Avrupa genelinde aşırı sağ neden/nasıl yükseliyor? - Hazırlayan: İbrahim Varlı / Yazı dizisi-BİRGÜN

 

Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor; neo faşizm

Karl Marx ve Friedrich Engels, 1848’de kaleme aldıkları Komünist Parti Manifestosu’nda "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor—Komünizm hayaleti. Eski Avrupa'nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler” diye vurgularlar.

Bilimsel sosyalizmin kurucu önderlerinin bu tespitlerinin üzerinden neredeyse iki yüzyıl -175 yıl- geçti. Bugünlerde Avrupa semalarında dolaşan hayaletin adı; neo faşizm.

Kıta Avrupası’nın tamamında aşırı sağ, ırkçı, neo faşist partiler hızla yükseliyor. Kapitalizmin krizi, savaş ve yabancı düşmanlığından beslenen aşırı sağcılar, hemen her ülkede parlamentolara girmiş durumdalar. Avrupa ve genel olarak Batı dünyasında dalgalanan faşizmin kara bayrakları "zamanın ruhu"na (zeitgeist) dair pek çok anlatıyor.

Ne yaşananlar bir tesadüf ne de ırkçı-faşist partilerin güç kazanması. Dünyanın "müreffef" Batı yakası gün geçtikçe sağa, daha sağa doğru kayıyor. 

***
Avrupa'da son dönemlerde yaşanan aşırı sağcı yükselişe bir göz atılacak olursa, tehlikenin boyutu daha net bir biçimde anlaşılmış olur. 

• Almanya'da aşırı sağcı, yabancı düşmanı Almanya için Alternatif (AfD) birer hafta arayla yapılan seçimlerde önce kaymakamlık ardından da belediye başkanlığı seçimini kazandı.


• İtalya’da Giorgine Meloni liderliğindeki post faşist, faşist diktatör Mussolini kalıntısı İtalya’nın Kardeşleri geçen ekim ayında iktidara geldi.

• Fransa’da göçmen karşıtı Marine Le Pen ülkenin ilk aşırı sağcı lideri olmaya doğru yol alıyor.

• İspanya’da bu ayın sonunda -23 Temmuz- yapılacak erken genel seçimde Franco artığı Vox Partisi büyük bir yükselişte. Üçüncü büyük güç konumundaki Vox'un iktidar ortağı olması bekleniyor.

• Portekiz’de aşırı sağcı Chega’nın ayak sesleri daha gür geliyor. André Ventura önderliğinde parti önemli bir güç olmaya aday. Ekim 2019'daki seçimde Chega (Yeterli) Partisi mecliste bir koltuk kazanırken, oylarında ciddi bir artış var. 

• Yunanistan’da 25 Haziran’daki seçimde aşırı sağcı üç parti -Spartalılar, Niki, Elliniki Lisi- birden parlamentoya girdi. Toplam oy oranları yüzde 14'leri buldu. Bu ülkede bir ilk anlamına geliyor.

• İskandinav ülkeleri İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya’da aşırı sağcılar ya iktidar ortakları ya da muhalefetin en büyük bileşenleri.

Peki, güvenlik ve kimlik endişelerinin yükseldiği günümüzde seçmen desteğini artıran ve son zamanlarda büyük bir ivme yakalayan radikal sağ neden, nasıl yükseliyor. Aşırı sağın beslendiği dinamikler nedir?, Savaş, ekonomik kriz, güvenlik kaygısı nasıl fırsata dönüştürüldü?, Neo faşizmin ayak sesleri gelirken sol neden edilgen? Belçika'dan Fransa'ya, Almanya'dan Portekiz'e, Yunanistan'dan İspanya'ya, İngiltere'den İsveç'e uzmanlar, akademisyenler, araştırmacılar yazdı.

                                                                      /././

Krizden besleniyorlar " İSVEÇ" (Ali ÖZTÜRK, Araştırmacı-Yazar)

Refah devleti şovenizminin bir ifadesi olan "Önce İsveçliler" söylemi aşırı sağcı İsveç Demokratlarının da argümanı. (Fotoğraf: bohuslaningen.se)

Sosyal demokrasinin kalesinde ırkçı İsveç Demokratları ülkenin ikinci büyük gücüne dönüşürken koalisyon hükümetine de dışardan destek veriyorlar. Merkez partilerin erimesi aşırı sağı besliyor.

İkinci dünya savaşı faşist, nazist ve ırkçı fikirlerin nerede ise bütün dünyayı tehdit ettiği, etkilediği bir dönem olarak karşımıza çıktı. Devletler düzeyinde örgütlenmiş olan bu yapılar savaş sonunda yenildiler ancak özellikle 1990’lı yıllarda sosyalizmin tarihsel bir döneminin yenilgi ile bittiği krizlerin ve umutsuzluğun hâkim olduğu bir dönemde yeniden yükselişe geçtiler. Savaşı takip eden on yıllar boyunca Batı Avrupa Demokrasileri dikkat çekici bir biçimde sosyal ve politik rahatlık dönemi yaşadılar ancak ellili yılların toplumsal uzlaşı ve umut dolu yılları 70’li yılların sosyal hareketleri ve krizler sonucunda iyimserliğin kaybolduğu, refah devletinin zayıfladığı bir döneme evrildi.

Bugün Avrupa’daki birçok ülkede yabancı düşmanı, aşırı sağcı, ırkçı ve faşist hareketler önemli bir politik güç biriktirdiler. Burjuvazinin genel olarak artık bir gelecek tahayyülünün olmadığı sosyalistlerin ise genel olarak etkisiz ve zayıf olduğu içinden geçtiğimiz dönem, çözülemeyen krizler nedeni ile umutsuzlukla yoğrulan kitleler için önemli bir çekim merkezi olmaya devam ediyor.

İSVEÇ’İN CİLALI İMAJI

İsveç’in dışarıdaki imajı kuzeyin incisi, çevreci ve barış destekçisi, insan hak ve özgürlüklerine saygılı, cinsiyet eşitliğinde ön sıralarda yer alan bir refah devleti üzerine oturtulmuştur. Yine İsveç özellikle 1960’lı yıllarda üçüncü dünyadaki özellikle Latin Amerika’daki  bağımsızlıkçı/sosyalist hareketlere Afrika ve Güney Afrika’daki ırk ayrımcı yönetimine karşı ANC’ye verdiği destekle bilinmektedir. Bununla birlikte İsveç hakkında bilinmeyen ya da çok dillendirilmeyen ancak  adil bir resim oluşturulması için gerekli olan başka parçalar da vardır. Bu yazı da bu konularda genel bir çerçeve çizmeye çalışılacaktır.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE NAZİZMLE İŞBİRLİĞİ

İsveç ikinci dünya savaşında tarafsız (!) kalmış ve Nazilerin kendi ülkelerinden tren yolunu kullanarak geçip Norveç’i işgal etmesini kabul etmiş olan bir ülkedir. Nazizm’in yükselişte olduğu dönemde Uppsala kentindeki Irk Biyoloji Enstitüsünün ari ırkın kafatası ölçülerini belirleme konusundaki çalışmaları çok bilinen bir durum değildir. Yine o dönemde Yahudilerin pasaportlarını (J) harfi basılarak kolayca ayırt edilmelerinde de İsveç’in payı vardır 1941 Stalingrad yenilgisine kadar ülkeye bir tane bile ‘Yahudi’ kabul etmeyen İsveç savaşın sonlarında Beyaz otobüsler ile Yahudilerin İsveç’e gelmesini örgütlemiştir.

IRKÇILIK, NAZİZM FAŞİZM VE ŞİDDET

Irkçılık tarihin sınıflar ya da uluslar arasında değil kendi ırkının diğer ulus ya da ırklardan daha iyi, üstün olduğu ırklar/milletler arasında bir mücadele savı üzerine şekillenmiştir. Siyasal alanını genişletmek için ‘düşman olarak tarif ettiği herkese saldırmaktan hatta iktidara geldikleri yerlerde -ikinci dünya savaşında Yahudi ve Romenlerde olduğu gibi- katliamları siyasal bir araç olarak kullanmaktan çekinmeyen bir harekettir. İşte İsveç Demokratları bu geleneği devam ettiren bir parti olarak İsveç’in polarize olmasını engellemek ve ortak kültürel bir kimliği korumak için ülkeyi istila ettiğini iddia ettiği yabancılara (onlar) ve biz (etnik İsveçliler) çatışmasına taraf olmak için kurulmuştur.

İSVEÇ İSVEÇLİ OLARAK KALMALI!

İsveç demokratları (İD) kendisini daha önceleri  milliyetçi demokrat bir parti olarak tanımlasa dahi 2021 yılından beri kendisini milliyetçi, sosyal muhafazakâr bir parti olarak tanımlıyor. Ancak bu kendi tanımlamaları diğer yapılar tarafından ırkçı, aşırı milliyetçi, aşırı sağcı popülist hatta faşist olarak tanımlanıyor. Parti temel olarak mülteci-göçmen alımın sınırlandırılması/durdurulması, suçla  etkin mücadele edilmesi, emeklilerin koşullarının iyileştirilmesi gibi söylemlerle kendini görünür kılıyor. Partinin ilk defa oy kullanacak genç seçmenler arasında geçen seçimlerde aldığı oyun nerdeyse iki katını almış (% 12- %22 olması da altı çizilmesi gereken bir durum. 2006 yılında partinin yükselişi geleneksel sağ- hatta sosyal demokrat partileri tehdit eder hale gelmişti. Bu gelişmeler karşısında Ilımlılar, mülteci ve göçmen meselesini seçimlerin ana ekseni olarak gördüklerini açıkladılar. Sosyal demokratlar ise İD konusunda sessiz kalıp görmezden gelmeyi tercih ettiler.

İsveç Demokratları 6 Şubat 1988 yılında Stockholm’de kuruldu Genel Başkanı 2005 yılından beri Jimmie Akesson.  Partinin kurucuları arasında daha önce aşırı sağcı, nazist partilere üye birçok isim bulunuyordu. Parti’nin ilk programında ‘Biz İsveç’in sahip olduğu sorunların büyük bir bölümünün milliyetçilik merkezli bir siyaset çözülebileceğine inanıyoruz denilmişti.

Partinin oy oranlarını incelediğimizde karşımıza şu tablo çıkıyor;

1991 yılında Meclis ve Belediye seçimlerine katılan İsveç Demokratları ilk defa belediye seçimlerinde 1 encümen kazandı. 2010 yılında yapılan seçimlerde yüzde dört barajını yüzde 5,7 oy alarak aşmayı başardı. 2002 seçimlerinden sonra yapılan bütün seçimlerde oylarını iki katına çıkarmayı başarması ile dikkatleri üzerlerine topladılar. Meclise girmeyi başarmış olmasına rağmen 2021 yılına kadar mecliste bulunan diğer partiler hiçbir şekilde beraber hareket etmeyi kabul etmedi ve parti tümü ile yalıtıldı. 2021 yılında mecliste yer alan ID’den sonra en büyük sağcı parti olan Ilımlılar (Moderaterna) ve Hıristiyan Demokratlar (HD) iş birliğine artık açık olduklarını deklere ettiler. Bunu Liberal partinin tutum değişimi takip etti. Sosyal Demokrat İşçi Partisi, Sol Parti, Çevre partisi ve Merkez parti ise hala ID ile iş birliği yapma fikrine hala uzak duruyorlar. İsveç demokratları 2014 seçimleri sonrasında aldığı %9,7 oyla  Avrupa Parlamentosu’nda temsil ediliyor ve Avrupalı Muhafazakâr ve Reformistler grubuna üyedir.

1922 yılında yapılan seçimlerde İsveç’in ikinci büyük partisi olmasına rağmen İD hükümet kuracak parlamento çoğunluğu sağlayamayacakları ve toplumsal tepki nedeni ile geleneksel merkez sağın kurduğu koalisyon hükümetinde yer almamış, kurulan sağcı azınlık koalisyonuna dışardan destek vermeyi tercih etmiştir. 

AVRUPADA AŞIRI SAĞCI DALGA

Sadece İsveç’te değil bütün Avrupa’da ortaya çıkan bu durumun tarihsel süreçlerle birlikte olayın enine boyuna irdelenmesi zorunluluğunu ortaya çıkardı. Geçmişten gelen ve süreğenleşen ile farklılaşan konuları inceleyen bu çalışmalarda neden sonuç konusunda farklı fikirler ortaya sürüldü. Kimileri bu gelişmenin nedenini ekonomik krizlere ve çok hızlı yaşanan toplumsal dönüşümlere bağlarken, kimileri de  68 hareketinin devamı olarak ortaya çıkan sol liberalizm ve Marksizm’e  ve özel olarak kadın hareketi, HBTQ hareketine ve çevre hareketlerine bir tepki olarak ortaya çıkan bir hareket olduğunu savunuyorlar. Bu araştırmalar yeni aşırı sağcı hareketlerin birçoğunun kökenlerinde Nazi ya da faşist hareketlerle indirekt  bağlantıları olduğunu ortaya koyuyor. (Front National, Vlaams Belang, SD). Ancak Danimarka ve Norveç örneklerinde olduğu gibi halkın durumdan duyduğu memnuniyetsizlikleri popülist  şekilde örgütleyen aşırı sağcı partiler de var. Genel olarak Avrupa toplumlarında  mülteci-göçmen konusunun gündemin üst sıralarına yükselmiş olması nedenlerden biri ise diğer neden ise seçmenlerin geleneksel parlamenter partilerden umudunu kesmiş olmasıdır. Genel olarak seçmen kitlesi biriken sorunlardan egemen siyasi partileri sorumlu tutarak çözümün sorunu yaratanların dışında kalan partiler tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini savunmaktadır.

Endüstri toplumundan, post endüstriyel topluma geçilmesi, artan uluslararası rekabet, refah devletlerinin krizi aşırı sağcı partilerin söylemlerinin özellikle diğer rejim partilerinden umudunu kesmiş olan işçiler ve memurlar ev küçük teşebbüscüler arasında karşılık bulmasına neden oldu. Geleneksel rejim partilerinin ekonomi politikalarının birbirinin benzerine dönüşmesinin de bu sürece ciddi etkisi olduğu ve bu alanı aşırı sağcı/faşist hareketlerin doldurduğuna dikkat çekerek partilerin yeni liberalizm, yabancı düşmanlığı ve otoriterlik üzerine şekillendiğini söylüyorlar.

Post endüstriyel topluma geçiş yeni bir alt sınıf yarattı bu durum toplumlarda derin  sosyal gerilimler  yaratmakla kalmadı adete toplum içinde bir yarılmaya neden olduğunu savunan tezler aşırı sağcı partilerin gelişimini kapitalizmin krizleri ile eşleştiren ve  liberal demokrasilerde olağan olmayan durumların bir sonucu olarak ortaya çıkması ile açıklamaya çalışmaktadır. Ancak bazı empirik veriler durumun sadece bununla açıklanamayacağını göstermekte ve kanıt olarak da işsizliğin görece düşük, refah devletinin genel olarak işlediği, iş piyasasının çatışmadan uzak olduğu yani ‘toplumsal krizlerin’ etkisinin az olduğu Norveç, Danimarka’da bu hareketlerin güçlendiği hatırlatılıyor.

Yine İsveç’te ekonomik büyümenin had safhada olduğu bir dönemde ortaya çıkan ve meclise girmeyi başaran yabancı düşmanı aşırı sağcı Yeni Demokrasi partisi (1991-2000) 1930’ların krizlerini andıran bir kriz döneminde kendisini lav etmek zorunda kalması da aşırı sağın krizler nedeniyle güçlendiği tezini çürüten bir örnek olarak gösterilmektedir.

GELENKSEL PARTILER NEREDE HATA YAPIYOR?

Aşırı sağcı/yabancı düşmanı partilerin yükselişe geçtiği dönemlerde egemen  sağ siyasi partiler bunu karşı söylem geliştirmek yerine onların ‘siyasi önermelerini sahiplenerek’ duruma müdahil olmaya çalışmaktalar. Bu da merkez sağ partiler ile aşırı sağcı partilerin birbirlerine benzemelerine ve geçirgen hale gelmelerine neden olmakta aşırı sağcı partilerin yasa önerileri bir süre sonra geleneksel egemen siyasal aktörler tarafından hayata geçirilmektedir.

Irkçılık karmaşık bir olgudur ve esneklik ve dönüşüm yeteneği bu ideolojinin temel özellikleridir. Bu nedenle, onu analiz eden araştırmanın hem intrapsişik hem de sosyal fenomenleri içeren ve bireysel özelliklerin yanı sıra kurumsal özelliklere odaklanan bir anlayış çerçevesine sahip olması gerekir. Aşırı sağcı partiler için ‘ırkçı’ tanımlamasını kullanmak yerine daha yumuşak kavramlar; yabancı korkusu, yabancı düşmanlığı, göçmen düşmanlığı tanımları kullanılmakta kültür ırkçılığı kavramı dışında ırkçı kavramını kullanılmaktan imtina edilmektedir. Aslında yapılması gereken şey ‘ırkçılık’ kavramından uzaklaşmak değil  tam tersine birden fazla ‘ırkçılıklardan’ söz etmek olmalıdır. Bir yandan  dışlayıcı ırkçılık olarak kaybedenlerin ırkçılığından söz ederken öte yandan ‘kazananların’ yani  kapitalizme entegre olmuş ve küresel ölçekte kendisini yeniden üreten ve toplumun merkezinde olanların ‘sömürücü ırkçılığından’ söz etmek gerekiyor.

Son dönemde kullanıma sokulan ‘Nefret suçu’ kavramı da sorunludur. Bu kavramsallaştırma, ırkçılığın bir güç eyleminden bir duyguya veya psikolojik niteliğe dönüşmesine neden olmaktadır. Nefret suçu kavramının, ırkçı ifadelerin psikolojik eğilimlere, duygusal bir etkiye, eksikliğe ve bu şekilde anormal ve olağandışı  olarak atfedilmesine neden oluyor. Böylece ırkçı ve cinsiyetçi eylemler sessizce duygu ifadelerine, tutku suçlarına dönüştürülüyor.

Güç, başka bir kişi veya kaynaklar üzerindeki kontrol (en azından potansiyel olarak) ve genellikle kişinin kaynaklarla olan ilişkisidir. Nefret suçu olarak tanımlanan olgulara ilişkin suç ya da suçları işleyenlerin yaşamın diğer alanlarında güçten yoksun  olsalar da ırkçı ideolojiyle özdeşleşerek bir güç sahibi konumuna geldiklerini göstermektedir. Ancak  aşırı sağ ve ırkçılık konusunda bir açıklama modeli oluşturulmak isteniyorsa- ki bunun yapılması gerekir- feminizm, sömürgecilik sonrası psikoanalitik teori ve sosyal psikolojinin de dahil edildiği bir çalışma modeli olgunun anlaşılması ve çözümlenmesi konusunda yardımcı olacaktır. Aksi takdirde, insanların kaygı ve korkuları hakkındaki konuşmaları basit ve düz bir soruna indirgenmiş olacaktır.

Milliyetçi ideolojilerde kadınlara ’ulusun geleceği’ için özel bir rol atfedilmektedir özellikle aşırı sağcı çevrelerde dışardan gelen göçün en azından dengelenmesi için çocuk doğum oranın yükselmesi gerektiği tezleri savunulmaktadır. Yine ülkede yaşayan yabancılar arasında ki doğum oranının etnik çoğunlukta olanlardan daha fazla olması da geleceğe ilişkin bir korku senaryosu yazılmasına neden olmaktadır. Yine kürtaj hakkı konusu yabancı düşmanı ve ırkçı çevrelerce ‘ulusun geleceği’ için kısıtlanması gereken bir alan olarak ifade edilmekte ve kürtaj sadece tecavüz ya da hayati tehlike olması durumda bir hak olarak görülmektedir.

PEKİ NEDEN BÖYLE OLDU?

Endüstri toplumundan, post endüstriyel döneme geçerken Batı Avrupa Toplumları küreselleşme, bireyselleşme, yeni liberal ekonomi uygulamaları, göç ve göçmenlik olgusunun ortaya çıkardığı çok etnisiteli çok kültürlü toplumların bir realite haline gelmesi  ve orta sınıfların sorun ve çözümü konusunda aşırı sağın söylemleri ile örtüşmesinden ve diğer siyasi aktörlerin atıllığından dolayı  aşırı sağcı- faşist partiler kitleselleşebilmiştir.

Refah devleti şovenizmi olarak tarif edilebilecek hakların sadece ülkenin etnik kimliğine sahip olanlar için geçerli olması ‘Önce etnik İsveçliler!’ söyleminde olduğu gibi anayasa ve hakların diğer gruplar için geçerli olmadığı bir sistem isteminin bir ifadesi olarak karşımıza çıkmakta ve demokrasinin eşit haklar üzerine kurulu eşit vatandaşlık ilkesinin artık herkesi kapsamaması gerektiği açıkça savunabilmektedir.

İsveç Demokratları parti programının ve toplumsal istemlerin mükemmel olarak örtüşmesinden dolayı bu güce erişmediler. Bu güce erişmelerinin arkasında geleneksel göç ve mültecilerin katılımı ile  toplumsal alanda ortaya çıkan  sorunları görmezden gelen ya da önemsemeyen  partilerin vurdum duymaz yaklaşımları ve gerçeklikten kopan ve  seçmenlerin gördüğü gerçekliliğe yabancılaşmış  geleneksel parti refleksleri İD’nin güçlenmesinin önünü açmıştır. Bununla birlikte, ırkçı hareketlere verilen yaygın desteğe, göçmenlere ve mültecilere yönelik endişe verici derecede çok sayıda fiziksel saldırıya ve Holokost inkârı ve saf anti-semitizm gibi tarihsel revizyonizm vakalarının sayısındaki genel artışa rağmen, çağdaş yabancı düşmanlığını Nazizm’i veya beyazı karakterize eden ırkçılıkla karıştırmak veya eşitlemek yanlış olur. Yabancı düşmanlığı, refah içinde olan Batı Avrupa toplumlarının nüfusunun refah adalarını yoksulluk, çevresel bozulma, etnik gruplar arası şiddet ve artan çaresizliklerle dolu bir dış dünyaya karşı kendisini koruma arzusundan ziyade ırkçılığın yeniden canlanmasının bir ifadesidir. İçeride kitlesel işsizlikle birlikte ekonomik ve sosyal altyapıda köklü bir değişiklikle karşı karşıya kalan Batı Avrupa vatandaşları giderek içe dönüyorlar. Son yirmi yılın kültürel ve politik mücadelelerinden bıkmış, çok kültürlü toplumların ortaya çıkardığı yeni çatışmalarla yüzleşmeye hazır değiller ve kronik  bütçe açıklarına ve artan ulusal borç nedeniyle artık yerleşik etnik, kültürel ve sosyal topluluğun dışında kalanların bu haklardan yararlanmasını ya da bunlarla ilgili alanların devlet bütçesinden finanse edilmesine eskisi gibi istekli değiller. Aşırı sağcı partilerin hepsinin mutlaka ırkçı olması gerekmediği gibi, ırkçılığın batı liberal demokrasilerine yabancı bir olgu gibi ele almak ırkçılığın sürekliliği ve değişimini tarihsel olarak görmek, biyolojik ırkçılıktan kültürel ırkçılığa geçişi reddetmeyen ve ırkçılığı da sadece Nazizm ile sınırlı görmeyen bir bakış açısı ile mümkün olacaktır.

Irkçılığı bir ideoloji olarak anlamak, ırkçılığı doğallaştıran mekanik bir model oluşturmak yerine ırkçılığın temelinde neler olduğunu keşfetmek ile mümkündür.  Aşırı sağcı bu partilere desteğin sadece krizlerin bir sonucu olarak açıklanmaya çalışılması ve farklı gruplar arasında oluşturulan sınırlar ve kategorileri göz ardı eden bir yerden meseleyi açıkladığı oranda eksiktir. Irkçılık yerine kullanılan alternatif kavramlar; göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, Avrupa’nın sömürgeci tarihinde yer alan ırkçılığı sadece geçmişe ait bir şeymiş gibi sunarak ırkçılık-ulus devlet-faşizm-nazizm-yabancı düşmanlığı ve aşırı sağ arasındaki tarihsel bütünlüğün gözden kaçırılması riskini taşımaktadır.

                                                                  /././

Aşırı sağ, muhafazakârların içinde " İNGİLTERE" (Dr. Emre Eren KORKMAZ, Oxford Üniversitesi)
Irkçılık karşıtlarının sömürgeci geçmişe ait heykelleri yıkması üzerine Londra’da sokaklara çıkan aşırı sağcı gruplar polisle çatışmıştı. (Foto: AA)

Aşırı sağın yükselişi Britanya’ya özgü, daha farklı bir kulvarda yaşanıyor. Muhafazakârların bu akımı içinde erittiğini ve sözcülüğünü yaptığını belirtebiliriz.

Avrupa genelinde olduğu gibi Britanya’da da aşırı sağın yükselişinden bahsetmek mümkün. Özellikle Avrupa Birliği’nden çıkışa neden olan Brexit ve göçmen karşıtlığı üzerinden ağırı sağın yükselişine tanıklık ediyoruz. Ancak bu Britanya’ya özgü, daha farklı bir kulvarda yaşanıyor. Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi aşırı sağcı, göçmen ve yabancı karşıtı bir partinin ortaya çıkıp, kısa sürede yükselerek anaakım siyasetin belirleyicisi olduğu ve zamanla iktidara ortak olduğu bir tablodan daha farklı gelişmeler yaşanıyor. Burada esas itibarıyla Muhafazakar Partinin (Torylerin) bu akımı içselleştirip kendi içinde erittiğini ve sözcülüğünü yaptığını belirtebiliriz.

Elbette Brexit döneminde ve zaman zaman siyasi arenada etkili olan, konu odaklı Brexit Partisi, UKIP gibi partiler var. Bunlar misyonlarını tamamlayınca, yani Toryleri belirlenen yöne çektiklerinde sahneden çekiliyorlar. Bugün bu konumda Reform UK partisi yer alıyor, ama henüz Toryler onlara gerek bırakmıyor. Bunların yanı sıra BNP gibi yasaklanan faşist gruplar ve Tommy Robinson gibi kendisini “göçmen ve İslam karşıtı aktivist” olarak tanımlayan faşist şahıslar var. Ama onlar hem mahkemelerle uğraşıyorlar hem de daha çok holigan muamelesi görüyorlar. Henüz bunlar gibi sokak gücüne geri duyulmuyor. Ancak bunu Britanya’da demokratik kültürle, uzlaşmacılık ile ortayolculuk ile açıklamak doğru olmayacaktır. Bu düşünceler zaten iktidar partisinde aktif şekilde dile getiriliyor ve daha “yaratıcı” politikalar öne sürülüyor. Örneğin bu partiler göçmenlere karşı ama İç İşleri Bakanı gibi büyük bir hevesle ve iştahla sığınmacıları Ruanda’ya göndermeyi önermek akıllarına gelmedi.

İNGİLİZLEŞEN GÖÇMENLER

Diğer yandan Britanya’ya özgü bir olgu da Tory partisinin yönetiminde ve hükümette bu aşırı sağ ve göçmen-yabancı karşıtı fikirleri savunanların göçmen çocukları olması. Başbakan Hindistan kökenli bir Hindu. Son dönemki iç işleri bakanları aileleri Afrika’dan gelen Hindistan kökenliler. Dış İşleri Bakanı Karayiplerden. Ekonomi bakanı olduğu gibi uyguladığı politikalarla göçmenler ve azınlıklar başta olmak üzere işçilerin yaşamını bir anda mahveden Kwasi Kwarteng de Gana kökenli bir ailenin çocuğu. Elbette bu yetkililerin önemli kısmının ortak özellikleri ailelerinin Britanya İmparatorluğu döneminde sömürgelerde yönetici olmaları, bu ülkeler bağımsızlığına kavuşunca Britanya’ya gelmeleri, İngiltere’de en pahalı ve elit özel okullarda okumaları ve siyasete girmeden önce büyük finans şirketlerinde çalışma deneyimleri olmasıdır. Özetle beyaz, aristokrat bir İngiliz kadar İngilizler. Ülkede yaşayan diğer göçmen ve azınlıklarla görünümleri dışında bir ortak yönleri yok. Lakin buna karşın göçmen ve azınlık karşıtlığı başta olmak üzere aşırı sağın söylemlerini bu şahıslar dile getirdiğinde o kadar tepki çekmiyor, hatta eleştiriler olduğunda kendilerine mobing yapıldığını, her azınlıktan gelenin solcu ve woke olmak (sosyal adalet ve ırksal eşitliğe vurgu yapan hareket) zorunda olmadığını söyleyip geri püskürtüyorlar. Bu fikirlerin alıcısı olan beyaz ve İngiliz tabanda ise bu fikirlerin meşruiyeti pekişiyor, çünkü “bakın, onlar bile bu gerçeği dile getiriyor, biz farklı kültürlere saygılıyız, başbakanımız Hindu” deme imkânı sunuyor. Ayrıca aynı söylemleri beyaz, İngiliz, üst sınıf bir politikacı söylese çok ciddi bir tepki alır, protestolar ve istifa çağrıları olur ama Hindistan, Pakistan veya Gana kökenli bir bakan dile getirince ciddi bir tepki çıkmıyor. Örneğin kraliyetin bir etkinliğine katılan bir STK temsilcisine asıl memleketini ısrarla soran bir kraliyet üyesi özür dileyip istifa etmişti.

Corbyn zamanında İşçi Partisi (Labour) göçmen ve azınlık hakları konusunda net bir duruşa sahipti ve büyükşehirlerde bu kesimlerin siyasi mobilizasyonunda etkili olmuştu. Ancak büyükşehirlerde ciddi bir oy almasına karşın geleneksel olarak Labour’a oy veren, eski sanayi merkezlerinde sendikalı geçmişi olan ve Kızıl Duvar denilen Kuzey İngiltere’deki tabanıyla arası soğumuş ve son seçimde Tory parti, seçim sisteminin özelliklerinden de yararlanarak ve AB ve göçmen karşıtlığını kullanarak oraları kazanmıştı. Yeni Labour yönetimi ise bu temel konularda Tory’lerden çok da farklı düşünmüyor. Dolayısıyla aşırı sağ fikirler Tory parti içinde sindirilerek iktidarda somut politikalara dönüşüyor. Tory parti daha sağa çekerken Labour da o istikamete gidiyor. Anaakım siyaset mevcudiyetini ve gücünü koruyor ve mevcut aktörler dışında aşırı sağ üzerinden yeni politika hareketler girmiyor.

PARTİLER SAĞA KAYIYOR

Britanya pragmatik bir ülke. Bir yandan ihtiyaç duyduğu sektörlerde, genellikle de yüksek vasıflı işgücü söz konusu olduğunda çalışma iznini verme imkanları çeşitli. Bu sayede son yıllarda ülkemizden çok sayıda doktor ve yazılımcı Britanya’ya taşındı. Diğer yandan botlarla, izinsiz gelenler konusunda da sert önlemleri gündeme getiriyor. Bunları aşıp adaya çıkanları da yaşanması çok zor olan, hastalığın kol gezdiği otel ve eski askeri kamplara yerleştiriyorlar, sığınma başvuruları sürecini oldukça uzatıyorlar ve bir süredir olduğu gibi de Ruanda’ya göndermeye çalışıyorlar. Oysa Britanya’da botlarla gelenlerin sayısı örneğin Akdeniz’e kıyı ülkelerle kıyaslanamaz, onlara göre oldukça düşük. Bunun en bariz sebebi coğrafi avantajı. Fransa’dan botlarla karşıya geçmeye denizin imkan verdiği günler oldukça sınırlı. Bu yoldan gelenlerin önemli kısmı Arnavutluk, İran, Irak ve çeşitli Afrika ülkeleri oluyor. Yasal yollarla, sığınma amacıyla gelenlerin önemli kısmı Hong Kong ve Ukrayna gibi politik olarak müdahil olduğu ülkelerden geliyor. Ancak botlarla gelen yabancılar konusu siyasette önemli bir koz olarak duruyor. Özellikle ekonomide krizlerin yaşandığı, grevlerin arttığı ve skandalların ortaya çıktığı dönemlerde başbakanın botlarla gelenleri gündeme getirip sert önlemler alacağını duyurması alışılan bir konu.

Britanya’da geleneksel sanayinin geçmişe nazaran oldukça düşük bir seviye olduğu, 80’lere kadar işçi, madenci kenti olarak bilinen birçok şehirde tüm sanayi kuruluşlarının kapandığını biliyoruz. Mevcut fabrikalarda da ağırlıklı olarak göçmenler ve azınlıklar çalışıyor. Son 2 yıldır artan grev dalgaları ise daha çok kamu ile bağlantılı demiryolları, sağlık ve eğitim gibi sektörlerde yoğunlaşıyor. Dolayısıyla sendikal gücün ve sınıfsal bilincin zayıfladığı bir dönemdeyiz. Labour içinden solun kovulması ve solun ağırlıklı kesiminin kimlik temelli politika ve tartışmalarla meşgul olması da sistemden rahatsız olanlara sosyalist solun seslenmesine ve düzene soldan bir eleştiri getirilmesine engel oluyor. Bu noktada göçmenleri ve yabancı hayranı elitleri hedefleyen aşırı sağ fikirlere ilgi artıyor.

Bu kapsamda anketlerde Labour’un açık ara önde olması, yerel seçimlerde Labour ve Liberal Demokratların kazançlı çıkması, genel seçimlerde Labour’un iktidara gelmesinin büyük bir ihtimal olması üzerinden salt bu verilere bakarak Britanya’da solun yükseldiğini iddia etmek mümkün değil. Labour ve Toryler arasında farkların giderek silikleştiğini, iç politikada sağ, neo-liberal ve dış politikada militarist yaklaşımın devam edeceğini öngörmek mümkün.

                                                                       /././

Çoklu krizin kazananı Vox "İSPANYA" (Atakan ÇİFTÇİ, Araştırma Görevlisi)

                                                                                                             Fotoğraf: DHA
İspanya ekonomik krizle tetiklenen çoklu bir krizde. İç içe geçen bu kriz sarmalı aşırı sağın yükselişine zemin hazırladı. Aşırı sağcı Vox korkutuyor.

İspanya’da geçtiğimiz 28 Mayıs’ta belediye ve bölgesel yönetim seçimleri[1] gerçekleşti. Seçimlerin en dikkat çekici sonuçlarından biri aşırı sağ Vox’un oylarındaki çarpıcı yükselişti. Belediye seçimlerinde oylarını iki kat artırarak ülke çapında 1,6 milyon (yüzde 7) oy elde etti. Belediye meclisi üye sayısı 3 kat arttı. Benzer sonuçlar özerk yönetim seçimlerine de yansıdı ve birçok bölgede merkez sağ Halk Partisi (PP) ile Vox’un koalisyon yönetimleri kuruluyor.

Seçimlerin kaybedeni merkez sol PSOE’nin lideri ve hükümet başkanı Pedro Sanchez, Podemos ve Birleşik Sol’la (Unidas Podemos) ile sürdürdüğü koalisyon hükümetinin istifasını duyurdu. İspanya 23 Temmuz’da genel seçimlere gidiyor ve seçimlerden sağ-aşırı sağ koalisyon hükümeti (PP-Vox) kurulmasıyla tamamlanacak bir sonuç bekleniyor.

İspanya’da bu noktaya nasıl gelindi? Henüz, Ocak 2020’de kendisini “tarihin en ilerici hükümeti” olarak adlandıran merkez sol-sol koalisyonu (PSOE-Unidas Podemos) kurulmuştu. Ne var ki, bu üç buçuk yıllık deneyimin ardından, Podemos bir siyasi parti olarak neredeyse tamamen silinirken, PSOE tarihsel kalelerini ardı ardına sağ partilere teslim ediyor. İspanya’nın yakın tarihindeki kırılma noktalarına değinerek, yükselen aşırı sağ olgusunu anlamlandırmaya çalışalım.

KÜRESEL BİR FENOMEN OLARAK AŞIRI SAĞ

Aşırı sağ hem Avrupa’da hem de küresel ölçekte bir yükseliş döneminden geçiyor. Dünya kapitalizminin süreğen ve yeni bir evresine girdiğimiz ekonomik krizi, merkez sağ ve merkez sol partilerin egemenliğindeki geleneksel siyaset sahnesini alt üst etti. Kemer sıkma politikaları dayatan, baskıcı politikaları yaygınlaştıran hükümet partileri toplumsal tabanlarını yitirmeye başladı. Kitleler hem solda hem de sağda daha radikal seçeneklere yönelmeye başladılar. Bu dönemde yalnızca aşırı sağın değil aynı zamanda yeni sol seçeneklerin yükselişine de tanıklık ettik. Dolayısıyla söz konusu olan kitlelerin “sağcılaşması” değil “radikalleşmesi”ydi.

İspanya da bu süreçten muaf değildi. Kitlelerin yöneldiği ilk adres, Öfkeliler hareketinin rüzgarını arkasına alan Podemos oldu. Ocak 2014’te radikal söylemlerle kurulan Podemos jet hızıyla yükselişe geçti ve çok kısa sürede ülkenin en büyük üçüncü partisine dönüştü. Aşırı sağ Vox da Podemos’la neredeyse aynı zamanda kuruldu. 2018’de kitleselleşmeye başladı ve bugün için iktidar ortağı adayı haline geldi.

İSPANYA'NIN ÇOKLU KRİZİ

İspanya, 2008’de açığa çıkan küresel ekonomik krizden en çok etkilenen ülkelerden biri oldu. Tıpkı ABD’de de olduğu gibi, 2000’li yıllarda ekonomik büyümesi emlak balonuna dayanıyordu. Krizle birlikte finans sistemi çöktü. Kamusal kaynaklar bankaları ve şirketleri kurtarmak için seferber edildi. Dış finansal yardımlar karşılığında çok ağır kemer sıkma politikaları devreye sokuldu. Kemer sıkma taraftarı merkez sağ ve merkez sol partilere karşı 2011’de Öfkeliler veya ortaya çıktığı günle anılan 15 Mayıs Hareketi doğdu. Meydanlar, mevcut düzene tepki gösteren yüz binler tarafından işgal edildi. Solda Podemos ve sağda önce popülist-liberal Vatandaşlar (Ciudadanos) ve daha sonra aşırı sağ Vox yükselişe geçti.

Bu dönemde aynı zamanda Katalonya’da milyonları seferber eden bağımsızlık hareketi ortaya çıktı. Katalanları ayrı bir ulus olarak kabul etmeyen ve merkeziyetçi politikaları gündeme getiren İspanyol merkezi hükümetlerine karşı Katalonya’da hoşnutsuzluk giderek büyüyordu. Kadim ulusal sorunun bir toplumsal krize dönüşen ekonomik buhranla birleşmesiyle bağımsızlıkçılık Katalonya tarihinde ilk kez milliyetçiliğin ana eğilimi haline geldi. 2012’de Katalan ulusal gününde (Diada) 1,5 milyondan fazla kişi, “Katalonya: Avrupa’da yeni bir devlet” pankartı arkasında yürüdü. Bağımsızlık yanlısı partiler 2017’de tek taraflı olarak bağımsızlık referandumu düzenleyecek ve sembolik düzeyde kalan bir bağımsızlık ilanında bulunacaktı. Bu hareket, İspanya devletinin ‘30’lu yılların ardından, yaşadığı en büyük meydan okumaydı.

Dolayısıyla İspanya devleti, ekonomik krizle tetiklenen çoklu krize sürüklendi. Ekonomik kriz, derin bir işsizlik ve yoksulluk dalgası yaratarak toplumsal krize dönüştü. Bağımsızlık ve Öfkeliler hareketleri geleneksel siyaset sahnesini alt üst etti ve bir politik krizi gündeme getirdi. İç içe geçen bu krizler sarmalı, İspanya’da önce solun ve şimdiyse sağın yükselişine zemin hazırladı. Aşırı sağın yükselişiyse, öncelikle Podemos’un yükselişi ve düşüşüyle birlikte anlaşılabilir.

PODEMOS'UN YÜKSELİŞİ VE DÜŞÜŞÜ

Podemos 2014’te bir grup akademisyen, gazeteci ve aktivistin yayımladığı bildiriyle kuruldu. Bildiride kemer sıkma politikalarının sonlandırılması, dış borç ödemelerinin durdurulması, Katalan halkının kendi kaderini tayin hakkının tanınması ve demokratik, sosyal yeni bir politik sistem için Kurucu Meclis toplanması çağrıları yapılıyordu. Podemos kuruluşunun hemen ardından, neredeyse mucizevi bir şekilde büyüdü ve 2015 genel seçimlerinde ülkenin üçüncü büyük partisi haline geldi.

Ne var ki, Podemos liderlerinin hedefi adeta bir yıldırım harekâtıyla (blitzkreig) siyaset sahnesini alt üst etmek ve yeni bir kurucu süreci hayata geçirmekti. 2015 seçim sonuçları yeni kurulan bir parti için büyük bir başarı sayılabilse de, bu hedefi gerçekleştirmek için yeterli değildi. Podemos merkez sağ hükümet altındaki bir muhalefet partisi konumundaydı.

Seçim sürprizi üzerinden şekillenen bu aşırı iyimser “kestirme yol”un sonuç vermemesinin ardından Podemos’un önünde iki seçenek bulunuyordu. Birincisi, radikal bir arayış halindeki kitleleri kendisine hızla çeken başlangıçtaki radikal programına sadık kalmak, sandık ve sokak siyasetini birleştiren bir kopuş çizgisi yükseltmek ve sendikalarda, emekçi mahallelerinde, toplumsal hareketlerde yerleşerek kendisini devrimci sol bir parti olarak inşa etmekti. İkinci seçenek ise, söylemlerini “ılımlılaştırarak” daha geniş kesimleri kendisine çekmek, merkez sol PSOE’yi kendisiyle koalisyon hükümeti kurmaya zorlamak ve partiyi “bir seçim kazanma aygıtı”na dönüştürmekti.

Podemos liderleri ikinci seçeneği tercih ettiler. Tıpkı Yunanistan’daki Syriza gibi oyları yükseldikçe programlarındaki radikal unsurları tırpanladılar. İktidarda ise, bu programlarını tamamen terk ettiler. Podemos, 2014’te PSOE’yi “demokrasiyi boğazlayan politik kastın” iki temel unsurundan birisi olarak tanımlıyordu. 2020’de ise, radikal solda konumlanan İspanya Komünist Partisi’nin öncülüğündeki Birleşik Sol’la birlikte PSOE ile iktidar ortağı oluyordu.

Podemos’un iktidar ortağı olduğu yıllar, radikal bir değişim yönünde kendisini destekleyen kitleler için yeni bir hayal kırıklığından öte bir anlam taşımıyordu. “Tarihin en ilerici hükümeti” birkaç ufak reform kırıntısı dışında, mevcut politik sistemi harfiyen sürdürdü. Podemos ardı ardına seçim hezimetleri yaşadı ve bir politik proje olarak silinme noktasına geldi. PSOE’nin iktidar ortağı ve Podemos’un da içinde yer aldığı sol, şimdi Çalışma Bakanı Yolanda Diaz’ın öncülüğünde Sumar (Katıl) isimli bir platformla kendisini yeniden inşa etmeye çalışıyor.[2]

Podemos’un oluşturduğu beklenti ve ardından neden olduğu hayal kırıklığı, sağın ve aşırı sağın yükselişinin temel nedenleri arasında yer alıyor. Son seçimlerde, Podemos’a oy verenlerin bir kesimi sandığa gitmedi. Başka bir kesimi “daha sahici bir radikal alternatif” olarak gördükleri Vox’a yöneldi. Vox yalnızca zenginlerin veya subayların, polislerin oturduğu mahallelerde yüksek oylar almadı. Aynı zamanda, en yoksul mahalle ve bölgelerde de Vox oy tabanını belirgin biçimde genişletti.

AŞIRI SAĞA VE FAŞİZME KARŞI MÜCADELE 

İspanya’da aşırı sağ uzunca bir süre eski Frankocuların kurduğu ve kendisini merkez sağda konumlandıran PP içerisinde yer aldı. PP’nin 2010’larda içine girdiği krizle birlikte, aşırı sağ PP’den koptu ve Vox altında örgütlenmeye başladı. Vox Katalan ve göçmen düşmanlığını kendisine bayrak edindi. Özerk yönetimlerin lağvedilmesini, Katalan bağımsızlıkçı partilerinin kapatılmasını, liderlerinin cezaevine gönderilmesini ve Katalonya’da uzun süreli olağanüstü hal ilan edilmesini savundu. Aynı zamanda feminizm ve lgbti+ düşmanlıkları, kürtaj karşıtlığı, vergilerin azaltılması ve sosyal harcamaların kısılması öne çıkardığı diğer başlıklar arasındaydı.

Vox ve diğer ülkelerde yükselen aşırı sağı ‘20’li ve ‘30’lu yılların faşizmi ve Nazizmi ile karşılaştırabilir miyiz? İtalya’da faşizm ve Almanya’da Nazizm, güncel bir seçenek olarak yükselen işçi devrimi olasılığı karşısında, bu devrimci hareketleri milis güçleriyle bastırmak, işçi sınıfının sendikalarını ve siyasal partilerini parçalayarak işçi sınıfını atomize etmek doğrultusunda hareket etmişlerdi. Bugünkü aşırı sağ bu tip milis güçlerine ve sokak hâkimiyetine şu an için sahip değil. Seçimler yöntemiyle ve burjuva demokrasisinin kurumları aracılığıyla hegemonyasını kurmaya çalışıyor. Bununla birlikte, sınıf seferberliklerinin ve toplumsal hareketlerinin yükselmesi karşısında hızlıca faşist bir aygıta dönüşebilme potansiyeli taşıyor. Bu nedenle aşırı sağ tehdidi azımsanmamalı ve yalnızca antifaşist bir kitlesel seferberlikle yenilgiye uğratılabileceği unutulmamalı. 40 yıllık Frankocu mirasa sahip İspanya’nın tarihi, faşizme karşı mücadelenin parlamenter demokrasi kurumlarına bırakılmasıyla ne gibi ağır yenilgilerin alınabileceğinin acı dersleriyle dolu. 

[1] İspanya devletinde her birinin kendi parlamentosu olan 17 özerk yönetim bulunuyor. 28 Mayıs günü bu 17 özerk yönetim topluluğunun (comunidades autónomas) 12’sinde seçimler gerçekleşti.

[2] Podemos’la ilgili daha ayrıntılı bir analiz için bkz. Atakan Çiftçi ve Sena Aydın Bergfalk, “Podemos? Arjantin ve İspanya’da Radikal Sol ve Çelişen Stratejiler”. Eğitim Bilim Toplum 21 (Haziran 2023): 59-86 https://dergipark.org.tr/en/pub/ebt/issue/78355/1244524

                                                                 /././

Neo faşistlerin dönüşü "YUNANİSTAN" (Seyit ALDOĞAN, Gazeteci)


Üç aşırı sağcı partinin parlamentoya girmesini sağlayan belirleyici etmenler; kapitalizmin krizi, göçmen karşıtlığı, milliyetçi söylemler, Karadeniz, Balkanlar ve Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimler.

2000'li yıllar tüm dünyada, emperyalist- kapitalist merkezlerce estirilen neo liberalizm rüzgârlarının güçlendiği, rekabetçi ekonomi, küresel ilişkiler vb. eşliğinde kazanılmış demokratik hak ve özgürlüklere yönelik saldırıların doruğuna çıkmaya başladığı yıllar oldu. Sosyal devlet politikalarının rafa kaldırılmasının gündeme alınmasına paralel olarak gericiliğe yapılan yatırımların dozu artırıldı. “Ya bizden ya onlardan yana" şekliyle ifade edilen yeni konsept eşliğinde halklara, işçi ve emekçilere sistemli saldırıların startı verildi.

Bu dönemde Yunanistan'da da gündeme getirilen neo liberalizm politikaları "rekabetçi ekonomi", "pay kapma", "sanayinin gelişmesi" gibi propagandayla süslenerek kazanılmış tüm haklara yönelik saldırıların başlatılmasına zemin yapıldı. Burjuva hükümetler ve partiler liberalizm yarışına girerek ücretlerin yüksekliğini, sendikal hakları, sosyal güvenlik yasalarını, toplusözleşme haklarını vb. hedef aldılar. Sosyal devlet olgusu giderek ortadan kaldırılırken çalışma yaşamının liberalleştirilmesi yaşam seviyesinin hızla düşmesinin yolunu açtı. 

GÜVENLİKÇİ SÖYLEM

Bu süreçlerde hükümet olan PASOK ve Yeni Demokrasi partileri ülkede "güvenlik sorunu" olduğu propagandasına ağırlık verdiler. Terör yasaları yenilendi, ceza yasalarında değişiklikler yapıldı, genel grevler mahkeme kararıyla durdurulmaya çalışıldı, çok sayıda işçi ve sendikacı yargılandı. 

Ülke içinde bunlar yaşanırken dünyada ve bölgede gündeme gelen gelişmeler milliyetçi- gerici propagandaların etkili olmasına yol açtı. Makedonya'nın devlet olarak bağımsızlığını ilan etmesi "Makedonya Yunanistan'dır. Makedonya adının geçtiği hiç bir çözüme yanaşmayız" politikası uzun yıllar boyunca yoğun bir biçimde işlendi. Milliyetçi ve gerici bir propagandanın etkili olmasının yolları açıldı. Kiliselerin çağrısıyla on binlerin katıldığı gerici gösteriler yapılarak milliyetçilik körüklendi. Makedonya sorununa ek olarak Türk-Yunan- ilişkileri, Bulgaristan'ın düşman ilan edilmesi, Sırbistan-Kosova sorunu, Arnavutluk ile olan ilişkiler vb. Altın Şafak adlı Nazi örgütüyle diğer gerici-faşist yapılanmaların bu süreçte milliyetçi rüzgârlarla yelkenini doldurup alanlara çıkma cesaretini göstermesine yol açtı.   

2010’da patlayan kriz süreci yoksulluk ve işsizliğe yol açarken emekçi halkın, işçi ve emekçilerle ezilen tüm toplumsal kesimlerin sosyal devlete, burjuva partilere olan güvenleri kayboldu. Gelecek kaygısı ve güvencesizlik hâkim olmaya başladı. Emperyalist müdahaleler ve Yunan hâkim sınıflarının "pastadan pay kapma" kaygıları "ulusal çıkarlar" propagandasıyla birleşerek gerici akımın güçlenmesine neden oldu.

GERİCİ YARIŞ NEO FAŞİSTLERE YARADI

Bir yandan ekonomik münhasır bölge ilanı, F-35 programına katılım, İsrail, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ile yapılan anlaşmalar bir yandan da Doğu Akdeniz’de yaşanan Türk- Yunan geriliminden kaynaklanan "tehditler", "bir gece ansızın gelmeler" bu akımın başlattığı gerici propagandayı kamçıladı.

Kuşkusuz en büyük faktörlerden biride göçmen sorunu. Yunan hükümetlerinin ve burjuva partilerin bu sorun karşısında almış oldukları tutum Nazilerin ve her türden gericiliğin "ekmeğine yağ sürdü." Özellikle Yeni Demokrasi Partisi bundan önceki seçimleri asayiş ve göçmen sorunlarını ön plana çıkararak kara propaganda yaparak kazandı. Ülkenin  göçmen sorunu nedeniyle "bağ bozumunu" andıran bir görüntü sergilediğini, kendinden önceki hükümetlerin önlemler almadıklarını, gerekli yasaların çıkarılmayarak ülkenin "göçmenlerin tercihi" durumuna getirildiğini her fırsatta dile getirdiler. 

Göçmen sorunu sistemli olarak işleyen ve propagandasının merkezine koyan Yeni Demokrasi Partisi oy kaygısıyla Nazilerle "flört" eden bir tutum içine girdi. Bu parti içinde yuvalanan faşist ve gericiliği tescilli kadrolar neo Nazilerle ittifak söylemini bile dile getirmekten çekinmediler. Seçim sonrasında bakanlıklar kapan bu unsurların özellikle sol hareketlere karşı düşmanca tutumları gerici akımların propagandasını güçlendirdi. 

Yeni Demokrasi Partisi’nin Genel Başkanı olan Başbakan Kiryakos Miçotakis'in ülkenin ekonomi ve asayiş sorununun "solun rahminden" çıktığını defalarca dile getirmesi ve "sağ politikalarda popülizme yer yok" diyerek gerici propagandalara ağırlık vermesi Nazileri ve nazist propagandayı meşrulaştırdı. 

TEHLİKELİ KARIŞIM; DİN, VATAN, AİLE 

Kriz yıllarının zorluklarını çeken, ağır sömürülerle, vergilerle, hak ve kazanımların gaspıyla yeni alternatif arayışlarına yönelen belli bir kitle nazist propagandanın etkisi altında kaldı. Hiç bir dönem olmadığı kadar "din, vatan, aile" sloganı diğer taleplerin önüne çıkarılarak "halkın kutsallarının" tehlikede olduğu söylendi. Kısacası aşırı sağ örgütlenmeler halkın çıkarlarının savunucusu ve bekçisi rolünde alternatif bir güç olarak ortaya çıktılar. "Elitlerin" ve "solun" göçmen ve LGBT haklarını savunduklarını, söyleyerek yaşam ve gelecek korkusu yaşayan halkın bir kesimini etkilemeyi başardılar. Sistemin tüm sömürü çarkları, politikaları ve başarısızlıkları karşısında dini, vatanı ve aileyi koruma görevi etkili bir propaganda ve iletişim aracı olarak kullanıldı. Erdoğan yönetiminin de aynı doğrultudaki propagandalara özel bir önem verdiği ve bunda başarılı olduğu da göz önünde bulundurulduğunda bu propagandanın hakim sınıflar tarafından her zaman geçerli akçe olduğu kullanıldığı ortaya çıkmaktadır. 

Kuşkusuz siyasal gericiliğin bir diğer aracıda son yıllarda çokça üzerinde durulan ve bazen en yetkili bazen de propaganda merkezlerince dile getirilen "kültürler arası savaş" söylemidir. Özellikle son yıllarda Müslüman ülkelerdeki İslamcı hareketlerin sergilediği barbar tutumlar, Taliban’dan Hizbullah’a kadar İslami gericiliğin sergilemiş olduğu ortaçağ gericiliği, bu söylemin taban bulmasına neden oldu.

Batı ve doğu halkları arasında değişik biçimler altında özellikle din motifli "fobi"ler oluşturuldu. Göçmen sorunuyla da birleşen bu propagandaların sadece Yunanistan değil Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde etkili oldu. 

25 HAZİRAN SEÇİMİNİN ETKİLERİ

Son seçimlerde bütün bu propaganda araçlarının yoğun olarak kullanıldığı gözlenirken seçimleri kazanan Yeni Demokrasi Partisi’nin söylemlerden bir diğeri de Doğu Akdeniz politikasının ve Münhasır Ekonomik Bölge ilanından sonra elde edilen “ulusal kazanımların” tehlikeye gireceğine yönelikti. Ankara’nın tehditlerine karşı ABD ile kurulan “stratejik” işbirliğinin ve AB ile oluşturulan ortak politikaların caydırıcılığının SYRIZA ile tehlikeye gireceğini söyleyen Yeni Demokrasi Partisi bir yandan da milliyetçi söylemlere ağırlık vererek göçmen karşıtlığı yaptı. 25 Haziran seçimlerine 10 gün kala Batı Trakya’da yaşayan “Müslüman azınlık” sorunu servis edildi ve SYRIZA’nın azınlık içinden gösterdiği milletvekili adaylarının Ankara’nın onayından geçtiği söylendi. 

Yeni Demokrasi Partisi seçimlere bir ay kala “seçim hükümeti” politikaları yürütmeden de geri durmadı. Asgari ücretlerin artırılacağı, sosyal politikalara ağırlık verileceği propagandası yapıldı. 18 ve 19 yaşları arasındaki gençlere 150 avro para verileceğini açıklayarak seçim sonrasını işaret etti vb.  

Her fırsatta AB’ye bağlılığını dile getiren SYRIZA “ben daha iyisini yaparım” söyleminin önüne geçmeyen ve meclis kürsüsünde dile getirilen sınırlı muhalefetle alternatif olamadı. Troyka anlaşmaları ve kriz politikalarına karşı çıkarak hükümete gelmiş olan SYRIZA’nın alternatif bir ekonomik ve politik program önermemesi bu partiden kopuşlara neden olan en önemli etken oldu. Halkın SYRIZA’dan beklentilerinin boşa çıkmasından sonra, halk nezdinde güvenini yitirmiş çok sayıda eski PASOK vb. partilerin yöneticilerine kapılarını açarak SYRIZA- ilerici ittifak adını alması kopuşları daha da tetikledi.   

TEPKİ SANDIKLARA YANSIMADI

Yeni Demokrasi Partisi’nin 4 yıllık hükümeti boyunca troyka uygulamaları devam etti, yeni özelleştirmeler yapıldı, vergi sisteminde yapılan değişikliklerle halkın sırtına yeni yükler bindirildi ve yaşam seviyesinde vaat edilen iyileştirmeler gerçekleşmedi. Emekçi halk, işçiler ve diğer ezilen toplumsal kesimler sık aralıklarla izlenen politikalara karşı çıkarak sokaklara döküldüler. Onlarca genel grev, iş bırakmalar tren faciasında olduğu gibi günler süren ve sokaklara yansıyan kitlesel tepkiler gündeme geldi. 

2010 yılı öncesinin altına düşen yaşam seviyesi ve artan güvencesizliklere rağmen yeni demokrasi partisinin oy kullananların ezici bir çoğunluğunun desteğini kazanması ister istemez bütün değerlendirmelerin konusu oldu. 

Seçimler, büyük olsa bile emekçi halk kitlelerinin bilinç ve örgütlenme düzeyi içinde ifade edilmeyen ve bu doğrultuda maddi bir güce dönüşmeyen tepkilerinin doğru bir hedefe yönelmesinin zorluklarını ortaya koyma açısından oldukça öğretici sonuçlar içermektedir. Bilinç ve örgütlenme ile birleşemeyen “öksüz tepkilerin” sistem güçleri tarafından emilmesi büyük olasılıktır. Sadece Yunanistan seçimleri değil Türkiye seçimleri de bu gerçeği ortaya koymuş bulunuyor. Açlık ve yoksulluğun, adaletsizlik ve yolsuzlukların, sömürü ve baskının ayyuka çıktığı 20 yıllık bir sürecin ürünü olan tepkilerin ciddi bir kesiminin bütün bunlardan sorumlu iktidar partisi ya da partileri tarafından değişik biçimler altında emilerek yeniden dolgu malzemesi yapılması bu gerçeği ortaya koymaktadır. Birebir örtüşen bir örnek olmasa da Türkiye ve Yunanistan seçimlerinin ortak paydalarından birinin de bu olduğu söylenebilir. 

NAZİLERİN GERİ DÖNÜŞÜ

1973’de yıkılmasından sonra cunta yönetimiyle köklü bir hesaplaşma içine girilmediği ve bütün kurum ve kuruluşlarının tasfiye edilmediği değerlendirmesi temelsiz değil. Süreç içinde demokratik hak ve özgürlüklerin burjuva demokrasisi çerçevesi içinde anayasa ve yasalar tarafından çerçeve altına alındığı gerçeğine rağmen, sinmiş olan faşist örgütlenmeler varlıklarını güçsüz ve marjinal de olsa devam ettirmişlerdi. 1989 yılında Atina’nın merkezi meydanlarından biri olan Omonia meydanında afiş asan Türkiye devrimci komünist partisi (TDKP) taraftarlarına yönelik saldırıyla basında geniş yer bulan ilk eylemlerini gerçekleştirmiş oldular. 7 yaralı verdikleri bu eylemden sonra Yunanlı devrimcilere ve ilericilere yönelik saldırılar gerçekleştirerek adlarını duyurdular. 2000’li yıllardan sonra yavaş yavaş kendini hissettiren Naziler 2010 yılında başlayan kriz sürecinde izlenen politikalara ve AB uygulamalarına muhalefet ederek ve yabancı düşmanlığı yaparak legal faaliyet sürdürme olanağı elde ettiler. Türkiye ile yaşanan Kardak krizinin yıldönümlerinde, ege ve Makedonya sorunlarında alanlara çıkma cesaretini gösterdiler. 

Kriz yıllarında yiyecek dağıtma kampanyaları yapan ve “yunan işyerlerini ve yurttaşlarını koruma” adı altında “koruyuculuğa” soyunan Naziler 2012 yılında meclise girmeyi başardılar. Mecliste yer alan tüm partileri nazist propagandaların hedefi yaparak radikal bir tutum sergilediler. Eski Nazi artıklarını ve aşırı sağcı unsurları kısa sürede örgütlemeyi ve devlet kurumları içinde belli oranda etkili olmayı başardılar.  

Nazilerin Perama, Pirea gibi liman ve tersane kentlerinde güç toplamalarının nedeni ise armatörlerden gördükleri destekti. Bu bölgede örgütlü bulunan liman ve tersane işçilerinin bağlı bulundukları sendikalar Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) kontrolünde bulunduğu için saldırılar önce bu bölgede çalışan yabancı işçilere sonra Yunanlılara yöneldi. Çok sayıda göçmen ve Yunanlı saldırılarda yaralandı. Pavlos Fissas adlı antifaşist rap sanatçısı bu bölgede katledildi.

AŞIRI SAĞCILARIN SEÇİMİ

Nazilerin tehdit unsuru durumuna gelmesi üzerine burjuva partiler kapatılması yönünde bir tutum ortaya koydular. Geniş bir antifaşist kitlenin Nazi örgütlenmelerinin yasaklanması talebi ve verilen mücadele giderek yaygınlık kazandı ve Altın Şafak organize suç örgütü suçlamasıyla kapatıldı ve milletvekilleri tutuklandı. 

Seçim sonuçlarının işaret ettiği en önemli özellik faşist ve gerici partilerin güçlenerek Meclis’e girmesi oldu. Organize suç örgütü olduğu gerekçesiyle mahkeme kararıyla kapatılan ve yönetici kadrolarının değişik hapis cezalarına çarptırıldığı Altın Şafak adlı Nazi örgütlenmesi seçimlere 15 gün kala “Spartalılar” adlı bir parti kurarak seçimlere girdi. %4,63 alarak 12 milletvekili çıkaran Spartalılar önemli bir zafer elde etti.

Şu günlerde Yunan kamuoyunda ve geniş antifaşist cephede Spartalıların Altın Şafak’ın devamı olduğu dolayısıyla milletvekilliklerinin düşürülerek kapatılması gerektiği tartışılmaya başlandı.

Meclise giren bir diğer gerici, faşist parti “Niki” (zafer) oldu. ”Vatan, din ve aile” sloganını ön plana çıkararak gerici bir propagandaya yönelen bu partinin her hangi bir örgütlenmesi ve programı yok. “Ulusal değerlerin ve Helen kültürünün” tehlikede olduğunu, “ülkenin göçmen istilasına uğradığını”, “örgütlü ve sistemli “ LGBT ve benzeri “yozlaşmaların” giderek yaygınlaştığını ve dini inancın kaybolmakta olduğunu söyleyerek meclise giren Niki, daha çok Altın Şafak, Yeni Demokrasi ve belli oranda SYRIZA’dan oy almış görünüyor. 

Meclis’te temsil edilme hakkı yakalayan sekizinci parti ise eski SYRIZA hükümeti döneminde meclis başkanlığı yapmış olan Zoi Konstantopulo’nun  “Özgürlük Seyri” Partisi-Plevsi Elefterias. %3,17 ile sekiz sandalye sahibi olan Plevsi Elefterias da her hangi bir program ve örgütlülüğe sahip değil. Daha çok SYRIZA’dan oy aldıkları biliniyor. Zoi Konstantopulo sekter ve agresif tutumlarıyla daha çok tepkici seçmenlerin desteğini almış görünüyor. 

Son on beş yılın seçim sonuçlarına bakıldığında benzeri özellikleri taşıyan ona yakın partinin meclisten geçtiği ancak bir sonraki seçimlerde yüzde biri bile bulamadıkları görülüyor. Alternatif bulamayan ve “300 milletvekilini meclis binasıyla birlikte yakmak lazım” diyen çok sayıda karamsar ve tepkici seçmen kesimi parti programlarını nede örgütlülüğünü kriter olarak almıyor. Buradan çıkarılması gereken esas sonuç, bu tür parti ve yapılanmaların, işçi ve emekçi halkı gözeten bir programa sahip olmayan sistem partilerinin izlediği politikaların bir sonucu olarak doğduklarıdır. Kaldı ki bu tür yapılanmaların kolaylıkla burjuva partilerin dolgu malzemesi olarak kullanıldıkları da bilinmektedir.  

SEÇİM SONUÇLARINDA ETKİLİ OLAN NEDENLER

Seçim sonuçlarında, Karadeniz, Balkanlar ve Doğu Akdeniz’i kapsayan geniş coğrafyada yaşanan gerginlikler, Ukrayna - Rusya savaşı gerekçe gösterilerek gündeme getirilen ABD, AB ve NATO kaynaklı planlar, enerji yolları ve politikalarında yaşanan sıkıntılar oldu. Aynı zamanda göçmen sorunu vb. etkenlere paralel olarak, 2010 yılında başlayan ekonomik krizin neden olduğu sonuçlar da belirleyici bir rol oynadı. Bölge halklarının geleceğini ve kardeşliğini torpilleyen emperyalist politikaların "ya istikrar ya geleceğinizi karartacak ekonomik ve politik kriz" biçiminde bir propaganda ve tehdit aracına dönüşmesi gericiliği güçlendirirken, "sol" ve "sosyal demokrasi" adına iktidara geldikten sonra bütünüyle emperyalist politikaların işbirlikçisi durumuna gelen SYRIZA hükümetinin hak gasplarına, sömürü reçetelerinin uygulanmasına ve IMF, AB Merkez Bankası ve AB (Troyka) politikalarına devam etmesi alternatif arayışlarının merkez sağ, gerici ve faşist partilere doğru kaymasına yol açtı. PASOK ve SYRIZA hükümetlerinin izlediği işçi, emekçi karşıtı politikaların faturası "sola" kesilerek kara bir propaganda eşliğinde pazar ekonomisinin "vazgeçilmezliği" vaazları verildi. 

Kriz döneminde sermaye partilerine sırtını dönen emekçi halk kitleleri umut olarak gördükleri SYRIZA’nın "tek yasa maddesiyle troyka anlaşmalarını ve uygulama yasalarını iptal edeceğiz" söylemine destek vererek hükümet olmasını sağladı. Ancak SYRIZA troyka anlaşmalarını iptal etmek bir yana bir öncekileri aratan iki ağır anlaşma daha imzaladı ve özellikle küçük işletme ve esnafa kilit vurduran "sermaye kontrolünü" getirdi. Ağır vergiler, hak gaspları, çalışma yasalarında yapılan değişiklikler, bankalar sisteminin güçlendirilmesi için milyarların hibe edilmesi, sosyal güvenlik yasalarının değiştirilerek emeklilik yaşının yükseltilmesi, ücretlerin düşürülmesine devam edilmesi vb. halkta "sol" partilere yönelik tepkilerin gelişmesinin yolunu açtı. 

SAĞIN ‘İSTİKRAR’ PROPAGANDASI

Yeni Demokrasi Partisi bir önceki seçimlerde ekonomik vaatleri değil “asayiş” ve “göçmen” sorununu ön plana çıkarmışken bu seçimlerde daha çok “istikrar” söylemine yatırım yaptı ve SYRIZA’nın yeniden hükümet olması durumunda piyasalara verilen güvenin sarsılacağı, troyka politikalarının yeniden başlayacağı tehdidinde bulundu. 

Bu partinin repertuarını oluşturan söylemlerden bir diğeri de doğu Akdeniz politikasının ve münhasır ekonomik bölge ilanından sonra elde edilen “ulusal kazanımların” tehlikeye gireceğine yönelikti. Ankara’nın tehditlerine karşı ABD ile kurulan “stratejik” işbirliğinin ve AB ile oluşturulan ortak politikaların caydırıcılığının SYRIZA ile tehlikeye gireceğini söyleyen yeni demokrasi partisi bir yandan da milliyetçi söylemlere ağırlık vererek göçmen karşıtlığı yaptı. 

SYRIZA ALTERNATİF OLAMADI

Her fırsatta AB’ye bağlılığını dile getiren SYRIZA “ben daha iyisini yaparım” söyleminin önüne geçmeyen ve meclis kürsüsünde dile getirilen sınırlı muhalefetle alternatif olamadı. Troyka anlaşmaları ve kriz politikalarına karşı çıkarak hükümete gelmiş olan SYRIZA’nın alternatif bir ekonomik ve politik program önermemesi bu partiden kopuşlara neden olan en önemli etken oldu. Halkın SYRIZA’dan beklentilerinin boşa çıkmasından sonra, halk nezdinde güvenini yitirmiş çok sayıda eski PASOK vb. partilerin yöneticilerine kapılarını açarak SYRIZA- İlerici İttifak adını alması kopuşları daha da tetikledi.   

BASKILAR DEVAM EDECEK

Halkın büyük bölümünün yeni demokrasi hükümetinden bir beklentisinin olmadığını belirtmek gerekir. Aynı politikalar devam edecek ve sermaye sınıfı karlarını katlarken emekçilerin payına gene yoksulluk, işsizlik ve geçim sıkıntılarıyla savaşmak düşecek. İçme suyunun bile özelleştirme kapsamına alındığı biliniyor. Bir dönemler dünyada ikinci Avrupa da birinci olan deniz taşımacılığı ve tersanelerinin yerinde yeller eserken, tarımda üretim artmasına rağmen üreticiler daha da yoksullaşmış bulunuyor. Ekonominin “rekabetçi” duruma getirilmesi adı altında düşürülen ücretler ve konan vergiler, değiştirilen sosyal güvenlik yasaları, halka kapalı sağlık sistemi, eğitim hakkının gasp edilmesi vb. devam edecektir. 

Yeni demokrasi partisinin “halktan tam yetki aldık” söylemi baskıların devam edeceğini göstermektedir. Ancak emekçi kitleler içinde bilinçli ve örgütlü bir mücadeleci kesimin bu politikalara boyun eğmeyerek mücadeleye devam edeceklerini vurgulamak gerekir. Kısacası halkın yarısının sandıklara gitmediği Yunanistan da seçim sonuçları yeni demokrasiye açık çek verildiği biçiminde yorumlanmamalıdır.

                                                                   /././

Korku iklimini kullanıyorlar "BELÇİKA" (Dr. Mine YILDIZ, Akademisyen)

                                                                                                                Fotoğraf: Depo Photos

Güvenlik ve kimlik endişesi aşırı sağı büyütüyor. Son beş yılda en az 30 milyon Avrupalının aşırı sağcılara oy verdiği görülüyor. Belçika’da milliyetçiler korku iklimini kullanıyor.

Avrupa’da sağın yükselişini net bir biçimde Mayıs 2014'te yapılan Avrupa Parlamento (AP) seçimlerinde görmek mümkün. AP üyesi ülkelerin 400 milyon civarındaki seçmeni parlamentoda 751 koltuk için oy kullandığı bu seçimin sonunda sağ ve aşırı sağ partiler kabullenilmesi güç bir sonuca imza attı. Sağ ve aşırı sağ partilerin yükselişi sosyal demokrasinin anavatanı olarak görülen İskandinav ülkelerine kadar ulaştı. AP seçimlerinde Hollanda, Fransa, İngiltere, Avusturya, Finlandiya ve Danimarka’da aşırı sağ önemli bir ivme kaydetti.

Avrupa’da aşırı sağ partilerin güçlenmesi gözle görülebilir bir boyut kazandı.

NEDEN SAĞA YÖNELİYORLAR?

Küresel kapitalizmin vahşiliği karşısında kendini savunmasız hisseden Avrupalılar bu hızlı ve olumsuz ekonomik değişimin sonuçlarını sadece seçimlerde değil her alanda kendisini gösteriyor.

Avrupa sağı geleneksel Avrupa yanlısı partiler ile Avrupa Birliği karşıtı milliyetçi partiler arasında paylaşılmış durumda. Sağ partilerin çoğu popülist politikalar üreterek göçmen ve azınlık karşıtı, yabancı söylem düşmanlığını sıkça kullanıyorlar.

Popülist söylemler etnik aidiyet vurgusunu öne çıkarttı. Bu noktadan bakıldığında Avrupa’da son yıllarda etnik ayrımcılık temelli söylem, hareket ve çatışmanın, yabancı karşıtlığının daha da kötüsü ırkçılığın hızla yükseldiği net bir biçimde görülüyor.

Sağ partilerin mülteci karşıtı politika ve söylemleri seçmen tabanlarını genişlemesine yol açtı. Avrupalı diğer sağ partiler gibi İsveç’te Jimmie Akesson da "göç, suç ve İslam'ı" İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en büyük dış tehdit olarak tanımlamış, bunlarla mücadeleyi politik söylemlerinin merkezine oturttu. Son beş yıl içerisinde en az 30 milyon Avrupalının aşırı sağ partilere oy verdiği anlaşılıyor. 

Ne yazık ki bugün Avrupa'da göç, göçmen, etnik sorunlar ve terör kelimeleri yan yana, aynı bağlamın içinde ifade edilmeye başlandı. Güçlenen aşırı sağcı gruplar, siyasi, sosyal ve ekonomik faktörlerin bir sonucu. Sağ, Avrupa kültürünü, dışardan gelen kültürlerin istilasından muhafaza etme hakkı olduğunu savunmakta. Radikal sağ partiler, güvenlik ve kimlik endişelerinin yükseldiği dönemlerde seçmen desteğini artırıyor.

SAVAŞ, KRİZ, GÜVENLİK

Neo liberal politikaların ve sonrasında tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgınıyla derinleşen ekonomik kriz (Rusya-Ukrayna Savaşı’nın etkilerini de unutmamak gerekir) Avrupalıları gelecek endişesi yaşamaya itti. Mevcut hükümetlerin yeterli önlemleri almadığı algısı aşırı sağcı popülist siyasetçiler tarafından öne sürüldü. Pandemi sonrası “refah devleti” anlayış ve uygulamalarının gittikçe azalması, göç dalgaları, ekonomik kriz, popülist söylemlerle çıkış yapan aşırı sağ tandansın uzun zamandan beri beklediği fırsatı yarattı. Aşırı sağcı parti ve liderler halkların güvensizlik, aidiyet, terör ve savaş korkusundan beslendi.

Sosyal demokratlar ve solun güç kaybetmesi de aşırı sağın hanesine "artı puan" olarak yazılıyor. Fransa'da Hollande iktidarının ve sosyal demokratların devam eden başarısızlığı, İngiltere'de siyasi arenadan yok olan İşçi Partisi  veya İspanya’nın Podemos hareketindeki yolsuzluk iddialarında olduğu gibi, sol mevcut krizlere alternatif sunamadığı için aşırı sağ alternatif olarak ciddiye alınmaya başlıyor.

BELÇİKA: UMUT HALA VAR

Belçika’da geçtiğimiz ay yapılan kamuoyu araştırmaları Sosyalist Parti’nin (PS) Wallonia'da (%25,7) ve merkez sağ MR Parti’nin (Mouvement Réformateur-Reform Hareketi) başkent Brüksel Bölgesi'nde (%19,9) en popüler partiler olmaya devam ettiğini gösteriyor. En soldaki Belçika İşçi Partisi’nin (PTB) ise hem Fransızca konuşulan Wallonia’da, hem de Başkent Brüksel Bölgesi’nde büyük bir ilerleme kaydettiği, oy oranını her iki bölgede de artmaya devam ettiği görülüyor: Wallonia'da %18.9, Brüksel'de ise %17.6, Flaman bölgesinde ise %10,3. Bu oranla PTB’nin 2019'daki oy oranının neredeyse iki katına ulaşmış olduğu anlamına geliyor. PTB, en güçlü sol muhalefet kaynağı olarak dikkat çekiyor.

Aynı araştırma, önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerde aşırı sağcı Flaman Milliyetçi Parti’nin (Vlaams Belang-VB) özellikle Flaman bölgesinde öncülüğü sürdürdüğünü gösteriyor. Aşırı sağ %22,7'lik oy oranına sahip, ki bu oranla Flaman bölgesindeki diğer partilerin çok önünde görünüyor. Parti, göç ve güvenlik konularında korku iklimi yaratarak son yıllarda istikrarlı bir şekilde oy oranını artırıyor.

HOLLANDA: PARÇALI SOL

Hollanda Yeşil Parti (GroenLinks), Avrupa genelinde yükselen Yeşil dalganın en önemli parçalarından birisiydi. Tarihinin en iyi seçim sonucunu elde eden parti 2021'de sandalyelerinin neredeyse yarısını kaybetti.

2021 seçimleri Hollanda solu için bir bütün olarak büyük bir yenilgi oldu. Üç parti (Sosyalist Parti -SP, Yeşiller- GroenLinks ve PvdA-İşçi Partisi) birlikte 2017'de sandalyelerin %25'ini kazanırken bu oran 2021'de %17'ye düştü. Bu partiler 2012'de birlikte oyların %38'ini kazanmıştı. Kemer sıkma politikalarının uygulandığı bir dönemde, Sosyal demokrat PvdA’nın  seçimlere üç ay kala parti lideri Lodewijk Asscher'in sosyal işler bakanı olduğu dönemde sosyal yardım dolandırıcılığı yaptığı iddialarının ardından istifa etmesi partiye zarar verdi. Hollanda solu, son 20 yılda daha da parçalı hale gelmiştir. Son seçimler de bunu teyit eder niteliktedir; zira Hollanda parlamentosunda solda yer alan dört parti parlamentoda sandalye kazanmıştır. Hayvanlar için Parti,  ideolojisi feminizme dayanan feminist, ırkçılık karşıtı ve anti-kapitalist bir parti olan As One partisi gibi. Bu partiler, Sol Parti'nin kültürel muhafazakarlığından memnun olmayan aşırı sol çevrelere hitap etmekteler.

MERKEZ PARTİLERİN ÇÖZÜLÜŞÜ AŞIRI SAĞA YARIYOR

Emekçi kitlelerin her geçen gün tırpanlana hakları, yerleşik geleneksel partilerine karşı güvenin azalması, ekonomik krizin gibi nedenler popülist aşırı sağın oylarında artışa neden olmaktadır. Avrupa solunun/hükümetlerinin küresel kapitalizm ve neoliberal politikalara boyun eğdiği, pandemi sürecini iyi yönetemediği, sosyal devlet/refah devleti anlayışından tavizler verdiği, halkın karşı karşıya kaldığı ekonomik kriz karşısında başarısız bir sınav verdiği, mülteciler ve göç konularında solun sınıfta kaldığı tartışmaları ulusal parlamentolarda uzun süre temsil gücü elde edemeyen aşırı sağ popülistler için bir fırsata dönüşmüş durumda. Avrupa’daki solun sorunları arasında mikro düzeyde lider sorunları makro çapta sosyal politikalardaki reform ihtiyacı ağır basmakta.

Avrupa’da sosyal sınıflar arasında görülmeye başlanan tabandaki ideolojik geçişlerinin yaşandığı şu dönemde Avrupa solu işçi ve emekçi sınıfların yaşam koşulları için yeniden bir mücadele örgütleme siyasi ve sosyal politikaları üretmek zorunda.

Avrupa solunun kan kaybı yaşamasının elbette pek çok nedeni var. Bunlardan en önemlisi (ve bana kalırsa) en temel nedeni, gerçekçi bir anti-kapitalist ya da en azından anti-neoliberal, sol kanat siyasi strateji kuramamış olmaları. Dokunulmaz bir serbest ticaret rejimi, para politikası, kemer sıkan bir kamu maliyesi, her geçen yıl tırpanlanan işçi-emekçi hakları ve sınırsız işgücü arzına sahip sendikasız bir işgücü piyasasını dayatan sisteme, ülkelerinin teslim edilmesine direnmemeleri.

                                                                   /././

Aşırı sağın inşası "PORTEKİZ" (Serkan Öngel)

                                                                                                         Fotoğraf: Depo Photos

Geleneksel olarak solun güçlü olduğu Portekiz’de son yıllarda yükselişi geçen Ventura liderleğindeki aşırı sağcı Chega!, gücünü sermaye ve çıkar gruplarından alıyor.

Portekiz, Avrupa’nın uzak köşesinde yer alıyor. Bir yanı İspanya, bir yanı okyanus. Buna karşın Afrika’dan, Güney Amerika’ya ve Asya’ya uzanan bir alanda sömürgeci geçmişinden izlere ve ilişki ağına sahip. Portekiz, Avrupa’nın görece yoksul ülkelerinden. Bununla birlikte Küresel Barış Endeksi’ne göre dünyanın en barışçıl, güvenli ve huzurlu ülkelerinden biri. Solun da en güçlü olduğu ülkelerden.

Günümüz Portekiz siyasetini belirleyen en önemli unsur, Nisan 1974’te sömürge ülkelerde, süren bağımsızlık savaşlarından yorulmuş devrimci askerlerin (Silahlı Kuvvetler Hareketi) geniş halk kesimlerinin desteğini alarak gerçekleştirdiği Karanfil Devrimi’dir. Karanfil Devrimi, Estado Novo olarak ifade edilen, kurucusu ve lideri António de Oliveira Salazar'a atfen Salazarizm olarak da adlandırılan, faşist diktatörlüğe son verdiği gibi Portekiz'in sömürgelerde yürüttüğü kanlı savaşların sonu ve Mozambik, Angola, Cape Verde, Gine-Bissau ve São Tomé’nın bağımsızlığı anlamına da geliyordu.

Bugünün siyasal iklimini anlamak için bu döneme kısa bir giriş yapalım.

Karanfil devrimi sonrası döneme, Mayıs 1974 ile Temmuz 1976 arasında altı geçici hükümetin kurulmasıyla sonuçlanan bir siyasi gerilim ve istikrarsızlık ortamı damgasını vurmuştur. Bu süreçte devrimci güçler, büyük kamulaştırmaları ve toprak reformlarını gerçekleştirebilmiştir.

Siyasal gerilim Avrupa demokrasi modeli ile Sosyalist bir model arasında yaşanmıştır. Bu süreçte işçi sınıfı konseyler, işçi denetimi pratikleri, mahalle meclisleri ile, güçlü bir halk örgütlenmesi inşa etmiştir. Devrimin akamete uğramasına ihtimaline karşı, 12 Kasım 1975'te, toplu iş sözleşmesinin imzalanması için mücadele eden ve çoğunluğunu inşaat işçilerinin oluşturduğu ve sayıları 100 bini bulan işçi, Kurucu Meclis'in yapıldığı São Bento Sarayı'nı kuşatmış, 36 saat boyunca Parlamento Üyelerinin dışarı çıkmasını engellemiştir. 25 Kasım 1975’te askerlerin müdahalesi, ılımlı ordu tarafından bastırılmıştır. Bu durum bir karşı devrim sürecinin oluşmasına yol açmamış, ancak devrimin ileriye doğru yürüyüşünü durdurmuştur. Kurucu Meclis, sadece merkez sağ Sosyal Demokrat Parti’nin karşı oy kullanmasıyla Portekiz Cumhuriyeti Anayasasını onaylamış, dönemin devrimci ruhu, devletin hedefleri olarak sosyalizme geçişe işaret eden anayasa metnine de yansımıştır. 1976 Anayasası, eşitlik ilkesi, basın özgürlüğü, din özgürlüğü, çalışma, sosyal ve kültürel haklar gibi temel hak ve ödevleri güvence altına almakta, Cumhurbaşkanı, Devrim Konseyi, Cumhuriyet Meclisi, Hükümet ve Mahkemeleri egemen organlar olarak kurmakta, yerel yönetimleri ve idari bölgeleri Devletin siyasi örgütlenmesine entegre etmekte ve Azor ile Madeira özerk bölgelerini oluşturmaktadır.

SOLUN HÂKİMİYETİ

Portekiz siyaseti, devrimin etkisi ile solun hakimiyetinde biçimlendi. Merkez sağda konumlanan partinin ismi Sosyal Demokrat Parti. Sosyal demokrat parti ise sosyalist ismini (Sosyalist Parti) aldı.

Estado Novo diktatörlüğünün suçlarının yakın geçmişteki hatırası ve 25 Nisan 1974 Devrimi'nin demokratik kazanımları, Portekiz aşırı sağının uzun yıllar boyunca karantinada tutulmasına kararlı bir şekilde katkıda bulunmuştur. Portekiz sağının iki ana partisi olan Sosyal Demokrat Parti (PSD) ve Sosyal Demokrat Merkez - Halk Partisi (CDS-PP), 2019 yılına kadar kendi sağlarında kendini siyasi olarak kabul ettirmeyi başaran bir siyasi oluşum görmemişti.

Bu iki temel özellik: diktatörlük dönemindeki baskı ve yoksulluk hafızası ve parti yapısının istikrarı, Portekiz demokrasisine 45 yıl boyunca aşırı sağ partilerin temsilcilerinin ulusal ve bölgesel parlamentolara ve belediye meclislerine seçilmemesini sağlamıştır.

Buna karşın radikal sağın Karanfil devriminin hemen sonrasında ciddi eylemlere giriştiği hatırlanmalıdır. Ekim 1974 ile Şubat 1977 arasındaki dönem bu anlamda çok sarsıntılıdır.  Mayıs 1975'ten Mart 1976'ya kadar bombalamalar, sol siyasi merkezlere saldırılar, kundaklamalar, silahlı ve fiziksel saldırılar dahil olmak üzere 405 aşırı sağcı terör eylemi gerçekleştiği ve bunların yüzde 34'ünün Portekiz Komünist Partisini hedef aldığı görülmektedir. Mayıs 1975 ile Nisan 1977 arasında ondan fazla kişinin ölümüne neden olan 566 siyasi şiddet eylemi tespit etmiştir.

1980'lerde ve 1990'larda, neo-Nazi hareketi Porto ve Lizbon bölgelerinde belirli bir varlık kazanmıştır. Gösteriler, konserler düzenlemişler ve yeni bir parti kurmuşlardır: National Action Mouvement (MAN). Bu grupların faaliyetleri pratikte şiddet eylemleriyle sınırlıydı. Portekizli dazlaklar genç bir siyah ve solcu bir aktivisti öldürme cinayetlerinden hüküm giydi. 1999 yılında bir grup aşırı sağcı aktivist, erozyona uğramakta olan merkezci bir parti olan Demokratik Yenilenme Partisi'ne (PRD) sızdı. Partinin adını Ulusal Yenilenme Partisi (PNR) olarak değiştirdi. Portekiz aşırı sağı PNR içinde yeniden toparlanmaya çalıştı, ancak pek çok Avrupa ülkesinde olduğunun aksine marjinal olmaktan çıkmayı başaramadı. PNR arka arkaya başarısızlıklar elde etmiştir. Ciddi bir oy oranına ulaşamamıştır.

RADİKAL SAĞIN YÜKSELİŞİ

2011 yılında iktidara gelen merkez sağ hükümet, Avrupa Birliği tarafından dayatılan dört yıllık agresif bir kemer sıkma programı uyguladı. Yarım milyondan fazla Portekizli göç etmek zorunda kaldı, işsizlik %15,5'e ulaşarak 1980'lerdeki seviyelere yaklaştı. Memurların ve emeklilerin aylık gelirleri düştü ve işçilerin çoğunluğu vergilerinin arttığını gördü. Bu durum merkez sağ içinde bir tartışmaya neden oldu. Parti içindeki tartışmalar, radikal sağın doğuşu için bir olanak oluşturdu. Bu durum merkez sol, merkez sağ ve radikal soldan oluşan siyasi yelpazeye, iki yeni sağ parti hediye etti. Chega (Yeter) bunlar arasında ırkçı, radikal ve popülist söylemi ile dikkat çekiyor. Liberal İnisiyatif de parlamento seçimlerinde önemli bir güce ulaşmış durumda.

Chega’nın lideri André Ventura'yı 2017 yerel seçimlerinde Sosyal Demokrat Parti’den, Portekiz'in altıncı büyük kenti olan Loures belediyesinin başkan adayı olarak gösterildi. Kendisi kışkırtıcı yorumları ile tanınıyordu. Çingene toplumuna karşı düşmanca tutumu, ölüm cezasının savunulması, baskı ve polis gözetiminin güçlendirilmesini kampanyasının parçası yaptı. Kullanılan milliyetçi "popülist" söylem, merkez sağ içinde rahatsız yarattı. André Ventura seçimler sonrasında Chega’yı kurdu.

Sosyal Demokrat Parti’nin Chega ile bölgesel bir seçimde ittifak kurma durumunun oluşması, Portekiz liberal ve muhafazakâr sağının radikal sağ ile işbirliği yapma potansiyelini ortaya koydu. 

Chega, tek bir adama bağımlı, kendisine gölge düşürenleri elinin tersiyle iten, kendisini övenleri ve büyümesini sağlayan fonların kapısını açanları öven; entrikaların, nefretin, aşırılık yanlısı şiddetle ve sonuç olarak suçla tehlikeli bağlantıları olan bir parti olarak görülüyor. Parti 2019 parlamento seçimlerinde parlamentoya girmeyi başardı. Bu durum Chega liderine hoşnutsuzları toparlamak için ihtiyaç duyduğu görünürlüğü sağladı. André Ventura Avrupa’da esen aşırı sağ rüzgarları arkasına almaya çalışıyor. Bu konuda radikal sağ liderlerle görüntü vermekten çekinmiyor.

Nefret ve Aşırıcılığa Karşı Küresel Proje (GPAHE) tarafından hazırlanan rapora göre, neo-nazi ve beyaz üstünlükçü gruplara benzer şekilde, Chega'nın ideolojisi göçmen karşıtı, kadın karşıtı, LGBTQ+ karşıtı, Roman karşıtı, Müslüman karşıtı ve komplo yanlısı olarak tanımlanıyor.

Roman toplumu ile ilgili olarak Chega Başkanı Ventura Romanları "suçlu" olmakla, "sosyal yardımları kötüye kullanmakla" ve "ciddi bir kamu güvenliği sorunu" olmakla suçluyor. Bunun en temel nedenlerinden biri Portekiz’in diğer Avrupa ülkeleri gibi ciddi bir mülteci sorununun olmaması.

Chega toplumsal tabanını sağlamlaştırmak için, neoliberal ekonomik programı, güvenlik söylemi ile birleştiriyor. Irkçı ve yabancı düşmanı bir dil kuruyor. Portekiz sömürgeciliğine ve Estado Novo diktatörlüğüne nostalji ile yaklaşıyor. Dini bu süreçte araçsallaştırıyor.

Chega, sosyal medyada güçlü bir trol ordusuna da sahip. Portekizli uzmanlara göre Chega'nın dijital milisleri sosyal ağlarda en az 20.000 sahte hesaptan oluşuyor. Bu veriler partinin Facebook ve Youtube'daki başarısını büyük ölçüde açıklıyor. Bu aygıt sadece partinin propagandasını güçlendirmek için değil, her şeyden önce yanlış bilgi yaymak ve gazetecilere, solcu liderlere ve sosyal hareketlerin aktivistlerine saldırmak için kullanılıyor.

Chega, Portekiz sosyal devletini tamamen ortadan kaldırmayı, Ulusal Sağlık Hizmetini, devlet okullarını, sosyal güvenliği ve toplu taşımayı özelleştirmek ve tüm bu kamu mallarını özel gruplara devretmek istiyor. Artan oranlı vergilendirmeye son vermeyi ve uygulandığı takdirde daha az kazananların vergi yükünü artıracak ve çok daha fazla kazananlar için azaltacak düz vergiler getirmeyi savunuyor. Ayrıca konut tahliyelerinin ve İş Kanunu’nun tamamen serbestleştirilmesini öneriyor.

Radikal sağın uzun süre ciddi bir varlık göstermediği Portekiz’de bu söylemlerle Ventura, Ocak 2021 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde % 11 ile 3. sıraya yerleşmişti. Ventura gücünü arkasındaki sermaye ve çıkar gruplarından alıyor.

SONUÇ

Sosyalist Parti, 2015-2019 yılları arasında ülkeyi Sol Blok, Komünist Parti ve Yeşiller ile yaptığı bir anlaşma üzerinden yönetiyordu. 2019-2021 yıllarında ise herhangi bir düzenlemeye ihtiyaç duymadan azınlık hükümeti olarak faaliyetini sürdürdü. Bütçenin reddedilmesi üzerine, 2022 yılında yapılan erken seçimlerde, Başbakan António Costa'nın liderliğindeki Sosyalist Parti (PS) beklenmedik bir şekilde parlamentoda % 41.4’lük oy oranı ile mutlak çoğunluğu kazandı. Aşırı sağcı Chega! ise bir önceki seçimde aldığı oyunu keskin bir biçimde artırarak % 1.3’ten %7.2’ye ulaştı. Böylelikle ülkenin en büyük üçüncü siyasi gücü haline geldi. Sol partiler ise kayıplar yaşadı, Sol Blok (BE) ve Portekiz Komünist Partisi (PCP) sandalye kaybetti. Yeşiller (Verdes) partisi parlamentoya giremedi. Liberal İnisiyatif partisi ise sandalye sayısını artırdı. Ana muhalefet partisi olan merkez sağ Sosyal Demokrat Parti (PSD) ise oy kaybetti

Chega!’nın olası bir merkez sağ Sosyal Demokrat Parti ittifakında yer alması endişesi, Sol Blok (BE) ve Portekiz Komünist Partisi (PCP) seçmenlerinin Sosyalist Parti’ye yönelmesine yol açtı.

Sonuç olarak Portekiz siyaseti alışık olmadığı bir durum ile yüzleşiyor. Nisan 1974’te kurulan Anayasal düzen kendisine karşıt, radikal sağ bir alternatifi ne ölçüde kabulleneceği tartışmalı bir konu. Devrimden bu yana merkez sağdaki Sosyal Demokrat Parti ile merkez soldaki Sosyalist Parti’nin yönetimlerinde varlığını sürdüren rejim, merkez sağın krizinde ve Avrupa’da yükselen aşırı sağın rüzgarını arkasında alarak büyüyen radikal sağın tehdidi ile karşı karşıya. Ancak devrimin hatırası, güçlü bir sol hareketin varlığı radikal sağın zeminini oldukça daraltıyor. 

(BİRGÜN)




Hakkını arayan öğretmenlere tehdit mesajları | Özel okul patronları mafya gibi + Kolej tabelasının altında sömürü var (Evrensel)

 Hakkını arayan öğretmenlere tehdit mesajları | Özel okul patronları mafya gibi (Özlem Songül ABAYOĞLU-EVRENSEL)

Öğretmenlere düşük ücret, kölelik koşulları dayatan özel okul patronları buna karşı çıkan öğretmenleri ölümle tehdit ediyor: “Bu kafayla çok yaşamazsın.”

                                                                                      Fotoğraf: Dilek Omaklılar/Evrensel 

Özel okullarda ağır sömürü koşullarında düşük ücretlerle çalışmaya zorlanan öğretmenler haklarını aradıklarında ise patronlar tarafından tehdit ediliyor. Oğuz Kağan Koleji’nde İngilizce öğretmenliği yapan Nazlı Edik, fazla mesaiyi dayatmasına karşı çıktığı için okul yönetimi tarafından işten çıkarılmıştı. Özel Sektör Öğretmenler Sendikası üyesi olan Nazlı Edik ile aynı sendikanın üyesi olan Uğur Polat, haklarını aradıkları ve sendikal mücadele yürüttükleri için patronlar tarafından tehdit edildi. Polat’ın telefonunu atılan tehdit mesajı şöyle: “Abini Allah aldı, seni de biz alacağız.”  

"NE ZAMAN İSTERSEM O ZAMAN GÖRÜŞÜRÜZ"

Seminer döneminde okula çağrılarak İngilizce kursu vermesi söylenen Nazlı Edik, bunun yasal olmadığını söyleyerek karşı çıktığı için okul müdürüyle tartıştığını söyledi. Bunun ardından sendikaya yasal olmayan süreçte ders yaptırdıkları için şikayet gittiğini dile getiren Edik “Bunun üzerine okulun kurucularından Muhammet A., gece saat 23.00’e doğru beni aradı ve şikayeti benim yapıp yapmadığımı sordu. Yapmadığımı söyledim ancak beni okulun sosyal medya grubundan çıkardı. Ben neden böyle bir şey yaptığımı sorduğumda ‘Sana hesap mı vereceğim?’ yazdı” dedi.  Bunun üzerine sendikanın avukatlarıyla birlikte okula gittiğini anlatan Edik, “Muhammet A., ile görüşme talep ettim ama ‘Ben ne zaman istersem o zaman görüşürüz’ yanıtını verdi.  Ben de beklemeyip çıktım. Bir sonraki gün bana bir şey söylemeden çıkışımı verdi” dedi. Yasal olmayan bir şekilde işten çıkarıldığını baskıya ve mobbinge maruz kaldığını dile getiren Edik “Bu haksızlığa karşı sendikamla birlikte okulun önünde basın açıklaması yaptık” dedi. Ardından okulun diğer kurucu ortağı Adem O.’nun kendisiyle görüşmek istediğini anlatan Edik “Yanına gittiğimde beni tatlı tatlı sindirmeye çalıştı. Bu süreçte bilmediğim bir numara beni arayarak sürekli rahatsız etti” diye konuştu.

"BU KAFAYLA ÇOK YAŞAMAZSIN"

Uzun yıllar sendikalaşma mücadelesi verdiği için tehdit edildiğini dile getiren Uğur Polat “Arkadaşımızın usulsüz bir şekilde işten çıkarılınca süreci benim yönettiğimi düşündüler. Daha önceden de bana karşı bir hırsları vardı zaten” dedi. Okul kurucularının kendisini tehdit ettiğini hatta ailesine ulaştıklarından bahseden Polat, “Gecenin bir yarısı, biri yurtdışı numarası olmak üzere 3 numaradan mesaj atarak ‘Akıllı ol’, ‘İnsanları galeyana getiriyorsun’, ‘Sen bu kafayla çok yaşamazsın’ tarzında tehditler ve cinsiyetçi küfürler ettiler, ‘ev adresine kadar biliyoruz’ yazdılar” dedi.

"ABİNİ ALLAH ALDI SENİ DE BİZ ALACAĞIZ"

Gece saat 03:00’te babasını bile aradıklarını belirten Polat “İşten çıkarılan arkadaşımızın fotoğrafını da babama atmışlar. Bana da mesaj atıp canlı konum atmamı isteyerek, ‘Gelip bir konuşalım, bakalım bize de böyle konuşabilecek misin’ tarzında tehditler ettiler. Abimi yaklaşık 9 ay önce kaybettik. ‘Abini Allah aldı, seni de biz alacağız’ dediler. Okulun ortakları bu durumdan habersizlermiş gibi konuştular benimle.  Ben bir sendikal mücadele veriyorum ve haklarımız adına mücadele ediyorum. Haklarımız için bir gün hesaplaşacağız.  Artık ölümle tehdit ediliyoruz ve bu mücadelemizin ne kadar haklı olduğunu gösteriyor” ifadelerini kullandı.

"MEB MAFYAVARİ YÖNTEMLERE SESSİZ KALMAMALI"

Eğitim alanındaki denetimsizliğin Oğuz Kağan Koleji’nde yaşananlara sebebiyet verdiğini söyleyen Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası Genel Başkanı Eren Edebali, “Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), patronları özel eğitim kurumlarını keyfi bir şekilde işletebilecekleri şekilde boş bırakmış durumda. Sendika olarak yaşanan bu usulsüzlüklere karşı duruyoruz. Aslında MEB’in yapmadığını sendikamızın yapması patronları rahatsız ediyor. TÖZOK, TÖDER gibi bu alanda zincir haline gelmiş sermaye grupları var. Bunlar öğretmen emeğini sömüren sermaye grupları” diye konuştu. Özel eğitim kurumları patronlarının mafyavari hareketlerde bulunduklarına dikkati çeken Edebali, “Bu kişiler aslında eğitimci de değil inşaatçı, tekstilci vs.” dedi. Patronların mafyavari tutumlarının arkasında yatan sebebin MEB’in denetimsizliği olduğuna işaret eden Edebali “Bu özel eğitim kurumları MEB’e bağlı faaliyet yürüten, MEB’e bağlı kurumlar. Bakanlık sorumluluk duyması gereken bir alanda sorun yokmuş gibi davranamaz. Öğretmen emeğinin saldırı altında olmasına karşı sendika olarak patronların karşısına dikileceğiz” ifadelerini kullandı.

                                                                /././

Kolej tabelasının altında sömürü var (Evrensel)

Kolej tabelası adı altında özel okulların öğretmenleri sömürdüğüne dikkati çeken Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası, bu hukuksuzluklara karşı sessiz kalmayacaklarını duyurdu.
                                      
Fotoğraf: Nisa Sude Demirel/Evrensel

Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası, sendikaya üye olduğu için işten atılan üyeleri için Oğuz Kağan Koleji Atakent Kampüsü önünde eylem yaptı. Önünde bulunulan kurumun adı sürekli değişse de sömürü koşullarının değişmediğine dikkat çeken öğretmenler “Kolej tabelasının ardında, sömürülen öğretmen emeği ve mobbing var” dedi.

HUKUKSUZLUĞA İTİRAZ EDEN İŞTEN ATILDI

Yıl boyunca çok sayıda usulsüzlüğe sahne olan kurumda bu usulsüzlüklerin sene sonunda da devam ettiğine dikkat çekilen açıklamada “Kolej yönetimi yaz tatilinde ek ders ücreti ödemeden öğretmenlerini ‘kurs’ adı altında ders vermeye zorlamıştır. Oysa kanunda yaz tatilinde sadece ek ders ücreti karşılığında ders verilebilir.  Hukuka aykırı düzenlenen bu kursa itiraz edenlere de Oğuz Kaan Koleji, ‘İstediğiniz yere şikayet edin biz yapacağız’ demiştir. Şikayet edilince de bir günah keçisi bulup öğretmen arkadaşımızı işten çıkartmışlardır. İşten çıkarılma gerekçesi sorulduğunda elle tutulur bir sebep gösterememişlerdir” denildi.

‘ARTIK SENDİKAMIZ VAR’

Yıl içinde eğitim öğretim faaliyetleri sürerken, keyfi biçimde bazı öğretmenleri işten çıkaran, boşta kalan dersleri diğer öğretmenlere yükleyen ve bunun karşılığı olan ek ders ücretlerinin uzun süre verilmediğine dikkat çekilen açıklamada “Öğretmenlerin kanunla sabit ek ders ücretlerinin bir kısmı gasbedilmiştir. Kurum her türden hakkını talep edenlere karşı işten çıkarma, bir dahaki sene sözleşme yapmama tehdidini savurmayı sürdürmüştür. Bu kurumun böyle davranmasına eskiden bireysel düzeyde itirazlar olur ve bu da bu türden kurumları hak gasplarından caydırmazdı. Ama artık hiçbir şey eskisi gibi değil artık eğitimcilerin bir sendikası var” ifadelerine yer verildi.

EĞİTİM SADECE SÜSLÜ BİNAYLA OLMUYOR

Kolejlere çocuklarını gönderen velilere de seslenilen açıklamada “Bu kurumlar sizlere süslü binalar sunup göz boyamaya çalışırken aslında çocuklarınızın iyi bir eğitim almasını değil ceplerine girecek parayı düşünüyorlar. Diğer yandan çocuklarınızı eğitenlerin haklarından, hak ettikleri ücretlerden keserek kârlarını arttırmaktadır. Öğrencilere toplumun yetişmekte olan bireyleri olarak değil, sadece müşteri gözüyle bakmaktadır. Öğrencilerin gerçekten iyi bir eğitim almaları ancak ve ancak eğitimcilerin çalışma koşullarının iyi olmasıyla mümkündür. Her an işten çıkarılma endişesi taşıyan, mobbing ve farklı baskılarla yaşayan bir öğretmen gelecek nesillere yeterince yararlı olamayacaktır” denildi.

Kolej tabelasının ardında, sömürülen öğretmen emeği ve mobbing olduğuna işaret edilen açıklamada “Baskı altında imzalatılan istifa dilekçeleri var, tatil günlerinde zorunlu ücretsiz çalıştırma var, işten çıkartılan öğretmenlerin ders yükünü diğer öğretmenlere yükleyen bir kolej yönetimi var. Hiçbir kurumun hakkını arayan bir öğretmeni işten çıkartmasına, bu hukuka aykırı düzeni sürdürmesine asla sessiz kalmayacağız” denildi. Sendika olarak kurumun usulsüzlüklerini ifşa ettiklerinde kurumun uzlaşma yoluna gitmek istediği belirtilerek “Artık bu ülkede hiçbir öğretmen yalnız değildir. Öğretmen Sendikası bugüne kadar hak mücadelesi veren bütün eğitimcilerin yanında olmuştur ve olmaya da devam edecektir” ifadelerine yer verildi.

Buradan Oğuz Kaan Kolejini ve öğretmenin hakkını teslim etmemeye niyetli tüm özel eğitim kurumlarını uyarıyoruz. Eski rahat günleriniz geride kaldı. Artık öğretmenlerin sendikası var. Yurdun dört bir yanında, nerede hakkı yenen bir öğretmen var ise Öğretmen Sendikası oradadır.

Kutlu Adalı cinayetinin 27. yılı | "Faili meçhul değil, faili meşhur cinayet" - Gözde TÜZER / Evrensel

 

Cenk Mutluyakalı: “Faili meçhul diyorlar ancak cinayetin faili meşhurdur. Son iddialarla tetiği kimlerin çektiği bile biliniyor. Devlet cinayeti olduğu ayan beyan ortaya çıktı.”
                                         
Kutlu Adalı | Fotoğraf: Yenidüzen gazetesi

Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı'nın 6 Temmuz 1996 gecesi evinin önünde düzenlenen suikastla katledilmesinin üzerinden 27 yıl geçti. Sedat Peker’in iddiaları sonrası Adalı suikastı ve cinayetinin mafya-devlet ilişkileriyle bağı çok daha net ortaya çıkmıştı. Yenidüzen Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve o dönemin tanıklarından Cenk Mutluyakalı, Adalı cinayetinin faili meçhul değil "faili meşhur" olduğunu belirterek “Kendi kendini ‘devlet’ olarak açıklayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki sorunlar uluslararası hukuk çerçevesinde çözülmezse, Kutlu Adalı’yı anarken KKTC’de var olan sorunları da bolca konuşacağız” dedi.

1996’DA EVİNİN ÖNÜNDE ÖLDÜRÜLDÜ

Kıbrıslı Gazeteci Kutlu Adalı 6 Temmuz 1996 gecesi evinin önünde düzenlenen suikastla katledildi. Aradan geçen uzun süreye rağmen cinayet aydınlatılmadı, ne cinayetle ilgili etkili bir araştırma yapıldı ne de gerçek failler bulundu. Cinayetin aydınlatılması talebi mafya lideri Sedat Peker'in ve kardeşi Atilla Peker'in itirafları üzerine yeniden gündeme geldi.

Kutlu Adalı, 1989 yılından itibaren Yenidüzen gazetesinde yazmaya başladı. Eleştirel ve uyarıcı birçok yazı kaleme aldı. Türkiye'nin Kuzey Kıbrıs'ın iç işlerine müdahale etmesine, "derin devlet" ve "kontrgerilla" tipi karanlık yapılanmalara karşı çıktı, Kıbrıs Sorunu'nda çözüm taraftarı yazılar kalem aldı.

Bu yıllarda dönemin siyasilerinin de hedefi oldu. Evine polis baskınları düzenlendi, aramalarla karşı karşıya kaldı, hakkında davalar açıldı. Bu dönemde evi birden fazla kez taşlandı, kurşunlandı, tehdit edildi, ölüm tehditleri aldı ve 6 Temmuz 1996'da, evinin önünde vurularak katledildi.

Suikastın ardından onlarca kez araştırma yapılması için başvuruda bulunuldu ve bu nedenle eylemler gerçekleştirildi. Ancak Polis Genel Müdürlüğünün başlattığı soruşturmadan sonuç alınmadı, failler ortaya çıkarılmadı.

ANA VATAN – YAVRU VATAN İLİŞKİSİ

                                            
Cenk Mutluyakalı | Fotoğraf: Kişisel arşiv

Yenidüzen Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve o dönemin tanıklarından Cenk Mutluyakalı Kutlu Adalı’nın Kıbrıs için oldukça önemli bir kişi olduğunu belirterek “Kutlu Adalı Kıbrıs için herhangi bir karakter değildi. Kıbrıs’ın köylerini adım adım gezen, Kıbrıs kültürünü kitaplaştıran biriydi. Hem Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın uzun yıllar kalem müdürlüğü yapmış hem de bu düzene başkaldıran biriydi. Ki son yazılarından biri Kıbrıs ve Türkiye arasındaki ‘Ana – yavru’ ilişkisi üzerineydi. Adalı, ana - yavru ilişkisinin sömürge ilişkisi olduğunu anlattığı bir yazıydı” dedi.

ARKA BAHÇE: KIBRIS’IN KUZEYİ

Cinayetle ilgili “Faili meçhul diyorlar ancak cinayetin faili meşhurdur. Son iddialarla tetiği kimlerin çektiği bile biliniyor. Devlet cinayeti olduğu ayan beyan ortaya çıktı” diyen Mutluyakalı, cinayetin Kıbrıs’ın Kuzeyinin arka bahçe olarak kullanıldığının bir göstergesi olduğunu ve bu ortamın hala devam ettiğini söyledi: “Bu cinayet Kıbrıs’ın kuzeyinin arka bahçe olarak kullanıldığının da göstergesiydi. Halen bu ortam dinmedi. Peşi sıra başka cinayetler, hesaplaşmalar da yaşandı. Gazino mafyasından bahis mafyasına kadar buralara yerleşti. Hukuksuzluğun, kuralsızlığın olduğu boş bir alan buldular. Bunların tümü Kutlu Adalı’nın öngördüğü gerçeklerdi.”

ULUSLARARASI HUKUKLA BİR ÇÖZÜM

Kendi kendini devlet olarak açıklayan KKTC’deki sorunların uluslararası hukukla beraber çözülmezse Kutlu Adalıyı anarken Kıbrıs’ın Kuzeyini de konuşmak gerektiğini aktaran Mutluyakalı “Bence en önemlisi Kıbrıs’ın kuzeyi uluslararası toplumun dışında bir ‘arka bahçe’ olarak görülmeye devam mı edilecek yoksa uluslararası toplumla beraber bir gelişme mi yaşanacak?” diye sordu.

Mutluyakalı ayrıca Kutlu Adalı'nın eşi İlkay Adalı’nın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) Türkiye aleyhine dava açtığını ve AİHM’in, 2005'te, cinayet hakkında yeterli ve inandırıcı araştırma yapılmadığı gerekçesiyle Türkiye'yi mahkum ettiğini de hatırlattı.

SEDAT PEKER İTİRAF ETMİŞTİ

Organize suç örgütü lideri Sedat Peker, suikasttan 25 yıl sonra bu konuda bildiklerini açıklayacağını duyurdu. 6 Mayıs 2021 tarihli ifşa videosunda, "Öbür videolarda derin devletimiz başı Mehmet Ağar ile 1996'da Kıbrıs'ta faili meçhul bir şekilde öldürülen Kutlu Adalı'yı konuşacağız. Ama Korkut Eken'i de alacağız" dedi.

23 Mayıs 2021 günü YouTube hesabından yayımladığı 7. ifşa videosunda ise iddialarının detaylarını dile getirdi. Sedat Peker, Mehmet Ağar’ın kendisine, “Kutlu Adalı, Kıbrıs’ı Rumlara satmak istiyor” dediğini, bu sebeple Adalı’yı öldürmesi için kardeşi Atilla Peker'in eski yarbay Korkut Eken ile birlikte adaya gittiğini öne sürdü.

Bu açıklamalar sonrası gazeteciler, basın meslek örgütleri, Kıbrıslı siyasiler soruşturmanın yeniden açılmasını talep etti. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da soruşturma açılması için talimat verdiğini söyledi.

Gözde TÜZER / Evrensel

Kutlu Adalı diğer başlıklar:






Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ GÜNDEM -10 Mayıs 2025 -

Paşa torunu emekli maaşını övdü - Zekeriya ALBAYRAK/Sözcü- Türkiye’de her 4 emekliden birisi 15 bin lira aylıkla geçinmek zorunda kalırken A...