8 Ağustos 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI + "GÜNDEM" -8 Ağustos 2024-

Okullar açılmadan eğitim üzerine -Ali Rıza Aydın- 

Eğitimi dar alana sıkıştırarak piyasanın ve gericilerin istek ve gereksinimlerine uygun duruma getirmek aydınların, emekçilerin, işçi sınıfının önünde en büyük engellerden biri.

Bilim ve aydınlanma karşıtları, laiklik düşmanları son hızla ve kararlı olarak karanlığa teslim olunması için çabalarken, laiklik sorunu yok diyenler onlara destek verirken, 2017 yılındaki müfredat değişikliğinden sonra 2024 müfredat değişikliğiyle daha da dibe çökülürken, Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) üst kurum olarak devletin içinde tümör gibi yayılmaya devam ederken, tarikat ve cemaatler eğitimden sağlığa, devletten ekonomiye palazlanırken okullar açılmadan eğitim ve aydınlanma üzerine düşünmek, yazmak, savaşım vanalarını açmak gerekiyor. 

Eğitimi “öğrenci kaynaklı” ve “sistem kaynaklı” ilişkiler olarak iki genel başlıkta değerlendirebiliriz. Birincisi öğrenci, anne-baba, aile, veli, okul arasında daha dar ve bireysel gibi gözükse de ikincinin, eğitim politika, sistem ve program kaynaklı ilişkilerin somut durumu olarak yaşamın içindedir. Birincideki her zaaf ve suskunluk ikinciyi hem zedeler ve çürütür hem de karanlık ve sömürücü politikaların yolunu açar.    

Birincinin, öğrenci kaynaklı ilişkilerin alt başlıklarını şöyle açabiliriz: 

Öğrenci, Anayasadaki deyişlerle “çocuklar” ya da “küçükler” yani “kanuni temsilcileri”ne bağlı olarak üçüncü kişilerle ilişki kurmak zorunda olanlar öğrenci kaynaklı ilişkilerin merkezinde durur. Aynı merkezde öğrencilerin yanında anne-baba, veli gibi kanuni temsilcileri var. Merkez anayasal ve hukuksal yollarla, politikalarla, programlarla, müfredatla, ders kitaplarıyla kendisine dayatılan eğitim ilişkileriyle karşı karşıya. Tam da bu dayatma nedeniyle dar ve bireysel gibi gözüken bu ilişki, çekirdek ilişki olarak anlamlı, önemli ve etkileyici. Tam da bu dayatma nedeniyle eğitim düzenindeki dayatmalara suskun kalmak, her ne olursa olsun rıza göstermek çekirdek ilişkiyi anlamsız, önemsiz, etkisiz kılıyor; dayatılanı dayatana ve düzene bağımlı duruma getiriyor.

Öğrenci kaynaklı ilişkilerde diğer kişi ve unsurlar hem ilişkilerin düzeyi ve niteliği yönünden hem çocuğun ve bağlı olarak toplumun yüksek yararları yönünden önemli ve anlamlı. Çocuğu ilgilendiren her durumda, eylem ve kararda çocuk için olası en yararlı çözüm eş zamanlı olarak sınıfsız ve sömürüsüz, eşitlikçi, adaletli toplum için de en yararlı çözümle, sınıfsal ortak akılla buluşacaktır. 

Bu kişi ve unsurlar şöyle sıralanabilir: Öğretmenler, eğitimde hizmet işçileri, din insanları ve diğer öğretmen dışı görevlendirmeler, kamu okulu yöneticileri, özel okul yönetici ve patronları, ilçe/il yöneticileri, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), MEB içi ya da (DİB, Gençlik ve Spor Bakanlığı gibi) dışı kurum ve protokoller, Cumhurbaşkanlığı, idare ve yargı düzeyinde hak arama yolları, eğitim emekçileri örgütleri, ders kitapları, okul dışı izinli/izinsiz faaliyetler,  seçmeli dersler, imam hatipleştirmeler, 4+4+4 sisteminde zorunlu eğitimden eğitimsizliğe yöneliş, karma eğitimden uzaklaşma, antilaik ve niteliksiz eğitimi gerekçe göstererek eğitimin piyasalaşmasının ve özel okulların yaygınlaşması, 12 Eylül Anayasasının zorunlu ders olarak getirdiği “din kültürü ve ahlak öğretimi” yerine bunun dışındaki bir dinin “eğitim ve öğretimi”nin Anayasaya aykırı olarak zorunlu (ZDD) duruma getirilmesi… Sonuncu alt başlığı, ZDD’yi anayasal durumu ve savaşım yollarıyla gelecek hafta anlatacağım. 

Başka alt başlıklarla genişletilmesi olası öğrenci kaynaklı ilişkiler ağı her başlığında ve her anında öğrenci ailesi ve velileri tarafından izlenmesi, incelenmesi, denetimi ve katılımı zorunlu bir ağ. Bu ilişkiler ve süreç eğitimdeki gericiliğin önünün kesilerek yok edilmesi için kaçınılmaz. Aile, mahalle, çevre, arkadaşlık ilişkileri gibi baskılar “dinini de öğrensin gericileşmez” gibi gerekçelerle dar bakılacak, hafife alınacak bir aymazlıkla geçiştirilemez. Çocuklar için bilim dışı ve karanlık bir eğitim ve yaşam tarzı kabul edilemez. Öğrenci kaynaklı ilişkiler aşağıda alt başlıklarını vereceğimiz sistem kaynaklı ilişkilerle özdeş olarak tavır alınması, savaşılması gereken bir alan olarak önümüzde duruyor. El atılmayan, biz karışmayalım” denilen her alan ve an ilerlemeci ve aydınlanmacı cumhuriyeti daha hızlı eritiyor, çocuklarımızı daha hızlı yutuyor.

“Sistem kaynaklı ilişkiler” daha karmaşık, daha çok alt başlığa sahip. Bu ilişkilerin başında “öğrenci kaynaklı ilişkiler”in bireysellikten kurtarılarak toplumla buluşturulması, ezilen, sömürülen, karanlığa mahkum edilen halkın ilişkiler ağı içinde aktif duruma getirilmesi geliyor. Buna toplumcu eğitim politikaları ve eylemleri demek daha doğru olur. 

İkinci başlıktaki diğer alt başlıklar şöyle sıralanabilir: Anayasa, yasalar, cumhurbaşkanlığı kararname ve kararları, yönetmelikler, genelgeler, protokollerden oluşan hukuksal ilişkiler, siyaset ve devlet ilişkileri, eğitim politika ve programları, toplumsal gereksinime bağlı merkezi planlı eğitim, müfredat ve ders kitapları, öğretmen eğitimleri, laik ve aydınlanmacı eğitim, bilim ve bilimsellik, kültür ve sanat ilişkileri, anadil ve ortak iletişim dili, farklı diller, basın ve yayın dünyası, medya, beslenme ve barınma olanakları, bakım ve sağlıklı yaşam olanakları, ulaşım güvencesi, parasız eğitim ve kamu hizmeti, çocuklara çalışma yasağı, eğitimin ekonomi politiği, eşit hak ve olanaklar, yaratıcı düşünce ve enerji, sınıfsız ve sömürüsüz eğitim hedefi, kolektif bilinç ve yaşam içinde eğitim ve öğrenim… Bu alt başlıklar da artırılabilir. Hepsi birbirine bağlı ve ayrıntılı incelemeleri gerektiriyor.

Eğitimdeki ilişkilerin ve alt başlıkların ortak yanı piyasanın ve gericiliğin uydusu olması. Laik ve aydınlanmacı eğitim kurumları piyasa içinde müşteri bulmaya çalışırken, piyasayı tarikat ve cemaatlerin legal/illegal eğitimi sarıyor. Eğitim ve öğrenimin piyasalaştırılması için dinsel, etnik, niteliksiz, başarılı öğrenciyi yurt içi ya da dışı sermaye sınıfının içine alan, olmayanı gericiliğin içinde susturan, ilkesiz bir eğitim yapısına karşı sessiz kalınarak, göz yumularak, “ama benim çocuğum” abartmalarıyla savaşılamaz. 

Laiklik piyasa konusuyken antilaiklik de kolay müşteri bulur. Laik cumhuriyetin tüm damarlarını kurutan bir eğitim sistemi yalnızca sömürücülere hizmet eder, “ama benim çocuğum” da sömürenlerin çocuğu olur. Gerideki milyonlarca çocuğun geleceğine de ucuz, esnek, güvencesiz çalışma ortamında ya da yedek işgücü olarak işsizlikte sömürülmek kalır.  

Karşıdevrimciler, aydınlanma düşmanları, sömürücüler düşüncede durmuyor, somut adımlar atıyor. Eğitimi dar alana sıkıştırarak piyasanın ve gericilerin istek ve gereksinimlerine uygun duruma getirmek aydınların, emekçilerin, işçi sınıfının önünde en büyük engellerden biri. Eğitim başlık ve alt başlıklarında bilimsel, aydınlanmacı, ilerici, toplumsal, örgütlü ve somut savaşım yapılmadan çözüme ulaşmak olanaksız.    

*Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi Aydınlanma Seferberliği Buluşmaları devam ediyor. 18 Ağustos 2024 günlü buluşma, THTM/Didim, Didim Felsefe Kulübü ve TKP Didim Örgütünün eşgüdümüyle, Prof. Dr. Oğuz Oyan ve Prof. Dr. Erhan Nalçacı’nın katılımıyla, “Türkiye Neden Gericileşti?” konusuyla saat 17.00’de DİGEM Gençlik Merkezinde (Cumhuriyet Mah. Pınar C. No:96 Didim) gerçekleşecek.        

                                                           /././
İşçi sınıfının demokrasiye katılımı meselesi -Nevzat Evrim Önal-
Bizzat devlet olmadan, sonsuza kadar devlet şiddetine karşı durup politik kazanımlarınızı savunamazsınız. 

Pandemiden bu yana, zenginlerin zenginleşmesiyle yoksulların yoksullaşmasının eşzamanlı olarak gerçekleştiği ve devletin ekonomi yönetiminin bu sürecin ince ayarını yaptığı bir yağma dönemi yaşıyoruz. Geçtiğimiz pazar günü soL Haber’de yayınlanan Mehmet Tuna Doğan imzalı ekonomik analiz yazısına1 bakmadıysanız, şiddetle bakmanızı öneririm. Marksizmin kavram setinin sayısal veriler karşısında da gayet açıklayıcı ve kullanışlı olduğunun ispatı niteliğindeki bu çalışmada, pandemi itibariyle büyük ölçekli sanayi sermayesinde reel ücretler aşağı yukarı sabit kalırken reel kârların olağanüstü (altı kat) arttığı, dolayısıyla sömürü oranının (yani işçinin ürettiği ekonomik değerin ücreti dışındaki kısmının ücretine oranının) benzersiz düzeylere ulaştığı gösteriliyor. 

Bu çalışma, aynı zamanda “enflasyon artışının ücret artışlarından kaynaklandığını” savunan Özgür Demirtaş gibi liberal holding iktisatçılarının nasıl halkın yüzüne baka baka yalan söylediğini de gösteriyor. Zira sunulan bir diğer bulgu, ücret maliyetlerinin toplam maliyetler içerisindeki payı. Bu pay 2013’ten bu yana büyük sanayi kuruluşlarında neredeyse hiç %10’un üzerine çıkmamış ve bilhassa pandemiyle birlikte çarpıcı biçimde düşmüş. Yani enflasyonun dizginlerinden boşandığı yıllarda “şirketler ücret artışlarını fiyatlara yansıtıyor” denebilecek bir durum söz konusu değil. Fiyatları yukarı çeken iki büyük enflasyonist faktör var: Birincisi, yükselen dolar kuru nedeniyle artan yabancı girdi maliyetleri; ikincisi (ve daha önemlisi) meydanı boş bulmuş sermayenin kâr hırsı.

Giriş cümlesinde değindiğimiz “ince ayar” ise, yağmanın paylaşımıyla alakalı. 

Alıntıladığımız yazıda değiniliyor, ayrıca geçtiğimiz günlerde Twitter’da Menekşe Yılmaz da detaylıca yazdı2; Mehmet Şimşek programının özünde, sermayenin en tekelleşmiş kesimi olan (yerli ve yabancı) finans sermayesinin bu yağmadan (seçim sürecinde geciken) payını alması bulunuyor. Her iki yazar da (haklı biçimde) bu paylaşımın bir noktadan itibaren gerilimli olabileceğine işaret ediyor, ama bu gerilim pastanın daraldığı, yani yağmanın yavaşladığı durumda çıkar. Oysa rakalmlardan görüleceği üzere sanayi şirketlerinin brüt kârı 2023’te de artış göstermiş, yani pasta büyümeye devam etmiş; ama finans sektörü yükselen faizler yoluyla pastadan aldığı payı büyüttüğü için, net kârlar biraz (ISO 500 için %0,7, ISO 501-1000 için %1,2) azalmış.

Öte yandan bu paylaşım, bir yerden sonra işçi sınıfının “ölü emeğini”, yani sarf edilip karşılığı ödenmeyerek şirketlerin kârına dönüşmüş emeğini sırtlanların mı, akbabaların mı yiyeceğiyle ilgili. Biz ise canlı emeği zenginleştirmenin yolunu arıyoruz.

Ve bu arayışı biraz ilerlettiğimizde hemen düzenin sınırlarına dayanıyoruz. Görelim…

                                                            ***

Üç hafta önce evrensel temel gelir konusunda yazdığım yazıda3 post-keynesci teorik çerçevede emekten yana bir duruşa sahip olan iktisatçılara yönelik bir çağrıda bulunmuştum. Bu çağrıya yanıt olarak İlhan Döğüş bir yazı4 kaleme aldı. Yazısında evrensel temel gelir önerisine yönelik eleştirilerde büyük ölçüde uzlaştığımızı belirten İlhan Bey, çözüm konusunda ise daha fazla tartışmamız gerektiğine işaret eden iki vurgu yapıyor. Bu vurgular şöyle: (1) Devletin demokratik olmadığı durumda devletçilik işçi sınıfının çıkarına değildir. (2) II. Dünya Savaşı sonrası kapitalist ülkelerde işçi sınıfına yönelik Keynesci taviz politikaları Sovyetler Birliği’nin yarattığı basınç sonucunda uygulamaya konduysa (ki böyle), bugün sosyal refahı artıracak politikaları savunmak için devrim mi beklememiz gerekiyor?

Önce temel ayrışmamız olan demokrasi meselesini açayım. 

                                                            ***

Kapitalist demokrasi ilk değil; insanlığın tarihinde çok sayıda demokrasi deneyimi oldu. Doğası gereği demokratik olan sınıfsız toplumları kenara koyup sınıflı toplumlara baktığımızda gördüğümüz şu: Bu toplumlarda devlet yönetimi demokratik olduğu durumda dahi bu demokrasi ezilen sınıfı dışarıda bırakmıştır, çünkü egemenliğin devamı için bu zorunludur. Köleler ya da toprağa bağlı köylülerin demokratik sistemin bir parçası olup kendi çıkarlarına uygun biçimde siyaset yaptıkları durumda egemenlik, kendisini yeniden tesis etmek için demokrasiyi (tipik olarak şiddet yoluyla) rafa kaldırmak zorunda kalacaktır. Dolayısıyla kapitalizmden önceki demokrasi; (1) egemen sınıf ya da sınıfların iç çekişmelerinin düzenin istikrarını bozmayacak biçimde yürümesini sağlayan ve (2) ezilenlerden kopartılıp alınan zenginliklerin soylu egemenler ile yurttaş orta sınıf (ki, demokrasi kelimesinin kökeni olan demos ya da populus gibi kavramlar esasen bu kesimi tanımlıyordu) arasında nasıl paylaşılacağını belirleyen siyasi süreçlerdi.

Yani bu demokrasi, çıkarları düzenin devamından yana olan sınıflar arasında işleyen bir uzlaşabilir çıkarları uzlaştırma mekanizmasıydı. Uzlaşması mümkün olmayan çıkarlar (mesela köleler ve efendilerin çıkarları) arasındaki çatışma ise ancak egemen düzenin yıkılmasıyla kalıcı biçimde sükuta eriyordu.

Mesele şu: Modern demokrasi de farklı değil. O da kendi ezilen sınıfı olan işçi sınıfını dışarıda bırakmak zorundadır. Kapitalist toplumun kuruluş sürecinde yeni egemenler işçilere oy hakkı vermemek için uzun süre direnmiş ve bu doğrultuda çok büyük toplumsal mücadeleler yaşanmıştır. Sonunda işçi sınıfı bu hakkı kâğıt üzerinde elde etmiş, ama kendi çıkarları doğrultusunda kullandığı her durumda (en bilinen örneği Şili’de Allende’nin seçildiği 1970 seçimleridir) siyasi kriz yaşanmış ve yerleşik düzen şiddet kullanılarak restore edilmiştir. 

Bunun sebebi açık olmalı: Kâğıt üzerinde artık ezilen işçi sınıfını da kapsayan “yurttaş”ların maddi eşitsizliğine dayalı sınıf egemenliği ile politik eşitliğine dayalı (olduğu iddia edilen) demokrasi arasında bir çelişki bulunuyor. Maddi anlamda egemen olan (yani toplumun olağan ekonomik işleyişi sonucu çalışanlar yoksul kalırken çalışmadan zenginleşen) sınıf, bu egemenliği sürdürmek ve çıkarlarını ilerletmek için, siyasi olarak da egemen olmak zorunda. Yani maddi egemenlik ile siyasi iktidar birbirinden ayrılamaz. Düzen açısından işçi sınıfının demokratik süreçlere katılımı, ancak kendi maddi çıkarlarını ilerletecek biçimde iktidara gelmediği, hatta bu doğrultuda siyaset yapmadığı müddetçe tolere edilebilir. Bu yüzden kapitalist demokrasi, egemen ideolojisiyle, sağ ve sol siyasi partileriyle, hatta çoğu zaman siyasette hangi taleplerin savunulup hangilerinin savunulamayacağını belirleyen yasalarıyla, işçi sınıfının kendisi için siyaset yapmasını engellemek üzerine kurulmuştur. 

Dolayısıyla burjuva demokrasisinin, kapitalizmin olgunlaştığı ve sermaye birikim süreçlerini artık önemli ölçüde başka ülkelerdeki işçi sınıfının sırtından gerçekleştiren emperyalist sermayenin yoğunlaştığı ülkelerde işliyor olması tesadüf değil. Bu ülkelerde orta sınıf, yani mevcut düzende maddi açıdan sürdürülebilir bir hayat yaşayan toplumsal katman, yoksul ülkelere göre çok daha geniştir. Dolayısıyla, örneğin, Hollanda’da sermayedarlar ile onların hesabına çalışan işçilerin çıkarlarını uzlaştırmak, bu işçilerin önemli bir kısmının da hali vakti yerinde olduğu için, aynı şeyi Hindistan’da, Endonezya’da ya da Türkiye’de yapmaktan çok daha olanaklıdır. 

Bu nedenle bir uygarlık ya da politik gelişkinlik kriteri olarak kuzey ve batı Avrupa demokrasilerine bakmak abestir. O demokrasiler dünyanın geri kalanından çalınmış ve her gün çalınmaya devam edilen zenginlikler üzerine kuruludur. Kaldı ki, bu ülkelerde dahi egemen sınıf dışındaki sınıflar kendi çıkarlarını etkin biçimde demokratik yollardan savunmaya başladığında devlet şiddeti hemen devreye sokulmaktadır.

Buradan şu sonuç çıkar: Sınıf egemenliğinin bulunduğu bir toplumda demokrasinin ezilenlerin çıkarına işlemesinin birden fazla koşulu vardır: Birincisi, ezilen sınıf temsili demokratik süreçleri egemen ideolojiye rağmen kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalı ve ikincisi, bunun devamında elde ettiği başarıları doğrudan demokratik yollarla (yani düzenin şiddet tehdidine karşı şiddet tehdidi ile yanıt vererek) savunmalıdır. 

Ne var ki, bu bile kalıcı değildir. Bizzat devlet olmadan, sonsuza kadar devlet şiddetine karşı durup politik kazanımlarınızı savunamazsınız. 

                                                               ***

Bu da bizi İlhan Bey’in ikinci vurgusuna getiriyor: Sosyal refahı artıracak politikaları savunmak için devrim mi beklemeliyiz?

Neoliberalizm tarafından ortadan kaldırılmış olan Keynesci refah politikaları işçi sınıfının ekonomik kazanımlarıydı. Yani politik açıdan bunların kıdem tazminatı, yıllık ücretli izin gibi kazanımlardan bir farkı yoktu. Bugün sermaye sınıfı, politik açıdan mümkün olduğunu düşündüğü anda mevcut kazanımlara da saldıracaktır; nitekim kıdem tazminatına göz diktiklerini biliyoruz. O zaman şunu söyleyebiliriz: Ekonomik kazanımlar da politik kazanımlar gibidir, eğer kaybetmek istenmiyorsa başında nöbet tutmak gerekir.

Türkiye’de son dört yılda işçi sınıfının ekonomik çıkarlarına yönelik, sermaye sınıfını tarihte eşine az rastlanır boyutta zenginleştirmiş olan saldırının yapılabilmiş olmasının temel sebebi, işçi sınıfının düzene hemen hiçbir tehdit oluşturamamış olmasıdır.

Sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki ilişki bir savaştır. Savaşta kimi taktik ya da stratejik ara hedefleriniz olabilir, ama savaşı yürütürken bu hedeflerinizi düşmanla paylaşmaz, “ben mevziimi on metre kadar ilerletmeyi hedefliyorum, bu benim için yeterli” demezsiniz. İşçi sınıfının tarihsel çıkarları açısından nihai hedef düşmanın, yani sermaye sınıfının mülksüzleştirilmesi, dolayısıyla ortadan kaldırılmasıdır ve işçi sınıfı ancak bu hedefe doğru mobilize olmuş halde politik ve/veya ekonomik kazanımları hem elde edip hem de koruyabilir.

Dolayısıyla İlhan Bey’in sorusuna vereceğim yanıt “hayır.” Refah politikalarını savunmak için devrimi beklemeye gerek yok. Ama bu politikaların gerçekçi biçimde talep edilebilmesi için düzene tehdit oluşturan, basınç yaratan güçlü bir devrimci mücadelenin varlığına ihtiyaç var. Yoksulların çıkarlarından yana olan herkes bu yüzden komünistleri kendilerine müttefik olarak görmeli. Örneğin, komünistler günlerdir Türkiye’nin en büyük sömürücülerinin; Koç, Sabancı, Zorlu, Yıldız, Anadolu Holdingin kapısına dayanıyor, “Kemer sıkmayacağız, şirketlere ve kârlarına el koyacağız!” diyor. Yoksulların çıkarlarından yana olan herkes, bu çağrıya destek vermeli. 

                                                   /././

Ukrayna'ya gönderilen NATO silahları İtalya-Ukrayna mafyasının eline mi düşüyor? -Okay Deprem-

Ukrayna'nın İtalya'daki Başkonsolosluğu’nun, yasadışı silah satışında İtalyan ve Ukraynalı mafya örgütleriyle Kiev hükümeti arasında aracı görevi gördüğü şeklinde ciddi iddialar var.

Ukrayna'dan yasadışı olarak kaçırılan NATO silahlarının önemli bir kısmının, İtalya'nın yeraltı silah pazarına aktarıldığı iddia ediliyor. Bu pazarı; başta “Camorra”, “Ndrangheta” ve “Sacra Corona Unita” olmak üzere güney İtalya'daki suç gruplarının kontrol ettiği belirtiliyor.

Dahası, Napoli'de bulunan Ukrayna Başkonsolosluğu’nun, yasadışı silah satışında mafya örgütleriyle Ukrayna hükümeti arasında aracı görevi gördüğü şeklinde ciddi iddialar da var. Ukrayna'nın “uluslararası yardım” kapsamında aldığı Batı menşeli silahlarının “yeniden satışına” yönelik illegal anlaşmalar yapmasının yanı sıra, İtalya'daki Ukrayna Başkonsolosluğu’nun iç organ kaçakçılığına karıştığı ileri sürülüyor. İç organ kaçakçılığındaki mağdurlar arasında çocukların da olduğu iddia ediliyor.

İtalya’ya göç eden Ukraynalılar arasında pek çok suç çetesi mensubu da var

Ukrayna'da silahlı çatışmaların başlamasının ardından çok sayıda Ukraynalı mülteci Avrupa ülkelerine akın etmişti. Birleşmiş Milletler (BM) Mülteciler Yüksek Komiserliği Ofisi'ne göre, 24 Şubat 2022 ile 24 Haziran 2024 tarihleri ​​arasında sadece İtalya’ya 196 binden fazla Ukraynalı mülteci göç etti. Bu kişiler arasında sadece çocuklar ve kadınlar değil, aynı zamanda Ukraynalı suç çetelerinin temsilcileri de bulunuyordu.

İtalya Mafya Soruşturma Müdürlüğü'nün raporuna bakılırsa, İtalya'daki organize suç ve mafya yapılarının Ukraynalı suç gruplarıyla yaptıkları çok boyutlu işbirliği, bu gruplarla mücadeleye yönelik önceki çabaları boşa çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda suç gruplarının yeniden filizlenme sürecini de başlattı.

Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Ofisi'nin eski çalışanı İtalya’daki Ukrayna mafyasını ifşa etti  

Ukraynalı kriminal gruplar ile İtalyan suç klanlarının uzun süredir gelişmiş bir bağlantı ağı bulunuyor. Bu ilişkiler 2022'den sonra iyice güçlendi. Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Ofisi'nin ismini vermeyen eski bir çalışanının, yakın zamanda birtakım dijital haber platformlarında açıkladığı bilgilere bakılırsa, Ukraynalı suç yapılarından pek çok kişi mülteciler arasına çoktan sızmış durumda.

Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Ofisi'nin eski çalışanı, bazı insan hakları örgütü ve yapılarına yakın zamanda verdiği mülakatlarda, söz konusu kriminal unsurların hedefinin öncelikle; insanların, insan organlarının ve Ukrayna’ya temin edilen Batı menşeli silahların ticaretiyle alakalı bir tür “gölge ticaret ağı” oluşturmak ve bunu geliştirmek olduğunu dile getirdi.

İtalya mafyasıyla mücadeleyle ilgilenen başsavcıdan kritik açıklamalar    

Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Ofisi'nin eski görevlisi, “Avrupa suç kanallarını kullanmak suretiyle Kiev’i parasal-finansal yönden destekleme fikri Ukrayna Dışişleri Bakanlığı'ndan geliyor. Ukrayna Dışişleri Bakanı Dmitri Kuleba’nın bu fikrin beyni olup olmadığına dair bilgim yok, ancak yeraltı ticaret ağları kurma planını uygulamakla görevlendirilen onun bakanlığıydı, özellikle de organize suçun hâlâ var olduğu İtalya'da. İki buçuk yıldır süren savaşın ardından bu kanalların etkin bir şekilde çalıştığını söyleyebilirim” şeklinde konuşuyor.

                                       İtalya'nın Mafyayla Mücadele Başsavcısı Federico Cafiero de Raho

Mart 2022'de İtalya'da mafyayla mücadeleden sorumlu başsavcı Federico Cafiero de Raho da, İtalyan mafya gruplarının Ukrayna'daki durumdan belirli faydalar elde etmek için harekete geçebileceğini söylemişti. Başsavcı, Batı orijinli teçhizat ve silahların Ukrayna'ya neredeyse kontrolsüz bir şekilde tedarik edilmesinin, İtalya'daki suç gruplarının karaborsadan silah satın alabileceği bir ortam yarattığına dikkat çekmişti. Savcıya göre, Ukrayna'ya nakledilen silahlar yalnızca İtalya ve Avrupa'daki suç örgütlerini teşvik etmekle kalmıyor, aynı zamanda, takip edilemeyen kontrolsüz kazanç kanalları da yaratmış oluyor. İtalyan başsavcının Ukrayna'daki savaşın İtalyan suç çetelerinin silahlanmasına etkisine ilişkin sözleri İtalyan haber ajansı ANSA tarafından şöyle aktarılmıştı: "Ne zaman ki özel, acil bir durum nüksediyor, o zaman mafya grupları içeri nüfus etmek suretiyle kâr elde edebilecekleri kanalları kullanmaya çalışıyorlar.

Ukrayna Dışişleri Bakanlığı'nın Napoli Konsolosluğu aracılığıyla yürüttüğü faaliyetler 

Ukrayna Dışişleri Bakanlığı'nın, NATO ülkelerinden Ukrayna’ya temin edilen silahların Avrupa’ya yeniden satışı için İtalya'daki ve özellikle Napoli'de kendisine bağlı birtakım birimleri kullandığı öne sürülüyor. Bu bağlamda son zamanlarda, kentte yer alan Ukrayna Konsolosluğu ile güney İtalya'nın en büyük üç mafya yapısı olan “Camorra”, “Ndragenta” ve “Sacra Corona Unita” arasında var olan yakın ilişkilere dair önemli kanıtlar gün yüzüne çıkıyor. Buna göre Ukrayna’nın ilgili konsolosluğunun çalışanlarının, mülteci kisvesi altında İtalya'ya giren Ukrayna suç dünyasının temsilcileri ve onlarla işbirliği halindeki İtalyan mafya örgütleri ile birlikte silah, insan iç organları ve çocuk kaçakçılığı alanında karanlık faaliyetler yürüttükleri iddia ediliyor.

Ukrayna'ya gönderilen Batılı silahların takibi için neredeyse hiç etkili mekanizma yok

NATO silah ve mühimmatlarının Ukrayna'ya sevk edilip ardından da yeniden satış döngüsüne girmek suretiyle İtalya açısından teşkil ettiği riskler konusunda aktif bir tartışma, Napoli Savcısı Nicola Gratteri'nin organize suç gruplarıyla mücadeleye ilişkin yaptığı açıklamanın ardından 2024 baharının sonlarında başladı.

İtalya'nın temel basın kalemlerinden birisi olan “Corriere della Sera”ya bağlı gazetecilerin 24 Mayıs 2024 tarihinde yayınladıkları bir makalede, Batılı ülkeler tarafından Ukrayna'ya sağlanan silahların daha sonradan yeniden dağıtımı üzerindeki denetim eksikliğinin yol açtığı risk ve tehlikeleri vurgulayan Gratteri'den alıntı yapıldı. Savcıya göre, bugün Ukrayna'ya devredilen mühimmat ve silahların takibi için neredeyse hiçbir etkili mekanizma yok. Gratteri'ye bakılırsa bu, İtalyan suç gruplarının, tanksavar mermiler dahi dahil, mevcut silahların neredeyse tamamını elde edebilmelerine olanak tanıyor. Savcı, bunun hem terörist gruplar hem de İtalya topraklarında faaliyet gösteren mevcut mafya yapıları tarafından aktif olarak kullanıldığına inanıyor.

                         Organize suç gruplarıyla mücadeleden sorumlu Napoli Savcısı Nicola Gratteri

Ukraynalı kaçakçılar ile İtalyan mafyası arasındaki koordinasyondan sorumlu kişi kim?

İtalya devletini "dar görüşlü" olmak ve sorunun boyutunu küçümsemekle suçlayan Napoli'nin Organize Suç Dairesi Başkanı Gratteri, Ukraynalı suçlular ile İtalyan suç unsurları arasındaki bariz ve açık bağlantıların, İtalya'yı suçla mücadele eden bir ülke olarak birkaç adım geride bıraktığını dile getirdi. Savcı, Ukraynalı ve İtalyan suçlular arasındaki çok boyutlu işbirliğinin, "milyonlarca avronun birkaç dakika içinde üç kıtadaki farklı bankalara aktarılmasına yardımcı olan" yeni teknolojilerin ve platformların geliştirilmesine yardımcı olduğunu düşünüyor.

İtalya’nın Sicilya mafyası ile Ukraynalı silah-insan ve organ kaçakçıları arasında devam eden yasa dışı ticaret planının oluşturulması ve uygulanmasından sorumlu olan kilit kişinin ise, Ukrayna'nın Napoli Başkonsolosluğu’nda altı yıldır başkonsolos olarak görev yapmakta olan Maksim Vladimiroviç Kovalenko adlı diplomat olduğu iddia ediliyor.

Taşınabilir uçaksavar füze sistemi ve tanksavar füze sistemlerinin kaçırılma riski 

Konsolos Maksim Kovalenko'nun çok yönlü bağlantılarının, Ukrayna savaşının sona ermesinden sonra bile geçerliliğini koruyabilecek bir silah tedarik planının organize edilmesini mümkün kıldığına dikkat çekiliyor.

Napoli'deki Ukrayna konsolosluğundan kamuoyuna bilgi sızdıran bir çalışanının ifadesine göre, İtalyan mafyasının Ukrayna’dan silah temin etmeye yönelik yerleşik ve köklü ağı, İtalya'daki silah kaçakçılığını kontrol altına alma girişimlerini oldukça zorlaştırıyor ve ‘insan eliyle taşınabilir uçaksavar füze sistemi’ ve ‘tanksavar füze sistemi’ gibi ağır silahların dahi sevk edilmesini ve suçluların eline geçmesini adeta "bir an meselesi" haline getiriyor.

Napoli'deki Ukrayna temsilciliğinin çalışanı, Kovalenko'nun İtalyan suç örgütlerine Ukrayna’dan silah temin etme lojistiğindeki rolü hakkında da şunları dile getiriyor: “Ukrayna'nın ana silah tüccarı Napoli Başkonsolosu Kovalenko'dur. Onun köklü bağlantıları, iletişim becerileri, İtalya'daki geniş deneyimi ve mükemmel İtalyancası, yasadışı silah ticareti işini ‘korumak’ için paha biçilmez bir kaynak."

                               Ukrayna'nın Napoli Başkonsolosu Maksim Vladimiroviç Kovalenko

'Ukrayna ve İtalyan mafyaları arasındaki yasadışı ticaret hacmi yılda 3 milyar dolar'

Ukrayna konsolosluğu çalışanı, Kovalenko'nun İtalyan mafya yapılarının üst düzey üyeleriyle, özellikle de “Camorra” adlı mafya grubunun temsilcileriyle silah tedariki konusunda şahsen görüştüğünü ileri sürüyor.

“Camorra”, İtalya'nın en eski ve en büyük suç örgütlerinden birisi olup, geçmişi 18. yüzyıla kadar uzanıyor. Uyuşturucu kaçakçılığı, yasa dışı seks ticareti, insan ve silah ticareti organize etmesinin yanı sıra, şantaj ve gasp gibi önemli suçları da kontrol eden “Camorra” suç örgütünün, Maksim Kovalenko'nun bahsedilen çabaları sayesinde etkisini artırmaya devam ettiği öne sürülüyor. “Camorra”nın yıllık kazancının yaklaşık 10-15 milyar avro olduğu tahmin ediliyor. Bu da onu otomatikman dünyadaki en zengin suç örgütlerinden birisi yapıyor.

Napoli'deki Ukrayna Konsolosluğu’nun adı gizli tutulan yetkilisi, Kovalenko'nun bizzat dahil olduğu Ukrayna ve İtalyan mafyaları arasındaki ticaretin cirosunu şu şekilde değerlendirmiş: “Ukrayna - İtalyan yeraltı mafyası 2022 sonuna doğru tam olarak faaliyete geçmeye başladı. Elbette daha önce de Ukrayna mafyası ile Napolili Camorra arasında bağlantılar vardı, ancak hiç bu kadar yakın ve kârlı değildi. Tahminime göre Ukrayna ile İtalya arasındaki suç ticaretinin yıllık cirosu yaklaşık 3 milyar avro civarında. Bu paranın aslan payı Kovalenko'nun denetlediği Napoli şebekesine gidiyor."

                                                               /././

Denizli Cezaevi'ndeki zehirlenme krizinde niye sessizlik var: 'İçerdekilerin başına bir şey gelirse...' -Özkan Öztaş-

Denizli'de cezaevinde yüzlerce mahkum ve memur yemekten zehirlendi. Bir mahkum hayatını kaybetti. Olayın üstü örtülmek isteniyor. Mahkum yakınları içeridekilerin baskı görmesinden kaygılı, susuyor.

İki hafta önce, 22 Temmuz Pazartesi günü, Denizli Kocabaş D tipi, T tipi ve Açık Ceza İnfaz Kurumu’nda bulunan çok sayıda tutuklu ve hükümlü ile infaz koruma memuru zehirlendi. Akşam yemeğinde tavuk ve makarna yemişlerdi.

Hem memur hem mahkumlarda kusma, ishal, mide bulantısı şikayetleri başladı. Yaklaşık 1600 mahkumun zehirlendiği düşünülüyor, ancak tam olarak ne yaşandığına dair net bir veri yok.

Zaten esas mesele burada. Cezaevi duvarları ardından ne yaşandığı tam olarak bilinemiyor.

Denizli yerel basını, mahkumlardan 57 yaşındaki Mehmet Sorkun'un yaşamını kaybettiğini yazdı. Sorkun 22 Temmuz günü zehirlenmişti. Cezaevi yönetimi, zehirlenme vakalarının sayısı çok olduğu için yalnızca çok ağır hastaları ambulansla hastanelere taşıdı. Kalanlar için cezaevi bahçesine bir sahra hastanesi kuruldu. Sorkun'a önce burada müdahale edildi.

Ancak sekiz gün sonra, 30 Temmuz'da Sorkun yine aynı şikayetlerle, mide bulantısı ve kusmayla rahatsızlandı. Bu kez hastaneye kaldırıldı fakat aynı gün hastanede yaşamını yitirdi.

Otopsi sonucunun, Sorkun'un ölüm sebebinin zehirlenme olduğunu gösterip göstermediği henüz bilinmiyor.

Yetkililer, cezaevinde yaşananların duyulmaması için ellerinden geleni yapıyor. Mahkumların zaten dış dünyayla temasları kısıtlı. En çok konuştukları yakınlarıysa, kaygılarından dolayı basına konuşmaktan çekiniyor.

Mahkum yakınları kaygılı: 'Konuşursak içeridekiler baskı görür'

soL'a konuşan bir mahkum yakını "Yakınlarımızla yaptığımız telefon görüşmelerinde 'Burada olan burada kalsın, siz dışarda şikayet edince bizim burada başımız ağrıyor. Buradaki sorunları dışarı taşımayın diye uyarılar alıyoruz'' diyorlar bize" diyor, "CİMER'e yazdık ama oradan da bir sonuç alamadık."

"İçerideki yakınımızın sağlığı konusunda çok endişeliyiz ama sesimizi çıkaramıyoruz. Basına haber vermekten korkuyoruz çünkü içerideki yakınlarımızın daha fazla baskıya maruz kalmasından endişe ediyoruz."

Denizli Cezaevi'nde yaşanan zehirlenme vakasıyla ilgili resmi bir açıklamanın yapılmaması, eleştiri konusu. Olayın tüm detaylarının şeffaf bir şekilde açıklanması ve gerekli önlemlerin alınması beklentisi var.

soL'a konuşan mahkum yakınının yeğeni içeride. Telefon görüşmelerinde kendisine yüzlerce kişinin zehirlendiğini söylemiş. "Herhalde yemekler cezaevindeki mahkumların pişirdiği yemeklermiş. Bana öyle söyledi. Anlaşılan o ki bir gıda denetimi ya da güvenliği falan yok. O kadar kötü olmuşlar ki zehirlenmişler.

"Ben emekli hemşireyim. Az çok biliyorum tedavi ve sağlık süreçlerini. O kadar çok kusma ve ishal vakası olmuş ki artık kanlı ishal olduklarını söylediler. Yani normalde böyle olmaz. Bu bırakılan ihmalin çok büyük olduğunu gösteriyor. Cezaevi bahçesine sahra hastanesi kurulmuş. Sadece acil hastaları devlet hastanelerine göndermişler. Ayakta tedavi edilecek mahkumları ya da zehirlenme vakasının hafif seyrettiği kişileri cezaevinde tedavi etmişler kurdukları sahra hastanesiyle.

"Ancak kimse bunları doğru düzgün konuşmaya cesaret edemiyor. Korkuyorlar. Dolayısıyla da kimse bu sorunları konuşmuyor. Konuşursak içerde mahkumlar baskı görür diye düşünüyor herkes."                               /././

Köylüler maden şirketiyle mücadelede kararlı: 'Geleceğimizi üç beş patrona vermeyiz' -Özkan Öztaş-

Tokat'ta Şehitler Köyü'ne yakın Sorhun Obası mevkiindeki maden arama faaliyetlerine karşı duran köylüler mücadelede kararlı: 'Çocuklarımızın geleceğini üç beş patrona teslim etmeyiz!'

Tokat'ta Şehitler Köyü'ne yakın Sorhun Obası mevkii sadece bu köyü değil Yeşilırmak'ı besleyen bir vadi olduğu için birden fazla şehri ve ilçeyi ilgilendiren kritik bir lokasyona sahip. 

Köylüler bir sabah uyandıklarında karşılaştıkları 29 ayrı maden arama noktası belirlendiğini görünce hemen yetkililere ulaştı. Özellikle de köy muhtarlarının öncülük etmesiyle bir araya gelen köylüler ilk önce sondaj çalışması durdurdu. Köylüler, ilgililere teslim etmek üzere malzemelere el koyarak ve maden arama faaliyetlerine dur dedi. 

Makinelerin Emsa Enerji ve Madencilik şirketine ait olduğunu öğrenen köylüler, bölgede toplanarak "Köyümüzde maden istemiyoruz" diyerek şirket çalışanlarını bölgeden uzaklaştırdı. Bölgede toplanan Şehitler Köyü, Gölcük Köyü, Sokutaş Köyü, Keçeci Köyü ve Benli Köyü muhtarları ve köylüler arazide kalan sondaj makinesinin başında nöbete başladı. 

Bu mücadele geçtiğimiz gün yine büyük bir eylemle devam etti. Bölgede yer alan köylüler önce Tokat Valiliği önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi, akabinde de maden arama sahasının olduğu köylerine giderek eylemlerini gerçekleştirdi. Sondaj makinalarının borularına astıkları pankartlarla şirkete mesaj veren köylüler, geleceklerinin üç beş patronun kârı için peşkeş çekilecek olmasına tepkili. Çünkü burası aynı zamanda köylülerin tarım, hayvancılık ve ormancılık faaliyetlerini sürdürmesine kaynak oluşturan bir doğal alan. Burada hayata geçecek maden projesi binlerce köylünün büyük kentlere göç ederek işsizler kervanına katılması manasına gelecek. 

Yaşananları köylerin mücadelesinde yer alan Emrah Korkmaz ile soL okurları için konuştuk.

               Köylülerin bir araya gelerek Tokat Valiliği önünde gerçekleştirdikleri eylemden bir görüntü.

'Buraların gördüğü en kitlesel eylem oldu'

Tokat merkeze bağlı Şehitler ve çevre köylerini kapsayan alan ile Serkiz Yaylası’nda yapılmak istenen maden arama ve sondaj çalışmalarına karşı köylüler her şeyden önce bilgi sahibi olmadıklarını ifade ediyor. Normal şartlar altında ilgili süreçler hakkında köylülerin bilgilendirilmesi gerekiyor. Ancak köylüler gelişmelerden haberdar edilmemiş. 

Emrah Korkmaz köylerde başlayan eylemleri en başından bu yana takip ediyor. Kendisi köylülerin hızlıca görev paylaşımı yaptığını ve bir hafta kadar kısa bir sürede örgütlenerek harekete geçtiklerini belirtiyor. 

Emrah bu eylemleri, köylülerin nasıl kenetlendiğini şu sözlerle anlatıyor:

"Normalde benzer şeyler daha önce de olmuştu. Örnek olsun Turhal ilçesinin dibinde bir köy vardı. Eskiden kasabaydı orası. Nüfusu fazla ve görece seslerini duyuracak başka olanakları falan da vardı. Yine böyle bir eylem için köylüler bir araya gelerek iki otobüs toplanmışlardı. Bizim köylüler ise sadece bir haftada organize olarak tam sekiz otobüs insan bir araya getirdi. Şehitler köyü ilk değil. Öncesinde de benzer örnekler oldu. Oralardan gelen birikim bu eylemin daha fazla büyümesine katkı sağladı.

Mesela benim bir köylüm var. O köylerde yaşıyor kendisi de. Normalde 1 Mayıslarda ya da benzeri eylemlerde bu kadar kalabalık bir kitlenin bir araya gelemediğini ifade ediyor. Bu da Tokat'ın şu ana kadar gördüğü en kitlesel eylemlerden birini gerçekleştirdiğimizi gösteren bir başka gösterge olabilir. İnsanlar gerçekten sahip çıkıyor meseleye. Çünkü burası birçok köyün ve köylünün geçim kaynağı. Bu köylülerin başka bir şansı, başka bir umudu ya da çaresi yok. 

Sondaj vurulan yaylaya, bahar ayında hayvancılık için insanlar farklı yerlerden de geliyor. Niksar ilçesinden geliyorlar ve o köyde yaşayanlar Gürcüler. Dolayısıyla kenetlenmiş oldu herkes. Mesela bizim köy daha önce hiç gidip gelmediği başka bir köyün hakkını savunuyor. Şu an bölge köyleri dernekler üzerinden kenetlenmiş durumda. Eyleme komşu köyümüzden bir otobüs geldi mesela."

Köylerin zirvelerinde meralık alanlar var. Binlerce hayvanın otladığı bu alanlar Tokat'ın ve çevre illerin hayvancılık faaliyetinde önemli bir yer tutuyor. 









'İnsanlar şöyle bakıyor: Ormanlarımız kesilecek, yaylaklarımız yok olacak, sularımız kirlenecek'

Emrah köylülerin burada dönemsel olarak tarım ve hayvancılık faaliyetlerini şekillendirdiklerini ve temel geçim kaynaklarının bu olduğunu anlatıyor:

"Birçok köy bu yaylalara çıkarak zaman zaman hayvancılık yapıyor. Mesela Mayıs ayında ormanda mantarlar çıkar. Köylüler bu mantarları toplayarak satar. Bu dönem önemli bir gelir kaynağı olur bu. Sonra hayvanlar için otlak olarak kullanılıyor bu alanlar. Yüzlerce insan hayvanlarını yaylalara çıkarıyor ve yaz ayları boyunca burada hayvanlarını otlatıyor. Şimdi burası maden alanı olunca bunların hepsi imkansız hale gelecek. Evet bu ülkenin madene de ihtiyacı var ama bunu yapabilecek farklı mekanlar ya da tercihlerden önce zaten köylüler yolu açmış buradan başlayalım derseniz olmaz. Sonra bu ülkede neden hayvancılık bitti neden ürünlerimiz bu kadar pahalı diye oturup konuşuruz. 

Sonra ormancılık mevzusu da önemli. Devletin kontrolünde ve yasalarla çerçevesi çizilmiş bir ormancılık faaliyeti var burada. Köylüler yakacak odunlarını temin eder mesela kurumuş odunlardan. Devlet belirli yerleri kesim alanı ilan ediyordu, kişilere dağıtıyordu ağaçları, köylü bu ağaçları kesip devlete teslim edip geçimini sağlıyordu. Sistem yine aynı ama şu an devlet taşeron firmalara yaptırıyor bunu. Ama köylüler için hâlâ ekmek kapısı. 

Şimdi ne olacak ne bitecek kimse bir şey bilmiyor. Ama insanlar şöyle bakıyor: Ormanlarımız kesilecek, yaylaklarımız yok olacak, sularımız kirlenecek. Bu da mücadele etmek için yeterli zaten."

Köyler ve meralık alanlar köylülerin hayvanlarını otlatmak için kullandığı yerleri oluşturuyor. Bu aynı zamanda bölgedeki hayvancılık faaliyetlerinin en yaygın türü.









'Zirvedeki su Yeşilırmak'ı besleyen kaynaklardan biri, şimdi bunu maden patronuna mı teslim edelim?'

Emrah aynı zamanda vadinin zirvesindeki kaynakların Yeşilırmak'ı besleyen kaynaklardan biri olduğunu belirtiyor. Bu aynı zamanda burada yaşanacak bir çevre sorununun ve suyun kirlenmesi sonucunda oluşabilecek durumların Tokat'tan Amasya'ya kadar etkili olması manasına geliyor. 

"Zirvedeki suyun başlangıç noktasındaki çeşmenin ismi Gülleyik Çeşmesi. Köyde oluşturduğu dere Büyükdere. Köyün en çok suyu olan dere buradan başlıyor ve bahçelerin sulanması falan buradan oluyor. Ve aşağı köylerdeki derelerin başlangıç noktası da burası. Ta Amasya'ya kadar uzanıyor buradan çıkan sular. İşte maden arama faaliyeti için sondajın vurulduğu yerin üstünde zirve var, oradan çıkan su, bu ırmakları oluşturuyor. Bu ırmak köylerden suları toplayıp Yeşilırmak'a bağlanıyor. Yaklaşık 30 köy demek ilk elden. Ve bu köylerin temel geçim kaynakları burada yaptıkları işler.

Köylüler maden arama sahasının doğal bir zenginlik alanı olduğunu belirtiyor. Özellikle Mayıs ayında toplanan mantarlar köylülerin geçimlerini sağlayan unsurlardan biri. Çilek gibi bahçe meyvelerinin yanı sıra ormancılık faaliyetleri de sürdürülüyor köylerde.


















Şimdi diyorlar ki, EMSA Madencilik gelecek buraları alacak siz de köylerinizi terk edeceksiniz. Artık İstanbul'da el kapısında mı çalışırsınız gider başkasının kapısında ırgatlık mı yaparsınız kimsenin umurunda değil. İyi ama neden onlarca köyün binlerce köylünün kaderini EMSA Madencilik diye bir firma belirlesin? Hadi burada bu işler bu kadar önemli diyelim. Normalde ne olur? Devlet gelir bunları vatandaşına da sahip çıkar. Özel şirketler ne yapar? Gördük işte başka yerlerde ilçeye bir tane cenaze arabası hediye eder madende ölen işçiler lüks arabayla taşınsın mezara diye. Kusura bakmasın kimse. Köylüler kararlı. Geleceğimizi üç beş patrona teslim etmeyeceğiz."

Emrah Korkmaz yaşananları bu sözlerle anlatıyor. Köylüler kararlı. Tokat'ın Şehitler Köyü ve çevresindeki köyler, çocuklarının geleceğini maden firmalarına peşkeş çekilmesine müsaade etmeyecek gibi görünüyor. 

                                                               /././

Devletçiliğin rengi -Savaş Sarı-

Merak etmesin devletçi politikaların savunusu CHP’nin boyunu zaten fazlası ile aşar. Belli ki yeni görevlere soyunan CHP’nin gündeminde düzenin normalleşmesi yer almaktadır. 

CHP Genel Başkanı eylül ayında gerçekleştirecekleri kurultay sürecini duyururken CHP’nin tüzük ve programının yanı sıra parti ambleminin de değerlendirileceğini ifade etmiş. Özel CHP’nin parti ambleminde yer alan 6 oktan biri olan ve Devletçilik ilkesini temsil eden okun rengini değiştirebileceklerini dillendirerek yeni bir tartışmayı başlatmış oldu. Bunu neden yaptığı ve CHP’nin ambleminin ne olacağı CHP’nin bileceği iştir. Evet, CHP belli ki üstlendiği rol ve misyon nedeniyle önümüzdeki süreçte de geçtiğimiz süreçte olduğu gibi biz komünistlerin değerlendirme ve eleştirilerinin fazlasıyla muhattabı olmaya devam edecek. Ama ben bugün açılan tartışmanın devletçilik ile ilgili kısmına dair birkaç hatırlatmada bulunmak istiyorum.

Özel’in de konuşmasında yer verdiği Devletçilik kavramı ve bu kavrama dair yorumlara en son pandemi döneminde tanık olmuştuk. Tüm dünyada hayatı durduran pandemi koşulları piyasacılığın toplumsal yaşamda yarattığı arızaların ölçeğinin görünür hale gelmesi açısından çarpıcı bir tablo ortaya çıkarmıştı. Birbirlerinin aşılarına, maskelerine, test cihazlarına el koyan ülkeler gördük. Salgını önleyici aşı ve ilaç arzını kâr hesapları ve rekabet güdüsüyle yönetmeye çalışan tekellerin insan hayatı üzerinden kısa bir süre içinde nasıl büyük servetler elde ettiğini gördük. Sadece sağlık hizmetlerinin değil, gündelik hayatın her alanının piyasacılık denilen o vahşiliğin sonucu olarak nasıl parça parça edildiğini, korunaksız hale getirildiğini, toplumların aslında ne büyük bir çaresizlik içerisinde bırakıldığını yaşamış olduk.

İşte o günlerde kimi sermayedarların ve düzen siyasetçilerinin devletçiliğin gerekliliğine dair yorum ve değerlendirmeler yaptığına da tanıklık ettik. Bu değerlendirmeleri belirleyen iki kaygı öne çıkıyordu: Bunlardan ilki olağanüstü koşullarda devletin sermayenin varlığını ve kârlılığını güvence altına alacak müdahalelerde bulunmasına dair ihtiyaçtı. Hatta bu müdahalelerin normal işleyişin dışına çıkması, kimi sektör ve alanlarda sermaye lehine üretim ve hizmet arzında bulunmayı kapsayan noktalara taşınması bile tartışılır hale gelmişti. Elbette bu meselede kaygının yanında fırsatlar boyutu da vardı. Özellikle de tekeller pandeminin yarattığı kimi fırsatlardan yararlanabilmek için devlet eline ihtiyaç duydu ve bunu açıkça ifade etti. 

Çin ekonomisi, pandemi koşullarına karşı Çin’in hem ekonomik olarak hem de toplumsal yaşamda nasıl direngenlik geliştirdiği, devlet müdahalelerinin ve belirleyiciliğinin bu süreçteki önemi gündeme getiriliyordu. Rusya’da ise 90’ların neredeyse her şeyin yağmalandığı, mafyaların ekonomi alanında cirit attığı, ekonominin tepe taklak gittiği krizli döneminden Putinli yıllarda devletin müdahaleleri ile nasıl çıkıldığına dair gözlem ve değerlendirmeler paylaşılıyordu. Bu değerlendirme ve tartışmaların siyaset alanına tercümesi ise dünyada yükselen otoriterleşme eğilimiydi. 

İkinci kaygı konusu ise toplumsal yaşamın sürdürülmesi ve yönetiminde ciddi aksamaların ve telafisi güç durumların sıklık ve şiddetindeki radikal artıştı. ABD’de binlerce insanın ceset torbalarında toplu mezarlara gömüldüğü, Avrupa’da yüzlerce yaşlının yaşlı bakım evlerinde ölüme terk edildiği manzaralar sarsıcıydı. Ardından gelen işsizlik, yoksullaşma, hayat pahalılığı manzaraları dünyanın dört bir yanında sürdürülemez bir görüntü ortaya çıkarmıştı. Türkiye’de de işsizlikle beraber özellikle doğalgaz ve elektrik faturalarındaki fahiş artışlar katlanılamaz bir tablo ortaya çıkarıyordu. Ali Babacan gibi liberalliğinden şüphe duyulmayacak kimi siyasetçiler bile o dönem elektrik dağıtım işletmelerinde kısmi devletleştirmeyi gündeme getirir hale gelmişti. Devlet başta işçi sınıfı, halkın düzen dışı aranışlar içerisine girmesine engel olmalı, düzenin sürekliliğini sağlayıcı müdahalelerde bulunmalıydı. Gerekiyorsa devlet halkı ölümden kurtarıp sıtmaya razı edecek kimi devletleştirme müdahalelerinde bulunmalıdır demeye getiriliyordu.

Oysa devletçilik tartışması düzen cephesinde seksenli yıllarda başlayan doksanlarda devam eden AKP iktidarı döneminde ise büyük bir yağma ile fiilen sonlandırılmış bir tartışmaydı. Özel güzeldi, devlet hantaldı, devlet işletmeleri halkın ve ülkenin sırtında birer yüktü. Erdemir, Kardemir, Poaş, Petkim, Seka, Telekom, Tüpraş, Sümerbank, Et ve Balık Kurumu, Türkiye Kömür İşletmeleri, Madenler, Tekel, Elektrik Dağıtım İşletmeleri, Limanlar... Yüzlerce, belki binlerce devlet işletmesi, fabrika, kamu arazileri, ülke kaynakları özelleştirildi. Yani tekellerin yağmasına açıldı. Ortadaki yağma akla hafızaya sığacak gibi değildi. Kimi tekeller özelleştirme ihalelerinde vadettikleri borçları hiç ya da eksik ödediler. Kimileri ise vadettikleri borcun bir kısmını el koydukları işletmelerin kasalarında hazırda duran para ile ödediler. Poaş özelleştirmesinde içinde Doğan Holding’in de yer aldığı konsorsiyum Poaş’ın yakıt ikmali için kullandığı gemileri 1 TL bedel karşılığı almış oldu. Tekeller yerlisi yabancısı fark etmeksizin ülkenin kaynaklarının üzerine çöktüler. Sadece var olan fabrikaları, binaları ya da arazileri değil bu devlet işletmelerinin üretim ve hizmet sunduğu pazarlara da konmuş oldular birçok örnekte. 

Özelleştirmeler, yaşadık ve gördük ki temel haklarımızın da artık hak olmaktan çıkması, ancak parası olanın yararlanabileceği metalar haline gelmesi demekti. Halkın iletişimden kılık kıyafete, beslenmeden elektriğe temel belli ihtiyaçları Telekom, Sümerbank, Et ve Balık Kurumu, Elektrik Dağıtım İşletmeleri gibi özelleştirme örneklerinde olduğu gibi hak olmaktan çoktan çıktı. Sağlık ve eğitim gibi temel hizmet alanlarında ise devlet sorumluluğundan adım adım çekilirken sermaye bu alanları kâr kapısı haline getirdi. Türkiye özel okul ve özel hastanelerle dolup taştı. 

Bugün halkın yaşadığı yoksulluğun en önemli nedenlerinden biri bu özelleştirmeler ve özelleştirmelerin ortaya çıkardığı sonuçtur. Maalesef Türkiye’de artık halk hayati birçok temel hakkını fiilen yitirmiş durumdadır. Anayasa’da hâlâ sosyal devlet olma vasfı bir tanım olarak geçmekle birlikte devlet bugün halkın temel haklarını karşılama anlamına gelen neredeyse bütün yükümlülüklerini fiilen bırakmıştır. Devletin ekonomik ve sosyal yaşamdaki fiili varlığı doğrudan tekellerin çıkarlarının savunusuna daralmış durumdadır.

Geçmişte sanki devlet halkın haklarını mı koruyordu itiraz ve sorusu yanlış ve bugünkü fotoğrafın açıklanabilmesi açısından yanıltıcıdır. Maalesef 90’lı yıllarda Türkiye’de solun hiç azımsanmayacak bir kesimi özelleştirme tartışmalarına yaklaşımında bu hatalı ve çarpık tutum sonucu özelleştirme saldırılarına karşı gereken devletçi ve kamucu yanıtı verememiştir. Hiç atlanmaması gereken nokta, kapitalist düzenlerde sosyal devlet tanımının gündeme gelmesini sağlayan işçi sınıfı hareketinin ve sosyalizmin 20. yüzyılda sahip olduğu güç ve etkidir. 

Devletçilik kavramını ve devletçilik tartışmasını devletin sermaye ve tekellerin çıkarları adına ekonomi alanına müdahalesi tanımına daraltmak bu nedenle yanlıştır. İşçi sınıfının bugün insanca yaşayabilmesi için gerekli temel ihtiyaçların karşılanabilmesi ancak devletçi politikalarla mümkündür. AKP ve CHP başta düzen siyasetinin hiçbir unsurunun gündeminde devletçi politikalar asla ve asla yoktur. Pandemi koşullarında korumacı bir kaygı ile panik halinde gündeme gelen acabalar yerini piyasanın aç gözlülüğünü daha fazla nasıl doyururuz telaşına çoktan bırakmıştır. 

CHP Genel Başkanı Özel biraz da bu nedenle devletçilik okunun renginden bahsederek devletçilik kavramının yükünden kurtulma çabası içinde olabilir. Merak etmesin devletçi politikaların savunusu CHP’nin boyunu zaten fazlası ile aşar. Belli ki yeni görevlere soyunan CHP’nin gündeminde düzenin normalleşmesi yer almaktadır. 

Bugün devletçi politikaları hayata geçirebilmek ise ancak bu yağma ve sömürü düzeninin sonlandırılması ile mümkün olacaktır. 

                                                              /././

Siirt’te üniversite içindeki okula taşımalı eğitim: Kapasite yetersiz, öğrenciler okuma yazma dahi bilmiyor -Yekta Armanc Hatipoğlu-

Siirt Üniversitesi’nde bulunan Necip Fazıl Kısakürek ilk ve ortaokulu taşıma merkezi yapıldı. Durum, okuldaki eğitim-öğretimi olumsuz etkiliyor.

Siirt Üniversitesi Kezer Yerleşkesi’nde bulunan Necip Fazıl Kısakürek İlkokulu/Ortaokulu, 2018 yılında, yerleşkede bulunan 200 tane lojmanda ikamet eden akademik ve idari personellerin çocuklarının ihtiyacını karşılamak için inşa edilmişti.

Okul açıldıktan kısa süre sonra yetersiz koşullarına rağmen taşıma merkezi yapıldı. Buna rağmen taşıma merkezi yapılan okul nedeniyle pek çok çocuk ve aile mağdur oluyor.

Mağduriyete karşı bir araya gelen öğrenci velileri, Siirt Üniversitesi Öğrenci Velileri Platformu’nu kurdu. Platform aracılığıyla bir araya gelen öğrenci velileri, kamu kurumlarından kendilerine yanıt gelmediğini kaydediyor.

‘Bırakın ilkokulu, şu an orta okulda olduğu halde doğru dürüst okuma yazma bilmeyen öğrenciler var’

Siirt Üniversitesi Öğrenci Velileri Platformu’ndan Mehmet'le, konuyla ilgili konuştuk.

Necip Fazıl Kısakürek ilk ve ortaokulunun Türkiye’de üniversite kampüsü içinde bulunan ilk ve tek taşıma merkezi olduğunu kaydeden Mehmet, okulun fiziksel koşullarının bir taşıma merkezi olmak için yetersiz kaldığını söyledi.

Mehmet, şu an ortaokulda olmasına rağmen doğru dürüst okuma yazma bilmeyen öğrenciler olduğunu kaydetti:

“Necip Fazıl Kısakürek İlk ve Ortaokulu, Türkiye’nin üniversite kampüsünde bulunan ilk ve tek taşıma merkezi okul oldu. Taşıma merkezi olma vasfı taşımayan Necip Fazıl Kısakürek İlk ve Ortaokulu, taşıma merkezi yapılınca burada yürütülen eğitim-öğretim faaliyetleri de bir türlü rayına oturmadı. Eğitim-öğretimin rayına oturmaması bir tarafa, öğrenciler sınıflarda yemek yiyor, yeterli temizlik görevlisi olmadığı için okul temizliği gerektiği gibi yapılamıyor.

Derslik, atölye ve laboratuvar sayısı ile fiziki kapasitenin yerleşim yerindeki öğrenciler ile taşıma kapsamına alınan öğrenci sayısının eğitimine yeterli olmaması, öğretmen ve ders araç-gerecinin yeterli olmaması, öğrencilerin sosyal, kültürel ve sportif faaliyetlerde bulunacağı uygun alanların olmaması gibi okulun fiziki yetersizliğinden kaynaklanan sorunlarına pandemi de eklenince okuldaki eğitim öğretim faaliyetleri durma noktasına geldi.

Pandemi döneminde uzaktan eğitimi takip edemeyen taşımalı öğrenciler geri kalınca okulda bir tür ‘ikili’ eğitim başladı. Taşıma kapsamında olmayan öğrenciler normal müfredata göre eğitim görürken taşıma kapsamındaki öğrenciler haliyle geri kaldı. Zamanla 3. ve 4. Sınıfta, hatta ortaokulda olmasına rağmen okuma yazma bilmeyen öğrenciler olduğu anlaşıldı. Bırakın ilkokulu, şu an ortaokulda olduğu halde doğru dürüst okuma yazma bilmeyen öğrenciler var. Son söylediğim şey durumu özetliyor zaten.”

Kampüs içinde ikamet edenler şehirdeki okullara, dışarıdakiler kampüs içindeki okulda okumaya başladı

Mehmet, yaptıkları itirazlara İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nden yanıt gelmediğini, zamanla kampüste ikamet eden öğrencilerin çoğunun şehir merkezindeki okullara, taşımalı eğitim kapsamındaki öğrencilerin ise üniversite kampüsünde eğitim görmeye başladığını anlattı:

“Üniversite yönetimi ve öğrenci velisi üniversite personeli, yani biz, okulun taşıma merkezi olmasından kaynaklı sorunları ve çözüm yollarını defalarca İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne iletmemize rağmen okulda taşımalı eğitime bir türlü son verilmiyor. Başta Dadaşlar İlk ve Ortaokulu olmak üzere yakında taşıma merkezi olmaya uygun birçok okul bulunmasına rağmen çeşitli bahaneler uydurularak Necip Fazıl Kısakürek İlk ve Ortaokulu taşıma merkezi okul olarak eğitime devam ettiriliyor.

Taşımalı eğitim gören öğrencilerle diğer öğrenciler arasındaki fark iyice açılınca taşımalı olmayan öğrenci velileri çocuklarını ‘daha iyi eğitim almaları’ için şehir merkezindeki devlet okulları ile özel eğitim kurumlarına göndermeye başladılar. Zamanla kampüste ikamet eden öğrencilerin çoğu şehir merkezindeki okullarda; taşımalı eğitim kapsamındaki öğrenciler ise üniversite kampüsünde eğitim görür oldu. Böyle garip bir durum yaşanıyor. Taşımalı eğitimden dolayı üniversitede çalışan en az 70 öğretim elemanı çocuklarının daha iyi eğitim alması için başka şehirlerde okutuyor, kendileri Siirt’e geliyor. Bu nedenle bazı aileler parçalanmış durumda.”

Öğretmenler de zor durumda

Öğretmenlerin de zor durumda olduğunu kaydeden Mehmet, konuştukları öğretmenlerin de ne yapacaklarını şaşırmış durumda olduklarını söyledi:

“Okulda görev yapan öğretmenler çok zor durumda. Taşımalı eğitim kapsamında olan öğrenciler çok geride diğer öğrenciler ise mevzuatta öngörülen seviyede. Öğretmenler geri kalan öğrencilerle ilgilense diğer öğrenciler de geri kalacak. İleride olan öğrencilerle ilgilense geride kalan öğrenciler tamamen eğitimden kopacak. Bizim konuştuğumuz öğretmenler de ne yapacağını şaşırmış durumda.”

                                                                 /././

Malatya’da elektrik kaçağı nedeniyle bir çocuk yaşamını yitirdi: Nedeni ‘ruhsat sorunu’ mu? -Gamze Kulak-Yekta Armanc Hatipoğlu-

Malatya’da 16 yaşındaki bir çocuk, ruhsatsız evin bahçesinde elektrik kaçağı yüzünden yaşamını yitirdi. Olay, kentte depremden sonraki yapılaşmanın yetersizliğini gündeme getirdi.

6 Şubat depreminin etkilediği Malatya’nın Akçadağ İlçesi’nde bulunan Aliçeri Mahallesi’nde, 2 Ağustos Cuma günü gece saat 20.30 sıralarında 16 yaşındaki Batuhan Vahap Akbaş, dedesinin inşa edilen evinin beton kısımlarını sularken dengesini kaybederek yan taraftaki elektrik kablolarına temas etti. Elektrik akımına kapılan çocuk, kaldırıldığı Akçadağ Şehit Gökhan Aslan Devlet Hastanesi’nde yaşamını yitirdi.

Çeşitli medya kuruluşlarına konuşan Aliçeri Mahalle Muhtarı İlhan İnce, elektrik sorunuyla ilgili daha önce Fırat Elektrik Dağıtım A.Ş’ye başvuruda bulunduklarını, kendilerine dönüş sağlanmadığını aktardı. Karar gazetesinden Merve Şişman’a konuşan İnce, Fırat Elektrik’in kendisine “Evlerinizin tapusu yok. İhaleye veremeyiz bu şartlarda. Evlerinizin ruhsatı, projesi olacak ki kablolarınıza ve direklerinizi değiştirelim” dediğini kaydetti ancak soL’un ulaştığı kaynaklara göre şirket yetkilileri yakın zamanda mahalledeki elektrik sorununun çözüleceğini söyledi.

Fırat Elektrik Dağıtım A.Ş. kamuoyuna yaptığı ilk açıklamada “Elektrik şebekesi altında izinsiz inşası devam eden yapıyı inşa eden kişi tarafından şirketimize haberde iddia edildiği gibi ‘aylar öncesinden’ bir başvuru yapılması söz konusu değildir” ifadelerini kullandı.

Şirket, yaptığı ilk açıklamada şunları söyledi:

“Bölgede ekiplerimizin yaptığı ilk incelemelere göre, olayın Mazkarlar mezrasında bulunan enerji hattının altına yetkili ve ilgili kurumlardan izinleri tamamlanmadan yapılan inşaatta meydana geldiği, merhum vatandaşımızın inşaatın çatısında beton sulaması yaptığı esnada elektrik akımına kapılarak hayatını kaybettiği tespit edilmiştir. İzin süreçleri tamamlanmadan başlayan ve elektrik şebekesi altında izinsiz inşası devam eden yapıyı inşa eden kişi tarafından şirketimize haberde iddia edildiği gibi ‘aylar öncesinden’ bir başvuru yapılması söz konusu değildir. Konuyla ilgili tarafımıza yapılan ilk ve tek başvuru, temmuz ayında iletilmiş olup, talep edilen elektrik hattı yer değişikliğinin ivedilikle ağustos ayı içerisinde yapılacağına dair şirketimize ait cevap, başvuru sahibiyle paylaşılmıştır. Bu kazanın açıklığa kavuşması için soruşturma sürecinde yetkili mercilerle tam bir iş birliği içerisinde çalışmaya ve yasal süreçlerin suhuletle tamamlanması için ilgili kamu kurumlarına tüm desteklerimizi sunmaya hazır olduğumuzu belirtmek isteriz.” 

Akçadağ’da yaşanan facia ve Fırat Elektrik’in “ruhsatsız yapı” yanıtı, meslek odaları tarafından enerji dağıtımının özelleştirilmesi ve özellikle kırsalda imar planı olmayan bölgelerde yapı ruhsatı almanın epey zor olmasıyla bağdaştırılıyor.

‘Özel şirketlerin kâr amaçlı şirket çalışma politikası, enerji sektörünün de ruhuna işlenmiştir’

Malatya Elektrik Mühendisleri Odası İl Temsilciliği, olayla ilgili yaptığı basın açıklamasında enerji dağıtımının özelleştirilmesine değindi. “Özel şirketlerin kâr amaçlı şirket çalışma politikası, enerji sektörünün de ruhuna işlenmiştir” denilen açıklamanın tamamı şu şekilde:

“02 Ağustos 2024 Cuma günü, Malatya Akçadağ İlçesi Aliçeri Mahallesi’nde inşaat sulaması esnasında meydana gelen elektrik çarpmasında hayatını kaybeden Batuhan Vahap Akkuş’a Allah’tan rahmet, ailesine sabır ve başsağlığı dileriz.

Türkiye’nin her yerinden son zamanlarda gelen acı haberler hepimizin içini yakmaktadır. Suçlu aramak birinin yıllarca sürecek davalar sonucunda kimin haklı kimin haksız olduğu kararını vermek ne bir annenin ne de bir babanın acısını bitirecek ve hayatın baharındaki kardeşimizi de geri getirecektir. Yapılan hatalar, eksiklikler ve ötelenmiş, zamana yayılmış işler ne yazık ki bu tür acı olaylara sebep olmaktadır. En acısı ise bunun da zamanla unutulup olağanlaşmasıdır. Bizlerin bulunduğumuz her yerde sorumluluklarımıza sahip çıkıp gerekeni yapmamız gerekmektedir. İşini yapan mühendis, çalışan her vatandaş, emekçi, köydeki muhtar, kurumlardaki çalışanlar yani hepimiz bu acılarda payımız olduğunu unutmayalım. Ve bir kez daha diyoruz ki:

TEK (Türk Elektrik Kurumu) yıllarca devlet güvencesinde enerji sektöründe faaliyet göstermiş olup 2009-2013 yılları arasında enerji sektöründeki özelleştirmeler sonucu kâr amaçlı kurulmuş özel şirketlere devredilmiştir. Bu tarihten itibaren işyükü artmış, ama artan iş miktarına rağmen çalışan gücü artan iş miktarına karşılık yetersiz kalmıştır. Özel şirketlerin kâr amaçlı şirket çalışma politikası, enerji sektörünün de ruhuna işlenmiştir. Zamanla yatırım, bakım-onarım ve hizmet sektöründe eksiklikler baş göstermiş olup aynı zamanda özel şirketteki meslektaşlarımıza da daha az ücrete karşılık daha çok işyükü olarak yansıtılmıştır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, ulaşım, yol, su, enerji gibi toplumun temel hak ve ihtiyaçları olan bu hizmetlerin kalite artışı için personel sayısında ve ücretlerde düzenlemelerin devlet güdümünde yapılması ve güvenceye alınması şarttır.

Son zamanlarda artış gösteren elektrik kaynaklı çıkan yangın ve kazaların önüne geçmek için tüm resmî kurumların ve özel şirketlerin Yüksek Gerilim İşletme sorumluluğunun ne kadar önemli olduğunu görmesi ve Yüksek Gerilim İşletme sorumluluğu uygulamasına katkı sağlaması gerekmektedir. Ulaşımı zor ve mesafesi uzak yerlerde yerel halktan muhtara ve oradan enerji sağlayan yerel kuruluşlara enerji nakil hatlarında tespit edilen sıkıntıların bildirilmesi gerekmektedir. Özellikle elektrik tellerin içinde kalmış ağaçlar, izolatör kırılması sonucu direklere temas eden teller, eğilmiş ağaç direkler veya darbe almış direkler, seyimi artmış elektrik telleri, herhangi bir temas sonucu kıvılcım çıkaran teller vs. gibi hatlarda görülen eksiklikler varsa derhal bildirilmesi önemlidir. Kamuoyuna saygılarımızla.”

‘Rezerv alan belirleme ve yapım sırasında belirsizlikler ve kargaşa var’

Konunun detaylarını İnşaat Mühendisleri Odası Malatya Temsilcisi Bedir Özten'le, TOKİ evlerinin durumunu da TOKİ köy evleri projelerinde çalışan M.T. ile konuştuk.

Özten, sözlerine bölgedeki kaçak yapılaşmaya değinerek başladı:

“Çeşitli kaynakların söylediğine göre deprem sonrası Malatya 30 binin üzerinde kaçak yapı yapılmış ve yapılmaya devam ediyor. Kaçak yapılaşmanın birinci nedeni barınma sorununu ilgili kuruluşların çözememesi ve yurttaşın buna inancının kalmaması. İkincisi de özellikle kırsalda imar planı olmayan bölgelerde yapı ruhsatı almanın nerdeyse imkânsız, sürecinin uzun olması ve maliyetli olması. Bu kaçak yapıların ruhsatlandırılması için kanun yapma çalışmalarının olduğunu duyduk.”

Özten, kalıcı konut projelerinin oldukça yavaş ilerlediğini ve kargaşa olduğunu, TOKİ’nin yaptığı köy evlerinin amaca uygun olmadığını kaydetti:

Şu anda kentimizde konut ihtiyacının karşılanması için bakanlığın TOKİ vasıtası ile kent çeperlerinde (İkizce, Çamurlu ve Gelinciktepe gibi bölgelerde) ve kırsalda köy evleri adı altında kalıcı konutlar, yerinde dönüşüm ve rezerv alanlar projeleri ile devlet konut ihtiyacını karşılamayı amaçlıyor.

Kalıcı konut projeleri oldukça yavaş ilerlemekte. Yurttaşlar rezerv alan dışında kalan yıkılmış olan binalarını yerinde dönüşüm ile yapmaya çalışıyor yerel yönetimler ve bakanlık ruhsatlandırma sürecini çok yavaş ve zorluklarla ilerletiyor. Kent merkezinde şu ana kadar alınan yerinde dönüşüm ruhsatı 5'i, 10’u geçmez.

Rezerv alan belirleme ve yapım sırasında belirsizlikler ve kargaşa var, ilgili kuruluşların bu konuda amacı sanki; ivedilikle barınma ve işyeri problemlerini çözmek değil bireysel, grupsal çıkar ve rant sağlamak gibi görünüyor. 6 Şubat depremlerinin üzerinden geçen 18 aylık bir süreçte geldiğimiz nokta sürecin son derece kötü yönetildiğini ortaya koyuyor.

Kırsalda yaşayan yurttaşlarımız çoğunlukla tarım ve hayvancılık yapıyor. TOKİ tarafından kırsalda yapılan köy evleri; mimari ve vaziyet planı olarak bu amaca uygun yapılmamıştır ve yapılmamaktadır. Çiftçi yurttaşlarımız bu ihtiyaçlarını kaçak yapılarla karşılamaya çalışıyor. Ayrıca yapılaşma toplumsal yapıya uygun olarak yapılmalı.”

‘Bu tür işlerin bir an önce kamulaştırılması gerekir’

Elektrik dağıtımının özelleştirilmesi konusuna değinen Özten, özelleştirmeden sonra enerji nakil hatları, trafolar ve dağıtım merkezleri gibi tesislerin bakım, onarım ve yenilenmesine yeterince kaynak ayrılmadığını söyledi. Özten, elektrik dağıtımı gibi kamuyu ilgilendiren hizmetlerin bir an önce kamulaştırılması gerektiğini kaydetti:

TEDAŞ’ın kamu odaklı elektrik dağıtım hizmeti özelleştirildikten sonra kâr amaçlı oldu. Bu hizmetin özelleştirilmesinden bu yana hizmeti yapan özel firmalar daha fazla kâr amaçlı; enerji nakil hatları, trafolar ve dağıtım merkezleri gibi tesislerin bakım, onarım ve yenilenmesine yeterince kaynak ayırmadılar. Az personelle daha fazla iş, ucuz ve niteliksiz işgücü ile kârlarını artırmaya çalıştılar. Mevcut uygulama ile devam ederse ülkemizin genelinde olduğu gibi bölgemizde de sıklıkla bu tür beklenen kazalar sayısı ve büyüklüğü artarak olmaya devam edecek. Özelleştirmeden bu yana birçok bölgede yenileme çalışması yapılmamış durumda. Bu firmalar için enerjinin tüketici sayacına gitmesi yeterli, gitmediği zaman müdahale edilip gitmesini sağlamak amaçlı bakım onarım yaparlar. Daha anlaşılır olması açısından şöyle örnekleyebiliriz; araba gittiği sürece yağına suyuna bakmazsınız, periyodik bakımını yaptırmazsınız, arızalandığı zaman sadece gitmesini sağlayacak onarımı yaparsınız, bir gün de daha büyük bir arıza verir ve mal ve can kaybına neden olur, durum bu.

Bu olumsuzlukların önüne geçmek için; bu işlerin kamucu anlayışla yeniden düzenlenmesi gerekir. Öncelikle kamunun yüzde yüzünü ilgilendiren bu tür işlerin bir an önce kamulaştırılması gerekir.”

‘Şehirde insan hayatından çok rant hüküm sürüyor’

TOKİ projelerinde çalışan M.T., depremden sonra kentte insan hayatından çok rantın hüküm sürdüğünü söyleyerek başladı:

“6 Şubat depremlerinin ardından büyük yıkıma uğrayan şehirde insan hayatından çok rant hüküm sürüyor. Her ne kadar basında ders aldıkları tedbirleri artırdıkları söylense de uygulama tam tersini gösteriyor.

Yıkıma uğramış koca tarlalara dönmüş alanlara bina yapmaktansa daha çok rantın olduğu rezerv alan adı altında haneler, işyerleri gasp edilir gibi yıkılıp ülkenin belli başlı müteahhitlerine peşkeş çekiliyor. Üstelik eski milletvekili veya il başkanlığı yapmış insanlar gibi birçok insanın işyerleri tek bina kalacak şekilde rezerv alan dışında bırakılıyor. Ama diğer esnafa ve hane sahiplerine 15 gün içinde boşaltılması için tebligat iletiliyor. Üstelik şehirdeki çoğu insan hâlâ konteyner kentlerde yaşarken ve kiralık ev bulmak imkânsız hale gelmeye başlamışken yapılıyor bu uygulama.”

‘Deprem konutları ve çalışma koşulları halkın yararına değil’

Deprem konutlarının ve çalışma koşullarının halkın yararına olmadığını söyleyen M.T., iş güvenliği ve ücret konusunda sıkıntılar yaşandığını kaydetti. M.T., “Yapı denetim sadece telefondan çekilen bir fotoğrafa ofisten çıkmadan onay veriyor” dedi:

“Yapılan deprem konutları ve çalışma koşulları halkın yararına değil. Biz sosyal güvencesiz, iş güvenliği koşullarının olmadığı ve sağlanmadığı koşullarda çalışmak zorunda kalıyoruz. Ücret ödeme konusunda ise her gün şehrin farklı bir yerinden ödemesini alamayan işçilerle ilgili bilgi geliyor. Taşeron veya müteahhit, bir ekibin parasını ödemeyerek onların işini bırakıp gitmesini sağlıyor, hemen ardından farklı bir şehirden farklı bir ekip getirip çalıştırıyor ve bu döngü sürekli devam ediyor. Bu ne denetleniyor ne de şikayetler dikkate alınıyor.

Yapılan binalarda yine müteahhitlere ve firmalara kârları için göz yumuluyor. Örneğin betonların bu sıcak havada bile sulanmaması, beton dökülürken sulandırılarak dökülmesi, membran gibi yalıtımların sadece gözle görülebilecek alanlarda kullanılması gibi onlarca hatta yüzlerce normalde yasal olmayan uygulamalar devam etmekte. Evet, yapı denetim gerçeği var ama uygulamada yok. Yapı denetim sadece telefondan çekilen bir fotoğrafa ofisten çıkmadan onay veriyor. Deprem kuşağında olan bir şehirde bu tür uygulamalar bize tekrardan 6 Şubat acısını yaşatması muhtemeldir.”

M.T., sözlerini TOKİ’nin köy evlerindeki eksikleri anlatarak noktaladı:

Yapılan köy evleri köylüler gözünde tam bir saçmalık. Bırakın ahırı, kümes yapacak yeri bile olmayan, birbiriyle iç içe ve en önemlisi bahçelerden tarlalar çok uzak alanlara yapılan evlere köy evi diyorlar. Köylünün üretimine katkı sağlamaz aksine üretimi zorlaştıracak bu evler. Köylü buna karşı gelip kendi bahçesinde ev yaptığında ise ruhsat, elektrik su vermeme, altyapı problemlerinim çözülmemesi gibi baskıyla karşı karşıya kalıyor.”

                                                             /././

                                              soL - GÜNDEM

Hacıosmanoğlu'ndan MİT açıklaması: 'Sarallar ile ilişkim için ekip kuracaklarmış'

TFF Başkanı Hacıosmanoğlu, "Geçen hafta bana bilgi geldi, Milli İstihbarat Kurumu toplantı yapıyor, Hacıosmanoğlu ile Sarallar'ın ilişkisi için ekip kuracaklarmış" iddiasında bulundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/haciosmanoglundan-mit-aciklamasi-sarallar-ile-iliskim-icin-ekip-kuracaklarmis-394539)

                                                                            ***

Tütün firmasına kesilen 6 milyarlık ceza: 'Dörtlü Çete' bu işin neresinde?

Bakanlığın 6 milyar lira vergi cezası kestiği sigara firmasıyla ilgili çok sayıda soru yanıtlanmayı bekliyor. Sektör uzmanları tekellerin şimdi neden “kaçakçılık karşıtı” kesildiğini anlattı.(https://haber.sol.org.tr/haber/tutun-firmasina-kesilen-6-milyarlik-ceza-dortlu-cete-bu-isin-neresinde-394533)

                                                      ***

ABD'den Türkiye'ye sert uyarı: 'Askeri teknolojimizi Rusya'ya satmaya devam ederseniz sonuçları olur'

Türkiye'nin ABD bağlantılı askeri teknolojileri Rusya'ya satmaya devam etmesine Washington'dan uyarı geldi. Ticaret Bakanlığı, Ankara'ya "Acil çözmeniz lazım, yoksa sonuçları olur" mesajı verdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/abdden-turkiyeye-sert-uyari-askeri-teknolojimizi-rusyaya-satmaya-devam-ederseniz-sonuclari

                                                               ***

NYT: Rusya İran'a gelişmiş hava savunma ve radar ekipmanı göndermeye başladı

ABD'li NYT gazetesine konuşan İranlı yetkililer, Rusya'nın İran'a gelişmiş hava savunma ve radar ekipmanı teslimatı yapmaya başladığını doğruladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/nyt-rusya-irana-gelismis-hava-savunma-ve-radar-ekipmani-gondermeye-basladi-394531)

                                                         ***

Boğaziçi'nde bir işçinin öldüğü yurt inşaatını İBDA-C'li patronun yaptığı ortaya çıktı

Boğaziçi Üniversitesi Kuzey Kampüs’te bulunan yurt inşaatında 44 yaşındaki Abdülkadir Doğan adlı inşaat işçisi dört gün önce kum dökümü yapan kamyon dorsesinin üzerine devrilmesi sonucu yaşamını yitirdi. Boğaziçi Üniversitesi yönetimi konuya ilişkin bir açıklama yapmazken, inşaat ihalesi verilen şirketin sahibinin 2000 yılında İBDA-C üyesi olmaktan mahkumiyet cezası alan Mehmet Sedat Taktak olduğu ortaya çıktı. Cumhuriyet'te yer alan habere göre; yurt inşaatının ihalesinin İBDA-C örgütü üyeliğinden mahkum edilmiş Mehmet Sedat Taktak’ın yönetim kurulu başkanı olduğu Çevre Mühendislik İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi’ne verildiği öğrenildi.(158 milyonluk ihale) İstanbul Valiliği’ne bağlı İstanbul Proje Koordinasyon Birimi’nin internet sitesinde bulunan bilgilere göre ihalenin değeri 158 milyon 200 bin TL. İhalenin Çevre Mühendislik ile Bakırcı Yapı ve Gayrimenkul Ticaret Anonim Şirketi’nin iş ortaklığına verildiği öğrenildi. Çevre Mühendislik’in yönetim kurulu başkanı, İBDA-C üyeliği suçundan 2000’de yakalanarak tutuklanan ve mahkumiyet cezasına çarptırılan Mehmet Sedat Taktak. (Tahliye olduktan sonra BİMTAŞ'a müdür yardımcısı yapılmıştı) Taktak, aynı yıl yapılan tahliyesinin ardından İBB iştiraki Boğaziçi Peyzaj İnşaat Müşavirlik Teknik Hizmetler Ağaç Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi’nde (BİMTAŞ) genel müdür yardımcılığı görevine getirildi. 2002 yılında mülkiye müfettişlerinin yürüttüğü soruşturma sonrasında İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi (İBDA-C) üyeliği gerekçesiyle görevinden alındı.(Kamudan yüz milyonlarca liralık yakın ihale aldı) Çevre Mühendislik İnşaat’a 2006 yılında ortak olarak giren ve şu anda şirketin yönetim kurulu başkanı olan Taktak AKP döneminde aldığı kamudan ve belediyelerden aldığı ihalelerle daha önce de gündeme gelmişti. AKP döneminde İBB’den 493 milyon 255 bin TL’lik 18 ihale alan şirket, İstanbul Enerji A.Ş.’den 31 milyon 725 bin TL tutarında iki ihale, AKP’li Balıkesir Belediyesi’ne bağlı Balıkesir Toplu Konut Anonim Şirketi Genel Müdürlüğü‘nden 74 milyon 900 bin TL’lik ihale, AKP’li Kağıthane Belediyesi’nden 34 milyon 200 bin TL tutarında ihale, Yapı İşleri Genel Müdürlüğü’nden 53 milyon 895 bin TL’lik ihale, AKP’li Zeytinburnu Belediyesi’nden 40 milyon 700 bin TL’lik ihale aldığı biliniyor.

                                                              ***

Öğretmenlerden Özge Ceren ve İnanç'a karanfiller, AKP-CHP çıkar birliğine tepki

Eğitim-İş Sendikası İzmir'de Özge Ceren Deniz ve İnanç Öktemay için karanfiller bıraktı, serbest bırakılan şirket ve belediye yetkililerinin sevinç gösterilerinin “ibretlik” olduğunu vurguladı.(https://haber.sol.org.tr/haber/ogretmenlerden-ozge-ceren-ve-inanca-karanfiller-akp-chp-cikar-birligine-tepki-394538)

                                                                     /././


T-24 "KÖŞEBAŞI" -8 Ağustos 2024-

 

E - ticarette gümrük oranları neden değiştirildi? -Füsun Sarp Nebil-

Tabii ki asıl sorunlardan birisi de, AK Parti iktidarın ülkeyi ekonomik olarak getirdiği nokta, doların hâlâ suni olarak tutuluyor olması ve vergilerin önlenemez yüksekliği. Şimdi hâlâ aynı şeyi yapıyorlar. Sorunu vergileri yükselterek çözmeye uğraşıyorlar ama soralım; gümrük vergilerini yükseltmekle bu sorun çözülür mü? Asıl sorun yapısal bozukluk değil mi?

Dünden bu yana posta ve hızlı kargo taşımacılığında değişen maktu gümrük vergilerini konuşuyoruz. Bu değişiklikler, e-ticaret ile yurt dışından fiyatı yüksek olmayan ürünleri getirtenleri ve tabii ki ilgili olan birkaç e-ticaret sitesini mutsuz etti.

Ama olayın diğer boyutuna bakmak zorundayız. Hızla değişen (güya) küresel ticaret ortamında tartışılması gereken hususlar var. Kendi iç pazarımızı ve KOBİ firmalarımızı korumak zorunda olduğumuz gibi tüketiciyi bugün mutlu etmek iyi bir şey olsa da, yarının pazar ortamında tüketici acaba hâlâ mutlu kalır mı? Bugünden önlem almalı mıyız ya da hangi önlemleri almalıyız?

Vergiler yüzde 66 - 100 arttırıldı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın imzasıyla 6 Ağustos'ta yayımlanan karara göre artırılan vergi oranları 21 Ağustos'tan itibaren uygulanmaya başlayacak. Ticaret Bakanı Ömer Bolat, Çin'deki bazı internet sitelerinden ucuza ürün getirilmesine ilişkin, "Konunun çok yakın takipçisiyiz. Gerekli kararları da aldık, yakında göreceksiniz" demişti. Yapılan değişiklikleri hatırlatalım:

Bu değişen oranlar karmaşık tartışmalara neden oldu. Çünkü doların anlaşılamayan (aslında  anlaşılan) nedenlerle ucuz tutulduğu yani TL'nin pahalı olduğu bir ortamda, e-ticaret ile yurt dışından bir şeyler almak daha ucuza geliyor. Aynen bu yaz daha ucuz olduğu için, Bodrum ya da Ayvalık yerine Yunan adalarında tatil yapanların tercihleri gibi. Dolayısıyla e-ticaret yoluyla yurt dışından ürün alarak, birazcık olsun nefes alabilen tüketiciler, artan oranlardan ötürü kızgınlar. Ama bu oranlar ülkemiz KOBİ'leri açısından gitgide bozulan dengeyi bir nebze yerine getiriyor gibi gözüküyor. Onlar olumlu buluyor ve yine de yetmez diyorlar.

Biz de soralım: Aşağıda anlatacağımız sorunlara, vergi artışı yapılarak çözüm bulunabilir mi? Daha yapısal sorunlar yok mu?

Ne değişti?

Daha önceki düzenlemede AB'den gelen ürünlerde vergi yüzde 18, diğer ülkelerden gelirse vergi yüzde 30'du. Böylece vergilerde yüzde 66 ile yüzde 100 arasında değişiklik yapılmış oldu.

Kanun maddesinde belirtilene göre, 30 Euro'yu aşan 1.500 Euro'yu aşmayan ticari miktar ve mahiyet arz etmeyen eşyalar, gümrük beyanı dahil tüm gümrük işlemlerine tabi. Dolaylı temsilci olarak, posta idaresi ile Ticaret Bakanlığı'nda belirlenen koşulları taşıyan hızlı kargo taşımacılığı yapan şirketler yetkili atanabiliyor. Yetkiyi kullanacak olan hızlı kargo şirketleri gümrük müşaviri çalıştırıyor.

Alınan ürünün 30 kilogramı geçmemesine dikkat edilmesi gerekiyor. Satın alınan ürünler, 30 kilogramı geçiyorsa gümrük ticari kanunlarına tabii oluyor. 30 kilogramı geçen ürünler hesaplanırken ek olarak yüzde 48 gümrük vergisi de uygulanıyor.

Ticaret Bakanlığı, ihracat rejimine konu eşya için miktar veya değer limitlerini ayrı ayrı on katına kadar artırmaya yetkili durumda.

Değişiklik kimleri etkiliyor? 

Şimdi bu ucuz mal satan e-ticaret sitelerinden yani Çin'den ürün sipariş ettiğimizi düşünelim. 100 TL'lik ürün için örnekleyelim:

Gümrük vergisi yüzde 60,

Özel Tüketim Vergisi yüzde 20 (bazı ürünler muaf),

Gümrük sunum ücreti 22 lira,

Damga Pulu Vergisi 2.2 lira 

Yani eskiden 100 TL olan ürün artık bu vergi ve diğer ücretlerle, tüketiciye 216,2 TL'ye mâl olacak. Dolayısıyla gümrük değerlerindeki bu yükselme, tabii ki en başta tüketicileri etkileyecek. Daha pahalıya almaya başlayacaklar.

Bu durumda, o ucuz malları satan e-ticaret sitelerini etkileyecek. Yurt dışındaki depolardan ya da doğrudan yabancı KOBİ'lerden teslimat yapan firmaların e-ticaret satışları düşecek. Ya da belki sepet (yani bir seferde satabilecekleri) rakamları gerileyecek. Bu yolla bypass yapmaya uğraşacaklar.

Ama bu gümrük fiyatları telefon kılıfı gibi sarf malzemeleri satan dağıtıcı ve ara dağıtıcılar (ki bilişim sektöründe çok sayıda var) için bir denge yaratabilir. Çünkü doğrudan Çin'den satan firmalar diyelim ki, lojistik dahil 100 TL'ye bir ürün getiriyorsa, ithalatçı/dağıtıcı (omnichanell) firma aynı 100 TL'lik ürün için diyelim ki, 1 milyon tane ithal ettiğinde, üzerine gümrük vergisi ve bilimum masrafları koyacak. Dolayısıyla gümrük oranlarının değişmesi, 1.000 TL altı ürünleri ithal edenler açısından bozuk olan dengeyi yeniden sağlayabilir.

Türkiye çöplüğe döner mi?

Denge sağlayabilir desek de bilişim sektörünün derneği Tübider'in Başkanı Tuncay Işık bize, depolama maliyeti ve garanti masraflarını hatırlatıyor. Yani 100 TL'ye ürün getiren hızlı kargo firmalarının yeni vergi oranları ile, büyük miktarda ithalat yapan bilişim firmalarının (bazı ürünlerde farklı olsa da) maliyetlerinin ancak kafa kafaya geldiğini, ancak görünmeyen diğer maliyetlerin yani depolama ve garanti masraflarının burada yer almadığını söylüyor.

Dolayısıyla bilişim sektöründeki KOBİ firmalar, vergi oranlarındaki artışın, istihdam yaratan ve vergi ödeyen, Türkiye'de  yerleşik KOBİ'lerin, bu dropshipping yapan ve de Türkiye'de varlığı bulunmayan e-ticaret sitelerine karşı yeterince korunmadığı düşüncesinde.

Bu tek sepette sipariş edilen, mesela 30 dolarlık ürünler, ithalatçıların tüketiciyi koruma mevzuatı nedeniyle mecbur olduğu garanti ve teknik servis / geri iade koşullarına tabi olmadığı için de, "Acaba Türkiye özellikle kablo, kulaklık, telefon kılıfı gibi konularda çöplüğe dönüşür mü?" diye soruyor ve bakır kablo ya da HDMI kablolarda bu durumun nasıl olacağını düşünmemizi istiyor.

Konuyu sorduğumuz başka bir uzman ise, tam rekabetin sağlanabilmesi için gümrük vergilerinin ithalatçılar açısından düşürülmesi, üzerlerindeki yükün kalkması gerektiğine işaret ediyor:

"Ya Türkiye'de üretim ve ticaret yapanlara Temu gibi şirketlerin sahip olduğu ekonomik, teknolojik ve lojistik imkanları sağlayacağız ya da bu modelde mikro ithalat yapanların şartlarını yerli üretici ve tüccarların şartlarına getireceğiz.

İlkini kısa vadede yapamayacağımız için Bakanlık yabancı devlerin haksız rekabetini dengeleme yönde adım attı. Bunun ne kadar yeterli olacağını önümüzdeki günler gösterecek.

30 Euro altı ürünlerde haksız rekabet, eşitsiz koşullar devam edecek. Çin devleti destekli, para yakma imkanı olan dev şirketlerin global güçlerini ulusal ekonomiler aleyhine kullanmaları dünyanın her yerinde ticareti ve rekabeti negatif etkiliyor.

Bu soruna herkes çözüm arıyor. Ticaret Bakanlığı'nın kararı varolan haksız rekabete sınırlı da olsa pozitif bir müdahale çabası olarak değerlendirilmeli."

TEMU dünyada pazarları altüst ediyor

Şimdi bütün bu tartışmaların odağındaki firmaya yakından bakalım. Türkiye 90 milyona yakın nüfusu ile dünyanın en kalabalık ilk 20'sinde. Dolayısıyla önemli bir pazar. Bu pazarın yıllar içinde iyi-kötü oluşmuş bir kompozisyonu var ama e-ticaret şimdi bunu değiştirmekle meşgul.

Soru şu: Yabancı markalarla dolu olan AVM'ler gibi acaba e-ticareti de yabancı ülkelerin KOBİ'lerine mi teslim edeceğiz? Bunu daha önce de defalarca sorduk. Ama bu soru TEMU ortaya çıktığından bu yana daha güçlü soruluyor.

Mayıs ayında Türkiye pazarına giren TEMU konusunu yazmıştık. Bu ülkemizde merkezi olmayan (yani istihdam sağlamayan ya da vergi vermeyen), listediği ürünleri başka ülkelerden (genellikle Çin'den), başka bir ülkedeki tüketicilere aktaran bir model. Şimdilik -muhtemelen pazarı ele geçirene kadar- inanılmaz bir ucuzlukta satıyor (bu modeli Çinli telekomunikasyon üreticilerinde de gördük). Öyle ki, ortalama sepet değeri 2023 sonunda 38,9 dolar (bugünkü dolar kuru ile 1.300 TL).

Dolayısıyla 150 Euro'dan, 30 euroya inmenin temelinde bu sorun var. Türk pazarı korunmaya çalışılıyor. Ama bu olayın asıl nedeni, AK Parti'nin patlattığı enflasyondan kaçmaya çalışan ve sabit tutulan doların yarattığı ortamda yurt dışında daha ucuz ürün bulan tüketicilerin durumu söz konusu. Yani asıl neden AKP'nin ekonomiyi yönetemiyor oluşu. Bunu da not edelim.

E - ticaretimizi yabancı KOBİ'lere mi teslim edeceğiz?

Avrupa Birliği'nin DSA ve DMA ile koymaya çalıştığı kurallara bakarsanız ya da ABD'nin özellikle Çinli markalara yaklaşımlarını incelerseniz, arkasında "kendi pazarını koruma" içgüdüsü var.

TEMU için lojistik sektönden aldığım gayri resmi rakam Temmuz ayında "1 milyon adet siparişin" gerçekleştirildiği şeklinde. Bunu aşağıda göreceğiz sepet rakamı ile ve de vergi değişiklikleri olmadan hesaplarsak 40 milyon dolar'dan yani ~1,4 milyar TL/aydan bahsediyoruz. 12 ay diye bakarsak da, ~16-20 milyar TL (500-700 milyon dolar), vergisiz, istihdamsız bir rakam.

İşte vergi değişikliğinin temel nedeni bu...

Başka ilginç bir detay şu: 2022'de açılan TEMU pazara gitgide daha fazla yerleşiyor. 2022'de açıldığında 24 dolar olan sepet değeri, bugün 40 dolar'a (~1.350 TL) gelmiş. Yani 1 yıl içinde yüzde 62 artmış.

Yine aynı noktaya gelelim: Bu hızla giderse TEMU pazarı/pazarları ele geçirecek. Ucuzluğu iyi ama günün birinde pazarı ele geçirdiğinde, fiyatlar hâlâ ucuz kalır mı acaba? Soru bu.

Diğer yandan bu bir açıdan tüketici için "ucuz mal" anlamına gelse de, yine soralım: "Kalite ne durumda acaba?"

Vergi ile denge sağlamak, enflasyonu logaritmik katlar mı?

Sadece TEMU değil, mesela Amazon da aynı modeli kopyalamaya karar vermiş. Muhtemelen diğer e-ticaret firmaları da aynı modeli kopyalamak isteyecekler. O zaman nereye doğru gideriz sizce? İstihdamsız ve vergisiz bu satış modelleri, ülkenin ekonomisine ne yapar? Bugün yönetilmediğini düşünsek de, ekonomimiz hâlâ işliyor. Ama yarın?

Tabii ki asıl sorunlardan birisi de, AK Parti iktidarın ülkeyi ekonomik olarak getirdiği nokta, doların hâlâ suni olarak tutuluyor olması ve vergilerin önlenemez yüksekliği. Şimdi hâlâ aynı şeyi yapıyorlar. Sorunu vergileri yükselterek çözmeye uğraşıyorlar ama soralım: Gümrük vergilerini yükseltmekle bu sorun çözülür mü? Asıl sorun yapısal bozukluk değil mi?

Buna en ilginç örnek, cep telefonu sektörü. Vergiyi arttırdıkça fiyatlar katlamalı olarak nasıl arttı ve enflasyonu körükleyen kalemlerden birisi oldu, başka bir yazıda anlatayım. Çünkü bana göre vergi konusundaki önemli bir "case study" olmalı.

Bu Case Study vergiyi arttırdıkça, dengeyi nasıl altüst edersiniz ve enflasyonu sadece vergi oranında değil ama karşı hamleler nedeniyle logaritmik gelişmeler olmaz.

Tüketiciler ne diyor?

Tüketici Birliği Federasyonu Genel Başkanı Mehmet Bülent Deniz'e durumu nasıl değerlendirdiklerini sorduk. Şöyle yorumladı:

"Yurt dışı e-ticaret işlemine getirilen yeni vergi düzenlemesinin, ekonomi yönetiminin sıkı para politikası ve dövizin yurt dışına çıkışının engellenmesi ve yerli üreticinin korunması amacıyla yapıldığı ifade edilse de bu yeni uygulama, tüketicilerin tam rekabet ortamında seçim hakkını sınırlayacak sonuçlar verecektir.

Yeni vergi sınırı nedeniyle fiyat/kalite parametresi ile alışveriş tercihini yapmak isteyen tüketici için sınırlayıcı bir durum söz konusu olacak, vergi düzenlemesi tüketicinin yurt dışı e-ticaret yoluyla alacağı ürünün daha pahalı olmasına yol açacaktır.

Öte yandan yerli üreticinin korunması yerine, kendi lehine rekabet ortamının azaldığı bir iklimde, yerli üreticinin ürün, kalite ve benzeri noktalarda kendini geliştirme isteği yok olacak, 70'li yıllardaki gibi ithalat yasağı nedeniyle özellikle beyaz eşyada yaşadığımız kalitesiz yerli ürünlere mahkûm olunması anlamına gelecektir.

Aynı zamanda yurt içi menşeli e-ticaret siteleri lehine de haksız bir rekabet ortamı doğacak, rekabetin dolaylı olarak engellenmesinin faturasını her zaman olduğu gibi tüketici yüklenecektir.

Serbest ekonomik düzende, özellikle son tüketiciye yönelik mal ve hizmet sunumunda tam rekabet ortamının sağlanması, gümrük, vergi ve benzeri sınırlamaların en az seviyede tutularak sektörlerde hâkim durum oluşmasına izin verilmemesi gereklidir.

Tam rekabet ortamının sağlandığı ekonomik düzen, tüketici için en ucuza, en kaliteliye ulaşmasını sağlayacağı gibi yerli üretici için de geliştirici nitelikte olacaktır.

Bu yeni düzenlemenin yakın vade sonuçları üzerinde gözlem yaparak, olumsuz sürecin söz konusu olması durumunda Rekabet Kurumu'nun konuya eğilmesi için girişimde bulunacağız.

                                                       /././

TOBB endişeli, Togg'un ayağına Çin taşı mı değecek? -Candan Yıldız-

18 Temmuz'da TBMM Genel Kurulu'nda kabul edilen ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından imzalanan torba yasa, dolaylı olarak Çinli bir otomobil firmasına gümrük muafiyeti getiriyor

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 29 Ekim 2022'de Bursa'da seri üretime geçen Türkiye'nin ilk yerli otomobil markası Togg'un SUV modelinin yanında. (Fotoğraf: AA)

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Rabbim tekerine taş değdirmesin" diyerek sunumunu yaptığı elektrikli otomotiv Togg'u ciddi endişeye sevk eden bir gelişmeyi yazacağım.

Togg'u meraklıları bilir. "Yerli ve milli" olmadığına yönelik eleştirilerin odağında Anadolu Grubu, BMC, Turkcell, Zorlu Holding ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) konsorsiyumu ile Bursa Gemlik'teki fabrikasını kurdu. Yeşil teknolojiye uygun olarak yapılan bu elektrikli otomobile Çinli rakip geliyor. Üstelik AKP iktidarının eliyle…

18 Temmuz'da TBMM Genel Kurulu'nda kabul edilen ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından imzalanan torba yasa, dolaylı olarak Çinli bir otomobil firmasına gümrük muafiyeti getiriyor. Tabii ki yasada "Çinli" demiyor, ama öyle bir tarif yapıyor ki Çin menşeili elektrikli bir otomobil firması tarif ediliyor.

Firmanın adı TBMM tutanaklarından öğreniyoruz.

İYİ Partili Buğra Kavuncu'dan dinleyelim:

"Son günlerde Türkiye'de böyle inanılmaz bir Çinli yatırımcı modası var. İşte, belli bir alanda, otomotiv alanında Çinli BYD firmasına bir teşvik verildi ve Türkiye'de yatırım yapacaklar. … Verilen bu imtiyazlarla yaptığınız o Togg'la ilgili yatırım da çok büyük bir tehlike altına girdi."

İYİ Partili Dursun Ataş da şu konuşmayı yaptı:

"Çinli bir şirketin 100 bin aracı vergisiz Türkiye'ye getirmesini Meclis'e getirmişti. Bundan dolayı vazgeçilen vergi geliri ne kadar biliyor musunuz bilmiyorum ama ben söyleyeyim. 4 milyar doların üzerinde bir vergi gelirinden vazgeçilmiştir. Çinli şirket kâr edecek, vergi ödemeyecek, üstüne de reklamını yapa yapa bitiremedikleri yerli aracımız Togg büyük zarar görecektir."

Teklifin görüşüldüğü TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda, Togg üreticilerinden Türkiye ve Odalar ve Borsalar Birliği'nin (TOBB) temsilcisi "Bu düzenlemeye göre 1. 600 cc altındaki hibrit aracın 1 milyon 350 bin TL altında olması durumunda ÖTV oranının yüzde 30 olarak düzenlenmesinin Togg'un lehine olmayacağını değerlendiriyoruz" yorumunu yaptı.

Çin'den ithal edilecek ve "Plug in" denilen, hem elektrikli hem de motorlu hibrit model 100 bin otomobilin üç yıl boyunca gümrük vergisi muafiyetine sahip olmasını komisyon görüşmelerine katılan İYİ Partili Ümit Özlale'ye de sordum:

"Togg'un piyasa değeri şu an 1 milyon 700 ya da 1 milyon 800 bin TL civarında. Siz BYD otomobillerini TOGG'un altına bir fiyatla alabileceksiniz vergi muafiyetinden dolayı. Togg'u önemli ölçüde baltalıyacak. Devlet vergi gelirinden de olmuş olacak."

Çinli BYD firması 1995 yılında kurulmuş. Build Your Dreams (hayallerini yarat) sözcüklerinin kısaltması olan firma ile Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı arasında Türkiye'de yaklaşık 1 milyar dolar değerinde yatırım yapılmasını öngören bir anlaşma imzalandı geçtiğimiz Temmuz ayında. Merkezi de Manisa olacak.

BYD, elektrik otomobil satışlarında Elon Musk'ın Tesla'sıyla dünya birinciliği için rekabet ediyor.

Türkiye, Haziran ayında Çin'de üretilen araçlara ek yüzde 40 gümrük vergisi getirse de 5 Temmuz'da yayımlanan Cumhurbaşkanı kararıyla Türkiye'de yatırım yapanlar bu vergiden muaf tutuldu.

Çin bir anlamda ek vergi kararının arkasından dolandı. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu durumu anlayacağınız.

Otomotiv endüstrisi uzmanı İskender Aruoba ile de konuştum olası Togg ve BYD rekabetini:

"BYD ne yaptıysa, ne verdiyse artık; AB, Çin otomobillerini sokmamaya çalışırken Çinli firma Türkiye üzerinden Avrupa pazarına girmeye çalışacak. Çinli arabalara Türkiye damgası vurulur, AB-Türkiye Gümrük Anlaşması çerçevesinde o otomobiller Avrupa'da satılır. Buna tepki olarak Bursa'daki Oyak Renault ve Fiat fabrikalarını kapatabilir Fransa ve İtalya. Otomotiv sektöründen ekmek yiyen irili ufaklı 34 bin yatırımcı zarar görür. İşçiler işsiz kalır. Dünyada 160 yıldır otomobil yapılıyor. Bugüne kadar 25 bin tane özel marka icat edildi. 25 bin markadan global manada 70 marka kaldı. Togg'un batmasıyla ölen markalara +1 eklenecek. Bu kadar fütursuz bu kabine… Ülke aleyhine böyle kararlar alabiliyorlar. Önlerinde bir seçim var farkında değiller mi? Farkındalar da başka bir önlem aldılar mı diye korkuyorum."

Hatırlanacağı üzere T24 yazarı Füsun Sarp Nebil, bilişim devi Meta'nın Instagram'ının Türkiye'de günlerdir kapalı olmasıyla ilgili bir spekülasyonu yazmıştı:

"AKP hükümetinin Çin yakınlığı da bir etken olabilir. Şöyle ki; Instagram üzerinde ciddi bir ticaret dönüyor. TikTok bunu almak için uğraşıyor ama zor olacak. Çünkü erken gelen oturur usulü, Instagram alanı kapmış durumda."

DEM milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu'nun Çin devletinin asimilasyon, baskı ve şiddetine maruz kalan Uygur Türklerini gündeme getirirken yaptığı bir hatırlatmayı ben de hatırlatayım bunlara ek olarak.

Dönemin Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 30 Temmuz 2019  tarihinde Çin ziyaretiyle ilgili "Çin Halk Cumhuriyeti'nin daveti üzerine Sincan'a bir gözlem heyeti gönderiyoruz" diye tweet atmıştı. Bildiğim kadarıyla öyle bir gözlem heyeti gönderilmedi Uygur Türklerinin yaşadığı Sincan bölgesine. Haziran ayında Çin'e giden ve Ankara'nın "Tek Çin" politikasını teyit eden Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın Uygur bölgesine ziyaretine izin verilmesi gözlem heyeti sıfatını taşır mı bilinmez ama Türkiye'nin ekonomik krize ve Orta Doğu'da olası savaşın olası sonuçlarına karşı Çin ve Rusya ile hemhal olması, vergi muafiyeti imtiyazlarına başka bir anlam katıyor.

Bu kez Togg'un ayağına taş değebilir.

                                                              /././

Sırtında cesetle koşmak ve kâbuslarımızın kaynağı -Gökçer Tahincioğlu-

Toplama kampı, Avrupa’nın dört yanından insan taşınabilecek bir noktaya inşa edilmiş. Harita üzerinde insan taşınan ülke sayısını görünce şaşıyorsunuz… Niğde’de yavru köpekler, acı içerisinde öldürülerek, toplu bir mezara gömüldüler. Kedilerin kafası kesildi bir başka kentte… O sırada binlerce insanın üzerine bombalar atıldı. Durmaksızın devam ettiler… Ve hep haklıydılar…

İnsanların toplama kampına getirildiği ülkelerin haritası
Fotoğraf: Gökçer Tahincioğlu

Hıristiyan babası öldükten sonra Yahudi annesiyle birlikte yaşamaya başlayan genç kadın, yasal düzenlemeler hazırlanırken tedirgindi.

Babasından dolayı Hıristiyan kabul edilmesi mümkündü elbette ama kimse getirilecek yeni düzenlemelerin nelere yol açacağını kestiremiyordu.

Yasallık, yapılan her kanlı ve kötücül eylemin kılıfı haline geliyordu. Bir yasa varsa ve yürürlükteyse, o yasaya uygun davranmanın kötü bir tarafı yoktu.

Korktuğu oldu.

Getirilen yeni düzenlemeye göre artık “melez” kabul ediliyordu.

Bu Yahudi sayılmadığı için kendisine kısmi bir koruma sağlasa da her an dışlanmasına ve çeşitli eylemlere maruz kalmasına yol açabilecek bir sonuçtu. Rüyalar görmeye başladı, daha doğrusu kabuslar: 

-Annemle dağlara doğru gidiyoruz. Annem, “Yakında hepimiz dağlarda yaşamak zorunda kalacağız” diyor. “Sen kalabilirsin ama ben kalmayacağım” diye yanıt veriyorum. Bir yandan ondan nefret ediyorum. Bir yandan böyle davrandığım için kendimden tiksiniyorum.

-Annemle birlikte kaçmak zorunda kalmışız. Deliler gibi koşuyoruz. Annem daha fazla koşamayacak hale gelince onu sırtıma alıp koşmaya devam ediyorum. Annemin ağırlığı altında koşmaya çalışırken çok büyük ıstıraplar çekiyorum. Aradan epey bir süre geçtikten sonra fark ediyorum ki meğer bunca zaman sırtımda bir cesetle koşuyormuşum. O anda korkunç bir rahatlama hissi beni ele geçiriyor.

Melez kadının bu rüyaları gördüğü 1936/37 yıllarında Almanya’da henüz Yahudilerin sınır dışı edilmesi akıllardan geçen bir ihtimal bile değildi. Restoranların kapılarına Yahudilerin giremeyeceğine dair yazılar yazılmamıştı ve toplama kampları henüz kurulmamıştı.

Tıpkı o günleri yaşayan bir halkın, bugün bir halkı bütünüyle ortadan kaldırmak için her şeyi yapabileceğinin akla gelmemesi gibi.

İsrail’in Gazze’de yaptıklarının, çocuk, kadın, sivil demeden yüzbinlerce insanı bilinçli ve zalim bir biçimde katletmesine dünyanın göz yumacağının akla gelmemesi gibi…

***

Seyhan Belediyesi’nin Meclis toplantısında, MHP’li Meclis üyesi Şehmus Uçar, gündem dışı söz alarak konuşuyor:

“Ben burada MHP'yi temsil ediyorum. Bilesiniz bunu. Konuşmalarınıza siz dikkat edeceksiniz. Tahammül sınırlarımızı aşmayın. Biz Ülkü Ocakları'ndaki arkadaşlarımızı burada misafir edersek Seyhan Belediyesi'nde girecek yeriniz kalmaz."

Herkes şaşkın.

Daha sonra sözlerini, “Onlar da bizim gençlerimiz” diye savunmaya kalkıyor ama neyle tehdit ettiği açık…

Ankara’nın göbeğinde öldürülen Sinan Ateş cinayeti ile ilgili olarak dosyaya yansıyan ve yansımayan bilgileri haberleştiren gazetecilerin tehdit edilmesi gibi…

Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı’nın, gazetecileri etiketleyerek, “Bizler AB ve ABD fonlarının doldurduğu dolma kalemler değiliz, bizler kurşun kalemleriz. Kurşun kalemlerin de bir gün galip geleceğini mutlaka göreceksiniz!” ifadelerini, ‘kurşun’ vurgusuyla paylaşıp, sonradan paylaşımını silmesi gibi.

Ama zaten gazetecileri tehdit edenlere ne oluyor ki?

Evleri basan, gazetecileri dövdürten, mahrem bilgileri emniyetten alanlar ortaya çıkıyor da ne oluyor?

İtiraflar neye yarıyor?

Bir tane savcı, bir tekini soruşturuyor mu bunların, elbette hayır.

İnanç, din, dil, ırk, coğrafya fark eder mi?

Bıktırıcı derecede çok filme konu olmuş Auschwitz, yine de bunun örneği.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce, fabrikaların ihtiyaç duyduğu 100 bin zorunlu işçi-köle ihtiyacını karşılamak üzere, ihaleyle ancak gizli inşa edilmiş Polonya’daki bu toplama kampını rehberle gezmek istiyorsanız parayla bilet almanız gerekiyor.

Kapıdaki “Çalışmak Özgür Kılar” yazısını bilmeyen yok. Sadece burada değil, bütün toplama kamplarının girişinde bu slogan yazılı…

Ama bir korku iklimi yavaş yavaş böyle yeşeriyor.

Tehdit, şiddet ve hakaretle…

Yabani otlar, insan küllerinin üzerinde yeşermiş, hiç bilmeseniz, şirin bir kasabaya geldiğinizi düşünebilirsiniz.

Başta kölelik için kurulan toplama kampı, sadece bir yıl sonra, Yahudiler, Çingeneler, eşcinseller ve Nazi muhaliflerinin imha merkezine dönüşmüş. Yapılanların mutlak gizli tutulması kaydıyla, kampın içerisinde imha merkezleri kurulması kararlaştırılmış. Ve bizzat orada tutulanlara yaptırılmış bu merkezler.

Kamp iki bölümden oluşuyor. İlk kamp alanı yetersiz gelince, imha amaçlı ikinci kamp alanı oluşturulmuş. Bu kampın ortasında demiryolu var. Kafileler, önce kadınlar ve erkekler olarak ikiye ayrılıyormuş tren geldiğinde. Ardından Yahudiler, hastalar, yaşlılar, çocuklar, çalışamayacak durumda olanlar tasnif ediliyormuş.

Sol tarafa ayrılanlara kampta yer yok. Biraz sonra duş alacakları söylenerek gaz odasına sokulacaklar. Ölenler hemen yanda yakılacak.

Küllerin bir bölümü sabun, bir bölümü gübre olacak. Kadınların saçlarından yapılmış kumaşlarla şık takımlar dikilecek.

Kalanların bir bölümü kampta çalıştırılırken ölecek… Çocukların bir bölümü deneylerde öldürülecek.

Üç katlı ranzalarda, 400 kişinin kaldığı koğuşlarda hastalıktan ölecek bazıları. Bazıları tedavi edileceği düşüncesiyle gittikleri klinikte… Bir bölümü kıtlık odalarında, bir bölümü bir Nazi subayının odasında, tecavüz edilerek. Firara kalkışanların koğuşundakiler de kurşuna dizilecek.

Bu kapıdan girenlerin çok azı hayatta kalacak.

Kampta tüm bunların sonuçlarını görmek mümkün. Tonlarca kadın saçı, ayakkabılar, iskeletler, gözlükler…

Toplama kampı, Avrupa’nın dört yanından insan taşınabilecek bir noktaya inşa edilmiş. Ne büyük buluş…

Harita üzerinde insan taşınan ülke sayısını görünce şaşıyorsunuz. Hiç mi ders almaz insan?

Ve kurşuna dizme duvarı.

Kampın Nazilerden kurtarıldığı gün bile 70 kişi bu duvarın önünde kurşuna dizilmiş… Ne büyük heves…

Auschwitz’i görmeden önce ya da gezerken, zaten bunların tümünü gördüğünüzü düşünüyorsunuz.

Ancak sonrasında, o yeşilliklerin ortasında durup rüzgârın sesini dinlerken insanın utanmazlığını ve unutkanlığını fark edip, yapabileceklerini yeniden düşünerek, şimdi olanlar için, Gazze’de ölenler için, açlıktan ölenler için, katliam çağrıları için, üstün ırk sloganları için, yeni bir dünya savaşını çağıranlar için yeniden utanıyorsunuz.

***

Niğde’de yavru köpekler, acı içerisinde öldürülerek, toplu bir mezara gömüldüler.

Kedilerin kafası kesildi bir başka kentte…

Bir başka kentte baba ve oğul park tartışmasında öldürüldü.

O sırada binlerce insanın üzerine bombalar atıldı.

Birileri, başka insanların ölümünü kutladı.

Aynı anda birileri, başkaları konuşamasın diye yeni bir yasa çıkarttı.

Birileri, kalabalığın gücüne sığınıp birilerini tehdit etti.

Durmaksızın devam ettiler… Ve hep haklıydılar…

Ve rüyaları bile işgal ettiler.

***

Haftanın kitabı: Rüyaların Üçüncü Reich’ı


Yazının başındaki rüyalar, 2. Dünya Savaşı öncesinde, Almanya’da yaşayan ve “melez” sayılan bir kadına ait. İletişim Yayınları’ndan “Faşizm İncelemeleri” serisi altında çıkan, Charlotte Beradt’ın kaleme aldığı, Türkçeye Aslı Önal tarafından çevrilen kitapta, büyük savaş öncesinde insanların gördüğü rüyalar anlatılıyor.

Yazar, o dönemde çıkartılan yasalar, baskı iklimi, Naziler’in eylemleri nedeniyle insanların gördüğü rüyaları araştırmış ve bu rüyalar üzerinden totaliter rejimlerin insan psikolojisinde yarattığı etkileri incelemiş. Beradt, kitabında, terzisinden, komşusundan, teyzesinden, sütçüsünden, arkadaşlarından dinlediği, Nazi döneminde görülen rüyaları aktararak, yorumluyor. Bugün görülen kabusları da aydınlatabilecek bu çalışmayı, 1962’de kitaplaştırmış. Ve kitabın arka kapağında belirtildiği gibi, kitap, bugün, her zamankinden daha güncel.

                                                           /././

Posta / hızlı kargo ile yurt dışı alışverişlere yeni düzenleme -Binhan Elif Yılmaz-

Tüketici, yurt dışı alışverişleriyle teknolojiden tekstile geniş bir ürün yelpazesine ulaşıyordu, artan vergi yükünün tüketicinin ihtiyaçlarını giderememesi vb. nedenlerle refahını azaltması söz konusu

6 Ağustos 2024'te 4458 Sayılı Gümrük Kanununun Bazı Maddelerinin Uygulanması Hakkında Kararda Değişiklik Yapılmasına Dair 8787 sayılı CB Kararı RG'de yayımlandı.

Gümrük Vergisinin dayanağı, 04.11.1999 tarih ve 23866 sayılı RG'de yayımlanan 4458 sayılı Gümrük Kanunu ile 07.10.2009 tarih ve 27369 sayılı mük. RG'de yayımlanan Gümrük Yönetmeliğidir.

Gümrük Vergisi, mal ithalatı ile ihracatından alınan bir vergi olmakla beraber, mevzuatta Gümrük Vergileri-Gümrük Vergisi karıştırılır. Gümrük Vergileri, bir üst kavram olup, birçok vergi ve mali yükümlülüğü, ek yükümlülüğü kapsarken, Gümrük Vergisi bunlardan sadece biridir.

Gümrük Kanununun bazı maddelerinin uygulanması hakkında kararda değişiklik yapılmasına dair söz konusu karar ile gerçek kişilerce posta/hızlı kargo ile sipariş edilen, değeri 30 Euro'yu geçmeyen eşya ile 1500 Euro'yu geçmeyen ilaç cinsi eşyanın üzerinden alınan gümrük vergisi arttırıldı. Eşya, AB ülkelerinden geliyorsa vergi oranı yüzde 18'den yüzde 30'a, AB dışı ülkelerden geliyorsa yüzde 30'dan yüzde 60'a çıkarıldı. Ayrıca ÖTV'ye tabi (IV) sayılı liste kapsamındaki ürünler için ek olarak yüzde 20 oranında ÖTV söz konusu. Karara göre, gümrüksüz yurt dışı alışveriş sınırı da 150 Euro'dan 30 Euro'ya düşürüldü. 

Neden böyle bir düzenleme geldi?

Türkiye'de uzun zamandır kontrollü serbest kur rejimi devam ettiği ve içeride enflasyonun aylık olarak artışı hız kesmediği için, sipariş konusu ürünlerin yurt dışı fiyatı yurt içindekinden daha ucuz durumda. Çeşitli alışveriş platformlarından, Avrupa ya da Çin'den alışveriş yurt içinden daha ucuz olduğu için de yüksek talep görüyor. Bu durumun döviz likiditesini azaltıcı etkisi var. Ayrıca ithalatı artırıcı etki yapıyor. Özellikle dış ticaret istatistiklerinde gördüğümüz gibi, tüketim malı ithalatında düşüş yok, aksine artıyor. Geçen yılın ilk altı ayında toplam ithalatın yüzde 11,7'si tüketim malları ithalatı iken bu yılın ilk altı ayında bu oran yüzde 15,3'e yükselmiş durumda.  

Diğer yandan dünyada oldukça rekabetçi fiyatlar sunan üretici/tedarikçi firmalar var. Daha da önemlisi hizmet kalitesinde, müşteri memnuniyetinde de önemli bir rekabet var. Bu durum aynı zamanda yurt içi üretici/tedarikçilerden de beklentilerin yükselmesi demek. Ancak sonuçta aynı ürün yurt içinde daha pahalı ve talep azaldıkça firmaların gelirleri de azalıyor. Düzenleme ile yerli firmaların ürünlerine olan talebin ve dolayısıyla firmaların gelirlerinin artması hedefleniyor. Ayrıca istihdamda kayıp yaşanmaması ve yurt dışı rakipler karşısında bu firmaların rekabet gücünün korunması bekleniyor.  

Etkileri ne olur?

Gümrük vergisindeki düzenleme tüketici kararlarını değiştirici etki yaratacak. Tüketicinin vergili alandan uzaklaşması, dolayısıyla ikame etkisinin ortaya çıkması mümkün.

Vergi yükü şöyle artacak? Örneğin AB dışı ülkelerden sipariş edilen 1000 TL'lik bir ürünün Gümrük Vergisi 600 TL olacak, ancak tutar bununla kalmayacak. Vergi ve benzeri yükümlülüklerin yanında "gümrüğe sunma ücreti" denen maktu tutar, ayrıca Damga Vergisi de var. Ek olarak ÖTV (IV) sayılı listede yer alan ürün için de vergi oranı yüzde 20.  

Tüketici, yurt dışı alışverişleriyle teknolojiden tekstile geniş bir ürün yelpazesine ulaşıyordu, artan vergi yükünün tüketicinin ihtiyaçlarını giderememesi vb. nedenlerle refahını azaltması söz konusu.  

Ayrıca bu kararın enflasyonist etkisi de ortaya çıkacak. Çünkü vergi artışı ithal ürünlerin fiyatını arttırıcı etki yapacak. Diğer yandan yurt içi firmalarda da fiyat artışı kendini gösterecek. Yüksek enflasyonla geçen son yıllarımızda zaten fiyatlama davranışlarının nasıl bozulduğuna şahit olduk, o nedenle yurt içi firmaların fiyat artışına gitmeleri şaşırtıcı olmayacaktır sanırım.

Vergi geliri artar mı?

Verginin en eski ve temel amacı mali amaç ancak yeni gümrük vergisi düzenlemesinin mali amaç ile ilişkisi arka planda kalır. Şöyle ki; Gümrük Vergisi gelirlerinin toplam vergi gelirleri içindeki payı 2023'te yüzde 3,16 idi. Son üç yılın ortalaması da yüzde 3,2 düzeyinde. Ayrıca bu düzenleme, gümrük vergisinin konusunun dar bir kısmıdır.

Ayrıca böyle bir verginin yükünün hissedilmesi sonucu vergiye tepki olarak ikame etkisinin ortaya çıkması, beklenen vergi gelirinin elde edilemeyeceği anlamına gelir.

Aslında vergileme ile piyasa mekanizmasının işleyişini aksatmadan ve istenmeyen ikame etkilerini önleyerek veri bir vergi hasılatı sağlanır. Fakat mevcut ekonomik görünümde enflasyon-kur-faiz döngüsü, ücretlerin baskılanması, dış ticaret açığı gibi birçok sorun olunca, bütçeye etkisi sınırlı kalacaktır.     

                                                           /././

Emojiler olmadan önce…-Mine Söğüt-

İnternete getirilen erişim kısıtlamasına karşı eylemleri yine internet üzerinden yaptığımız sürece direniş de itiraz da ister istemez bir kısır döngünün pençesinde. Sokakların da yasaklandığı şu düzende, yeni iletişim şekilleri bulmak ve "zihinsel tüketici" olarak kaybettiğimiz gücü "zihinsel üretici" olarak yeniden kazanmanın peşine düşmek gerekiyor.

Instagram'a erişimi yasaklıyorlar ama kendilerinin de dahil olduğu kalabalıkların teknolojinin sınırsız imkanlarından yararlanarak o uygulamaya dolaylı yollardan yine de girebildiğini gayet iyi biliyorlar. Yasak binbir yerden isteyen herkes tarafından kolayca delinebiliyor ama onlar ille de devam ediyorlar.

Yapmaya çalıştıkları şey sözde uluslararası siyasi bir güç gösterisi. Ama sansür silahını işaret edilen hedefe değil ülkenin kendi bacağına sıkıyorlar. Üstelik bu silahın şimdilik bir su tabancası olduğunu herkes gibi onlar da biliyorlar.

Peki bunu neden yapıyorlar? Yaptıkları yapacaklarının teminatı olsun diye olabilir mi?

Dezenformasyon yasasını boşuna çıkartmadılar. Bu yasayı en "sabun köpüğü" yerden uygulamaya başladılar. Siyasi ağırlığı diğerlerine göre daha az olan, insanların daha çok gündelik hayatlarındaki çeşitli özel detayları paylaşmak için kullandığı, neşeli videoların izlendiği, arada ticari satışlar da yapılan eğlenceli bir oyun alanını kapattılar.

Biz de bu mantıksızlık silsilesi içinde iktidarın böyle bir dili ve işleyişi rahatça uygulamasını mızıldana mızıldana izledik, izliyoruz. Karşımıza çıkan sansüre, ayarlarımızı değiştirerek direniyoruz.

Çünkü sistem buna izin veriyor. Şimdilik. Ama ya bir gün bunu da yapamazsak?

Biliyoruz ki iktidar isterse, ayar değiştirerek sansürü delmeyi de engelleyebilir. Ve yine bu iktidar isterse ülkede her türlü internet uygulamasına gönlünce engel getirebilir. Buna imkân veren yasaları çoktan çıkarttılar, donanım zaten hazır.

Birgün bu yasakları delmeye hukuksal yaptırım da getirilerse… Şu anda yarı açık cezaevi olan ülke, o zaman anında minicik bir hücre.

Şimdilik bir su tabancası olmaktan öteye geçmeyen sansür silahının bir gün uzun menzilli bir silaha dönüşmeyeceğinin ve bizi tek tek tam alnımızın ortasından vurup yere sermeyeceğinin hiçbir garantisi yok.

Bunun için yapmamız gereken en elzem şey tabii ki şu kötücül iktidarı bir an önce tahtından indirmek ve ülkenin demokratik ayarlarını hızla yenilemek.

Ama bunun kadar elzem olan bir şey daha var. Artık başımızı avucumuzun içindeki küçük ekranlara sığdırdığımız sanal dünyadan kaldırıp, gözlerimizi biraz da bizi kuşatan gerçek hayata çevirmemiz gerekiyor.

Öyle bir noktadayız ki… Sanki sesleri ekranlardan duymadıkça anlayamıyoruz. Görüntüleri ekranlarda görmedikçe algılayamıyoruz. Güzellikler karşımıza ekranda çıkmadıkça heycanlanamıyoruz

Kediler bile, sanki, ekranlarda belirmedikçe, sevimli değil yeterince.

Sanal dünyanın iletişimde sağladığı olanakların gücüne tamamen teslim olmaktan gönüllü olarak vazgeçmeyi düşünecek ve eski pratikleri yeniden kazanmak için insani ilişkilere geri dönebilecek yetilerimiz tamamen kaybolmadan, birbirimizle yüz yüze, bambaşka bir yerden ve yeniden tanışma ve haberleşme yöntemlerini hatırlamamız gerekiyor.

İşe yan yana otururken birbirimize mesaj atmayı bırakarak başlayabiliriz. Yeniden birbirimizin gözüne bakmayı, kulaktan kulağa fısıldaşmayı, birbirimizle dokunarak anlaşmayı hatırlamamız çok zor değil.

Kalabalıkların içinde kendimizi yalnızlaştırmaya gönüllü olduğumuz şu dünyada, birbirimizle yeniden ve bambaşka bir yerden tanışmaya gönüllü olursak, elimizden alınan çok önemli bir gücü, "doğal zekâ" ve "doğal duygu" ile iletişim kurma gücümüzü hızla geri kazanabiliriz.

İnternete getirilen erişim kısıtlamasına karşı eylemleri yine internet üzerinden yaptığımız sürece direniş de itiraz da ister istemez bir kısır döngünün pençesinde. Sokakların da yasaklandığı şu düzende, yeni iletişim şekilleri bulmak ve "zihinsel tüketici" olarak kaybettiğimiz gücü "zihinsel üretici" olarak yeniden kazanmanın peşine düşmek gerekiyor.

Belki de o çok konforlu sandığımız ışıklı tavşan delikleri o kadar konforlu değildir. Belki de beslendiğimizi sandığımız o dijital kaynakların bazıları da zehirlidir. Ve belki de insanın "kendi" zekâsı sanıldığı kadar geri değil, bazı durumlarda sanıldığından ileridir.

Ufukta görünen tehlike, uzun vadeli bir ev ödevi veriyor hepimize:

Hatırlamaya çalışalım, hayatında emojiler olmadan önce, insan duygularını nasıl aktarırdı birbirine?

(T-24)