"Pakistan'da tek güç" efsanesi bozuldu - soL / Söyleşi

 Pakistan Komünist Partisi Genel Sekreteri İmdad Qazi, ülkedeki dinci gericiliğe karşı devrimci bir sınıf siyasetinin olanaklarını anlattı.

Pakistan Komünist Partisi, Haziran ayında 10. Kongresi’ni ilk defa başkent İslamabad’da gerçekleştirdi. Ülke çapında örgütlenme iddiasını yansıtan buluşmaya TKP de katıldı. Burada soL adına PKP Genel Sekreteri İmdad Qazi ile bir röportaj gerçekleştirildi. Röportajda Qazi, Pakistan’da İmran Han’ın ülke siyasetinde oynadığı role ilişkin dikkat çekici tespitlerde bulunuyor. Pakistan tarihinde ordu-siyaset-sermaye ilişkisi ve ABD-Çin rekabetinin egemen sınıfta oluşturduğu çatlaklar üzerinden Han’ın yarattığı çalkantının gerçek ve suni boyutlarından bahsediyor. Yeni-Osmanlıcılığın ülkedeki etkisine ilişkin soruları da yanıtlayan Qazi, Han ile AKP siyaseti arasındaki benzerliklere değiniyor. Pakistan’ın karmaşık toplumsal yapısını ve devlet tarafından araşsallaştırılan dinci gericiliği ayrıntısıyla anlatan Qazi, buna karşı devrimci bir sınıf siyasetinin olanaklarını PKP’in kurduğu Halkçı Sol İttifak’ın hedefleriyle birlikte ortaya koyuyor.

İmran Han'ın görevden ayrılmasının ardından yaşanan gelişmeler sonrasında Pakistan'daki mevcut siyasi durumu nasıl yorumluyorsunuz?

Eski Başbakan ve Pakistan Tehreek e Insaaf (PTI) Partisi başkanı İmran Han projesi, Pakistan ordusunun tasarladığı ve yürüttüğü projelerden biriydi. Ordu geçmişte de benzer projeler tasarlamıştı. Ancak bu proje, ordunun tasarladığı önceki projeler gibi feci şekilde başarısız oldu. Ülke tarihi, ordunun köksüz ve itaatkâr bir siyasi güç yaratmak için ne zaman siyasi mühendislik yapsa bunda başarısız olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, İmran Han projesinin başarısızlığı ilk defa yaşanan bir durum değil. Ancak bu sefer, ordu kontrolündeki siyasette yarattığı tahribatın yoğunluğu ve etkisi farklıydı, ordu da buna hazırlıklı değildi. Önceki projelerin bu projeden farkı, iktidar kanallarını tekrar ele geçirmek için müzakereye her zaman kapının açık tutulmasıdır. Bu sefer ise Pakistan’ın ve ordunun genel imajı halkın gözünde zedelendi. Geçmişteki projeler ile şimdikinin arasındaki bir diğer fark, bu başarısızlığın toplumun tüm dokusunu faşist bir tutumla kutuplaştırması ve siyasi farklılıkların veya görüşlerin tartışılabileceği bir ortamın olmamasıdır.

Ordunun imajında yarattığı tahribat, daha çok Pakistan'daki yapısal sorunlarla ve emperyalist rekabetle mi ilgili?

İmran Han projesinin başarısızlığı, şimdiye kadar komuta birliği olduğu düşünülen ordunun yapısında çok belirgin bir bozulmayı ortaya çıkardı. Kurumun bir kısmı ABD önderliğindeki emperyalist güçlere eğilim göstermekte, bu emperyalist güçlerin vekili olarak kalmayı ve çifte bir oyun oynamayı savunmaktadır. Yani sürekli kriz körükleyerek ve efendileri için bu krizin çözücüsü gibi davranarak döngüyü sürdürmek… Bu, onların çıkarları doğrultusunda, yardım, hibe, ödeme kolaylığı olan uluslararası krediler şeklindeki dolar girişinin kaynağıdır ve geçmişteki politikalarla tutarlıdır. Öte yandan, ordu içindeki diğer bir kesim, Çin emperyalizmine yönelerek onların vekili olma ve kendi çıkarları için onlara hizmet etme eğilimindedir. Bu şekilde kendi çıkarlarını daha iyi gerçekleştirebileceğini düşünmektedir. İmran Han projesi, ABD ve Batı emperyalizmine hizmet edenler tarafından yönetildi ve Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC) projelerine mesafelenmeye sebep oldu. CPEC, Çin'in Umman Denizi'ne alternatif bir yol olarak kendi koridorunu oluşturmak için başlattığı milyarlarca dolarlık projelerden oluşuyor. 

Ordunun güçlü ve sağlam yapısı nedeniyle bünyesinde bir çatlak oluşması imkânsız gibi görünürken projenin bu başarısızlığı tam tersini ortaya koydu. Unutmayalım ki, bu çatlaklar Pakistan halkının çıkarlarına hiçbir fayda getirmez. Çünkü her iki kesim de sosyo-politik ve ekonomik güçlerine dayanarak bugüne kadar ülke çıkarlarının üstünde gördükleri kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için çaba göstermektedir. Öte yandan bu siyasi projenin başarısızlığı ve ordunun yapısının kırılganlığının ortaya çıkmasıyla "Pakistan'da tek güç" efsanesi bozuldu. Bu çelişki zamanla daha da genişleyecektir.

Pakistan, farklı toplumsal bileşenlere sahip büyük bir ülke. Ordu, toplumu manipüle etmek için hangi araçları kullandı?

Ordu, toplumu birçok şekilde bölmüştür. Belucistan'ı ele alalım. Belucistan, Pakistan'ın İran ve Afganistan'a sınırı olan ve değerli kaynaklara sahip olan en büyük eyaletidir. Ordunun zulmü ve halkın yaşadığı mahrumiyetler, “ulusal soruna” yol açmıştır. Pakistan'ın kuruluşundan bu yana Beluçlar’ın sürdürdüğü bir silahlı hareket var. Bu nedenle Beluçlar pek çok defa askeri operasyona maruz kaldılar. Ancak son 15 yıldır, silahlı harekete koşut olarak askeri operasyonlar sürekli halde yürütülüyor. 

Belucistan'da yaşayan iki büyük ulusal grup var, Beluçlar ve Peştunlar. Ordu, Beluçlar ile Peştunlar arasındaki etnik çelişkileri manipüle ederek gücünü koruyor. Belucistan halkı üzerindeki hegemonyayı sürdürmek için çoğu zaman politik mühendislikle seçilmiş Beluç ve Peştun feodal liderleri görevlendiriyor. Bunun sonucunda Belucistan'ın kaynakları yerli halka herhangi bir fayda sağlamadan yaygın şekilde yağmalanıyor.

Sind eyaletini ele alalım; Sind'in kentsel kesimindeki halk, ordu tarafından kasten dil farklılıkları üzerinden bölünmektedir. Birleşik Hindistan'dan Pakistan'a göç eden Urdu konuşanlar ile yerli Sindhî konuşanlar var. Ordu, yerli Sindli halkın siyasi gücüne karşı Urduca konuşan topluluğu silahlandırmıştır. Sind kırsalında bile bölünme oldukça açıktır: Ordu, feodal beyleri bir araya getirerek bir siyasi platformda toplanmalarını sağlamış ve iktidar kanalları üzerinde hakimiyet kurmuş, böylece başka herhangi bir siyasi rakibin faaliyet göstermesi olasılığını en aza indirmiştir.

Toplumda mevcut dini çelişkiler ordu tarafından manipüle edilmiştir. Dini partilerin, ordunun çıkarlarını tam olarak desteklediğini, askeri diktatörlerle iktidar koridorlarını paylaştığını ve siyasi iktidarları devirmek veya onları ordunun çıkarlarına uymaya zorlamak için sokak hareketlerini yönlendirdiğini görüyoruz. Bu dini partiler, personel, silah ve finansman açısından Orta Doğu ülkeleri tarafından, özellikle Suudi Arabistan tarafından desteklenmektedir. Ordu bu tür yabancı yardımların yapılmasını tamamen kolaylaştırmıştır. Kırk yıl kadar önce sayısı yüzlerce olan dini okullar şimdi binlerce olmuştur. Dini gruplar içindeki hoşgörüsüzlük toplumu katmanlara ayırmış ve ardından bunlara siyasi bir rol verilmiş; dahası, bu rol gerektiğinde saldırgan veya şiddet içerikli olabilmiştir. Amaç, toplumu dini çelişkiler üzerinde bölmek, böylece karşılarında birleşik bir siyasi düşünce gelişmemesini sağlamaktır.

Bunlar sadece birkaç örnek. Pakistan'da toplumun sosyal, ekonomik ve politik dokusunu kışkırtılmış çelişkilerle nasıl bozdukları, çok daha kapsamlı bir konu. Amaçları sadece devletin kurulduğu 1947’den beri hegemonyalarını sağlam tutmak ve devleti yönetmeye devam etmek. 

Bu koşullar altında “Han Projesi”nin önünü açan neydi?

İmran Han projesinden önce Pakistan'da Pakistan Müslüman Ligi (N) ve Pakistan Halk Partisi (PPP) adında iki siyasi parti bulunuyordu. 1988 ile 1999 yılları arasında, yani iki askeri dönem arasında bu partiler, iktidar paylaşımı konusunda orduyla müzakere halindeydi. 1999 darbesinde ordu yeni bir kukla parti olarak Pakistan Müslüman Ligi’nin (Q)1 kurdu fakat bu parti de kitle tabanı yaratamadı. Bu yüzden mevcut iki siyasi partiye alternatif olacak ve onlara meydan okuyabilecek üçüncü bir parti ihtiyacı doğdu. Bu da İmran Han projesini ortaya çıkardı. 

Eski partilerin geçmişleri yolsuzluk skandallarıyla ve kötü yönetimleriyle dolu olduğundan üçüncü bir alternatif sloganı popüler hale geldi. Yolsuzluğun olmadığı ve Medine devleti temelleri üzerine bir devlet kurma gibi aldatıcı bir fikirle halk taban yaratıldı. Özelikle gençliğe hitaben “değişim” sloganı, 5 milyon ev ve Pakistan genelinde 10 milyon iş taahhüdü; Pakistan’ı hukuk, adalet ve yönetimde örnek, ekonomisi güçlü bir devlet haline getirecek bir programla yeniden kurma söylemleri seçimleri romantikleştirildi. Halk yoksulluk içindeydi fakat iyi tasarlanmış sosyal medya kampanyaları, yerel ve yabancı kaynaklardan güçlü bir finansman, ordunun geniş bir tabanı etkilemesini sağladı. 

Buna rağmen bu proje parlamentoda liderlik yapamadı. Ordu, seçimlerde açıkça hile yapmak ve bağımsız seçilmiş parlamento üyelerini şantajla projeyi desteklemeye zorlamak mecburiyetinde kaldı. Dolayısıyla bir boşluk zaten vardı ve ordu, İmran Han'ı tek seçenek olarak sunmak için bu boşluğu daha da genişletti; Han’ın Pakistan Başbakanı olabilmesi için tüm kaynakları seferber etti. Biz, projenin başlangıcından itibaren çeşitli yazılarımızda buna işaret ediyorduk. Aradan geçen zamanda söylediklerimiz doğrulandı.

Yani siz, Pakistan'daki siyasi partileri ve toplumu ordu aynı anda manipüle etti mi diyorsunuz?

Ordu, her zaman burjuva siyasi partileri ve dini siyasi partileri kendisi oluşturdu, güçlendirdi, zayıflattı, manipüle etti. Müzakere etmek için de kendine uygun olanları seçti. Amaç, dünyaya bir takım demokratik hükümet biçimlerine sahip olduklarını göstermekti. Ancak bu siyasi partiler her zaman kukla olarak kaldılar; yönetim zayıf, verimsiz ve yozlaşmış olmayı sürdürdü. Pakistan, kuruluşundan bu yana geçen sürenin en az yarısında doğrudan askeri diktatörler tarafından yönetildi. Geri kalan yıllarda bu kuklalar aynı amaca hizmet ettiler. Bu durumu kabul etmeyen kitlenin bir kesimi federasyondan ayrıldı ve örneğin 1971'de Bangladeş böyle kuruldu. Özetle, bu ülkede sadece bir parti olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz: O da ülkeyi namlu ucundan yöneten ordudur. 

Şu anda durum öyle ki, federasyon düzeyinde varlık gösteren siyasi parti yok. Böylece siyasi ortam hibrit ve yeterince zayıf tutularak orduya manipülasyon için geniş bir alanı yaratılıyor. Pencap'ın kentsel bölgelerinde Pakistan Müslüman Ligi (N) ve PTI aracılığıyla manipülasyon yapılırken, kabilelerin ve feodallerin olduğu kuşak (Güney Pencap, Belucistan ve kırsal Sind'in bazı bölgeleri) seçilebilirliği olan büyük feodal beyler ve kabile liderleri aracılığıyla yönetililiyor. Sind'in kırsal bölgeleri PPP tarafından kontrol edilirken, kentsel Sind dil temelinde siyasi olarak bölünmüş durumda. Dinin varlığının daha fazla hissedildiği yerlerde ise onlara hizmet edecek dini partiler var. Tüm bu siyasi partilerin tarihsel köklerini araştırsak, çoğunun ordunun kucağında doğduğunu ve geri kalanının ihtiyaç duyulduğunda finanse edildiğini ve desteklendiğini görürüz. Siyaset alanı, hiçbir siyasi partinin orduya meydan okumaya cesaret edemeyeceği şekilde kasten parçalara ayrıldı. Hatta bunu deneyenler ya idam edildi ya da ülkeden sürüldüler.

İmran Han lehine toplumun tepkileri halkçı veya anti-emperyalist duyguları tetikledi mi?

Pakistan burjuva demokratik sistemi, herhangi bir ideolojik temele sahip olmayan siyasi partiler tarafından temsil edilmektedir. Partilerin manifestosuna baktığınızda, her parti tarafından söylenen şeylerin aynı olduğu hissine kapılırsınız; bu da sadece sıradan insanın yoksunluklarını ortada kaldırmak için vaatlerdir ve çözüme nasıl ulaşılacağına dair herhangi bir yol haritası veya yöntem sunmamaktadır. Bu partiler yerel sömürge efendilerine meydan okuyamayacak kadar zayıftır. Efendileri de Batının ve ABD'nin oluşturduğu emperyalist güçlerin kölesi durumundadır. Bu nedenle doğrudan anti-emperyalist duygular yaratmaları tamamen imkansızdır. 

İmran Han, yönetiminin zayıflığını örtbas etmek ve kaybettiği popülerliği yeniden kazanmak için Amerika karşıtı duyguları kullandı. Pakistan'da, Amerika karşıtı duygular ve dini duygular en popüler ve kolayca kullanılan sömürü araçlarıdır; bu nedenle geçmişte tekrar tekrar kullanılmış ve ihtiyaç duyulduğunda kullanılmak üzere hazır tutulmuştur. İşin doğrusu, İmran Han iki yıl önce ABD'yi ziyaret etti ve ABD Başkanı’yla görüştü. Bu görüşmede ABD'nin Keşmir sorununun çözümünde arabuluculuk yapmasını istedi ve dönüşünde adeta dünya kupasını kazanmış gibi karşılandı. Yakın zamanda ABD'ye karşı olmadığını ve hatta ABD'deki imajını yumuşatmak için ABD merkezli bir lobi şirketi kiraladığını itiraf etti. Ayrıca ABD'nin 67 kongre üyesi hükümete onun koşullarını hafifletme çağrısında bulundu. 

Geçmişte benzer örnekler gördük. 1970'lerde Zülfikar Ali Butto sosyalist duyguları kullanarak dini inançlarla birleştirdi ve amacı her iki ideoloji temelinde de popüler tabanı ele geçirip iktidar kanallarını işgal etmekti; gerçekte ise halk düşmanı, işçi sınıfı düşmanı vahşi bir yönetim gördük. Zülfikar Ali Butto, İmran Han popüler figürlerdir, ancak Amerika karşıtı ve dini duyguları kullanarak sömürdüler. Gerçekte ise, ideolojisi olmayan faşist ve diktatör karakterlere sahipler ve işçi sınıfının sorunlarına yanıt vermezler.

Pakistan Komünist Partisi siyasi mücadele açısından bu dönemin sonuçlarını nasıl değerlendiriyor?
İfade ettiğimiz gibi, geçmişte Zülfikar Ali Butto sosyalizm adı altında kitleleri sömürerek sosyalizmin imajını zedeledi. Bu kez İmran Han, değişim adı altında kitleleri sömürdü. Ancak her ikisi de nihayetinde başarısız oldu, çünkü ikisi de iktidar kanallarına girebilmek için bu programları benimsediler. Sosyalizmi ve değişimi ifade edecek herhangi bir siyasi ideolojinden yoksundular. 

Biz, iyi örgütlenmiş, eğitimli bir kadroyla donanmış bir Marksist-Leninist komünist partinin ancak kitlelerin desteğiyle bir kitle isyanına ön ayak olabileceğini söylüyoruz. Bunun sonucunda eski sistemi kökten yıkıp sosyalist sistemi uygulamak üzere iktidar kanallarını ele geçirebileceğine inanıyoruz. 

Oysa 9 Mayıs olaylarının Han’ın partisi tarafından başarısızlığa uğratılması hem bu değişim kavramına zarar verdi hem de kitlelerin gözünde hayal kırıklığı yarattı. Aslında amacı hiçbir zaman değişim getirmek, mevcut sistemi kökünden söküp atmak ve iktidar kanallarını ele geçirmek değildi. Ancak şimdi onun başarısızlığı, bizim için komplikasyonlar yaratıyor, çünkü artık kavramın gerçekliği ve değişim getirmenin tek yolu konusunda halkı ikna etmek daha uzun sürecek. Bunun diğer bir etkisi, 9 Mayıs'taki başarısızlığın önceden halkın gözünden düşen orduya güç kazandırmasıdır. Han’ın ABD'ye karşı aldığı tavır sahte çıktı, yeni bir Pakistan ile değişim getirme sloganı yalan oldu ve sahte ordu karşıtı imajı yanlışlandı. Nitekim Han orduya kendi iktidarında olağanüstü yetkiler vermekle kalmadı, şimdi de orduya hiçbir zaman karşı olmadığının güvencesini vererek ordunun kendisiyle görüşmesini istiyor. Kendisinden aksi yönde bir beklentiye girildiğini fakat bu durumun şimdi farkına vardığını anlatmak istiyor. 

Pakistan Komünist Partisi olarak biz hayal kırıklığına uğramadık. Ordu ile halk arasındaki çelişkilerin daha da derinleşeceğine inanıyoruz. Bu da işçi sınıfı siyaseti yapma fırsatları sunmaya devam edecek ve sorunun başlangıcında açıklanan kavramı değiştirmeye hizmet edecektir.

Bu süreçte Pakistan ile Batılı emperyalistler arasındaki ilişkiler nasıl gelişti?

Hatırlarsanız, Hillary Clinton'ın bir Kongre oturumunda "Afganistan'da Taliban tarafından değil, Pakistan İstihbarat Servisi (Inter-Service Intelligence - ISI) tarafından mağlup edildik" demişti. ABD yönetimi, Pakistan ordusunun cihat (Kutsal Savaş) işini sürdürmek için durmadan bir çifte oyun oynadığını fark etti. Sonuç olarak, ABD sadece Pakistan'a olan sivil ve askeri yardımı durdurmadı, aynı zamanda ona ders olsun diye Pakistan'ın IMF dahil ikili ve çok taraflı kredi kuruluşlarına olan başvurusuna desteğini de çekti. Bu, zaten çökmüş olan ekonomik altyapıyı daha da zayıflattı ve IMF’nin Pakistan’la anlaşmış olmasına rağmen ekonomik yapının her katmanına tam müdahalesini Pakistan kabul edene kadar kredi onay sürecini uzattı. Amaç, Pakistan'ın bir daha kendi ayakları üzerinde duramayacak konuma getirilmesi ve bölgesel tasarımlarda ABD emperyalizmine koşulsuz bağlı kalmasıydı. Son bir yıl içinde uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Pakistan'ı o kadar düşük bir seviyeye indirdi ki IMF onaylasa bile uluslararası kredileri rekabetçi bir fiyatla temin edemeyebiliriz. Bu durum Pakistan bonolarının uluslararası düzeyde serbest dalgalanmasına yol açtı ve yerel faiz oranları %25 seviyesine yükseldi, bu da enflasyonun resmi olarak %50'nin üzerine çıktığı bir ortamda yerel işletmeleri sürdürülemez ve fazla maliyetli hale getirdi. 

İki büyük örnekten biri şu: IMF, Pakistan'ın 2023-2024 federal bütçesini gözde geçirdi, Pakistan parasının devalüasyonuna Pakistan’ın müdahale etmesine izin vermiyor ve hatta Pakistan Merkez Bankası IMF onaylı bir temsilci aracılığıyla yönetiliyor; Pakistan hükümeti artık kendi merkez bankası üzerinde herhangi bir yetkiye sahip değil. Bu, uluslararası finans kuruluşlarının finansal işlerini ABD ve Batı emperyalizminin jeopolitik çıkarları temelinde belirlediği benzersiz bir örnektir. Çin bankaları bile kredilerini uzatmadı ve Pakistan bu kredileri geri ödeyerek daha ağır şartlarda tekrar anlaşma yapmak zorunda kaldı. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, bu tür durumlarda Pakistan'a her zaman kurtarmış olsalar da bu defa IMF'nin dikte ettiği şartları kabul etmediğimiz sürece duruma müdahale etmeyi veya yardım etmeyi reddettiler. Bize göre, İmran Han projesi, emperyalist efendilerin Pakistan'ın orduda atadığı kişilerle işbirliği içinde örülmüştü ve amacı Pakistan'ı siyasi, sosyal ve ekonomik olarak yok etmekti. Tüm bu noktaları birleştirdiğimizde ortaya çıkan tablo, Pakistan'ın uluslararası ilişkilerinde müzakere şartlarını kaybettiği ve artık daha itaatkâr bir hizmetkar olarak hareket edeceği; bölgede yeni oluşturulan vekilleri desteklemek üzere daha fazla ve kolayca manipüle edileceği yönündedir.

Bu gelişmeler Çin ile ilgili ikili oyunu etkiledi mi?

Ordunun oynadığı ikili oyun çok yönlüydü. Örneğin Afganistan'daki rolünü ele alalım. Pakistan ordusu ABD ve NATO'nun vekili olarak hareket etti, ABD ve NATO'dan milyarlarca dolar fayda sağladı. Son belgeler, Afganistan'da yerel savaş ağalarına ve Taliban'a yardım ederek cihadı beslerken sadece 13 yıllık bir dönemde ABD'den 36 milyar dolarlık sivil ve askeri yardım aldığını gösteriyor. Amaç, ABD ve Batının neticesi olmayan ve son derece maliyetli bir savaşla meşgul olmaya ve kendilerinin bu durumdan faydalanmaya devam etmeleriydi. Unutmayalım ki alınan yardımlar hiçbir zaman ekonomik yapıya intikal etmedi, bunun yerine yöneticiler tarafından kullanıldı ve etkileri kamusal belgelerde asla yer almadı. Kalkınmaya hizmet etmeyen askeri harcamaların sadece arttığını, aynı zamanda ordunun ekonomik tabanını güçlendirdiğini görebilirsiniz. 

Şimdi Çin ile yapılan ikili oyun taktiğine bir örnek verelim. Myanmar'daki Rohingyalılar ve Budistler arasındaki çatışma, Pakistan'ın Karaçi kentinde kurulan ve organize edilen Arakan Kurtuluş Ordusu tarafından yaratıldı. Cihatçılar oraya çatışmayı körüklemek üzere gönderildi ve Pakistan yine vekil olarak hareket etti, Çin'in Myanmar'da yüksek düzeyde çıkarları olduğunu çok iyi bilerek. 2013-2018 yılları arasında Pakistan yönetiminin başlattığı milyarlarca dolarlık CPEC projesi tam gaz ilerliyordu; kazanılan gelirle Pakistan'ın bu yatırımları geri ödeyebilmesi için proje 2022'ye kadar kısmen tamamlanmış olmalıydı. Ancak ordunun 2018'de İmran Han’la getirdiği rejim, projelerin çoğunu durdurmakla kalmadı; Çin'in çıkarlarını yokluk seviyesine indirecek kadar projeleri ağırdan aldı ve kendine farklı alternatifler aramaya başladı. Gizli tutulması gereken CPEC anlaşması ABD ve IMF'yle paylaşıldı. Bu gizlilik, uluslararası kredi kuruluşlarının verecekleri kredinin Pakistan'ın CPEC yatırımları karşılığında Çin'e ödemelerinde kullanılacağını düşünmelerinden kaynaklanıyordu. 

Sonuç olarak gerçekten, 2013-2018 yılları arasında Çin'in Pakistan'a verdiği krediler Pakistan'ın ödemelerinde baskı oluşturdu. Eğer Pakistan üzerindeki bugünkü ekonomik baskıyı analiz edersek, geri ödemelerin ve faiz maliyetlerinin çoğunun Çin ve onun bankalarına olduğunu, bu kredi düzenlemelerinin devlet garantili, kısa vadeli ve çok yüksek faiz maliyetleri olduğunu görebiliriz. Öte yandan, Pakistan'ın Dünya Bankası, IMF, Asya Kalkınma Bankası (ADB), İslam Kalkınma Bankası (IDB) ve Paris Kulübü dahil olmak üzere çeşitli ikili ve çok taraflı kuruluşlardan aldıklarında bunun tersi geçerlidir. 

Çin ile oynanan çifte oyun Pakistan için aynı sonucu doğuruyor, yani ekonomik çöküş. ABD, Batı ve Çin, kapitalizm ve sosyalist kapitalizm örtüsü altında emperyalizmin sembolleridir. Kaybeden taraf ise Pakistan'ın işçi sınıfıdır. Çünkü bu başarısız taktikler ona sadece acılar çektirirken askeri yapının daha da güçlenmesine hizmet etmiştir. Ancak işçi sınıfı da artık gerçekleri görüyor. Ekonomik baskının da artmasıyla işçi sınıfı ile askeri yapı arasında daha derin bir çelişki doğabileceğini öngörüyoruz.

Türkiye'nin Yeni Osmanlıcılık politikasının Pakistan üzerinde etkileri olduğunu görüyoruz. Belki de İmran Han'ın Müslümanlar için bir bölgesel merkez olma perspektifi benzer anlamlar taşıyordu. Bu etkileri ideolojik mücadelenizde gözlemliyor musunuz?

İmran Han'ın böyle bir ideolojisi yoktu. Görünüşte dini görünmeyi tercih eden ve hâlâ Türkiye’nin İslam’la yönetildiği tarih dönemlerine (Osmanlı İmparatorluğu) ve Hindistan'daki Babür İmparatorluğu'na ait dönemlere takılı kalmış insanların duygularını sömürmek için bu ideolojiyi bir araç olarak kullandı. Devlet, halifelik dönemine ait Türk dizilerini devlet hazinesinden yoğun bir finansmanla resmi ve özel medya kanallarında yayınladı. Bu sadece bir örnek ve buna paralel başka örnekler de var. İmran Han, 1400 yıl önceki "Medine Devleti" kavramını kullandı ve Peygamber'in ve arkadaşlarının onu destekleyen sözlerini alıntılayarak bir kitle propagandası yaptı. Böylece hem Hristiyanlara karşı savaşan Osmanlı'yı hem de sahte "Medine Devleti" hikayelerini harmanlayarak kötü yönetiminin idare edilmesini sağladı ve geçmişin başarısız, çağdışı ideolojilerine insanları esir etti. Oysa tarihin bize açıkça öğrettiği gibi Osmanlı ve Medine Devleti başarısızdılar. 

Bunun yeni bir olgu olmadığını unutmayın: Benzer duygular 1947'deki kuruluş döneminde de yaratıldı ve sömürüldü. Ancak ilk kez bu kavramın çöküşünü 1971'de Doğu Pakistan'ın ayrılma döneminde gördük; bugün de yaklaşan çöküşün benzer etkilerini görüyoruz. Kuruluşundan bu yana 75 yıl geçmesine rağmen Pakistan tek bir ulus olmayı başaramadı, hatta uluslar birliği olma niteliğini dahi kazanamadı. Dünyada uluslar birliğinin tek bir devlet kurup etkin ve verimli çalıştığı örnekler yaygın olduğu halde... Ancak soru şudur: Bu konudan ders çıkardık mı? Cevap hayır, çünkü sivillere yönelik askeri söylemlerde hâlâ "Pakistan zindabad" yani "Pakistan daha çok yaşa" sloganını ve "Pakistan payndabad" yani "Pakistan daha çok fethet" sloganını duyuyoruz! Bu nedenle bize göre sömürünün kökleri, 1947 yılında olduğu kadar yoğun ve hâlâ canlı olan dinî duyguların insanların gözlerini bağlamasındadır.

Ordunun tüm siyasi ilişkiler üzerinde bir komuta yetkisi olduğunu anlıyoruz. Sınıf yapısı açısından ekonomik karakteri nedir?

Pakistan'ın ordusu, zaman içinde ekonomik gücünü oluşturmuştur. Ordu Yardım Vakfı, Fauji [Asker] Vakfı, Shaheen Vakfı [Hava kuvvetlerine bağlı Şahin Vakfı], Denizcilik Vakfı gibi büyük kuruluşlar bulunmaktadır. Bunlar altında çalıştırılan birçok bağlı ortaklık bankalar, gübre, gayrimenkul geliştirme, et ve süt üretimi, hizmet sektörü, enerji santralleri, havayolları, kargo, çimento tesisleri, LPG terminalleri, inşaat vb. alanlarda işler yapmaktadır. Bunun dışında şimdi, tarım çiftlikleri adına devlet arazilerini işletmeye başlamıştır. Buralarda Ortadoğu’nun uluslararası şirketleriyle iş birliği içinde ticari tarım planlanmaktadır. Bu şirketler şu anda Pakistan borsasında listelenmiş durumda ve son zamanlarda yabancı yatırımlar bu şirketlerin platformunda uluslararası tahviller aracılığıyla aranıyor. 

Bu ülkedeki en zengin kişinin 3,8 milyar dolarlık bir serveti varken, ordu gölgesi altındaki bu oluşumun açığa çıkan varlığı tek başına 60 milyar dolardan fazla ve gizli tutulan kısmı ne kadarsa halen bilinmiyor. 

Bizce ordu feodal ve kapitalist özellikler taşımakta, fakat artık Pakistan'ın burjuva sınıflarıyla iş birliği yaparak Pakistan halkına karşı emperyalist özellikler de göstermektedir. Örnek olarak İmran Han hükümeti döneminde, 2020 yılında askeri kontrollü işletmelere parlamento tarafından yasal düzenlemeyle kurumlar vergisi indirimi sağlandı ve bu, dikkatlice hesaplandığında yılda yüz milyar rupiye yakın bir indirim anlamına geliyor. Bu vergi indirimi sadece zaten zor durumda olan ülkenin vergi yapısını ağırlaştırmakla kalmayacak, aynı zamanda kâr üzerinden %32 oranında vergilendirilen yerel işletmelere karşı rekabet avantajı sağlayacaktır. Aynı şekilde geçmişte, gayrimenkul geliştirme işletmeleri gibi onlara bağlı oluşumlar sivil hükümetin kontrolünden çıkarıldı. Sadece üniformalı kişilerden oluşan, sivil mahkemelerin kararları üzerinde yetkisinin olmadığı bağımsız otoritelere bırakıldı. Üniformalı asker veya emekli askeri generallerle dolu kurulların yürüttüğü paralel bir ekonomik sistem yaratıldı. 

Burada, yakın zamanda, IMF’nin bir işlemi uygulanırken işçi sınıfına 170 milyar vergi dayatıldığını, öte yandan şirketlere 100 milyarın üzerinde kurumlar vergisi indirimi sağlandığını unutmayalım. 1947'den kalan İngiliz kolonyal anlayışının hâlâ devam ettiğini söylemek yanlış olmaz. Bu ülkenin gördüğü tek değişiklik, önceden İngilizler varken şimdi Pakistanlı askeri generaller var, ancak işçi sınıfını sömürme niyeti değişmedi. Sonuç olarak, Pakistan, aynı anda feodal, kapitalist, emperyalist ve kolonyalist özellikler taşıyan ordu şeklinde özgün bir sınıfa sahiptir.

IMF kredi bağımlılığı nedeniyle iflas riskinden bahsediliyor. IMF ise isteksiz ve IMF önlemlerine göre ekonominin yeniden yapılandırılması beklentileri bulunuyor. IMF önlemlerinin sonuçları neler olabilir? 

Pakistan ekonomisi tamamen ithalata, yabancı yardıma, hibelere ve uluslararası ajanslardan alınan kredilere dayanmaktadır. Bu göstergeler sağlıklı olduğunda, GSYİH büyümesini %4 ila %6 arasında görebilirsiniz. Bunların yokluğunda, GSYİH büyümesini %1 ila %2 arasında ve bazen %1'in altında görürüz. İhracatı tamamen kontrol eden tekstil sektörü sanayicileri uzun yıllardır ihracatı hacim değil sadece değer bazında artırdı. Sivil hükümetler ile askeri hükümetler şimdiye kadar endüstrileşmeyi destekleyecek herhangi bir politika uygulayamadılar. Ekonomiyi büyütecek bir yerli yetenek ve kapasite gelişmedi.

Dış ve iç borçlar toplam GSYİH'nin yaklaşık %90'ına denk geliyor ve buradaki boşluk hızla büyüyor. Bu durum enflasyonu yükseltiyor, para biriminin devalüasyonunu getiriyor ve halkın sırtına dayanılmaz vergiler yüklüyor. Özellikle Çin'den gelen ve kısa vadeli olmanın ötesinde yüksek faiz oranlarıyla verilen borçlar eldeki seçenekleri azaltıyor. Yabancı yardım (ABD, vekillik üstlendiği için Pakistan'a 76 milyar ABD doları verdi) ve 139 milyar ABD doları olan dış borç hiçbir zaman ekonomik yapıya enjekte edilmeyip gereksiz projeleri sergilemek ve orduyu güçlendirmek için kullanıldı. Örneğin Pakistan gibi fakir bir ülkenin Hindistan'dan daha fazla nükleer silaha ve 5000 km'den daha uzak hedeflere ulaşabilen bir füze programına sahip olduğunu düşünün. Pakistan tarım ülkesidir ve nüfusunun %67'si tarım ekonomisinde yaşar, ancak son birkaç yıldır temel tarım ürünlerini bile ithal ediyoruz.  

Tamamen yanlış yoldaydık. Ordu, bebek bezlerinden bankalara kadar yaklaşık 65 milyar dolardan fazla ekonomik varlığı ticari olarak işletmeye başladığında iş iyice şirazesinden çıktı. Daha önceki ekonomik şok döngüleri 4 ila 5 yıllık aralıklarla gerçekleşiyordu, ancak şimdi bunlar yıllık olarak gerçekleşiyor. Öte yandan, işçi sınıfı yoğun bir baskı altında; %40'tan fazla olan enflasyonu tolere etmesi mümkün değil. Fakat aslında Pakistan ekonomisi yaklaşık %20 oranında kayıtlı olduğu için enflasyon gerçekte %100’ün de üzerinde. Gün geçtikçe ekonomik çelişkiler daha da derinleşecek ve şu ana kadar ertelenmiş olsa da iflasın kaçınılmaz olduğu bir noktaya gelinebilir.

Eğer yakın zamanda iflas etmiş diğer ülkelerle, örneğin Sri Lanka ile Pakistan'ı karşılaştırırsanız, ekonominin kayıtlılığı açısından net bir fark var. Pakistan'da sadece %20'si kayıtlı, kalanı kayıt dışı bir ekonomi olması, iflasın etkisini Sri Lanka'nın durumuyla ölçmeyi çok zor hale getiriyor. Pakistan'ın uluslararası kredi kuruluşları karşısında iflas bayrağını çekme riski, müzakerelerin daha ağır maliyetlerle yeniden başlaması, büyük bir devalüasyon ve devlet varlıklarının satılmasıyla sonuçlanabilir. Bu durum ekonominin yoluna devam etmesini sağlayabilir ancak yerel etkisi daha yıkıcı olacaktır. 

Devletin günlük operasyonlarına en büyük krediyi veren kuruluşlar özel ticari bankalardır. Devlet garantileri nedeniyle devlete kredi vermek her zaman uygundur. Ancak, bu bankaların ana kredi hattı iflas ederse, tüm bankalar iflas edebilir ve bu da ülkenin tamamının ekonomik yapısının iflasına neden olabilir. Pakistan Merkez Bankası zaten IMF'ye ipotek edilmiştir ve devletin Banka üzerinde herhangi bir kontrolü yoktur. Hatta para basmak için bile IMF'den izin alması gerekmektedir. Politika faizini her an değiştirebilirler ve sadece IMF tarafından onaylanmış politikaları uygulayabilirler. Pakistan devletinin kendi merkez bankasından dahi herhangi bir kredi almasına izin verilmemiştir ve tek çözüm, ticari faiz oranlarıyla özel bankalardan ticari kredi ayarlamaktır. Enflasyon zaten %50'nin üzerindedir ve herhangi bir iflas durumunda bu oran üç ila dört kat artabilir. 

Pakistan, 250 milyon nüfusuyla tamamen ithal enerji kaynaklarına, ithal temel gıda ürünlerine ve ihracatı için ham maddeye bağımlı bir ülkedir. Bu nedenle dış ve iç iflas meydana gelirse, toplumsal dokuyu parçalayacak bir anarşi ve iç savaş krizini tetikleyebilir. Bu anarşi, ordu tarafından bugüne kadar beslemiş aşırılıkçı dini gruplara fırsat sunacaktır. Komünist Parti ve diğer sol partiler açısından bakıldığında, onların bu durumu bir fırsat olarak değerlendirip kitleleri harekete geçirmek ve iktidarı fethetmek için yeterli gücü yok. Bu nedenle ülkede devletin parçalanması ve Afganistan çizgisinde dini aşırılıkçılığın ortaya çıkmasıyla karşılaşabiliriz.

Önümüzdeki seçimlerinden ne beklenebilir? Bunun sonuçları neler olabilir?

Pakistan'daki siyasi manzara zaten detaylı olarak anlatıldı; bize göre burada tek bir siyasi parti vardır, o da ordu oluşumudur. Seçimlere katılan diğer siyasi partiler, ordunun şartlarını yerine getirmeye ehil olmalarına bağlı olarak ülkeyi yönetmek üzere onun tarafından seçilenlerdir. Bu seçimin seçimler öncesi veya sonrası gerçekleştirilmiş olması her zaman aynı anlama gelir: Efendilerine hizmet etmek, onlar adına hareket etmek ve onların dünyadaki vitrini olmak. Artık federasyon partisi kalmamıştır ve seçimlerle zayıf bir koalisyona dayalı hibrid bir rejim tesis edilecek, bu rejim de manipüle edilebilecek ve şantaj yapılabilecek kadar zayıf bırakılacaktır. Gerçekte, bu kuklaları bir 5 yıl daha oynatmak üzere ipler ordunun elinde kalacak ve Pakistan işçi sınıfı gün yüzü görmeyecektir.

Geçen yıl Pakistan KP, sol güçleri bir araya getirerek Halkçı Sol İttifak'ı oluşturdu. İttifak'ın mücadele gündemi nedir? Pakistan KP’nin öne çıkan mücadele konuları hakkında bize bilgi verebilir misiniz?

18 Haziran 2022 tarihinde Pakistan Komünist Partisi sol alternatif konferansını İslamabad Basın Kulübü'nde topladı. Amacı, sol partileri tek bir platformda bir araya getirerek Pakistan'ın karşı karşıya olduğu sorunlara karşı Pakistan işçi sınıfı açısından ortak bir mücadele perspektifi geliştirmek ve birleşik bir siyasi gündem belirlenmesini sağlamaktı. 15 sol parti davet edildi ve 14'ü katıldı. 12 parti, Halkçı Sol İttifak adı altında birleşik bir platform oluşturmayı kabul etti ve bu ittifakın koordinatörlüğü oy birliğiyle PKP’ye verildi. Ortak mücadelede üzerinde anlaşılan bazı önemli konular şunlardı:

    • Devletin kalkınma dışı idari harcamalarının, özellikle askeri bütçenin kısılmasını sağlamak, 
    • IMF'nin, sübvansiyonu kaldıran, petrol ürünleri, elektrik ve gaz dahil olmak üzere işçi sınıfının temel ihtiyaçlarına ağır vergiler koyan dayatmalarına karşı durmak,
    • Sağlıklı durumdaki devlet işletmelerinin özelleştirilmesine ve çok değerli devlet mallarının satışına karşı durmak,
    • Feodal ve ticari tarıma karşı durmak, feodallerin ve devletin kontrolündeki toprakların topraksız köylülere dağıtılmasını sağlamak,
    • İşçilerin sosyal güvenlik sistemine dahil edilmesi, fabrikalarda ve diğer kurumlarda taşeronluk sisteminin kaldırılması, sendikalaşma hakkının ve asgari ücretin 50 binde tutulmasının titizlikle uygulanmasını sağlamak.

Bu aydınlatıcı ve ayrıntılı söyleşi için size çok teşekkür ediyoruz.

  • 1.Çeviren notu: Bu parti, 1992’de Navaz Şerif liderliğinde kurulan Pakistan Müslüman Ligi (Nawaz veya N) karşısında 2002’de Quaid a Azam’ı ifade eden (Q) kodlamasıyla kuruldu. “Q”, Cinnah’a atfedilen büyük lider sıfatındaki lider sözcüğünün baş harfi oluyor.

İSTANBUL'UN KURTULUŞU 'Gitmek Zorunda Bırakıldılar' - Sinan Meydan / Cumhuriyet

 

Peki, ama Mustafa Kemal (Atatürk), İngilizleri geldikleri gibi gitmeye  nasıl mecbur etti? Büyük Zafer sonrasında Müttefikler neden “tek kurşun atamadan” İstanbul’u boşalttılar?

Önceki gün 2 Ekim’di. Tam 100 yıl önce, 2 Ekim 1923’te İstanbul’daki Müttefik generalleri ve yüksek komiserleri, Türk bayrağını selamladıktan sonra geldikleri gibi gittiler. 6 Ekim 1923’te Şükrü Naili (Gökberk) Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girdi. 13 Kasım 1918’de fiilen, 16 Mart 1920’de de resmen işgal edilen İstanbul, beş yıl kadar işgal altında kaldıktan sonra 6 Ekim 1923’te kurtarıldı.

Çanak(kale) krizi

Büyük Zafer’i kazanmış Türk orduları, 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi. İzmir ve Anadolu kurtuldu ama İstanbul, Boğazlar ve Trakya hâlâ işgal altındaydı. Başkomutan Atatürk’ün, muzaffer Türk ordularını, İstanbul ve Boğazlar üzerinden Doğu Trakya’ya yürütmesi an meselesiydi.

7 Eylül 1922’de toplanan İngiliz Parlamentosu, Türk ordularının muhtemel bir taarruzuna karşı İstanbul ve Boğazları savunmaya karar verdi. İstanbul’daki İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harington, 9 Eylül 1922’den itibaren Çanakkale’ye yığınak yapmaya başladı. Bir İngiliz alayını Çanakkale’yi savunmakla görevlendirdi.

General Harington, 12 Eylül 1922 akşamı Ajax zırhlısı ile ilk takviye birliklerini Seddülbahir’de karaya çıkardı. Aynı gün başka bir İngiliz vapuru da 174 süvari ve 6 sahra topunu Çanakkale’ye götürmek için yola çıktı. İngilizler, Boğazlardaki asker ve silah sayısını artırdılar.

12 Eylül 1922 akşamı, 1500 Türk süvarisinin Ezine’ye altı saatlik mesafeye kadar yaklaştığı anlaşıldı. Edremit’te de iki Türk tümeni vardı. İngilizler, olası bir Türk taarruzuna karşı Çanakkale’de siperler kazmaya başladılar. 14 Eylül 1922’den itibaren Çanakkale’de İngiliz siperleri hazırdı.

15 Eylül 1922’de İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, Londra’daki Curzon’a gönderdiği telgrafta şöyle diyordu: “Mustafa Kemal, Trakya vs. istediklerini diplomatik kanaldan sağlayıp sağlayamayacağını saptamak için bir hafta bekleyecektir. Aksi halde askerlerinin şu anki coşkusundan yararlanarak İstanbul ve Boğazlara yürüyecektir. Bağlaşıklar vakit geçirmeden bir konferans düzenlemezlerse Mustafa Kemal’le savaşı göze almalıdırlarBağlaşık Yüksek Komiserleri en erken vakitte konferans düzenlenmesini öneriyorlar.” (İDA, FO 371/7888/E9368: Rumbold’tan Curzon’a oldukça ivedi: gizli telgraf, İstanbul, 15.9.1922; Salahi R. Sonyel, Mustafa Kemal Atatürk ve Kurtuluş Savaşı, C. III, Ankara, 2008, s. 675)

15 Eylül 1922’de İngiliz Parlamentosu bir kez daha toplandı. O toplantıda Sömürgeler Bakanı Winston Churchill ve Başbakan Lloyd George, Müttefiklerden, Balkan ülkelerinden ve sömürgelerden yardım istenmesini  önerdi. (David Walder, Çanakkale Olayı, İstanbul, 1970, s. 210-214) Aynı gün İngiliz hükümeti, General Harington’a Çanakkale’yi savunması için yönerge gönderdi. (Cab. P.23/31, 49 (22) İngiliz kabinesi toplantısı, Londra, 15.9.1922; Sonyel, s. 1675,1676.)

16 Eylül 1922’de İngiliz Sömürgeler Bakanı Churchill, Müttefiklerden, Balkan ülkelerinden ve sömürgelerden “Çanakkale’ye doğru ilerleyen Kemalist kuvvetlere karşı yardım” istedi. Ancak Fransa, İtalya, Romanya, Yugoslavya ve tüm sömürgeler -Yeni Zelanda hariç- İngiltere’nin yardım isteğini reddettiler.

16 Eylül 1922’de Türk orduları Bandırma’ya girdi. 18 Eylül 1922’de Anadolu, Yunan ordularından temizlendi.

Bu sırada beklenen oldu. Başkomutan Atatürk, Türk ordularını, Boğazları ele geçirip Trakya’ya geçebilmek amacıyla Çanakkale’ye doğru yürütmeye başladı. Bu kapsamda Kocaeli Grubu’nun İzmit bölgesine, 2. Süvari Tümeni’nin de Çanakkale’ye ilerlemesi emredildi.

19 Eylül 1922’de İtalya ve Fransa, Çanakkale’deki birliklerini Avrupa yakasına aldılar. Bu arada İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri General Pelle, İzmir’e giderek Atatürk’le görüştü. General Pelle, Atatürk’e “tarafsız bölgeye girilmemesi gerektiğini” söyleyince Atatürk, “tarafsız bölgeyi” tanımadığını, ordularını daha fazla tutamayacağını, Yunanların işgali altındaki Doğu Trakya’yı almak için Çanakkale’ye ilerlemeye devam edeceğini söyledi.

Sadece Fransa ve İtalya değil, İngiltere kamuoyu da Türklerle savaşa karşıydı. Bu arada Hint Müslümanları ve Sovyet Rusya da Türkiye’den yana tavır aldı. Moskova Komünist Enternasyonali, İngilizlere karşı zehir zemberek bir bildiri yayımladı. Bildiri şöyle bitiyordu: “Kahrolsun İtilaf emperyalizmi! Türk halkına barış ve özgürlük! Kahrolsun yeni emperyalist savaşlar!” (Sonyel, s. 1680,1681; Bilal Şimşir, Doğu’nun Kahramanı Atatürk, İstanbul, 1999, s.62, 67)

Müttefiklerin çaresizliği

Atatürk, Misakı Milli çerçevesinde Doğu Trakya’nın boşaltılıp Türkiye’ye verilmesini istiyordu.

İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold durumun ciddiyetinin farkındaydı. Londra’ya, bir an önce Kemalistlerle konferans yapılmasını önerdi. Curzon’a gönderdiği telgrafta şöyle diyordu: “Durumun askıda kalmasına izin verirsek Kemal rahat durmayacak; görüşmeler bir an önce başlamazsa İstanbul ve Çanakkale yoluyla Trakya’ya geçmeye çalışacaktır. İngiltere, Kemalistlerin hem Irak’ta hem de Boğazlarda yarattıkları tehlikeye karşı koyacak güçte değildir. (İDA, FO 371/7888/E 9346: Rumbold’tan Curzon’a gizli telgraf, İstanbul, 14.9.1992; Sonyel, s.1684.)

19 Eylül 1922’de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Fransa Başbakanı Raymond Poincare ve İtalya’nın Paris Büyükelçisi Kont Carlo Sforza Paris’te bir araya geldiler. Görüşmede tansiyon çok yükseldi. Fransız Başbakanı Poincare, öfkeyle, “Artık Türklerle savaşmayacağız!” diye bağırdı. “Mustafa Kemal’in isteklerini kabul etmekten başka çare olmadığını; Trakya’yı kayıtsız şartsız Türklere vermek gerektiğini” söyledi. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon bu teklifi reddedince, Fransız başbakanı, İngiliz dışişleri bakanının ağzını açmasına izin vermeden suçlu öğrencisini paylayan kızgın bir öğretmen gibi konuştu; bağırdı, İngilizleri suçladı.” Bunun üzerine Lord Curzon toplantıyı terk etti. Curzon, “Şimdiye kadar böyle bir şey görmediğini söylüyor ve ağlıyordu.” (Walder, s. 277-280). Belgelere yansıdığı şekliyle “Bu hakarete dayanamayan İngiliz lordu, bir kez görüşme salonundan adeta ağlayarak dışarıya çıkmış ve koridorda pantolonunun arka cebinde taşıdığı küçük bir şişeden konyak yudumlayarak hıçkırıklarını boğmaya çalışmıştı.” Sonra Poincare özür diledi. Ortam biraz yatıştı. (Sonyel, s. 1684-1686) Müttefikler, Paris’te aldıkları kararları, 23 Eylül 1922’de bir notayla Atatürk’e bildirdiler. Buna göre Kemalistlerle barış görüşmelerinin yapılmasına karar veriliyor, Türklerin tarafsız bölgeye girmemeleri şartıyla Doğu Trakya’nın boşaltılıp Türkiye’ye geri verilmesi kabul ediliyordu. Atatürk, Müttefikleri dize getirmişti.

Türk orduları Çanakkale’de

23 Eylül 1922’de Türk süvarileri, Müttefiklerin “tarafız bölge” kabul ettikleri alana girdi. Türk süvari birliği, İngiliz süvari birliğiyle burun buruna geldi. Ancak Türk süvarileri kendilerine verilen emir gereği, silahlarının namlularını yere çevirmişlerdi. İngiliz birliğinin başındaki subayın “Tarafsız bölgeden geri çekilin!” emrini dinlemediler. Türk süvarileri, Çanakkale’nin 15 km güneyindeki Erenköy’ü işgal etti. Bu oldubitti karşısında İngilizler ne yapacağını şaşırdı.

Bu sırada Fransız politikacı Franklin Bouillon, 25 Eylül 1922’de İzmir’de Atatürk’le görüştü. Doğu Trakya’nın Türkiye’ye bırakılacağını söyleyerek Atatürk’ten, ordularının ilerleyişini durdurmasını istedi. Bu sırada General Harington ile Mareşal Atatürk arasında da karşılıklı mektuplaşmalar başladı.

25 Eylül 1922’de Çanakkale’deki tel örgülere kadar yanaşan Türk birlikleri, 27 Eylül 1922’de Biga-Bayramiç-Ezine çizgisinde durdu. İkinci Çanakkale Savaşı’nın çıkması an meselesiydi.

29 Eylül 1922’de toplanan İngiliz Kabinesi, Çanakkale’de tarafsız bölgeye giren Türk birliklerinin gerekirse silah kullanılarak bölgeden çıkarılması için General Harington’a emir verdi. Ancak General Harington bu emri uygulamadı. Harington, 1 Ekim 1922’de Londra’ya gönderdiği raporda, “O sırada ateş emri vermesinin barut fıçısına ateşe etmek” anlamına geldiğini bildirdi. Barış görüşmelerinin başlayacağı sırada savaş çıkarmanın anlamsız olduğunu ifade etti.

Atatürk, 23 Eylül 1922 tarihli Müttefik notasına, 29 Eylül 1922’de yanıt verdi. Meriç’in batısına kadar Trakya’nın hemen boşaltılıp Türkiye’ye bırakılmasını ve 3 Ekim 1922’de Mudanya’da ateşkes görüşmelerine başlanmasını istedi. Müttefikler bu istekleri kabul ettiler.

Lord Curzon, Doğu Trakya’nın barış imzalanmadan önce Türklere verilmesine karşı çıkan Yunan Başbakanı Venizelos’a şu soruyu sordu: “İstanbul’a girmeye can atan Mustafa Kemal’in, Yunanların Doğu Trakya sınırındaki itirazlarını fırsat bilerek Avrupa’ya dalmasını ve Trakya’yı ateşe ve kılıca tutmasını kim önleyebilir?”(İDA, FO 371/7899/E 10550: Curzon’dan Lindsley’e gizli yazı, Londra, 3.10.1922; Sonyel, s.1700- 1702)

Mudanya Ateşkes Antlaşması

3 Ekim 1922’de Türkiye, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın katılımıyla Mudanya Konferansı toplandı. Yunan temsilciler açıkta bir gemiden görüşmeleri izlediler. Konferansta Türkiye’yi İsmet (İnönü) Paşa temsil etti. 5 Ekim’de konferans çıkmaza girdi. Bunun üzerine Atatürk, İsmet Paşa’ya bir telgraf göndererek “Trakya, 6 Ekim 1922 öğleden sonra saat 6’ya kadar TBMM hükümetine teslim edilmediği takdirde 6/7 Ekim’de Türk kuvvetlerinin İstanbul’a yürümelerini” emretti.

Konferans çalışmaya devam etti. Sonunda 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Doğu Trakya’nın boşaltılıp Türkiye’ye verilmesi kabul edildi. Böylece süngünün ucundaki diplomasiyle Doğu Trakya kurtarıldı.

İstanbul’u ele geçirme Stratejisi

Mudanya Mütarekesi ile Türk- Yunan savaşı sona erdi. Doğu Trakya kurtarıldı. Ancak İstanbul ve Boğazlar hâlâ işgal altındaydı. Mudanya Mütarekesi’ne göre Türk birlikleri barış antlaşması imzalanıncaya kadar İstanbul’a giremeyecekti. Ancak Atatürk, barış antlaşmasını beklemeden bir oldubitti ile İstanbul’un yönetimini fiilen ele geçirmeyi planlıyordu.

Doğu Trakya’yı Yunanlardan teslim almakla görevlendirilen Refet Paşa, 19 Ekim 1922’de 100 kadar jandarma ile İstanbul’a girdi. 4 Kasım 1922’de İstanbul Saray hükümeti (Tevfik Paşa hükümeti) istifa etti. TBMM adına İstanbul’un yönetimine el koyan Refet Paşa, Kasım 1922 sonunda Trakya’da yönetimi devralmak üzere İstanbul’dan ayrılırken yerini Selahattin Adil Paşa’ya bıraktı. Böylece İngilizler, her geçen gün İstanbul’daki otoritelerini daha da kaybettiler. Bu nedenledir ki, Lozan görüşmelerinde İstanbul konusunda fazla direnemediler.

Lozan Barış Antlaşması ile birlikte bir tahliye protokolü imzalandı. Buna göre Lozan Barış Antlaşması’nın TBMM tarafından onaylanmasından altı hafta sonra Müttefikler İstanbul’u boşaltacaktı. TBMM, 23 Ağustos 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nı onayladı. Müttefiklerin son birlikleri 2 Ekim 1923’te Türk bayrağını selamlayarak İstanbul’dan ayrıldı. 6 Ekim 1923’te Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu birlikleri halkın sevgi gösterileri arasında İstanbul’a girdi.

Görüldüğü gibi İstanbul’u işgal edenler, kendilerine büyük tavizler verildiği için, büyük kazanımlar elde ettiği için değil, gitmekten başka çareleri kalmadığı için gittiler.

Sinan Meydan / Cumhuriyet

Kaçak getirilen Ferrari ve Mercedes'lerin satışına yasak: AKP'li Alpay Özalan’ın kızı da listede + Danışmanları bile çift maaşlı (BİRGÜN)

 Kaçak getirilen Ferrari ve Mercedes'lerin satışına yasak: AKP'li Alpay Özalan’ın kızı da listede (BİRGÜN)

Her biri 15-20 milyon liralık gümrük kaçağı 416 otomobil için dava açıldı. Kaçak otomobillerin ithalatında çifte fatura kullanıldı; düşük vergi ödendi. Mahkeme kararıyla kaçak getirilen Ferrari, Maserati, Mercedes ve Land Rover marka yüzlerce otomobile tedbir konuldu. Dava sonuna kadar, aldığı aracı satamayacak kişiler arasında eski futbolcu Tümer Metin ile AKP’li Alpay Özalan’ın kızı da yer aldı. Ayrıca Vakıf Bank iştiraki Vakıf Leasing AŞ de ‘gümrük kaçağı’ otomobillerden alanlar arasında yer aldı.

Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından bir yıldır süren ‘kaçak otomobil’ soruşturması tamamlandı. Ticaret Bakanlığı’nın suç duyurusu üzerine başlatılan soruşturma sonrası bir ithalatçı firma ve 8 kişiye ‘kaçakçılık’ davası açıldı.

Dava dosyasına göre, kaçak getirilen otomobil sayısı 416. Türkiye’de satışı yapılan en pahalı otomobiller sıralamasında başı çeken markalardan oluşan bu otomobiller Almanya’da kurulu paravan bazı firmalar üzerinden alındı.

Halktv.com.tr'den Dinçer Gökçe'nin haberine göre söz konusu araçlar için çifte fatura düzenlendi. Gümrüğe beyan edilen fatura ile gerçek fatura arasında önemli fark söz konusuydu. Bu sayede, milyonlarca liralık vergi kaçağı oluştu.

ARAÇLAR DEVREDİLEMEYECEK

Soruşturma sürecinde, anılan otomobillere tedbir konuldu. Bu kararla birlikte, bu araçlar yargılama sonuna kadar başka kişi veya firmaya devredilemeyecek. Piyasa değeri 15-20 milyon lira arasında değişen 416 otomobilin, 402 şirket ve şahıs adına kayıtlı olduğu belirlendi. Söz konusu araçların, sahipleri tarafından kullanılmasına bir engel ise yok.

ALPAY ÖZALAN’IN KIZI VE ESKİ FUTBOLCU TÜMER METİN DE LİSTEDE

Mahkemece kabul edilen iddianamede bu kişi ve firmalar da ‘mealen sorumlu’ olarak dosyada yer aldı. Bir başka ifade ile bu kişi veya firmalar da, mahkemenin vereceği hükümden etkilenecek.

Eski futbolcu Tümer Metin, AKP eski milletvekili Alpay Özalan’ın kızı Öykü Özalan (23) ile futbolcu İlkcan Kaya ve Azeri sprint atleti Ramil Guliyev, tedbir konulan aracı olanlar arasında yer alıyor.

Benzer şekilde Airport AVM’nin ortaklarından Mehmet Kadir Döğme, Bonfilet’in sahibi Hakan Akkoyun, iş insanı Mehmet Safa Acar, Bitexen CEO'su Yahya Tuğyan Erdem, Film yapımcısı Berk Uziyel, EMS Yapı’nın sahipleri Ahmet Murat Mermer ile İbrahim Emre Mermer, Hakan Uzan’ın eski eşi Özlem Kızılkaya da anılan araçları alan kişiler arasında.

VAKIF BANK’IN ŞİRKETİ DE ALMIŞ

Doktorlar Aşkın Gür Bayık, Şule Güçlü Şakrak, Gözde Karaca Kayan, Asım Kayaalp, Ahmet Metin Bal ve Av. Bışar Özbey ile Kiler GYO, Memişler Çay San. AŞ, Sanko Holding şirketi Süper Air AŞ, Ersan Holding AŞ, Burda Marketçilik AŞ ve Vakıf Bank iştiraki Vakıf Leasing AŞ de ‘gümrük kaçağı’ otomobillerden alanlar arasında yer aldı.

Savcılık, kaçak otomobillerin ithalatını Birol Yılmaz’ın sahibi olduğu Otomedya Otomotiv ve Dış Tic. AŞ’nin yaptığını belirledi. Yılmaz’ın yanı sıra, çifte fatura nedeni ile yurtdışına para transferlerini yapan kişilerin ise Cafer Filiz, Hasan Uğurtan, Murat Akbaba, Nurettin Karatay, Oktay Varol, Olcay Yılmaz ve Şevket Çelik olduğu tespit edildi. Bu kişilere ‘kaçakçılık’ davası açıldı. Yargılama ise önümüzdeki günlerde Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek.

                                                               /././

Danışmanları bile çift maaşlı (İsmail Arı-Birgün)

Ülkeyi ekonomik krizden çıkaracağı iddia edilen Maliye Bakanı AKP’li Mehmet Şimşek’in Basın Danışmanı Sibel Tokgöz’ün bile çift maaşlı olduğu ortaya çıktı. Tokgöz’ün aylık gelirinin 200 bin TL olduğu tahmin ediliyor.

                                                       
Sibel Tokgöz ve Mehmet Şimşek

Yoksulluk her geçen gün daha da fazla derinleşirken tüm tepkilere rağmen birçok bürokrat ve AKP’li kamudan çift maaş alıyor.

Çift maaş alan yandaşlara her geçen gün bir yenisi ekleniyor. Şimdi de “Ülkeyi ekonomik krizden çıkaracağı” iddia edilen ve kamu kurumlarına “tasarruf genelgesi” gönderen Hazine ve Maliye Bakanı AKP’li Mehmet Şimşek’in Basın Danışmanı Sibel Tokgöz’ün çift maaşlı olduğu açığa çıktı.

Tokgöz, Mehmet Şimşek’in basın danışmanlığı görevinin yanında, “Borsa İstanbul, Takas İstanbul ve Türkiye Sermaye Piyasaları Birliği” tarafından kurulan Merkezi Kayıt Kuruluşu A.Ş.’nin (MKK) yönetim kurulu üyesi. 3 Ağustos tarihinde bu göreve atanan gazetecilik bölümü mezunu Tokgöz’ün ekonomi eğitimi de bulunmuyor. Tokgöz’ün danışmanlık ve yönetim kurulu üyeliğinden aldığı maaşın yaklaşık 200 bin TL olduğu tahmin ediliyor.

Sibel Tokgöz’ün MKK’nin internet sitesinde yer alan biyografisi de dikkat çekici. 2008’de bakanlık basın danışmanlığına başlayan Tokgöz, bugüne kadar bu görevinin yanında kendi alanıyla hiçbir ilgisi olmayan elektrik üretiminden denizcilik işletmelerine kadar çok farklı kamu şirketlerinde yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptı. Tokgöz, 2009-2013 döneminde Ankara Doğal Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş., 2013-2015 döneminde Türkiye Denizcilik işletmeleri A.Ş., 2015-2018 döneminde de Ziraat Teknoloji A.Ş. yönetim kurulu üyesi olarak atandığı için yıllardır çift maaşlar alıyor.

Ayrıca Tokgöz, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in basın danışmanı olduğu halde Merkez Bankası’nın basın birimiyle de ilgileniyor.

“ŞAHSIMA ÖZEL DEĞİL”

BirGün’ün ulaştığı Sibel Tokgöz çift maaş aldığı kabul ederek şu açıklamayı yaptı: “200 bin TL abartılı bir rakam. Yönetim kurulu üyeliği yaptığım şirketlerde iletişimle alakalı fikirlerimiz soruluyor ve oralarda güzel işlere de imza atıyoruz. Yaptıkları işlerin kamuoyuna yansıması ve alacakları kararların yansımasının nasıl olacağı ile alakalı fikirlerimiz soruluyor. 2008’den beri şirketlerde görev alıyorum. Bu (çift maaş) sadece benim şahsıma özel değil.”


Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...