Ankara/Keçiören’deki evine yürüdü.
  • 2004 - 17. NATO Zirvesi, İstanbul'da başladı. NATO Zirvesi 20 ülkenin liderlerinin katılımıyla İstanbul’da başladı. “NATO ve Bush Karşıtı Birlik” üyeleri NATO zirvesini protesto eylemleri yaptı. NATO zirvesine karşı KESK’liler eski TÜYAP önünden Saraçhane Parkı’na yürüdü. Belediye-İş üyesi işçiler 2 saatlik iş bırakma eylemi yaptı.  Okmeydanı’nda NATO zirvesini protesto için yürüyenleri Perpa altında durduran polis biber gazı, tazyikli su ve copla saldırdı. Molotof kokteyl ve sapanlarla karşılık veren gruplar barikat kurarak uzun süre çatıştı, jandarma devreye girdi: 26’sı polis 60 yaralı. Zirve Vadisi’ne yürümek üzere Mecidiyeköy Metro durağında toplanıp oturma eylemi yapmak isteyen aralarında Emek Partisi, SDP, Kaldıraç ve öğrencilerin bulunduğu gruplara polis biber gazı ile saldırdı; Şişli Meydanı’nda tekrar toplanan grupları yine gazla dağıttı. ÖDP’liler Tarlabaşı Bulvarı’nda yolu keserek sloganlarla Taksim Meydanı’na yürüdü, Meydan’da etrafı sarılan ÖDP’lileri polis plastik mermi de kullanarak dağıttı: 9 gözaltı. Beyoğlu İlçe önünde toplanan TKP’liler Fransız Konsolosluğu’na yürüyerek pankart astı. Greenpeace üyesi bir grup NATO nükleer silahlarına karşı Boğaziçi Köprüsü’ne 30 metrelik İngilizce bir pankart astı. Pankartla birlikte ip kullanarak köprüden aşağı sarkan 5 eylemci ve kendilerini korkuluklara zincirleyenler dahil 17 kişi gözaltına alındı. Küresel Barış ve Adalet Komisyonu üyeleri Başbakan Erdoğan, İçişleri Bakanı ve İstanbul Valisi hakkında suç duyurusunda bulundu. Balıkesir, Diyarbakır, Eskişehir, Muş’ta da NATO protesto edildi.
  • 2004 - ABD Irak’ta yetkiyi geçici hükümete devretti. ABD’nin sivil yöneticisi Paul Bremer, yetkilerini geçici Devlet Başkanı Gazi el-Yaver ile Başbakan Iyad Allavi’ye bırakarak Irak’tan ayrıldı.
  • 2005 - Kanada, aynı cinsler arasında evliliği yasal kılan üçüncü ülke oldu.
  • 2005- Trabzon İdare Mahkemesi, Karadeniz Sahil Yolu’nun Fındıklı geçişi hakkında yürütmeyi durdurma kararı verdi. Fındıklı 3. derece sit alanı. İptal davasını açan Avukat Cihan Eren, karar öncesi vurulmuştu.
  • 2005 - İstanbul 2. Asliye Mahkemesi, iki yıl önce müstehcenlikten imha kararı çıkarttığı Marquis de Sade’nin “Yatak Odasında Felsefe” adlı kitabını yeniden yargıladı. Bu sefer müstehcen bulmadı. Kitap aklandı.
  • 2006 - KaradağBirleşmiş Milletler'e 192. üye ülke olarak kabul edildi.
  • 2006- Kuveyt’te genel seçimler yapıldı.Tarihinde ilk kez kadınlar da oy kullandı. 28 kadın vekil adayından hiçbiri seçilemedi. Radikal dinci muhalefet bloku seçimi kazandı.
  • 2006 - Fransa’da İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy eşinin yeni sevgilisiyle fotoğraflarını basan Paris-Match editörü Alain Genestar’ı işten attırdı. Dergi çalışanları editörün siyasi nedenlerle kovulduğu gerekçesiyle 57 yıllık tarihinde ilk kez grev kararı aldı.
  • 2006 - Şırnak’ın Silopi ilçesinde bulunan Habur Sınır Kapısı’nda yapılan kaçak akaryakıt ve rüşvet operasyonunda 30 gümrük memuru gözaltına alındı.
  • 2006 - Av. Behiç Aşçı’nın F tipi cezaevlerinde tecrite karşı 5 Nisan’da başlattığı ölüm orucuna Grup Yorum’dan destek geldi.
  • 2009- Honduras’ta 2005’te göreve geldiğinden bu yana siyasi seçkinlerin ve iş çevrelerinin tepkisini çeken Manuel Zelaya, ordu darbesiyle devrildi.
  • 2009 - Brezilya, 2009 FIFA Konfederasyonlar Kupası'nı kazandı.
  • 2010- ABD, AB ile imzaladığı yeni anlaşmayla, terör finansmanını izlemek gerekçesiyle, bireylerin banka işlemleri dökümlerine erişim hakkı kazandı.
  • 2011- 12 Haziran 2011 seçimleri sonucu meclise girmeye hak kazanan bazı milletvekillerinin tutuklu olması ve tahliye edilmemesi ile Hatip Dicle’nin vekilliğinin düşürülmesi sonucu BDP’nin desteklediği bağımsız milletvekilleri ve CHP milletvekilleri TBMM’de 24. dönemin ilk oturumunda ve yemin töreninde yemin etmedi.
  • 2011 - DİSK/ Genel-İş, Torba Yasa içinde çalışanların sürgüne gönderilmesini içeren ve Ağustos’ta yürürlüğe girecek maddelerin iptali için Saraçhane Parkı’na yürüdü.
  • 2011 - Adana’da Eğitim-Sen’liler şubelere yapılan baskın, gözaltı ve tutuklamaları İnönü Parkı’nda protesto etti.
  • 2011 - Google, yeni sosyal ağ projesi Google+'ı duyurdu.
  • 2012- Kürdistan Topluluklar Birliği adı altında yapılan soruşturma kapsamında 25 Haziran’da gözaltına alınan Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) üyesi 22 kişi tutuklandı.
  • 2012 - Soruşturması 6 aydır ilerlemeyen Roboski katliamı için DTK, siyasi partiler ve STK’ların başlattığı “Roboski’ye Adalet Nöbeti”ne jandarma tazyikli suyla müdahale etti.
  • 2013- Lice/ Kayacık köyündeki karakola ek binalar yapımına karşı yürüyen kitleye açılan ateşte Medeni Yıldırım (18) hayatını kaybetti.
  • 2013 - Kadıköy ve Beşiktaş’ta Medeni Yıldırım için yürüyüşler yapıldı. Antakyalılar hayat mücadelesi veren Ali İsmail Korkmaz için Sevgi Direniş Parkı’ndan Ekinci beldesindeki evine yürüdüler. 16 Haziran’dan beri yoğun bakımda yaşam mücadelesi veren Berkin Elvan’ın babası Sami Elvan, görevli polislerin tespiti ve kamera görüntülerinin incelenmesi talepleriyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Diyarbakır’da BDP İl Binası önünde oturma eylemi vardı. 83 sanatçı/ yazar, “sanatı ve sanatçıları hedef gösteren kutuplaştırıcı söylemlere karşı” bildiri yayınladı. 
  • 2013 - İşten çıkarılan ve paralarını alamayan Kazova Tekstil işçilerinin bir kısmı kendilerini fabrikaya kilitledi.
  • 2016 - İstanbul'daki Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali'nde, silahlı ve bombalı intihar saldırısı gerçekleştirildi. Saldırı sonucunda, intihar saldırganları ile birlikte 45 kişi hayatını kaybetti, 239 kişi de yaralandı.



      DOĞUMLARÖLÜMLER


50 milyon avroluk baron cinayeti - Timur Soykan / BİRGÜN

 


Adıbelli cinayeti, Peker’in iddialarından sonra nihayet gündemde. Avrupa’nın en büyük limanlarına bilgisayar korsanlarıyla sızıp uyuşturucu kaçakçılığı yapacak kadar büyük baronun öldürülmesiyle ilgili yeni bir sayfa açıldı.

Sedat PekerMehmet Ağar’ın Azerbaycanlı gazeteciye verdiği röportajdan sonra ifşalarında yeni sayfalar açtı. Bunlardan biri; uyuşturucu kaçakçısı Orhan Adıbelli’nin 4 Ağustos 2020’de Kayseri’deki şirketinin bahçesinde öldürülmesi. Suç örgütü lideri Sedat Peker bu cinayet sürecinde Mehmet Ağar ve oğlu Tolga Ağar’ın rolü olduğunu iddia ediyor. Azmettiricinin Tolga Ağar’ın ortağı, uyuşturucu kaçakçısı Murat Boyracı olduğunu ve cinayetin karanlıkta bırakıldığını öne sürüyor.

Mafya karanlığına boğulmuş ülkede yeterince gündem olmayan Orhan Adıbelli cinayetini anlatalım:

Orhan Adıbelli aslen Yozgatlı, 1970 doğumlu.

Hollanda’nın ikinci büyük şehri Rotterdam’da yaşıyordu. Çok şık giyinmesiyle dikkat çeken bir adamdı, iki çocuğu ve eşiyle sıradan bir aile babası gibiydi. Barendrecht isimli kasabada bir şirketi vardı. Şirket binası o kadar sade döşenmişti ki ticari faaliyetini ilk bakışta anlamak zordu. Resmi kayıtlarda meyve-sebze ithalat ve ihracatı yaptığı yazıyordu.

MASKENİN ARKASINDAKİ BARON

Bunlar Orhan Adıbelli’nin görünen yüzüydü. Maskenin arkasında büyük bir uyuşturucu baronu vardı. Hollanda, Belçika ve Almanya’daki limanların çevresinde çok sayıda gizli ofisi vardı. 30’lu yaşlarında Güney Amerika’daki kartellerle uyuşturucu ağını kurmuştu. Kokainin en değerli pazarı olan Avrupa’ya ulaşmasının önemli bir aktörüydü.

2011’de çok cüretkâr bir hamle yapmak üzereydi. Artık limanlarda rüşvet dağıttığı ve ‘mal’ı yakalatma riski yüksek yöntemlerle yetinmeyecekti. Kartellerle birlikte uyuşturucuyu limanlardan Avrupa’ya sokmak için bilişim teknolojisinden faydalanmayı planlıyordu. Hollanda’da casusluk sistemleri üzerine çalışan Ahmet O. ile hareket ediyordu.

DEV LİMANA KORSANLARLA SIZDILAR

Hollanda medyasında yer alan bilgilere göre; Belçikalı iki ‘bilgisayar kurdu’ ile projelerine milyonlarca avro yatırım yapacaklarını söyleyerek buluştular. Daha sonra onları ölümle tehdit ederek dev limanları hackleyecekleri yazılımları hazırlamaya zorladılar.

İlk hedefleri Avrupa’nın ikinci en büyük limanı olan Belçika’daki Anvers’ti. Büyük nakliye şirketlerinin limandaki ofislerine dinleme cihazlarını ve bilgisayarlarına sızmak için gerekli cihazları yerleştirdiler. Amaçları; Güney Amerika’da uyuşturucu yerleştirilmiş konteynerleri limanda teslim almak için gerekli ve tek seferlik PIN kodunu önceden öğrenmekti. Bu sayede konteynerdeki eşyayı sipariş eden şirketten önce limanda adamları alabilecek ve içindeki uyuşturucuyu götürebileceklerdi.

Ve başardılar. 2012’de Anvers Limanı’ndaki nakliye şirketi çalışanları bilgisayarlarının yavaşlamasından şikâyet ederken baronunun adamları limanda PIN kodunu göstererek konteynerleri aldı. Elbette konteyner hırsızlığı kısa sürede dikkat çekti ama çetenin PIN kodlarını nasıl aldığı belirlenemiyordu. Soruşturmadaki tespitlere göre; bu sırada en az 3 ton kokain ile bir ton eroin kaçırmışlar ve yüz milyonlarca avro kazanmışlardı. Hatta 2012 sonbaharında limanda bir konteyneri alamadılar ve TIR’ı, otoyolda ateş açarak durdurdular. Konteynerden kokain paketlerini alarak izlerini kaybettirdiler.

Polis 2013’te operasyon yaptığında Orhan Adıbelli ve Ahmet O. Türkiye’ye kaçmıştı. Polis operasyon bilgisinin onlara sızdığını düşünüyordu. 2 bilgisayar korsanı yakalandı. İfadelerinde limanı hackledikleri sistemi detaylarıyla anlattılar. Orhan Adıbelli ve Ahmet O.’nun kullandığı mekânlarda sadece polisin kullandığı dinleme ve takip sistemleri de bulundu.

BARONU TÜRKİYE’DE KİMLER KORUDU?

Avrupa medyası, limanı hackleyen baronların haberleriyle çalkalanırken Orhan Adıbelli, Türkiye’deydi. Aylar sonra büyük yatırımcı olarak gazete sayfalarında, internet sitelerindeydi. Yurtdışından getirdiği on milyonlarca avro ile Kocaeli, Konya ve Kayseri’de yatırımlar yapıyordu. Ailesiyle yerleştiği Kayseri’de çimento fabrikası kurmuştu.

Avrupa’nın ünlü uyuşturucu baronu, Türkiye’de nasıl bu kadar kolay kara parasını aklayabildi? Elbette devletin haberinin olmaması imkânsız. Hatta Avrupa Polisi’nin bilgi paylaşımında bulunduğuna da şüphe yok.

Peki; Orhan Adıbelli’yi kimler korudu? Bu koruma kalkanı nasıl kalktı?

İddialara göre; Orhan Adıbelli, Türkiye’de para saçarken Avrupa’da milyonlarca avrosu ve henüz satılmamış uyuşturucu paketleri kalmıştı. Bunların peşindeydi. Ama etrafındaki çemberin daraldığını da biliyordu. Hollanda’da iş yaptığı uyuşturucu kaçakçısı 58 yaşındaki Cevat Bozdağ, 6 Haziran 2020’de öldürüldü. Sivas’taki cenaze töreninde Adıbelli’nin tedirginliği belli oluyordu. Sadece iki ay sonra, 4 Ağustos 2020 günü gündüz vakti sahibi olduğu Kayseri Çimento A.Ş.’nin bahçesinde 26 yaşındaki Emrah Yıldırım koşarak yanına yaklaştı ve defalarca tetiğe bastı.

Orhan Adıbelli öldü, katil kayıplara karışmıştı. 10 gün sonra yakalandı. Tetikçi ilk ifadesinde cinayeti 2 milyon avro karşılığında işlediğini, 200 bin TL’yi elden aldığını, geri kalan paranın Almanya’daki teyzesine verilmesi için anlaştığını anlattı. Kendisini azmettiren kişinin Sadık Onur Mert olduğunu anlatan tetikçi “Eğer yakalanırsam Cevat Bozdağ’ın adını vermemi bana söylediler” dedi.

Bu bilgilerle 3 ay içinde iddianame hazırlandı. Ama derin cinayetin arkasındaki bağlantılar karanlıkta bırakılmıştı.

Maalesef mafya bataklığına sürüklenmiş Türkiye’de yargı eliyle bu önemli cinayetlerin tamamen aydınlatılmasından yoksunuz. Elbette; bu durum; gazetecilerin resmi belgeler, polis ve savcılık tespitleriyle hakikate ulaşmasını engelliyor.

‘50 MİLYON AVROMU ÇALDILAR’

Aslında karanlık dehlizlerde uzun süredir konuşulan, Sedat Peker’in de önemli kısmını anlattığı bu cinayetin arka planı iddialara göre şöyle:

Orhan Adıbelli, Türkiye’ye kaçtıktan sonra Avrupa’daki 50 milyon avroluk uyuşturucuyu satmaya çalışıyordu. Bunun için Elazığlı Murat Boyracı ile anlaştı. Murat Boyracı, ‘mal’ı sattıktan sonra parayı Türkiye’ye getirdi ama Orhan Adıbelli’ye vermedi. İstanbul’daki güçlü suç örgütünden bir isimle anlaştı. Adıbelli’nin gücü bu suç örgütüne yetmezdi ve Mehmet Ağar’dan aracı olmasını istediği öne sürülüyor. Tekrar altını çizmek gerekiyor bunlar; belgesi olmayan iddialar. Mehmet Ağar’ın suç örgütünün temsilcileri ile masaya oturduğu ve paranın Mehmet Ağar, suç örgütünün temsilcisi ile Murat Boyracı arasında paylaşıldığı yönünde rivayetler var. Orhan Adıbelli’nin bu anlaşmadan sonra ortadan kaldırıldığı iddia ediliyor. Murat Boyracı ise artık hemşerisi Tolga Ağar’ın ortağı olarak resmi belgelerde yer alıyor.

Keşke mafya cinayetlerinde gerçeği tüm yönleriyle ortaya koyan soruşturmalar yürütülse ve biz polis, savcılık belgelerine dayanarak haberler yazabilsek. Şimdilik mümkün değil. Toplumun gözlerinin içine bakarak büyük suçların örtüldüğü bir karanlığın içinde batıyoruz.

İRANLI’NIN KORUMA KALKANI

Sedat Peker, Mehmet Ağar’ın büyük bir dolandırıcılık suçundan dünyada aranan İranlı Ahmet Nazari’ye Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmesini sağladığını öne sürdü. Ayrıca Nazari’ye Eskişehir Valiliği’nden silah ruhsatı alındığını iddia etti. Ahmet Nazari’nin Nazari Gayrumenkul Yatırım isimli bir şirketi var. Bu şirketin sicil gazetesindeki kayıtlarında Ahmet Nazari’nin Şubat 2020’de Türk vatandaşlığına geçtiği görülüyor. Ayrıca Ticaret Sicili Gazetesi’nde adresinin Eskişehir olarak değiştiği anlaşılıyor. Yani; silah ruhsatının verildiği kent.

İddialara göre; uzun süre Almanya’da yaşayan Ahmet Nazari, Forex vurgunuyla çok sayıda İranlı ve Azerbaycanlıyı dolandırdı ve Türkiye’ye kaçtı. (Sedat Peker yılda 250 milyon dolarlık dolandırıcılık organizasyonu olduğunu öne sürüyor.) Nazari’nin etrafındaki koruma kalkanı Sedat Peker’in ifşalarından önce de konuşuluyordu. Öyle ki; servetini öğrenip İstanbul Beykoz’daki ultra lüks AcarBlu rezidanstaki evinin kapısını çalan bazı suç örgütlerinin elemanları saatler içinde gözaltına alınıp tutuklandı. Sedat Peker’in yazdığı gibi Ahmet Nazari çakarlı araçlarla dolaşıyordu. Çevresini saran koruma ordusunun içinde polislerin de olduğu iddia ediliyor.

SUİKASTA KARŞI HAMLE Mİ?

Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşayan Sedat Peker, son tweet serisindeki aktörlerin Dubai’de bir araya geldiğini yazdı. İddiasına göre; ifşalara başladıktan sonra Mehmet Ağar, Ahmet Nazari’yi Dubai’ye gönderdi. Ahmet Nazari burada Murat Boyracı’yı misafir ediyor. Bunları anlatırken “Bingöllü Şehmus da onlarla beraber” yazıyor. Acaba Sedat Peker etrafında bir suikast çemberi oluşturulduğunu mu düşünüyor? Neden özellikle ‘Bingöllü Şehmus’ diye belirtme ihtiyacı duydu? Bir ifşa ile önlem almaya mı çalışıyor? Şimdilik bilmiyoruz.

Timur Soykan / BİRGÜN

Mahmut Efendi’den önce İsmailağa öldü! - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 


Bakmayın ardından Helal ediyor musunuz denmesine. Aslında her tabutun başında kendi yaşamımızı konuşuyoruz.

Mahmut Ustaosmanoğlunun vefatının ardından kavga yeniden alevlendi. Cenazede, iktidarla muhalefet buluşurken, sosyal medyada saygı tartışmaları sürüyordu. Kendi kendime sordum: Peki kendileri kendilerine çok mu saygılı davrandı?

İsmailağa cemaati, hep Mahmut Efendi cemaati olarak anıldı. Gelgelelim, Mahmut Efendi uzun yıllardır hastaydı. Bir tekerlekli sandalye üzerinde, zaman ve mekân bilinci olmadan nefes alıyordu. Aslında geleceği öngörmüş, 2003 yılında bir vasiyette bulunmuştu: “Ben yaşlılığım sebebiyle bedeni takatten düşüyorum. Şayet emr-i Hak vaki olursa yerime Hasan Kılıç Hocaefendi’yi, ona da yardımcı olarak Mustafa Bilici Hocaefendi’yi bırakıyorum.

19 yılın sonunda yalnız Mahmut Efendi değil, Mustafa Bilici başta olmak üzere cemaatin çoğu yaşı kemale ermiş hocası da vefat etti. Nitekim İsmailağa İstişare Heyeti, Mahmut Efendi’nin vefatının ardından Bundan sonra, tarikatımızın 37. halkası (şeyhi) Hasan Kılıç Hocaefendi’dir” açıklaması yaptı. Tayyip Erdoğan da geçenlerde Kılıç’ı ziyaret ederek tercihini göstermişti. Ustaosmanoğlu’nun Dünürü Hasan Kılıç’ın 1930 doğumlu olduğu hatırlanırsa, cemaatin geleceği parlak görünmüyor.

Bunu söylememin nedeni sadece yaşlılık değil...

Zira cemaat, Mahmut Efendi yönetme vasfını yitirdiğinden beri paramparça. Çeşitli hocalar etrafında toplanmış gruplar, birbirinden hazzetmiyor.

Hayır, cemaatten aforoz edilen Fatih Medreseleri’nden bahsetmeyeceğim. Mekke’de, Kıyam-Der ile Fatih Medreseleri taraftarlarının karşılaşınca birbirlerine saldırmalarından, sekiz kişinin yaralanmasından söz etmeyeceğim.

Hayır, Mahmud Ustaosmanoğlu’nun yakınındaki isimlerden Şefik Kocamanın, Fatih Çarşamba’da bıçaklı saldırıya uğramasına, cemaat içindeki bazı isimlerin bu nedenle suçlanmasına da girmeyeceğim.

Çok daha tuhafı var...

 ‘CAMİMİZİ YIKTILAR’ SUÇLAMASI

Cenazeye bakın. En önde Hasan Kılıç... Hemen ardında Erdoğan görünüyor. Omuz omuza saf tuttuğu isim ise Muhammed Keskin. Keskin, hem Mahmut Efendi’nin bacanağı hem hastalandığında onu Beykoz Çavuşbaşı’na getiren isim hem de cemaat içinde etkili Marifet Grubu öncülerinden.

8 Ekim 2016 tarihli Yeni Şafak’ı açıyorum:

Keskin’in, Ustaosmanoğlu’nu adeta Kavacık’taki Külliye’ye hapsettiği biliniyorKeskin’in izni olmadan Ustaosmanoğlu ile kimsenin görüştürülmediğiİsmailağa cemaati içinde uzun zamandır tartışılan konuların başında geliyor.”

Yetmemiş...

Yeni Şafak, Keskin’i şöyle tanıtmış:

15 Temmuz darbe girişiminden haberdar olduğu ve girişimden önce Cübbeli’yi arayarak ‘Sakın evden çıkma, hiçbir yere demeç verme’ dediği...

Öncesi de var...

Beykoz’da Mahmut Efendi için yaptırıldığı söylenen külliye, cemaatin fraksiyonları tarafından hükümete şikâyet edildi. 8 Şubat 2016 tarihli Yeni Şafak’tan aktarayım:

Marifet Derneği tarafından Beykoz Çavuşbaşı’ndaki orman arazisine kaçak olarak yaptırılan inşaat bu sabah yıkıldı.”

Hükümet yaptırdığımız camiyi yıktı” sözleri dolaştı durdu.

HOCAEFENDİ DE’ İDDİASI

Düşmanlık bu kadar değil...

Yeni Şafak arşivi, dahasını da söylüyordu:

Zekeriya Özün görevdeyken Çavuşbaşı’na giderek Muhammed Keskin ile görüştüğü iddia edilirken...

Kısacası İsmailağa’nın kimi hocaları, Mahmut Efendi’nin akrabaları, bizzat hükümet medyası tarafından FETÖ bağlantısıyla itham edildi.

Öyle ki...

Mahmut Efendi’nin vefatının ardından, FETÖ liderinin yayımladığı taziyenin sorumlusu bile, İsmailağa’daki post kavgalarıydı. Zira Ustaosmanoğlu’nun “Fethullah” diyen birini, “Hocaefendi de” diye uyardığı iddiası da cemaatten çıkmıştı.

Her hocanın bir mescit, vakıf, dernek veya yayınevi etrafında halkalar kurduğu İsmailağa, Mahmut Efendi’nin vefatından çok önce parçalanmıştı. Her grup En Mahmut Efendici benim demek adına zaman zaman ipin ucunu kaçırmış, Allah’ın Ete kemiğe büründüm Mahmut diye göründüm” dediğini vaaz kürsülerinden anlatanlar bile çıkmıştı. Savaş öyle sertti ki Metin Balkanlıoğlu gibi öldükten sonra belden aşağı çeşitli dedikodularla itibarsızlaştırılanlar bile oldu.

Dinin dinle, mezhebin mezheple, tarikatın tarikatla, hocanın hocayla bitmez kavgası...

Kaderini din ulemalarının değil, artık siyasetin tayin ettiği cemaat için, 92 yaşındaki Hasan Kılıç’ın yapacağı en hayırlı iş, “herkes kendi yoluna” diyerek müritleri özgürleştirmek!

Yaşarken ölüme doğru koşuyoruz. Her cenazede sonu yeniden hatırlıyoruz. Çok değil, kalabalık dağılınca, yaşamın sıcaklığının ölümün soğuğundan güçlü olduğunu nasıl da hissediyoruz!

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet


Enflasyon neymiş Almanya’ya soracaksın! - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet


 Son yazılar “demokratik devrim” arayışına çıkıyordu. Yakın tarihin verdiği pergelin bir bacağı 80 yıl önceye yerleşmişti. Şimdi biraz da “karşı devrim” arayışına girelim. Ama, iktisatçı gözlükleriyle ve 100 yıllık bir pergelle. Pergeli Almanya’ya yerleştirelim. Işık tutacak mı, bakalım.

Biliyoruz, 1918 Kasım’ında Almanya “Büyük Savaş” sonunda “hükmen yenik” ilan edildi. Kabul etti. Galipler, İngiltere, Fransa, ABD, İtalya 1919 Ocak’tan başlayıp beş ay Paris’te aralarında görüşüp pazarlık yaptılar. Sonunda, Almanya’nın boynuna “savaş suçlusu” yaftası astılar. Haziran’da Almanya Versay’da “kabul” imzasını attı. Egemenliğini haciz altına aldılar. Haciz bedeli, savaş yıkımının günahı olarak, “savaş borcu”dur dediler. O güne kadar borçsuz Almanya’nın sırtına ağır mı ağır bir yük yüklendi. Ne kadar? Bir Savaş Borçları Komisyonu kurdular, o belirleyecek. Her büyük savaş sonunda galipler bir yeniden bölüşüm yaparlar. Ünlü Alman enflasyonunun öyküsü buradan başlıyor. Bu öykü herkese lazım. 

             (1923 yılında, “savaş borçlusu” Almanya’nın enflasyonunda paralarla oynayan çocuklar.)

ENFLASYONLA YENİLMEK

Yenilmek nedir? Savaşla mı adı konulur, yoksa ekonomi ve finansla bir yol açılıp gerçeğini orada mı bulur? Almanya’nın öyküsünde bazen yavaş, bazen hızla oluşan aşamalar var. Birinden sonrakine geçtin mi, geri dönüşü yok. Son aşama “ağır deflasyon trajedisi” ve “buharlaşan egemenlik” ile bitiyor, 1924’te. Sonrasına, hele 1930’ların Almanya’sına şimdi girmeyelim. 

Büyük, uzun süren savaş her devlette bütçe açığı yaratır, harcama durmaz. Savaş bitince, yeni harcamalar zorunlu olur, açık devam eder. Almanya savaştan sonra biraz vergi artırdı, biraz harcama kıstı, ama yetmedi. Kısa vadeli borçlanma ile açığı kapatmaya yöneldi. Bu borçlanmanın “reel” maliyeti ise ancak “bir miktar enflasyon” yaparak düşürülebilirdi. Böyle yapıldı. Merkez Bankası (Reichsbank) kamu borç kâğıtlarını alarak açığı finanse etmeye başladı. Yabancı yatırımcılar da aldılar. Büyük sanayi kapitalizmi Almanya’nın parasının, Reichsmark’ın (RM) zamanla değerleneceği beklentisinde idiler. Bu sermaye girişleri RM’ı değerce yüksek tuttu. Ne zamana kadar? Borçlar Komisyonu’nun Almanya’ya “Borç tutarın belli oldu: 132 milyar ‘altın RM’ ödeyeceksin!” dediği 5 Mayıs 1921’e kadar. Londra Ültimatomu, diye bilinir. Bu, Alman ulusal gelirinin üçte birini taksit taksit alıp götürecek bir tutardı! Enflasyon öyküsünde 1. aşamanın sonu oluyor.

Niçin böyle?  En başta Fransa var. Savaşın gerçek yıkımına uğramış, parasız ve borçlu Fransa bastırıyor. Almanya ödedikçe o toparlanacak; aksattıkça, geciktirdikçe dişlerini gıcırdatıyor ve kendi deyişleriyle, Almanya’yı “Osmanlılaştırmak, yani, uluslararası borç kölesi haline getirmek” istiyor. Parasız kalan Fransa, Wall Street’ten yalvararak yüksek faizle borçlanmaya çalışmaktadır. Bir yandan da Almanya’ya bastırıyor. “Ültimatom”un başını çekiyor. Ve böylece, 10 Mayıs’ta Alman Hükümeti düşüyor. Yenisi (Merkez Partisi’nin toparladığı orta-sağ koalisyon) durumu idare edecektir. O kadar. “Ültimatom”dan itibaren dikkat çekici olan: 1) Alman siyasetinin dokusu bu tablo karşısında güçsüzdür ve taze güç toplayamaz. 2) Para otoritesi Reichsbank ise adım adım artan belirsizlikleri yönetemeyecektir.  Öykünün odak noktasında bu ikisi var. “Ültimatom” bir turnusol kâğıdı olmuştur. 

Londra’dan altı ay sonra, bu kez 12 Kasım’da Alman sermaye sınıfının ‘ültimatom’u geliyor: Alman sanayi bölgesi Ruhr’un en büyük “baron”u Hugo Stinnes’in öncülüğünde toplanan iş çevreleri, güçlü sağ kanadının yükselen sesiyle, “8 saatlik işgünü başta, tüm sosyal haklara son verilsin ve Almanya devlet demiryolları tüm varlıklarıyla özelleştirilsin” der. Bu ses şüpheleri somutlaştırır: “Sermaye” Almanya’yı borç için kaynak yaratacak bir mali yapıya sahip görmüyor, demektir! (Alman sermaye sınıfının Ekim Devrimi korkusunu da unutmayalım!) Böyle şeyleri kapitalizmde, önce döviz kuruna bakarak okuruz. O zaman da böyle oldu: RM, Amerikan doları karşısında 99’dan 263’e düşüverdi. Ve Ekonomi Bakanı Hirsch açık konuştu: “Doların 300 ya da 500 RM olasılığını düşünmek istemeyiz. Bugünkü parasal koşullarda bağımsız (egemenliğe sahip) kalıp kalamayacağımızı ya da kalmak isteyip istemediğimizi düşünmek istemiyoruz!”. Dikkat edelim, “egemenlik” diyor. Büyümeye başlayan bir “anafor”u görüyor. Ve güçsüzlüğü dile getiriyor.

Fransa Almanya’nın yapışık, ama zıt, kriz kardeşidir. “Anafor” Fransa’yı da vurarak hızlanır. Orada siyaseti sertleştirecektir. 1922’de, 12 Ocak’ta orta-sağ çoğunluk “esnek” Başbakan Aristide Briand’ı indirir, sertlik politikası sahibi Raymond Poincaré’yi getirir. Almanya’da da orta-sağ, Fransa’da da! Ama zıt kardeşler. Fransa Almanya’yı “borç kölesi” yani, “2., 3. sınıf devlet” yapma niyetinde ısrarlıdır. Oradan ilerler. Ancak, bu çizgi “Alman öyküsü”nü yaratan etkenlerden sadece biridir. O kadar.

‘DIŞ ETKEN’

“Öykü”nün odak noktasına işaret ettik: Alman siyaset topluluğunun çok parçalı, zayıf kalan yapısı ve Reichsbank’ın krizdeki yönetim tarzı. Siyaseti uzmanlarına bırakalım. Reichsbank’a (RB) bakalım. RB yetkilileri gitgide yerleşen enflasyonun kendine özgü yeni yeni etkiler yarattığını, bunun dinamiklerini gördüler. Yani, enflasyonun seyri içinde fiyatlar önceden kestirilemeyen istikrarsızlıklar gösteriyor, yatırımcılarda da bilinmeyen beklentiler yaratıyordu. Çeşitlenen, artan ve yönetilemeyen istikrarsızlıklar. Ama RB, dalgaları gitgide kabaran bu denizde, hep iki politika çizgisinde ilerledi: Bir, hazinenin kısa vadeli kâğıtlarını almayı sürdürerek ‘açık finansmana devam’ dedi. Ve iki, Alman sermayesine enflasyonun çok altında reel faizli kredi pompalıyordu; buna da “devam” dedi. Borç Komisyonu üyesi, iktisatçı Bresciani-Turroni şöyle yazmıştır: “Bu politika iş dünyasına sağlanan bir ‘gayri meşru sübvansiyon’du. Israrla yürütüldü ve öyle bir teşvik politikası yarattı ki, böylece çeşitli iktidar blokları ve çıkar grupları oluştu ve bunlar bu enflasyon mekanizmasının sürmesi için çalıştılar!” Biz okuyuculara “dış etken”e fazla takılmayın, önce Alman sermaye sınıfının ne yaptığına bakın, demiyor mu?

RUBİKON!

1922 Mart’ında Almanya borç taksiti ödeyince RB’deki rezervleri dibe yaklaştı. Parasal savunma gücü biraz daha azaldı. Ödeme takatinin daha da zayıflayacağı görünür oldu. Sermaye ve mülk sahipleri ise toplumca karşı karşıya kalınan faturadan uzak duruyorlardı. Savaşta vergi vermemişlerdi. Şimdi de “Fransa’ya gidecekse niçin devlete kaynak sağlayalım” diyerek geçiştiriyorlardı.  

Enflasyon “öykü”sünün 1. perdesi sona yaklaşırken 2. perdeye geçiş için adeta beklenen “şok” geldi. 24 Haziran’da (tam 100 yıl önce) ırkçı çeteler Dışişleri Bakanı Walther Rathenau’yu vurdular. AEG’nin sahibi, liberal, Yahudi kökenli, iş bilen bir adamdı. Savaş yıllarında hükümette görev alıp, 20. yüzyıl planlamasının ilk örneği olan lojistik tasarım ve uygulamanın sahibiydi. Bakan olarak, “savaş borcu”nun anlaşmayla çözümüne, sertliği durdurmaya çalışıyordu. Suikast Fransa’nın ödünsüz çizgisini beslerken, uluslararası finans sermayesinin katılaşan olumsuz tutumunu da ateşleyen etki yaptı. Temmuz’dan sonra, RM karşısında doların artış hızı iç fiyatların artış hızını aştı. Artık “RM düşecek!” beklentisi egemendi ve enflasyon Almanya’yı yenmek üzere “Rubikon”u geçmişti. Bu kırılma noktası oldu ve sonra iç fiyat artışlarıyla döviz kuru arasında hızlanan yarış başladı. 1922 sonunda dolar 24 kat değer kazanmış, para arzı 16 kat, iç borç da 5 kat artmıştı. Bir “enflasyon dersidir”, diyebiliriz.

Sonrası Alman toplumu için hazindir. Kriz yerleşirken İngilizler Poincaré’yi yumuşatmaya çalıştılar, fayda etmedi. 10 Ocak 1923’te Fransız ordusu, Belçika’nın da desteğiyle sınırı geçip Ruhr’a girdi, “Ödemiyorsun, gelip alacağım!” diyordu. Ruhr’da işçiler üretimi durdurdu. Alman hükümeti onlara ücretlerini ödemeyi sürdürdü. Para basıyordu. Siyaset zemininde inandırıcılık kaybolurken, Almanya son bir çabayla, RM’yi tutabilmek için son rezervlerini de kullandı. Gerisi biliniyor: Toptan eşya fiyatları indeksi, 1913 yılını 1 kabul edersek, 1920’de 15, 1922’de 342, 1923 Ocak’ta 2.783, Aralık’ta ise 1.261.000.000.000 olacaktır. Yani, Merkez Bankası (RB) binası yerinde duracak, fakat Alman parası RM yok olacaktır! Sistem içinden “gümledi”.
 

BÖLÜŞÜM MÜCADELESİ

Sona geliyoruz. (Sonun sonuna değil!) 1923 Kasım’ında Hjalmar Schacht “yok” olan RM’yi yeniden var edebilmek için sahneye çıktı. Bunu kısaca anlatmıştım (14 Mart 2022).  Almanya’nın enflasyonla altüst oluşundan sonra, onun yarattığı başka bir “öykü” olan yapay bolluk dönemi başlayacak (1924-‘28) ve onun devamı da trajik, bir başka “öykü” (1929-1945) olacaktır. Şimdilik şunu vurgulayalım: 1924’te Almanya, Chicago’lu banker Charles Dawes başkanlığında bir uluslararası heyetin yapacağı programa ve denetimine teslim oldu. Bu çerçevede çıkarılan 30 Ağustos 1924 tarihli banka yasası Reichsbank’ı “bağımsız” olarak kuruyordu. “Bağımsız” merkez bankasının 14 kişilik yönetim kurulu üyelerinin yarısı yabancı temsilcilerdi ve öteki üyeler ile başkan bunların oylarıyla seçiliyordu! Fazla bilgiye gerek yok. Şunu görmek yeterlidir: Almanya 1918 Kasım’ında hükmen yenilmişti. 1923 sonunda enflasyonla, nakavtla yenildi. 1918’de egemenlik haciz altına alınmıştı. 1923’te bu haciz iyice ağırlaştı, egemenlik ‘yok’ derecesine indi. Almanya enflasyon ‘anaforu’na isteyerek, tasarlayarak girmedi. Ama, ‘anafor’dan çıkamazsa egemenliğin kaybolacağını öngöremedi. Alman siyaset topluluğu yetersiz kaldı ve zincirleme yetersizliklerin kurasından sonunda 1930’ların tablosu çıktı.

Görünen o ki Alman sermaye sınıfı enflasyonu sevdi. Fiyatlar arttıkça kârları da olağanüstü arttı ve borçları, yükümlülükleri “reel” olarak sıfırlandı. Servetini korudu. Heyecanla, Dawes komisyonunun sonunda onlara getireceği “müjde”yi, Wall Street kredilerini bekledi. Egemenlik verilerek krediler alındı. Sermaye 1924 sonunda buna kavuştu.

Biliyoruz, enflasyon içeride bir bölüşüm mücadelesi alanı açar. Mücadele sürecinde emekçiler kaybederler. Sonunda (Dawes noktasında) “çözüm” olarak getirilen “ağır deflasyon”da bir daha kaybederler. Toplumun dokusu biraz daha bozulur. Böyle oldu. Üst üste yaşanan bu iki süreç (enflasyon ve deflasyon) toplumda birbirini çoğaltan umutsuzluk dalgaları yaratır. Faşizm, biliniyor ki, daima umutsuzlukla beslenir. Kendini “bir çeşit devrim” gibi sunan karşıdevrim o ortamda öngörülebilenden daha hızlı doğum yapar.

BİRAZ İKTİSAT

Çok değil, biraz. Sermaye sınıfının Alman ‘elit’leriyle ortak görüşü “Bizi ihracat kurtarır!” söyleminde buluşuyordu. “Ucuz ve sürekli kredilerle desteklenmeliyiz” söyleminin ikizi idi. Merkez bankası (RB) da bu bakışı paylaşıyordu. “Savaş borçları” boyunduruğundan çıkış için bu politikayı benimsiyordu. Ticaretin politikası. Dış ticaretin bir “fazla” yaratacağı ve borç ödemelerinin bu sayede yapılacağı, diye basitleştirebiliriz. İktisatçı diliyle, ödemeler dengesinde ticaretin, yani mal ve hizmet işlemlerinin toplamını gösteren “cari hesabı”nda bir “fazlalık” yaratma politikası. İyi güzel de, “normal” ve “anormal” zamanların politikaları acaba örtüşür mü? Ödemeler dengesinin bir de ‘sermaye hesabı’ bölümü var. Orada ülke mülkiyetinde bulunan ‘varlıklar’ın fotoğrafını görür, bunlardaki değişmeyi okuruz. (“Varlıklar”ın stokunu.) 1918 Versay kararı ile ‘galipler’ Almanya’nın bu “varlıkları”nın eritilmesini hedefe koymuştur.

‘TARİHİN SUNDUĞU ZAMANLAR’ 

O halde, işin bam teli Almanya’nın birdenbire içine düştüğü “anormal zaman”da, savunmasını ne yapıp edip “sermaye hesabı”nı koruma üzerine kurabilmesi değil miydi? Burada iktisatçının ve özellikle merkez bankası uzmanının entelektüel kapasitesi ve yaklaşımına geliyoruz. Önemli konu. Çünkü, “sermaye hesabı”nın yönetimi esasta merkez bankasının işidir. 1918-1924 gibi bir ‘anormal zaman’da ise bu bambaşka boyut kazanıyor. Ülke egemenliğinin korunması boyutu. Alman enflasyonu üzerine çok çalışma yapılmıştır. Görüşler Reichsbank’ın bu “anormal” zamanda pasif kalışını vurgular. Reichsbank, “Para talebine bakar, politikamızı buna ayarlarız” demiştir. Ve 1923’e, geri dönüşü olmayan aşamaya böyle gelinmiştir. Ciddi bir noktadır. Merkez bankacılar düşünmelidir. Değinmekle yetinelim. Ama düşünelim.

Bunları bugünün Türkiye’si için mi yazıyorum?  O aklımızda, ama ayrı bir yazı konusu. “Tarihin sunduğu zamanlar” birbirinden farklıdır. İçinde daima farklı ve benzer elemanlar taşır. İktisatçı ise sadeleştirmek ister. Sadeleştirebilirse işin karmaşık boyutlarını da keşfedecektir. Enflasyon bu olanağı veriyor. Pergeli kullanarak ilerleyelim.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

Çok şey söyleyip bir şey anlatmama sanatı! -Mehmet Y. Yılmaz /T24-

Cumhurbaşkanı “altı doldurulmamış sözlerle sürece sahip çıkıyormuş gibi görünme” konuşmalarını hep yapıyor. Ama esasen hiçbir şey söylemiyor...