Ethem Nejat’tan Cumhuriyetçilere çağrı - Erhan Nalçacı / soL

 

Ethem Nejat’ın dediği gibi “bir dünya dönümündeyiz”. Bu çağrı ve bu el uzatış çok kıymetli.

Ethem Nejat’ı bu köşede iki hafta önce Köy Enstitüleri fikrinin öncülerinden olarak anmıştık. İlk kez 1913’te kitap olarak çıkan iki hikâyesi Ütopik Hikâyeler adıyla geçen yıl yeniden basılmış. Bu iki hikâyeyi okuyunca bir kez daha Ethem Nejat’ı anmak gerekli oldu.

Bir konuyu yüzeysel olarak bilince klişeler düşünmenin önünde engel olarak dikilirler. Türkiye Komünist Partisi’nin ilk genel sekreteri olan Ethem Nejat sanki doğuştan kendini sosyalizme adamıştır. Oysa insanların dünya görüşlerini değiştirmeden önce bir kuluçka dönemleri vardır, burada kozanın içinde başkalaşırlar.

Birinci Dünya Savaşı esnasında ve hemen sonrasında bir yandan milyonlar katledilirken başka milyonlar çok hızlı bir şekilde kozaya girdiler, dünya görüşlerini ve dolayısıyla yaşamlarını değiştirdiler.

Zaten sonunda tekrarlayacağız, bu dönüşümün kendisi Cumhuriyetçiler için bir mesaj taşıyor.

1882 Üsküdar doğumlu olan Ethem Nejat o dönemde doğanlar gibi fırtınalı yılların içinde bulacaktı kendisini ve erken yaşta önemli sorumluluklar üstlenecekti.

Üsküdar Lisesinden mezun olan ve yüksek eğitim gören Ethem Nejat İttihat ve Terakki’nin burjuva devriminin yolunu döşeyen fikirlerini benimser. Abdülhamit’in baskı rejiminde Osmanlı Ziraat ve Ticaret gazetesinde yazıları yayınlanmaya başlar. İttihat ve Terakki bağlantısı yüzünden yurt dışına çıkmak zorunda kalır ve ancak 1908 Devriminden sonra ülkeye dönebilir.

İkinci Meşrutiyet Hükümeti onu bugün Kuzey Makedonya içinde kalan Manastır ilinde öğretmen okulunda görevlendirir. Burada bir eğitim bilimci olarak sivrilir. Öğretmen Eğitimi Kongresi’nin toplanmasına öncülük eder, bilimsel gezinti, öğretmen okulunda bir uzay gözlemevinin kurulması, izcilik ve doğa yürüyüşünün eğitim sürecine eklenmesi gibi çağına göre önemli yeniliklere imza atar. Terbiyevi Yeni Fikir ve Toprak adındaki dergileri Manastır’da çıkartır. 

Balkan Savaşı esnasında esir düşer, ancak sonra İstanbul’a kaçmayı başarır. 1913’te Bursa Öğretmen Okulunda görevlendirilir. Daha sonra İzmir öğretmen okuluna atanır. Çanakkale Savaşına gönüllü olarak katıldıktan sonra Eskişehir Eğitim Müdürlüğü yapar. Eğitimde yeni fikirleri uygular, köy okullarını güçlendirir, yerel gazetenin çıkarılmasına öncülük eder.

Söz konusu iki hikâye kitabı Ethem Nejat’ın burjuva devrimcisi olduğu döneme aittir. Milliyetçi, hatta bize şimdi tuhaf gelecek şekilde Turan’cıdır.

Çiftlik Müdürü isimli hikâye 1930’lu yıllarda geçmekte ve bazı geleceğe ilişkin hayal edilen unsurları barındırmaktadır. Örneğin, insanlar Anadolu’da hızlı trenle yolculuk yaparlar.

Ancak asıl değineceğimiz nokta, hikâyelerde tanımlanan burjuvazinin öncülüğü, ilericiliği, bilimselliği, işçi dostluğu, kadın erkek eşitliğinden yana oluşu, yüklendiği toplumsal sorumluluk ve yurtseverliğidir.

Ethem Nejat her iki hikâyede de kapitalist çiftçiyi ülkeyi kalkındıracak, kurtaracak yegâne güç olarak selamlamaktadır. Bu burjuvalar ülkede ve yurtdışında Ziraat Yüksekokullarında okurlar, tarıma makineyi ve elektrik enerjisini sokarlar, bilimsel tarım yöntemleri ile ülkeyi kalkındırırlar. Tarım aletleri burjuvaziye ait fabrikalarda yerli malı olarak üretilmeye başlar, çiftlik sahipleri hemen bunları kullanırlar. 

Köy Enstitüsü fikrinin nüvelerine bu hikâyelerde rastlıyoruz gerçekten.

Öte yandan tekrar fırtına başlar. Osmanlı’nın Hanedanla bir yere kadar uzlaşmış olan ilk burjuva hükümeti ülkeyi emperyalist paylaşım savaşına katılmaktan koruyamaz, savaş kaybedilir ve Osmanlı işgal edilmeye başlar.

Bu sırada bu yıkıntı içinde koza örülür. Ethem Nejat ve bir grup eğitimci 1918’de Eğitim Bakanlığı tarafından Almanya’ya Berlin’e gönderilir. Ekim Devrimi gerçekleşmiş, Almanya’da devrim beklentisi yükselmiştir. Türkiye’den gelen eğitimciler Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin en devrimci kanadı olan, Roza Lüksemburg ve Karl Liebknecht’in liderliğindeki Spartakistlerle ilişkiye geçerler. 

Bu dönüşüm 1919’da yeni bir yol haritasına dönüşür. İsmi anlamlıdır çok, Kurtuluş dergisini çıkarmaya başlarlar ve Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Partisi kurulur. Almanya’da tek sayı çıkan Kurtuluş İstanbul’da yayınlanmaya başlar. Ta ki İstanbul’u işgal eden İngilizler tarafından kapatılana kadar.

Ethem Nejat Sovyetler Birliği’ne geçer, Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşuna katılır. 1920 Eylül’ünde kurulan Partinin genel sekreteri seçilir, dört ay sonra Ankara’ya ulaşmak isteyen ilk Merkez komitesi ile birlikte Karadeniz’de katledilir.

Gelelim Ethem Nejat’ın 100 sene sonra bugünün Cumhuriyetçilerine mesajına:

Kısacası, dünya dönümündeyiz. Bu dönüm bizim çıkarlarımıza uygun, bulunmaz bir fırsat hazırlıyor. Biz neden bu fırsattan faydalanmaya varlığımızı hasretmeyelim, neden kendimizi ona hazırlamayalım! Kapitalizm bizi ezmiş ve boğacak, niçin bizim düşmanımız kapitalizmi yenecek ve darmadağın edecek sosyalizmle işbirliği yapmayalım?” (Parti Tarihi, 1. Ciltten, Yazılama, 2021)

Gerçekten Ethem Nejat’ın 1913’te kurduğu hayaller boşa çıktı, Köy Enstitüleri gericileşen burjuvazi tarafından kapatıldı, ilk planlamayla ayağa kalkmaya başlayan sanayi ve kamu işletmeleri burjuvazi tarafından yağmalandı, gericilik burjuvazi tarafından yardıma çağrıldı.

Bugün kapitalizm içinde bir daha devletçiliğin, bir daha planlamanın, bir daha ilericiliğin, bir daha sosyal devletin, bir daha aydınlanmacılığın, bir daha kalıcı barışın olmayacağını çok iyi biliyoruz.

Bunlar tekrar sosyalist cumhuriyette yeşerecekler ve Ethem Nejat’ın dediği gibi “bir dünya dönümündeyiz”.

Bu çağrı ve bu el uzatış çok kıymetli.

En iyisi, bir adım atmak istiyorsanız, 22 Ekim’de İzmir’de gerçekleşecek “Halk için Cumhuriyet, Cumhuriyet için Sosyalizm” toplantısına katılmanızdır.

Erhan Nalçacı / soL

Şaka gibi araştırmada ‘Cumhuriyet değerlerini taşıyan markalar’ seçildi: Coca-Cola, Philips, Shell… - soL / Özel

 

Aksoy Araştırma hazırladı, Marketing Türkiye pazarladı, Koç ev sahipliği yaptı, gazeteler hangisi işine gelirse o şirketin haberini bastı.

Türkiye kapitalizminin “cumhuriyet”ten ne anladığına dair, insanın tahayyül sınırlarını zorlayan bir olay yaşandı: “Cumhuriyet değerlerini taşıyan markalar” seçildi.

Marketing Türkiye isimli pazarlama firmasının işi için araştırmayı Aksoy Araştırma yürüttü. Araştırmaya göre, “cumhuriyet değerleri”ni oluşturan 11 değer şöyle sıralandı: Yenilikçi, umut veren, özgürlükçü, kurumsal, bağımsızlığı savunan, fırsat eşitliğinden yana, insana yatırım yapan, dayanışmacı, geleceği yakalayan, devrimci ve özgün…

İddiaya göre araştırma kapsamında görüşüne başvurulan 26 ilden 1067 kişi, “cumhuriyet” denildiğinde halk egemenliği, laiklik, aydınlanma, eğitim, sosyal devlet, adalet, hukuk gibi kavramlardan çok “kurumsal”, “özgün” gibi tamamen şirket diline ait yanıtlar verdi.

Ardından 6 Ekim Cuma akşamı, elbette Koç Holding’e bağlı Divan Grup’un ev sahipliğinde patronlar toplandı ve Marketing Türkiye, 52 şirkete “cumhuriyet değerlerini taşıyan marka” beratı verdi.

Şirketler arasında Coca-Cola, Nestle, Philips, Shell gibi cumhuriyet değerleri bir yana Türkiye’yle ilgisi olmayan uluslararası tekeller; Akbank, Doğuş Holding, Eczacıbaşı, Koç Holding, Pınar, Sabancı Holding, Ülker, Zorlu Holding gibi “kambersiz düğün olmaz” kabilinden büyük sermaye grupları, Baykar ve BİM gibi islamcı sermaye grupları yer aldı.

Gece, etkinliği düzenleyen pazarlama firmasının patronu Günseli Özen'in Mustafa Kemal Atatürk'e yazdığı mektupla son buldu. ''Cumhuriyet değerlerine'' sayılı şirketin sahip çıkmasından yakınan Özen, Atatürk'e şu sözlerle seslendi: ''Bizler, çok çalışıyoruz Paşam… Cumhuriyet Değerlerini Taşıyan kurumlar, onların yönetimleri çok çalışıyor, çok üretiyor. Bugün 100 yıl geçmiş olmasına rağmen Kurucu Değerler yaşıyor, yaşatılıyor.''

Gecenin sürpriziyse mektubun ardından geldi. Teknosa’nın Cumhuriyet’in 100. yılı için tasarladığı ve Atatürk’ün sesini analiz ederek modelleyen yapay zeka, mektuba Atatürk'ün sesinden yanıt verdi.

Etkinliğe dair medyanın tepkisi de dikkat çekici oldu. Kamuya ait olan Anadolu Ajansı, özel olarak DeFacto’nun ödül almasını haberleştirdi.

Dünya gazetesi, “Migros Cumhuriyet beratı aldı” haberi yapmayı tercih etti.

Aydınlık gazetesi, gayet normal bir etkinlik gibi “Cumhuriyet değerlerini taşıyan markalar belli oldu” başlıklı haberinde ajansın bültenine yer verip tüm şirketleri sıraladı.

''Cumhuriyet değerlerini'' taşıdığına kanaat getirilen şirketlerin listesi:

  • ''Cumhuriyet değerlerini'' taşıdığına kanaat getirilen şirketlerin listesi:

    • Akbank
    • Anadolu Sigorta
    • Arçelik
    • Aselsan
    • Baykar
    • Beko
    • BİM
    • Boyner
    • CarrefourSA
    • Coca-Cola
    • DeFacto
    • Divan
    • Doğuş Holding
    • Eczacıbaşı
    • ETİ
    • FLO
    • Garanti BBVA
    • Getir
    • Halk Bankası
    • Hepsiburada
    • Karaca
    • Kiğılı
    • Koç Holding
    • Koton
    • LC Waikiki
    • Mavi
    • Migros
    • Nestlé Türkiye
    • Opet
    • Oyak Holding
    • P&G Türkiye
    • Philips
    • Pınar
    • Sabancı Holding
    • Shell
    • Sütaş
    • TAT
    • THY
    • TOGG
    • Trendyol
    • Turkcell
    • Tüpraş
    • Türk Telekom
    • Türkiye İş Bankası
    • Unilever Türkiye
    • Ülker
    • VakıfBank
    • Vestel
    • Vodafone Türkiye
    • Yapı Kredi Bankası
    • Ziraat Bankası
    • Zorlu Holding
soL/Özel


Medinat Yisrael - Serdal Bahçe - soL

 

"Bu bugünün savaşı değil, yeni değil. 1948’den, belki de daha öncesinden beri süren kadim bir savaş."

“Eğer ben bir Arap lider olsaydım, İsrail ile asla anlaşmazdım. Doğal olan budur; biz ülkelerini aldık…Biz de İsrail’den geldik, ama iki bin yıl önce; bundan onlara ne? Anti-Semitizm, Naziler, Hitler, Auschwitz; tüm bunlar oldu, ama onların mı hatasıydı tüm bunlar? Baktıklarında tek bir şey görüyorlar; biz geldik ve ülkelerini çaldık. Bunu neden kabul etsinler?”

David Ben-Gurion

Böyle demiş Ben-Gurion bir vakitler.1 Nitekim Filistinliler de kabul etmediler. Etmediler ki bugün sokaklarda, kentlerde, tepelerde, sınır boylarında İsrail güvenlik güçleriyle ölümüne savaşıyorlar. Bir ölüm kalım mücadelesi veriyorlar. Bu bugünün savaşı değil, yeni değil. 1948’den, belki de daha öncesinden beri süren kadim bir savaş.

Her savaş gibi kendi vahşet öyküsünü kendi yazan bir savaş, her savaş gibi savaş hukukunun ezildiği, güçlü olanın zayıf olanı da kendisi kadar vahşi olmaya zorladığı bir savaş. Filistinlilerin mücadelesi haklı ve meşrudur. Ancak uzun İsrail işgali, ve bitmeyecekmiş gibi görünmek bir yana, yeni bir boyuta sıçrayan İsrail faşizmi şimdi her iki toplumu da içinden çıkamayacağı garip, hastalıklı bir patolojinin içine itmiş gibi görünmektedir. Faşist İsrail bile isteye Filistin Kurtuluş Örgütü ve diğer solcu Filistin örgütlerinin toplumsal tabanını eritmiş, ve HAMAS’ı bilerek yaratmıştır. Böylece iki toplum arasındaki nefrete ve düşmanlığa ekstra bir ruhaniyet kazandırmıştır. Ruhaniyet ise uyum ve barış yerine, kutsal bir savaşa açılan kapıdır. İşin içine kutsiyet girince, ve insanlık odak olmaktan çıkınca, savaş daha bir hunhar, daha bir vahşi olmaktadır.

2 milyon kişinin esir tutulduğu Gazze şeridi ve 3 milyon kişinin her an kovulma korkusuyla yaşadığı Batı Şeria insanlığın tarihi boyunca biriktirdiği erdemlerin teste tabi tutulduğu alanlara dönüşmüştür. “Aksa Tufanı” harekatı bu sıkışmışlığın, çaresizliğin, yalnızlığın bir sonucudur. Öfke ve kin, hakimiyeti altına aldığı bedeni zehirleyen duygulardır. İşgalcinin gözü dönmüşlüğü bir yerde işgal edilenin de gözünün dönmesine yol açar. Sabra ve Şatilla katliamlarından sorumlu kasap Ariel Şaron bir yerde şunu ima etmişti: “Aslında biz total imha istemiyoruz, bölük bölük imha ediyoruz ki geride kalanlar kendiliklerinden def olup gitsinler”. İsrail’in uzun stratejisi buydu; öyle bir sıkıştır, öyle bir insanlıktan uzaklaştır ki kendi iradeleriyle çekip gitsinler. Böylece İsrail’i kuranların atalarını ve akrabalarını bölük bölük imha etmek yerine topluca imha edenlerin duydukları utançtan ve tarihsel suçtan kaçınılmış olacaktı. Gitmediler ama, yürüyen, canlı bir isyana dönüştüler.

7-8 yıl önce Gazze bombalanırken İsrailli yerleşimciler Gazze’ye bakan tepelerin üstünde bombardımanı seyrederek piknik yapmışlardı, gülüyorlardı. Uzun ve tedrici yok etme ve yıldırma stratejisinin hastalıklı bir sonucuydu. Küçük bir İsrailli çocuk Filistinli çocukları öldürecek bombayı öpmüştü. Bombanın üzeri İsrailliler tarafından imzalanmış ve bomba radikal Siyonist din adamlarınca kutsanmıştı. Kutsal ölümdü bu, onlardan yeterince öldürdüklerinde geri kalanlar da gidecekti. Gitmediler. İsyan olup geri geldiler. Şimdi Netanyahu’nun geniş faşist ittifakında yer alan Smotrich bir keresinde Knesset’te bulunan Arap milletvekillerine “sizin burada bulunmanız bir hata” demişti. Doğru ya Siyonizm tarihsel bir hatayı ve adaletsizliği düzeltmek ve tarihsel bir vaadin yerine getirilmesini sağlamakla görevlendirmişti kendisini.

Siyonizm mi? Sürekli ezilen ve hor görülen bir toplumun hastalığının patolojik dışavurumuydu. Sadece dinsel kimlik üzerinden yürütülen mücadelenin yarattığı başka bir eğretilik ve başka bir düzenbazlıktı. Bir Macar Yahudisiydi Theodor Herzl, hayatının hastalıklı arzusuna dönüştü Yahudi devleti fikri; Der JudenStaat. Avrupa’da çalmadık kapı bırakmadı, Avrupa’nın tüm gerici güç odaklarına yalvardı; ardılları genellikle onun tuttuğu yoldan gidecek, ve ilericilikten uzak tüm siyasi ve ekonomik güç odaklarıyla iş tutacaklardı. Krallar, kapitalistler, bankerler, sağcı ve gerici politikacılar, değme emperyalistler; tüm bunlar Siyonizmin muhatap aldığı öbekler olacaklardı. Körle yatan şaşı kalkar; Siyonizm bir tür hastalık olarak doğdu, insanlık düşmanı tüm bu öbeklerle buluşunca daha bir gericileşti, daha bir sağcılaştı. Emperyalizmin şemsiyesi altında doğdu, yaranarak ayakta kalmaya çalıştı. Onun lanetli hayalinin bedene gelmiş formu olarak İsrail aynı hastalıklardan mustarip olarak doğdu. Emperyalizmin ileri karakolu genetiğiyle oynanmış, itilip kakılmış, soykırıma uğratılmış zavallı bir halkın sakatlanmış vatan özleminin ve çarpıtılmış vatan tahayyülünün üstünde yükseldi. Düşmanları onu katletmişti, o ise katledecek yeni düşmanlar bulacaktı. Katliama uğrayan katliamcı bir canavara dönüşecekti.

İsrail kurulduğu günden beri değişen parametrelerin yanında değişmeyen kırmızı çizgilere sahip bir anomali oldu her zaman. Kurulduğu topraklarda doğal bir oluşum olarak doğmadı, sanki yaratıldı. Sanki ona önce yer açıldı, sanki kuruluşuna şahitlik edecek topraklar, ve dahi bu topraklara yakın topraklar önce hazır hale getirildi. Avrupa’da kitlesel olarak kırıldılar, yamandıkları sistemin doğal ürünü olan faşizm onları kitleler halinde katletti. Sonra sağ kalanlar, katledildikleri ve yüzyıllardır üstünde yaşamalarına rağmen hiçbir zaman benimsenmedikleri topraklardan onlar için hazırlanmış yeni topraklara taşındılar (hala taşınıyorlar). Vaat edilmiş topraklara geldiklerini sandılar. Her vaat edilmiş toprak, bir cennet ülküsünü ve hayalini içinde barındırır. Oysa taşındıkları yeni topraklar bir cehenneme dönüşüverdi birden. Doğal bir ortama zorla yerleştirilemeye çalışılan bir unsur, yerleştirilmeye çalışıldığı doğal ortam tarafından reddedilir. Nitekim tüm şanlı zaferlerine rağmen hiçbir zaman tam bir esenlik, tam bir dinginlik içinde yaşayamadılar. Esenlik ve dinginliği, paradoksal bir şekilde, ve hatta acı bir şekilde, bir zamanlar onları ve atalarını insan yerine koymayanların, hor görenlerin, “Siyon Protokolleri” türünden düzmecelerle katledenlerin kucağında bulmaya çalıştılar. Olmadı, coğrafi genişleme ve Amerikan emperyalizminin finansal katkısı dolaysıyla zenginleşmeye rağmen, her gün ve her gece bitmeyen bir kaygıyla, bitmeyen bir obsesyonla yaşamak zorunda kaldılar. İsrail obsesif kompulsif bozukluk yaşayan faşist bir ileri karakoldur.

“Aksa Tufanı” bu anlamda ilginç bir zamanlamayla başlatıldı. İsrail belki de hiçbir zaman kavuşamayacağı bir esenliğe çok yakınmış gibi hissederken patladı harekat. Gerici Arap rejimleri tanıdı tanıyacak duruma gelmişlerdi. Orta Doğu’daki tüm ilerici, Baasçı rejimler ezilmişti. Birleşmiş Milletler kararlarının adı bile anılmıyordu, iki devletli çözüm ise arada bir birlerinin aklına gelse de haber değeri bile taşımıyordu. İki radikal Arap ülkesi (Suriye ve Irak) emperyalizmin şiddetli müdahaleleri sonucunda ülke bile olamaz haldeydiler. Avrupa’dan Amerika kıtasından sürekli yerleşimci akıyordu: Onlara ucuza ev veriliyor, gerekirse zorla Filistinlilerin evlerine yerleştiriliyorlar ve onlar gelirken her türlü konfor sunuluyordu. İsrail Avrupalı ve Amerikalı Siyonist yerleşimciler için sayfiye yerine dönüşmüştü. Eskiden Filistinli gerillaların cirit atıkları çöllerde ve tepelerde partiler veriliyordu, hem de Filistinlerin çektiği eziyete inat. Düşman iki daracık koridora sıkıştırılmıştı ve kasabını bekleyen kurbanlık koyun kıvamına gelmişti. Dünya değişmiş, Filistin hareketine destek verecek sosyalist blok da ortadan kalmıştı. Dolayısıyla bölgede onu zorlayacak özne kalmamıştı neredeyse. İran vardı, ama uzaktı. Üstelik emperyalist sistemin, gelişmiş kapitalistlerin nezdinde Orta Doğu’daki tek gerçek demokrasi ve Judeo-Hristiyan uygarlığın doğal bir üyesiydi. Bu bakış açısı ve İsrail tarafgirliği Batılı kapitalist ülkelerin en temel gerçeği gözde kaçırmalarına yol açıyordu; İsrail apaçık bir apartheid rejimidir.

Bu rahatlık mıdır nedeni bilinmez ama İsrail çok apansız yakalandı. Mutlu sona pek yakınken üzerine heyula gibi dikildiği halkın, ele geçirdiği toprakların derinlerinden gelen başka bir isyan dalgasıyla tatlı uykudan uyandı birden. “Aksa Tufanı” bu topraklardaki yabancılığının, eğretiliğinin, yapaylığının ve olmamışlığının bitmediğini, hiç bitmeyeceğini, vaat edilen esenliğin hiç gelmeyeceğini bir kere daha kanıtladı.

Şimdi İsrail ve tüm emperyalizm teyakkuzda. Gerçekten Filistin halkı radikal bir zamanlama ile hareket etti. Zamanın ruhu var mıdır bilinmez, ama tadı vardır. Emperyalist merkezler ve İsrail için tatlı zamanlardı açıkçası. Düşmanın bitmişliğine iman, teknolojik ve organizasyonel kapasiteye olan güven, vaat edilmiş toprakların vaat edilmiş güvenli vatana dönüştüğü hissinin yarattığı nobranlık, ve bunların yaratığı rehavet. Gerçekten insan şaşırıyor; ABD’den, Avrupa’dan getirdiğin Yahudi yerleşimcileri yerleştirmek için evlerine el koyacaksın, ikide bir düzenlediğin hava akınları ve komando saldırılarıyla sistematik bir şekilde öldüreceksin, daracık bir toprak parçasında açlığa, işsizliğe, yoksulluğa, onursuzca bir yaşama mahkum edeceksin, ve isyan etmemelerini bekleyeceksin. Siyonizm onursuz faşizan bir ideoloji olarak kendisinde görmediği onuru düşmanında da yok saymak gibi aptalca bir bakış açısına sahipti. Onda insanlık yoktu, düşmanında da olmadığını varsayıyordu. Filistinliler insanlık onurunu savunmak için ayağa kalktıklarında bu beklentinin boş olduğu ortaya çıktı çabucak.

Şimdi tüm Atlantik emperyalizmi panik içindedir. Bu paniğin dışa vurumu daha önce yapılmış bazı tespitleri haklı çıkarmaktadır. Yıllar önce Yalçın Hoca, Yalçın Küçük, İsrail Tel Aviv’de olduğundan daha güçlüdür New York’ta demişti. James Petras ise, aşağıda bazı belirlemelerini aktaracağım Power of Israel in The United States adlı kitabında,2 açıkça İsrail ABD’de daha güçlüdür İsrail’de olduğundan demektedir. Aslında son beş gündür gelişmiş kapitalist ülkelerin hükümetlerinin tepkilerine bakılırsa şu da eklenmelidir: İsrail Batı’da, Orta Doğu’da olduğundan daha güçlüdür.

Önce Petras’ın çarpıcı kitabından birkaç not aktaralım. Petras öncelikle Irak’ın işgalinden sorumlu çetenin (Donald Rumsfeld, Dick Cheney, Richard Perle, Paul Wolfowizt, Libby, Douglas Feith, Kagan ve diğerleri) asıl aidiyetinin kime olduğunu sorarak başlıyor. ABD’ye mi İsrail’e mi? Çünkü bu çete, bu neo-con zebaniler ekibi, Petras’ın olgusal dökümüne göre, İsrail’in güvenliğini kendi ülkelerinin güvenliğinden daha önde tutuyorlardı. Hatta Petras (ki iyi bir Marksisttir) klasik emperyalizm kuramının beklentisinin aksine bağımlı olanın İsrail değil ABD olduğunu, çünkü ABD iç politikasında İsrail lobisinin çok belirleyici olduğunu belirtmektedir. Bu ise ABD iç politikasının koridorlarında kendini apaçık hissettirmektedir. Örneğin herhangi bir seçim döneminde Demokratların seçim kampanyasına bağışların yaklaşık yüzde 60’ı, Cumhuriyetçilerin seçim kampanyası için yapılan bağışların da % 30’u zengin Yahudi şirketlerinden ve Yahudi düşünce kuruluşlarından gelmektedir. MOSSAD, Amerikan istihbarat ağının her bir hücresine sızmış gibi görünmektedir. Arada bir yakalanan MOSSAD ajanları ABD’deki İsrail tarafından hemen kurtartılmaktadır.

Bu arada ilginç bir olguyu daha aktaralım. Petras ABD’de yürütülen resmi soruşturmalardan hareketle MOSSAD’ın 11 Eylül saldırısını önceden haber aldığını ancak bu konuda Amerikan istihbaratıyla bilgi paylaşımına gitmediğini göstermektedir. Üstelik durum ABD hariciyesi ve istihbaratı tarafından detaylarıyla bilinmektedir. Neden paylaşmamıştır? Petras burada çıkarımda bulunur. Ona göre paylaşmayarak ve 11 Eylül saldırısının önceden engellenmesini engelleyerek İsrail, ABD’nin Orta Doğu’da kapsamlı bir operasyona girişmesini garanti altına almıştır. Kurban, Irak olmuştur.

ABD her yıl ortalama yaklaşık 3-4 milyar dolarlık hibede bulunur İsrail’e. Bir hesaplamaya göre kuruluşundan, yani 1948’den beri İsrail’e yaptığı hibe bugünün fiyatlarıyla 200 milyar doları geçmiştir. Bu tamamen karşılıksız bir aktarımdır. Ayrıca İsrail Atlantik emperyalizminin diğer güzide üyelerinden de yüklü yardımlar ve hibeler almaktadır. Bu arada Petras eklemekten geri kalmıyor, Amerikan emperyalizmi bu paraları militarist faşist İsrail devletine aktarırken, kentlerinin sokaklarındaki evsizlere ve sağlık sigortası olmadığı için sağlık hizmeti alamayan vatandaşlarına bir senti bile çok görüyor.

Petras açık bir şekilde ABD’deki İsrail’in ABD’nin silahlı kuvvetlerini sürekli olarak bölgede tutmak ve fırsat olursa İsrail lehine müdahale ettirmek için çabaladığını beyan etmektedir. Örneğin Suriye’nin ve Irak’ın yok edilmesi, varlıklarına son verilmesi ABD’deki İsrail’in ezeli projesiydi. Bu çerçevede ABD’nin uluslararası arenada İsrail aleyhine alınacak kararları bloke ve boykot etmek gibi bir görevi de vardır. Güvenlik Konseyi tarafından İsrail aleyhine verilen ve fakat ABD tarafından veto edilen kararların sayısı 40’a yakındır. ABD İsrail’in şımarık, faşizan ve saldırgan hiçbir politikasına ve pervasız adımlarına ses çıkarmamaktadır, bu adımların sonuçları ABD’nin aleyhine olsa bile. Bir örnek olay verelim, yine Petras aktarıyor. 1967 savaşında savaşı izlemek için Doğu Akdeniz’e gelen ABD gemisi USS Liberty, İsrail tarafından “yanlışlıkla” vuruldu. 31 denizci öldü ve pek çoğu da yaralandı. Eğer yapan başka bir güç, başka bir ülke olsaydı misliyle karşılık verecek Amerikan emperyalizmi sineye çekti.

Neticede Amerikan emperyalizmi, ve genel olarak Atlantik emperyalizmiyle İsrail faşizmi arasındaki ilişki çok yönlü ve derinliklidir. Nitekim Aksa Tufanı’ndan sonra bu çok yönlü karşılıklı bağımlılık daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Şu aralar batı medyası bir tür cadı avındadır, İsrail aleyhine konuşan yazan kim var ise baskı altındadır.3 Sadece ABD’de değil Avrupa’da da İsrail’e eleştirel yaklaşan aydınlar, sanatçılar ve gazeteciler büyük bir tehdit kampanyasının hedefindedirler. McCarthy'ci cadı avını hatırlatan bir devasa bir av başlamıştır.

Dolayısıyla Batı’nın bir parçası olmaya çalışan ancak Batı’ya uzak olan, Doğu’da kendine yer açmak isteyen ancak nefret objesi haline gelen İsrail faşizmi yeni bir karşı-çıkışla karşı karşıyadır. Bitmeyen ve bitmeyecek bir öfkenin, bitmeyecek bir intikam güdüsünün hedefindedir. Ben-Gurion, Golda Meir, Haim Weizman, Menachem Begin, Rabin, Peres, Moşe Dayan, Netanyahu ve Ariel Şaron bu öfke selini yaratan, dinmeyen hastalıklı bir arzunun sözcüsü oldular. Ancak ortaya çıkan sadece Filistinlilerin değil İsrailli Yahudilerin de hayatlarını, geleceklerini tehdit eden, geçmişi sürekli canlı tutan, bugünü geçmişin acılarına kurban eden ve geleceği de daha yaşanmadan geçmiş haline getiren bir yapıdır. Umudu ve hayatı tüketmektedir.

Çözüm ise hem Filistinlilerin direnişinde hem de İsrail’de hala İsrail faşizmine kafa tutan ilerici, anti-Siyonist ve sosyalist Yahudilerin inadında yatmaktadır. Çözüm faşizan anti-Semitizm değildir, çözüm gözü dönmüş gerici bir İhvanizm de değildir. Çözüm Arapları ve Yahudileri, ve bölgede yaşayan başka her kim var ise hepsini kapsayacak ortakçı, kardeşçe bir toplumsal sistemin kurulmasıdır. Başka bir yolumuz da yoktur.

Serdal Bahçe - soL


Not 1: Not: AKP İktisadiyatı yazı serisine önümüzdeki hafta devam edilecektir.

Not 2: Medinat Yisrael: İsrail Devleti

  • 1.John Mearsheimer ve Stephen Walt, 2006, “The Israel Lobby”, London Review of Books, 28(6), https://www.lrb.co.uk/the-paper/v28/n06/john-mearsheimer/the-israel-lob….
  • 2.James Petras, 2006, The Power of Israel in the United States, Fernwood Books.
  • 3.Daniel Pipes’ın kurduğu Campus Watch diye bir oluşum var. Daniel Pipes ve babası Richard Pipes pro-İsrail ve neo-condurlar. Bu oluşum ve web sitesinin tek görevi ABD sathında üniversitelerde muhalif akademisyenlerin İsrail karşıtlığını deşifre ve afişe etmektir. Bu web sitesi iki gündür ABD’de yaşayan ve Filistin ile dayanışmasını ilan eden özellikle Arap kökenli akademisyenleri hedef tahtasına oturtmaktadır. Web sitesine bir göz atın isterseniz: Campus Watch (meforum.org).

Bir IMF heyeti Türkiye'de - Korkut Boratav/ soL


"IMF Heyeti’nin politika mesajını, 'doğru yola girdiniz; ama yetersiz…' diye özetleyebiliriz."

Eylül sonunda gelmelerini bekliyorduk. Geldiler; 25-29 Eylül’de ekonomi yönetimiyle görüştüler. 6 Ekim’de bir basın duyurusu yayımlayarak Washington’a döndüler.

Türkiye uzmanlarından oluşan bir IMF’nin heyetinden söz ediyorum. Belli aralıklarla üye ülkelerle yapılan danışma toplantılarından biri (Article IV Consultations) Türkiye’de tamamlandı. Uzmanlar değerlendirmelerini bir rapora dönüştürecek; 2024 başında IMF Yürütme Kurulu’nun onayına sunacaklar.

Yeni ekonomi ekibinin IMF uzmanlarını endişe ile bekledikleri tahmin edilir. Mehmet Şimşek 19 Eylül’de New York’ta finans çevreleri ile görüşme gitti. Bir hafta sonra benzer bir görüşme IMF Heyeti ile de yapıldı. 2024-2026’yı kapsayan Orta Vadeli Program (OVP), bu çevreler için de hazırlanmıştı. Süzgeçlerinden geçmektedir.

IMF’nin ilk değerlendirmesi basın duyurusunda yer alıyor. Gözden geçirelim.

IMF'nin 2023-2024 öngörüleri

Önceki yılın “Article IV danışma toplantısı” Kasım 2022’de tamamlanmış; IMF Heyeti bir basın duyurusu da yayımlamıştı. O duyuruyu soL Haber’de incelemiştim (“IMF Uzmanları Türkiye’de”, 18 Kasım 2022).  Eleştirel değerlendirmeler içermekte, sıkı para ve maliye politikaları önermekteydi.

Son basın duyurusu bir tablo da içeriyor. Birkaç ay sonra   yayımlanacak Türkiye Raporu’nda yer alacak ayrıntılı verilerin habercisi olmalıdır.

Tablonun bir bölümünü aktarıyorum. İlk sütunda kesinleşmiş 2022 verileri var. Bunlar hem OVP’de, hem de IMF veri tabanında aynen yer alıyor. Son iki sütun ise IMF öngörülerini içeriyor.

IMF öngörüleri ve OVP hedefleri

IMF’nin 2023-2024 öngörülerinden ikisi (büyüme ve enflasyon) OVP hedeflerinden farklıdır.

OVP, 2023-2024 büyüme tempolarını %4,4 → %4,0 olarak hedefliyor. Tabloda gözleniyor ki IMF bu yıllar için daha kötümserdir: %4,0 → %3,2  (satır 1). IMF veri bankası, öteden beri Türkiye için orta dönemli büyüme potansiyelini yüzde 3 olarak kabul etmekte; 2025’ten itibaren ekonominin bu büyüme patikasına yerleşeceğini öngörmektedir.

Berat Albayrak döneminden bu yana OVP’lerde yeğlenen büyüme eğilimi ise yüzde 5’tir. Son OVP’ye bakılırsa ekonomi bu eğilime 2026’da yerleşecektir. Bu öngörü teknik bir analize dayanmaz. İşsizlik oranında artışları önleyen bir büyüme eğilimi olduğu öğrenilmiş olsa gerek; “inşallah” temennisiyle programlara girmektedir.

2023-2024 enflasyon öngörülerindeki farklılaşmaya da göz atalım. OVP’ye göre bu iki yılın enflasyonu %65,0 ve %33,0 olacaktır. IMF heyeti bu bakımdan da kötümserdir: Ekonomi fazlasıyla durgunlaşmaktadır; enflasyon (%69,1 → %46) ise daha dirençlidir (satır 2). 2023-2024’teki büyüme temposu (“output gap”) üretim sınırlarını zorladığı için…

IMF Heyeti’nin işsizlik ve cari işlem açığı öngörüleri ise OVP ile aynıdır. 2022’deki büyüme hızı iki yıl sonra (2024’te) 2,3 puan aşınmış olacaktır. Cari işlem açığındaki gerileme beklenen sonuçtur (satır 4). Ne var ki, durgunlaşan bir ekonomide işsizlik oranının değişmemesi kabul edilemez (satır 3). IMF’nin 2024 Türkiye raporunda bu hatanın düzeltilmesi beklenir.

2022-2024 arasında cari açık oranındaki daralma, ekonominin kısa dönemli dış finansman gereksinimini hafifletmiyor (satır 5). Basın duyurusu, ağırlaşabilecek dış borç yükü uyarıları içeriyor.

Parasal daralma önceliği

IMF Heyeti’nin politika mesajını, “doğru yola girdiniz; ama yetersiz…” diye özetleyebiliriz.

Mesaj, siyasal bir tonla başlıyor. Aktaralım: “IMF Heyeti, seçim sonrasındaki politika değişikliğini memnuniyetle karşılamaktadır. Politika faizini yükselten, vergileri artıran, finansal sektördeki bazı müdahaleleri serbestleştiren son önlemler riskleri hafifletmiş, yatırımcıların güvenini artırmış, TCMB’nin rezerv durumunu düzeltmiştir.”

Bu genel tespit, önce 2024 için “olumlu” beklentilerle destekleniyor. Tekrarlayalım: Büyüme hızı yavaşlayacak; cari açık daralacak; Aralık enflasyonu 23 puan gerileyecektir. Yukarıdaki tabloya almadığım 12 aylık ortalama enflasyon öngörüsü ise 6,3 puan artmaktadır (%54,6 → %60,9); ama vurgulanmamaktadır.

Sonraki kesimlerde eksikleri vurgulayan politika önerileri yer alıyor. Parasal daralma ve kamu maliyesinde kemer sıkma özellikle öne çıkıyor.

Para politikasında temel sorun, %30’a çıkarılan TCMB politika faizinin yetersizliğidir. Faiz oranını gerçekleşen ve hedeflenen enflasyona hızla yaklaştırma önerisi vurgulanıyor. Eylül enflasyonunun yüzde 61 seyrettiği, Aralık 2023 öngörüsünün yüzde 69 olduğu dikkate alınırsa, Ekim’den başlayarak TCMB’den en azından 10’ar puanlık artışlar beklenmektedir.

Enflasyonu aşan faizler, neoliberal istikrar programlarının dogmalarından biridir. Kârların sürüklediği enflasyon olgusu bu yakınlarda vurgulanmaktadır. Türkiye’de de küçümsenmeyecek boyuttadır; bu doktrinde dikkate alınmaz.

IMF uzmanlarına göre, “para ve kredi piyasalarında fiyat sinyallerinin rolünü artırmak için miktar müdahalelerinin azaltılması, kredi faizlerinde sınırlamalara son verilmesi gerekiyor. Politika faizi artışı sonrasında sermayenin tahsisini piyasa belirlemelidir.”

Öte yandan, “döviz kurunu hedefleyen mevduata (KKM’ye) son verme adımları daha dikkatle atılmalıdır. Reel politika faiz oranı tarafsız (“sıfır”) eşiği aşıncaya kadar beklenmelidir.” KKM uygulamasın ilişkin bu sağduyulu öneri, döviz kurunu hedefleme anlamına gelmiyor. TCMB’nin döviz kurunu dalgalanmaya bırakması onaylanmaktadır. Rezervleri güçlendirmek için kısa dönemde piyasalardan döviz alınabilir; “ancak enflasyonu azaltma hedefi” gözden kaçırılmamalıdır.

Bu uyarı, döviz kurlarının uluslararası sermaye hareketlerine teslimiyeti anlamına gelir. TL’nin reel değerini hedefleyen önlemler, örneğin sermaye hareketlerini denetleme yöntemleri dışlanmaktadır. IMF Heyeti neoliberal yobazlığı ödünsüz korumaktadır.

Malî disiplin: Maliyeti emekçilere

IMF’nin ideolojik konumu, malî disiplin önerilerinde de açığa çıkıyor. Aktaralım: “2023’te kamu açığı münasip vergi artışlarına rağmen GSYH’nın yüzde 4’üne ulaşmış; genişletici olmuştur. 2024’teki bütçe açığı bu nedenle OVP’deki öngörünün altına çekilmelidir.”

Basın duyurusundaki bir dipnottan anlaşıldığına göre ekonomi yönetimi IMF Heyeti’ne kamu maliyesi konusunda OVP’deki tablolardan farklı istatistikler vermiş. Biz OVP’ye bakalım: Seçim yılı olan 2023’te genel devlet açığı, bir önceki yıla göre GSYH’nın yüzde 5,7’si oranında genişlemiştir. IMF heyetinin “münasip” ifadesiyle onayladığı dolaylı vergiler kısa dönemde enflasyonu tetiklemiş; yoksullaşmayı yaygınlaştırmış; önceki yılların bölüşüm şokunu ağırlaştırmıştır. Basın duyurusu bu vergilerin 2023’te TÜFE’ye katkısına değinmiyor.

OVP’nin 2024’te öngördüğü “malî kemer sıkma” ise, millî gelirin sadece yüzde 1’ine ulaşmaktadır. IMF Heyeti’ne göre yetersizdir. OVP, malî disiplini 2025’te yoğunlaştırıyor; kemer sıkmayı millî gelirin yüzde 3’üne çekiyor. Gerçekleştirilirse “çarpan etkileri” millî geliri daraltacaktır. IMF Heyeti, en azından bu boyutta bir kemer sıkmayı ve ekonomik küçülmeyi bir yıl önceye (2024’e) çekmeyi öneriyor.

Daha vahimi de var: “Kamu maliyesinde kemer sıkma”, emekçilerin yükünü artıracak biçimde tasarlanıyor. IMF önerisine göre “enerji sübvansiyonları yerine hedeflenmiş yardımlar uygulanmalıdır. Enflasyon tazminatında emekli ve ücret ödemeleri geçmiş enflasyona değil, geleceğe [enflasyon hedeflerine] göre ayarlanmalıdır.” Örneğin son elektrik zammındaki konut istisnası kaldırılmalıdır.  Milyonlarca emekçinin son can simidi olan “enflasyon farkı ödemelerine” son verilmelidir.

Daha vahimi de var: “Kamu Görüşmeler sırasında bu son öneri ekonomi yönetimine getirildiğinde Mehmet Şimşek OVP, s.21’de yer alan “geçmiş enflasyona endekslemenin azaltılması” önlemini IMF uzmanlarına kıvançla göstermiş olmalıdır.

IMF önerileri izlenirse Türkiye emekçileri için 2024 çok daha sıkıntılı geçecektir. Ciddiye almalıyız. Yerel seçimler sonrasını endişeyle beklemeliyiz.

Korkut Boratav/ soL

Trakya ve boğazlarda işgalleri sonlandıran Mudanya Mütarekesi'nin 101. yıldönümü - Aytunç Ürkmez/Cumhuriyet

 

Mudanya Mütarekesi 101 yıl önce imzalandı. Türk milletinin, onur ve azimle sürdürdüğü Kurtuluş Savaşı’nın silahlı mücadele kısmı zaferle sonuçlandı.

Türk milletinin, bağımsızlık için canı pahasına başlattığı Kurtuluş Savaşı, 9 Eylül 1922’de emperyalist güçlerin İzmir’de denize dökülmesiyle, askeri açıdan başarıyla sonuçlandı. Ama Trakya bölgesi ile boğazlar hâlâ İngiliz, Fransız ve İtalyan işgalindeydi. TBMM Hükümeti, 18 Eylül’de Trakya, İstanbul ve boğazları kurtarmak için harekete geçti. Diplomatik savaş başladı. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Fransa Başbakanı Raymond Pioncare ve İtalya Başbakanı Carlo Sforza, 20-23 Eylül 1922’de Paris’te yaptıkları bir toplantı sonucunda bölgede bir tarafsız bölgenin oluşturulmasına ve bu kısma Türk askerlerinin girmemesini kararlaştırdılar. Bu karar Mustafa Kemal Paşa’ya iletildi ancak paşa bu teklifi kabul etmediği gibi Türk askerleri de İngiltere’nin tel örgülerle çevrelediği alana kadar ilerledi. Bu gelişmelerin sonucunda 3 Ekim 1922’de Mudanya’da mütareke görüşmeleri başladı. İsmet Paşa’nın başkanlığını yaptığı heyetin kararlı duruşuyla 11 Ekim günü sabah saat altıda ateşkes anlaşması imzalandı. Antlaşma sayesinde Doğu Trakya ve boğazlar işgalden arındırıldı. Antlaşma da 15 Ekim’de yürürlüğe kondu.

‘TEK KURŞUN ATILMADAN’

Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD), Mudanya Mütarekesi’nin 101. yıldönümünde yapılan yazılı açıklamada, “Mudanya Mütareke masası, 1699 Karlofça’dan 223 yıl sonra başımız dik kalktığımız ilk masadır. Atatürk ve laik Cumhuriyet düşmanı kimi hayasızlar Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nı ‘Yunan Harbi’ diye küçümsemeye çalışsalar da Milli Mücadele’miz, ulusumuzun Atatürk önderliğinde Batı Emperyalizmi ile kanlı hesaplaşmasıdır”  denildi. Eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın Kurtuluş Savaşı için “Tek kurşun atılmadı” ifadeleri anımsatılan açıklamada, “Kemalist devrimcilerin ‘tek kurşun atmadan’ başardıkları ortadadır. Trakya, İstanbul’daki 5 yıllık işgal ‘tek kurşun atılmadan’ sonlandırıldı. Boğazlar ile Marmara egemenliğimiz, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle ‘tek kurşun atılmadan’ kazanıldı” ifadesine yer verildi.

‘KAYBETTİĞİMİZ YER YOK’

Cumhuriyet’e değerlendirme yapan Tarihçi Prof. Dr. Hakkı Uyar ise Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması’nın bir yenilgi antlaşması olduğunu belirterek  “İşgaller karşısında bağımsızlık mücadelesini yürüten ve yenilgi antlaşmalarını kan akıtarak ve can vererek değiştiren Atatürk’ün önderliğinde Türkler oldu” dedi. 
Uyar, “Mudanya ile savaşmadan Trakya’yı geri alabildik. Kurtuluş Savaşı’nda elimizde olup da masada kaybettiğimiz yer yok. Tam tersi Mudanya’da olduğu üzere, Trakya’yı savaşmadan, masada kazandık. Mudanya, Türkiye’nin önemli kilometre taşlarından biridir” diye konuştu.

Aytunç Ürkmez/Cumhuriyet 

 

KISA KISA GÜNDEM - 10 EKİM 2023 -

 


Yardım paraları bakın nereye harcandı - Murat Ağırel / Cumhuriyet

 


Tarikata mensup olduğunu iddia eden kişilerin insani değerleri kullanarak nasıl para toplayıp bunları nasıl kullandığını anlatacağım.

“Kardeş Eli” ve “Şefkateli” isimli iki dernek.

Bu iki dernek “İçişleri Bakanlığı Dernekler Denetçisi” tarafından denetlendi, rapor yetkili makamlara sunulunca skandal ortaya çıktı.

Tam adı: Kardeş Eli İnsani Yardım Derneği. Başkanı Ahmet Muhammedoğlu, yönetim kurulu üyeleri Ömer Kale, Hasan Eroğlu, Burak Kaplan, Bilal Kaplan. Dernek 28 Haziran 2018 ve 4 Ekim 2021 tarihleri arasında 76 milyon 376 bin TL toplamış. Bunun 22 milyon 761 bin TL’si yardım için harcanmış. Kalan 52 milyon 614 bin TL ve bankadaki mevcut 11 milyon TL para düşüldüğünde toplamda 42.5 milyon TL ne oldu diye araştırılmış. Paraların izinsiz toplandığı görülüyor. 42.5 milyon TL’nin ilan ve reklam, gayrimenkul alımı, kişisel kullanılan araçlar, personel gibi masraflarda harcandığı tespit edilmiş. Dönemin kuruyla bu para 7 milyon dolara denk geliyor. Yardım paralarıyla İstanbul Beykoz Anadolu Hisarı Kavacık mevkisinde yedi katlı bir işyeri binası ve arsası, yine aynı yerde iki katlı bina, Anadoluhisarı Göksu Göztepe yolu mevkisinde iki buçuk katlı bina, bir adet araç alınmış. Dernek; parayı su kuyusu açıyoruz, Kuranıkerim dağıtacağız, et dağıtacağız gibi bahanelerle toplamış.

Denetim sonucunda usulsüzlükler nedeniyle derneğin taşınmaz, taşınır ve demirbaş malların tamamına el koyuluyor. Banka hesapları da bloke ediliyor. Muhammedoğlu’na, sayman Burak Kaplan’a, Bilal Kaplan’a, Ömer Kale’ye idari para cezası kesiliyor. Görüştüğüm dernek yetkilileri davanın halen sürdüğünü söyledi. Bütün bunlar olurken dernek yetkilileri 15 Şubat 2023 tarihinde Kardeş Eli Derneği ile aynı ada sahip Kardeş Eli Vakfı’nı kuruyor. Vakfedenler Ahmet Muhammedoğlu, Ömer Kale, Enes Buğrahan Topgül, Bilal Kaplan ve Rıdvan Yıldız.

Peki hemen hemen aynı yapıdaki dernekleri “Su kuyusu açıyoruz”, “Adınızı veriyoruz” diye reklam yaptığı kampanyalar sonucunda ne oluyor?

Ben bir tanesini buldum.

‘SEVAP İŞLEDİM’ SANIYOR

Mesela “İdea Uluslararası Yardım Derneği” tarafından 1182 no ile ÇAD’da 2020 yılında Ceylan ve Arı aileleri adına su kuyusu açılıyor. Su kuyusunun videosu var. Sonra aynı su kuyusu Kardeş Eli Derneği tarafından Yıldıray Nurten Kaya ve Çocukları adına tabelalar değiştirilerek sanki yeni açılıyormuş gibi ilgilisine gönderiliyor. Yani su kuyusu yapılsın diye bağış yapan kişi yeni bir su kuyusu açıldı, sevap işledim diye düşünürken aslında daha önce açılmış su kuyusunun üzerine yeni tabela asılarak sergileniyor. Kardeş Eli Derneği Başkanı Ahmet Muhammedoğlu ile de görüştüm. Dediklerini aynen aktarıyorum: “Bizim tüm para işleri yasal ve banka üzerinden yapılıyor. Şefkateli Derneği ile bağımız yok. Denetlendiğimiz doğru. Yardım toplama iznimiz vardı ancak 2-3 ay geç kalmıştık. Denetlemede belirtilen bu. Biz 2018’de dernek olarak faal olduk. Kira çok olunca dernek hesabında biriken para ile taşınmazlar aldık. Yardım paralarından arta kalan paralar ile aldık. O dönemde mesela bir daireyi 630 bin TL’ye aldık. Tadilat yaptırdık. Yedi katlı denilen binayı da 5 milyon TL’ye aldık. Kurumu güçlendirmek ve kira masrafları ile uğraşmamak için bina satın aldık. Tamamı insanlık yararına yapıldı. 100-150 bin bağışçımız var. Üye sayımız 15-20 kişi.”

Aynı su kuyusunu farklı kişilerden bağış alarak açtıklarına dair görüntüleri de sordum. Muhammedoğlu şöyle yanıt verdi: “Bu bize kurulan bir sabotaj. Polise şikâyet ettik zabıt tutturduk. Muhammed Hasan diye biri. Kıskançlıklarından dolayı.” Dava sürecinde de paralara ve taşınmazlara el konulduğunu, itirazları reddedilince Anayasa Mahkemesi’ne gittiklerini anlattı. Derneğin faaliyetleri de durduruldu.

YURTDIŞINA TRANSFER

Diğer Dernek ise Ahmet Muhammedoğlu’nun “Bağımız yok” dediği Şefkat Eli İnsani Yardım Derneği...

Bağı var mı yok mu bilmiyorum. Benim anlatacağım başka bir şey. Dernek Başkanı Recep Karakaya. Yardımcısı İbrahim Salih Karakaya, yönetim kurulu üyeleri Muhammet Furkan Karakaya ve Ömer Faruk KoyuncuAbdurrahman Fatih Uslu ise sayman. Denetçiler Şefkat Eli Derneği’nin izinsiz para topladığını tespit etmiş. Derneğin sosyal medya hesaplarında su kuyusu, kurban, Kuranıkerim, gıda paketi, giyim paketi, süt keçisi dağıtımı, cami yapımı, briket ev yapımı vb. birçok konuda yardım toplama faaliyeti yaptığı tespit edilmiş. Peki ne kadar para toplanmış? 14 milyon 707 bin TL, 52 bin 401 Avro, 50 bin dolar. Denetimler sonucunda bu paraya el koyulup mülkiyetinin kamuya geçmesi kararı verilmiş. Dernek başkanı Recep Karakaya’ya idari para cezası kesilmiş. Toplanan yardımlar yurtdışına Kuveyt Türk aracılığı ile transfer edilmiş bir kısmı da nakit olarak götürülmüş. Peki, yurtdışında nereye gönderilmiş paralar?

Çad’da Assocıation de Bienfisance Pour Le Developpement Culturel Et Social adlI bir derneğe. Bangladeş’te Shamaj Gram and Shahar Unnayan Sangstha adlı bir kuruluşa gönderilmiş. Ne kadar teslim edilmiş gözüküyor: 2021 yılında 271 bin 628 Avro, 15 bin 861 dolar. 2022 yılı 558 bin dolar. 265 bin 100 dolarlık kısmı Çad’daki derneğe nakit olarak götürülmüş.

Tüm yardım toplayan kurumlar böyledir diyemem ama insanları kandırarak zengin olan, yalı alan, araba alan kaç dernek yönetimi var? 

Yardım adı altında toplanan paralar aslında nerelere harcanıyor? 

Çürümüşlükten, memlekette elini nereye atsan başka bir skandal ortaya çıkıyor.

Murat Ağırel / Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...