3 Ağustos 2024 Cumartesi

T24 "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 3 Ağüstos 2024 -

 Tez danışmanı "proje danışmanı", jüriler "komisyon üyesi": Sağlık Bakanlığı'ndaki ibretlik akademik kariyer hikâyesi -Gökçer Tahincioğlu-

Tez danışmanını projeye "danışman" olarak atayan Mahir Ülgü, bölüm hocalarını da pas geçmiyor. Bölümün, sonradan Ülgü'nün tez jürisinde yer alacak üç hocası, HSMonitor projesinin birinci faz ihale tekliflerinin değerlendirilmesi için oluşturulan komisyona atanıyor.
Mahir Ülgü

Bu yazıya, muhtemelen kısa sürede içerisinde olası bir "erişim engeli" nedeniyle erişilemeyecek. Zira Instagram gibi bir uygulamayı bile bütünüyle yasaklayabilen sistem, erişim engelleri taleplerini hiç kırmıyor. Haklı haksız başvuruyu hemen karara bağlayıp, erişim engelini koyuyor.

Ancak yine de not düşmek, neler olup bittiğine bakmak gerekiyor.

* * *

Sağlık Bakanlığı, elbette her zaman en önemli bakanlıklardan ancak özellikle pandemi süreci ile hayatımızda iyiden iyiye yer etti.

Haber bültenlerini bekler gibi Sağlık Bakanlığı'ndan gelen açıklamalara kulak kesildik.

Verilerin gizlenip gizlenmediğini, ayrılan dev bütçenin nasıl harcandığını merak ettik.

Bakanlıkta tarikatların nasıl kadrolaştığını, nasıl rahat hareket ettiklerini konuştuk.

* * *

Bakanlık bu kadrolardan ibaret değil elbette.

Fedakârca çalışan binlerce kişi sayesinde ayakta duruyor.

En zor koşullarda bile işlerini yapmak için çabalayan, kadrolaşmaya, liyakatsiz atamalara rağmen işlerin iyi gitmesi için emek veren insanlar da çalışıyor bakanlıkta.

Ve bir de vazgeçilmezler var.

Her koşulda makam sahibi olanlar, asla soruşturulmayanlar, yerleri garanti olanlar.

Nedense çok kıymetliler…

* * *

AKP içinden gelen yoğun eleştirilerin ardından uzun yıllardır bakanlık koltuğunda oturan Fahrettin Koca, Sağlık Bakanlığı'ndan alındı. Yerine eski İstanbul İl Sağlık Müdürü Prof. Dr. Kemal Memişoğlu atandı.

Memişoğlu'nun atanmasının ardından bakanlık kadrolarında radikal değişiklikler olabileceği düşünülüyordu.

Öyle ya, sistem tıkandıysa, sorunlar yaşanıyorsa bu sadece bakanla olamazdı, mutlaka bakanlık kadrolarında da bazı sorunlar olmalıydı.

Memişoğlu ise bunu yapmadı, eskiden bu yana tanıdığı, kendine yakın bulduğu isimlerle çalışmayı sürdürdü. Yine kendine yakın bulduğu bakan yardımcılarının da yetkilerini arttırdı.

Bir bakan başarısız bulunarak değiştiriliyorsa bakan yardımcılarının nasıl hâlâ o koltukta oturabildikleri muamma elbette ama burası Türkiye, ilkeler değil koltuk önemlidir. Her koşulda koltukta kalabilmek.

* * *

Sağlık Bakanlığı'nın bilişim sistemleri, çalışmalarında önemli bir yer tutuyor.

Koca'ya en büyük eleştiri, randevu sisteminin iyi çalışmamasından, kimsenin randevu alamamasından gelmişti.

E-nabız başta olmak üzere telif sorunu yaşanan birçok uygulamayla ilgili, çeşitli iddialar gündeme geldi. Açılan davalar, rafta bekleyen soruşturmalar, karşılıklı suçlamalar, yolsuzluk iddiaları var.

Eski Sağlık Bakanı Koca, koltuğundan olmadan kısa süre önce bazı bakanlık kadrolarında bazı değişikliklere imza attı.

Bu kapsamda, Sağlık Bilgi Sistemleri Genel Müdürü Mahir Ülgü, 19 Mart'ta görevinden alındı, yerine Şali Yıldırım getirildi. Olağan elbette, kadrolar yorulabilir, yıpranabilir, değişebilir.

Ancak yeni bakan Memişoğlu'nun göreve geldikten sonra ilk işlerinden biri Ülgü'yü eski görevine getirmek oldu. Cumhurbaşkanlığı kararıyla Mahir Ülgü, 26 Temmuz'da, Mart ayında alındığı göreve yeniden atandı.

* * *

Bu atama bakanlık kadrolarında şaşkınlık yarattı zira Ülgü hakkında bir süre önce Teftiş Kurulu Başkanlığı'na şikayetler ulaşmış, savcılık da suç duyurusu üzerine soruşturma başlatmıştı.

Sağlık Bakan Yardımcısı'nın kendi danışmanlarını şikayet etmesi üzerine, bu danışmanlar hakkında rüşvet iddiasıyla dava açılmış, danışmanlardan biri, 12 saat boyunca alıkonularak kendisine zorla itirafname imzalatıldığını iddia etmişti. Alıkoyanlardan birinin de Ülgü olduğunu anlatmıştı.

Bu dosyalarda bir gelişme olmadı. Nedense bazen yargı ve teftiş sistemi çok hızlı, bazen çok yavaş…

* * *

Ülgü hakkında bir iddia daha var.

Cumhurbaşkanlığı'na da ulaşan ve Sağlık Bakanlığı'na iletilen bu iddia trajikomik ve vahim.

Ülgü, halen Doçent Doktor ünvanı taşıyor.

Özgeçmişine bakılınca, 2022'de doktorasını Akdeniz Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Tıp Bilişimi Doktora Programı'nda yaptığı, Ocak 2024'te de doçent olduğu görülüyor. Bu kadar kısa sürede doçent olabilmek gerçekten büyük başarı.

* * *

Ülgü, doktoraya 2018'de başlamış görünüyor. Doktora tezini 2022 başında bitirerek savunmuş ve doktor ünvanı kullanmaya hak kazanmış…

Doktorasını başarı ile tamamladığını da sosyal medya hesabından duyurmuş, tez danışmanına ve jüri üyelerine teşekkür etmiş.

Ancak anlaşılıyor ki tez danışmanı da jüri üyeleri de aslında aynı zamanda çalışma arkadaşları!

* * *

Sağlık Bakanlığı'nın HSMonitor ve ProEmpower gibi projelerini yürütme yetkisi Sağlık Bilgi Sistemleri Genel Müdürlüğü'nde…

Ülgü, Akdeniz Üniversitesi'nde doktora çalışmasını yaptığı dönemde bu projelerden sorumlu genel müdür koltuğunda oturuyor.

Ancak 2019'dan itibaren enteresan gelişmeler yaşanıyor.

HSMonitor ve Proempower projelerinin danışman kadrosuna Ülgü'nün tez danışmanı, "danışman" sıfatıyla atanıyor. Danışman hoca ile bu konuda farklı tarihlerde yapılmış üç ayrı kontrat var.

Bu atamalara da Bakan Yardımcısı Şuayip Birinci, "olur" veriyor…

Ancak bununla kalmıyor.

Ülgü'nün doktorasını yaptığı bölüm, tam olarak, "Sağlık Bilimleri Enstitüsü Biyoistatistik ve Tıbbı Bilişim Ana Bilim Dalı…"

2022'de doktora tez jürisinde yer alan isimlerden üçü de bu bölümde görevli.

Tez danışmanını projeye "danışman" olarak atayan Ülgü, bölüm hocalarını da pas geçmiyor. Bölümün, sonradan Ülgü'nün tez jürisinde yer alacak üç hocası, HSMonitor projesinin birinci faz ihale tekliflerinin değerlendirilmesi için oluşturulan komisyona atanıyor.

2020'de, bu atamalara dair yazı imzalanıyor.

Sonrasında yeniden görev aldılar mı, başka görev yaptılar mı, belli değil.

* * *

Bu konu Cumhurbaşkanlığı'nın da Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu'nun da önüne uzun süre önce gelmiş…

Teftiş Kurulu ne gibi bir işlem yaptı, en azından etik bir sorun saptadı mı, bu da bilinmiyor zira uzun zaman geçmesine rağmen bu dosyalarla ilgili aslında bir işlem yapılmış da değil.

Burası Türkiye, ifade özgürlüklerini kullandıkları için hayatları karartılan binlerce akademisyen işsizlikle boğuşurken, vatan, bayrak, millet edebiyatı yapıp, intihalle kariyer devşirenler, asistanına yazdırdığı makaleye imza atanlar, ballı kadroların ek ödeneklerinden yararlananlar baştacı ediliyor bu memlekette…

Jüri üyeleri komisyon üyesi yapılmış, tez danışmanı projeye danışman olmuş, çok mu? Olur, bu da olur elbette…

                                                      /././

Pullarla Olimpiyat Oyunları'nın kısa tarihi(VIII): 1920 Antwerp Olimpiyat Oyunları -Hayri Cem-

1920 Olimpiyat Oyunları, 20 Nisan - 12 Eylül 1920 tarihleri arasında Belçika'nın Antwerp şehrinde yapıldı. Bu oyunlar, I. Dünya Savaşı'ndan sonra düzenlenen ilk Olimpiyat Oyunlarıydı

1916'da yapılması planlanan Altıncı Olimpiyat Oyunları, 28 Haziran 1914'te Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand'ın Saraybosna'da bir Sırp milliyetçisi tarafından suikasta uğramasının ardından başlayan Birinci Dünya Savaşı nedeniyle iptal edildi. Oyunların Almanya'da (Berlin) düzenlenmesi planlanıyordu. Ancak, savaşın başlaması ve devam eden çatışmalar nedeniyle oyunlar gerçekleştirilemedi. Bu iptal, modern Olimpiyat tarihindeki ilk iptaldir.

1920 Olimpiyat Oyunları, 20 Nisan - 12 Eylül 1920 tarihleri arasında Belçika'nın Antwerp şehrinde yapıldı. Bu oyunlar, I. Dünya Savaşı'ndan sonra düzenlenen ilk Olimpiyat Oyunlarıydı.

Kartpostal'da İhtilaf Devletleri liderleri yer alıyor. 1915 yılından Viyana'dan İstanbula postalanmıştır.

Oyunların açılış seremonisi 14 Ağustos 1920'de yapıldı. Törenin açılışını Belçika Kralı I. Albert yaptı. Oyunların bu kadar uzun süreye yayılmış olmasının nedeni; savaştan henüz çıkmış ülkelerin organizasyon sıkıntısı yaşaması, ilave edilen yeni olimpik sporlar için gerekli lojistik çalışmalar gibi nedenlerdir.

1920 Olimpiyatları'na, 29 ülkeden 2669 sporcu katılmıştır. Bu Olimpiyat Oyunları'nda yaşanan ilklerin başında, Olimpiyat bayrağının ilk kez sunulması ve ilk kez Olimpiyat yemini edilmesidir.

Bu Olimpiyat Oyunları'na dahil edilen yeni spor branşları şunlardır: Çim hokeyi, rugby futbol, okçuluk, polo, golf erkek, golf kadın.

Bunlara ilave olarak, kış sporları olan buz hokeyi, buz pateni, kayak da yarışmalara dahil edilmiştir.

Planlanan bu yeni spor yarışlarından Golf ve Kayak yarışmaları geçekleştirilememiştir.

1920 Olimpiyatları'nda öne çıkan 3 sporcudan size bahsetmek istiyorum.

Eddie Eagan

Eddie Eagan, hem Yaz hem de Kış Olimpiyatları'nda altın madalya kazanan tek sporcu olarak tarihe geçmiştir. 1920 Antwerp Yaz Olimpiyatları'nda hafif ağır sıklet (80 kg) kategorisinde altın madalya kazanarak olimpiyat kariyerine başladı.

Eddie Eagan anısına bastırılmış pul

Spor kariyerini sadece boksla sınırlamayan Eagan, 1932 Lake Placid Kış Olimpiyatları'nda ABD'nin dört kişilik bobsled (bob) takımının bir parçası olarak altın madalya kazandı. Bu başarı, onu hem yaz hem de kış olimpiyatlarında altın madalya kazanan ilk ve tek sporcu yaptı.

Ugo Frigerio

Ugo Frigerio, 1920 Olimpiyatları'nda iki altın madalya kazandı. 3 km yürüyüş ve 10 km yürüyüş kategorilerinde birinci olarak İtalya'ya zafer kazandırdı.

Ugo Frigrerio anısına bastırılmış pul.

Frigerio, 1924 Olimpiyatları'nda 10 km yürüyüşte altın madalya kazanarak başarısını sürdürdü. Ayrıca 1924'te 3 km yürüyüşte bronz madalya aldı. 1932 Olimpiyatları'nda 50 km yürüyüşte bronz madalya kazandı. Bu, onun son Olimpiyat madalyası oldu.

Paul Anspach

Belçikalı eskirimci Anspach 4 ayrı Olimpiyat Oyunları'nda madalya kazanmıştır:

1908 Londra Olimpiyatları'nda flöre takım kategorisinde gümüş madalya kazandı.

1912 Stockholm Olimpiyatları'nda, flöre takım kategorisinde altın madalya ve bireysel flörede bronz madalya aldı.

Paul Anspach anısına bastırılmış pul.

1920 Antwerp Olimpiyatları'nda flöre takım kategorisinde altın madalya ve epe takım kategorisinde de altın madalya kazandı. 

1924 Paris Olimpiyatları'nda epe takım kategorisinde bronz madalya kazandı ve kariyerine bir Olimpiyat madalyası daha ekledi.

Sanat ve edebiyat

1912 için planlanan ancak gerçekleştirilemeyen bu aktiviteler 1920 Antwerp Olimpiyat Oyunları'nda gerçekleşmiştir.

Yarışmaya dahil edilen alanlar şunlardır: Şehir planlama tasarımı, heykel, resim, edebiyat ve müziktir.

Şehir planlama tasarımı ve müzik dallarında altın madalyaya layık bir eser bulunmamış ve sadece gümüş ve bronz madalya verilmiştir.

İlk Olimpiyat temalı pullar, 1896 Atina Olimpiyatları'nda Yunan hükümeti tarafından bastırılmıştı. Daha sonra yapılan Olimpiyat oyunlarında ev sahibi ülkeler posta pulu bastırmadılar. Belçika hükümeti ise Antik Olimpiyatlar'ı simgeleyen 3 adet anma pulu bastırdı.

                                               T24 - GÜNDEM

İletişim Başkanlığı'ndan AYM'nin kararına ilişkin açıklama: DMM'nin çalışmaları açısından herhangi bir sonuç doğurmaz.
İletişim Başkanlığı'na bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, Anayasa Mahkemesi'nin bugün gerekçeli kararını açıkladığı "İletişim Başkanlığı bünyesinde 'manipülasyon ve dezenformasyonla mücadele' için kurulan Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Dairesi Başkanlığı ile ilgili Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yapılan düzenlemeyi iptal" kararına ilişkin, "Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının, basın ve ifade özgürlüğüne yönelik müdahale yetkisi zaten bulunmamaktadır. Ayrıca karar, doğrudan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanına bağlı bir koordinatörlük olarak faaliyet gösteren Dezenformasyonla Mücadele Merkezimizin çalışmaları açısından herhangi bir sonuç doğurmamaktadır" dedi. Açıklamada, "Anayasa Mahkemesinin verdiği karar, İletişim Başkanlığına bağlı bazı daire başkanlıklarının kuruluş kararnamesi ile ilgilidir. Anayasa Mahkemesi bazı maddelerin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi değil, kanun ile düzenlenmesi gerektiğine dair hüküm vermiştir" denildi.

Anayasa Mahkemesi (AYM), Cumhurbaşkanlığı'na bağlı İletişim Başkanlığı bünyesinde "manipülasyon ve dezenformasyonla mücadele" için kurulan Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Dairesi Başkanlığı ile ilgili Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yapılan düzenlemeyi iptal etti. Bugün Resmî Gazete’de yayımlanan 27 Aralık 2023'te alınan iptal kararının gerekçesinde, İletişim Başkanlığı’nın "her tür manipülasyon ve dezenformasyona karşı faaliyette bulunma" yetkisi ifade özgürlüğüne aykırı bulunduğu belirtildi. 

İletişim Başkanlığı'ndan açıklama

İletişim Başkanlığı'na bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, AYM'nin kararıyla ilgili "Dezenformasyonla Mücadele Merkezi çalışmalarına devam edemez" iddiasının manipülasyon olduğunu kaydederek, "Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, yetkisini İletişim Başkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesinde sayılan Başkanlığın genel görevlerinden almaktadır. Merkezimiz çalışmalarını bu doğrultuda aralıksız sürdürmektedir" dedi. 

"Karar, DMM'nin çalışmaları açısından herhangi bir sonuç doğurmaz"

DMM'nin sosyal medya hesabından yapılan açıklamada, şu ifadeler kullanıldı:

"Bazı basın yayın organlarında yer alan ve sosyal medyada paylaşılan, 'Anayasa Mahkemesi, İletişim Başkanlığının basın ve ifade özgürlüğüne müdahale eden yetkilerini iptal etti. Kararın ardından Dezenformasyonla Mücadele Merkezi çalışmalarına devam edemez' iddiası manipülasyondur.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığının, basın ve ifade özgürlüğüne yönelik müdahale yetkisi zaten bulunmamaktadır. Ayrıca karar, doğrudan Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanına bağlı bir koordinatörlük olarak faaliyet gösteren Dezenformasyonla Mücadele Merkezimizin çalışmaları açısından herhangi bir sonuç doğurmamaktadır.

Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, yetkisini İletişim Başkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesinde sayılan Başkanlığın genel görevlerinden almaktadır. Merkezimiz çalışmalarını bu doğrultuda aralıksız sürdürmektedir.

Anayasa Mahkemesinin verdiği karar, İletişim Başkanlığına bağlı bazı daire başkanlıklarının kuruluş kararnamesi ile ilgilidir. Anayasa Mahkemesi bazı maddelerin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi değil, kanun ile düzenlenmesi gerektiğine dair hüküm vermiştir."

                                                            ***

THY ve Pegasus 2 Ağustos gecesi yapılacak olan İran seferlerini iptal etti.

Türk Hava Yolları (THY) ve Pegasus Havayolları, İsrail ile İran arasında yaşanan gerginlik nedeniyle bu gece İran'a yapılması planlanan seferlerini yarına erteledi.  Edinilen bilgiye göre, İran'ın farklı şehirlerine yapılması planlanan seferler, yarın sabah saatlerinden itibaren yapılacak.(Pegasus İran, Irak ve Ürdün’e gündüz uçacak)  Pegasus Havayolları ise İran'ın yanı sıra Irak ve Ürdün’e yapacağı seferlerde de değişikliğe gitti. Uçuş güvenliği nedeniyle alınan kararla İran, Irak ve Ürdün’e planlanan gece seferleri gündüz yapılacak.
                                                      ***

CHP’den AKP’ye Instagram erişim engeli göndermesi: Çünkü 22 yıllık hikayenizin sonu geliyor.

CHP’nin sosyal medya platformu X’ten yaptığı paylaşımda, AKP’nin Instagram hikayesinde yazan “Bu hikayeye erişilemiyor” yazısına gönderme yapıldı. Paylaşımda, “Çünkü 22 yıllık hikayenizin sonu geliyor…” ifadesine yer verildi. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un Hamas Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye'nin ölümü ile ilgili taziye mesajlarının Instagram tarafından engellediğini söyleyerek tepki göstermesinin üzerinden 2 gün geçtikten sonra, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu, sosyal medya mecrasına erişim engeli getirdi. AKP’nin yaptığı Instagram paylaşımı da getirilen erişim engeli nedeniyle açılmadı. CHP, AKP’nin erişim engeli nedeniyle açılmayan hikaye paylaşımının ekran görüntüsünü, “Çünkü 22 yıllık hikayenizin sonu geliyor...” ifadesiyle X’te paylaştı.

                                                             ***

Instagram'a erişim engeline hükümetten ilk açıklama: "Bildiğimi okurum, istediğimi yayınlarım, istediğimi yayınlamam" diyorlar.

Ulaştırma ve Altyapı Bakan Yardımcısı Ömer Fatih Sayan, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu'nun (BTK), sosyal medya platformu Instagram'ı erişime kapatmasına ilişkin yaptığı açıklamada, "katalog suçlar"ı işaret ederek, "Bildiğimi okurum, istediğimi yayınlarım, istediğimi yayınlamam' diyorlar. Biz bunu kabul etmedik, etmeyeceğiz. Değerlerimize saygı duyan, dezenformasyonsuz, daha temiz ve güvenli bir sosyal medya tesis etmek için ne gerekiyorsa yapacağız" ifadelerini kullandı.(https://t24.com.tr/haber/instagram-a-erisim-engeline-hukumetten-ilk-aciklama-bildigimi-okurum-istedigimi-yayinlarim-istedigimi-yayinlamam-diyorlar,1177409)
                                                           
(T24)


2 Ağustos 2024 Cuma

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" - 2 Ağustos 2024 -

 Can Atalay hakkında AYM'den açık uyarı -Ali Rıza Aydın-

Şimdi yapılması gereken, Can Atalay’ın hukuken var olmayan oluşumla elinden alınan “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma” hakkının, “kişi hürriyeti ve güvenliği” hakkının verilmesidir.

Anayasa Mahkemesi (AYM), Can Atalay hakkında yapılan “milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğunun tespitine” bu nedenle düşme işleminin “iptaline” ilişkin başvuruları değerlendirerek kararını 22 Şubat 2024 günü vermişti. Karar, her iki talep hakkında “karar verilmesine yer olmadığına (KVYO)” olarak duyurulmuştu. Merakla beklenen gerekçeli karar, iki ayrı karar şeklinde (E.2024/45 ve E.2024/43) 1 Ağustos 2024 günlü Resmi Gazete'de yayımlandı. Her iki kararın da 4 üyenin karşı oyuyla, oyçokluğuyla verildiği görülüyor.

Birinci kararda (E.2024/45), Yargıtay 3. Ceza Dairesinin TBMM’ye gönderdiği yazının TBMM Genel Kuruluna bildirilmesi işleminin iptali hakkında talep incelenip gerekçelendiriliyor. AYM, Can Atalay’ın bireysel başvuru kararındaki hak ihlallerinden söz ederek, bu hak ihlali kararından sonra Atalay’la ilgili kesinleşen bir hükmün varlığından söz etmenin hukuken mümkün olmadığını, TBMM’nin de buna uymak zorunda olduğunu, oysa TBMM’de “hakkında kesin bir mahkumiyet kararı içermediği açık olan karara yer verilen Daire yazısının TBMM’de okunmasıyla” fiili durum oluşturulduğunu, bunun Anayasa kapsamında yasama işlemi olarak değerlendirilemeyeceğini belirterek AYM’ce bu konuda karar verilmesinin olanaksızlığını vurguluyor. AYM, “hukuken var olmayan bir işlem nedeniyle söz konusu iptal talebinin incelenmesine imkan bulunmamaktadır” diyerek KVYO kararı veriyor. Bu karardaki 4 karşı oyda “görevsizlik kararı” verilmesi gerektiği savunuluyor.

İkinci kararda (E.2024/43) Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğunun tespiti ve bu kapsamda iptal talebi incelenip gerekçelendiriliyor. Bu gerekçedeki vurgulamalar özetle şöyle:  a) Kesin hükmün bildirilmesi işlemi, milletvekilliğinin düşmesi sonucu yönünden kurucu nitelik taşır.

b) Kesinleşmiş mahkumiyet kararı bulunmada milletvekilliğinin düşmesi mümkün olamaz. Bu hususta TBMM Genel Kuruluna bildirimde bulunulamaz.
c) AYM’nin, “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı ve kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı” ihlali kararından sonra, Atalay’la ilgili TBMM’de okunması mümkün olan, kesinleşen bir hükmün varlığından söz edilemez. Bu hukuken mümkün değildir.
d) Atalay hakkında kesin bir mahkumiyet kararı içermediği açık olan karara yer verilen Yargıtay Daire yazısının TBMM’de okunmasıyla fiili durum (de facto) oluşturulmuş olup Anayasa kapsamında bir yasama işleminden söz edilemez. 
e) Bu durumda başvurunun konusu kalmadığından, hukuken var olmayan bir oluşum söz konusu olduğundan AYM tarafından KVYO karar verilmiştir.

Bu karardaki 4 karşıoyda da “yetkisizlik kararı” verilmesi gerektiği savunuluyor.

Anayasa yargısı dilinde bu tür durumlara “gerekçeli ret”, olayımızda “gerekçeli KVYO” deniliyor. Anayasa Mahkemesi, kendi “ihlal kararı”nı, bu karara uyulması ve gereğinin yerine getirilmesini açık ve net gerekçelendiriyor. Burada, AYM’nin ilk kez önüne gelen durum hakkında karşıoylara da bir çeşit yanıt veriliyor. Bağlı olarak, TBMM’de okunan yazının “kesin mahkumiyet içermediği açık olan kararlara yer verilen” bir yazı olduğu; okunan metinde yer alan Daire kararının da; “Anayasa Mahkemesinin anılan (Can Atalay’la ilgili) bireysel başvuru kararına uyulmasına yer olmadığına ilişkin Türk hukukunda verilmesi mümkün olmayan, Anayasanın tamamen dışında kalan ve hukuki dayanağı bulunmayan bir karar” olduğunu yine açık ve net vurgulanıyor.

Kararın sonuç bölümünde “karar verilmesine yer olmadığına” karar verilmesi anayasa hukukçuları tarafından ne kadar tartışılırsa tartışılsın, gerekçesiyle birlikte okunduğunda -ki yargı kararları gerekçeleriyle birlikte bütündür- Can Atalay’ın Anayasanın, hukukun dışında özgürlüğünden ve milletvekilliği çalışmalarından yoksun bırakıldığı bir kez daha karar altına alınıyor.  Anayasa Mahkemesi bu garabet durumu gerekçelendiriyor ve “hukuken var olmayan bir oluşum söz konusu olduğundan” ayrıca bir karar verilmesine de yer yok diyor. Dolanmıyor, doğrudan vurgusunu, uyarısını yaparak hukukun ne olduğunu anımsatıyor. 

Şimdi yapılması gereken, Can Atalay’ın hukuken var olmayan oluşumla elinden alınan “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma” hakkının, “kişi hürriyeti ve güvenliği” hakkının verilmesidir. İvedi olarak özgürlüğüne ve milletvekilliğine kavuşturulmasıdır. 

Bu konuda daha önce yazdıklarımızda da vurguladık. Konu hukukun satırları, hukukçuların ve yargının tartışmaları içinde erimeye bırakılamayacak derecede duyarlı ve yaşamsaldır. Tekil bir örnekten öte toplumsal ve siyasaldır. Toplumsal ve siyasal savaşımın içindedir. 

                                                               /././

CHP'li Bayraklı Belediyesi kadın sığınma evini kapattı, anaokuluna fahiş zam yaptı -Aslı İnanmışık-

Bayraklı Belediyesi kadın sığınma evini kapattı. 90'a yakın kişinin işten çıkarıldığı, maaş kesintileri yaşanan belediyeye bağlı anaokulu da 3 kat zamlandı.

İzmir'in Bayraklı ilçesinde geçtiğimiz yerel seçimlerin ardından yönetim değişti. CHP'nin yönettiği ilçede, Serdal Sandal yerine son seçimde aday gösterilen İrfan Önal Belediye Başkanı seçildi.

Ancak Önal'ın seçimlerden hemen sonra işçi maaşlarında yüzde 30 ila 40'ı bulan oranda kesintiye gitmesi üzerine çalışanlar iş bıraktı, eylem yaptı.

Yeni belediye başkanı göreve geldiğinde 90'a yakın kişi de işten çıkardı. Bunlardan 3'ü de anaokulunda çalışan öğretmenlerdi. Biri hamileydi.  

İşten çıkarıldıktan sonra hem şirket hem de belediye yönetimiyle görüşen öğretmenlere belediyenin "mali zorlukları" gerekçe gösterilirken, herhangi bir alım yapılmayacağı söylendi. Hatta "Bir kişiyi alırsak hepinizi geri alacağız" diye de söz verildi.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra anaokuluna 2 öğretmen alımı yapıldı.

İşten atılan öğretmenlerse duruma tepki gösterirken, sınavla işe girdiklerini belirterek "siyasi tartışmaların bir parçası olmak istemediklerini" söylüyor.

1985 yılında Diyarbakır'da doğan yeni Belediye Başkanı İrfan Önal, tekstil mühendisi. 2005 yılından bu yana CHP'li olan Önal, aynı zamanda tekstil patronu.

Anaokuluna 3 kat zam yapıldı, geziler 'çok masraflı' denilerek iptal edildi

Belediye şirketine bağlı çalışan anaokullarında 20 kadar öğretmen görev yapıyor ve öğretmenlerin tamamı Ege Üniversitesi tarafından yapılan yazılı sınava girip bu sınavdan başarılı olduktan sonra işe alınıyor.

Toplam 3 anaokulu bulunuyor. Bunlardan biri belediyenin çok katlı kültür merkezinin girişinde yer alıyor. Bir diğeri ise müstakil bina şeklinde hizmet veriyor. Yaklaşık 300 çocuk kapasiteli okullardan daha çok Bayraklı'nın alım gücü düşük aileleri yararlanıyor. 

Yeni yönetimse anaokulu fiyatına zam kararı aldı. En yüksek fiyat 4 bin lirayken bu fiyat 12 bin liraya çıkarıldı. Fiyat artışına veliler büyük tepki gösterdi. Bazı veliler kayıt sildirmek zorunda kaldı.

soL'un edindiği bilgiye göre, anaokulunun bağlı olduğu şirketin başına eğitimle ilgisi olmayan biri getirildi. Söz konusu isim okulların eğitim koordinatörünü görevden aldı. Görevden alınan ismin yerine de yenisi atanmadı. Anaokullarından birinde müdürlük görevine atanan kişiye ise daha önce öğretmenlik yaptığı dönemde bir çocuğun suratına tükürdüğü gerekçesiyle eski belediye yönetimi tarafından disiplin cezası verildiği iddia ediliyor. 

Bu değişikliklerin ardından eğitimin niteliğinde de değişiklikler yapıldı. Çocuklar için haftalık olarak düzenlenen orman gezileri, "çok masraflı" denilerek kaldırıldı.

                                        Anaokuluna 36-72 ay arası çocuklar kabul ediliyor.

Sığınma evi 'birkaç kadın geliyor' denilerek kapatıldı

İrfan Önal'ın attığı ilk adımlardan biri de belediyeye bağlı "kadın ve aile hizmetleri müdürlüğü"nü kapatmak oldu.

Ardından da belediyenin kadın sığınma evi kapatıldı.

Kentin merkez ilçeler arasındaki belediyelere bağlı 3 sığınma evinden biri olmasıyla övünülen sığınma evinin kapatılmasına gerekçe olarak, "birkaç kadının gelip gitmesi" gösterildi.

Ayrıca belediyeye ait Özel Nene Hatun Yükseköğretim Kız Öğrenci Yurdu'nun da kapatılacağı söyleniyor. 

2017 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ilk ruhsat alan öğrenci yurdu olan yurt, 2020 yılından itibaren Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı olarak barınma hizmeti veriyordu. Toplam 22 odayla 80 öğrenci kapasitesi bulunan yurtta ağırlıklı olarak Ege, Katip Çelebi ve Demokrasi üniversiteleri öğrencileri kalıyordu.

Tüm bu yaşananları ve hizmet vermeyen binaların nasıl kullanılacağını sormak üzere aradığımız, "daha sonra geri dönüş yapacaklarını" söyleyen belediye yönetimi ise şimdilik sorulara yanıt vermekten kaçınıyor.

                                                          /././

Gerçek bu: Savaş kapıyı çalıyor -Kemal Okuyan-

Bir yandan Filistin halkının direnişi ile dayanışmayı güçlendirirken diğer yandan gerilim ve çatışmaların sadece Filistin konusuna sıkıştırılamayacağını unutmamak gerekiyor.

İsrail geniş kapsamlı bir çatışma istiyor. Çıkarları ve sürekli beslediği fanatizm bunu gerektiriyor. İşgal ettiği toprakları konsolide etmek ve genişletmek için uygun fırsatı yakaladığı kanısında. 

Seçime giderken ortak bir akılla yönetilmiyor belki ama bölgede İran ve Rusya’nın artan etkinliğini kırmak için hesap yapan ABD’nin de daha geniş ölçekli bir savaş için İsrail’i cesaretlendirdiği yönünde çok fazla kanıt var. Zaten ABD’nin özel kuvvetleri ve istihbaratı Gazze’de doğrudan çatışmaların içinde, ABD hava kuvvetleri ve donanması belli aralıklarla Irak’ta Şii milisleri Yemen’de Husi mevzilerini vuruyor, ABD birlikleri İsrail’le savaş hali 1948’den beri sürmekte olan olan Suriye’de işgalci bir güç olarak bulunmaya devam ediyor.

Bir yandan Filistin halkının direnişi ile dayanışmayı güçlendirirken diğer yandan gerilim ve çatışmaların sadece Filistin konusuna sıkıştırılamayacağını unutmamak gerekiyor.

Ortadoğu, emperyalist sistem içindeki rekabet ve krizin yoğunlaştığı ve büyük bir kırılmanın eşiğine getirdiği bölgelerden biri. Şu anda buradaki sıkışmanın en büyük bedelini Gazzelilerin ödüyor olması dün aynı ağır bilançoyla Irak’ta ve sonrasında Suriye’de karşı karşıya olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ABD’nin stratejik hamleleri, sosyalizmin çekildiği bölgelere yerleşmek ve iki bloklu dünyanın dengelerine sığınarak kendilerine belli bir hareket alanı sağlayan ülkeleri kendi egemenlik alanına dahil etme hedefi doğrultusunda gelişti. Irak bu yüzden işgal edildi, Yugoslavya bu amaçla parçalandı, İran bu hedeflerle kuşatıldı, Suriye bu hesaplar doğrultusunda kana bulandı, eski sosyalist ülkeler birbiri ardına bu mantıkla NATO’ya üye kaydedildi.

Aslında ABD emperyalizmi, 1990’lar ve 2000’lerde gerilemekte olan ekonomik üstünlüğünün taşıyabileceğinden daha fazlasını elde etmek için çabalıyordu. Kimi örneklerde amacına ulaştı, kimilerindeyse duvara tosladı. 

Bir yandan sözünü ettiğim ülkelerin direnci, bir yandan yoksul halk kitlelerinde kendini farklı biçimlerde hissettiren Amerikan karşıtlığı, bir yandan ABD ile “işbirliği” yollarını denedikten sonra bunun imkansız olduğunu gören Rus kapitalizminin giderek kendisini toparlayarak Vaşington’u bazı noktalarda durdurması, bir yandan da zamanın kendisine yaradığını bilen Çin’in artan rekabet gücü ABD egemenliğini tehdit eder hale geldi.

İşte bugün ABD’nin hesabını yaptığı, karşısındaki bu direnci en zayıf noktada kırarak Rusya ve daha çok Çin’le yaklaşmakta olan hesaplaşmaya daha güçlü girmektir.

Emperyalizmin, özellikle ABD emperyalizminin tarihi hesap hataları ile doludur. Öte yandan ABD yönetimi karşısındaki bloğun Sovyetler Birliği zamanındaki gibi belli ilke ve ideallerle, ideolojik tutarlılıkla hareket etmediğinin bilincindedir. Aslında ortada bir blok da yoktur. ABD ve NATO’nun dünyanın her tarafında kesintisiz bir biçimde yeni müdahale başlıkları açmasının kendi çıkarlarını tehdit ettiğini düşünen irili ufaklı birçok kapitalist ülke birbiriyle ilişkilenmiş, farklı ideolojik yönelimlerle ABD ve müttefiklerinin saldırganlığına öfkeli yoksul halk kitlelerinden kendilerine iliştirilmiş silahlı güçler yaratmış durumdadır. Bilinmelidir ki, İslamcılık İran’dan başlayarak Hamas ve Hizbullah’ın gücü gibi gözükse de, aynı zamanda zayıf noktasıdır.

Peki bugün ne olacak? Ve konunun Türkiye’yi ilgilendiren boyutları neler? Sırayla gidelim.

1.Arka arkaya ağır darbeler yiyen ve kurumsal yapısında ciddi zaafiyetler ortaya çıkan İran’ın Tahran’da bulunan bir önemli konuğu koruyamamanın ortaya çıkardığı büyük prestij kaybını telafi etmeye çalışmak dışında bir seçeneği bulunmuyor. İsrail de zaten bunu istiyor.

2.Lübnan’da uzun süredir yaşanan ekonomik kriz nedeniyle sorgulanmaya başlanan Hizbullah’ın da benzer biçimde İsrail provokasyonlarını daha fazla geçiştirme şansı bulunmuyor.

3.Öte yandan İsrail, savaş makinesinin ve geniş istihbarat ağının bütün imkanlarını sahaya sürmeye karar vermiş durumda. Bunun kimi unsurlarda caydırıcı bir etki yaratacağını ve hatta bazı ülkelerde ciddi iç sorunlar yaratabileceğini hesaba katmak gerekiyor.

4.İsrail bırakın bağımsız bir Filistin Devleti’ni, artık herhangi bir Filistin otoritesine tahammül etmemeye kararlıdır. Dolayısıyla tanık olduğumuz, Gazze’den batı Şeria’ya, Golan Tepeleri’nden Güney Lübnan’a bir sınır genişletme operasyonudur. Bu operasyonun düşük yoğunluklu çatışmalarla ve sivillere dönük katliamlarla başarıya ulaşması olanaksızdır.

5.İsrail’le yakınlaşma politikasının savunucusu olan Arap ülkeleri (ve Türkiye) için bugün Filistin ateşler içindeyken bu tür bir yumuşamaya girmek iç politikada muazzam bir risk anlamına gelir. İsrail en işbirlikçi bölge ülkelerinden bile anlamlı bir destek alamayacaktır. 

6.Öte yandan bütün yeni eksen iddialarına karşın İran en az İsrail kadar yalnızlaşmış durumdadır. Çin ve Rusya bir İsrail-İran çatışmasına doğrudan müdahil olma niyetinde değildir. Gazze konusunda İsrail’e karşı bir tutum sergileyen Türkiye, İsrail kadar İran’la da rekabet halindedir.

7.İsrail ise ABD’nin bölgedeki askeri ve siyasi ağırlığı dışında Kıbrıs’ta İngilizlerin ve Amerikalıların istedikleri gibi kullandıkları üslere ve Irak’ta KDP ile köklü ilişkisine güvenebilir. O KDP’nin şu anda Türkiye ile yakın işbirliğini de bir kenara not etmek gerekiyor.

8.Bunun dışında Suriye’de Şam yönetimini ve İran yanlısı güçleri baskı altında tutan her kuvvet İsrail için değer taşımaktadır. Kimdir bunlar? ABD’nin desteklemeye devam ettiği PYD bunların başında gelmektedir. Ama orada bitmemektedir. İsrail, Suriye’deki bazı cihatçı gruplarla da ilişkilidir ve onlara lojistik destek vermektedir. AKP’nin gururla hamiliğini yaptığı Suriye Milli Ordusu, Suriye ordusuna ve İran yanlısı milislere karşı mücadelede İsrail’le ortaklaşmaktadır.

9.İsrail savaşın genişlemesi durumunda bölge ülkelerindeki her olanağı değerlendirmek isteyecektir.

10.İran ile Türkiye arasındaki sorun ve rekabet bu olanaklardan biridir. Bu anlamda İhvan hareketinin bir uzantısı olan Sunni Hamas’ın AKP etkisinden uzaklaşıp Şii İran’ın etkisine girmesi Yeni-Osmanlıcı politikaların en büyük başarısızlıklarından biridir.

11.Türkiye’de Reisi’nin öldüğü helikopter kazasından sonra İran’ı aşağılama yarışına giren iktidar bağlantılı bir kısım medya ve resmi bazı kurumlar, Haniye’nin öldürülmesinden sonra yine aynı tutumu sergilemiş ve İran’a karşı psikolojik bir savaş başlatmıştır. Mollalar rejimi tarafından derin sorunların içine sürüklenen İran’ın verdiği tuhaf fotoğraftan bağımsız olarak bunu bir kenara not etmek gerekiyor.

12.Bu tabloda geniş kapsamlı bir savaş olasılığını gündeme getiren, İran’ın böyle bir çatışmayı göze alması değil, İsrail’in savaşı yayma ve sınırlarını genişletme hedefidir. Bunu anlamamız gerekiyor.

13.Bilmemiz gerekiyor ki, Türkiye İsrail’in merkezinde durduğu olası bir bölgesel savaşta AKP politikalarının biriktirdiği sorunları çözebilmek için yeni ve çok daha ağır sorunların içine sürüklenme riski ile karşı karşıyadır.

14.Yeni Osmanlıcı zihniyet, savaşın kapsamının genişlemesini Suriye, Kıbrıs ve hatta Irak’ta bir fırsata çevirmek isteyebilir. Erdoğan’ın son dönemki söylemlerini bu açıdan değerlendirmekte yarar vardır.

Savaş tehlikesi bir kez daha kapımızı çalıyorken ABD emperyalizmine, İsrail saldırganlığına ve Türkiye’nin kapsamlı bir savaşa dahil olma tehlikesine karşı ne yapılması gerektiği konusunu ise bir sonraki yazıya bırakalım.

                                                             /././

Vekil ile asilin benzerliği ve benzemezliği -Mesut Odman

İster halkların, ister “sokaktaki insan”ın diyelim gösterdiği ve yükseltebileceği tepkiler, dizginlerinden boşanmış görünen İsrail saldırganlığını engellemekten uzak görünüyor. En azından şimdilik…

İsrail bir haftayı bile bulmayan kısa sürede üç suikast gerçekleştirerek kanlı bir gösteri sundu: Beyrut’ta Hizbullah’ın askeri şeflerinden biri ile doğduğu yer olan Han Yunus’ta Hamas’ın üst düzey askeri komutanını en son da Tahran’da siyasi şef konumundaki Haniye’yi öldürdü. Bu cinayetlerin sonuncusu, “noktasal” denebilecek bir isabetle, İran’ın başkentinde gerçekleştirildi. Ötekilerse, kurunun yanında yaş da yanar türünden başka kimlerin öldürüldüğüne bakılmaksızın işlenmiş cinayetlerdi. Tümü birlikte ele alındığında, gerçek anlamda bir gözdağı verme gösterisiydi
Geçmişi üç çeyrek yüzyılı bulan bir cinayet makinesinin, kadın, çoluk çocuk, onbinlerce sivilin katledilişi sürüp giderken araya sıkıştırdığı bir “show business” dersek, çok mu ciddiyetsizlik bulaştırmış oluruz acaba? Araya sıkıştırma deyiminin önemsizlik anlamında kullanılmadığı eklenirse, öyle sayılmaz.

Herhalde kendi başına bir emperyalist devlet sayılamayacak İsrail’in, o nitelemeye uygun olanlar arasındaki hiyerarşide yer kapmaya çalışan bir vekil güç olarak, zaman zaman çok sıklaşan kuvvet gösterilerine baktıkça emperyalizmin böyle bir ihtiyaç ve alışkanlığının varlığını akla getirmek gerekiyor. 

O ihtiyacı ve buradan doğan alışkanlığı şöyle anlatmak mümkün: Sovyet komünist partisinin birinci sekreterinin aklımızdan çıkarmamamız gereken Ekim Devrimi’nin yetmişinci yıldönümü konuşmasında anlaşılması zor bir aymazlıkla dillendirdiği saldırganlıktan her nasılsa uzaklaşmış bir emperyalizmin olabilirliği düşüncesinin tersine, yalnız saldırganlık eğilimi değil onun bir gizilgüç olmaktan çıkıp sergilenmesi, eski deyişle kuvveden fiile çıkması, bir zorunluluktur. 

Noam Chomsky’nin değindiği, Amerika’nın Irak işgalinde göreve başladığı sırada Başkan Bush’a verilen bir gizli rapordan, benim izleyebildiğim kadarıyla dilimizde ilk kez söz eden, Yalçın Küçük olmuştu. Chomsky’nin yazısı Nisan 1991, Yalçın Hoca’nın ondan söz ettiği kitabı Temmuz 1992 tarihini taşıyordu; bir derleme olan o kitaptaki dergi yazılarının tarihi ise biraz daha eskiydi. 

Chomsky’nin yazısında, daha doğrusu, onun elde ettiği gizli raporda yer alan bir cümle dikkat çekiciydi. O cümle şuydu: “Zayıf bir düşman karşısında ABD’nin stratejisi sadece onu yenmek değil, hızla ve kararlı bir biçimde yenmek olmalıdır.” 

Burada önerilen stratejinin uygulanışının kendisinden daha zayıf bir düşmanla karşı karşıya olmakla sınırlanması, eşit ya da daha büyük bir güç karşısında hız ve kararlı bir üstünlük peşinde koşmaktansa bu tür özelliklerin aranmayacağı düpedüz bir yenginin yeterli olacağı varsayımından ileri gelebilir. 

Ama bu ayrıntıyı bir yana bırakırsak, önerilen stratejiyle, ABD’nin Irak savaşındaki düşmanı zaman içinde alt etmek üzere bir süre beklemektense, örneğin ekonomik ambargo ile çökertme yoluna gitmektense, yüzbinlerce asker yığarak hızlı ve kararlı bir üstünlük kurmaya yönelişini anlamayı kolaylaştırıyor. 

Burada üzerinde durulması gereken nokta, Irak teslim alınınca emperyalist dünyanın merkezinden bütün dünyadaki evlere televizyonlar aracılığıyla iletilen mesajdır. Bu mesajı “Vietnam Sendromu sona erdi!”  biçiminde özetlemek mümkün görünüyor.

Gerçekten, boyun eğmeyen Vietnam halkının Amerikan emperyalizmine tattırdığı yenilgi ve verdiği ders, yalnız Amerikan ekonomisini sarsmakla kalmamış, aynı zamanda ABD’nin emperyalist stratejisine darbe indirmişti. Amerikan emperyalizmi, yoksul bir halka karşı yıllarca uğraştıktan sonra, kuvvetini gösteremeyen ve yenilgiyi kabullenen bir güç durumuna düşmüştü. Bunun emperyalizm kavramı ve olgusu ile bağdaştırılması mümkün görünmüyordu.

O savaş yılları ile sonundaki acı yenilgiyi, tümünün etkisiyle kendi ülkesi içindeki toplumsal ve kültürel sarsıntıları unutamayan Amerikan emperyalizmi, olabilen en büyük hızla ve kararlılıkla sonuç almak zorundaydı. 

Geçerken, şu önemli ayrıntıyı da eklemekte yarar var: Sadece Amerika’da değil hemen hemen bütün Batı’daki iletişim araçlarının, savaş öncesinde, Irak’ın gücünü önemli ölçüde abartmış olduğu ortaya çıkmıştı. Vietnam Sendromu’nu silmek çok önemliydi ve bunun için emperyalist dünyanın bütün güçlerini seferber etmek gerekliydi. Bunun için vahşi saldırganlığı haklı ya da meşru göstermeye yardımcı olabilecek her türlü “katkı” övgüye ve ödüle değerdi.

Yeniden günümüze dönersek, ister halkların, ister “sokaktaki insan”ın diyelim gösterdiği ve yükseltebileceği tepkiler, dizginlerinden boşanmış görünen İsrail saldırganlığını engellemekten uzak görünüyor. En azından şimdilik… Öyle görünüyor; çünkü, siyasal iktidar sahibi sınıflar ile onların temsilcileri halklarla ya da “sokaktaki insan”la birlikte yaşamıyorlar.

“Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur!” diyenler çıksın varsın; söylense de söylenmese de, dinlense de dinlenmese de durum budur: İnsanlık, belirsizlikten kurtaralım, emekçi insanlık geçen yüzyılda elde ettiği kazanımları har vurup harman savurmuştur ve çektikleri ile çekmekte oldukları bir yana, daha çekecekleri vardır.

Yine de sonunda emekçi insanlığın kaybettiği görülmüş işitilmiş şey değildir. 

                                                                /././

Yükseköğretim Kurumları Sınavı 2024 -Rıfat Okçabol-

Eğitim bakanlığının eğitimin niteliğiyle ilgilenmediği aklını fikrini okulları imamhatipleştirmek ve toplumu din toplumuna dönüştürmek için kullandığı belli oluyor.

Bilindiği gibi Yükseköğretim Kurumları Sınavı (YKS), zorunlu olan ‘Temel Yeterlilik Testi’ (TYT) ve Alan Yeterlilik Testi (AYT) ile zorunlu olmayan Yabancı Dil Testi’nden (YDT) oluşuyor. Bu testlerin sonuçları, LGS sonuçlarının ilköğretimin durumunu belirlemesi gibi, ortaöğretimin durumunu gözler önüne seriyor. 

LGS’de olduğu gibi, yükseköğretim çağındaki nüfus her yıl birkaç yüz bin artsa da, 2024 YKS’ye başvuranların sayısının epey azaldığı görülüyor (Çizelge 1)! Bir sorun da, TYT ve AYT’ye para yatırıp başvuranlar içinde bu sınavlara girmeyenlerin sayısal büyüklüğü oluyor. 

                       Çizelge1. YKS’ye Başvuran ve Sınava Giren Öğrenci Sayıları 2022, 2023 ve 2024

TYT’ye giren 2,8 milyon öğrenciden yalnız bir öğrenci tüm soruları doğru olarak yanıtlıyor ve 63.798 öğrenci sıfır çekiyor. Bu sınavda 400 ve üstü puan alanların sayısı ise ancak 74.363 oluyor ve bu başarıyı sınava girenlerin yalnızca yüzde 2,64’ü gösterebiliyor. Bu durumda ortaöğretimde de ilköğretimdeki gibi nitelikli eğitim yapılmadığı belli oluyor. “Eğitim bakanlığı ne iş yapar?” sorusunu sormak gerekiyor.
 
Öğrencilerin YKS’de girdikleri alt testlerde de doğru yanıt ortalamalarının yıllardır istenilen düzeye çıkmadığı görülüyor (Çizelge 2). TYT’de 190 puan ve üstü alanların, göreceli olarak diğerlerine göre daha başarılı sayılan öğrencilerin girdiği AYT’deki alt testlerdeki doğru yanıt ortalamalarının düşüklüğü, başarısızlığın tesadüfen değil, kalıcı bir başarısızlık olduğu anlamına geliyor. Bakanlık öğrencilerin bilimsel derslerde daha başarılı olmaları için önlem almak yerine, ortaöğretimde de dini içerikli dersleri çoğaltıp gerici kuruluşlarla işbirliğini pekiştiriyor. Ancak ilköğretim öğrencilerinin aksine ortaöğretim öğrencilerinin DKAB dersinde de başarılı olamadıkları, 2024’te 6 sorudaki ortalama başarılarının 1,27 olmasından belli oluyor. Bir başka deyişle, bakanlığın dini öğretime yaptığı yatırımın meyvesini alamadığı görülüyor.

                         Çizelge 2. YKS Doğru Yanıt Ortalamaları 2022, 2023 ve 2024

Bilindiği üzere Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM), ölçme ve yerleştirme gibi gayet teknik olan bir görevi yerine getiren bir kurumdur. 2024 YKS, bir başka gerçeği gün yüzüne çıkarıyor: Ne denli teknik birim olsa da ÖSYM başkanlığının da AKP’lileşmiş olduğunu gösteriyor: Başkan temel görevi olan ölçme ve yerleştirme konusunu bir yana bırakıp YKS sonuçlarını açıklayan konuşmasına, “15 Temmuz'daki hain kalkışmayı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın liderliğinde milletin gösterdiği kahramanlık destanını hatırlatarak” başlıyor. 

Yargı organları, TÜİK, YÖK ve ÖSYM gibi devletin üst düzey kurumlarının yöneticileri, kurumlarını toplumun beklentisine göre değil de bir kişinin beklentisine göre yönetmeyi yeğleyince, insanın geleceğe umutla bakması kolay olmuyor. 

YÖK’ün YKS 2024 ile ilgili bazı kararları da dikkat çekiyor. Örneğin yükseköğretim çağındaki nüfus artarken, YÖK lisans kontenjanlarını azaltıp açıköğretim kontenjanlarını artırsa da toplam kontenjan geçen yıla göre 64 bin 
azaltılıyor. Nedense depremzede öğrenciler için ayrılan kontenjan da 23 binden 19 bine indiriliyor.  “YÖK ne işe yarar?” sorusu bir kez daha gündeme geliyor. 

Eğitim bakanlığının eğitimin niteliğiyle ilgilenmediği aklını fikrini okulları imamhatipleştirmek ve toplumu din toplumuna dönüştürmek için kullandığı belli oluyor. AKP’nin ülkenin geleceğini karartma çabalarına karşın, laiklik anlayışına sahip çıkan Türkiye toplumu aydınlık geleceğin güvencesi oluyor. 

                                                                /././

Ayıbalığı Koyu'ndaki kaçak iskele sökülüyor -Serdar Kızık-

Yurttaşların uzun dönem verdiği mücadelede olumlu sonuç alındı. Uluslararası sözleşmelerle koruma altına alınan Akdeniz Foku'nun yaşama ve üreme alanındaki kaçak iskele yıkılıyor.

Özel Çevre Koruma Bölgesi İzmir Karaburun’da Akdeniz Fokları "Monachus Monachus"ların yaşam ve üreme alanı olan Ayı Balığı Koyu'nda kaçak iskelenin sökümüne başlandı.

İzmir Büyükşehir Belediyesi ekipleri, Jandarma ve Sahil Güvenlik güçlerinin yıkım için yeniden gelmeleri üzerine, "For Yuo 35" adlı işletmenin yetkilileri, kaçak iskeleyi sökmeye girişti.

Uluslararası Sözleşmelerle koruma altına alınan Akdeniz Foku "Monachus Monachus"lar için uzun bir uğraşıdan sonra olumlu bir adım geldi. Türkiye’nin de imza attığı o sözleşmeler şöyle:

• Akdeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunması (Barselona) Sözleşmesi (1981)  

• Akdeniz’in Deniz Çevresinin ve Kıyı Alanlarının Korunması Sözleşmesi (Barselona Sözleşmesine değişiklik getiren sözleşme) (2000)  

• Avrupa Yaban Hayatı ve Yaşam Ortamlarının Korunması (Bern) Sözleşmesi (1984) 

• Akdeniz’de Özel Koruma Alanları ve Biyolojik Çeşitliliğe İlişkin Protokol (2002)  

• Nesli Tehlikede Olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslararası Ticaretine İlişkin Sözleşme – CITES (Washington) (1996)  

• Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (1996)

Özel Çevre Koruma Bölgesi olan yerleşimde başta Sualtı Araştırmaları Derneği/Akdeniz Foku Araştırma Grubu (SAD-AFAG) ve Karaburun Yerel Fok Komitesi ile ilçedeki sivil toplum kuruluşları ve yurttaşların uzun dönem verdiği mücadelede olumlu bir sonuç verdi.

Yaklaşık bir yıldır kaçak iskelenin yıkımı için sergilenen uğraşıya karşın 22 Temmuz’da bölgeye gelen Büyükşehir Belediye ekipleri, Sahil Güvenlik ve Jandarma; işletme yöneticileri ve çalışanlarının direnişiyle karşılaşmış, yıkım engellenmişti. Bu durum "Devletin gücü bir işletmeye yetmiyor mu?" sorusunu beraberinde getirmişti.

2 Ağustos sabah saatlerinde belediye, jandarma ve sahil güvenlik ekipleri yıkım için yeniden bölgeye geldi. Bu kez işletme yetkilileri herhangi bir engellemede bulunmadı ancak iskeleyi kendilerinin sökeceklerini belirtti.

Anlaşma sağlanmasının ardından kaynak makinalarıyla söküm işlemlerine başlandı.

Öğle saatlerine kadar iskelenin küçük bir bölümü söküldü. Belediye yetkilileri sökümün iki gün içinde tamamlanacağını açıkladı.

Ayıbalığı Koyu'nda Akdeniz foklarının yaşam ve üreme alanlarına izinsiz olarak kurulan demir iskele.

Olay yerinde gelişmeleri gözleyen Sualtı Araştırmaları Derneği/Akdeniz Foku Araştırma Grubu’ndan (SAD-AFAG) Ozan Veryeri, bir hafta önce işletmenin bitişiğindeki mağaralarda fokları ve yavruları yeniden gördüklerini belirterek şunları söyledi:

“Burası foklar için çok önemli bir alan. Mutlak korunması gerekiyor. Daha geçen hafta mağaralardaki fokları çektik ve belgeledik. Şu anda kaçak iskelenin kaldırılması için nihayet olumlu bir adım atıldı. Aslında değil iskele, bölgede bu ve benzeri işletmelerin olması bile çok sakıncalı. Bu sadece foklar için değil, dünyamız ve bizim geleceğimiz açısından da çok önemli.”

Nesli dünya çapında tehlike altında

Geçen Temmuz ayında iskelenin yıkımının engellenmesinin ardından Sualtı Araştırmaları Derneği/Akdeniz Foku Araştırma Grubu (SAD-AFAG) Akdeniz Foklarının dünya çapında nesli tehlike altında olduğunu hatırlatmış ve Mordoğan Ayıbalığı Mağarası denizel ve karasal alanının “kesin korunacak hassas alan” ilan edilmesi için çağrıda bulunmuştu.

SAD-AFAG şu açıklamayı yapmıştı:

“...Karaburun-Ildır Körfezi Özel Çevre Koruma Bölgesi sınırları içinde, 1/25.000 Ölçekli Nazım İmar Planı Plan Hükümlerinde Akdeniz Foku ve yaşam alanlarına ilişkin plan notları da olan Mordoğan Ayıbalığı Mevkii, dünya çapında nesli tehlike altında olan Akdeniz foklarının ülkemizdeki nadir yavrulama ve yaşam alanları arasında. 

Akdeniz Fokları bu kayalık alanlardaki mağaralarda iki yılda bir yavru doğruyor ve hem insan baskısı hem de doğanın sert koşullarına karşı neslini sürdürmeye çalışıyor. 4,5 ay boyunca mağaralarda yavrusunu emziren Akdeniz Fokları daha sonra mağara dışında yüzmeyi öğretiyor. Akdeniz Foklarının son sığınakları olan bu mağaralar ve çevresindeki karasal ve denizel alanlar özellikle korunması gereken alanlar.  Bu nedenle mağara önü, üstü ve çevre alanının korumadaki önemi büyük.  

Yerel yöneticilerin ve bu alanlardan yararlanan işletmelerin korumada duyarlı davranması öncelikli olmalı. Zira nesli tehlike altında olan canlıların yaşam alanları ile birlikte korunması hem ulusal mevzuatımız hem de taraf olunan uluslararası sözleşmelerde taahhüt altındadır.

Akdeniz Foku ve yaşam alanları titizlikle korunması gerekirken Mordoğan Ayıbalığı’ndaki iskele, doğal yaşam ve dokunun nasıl önemsenmeden kullanıldığının somut bir örneği. 

Karaburun Yarımadası ÖÇK Bölgesi kapsamında koruma koşullarının oluşturduğu bir bölge olması gerekirken yanlış uygulamaların cirit attığı bir bölge durumuna geldi. Mordoğan Ayıbalığı’nda 1 yılı aşan sürede ruhsatsız bir iskelenin kurumların yetki tartışmalarıyla ayakta kalması ve bu ayakta kalışa kurumların seyirci kalması çözüm üretememesi üzüntü verici. Turizm sezonu öncesi ortadan kaldırılması gereken kaçak iskele yıkımının  temmuz ayına kadar ertelenerek gelmesi ve yıkımının gerçekleşmemesinden tüm ilgili kurumlar sorumlu.

Kıyı alanlarında benzer kaçak yapılaşmaların tekrar yaşanmaması adına Çevre Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıkları Koruma Genel Müdürlüğü’nden  Karaburun-Ildır Körfezi Özel Çevre Koruma Bölgesi Yönetim Planları sürecinde Mordoğan Ayıbalığı Mağarası denizel ve karasal alanını “Kesin Korunacak Hassas Alan” olarak ilan etmesini bekliyoruz ...” 

Tehlike altındaki Akdeniz Fokları, 20. yüzyılın başına kadar tüm Akdeniz kıyıları ile doğu Atlantik kıyılarında Portekiz’den Batı Afrika sahillerindeki Senegal’e kadar binlerle ifade edilen bir nüfusa sahip olarak özgürce yaşamlarını sürdürüyordu.