Cumhuriyet "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -20 Eylül 2024-

 

HÜDA PAR+AKP+MHP şirketi -Özdemir İnce-

HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu kameranın karşısına geçmiş şımarık bir eda ile ve pişmiş kelle gibi sırıtarak “Ahmağa anlatır gibi tek tek söyledim, buna rağmen anlamamakta ısrar ediyorlar. Biz, anayasanın 4. maddesi olmasın diyoruz. Kameraya bakarak söyleyeyim bir daha. Anayasanın 4. maddesine karşıyız. Tamam mı anladınız mı? 4. madde gelecek nesillerin iradesine ipotek koymaktır” diyor.
 
Diyor da bu cahil adam bütün anayasaların ipotek koyan bir rehber olduğundan habersiz. Beğenmediğiniz anayasa maddesini kaldırmak da ipotek koymaktır. TC Anayasası’nın 4. maddesine karşı olan bir kimse ilk üç maddesine de karşıdır. Bunu söyleyen insana sözlükteki bütün kötü sıfatlar yapıştırılabilir.

10 Eylül 2024 tarihli “Kemalizm sapıklıkmış” ve 13 Eylül 2024 tarihli “HÜDA PAR’ın parti programı” yazılarımla bu fesat yuvası partiyi ihbar etmiştim. Şimdi, son (2023) genel seçimde ve daha sonra Cumhur İttifakı’nın dışarıdan destekçisi olan HÜDA PAR bu ittifakın hukuken olmasa da ortağıdır.

Cumhur İttifakı, HÜDA PAR’ın desteğine itiraz etmediğine göre bu parti “Cumhur İttifakı Şirketi”nin fiili ortağıdır. Önce bunu saptamamız gerekiyor. Siyasal partilerin ortaklığı ticaret ortaklıklarına (limited, komandit ve anonim) benzemez. Siyasal partiler ortaklığında ya da koalisyonunda her ortak öteki ortağın yaptığından sorumludur. Ortak olmayan partiler arasında da bir başka sorumluluk ilişkisi vardır. Bir olguya, bir söze, bir cümle ya da programa karşı çıkmamak onaylamak anlamına gelir.

AKP ve MHP (“Millici Hareket Partisi”) ortak olamasalar da HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu’nun, “Ahmağa anlatır gibi tek tek söyledim, buna rağmen anlamamakta ısrar ediyorlar. Biz, anayasanın 4. maddesi olmasın diyoruz. Kameraya bakarak söyleyeyim bir daha. Anayasanın 4. maddesine karşıyız. Tamam mı anladınız mı? 4. madde gelecek nesillerin iradesine ipotek koymaktır” sözlerinden ebediyen sorumludur.

“Milliyetçi” olup bir türlü “milli” olamayan MHP dut yemiş bülbül gibi susmakta. Bir başka parti ya da kurum ve kuruluş aynı cümleyi söyleseydi yeri göğü inletirdi. AKP’nin duruş ve taktiği belli, kendi söyleyemeyeceği şeyleri MHP ve HÜDA PAR ağzına söyletiyor.

Anayasanın ilk dört maddesine ve dolayısıyla 174. maddesine karşı olan HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu 4. maddeyi nasıl kaldıracak ya da kaldırtacak? Bunu kendisine sormak zorundayız. Ama ben DP genel başkan yardımcısı ve İstanbul milletvekili Cemal Enginyurt’un gazetelerde yer alan tepkisini aktarmakla yetineceğim: “İyi dinle. Anayasanın 4. maddesi üzerinden şark kurnazlığı, tilki kurnazlığı yapıyor. Dördüncü madde değişsin istiyorsun ya, kendini akıllı zannetme. Aklımızla oynama. Anayasanın ilk 4 maddesi ve 66. madde değiştirilemez Zekeriya Yapıcıoğlu. Sen ve senin gibiler Türk düşmanısınız. Türkiye Cumhuriyeti Devleti düşmanısınız. Türk bayrağı düşmanısınız. Türk milletine ve Mustafa Kemal Atatürk’e düşmansınız. Bunu delikanlı gibi söyleyin. Gelin AKP ile birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yüreğiniz yetiyorsa anayasayla ilgili değişiklik teklifini birlikte verin. Recep Tayyip Erdoğan görev verdi, televizyon televizyon dolaşıyor. Ortalığı birbirine katmaya çalışıyor. Milleti birbirine düşman etmeye çalışıyorsun. Sen insan olsan Güneydoğu’da gençlerin sorunlarıyla ilgilenirsin. Kürt halkının ekonomik sorunlarıyla ilgilenirsin. Çiftçiyle ilgilenirsin. Tek derdin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yıkmak. Anayasanın ilk dört maddesini değil sana, kralına değiştirmeyiz. Can verir yine değiştirmeyiz. Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti Devleti!”

DP Milletvekili Enginyurt, yaptığı açıklamada milletvekili yemininde yer alan “... Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim” bölümünü hatırlatıyor ve “HÜDA PAR’lı vekiller namus ve şerefini sorgulamalılar. ‘Ahmak’ sözünü kullandı diye Ekrem İmamoğlu’na 2 yıl 7 ay hapis cezası verenlere çağrıda bulunuyorum; anayasaya sadakat sözünü yerine getirmeyen HÜDA PAR kapatılmalı, Yapıcıoğlu tutuklanmalıdır” diyor.

Evet, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu 4. maddeyi nasıl kaldıracak ya da kaldırtacak? Bunu kendisine sormak zorundayız. Ama ben R.T. Erdoğan ile özellikle de milliyetçi olup milli olamayan MHP’nin genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Zekeriya Yapıcıoğlu ile partisinin haddini bildirmek ve dahası bu partiyi cumhuriyet savcılarına ihbar etmek zorunda olduklarını düşünüyorum. Yoksa ortak olurlar!
                                                         /././

HÜDA PAR parti programı -Özdemir İnce-

Wikipedi’ye “Bir siyasal parti nasıl kurulur?” diye soruyorum ve şu yanıtı alıyorum:Siyasi partiler, aşağıda belirtilen ve her birinden beşer adet hazırlanan bildiri ve belgelerin, İçişleri Bakanlığına verilmesiyle tüzel kişilik kazanırlar.
1- Siyasi partinin adı, genel merkez adresi ile kurucuların (partiye üye olma yeterliğine sahip en az otuz Türk vatandaşı) adı, soyadı, doğum yeri ve tarihi, öğrenim durumları, meslek veya sanatlarıyla ikametgâhlarının belirtildiği, bütün kurucular tarafından imzalanmış bildiri formu,
2- Nüfus kayıt örnekleri,
3- Adli sicil belgeleri,
4- Kurucuların ayrı ayrı düzenledikleri siyasi parti kurucusu olabilme şartlarını taşıdıklarını belirten imzalı beyannameleri,
5- Kurucular tarafından imzalanmış parti tüzüğü ve programı.
Benim için en önemli koşul kurulacak siyasal partinin programının devlet tarafından okunup okunmadığı, onaylanıp onaylamadığıydı. TC İçişleri Bakanlığı Sivil Toplumla İlişkiler Genel Müdürlüğü tarafından okunup onaylanıyormuş.

Buna göre HÜDA PAR Partisi’nin şimdi okuyacağınız ve Erbil, Rûdaw-Net’ten aktardığım program maddeleri adını verdiğim genel müdürlük tarafından mutlaka okunmuş ve onaylanmış olmalı:
- Mevcut merkezi ve yerel devlet organizasyon yapısının ıslahı ile beraber, mevcut yapının tabu olarak kabulünden vazgeçilerek olumlu ve olumsuz tüm yönleri ile eyalet sistemi, özerklik, federasyon gibi yönetim modelleri üzerinde serbestçe tartışılabilmelidir. Toplumun huzur, refah ve güveni için gerekli olduğunun toplumun çoğunluğu tarafından kabulü halinde bu modeller uygulanabilmelidir.
- Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğu nitelemesinden vazgeçilerek Kürtlerin varlığı anayasal olarak tanınmalı, Türkler ve Kürtler, ülkenin asli kurucu halkları olarak kabul edilmelidir.
- Kürtçe, Türkçe ile beraber ikinci resmi dil olarak kabul edilmeli, Kürtçe aynı zamanda eğitim dili olmalıdır. Yeterli talep olması halinde anadili farklı olan diğer vatandaşların da kendi dillerinde eğitim alabilmelerinin önü açılmalıdır.
- Zulüm ve ayrımcılık uygulamış olan tarihi şahsiyetlerin isimlerini taşıyan okul, kışla, cadde, sokak ve benzeri yerlerin isimleri derhal değiştirilmelidir.
- Başta vatandaşlık tanımı olmak üzere, anayasa ve sistemin bütün resmi literatürüne hâkim olan Türklük esaslı dışlayıcı ve ayrımcı söylem terk edilmelidir.
- Sayısı binleri bulan kayıpların akıbeti açıklanmalı, faili meçhul cinayetlere ilişkin soruşturmalar ciddiyetle yürütülmeli ve sorumlular bulunup cezalandırılmalıdır.
- Köy yakma ve zorunlu göç olaylarının hesabı sorulmalıdır. Ergenekon, jitem ve benzeri yapılanmaların bölgede yaptığı hukuksuzluklar derinlemesine soruşturulmalıdır.
- Başta Şeyh Sait olmak üzere Kürtlerin büyük bir saygı ile andıkları Kürt âlimlerine zulmedildiği resmen kabul edilmeli, yakınlarından ve bütün halktan özür dilenmelidir.
- Said-i Nursi, Şeyh Sait ve Seyyid Rıza gibi şahsiyetlerin mezar yerleri açıklanmalı, İstiklal Mahkemeleri ile ilgili arşivler derhal açılmalıdır.
- Medreseler iyileştirilmeli, asli fonksiyonlarına kavuşturulmalı ve medreselerde verilen icazetlere resmi statü tanınmalıdır.
- Vatandaşlığa kabul işlemlerinde başka ülke vatandaşı olan Kürtlere de Batı Trakya ve diğer bölgelerden gelen Türk kökenli kişilere sağlanan kolaylık ve ayrıcalıklar tanınmalıdır.
- Siyasi nedenlerle uğradıkları takibat veya aldıkları cezalar nedeniyle yurt dışına çıkmak zorunda kalmış olanların ülkeye, siyasi düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde tutulan kişilerin de toplumsal hayata dönebilmeleri için siyasi af çıkarılmalıdır.
- Katı merkeziyetçi yönetime son verilerek yerel yönetimler güçlendirilmeli ve tüm yerel yöneticiler halk tarafından seçilmelidir.
- Merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki vesayeti kaldırılmalı, bunun yerine karşılıklı işbirliği sağlanarak, yerel yönetimlerin iç denetim mekanizmaları etkin hale getirilmelidir.
- Yine merkezi idarenin belediyeler üzerindeki denetimi; belediyelerin özerkliğine zarar vermeyecek düzeyde, orantılı, sadece anayasa ve yasalara uygunluk denetiminden ibaret olmalı, yerindelik denetimi olmamalıdır.

HÜDA PAR’ın programının tamamı kuşkusuz bu kadar değil. Bu kadarını okuyarak bu partinin programının Siyasal Partiler Yasası’na uygun olup olmadığına karar verebilirsiniz.
                                                       /././

Kemalizm sapıklıkmış...-Özdemir İnce-

Ordumuzun kuvvet komutanlarıyla yanyana Malazgirt kutlaması yapan HÜDA PAR, anayasanın ilk dört maddesinin tartışılamayacağını söyleyen TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’a sert çıkmış. HÜDA PAR Genel Başkan Vekili Halef Yılmaz“Mesele, Batı’nın teknik ve ilerlemesini değil, sapıklık ve batıl kültürünü taklit eden Kemalizm zihniyetinden anayasanın arındırılmasıdır” demiş ve bir açıklama yapmış: 
AKP, dolayısıyla genel başkanı R.T. Erdoğan yıllardır MHP’yi maşa olarak kullanmaktaydı; bir süredir HÜDA PAR ikinci maşa oldu. Tartışma dışı kalarak hedef olmamak için, kendi söylemek istediklerini HÜDA PAR’a söyletiyor. Bunun son örneği HÜDA PAR Genel Balkan Vekili Halef Yılmaz’ın sözleri. Bu zat, anayasanın ilk dört maddesinin tartışılamayacağını söyleyen TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’a karşı çıkarken gözünü karartıp zırvalamış. Şöyle konuşmuş:
“Mesele, ilk dört maddeden çok daha önemli ve büyüktür. Mesele şekilsel değişikliklerden ibaret bir düzenleme yapmak olmamalıdır. Mesele; bu millete dayatma ile, hile ile çökmüş olan batıl bir ideolojinin ve kişilerin ilahlaştırılması yanlışının sonlandırılarak bir asırdır milleti Batı’ya gönüllü kul köle yapmaya çalışan ve batının teknik ve ilerlemesini değil, sapıklık ve batıl kültürünü taklid eden Kemalizm zihniyetinden anayasanın arındırılmasıdır.”
“Mesele; laiklik adı altında milletimizin dini olan İslama düşmanlığa sebep olan bütün yanlışların düzeltilmesidir. İlk dört maddenin bundan istisna tutulması meseleyi çözecek midir? 12 Eylül darbecilerinin dayatmalarının hâşâ vahiymiş, Allah kelamıymış gibi kutsal ve dokunulmaz görülmesi akıl, inanç ve bilim zaviyesinden nereye oturtulacaktır? Aksi takdirde ne düzeltilmiş olacak? Neresi yeni olacak? Neye çare olacak?”

Halef Yılmaz adlı zat, yüzlerce yılın kokuşmuş yavelerini tekrarlıyor. Kal neymiş, Kemalizm Batı’nın teknik ve ilerlemesini değil, sapıklık ve batıl kültürünü taklit ederek Kemalizm olmuş. Bre adam, Batı kültürü neye göre sapıklık ve batıl? Yedinci yüzyıldan bu yana yerinde sayan, bir milim ilerlemeyen Arap toplumuna ve onun inancına göre mi? Bu iddialar ıskarta oldu. Batı’nın teknik ve ilerlemesinin kaynağında itici motor senin sapık ve batıl dediğin insan zekâsının milyonlarca yıllık kültür birikimi vardır.

O senin batıl ve sapık dediğin kültürün emekçilerini sayalım mı? Adsız insanlık kültürü + Babil, Sümer, Mısır, Uzakdoğu, Anadolu, Grek ve Roma + Rönesans kültürleri ve insanlığı şaha kaldırıp uzaya gönderen bilimsel devrimin baş yapıcıları:1 Nikola Kopernik, Galileo Galilei, Johannes Kepler, Christian Huygens, İsaac Newton, Antoine Laurent Lavosier, Andreas Vesaius, William Harvey, Charles Darwin.

HÜDA PAR Genel Başkan Vekili Halef Yılmaz’a göre: “Mesele; laiklik adı altında milletimizin dini olan İslama düşmanlığa sebep olan bütün yanlışların düzeltilmesi” imiş.

Laiklik din dışında, yeryüzündeki bütün insani ve bilimsel olgu, olay ve gerçekleri kapsar. Laiklik, İslam dahil olmak üzere insanlığı dinlerin baskısına karşı korur ve onu özgürleştirir. Laiklik dinleri itibarsızlaştırmadı; dinlerin inanç silahlarını elinden alan laiklik değil bilimdir.

HÜDA PAR Genel Başkan Vekili Halef Yılmaz bilmiyor ya da kabul etmiyor olabilir ama Kopernik devrimi Dünya (yer) merkezli evrenin yerine Güneş merkezli evrenin düşünsel-bilimsel darbesini yaptığından bu yana bütün vahiyler dinsel inancın sınırları içine çekilmiştir. Artık yeryüzü ve insanla ilgili hiçbir olguyu vahiyle açıklayamazsınız. Kutsal Kuran’a da ilham vermiş olan İncil’in Yaratılış bölümü artık zamanaşımına uğramış bir bilimkurgudur. İlk modelin tekrarının tekrarıyla günümüzü Batı bilim ve tekniğinin yaratıcısı olan Batı kültürünü ve Kemalizmi anlayamazsınız. O Kemalizm sayesindedir ki minarelerinde ezan okunmakta camilerinde namaz kılınmaktadır. Nankör olmayın. Örnek alıp taklit ettiğiniz Arap dünyasına bakıp kendinize gelin ve milli olun! Kemalizm Türkün millilik ilkesidir. Ancak milli olmayanlar Kemalizme küfür eder, ey HÜDA PAR’ın genel başkan vekili!

                                                             ***

Not: 8 Eylül 2024 tarihli ve ARADIĞIMI BULDUM adlı yazıda yer alan “Türklerin kültürü Arap kültürü, dili Arapça olsaydı, Mustafa Kemal Paşa Kurtuluş Savaşı’nı kazansa bile Cumhuriyet Devrimlerini asla yapamazdı!” cümlesi Adonis’ten alıntı değildir. Cümlenin sahibi benim.

1- Bilimsel Devrimin Başyapıtları, Bilim ve Gelecek Kitaplığı

                                                                                       /././

‘Çürüme’ ve ‘alçalma’ -Ergin Yıldızoğlu-

Siyasal İslamın iktidarı pekiştikçe ülke insanı giderek artan oranda kapitalizm öncesi bir “hakikat rejimini” dayatma çabalarıyla, Cumhuriyet kurucu geleneğinin “hakikat rejimini” koruma çabaları arasına sıkışıyor. Böylece etik değerler bulanıklaşıyor, anlamlar zinciri istikrarını, egemen ideolojinin “ana göstergesi” (laiklik) verimliliğini kaybediyor. “Çürüme”, Ataol Behramoğlu’nun deyimiyle “alçalma” işte bu şizofren dünyanın, bir semptomudur!

İKİ FARKLI REJİM
Türkiye’de son yıllarda devletin kamu kurumlarının geçirdiği ideolojik dönüşüme, bu dönüşümün bilgi üretim süreçlerine, toplumsal yapıya yansıma biçimlerine bakınca, “laiklikten” hızla uzaklaşıldığı, “seküler hakikat rejiminin” tasfiye edilmekte, yerine bir “dini hakikat rejiminin” dayatılmakta olduğu görülür.

“Seküler hakikat rejimi”, bilimin, rasyonel düşüncenin ve hukukun egemen olduğu bir düzeni ifade eder. Bu rejimde hakikat, nesnel kanıtlara, bilimsel araştırmalara, akıl yürütmeye dayanır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkeleri olan laiklik, bu “hakikat rejiminin” temelini oluşturur. AKP döneminde laiklik ilkelerinin, bu ilkelere dayanan hak ve özgürlüklerin sistematik bir biçimde ihlal edilmesi, kamu kaynaklarının dini yapılara aktarılması, “seküler hakikat rejiminin” tasfiye edilmekte olduğunun en net göstergeleridir.

Özellikle eğitim, sağlık ve yargı alanında laiklik ihlallerinin arttığı, bilimsel düşüncenin hızla tasfiye edildiği görülüyor. AKP milletvekili eski savunma bakanı Hulusi Akar’ın eğitimin amacının “Bilgi edinmek değil, Allah korkusunu öğretmektir” sözleri, eğitim sisteminin bilgiye dayalı bir yapıdan dini inançlara dayalı bir yapıya doğru kaymakta, bilimsel hakikatin yerini dini hakikatin almakta olduğunu doğruluyor. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin  “Türkiye, eğitimde sessiz bir devrim gerçekleştirdi” derken işte bu gerçeği vurguluyor.

“Dini hakikat rejimi”, hakikatin ilahi kaynaklardan geldiği, toplumun bu ilahi hakikate göre yönetilmesi gerektiğini savunan bir sistemdir. Türkiye’de bu rejimin yerleştirilmekte olduğu, devlet kurumlarının, siyasetçilerin söylemleriyle daha da netleşiyor. Bu düzende, hakikat artık bilimsel yöntemlerle değil, dini otoritenin, ruhban sınıfının belirlediği çerçeveler içinde üretiliyor. Türkiye’de mevcut siyasi iktidarın dini otoritelere verdiği destek, ruhban sınıfının toplumda, özellikle eğitim alanında genişleyen ve derinleşen etkinliği, varlığı dini hakikatlerin artık yargı, eğitim ve kamu politikalarında belirleyici kaynak olmaya başladığını gösteriyor.

DEVLET VE İKTİDAR
Tarikat ve cemaat yapılarının devlet kurumlarında giderek artan varlığı, bu yapıların devlet kaynaklarıyla beslenmesi, “dini hakikat rejiminin” kurumsal yapıda nasıl bir yer edindiğini gösteriyor. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Türk Silahlı Kuvvetleri içinde tarikat ve cemaat yapılanmalarının arttığına ilişkin gözlemler, devletin güvenlik ve savunma politikalarının bile dini referanslarla şekillendiğini düşündürüyor. İktidar gücünü pekiştirmek için dini hakikatleri araçsallaştırıyor. Dini cemaatler, devletin karar alma süreçlerinde etkili olmaya başladıkça, seküler hakikatler ve rasyonel yönetim anlayışları dışlanıyor.
Her toplumda “hakikat rejimi”, o toplumun iktidar yapılarıyla şekillenir, o iktidarı genişletir, yeniden üretir. Türkiye’de akademisyenler, laiklik yanlısı gruplar ve muhalefet, yargı, medya ve eğitim kurumları, “dini hakikat rejiminin” etkisi altında giderek etkisizleşir hatta yeniden şekillenirken eleştirel ve bilimsel düşünce geri plana itiliyor, ruhban sınıfının günlük yaşamı şekillendirme gücü artıyor, giderek kanıksanıyor.

Yargının muhalif kesimleri cezalandırmak için bir araç haline getirilmesi, dini hakikat rejiminin iktidar ilişkileri içinde nasıl kullanıldığını da gösteriyor. Muhalif sesler susturulurken adalet, rejime yakınlık ilkesine göre “dağıtılıyor.” 

Başta CHP olmak üzere muhalefet, bu süreci ve yönünü, “bütünlüğü” ile ve nihai hedefi açısından görmekten kaçınıyor; adeta “Ağaçlara bakarken ormanı göremiyor”. Süreç de “kendi seyrinde kesintiye” uğramadan, derinleşerek, yaygınlaşarak, hızlanarak ilerliyor.
                                                        /././

Avrupa’nın çıkmaz sokağı -Ergin Yıldızoğlu-

Avrupa Birliği (AB), bir dönem “önlenemez”“dışında kalınamaz” denen küreselleşmenin, ekonomik, politik hatta kültürel olarak adeta en gelişmiş örneğiydi. Finansal kriz, arkasından kronik ekonomik durgunluk bu görüntüyü bozdu. 
Mali, ekonomik, hatta siyasi krizlerle sarsılan AB, ABD-Çin arasında giderek yoğunlaşan ekonomik teknolojik rekabet ortamında, bu merkezlerin gerisinde kalmaya başladı.
 
Avrupa Merkez Bankası’nın eski başkanı, İtalya’nın eski başbakanı Mario Draghi’nin hazırladığı 400 sayfalık kapsamlı rapor da durumu böyle görüyor. Draghi, raporda, Avrupa’nın ekonomik teknolojik geri kalma riskine karşı, ekonomik büyümeyi, üretkenlik artışını güvenceye alacak, AB’nin rekabet gücünü artıracak, refahını, liberal demokratik modelini koruyacak önerileri içeren kapsamlı bir plan sunuyor.
 
‘SANAYİ POLİTİKASI’ AMA ZOR…
Raporunda sunulan uzun öneriler listesi içinde özellikle, teknolojik gelişme ve üretkenlik artışı bağlamında, inovasyonun desteklenmesi, riskli ama umut veren yeni projelerin finansmanına devlet katkısı, Avrupa ekonomisinin ölçek avantajının değerlendirilebilmesi için ulusal pazarların parçalı durumunun aşılarak, bütünleştirilmesi gibi gerçekten ilginç konular dikkat çekiyor. Rapor, AB’nin hem uluslararası tedarik zincirlerinde hem de stratejik mineraller ve enerji tedarikinde dışa bağımlılığını azaltmayı amaçlıyor. Kısacası, daha önce aktardığım “yeni bir model” arayışına, Draghi de “sanayi politikaları” (plan, devlet desteği, korumacılık-bu sonuncusunda temkinli konuşuyor), ekonomik, stratejik “bağımsızlık” gibi konulara eğilerek katılıyor. Diğer taraftan bu konulara biraz daha yakından bakınca AB’nin geleceğine ilişkin bir seri başka çok önemli sorun/ engel, belki de bir “Aşil topuğu” belirginleşmeye başlıyor.
 
Örneğin, Draghi’nin önerilerinin başarısı için AB çapında ortak bir vizyonun benimsenmesi, bu vizyonunun kararlılıkla uygulanması gerekiyor. Ancak Avrupa’nın dağınık ve parçalı siyasi, hukuki yapısı, bir ortak vizyonun benimsenmesine, uygulamak için ortak hareket edilmesine izin vermiyor. Böyle olunca da AB’nin piyasa, ekonomi, teknoloji bağlamında ölçek avantajından, bu ölçeğin içerdiği potansiyellerinden yararlanmak olanaksızlaşıyor.
 
BİR HEGEMONYA SORUNU
Devletler arası ilişkiler; “eşitlik”, “karşılıklı saygı”, “dostluk” gibi diplomatik söylemlere karşın, pratikte, güç, egemenlik ve bağımlılık ilişkileridirler. Bu ilişkilerin siyasi ekonomik krizlere hatta savaşlara vb., yol açmasını, ancak hiyerarşik bir hegemonya (liderlik, sorun çözme kapasitesi, özendirme ve bunu koruyacak güç) düzeninin kurulması önleyebilir.
 
Yukarıda dikkat çektiğim o “Aşil topuğu”, AB bir devletler topluluğu olarak şekillenmeye başlamasından bu yana gündemde olan hegemonya sorununun, finansal kriz sonrasında belirginleşen bir emperyalist “merkez-çevre dinamiğine”, Almanya’nın AB çapında kararları belirleme gücüne karşın aşılamadığını gösteriyor. Dahası, Almanya’nın yeniden sınır kontrolleri koymaya başlamasına, Viktor Orbán ve Geert Wilders gibi faşist liderlerin bu karar karşısındaki sevincine, Fransa’da Macron’un, başbakanlığı Barnier’e vererek, faşist LePen’i mecliste “kral yapıcı” konuma yükseltmesine bakınca, AB’de genel eğilimin bir hegemonya altında toparlanma değil parçalanma yönünde olduğu görülüyor.
 
Draghi’nin raporunun ölü doğmuş olmasının bir nedeni daha var: Bu da 1970’lerde egemen “sermaye birikim rejiminin” (emek süreçlerinin, ücret ilişkilerinin, artı-değer üretim tarzlarının eklemlenmesi) ve onun “regülasyon (kâr oranları düşme eğiliminin karşıt eğilimlerini, devletin de katkısıyla yönetilmesi) modelinin” tükenmesiyle oluşan “yapısal kriz” ile ve bu krizi bir süre için neoliberal küreselleşme ile yönetme çabalarının da 2000’li yıllarda tükenmesiyle ve nihayet, düzenleyici siyasi merkezin, ABD hegemonyasının çözülmesiyle ilgili.
 
ABD hegemonyası, AB, “kurala dayalı düzen”, hatta enerji rejimi, iklim sistemi, ekonomik, demografik coğrafyalar, “her şey” çözülüyor. “Koşullar mükemmel”  ama “özne” tarafında 100 yıl öncesine yönelik melankolik bir nostalji egemen.
                                                       /././

İsrail teröründe yeni aşama -Mehmet Ali Güller-

İsrail, Lübnan’da (ve bir kısmı da Suriye’de) büyük bölümünü Hizbullah üyelerinin kullandığı 5 bin çağrı cihazını patlatarak yeni bir terör saldırısına imza attı: 12 kişi öldü, 3 bine yakın kişi yaralandı.

Uzmanlar saldırının nasıl yapılabildiği konusunda üç olasılık üzerinde duruyorlar: 
1) İsrail üretim sürecinde, çağrı cihazlarına zararlı yazılım yüklemiş olabilir. Böylece internet olmadan da zararlı yazılım üzerinden bataryayı ısıtıp patlatabilir.
2) Cihazlarda yer alan bir açık üzerinden bataryaların ısıtılarak patlatılmasını sağlayacak bir mesaj göndermiş olabilir. (Örneğin bir telefon markası, yazılımdaki bir açık nedeniyle yabancı karakterli mesajla bataryasının aşırı ısınma problemi yaşamış ve ürünlerini geri çekmişti.)

İSRAİL’İN DESTEKÇİLERİ
3) Ancak tahribat büyüklüğü, batarya patlamasından öte bir duruma işaret ediyor. Dolayısıyla İsrail yine tedarik ya da üretim sürecinde çağrı cihazlarına patlayıcı yerleştirmiş olabilir. (Daha önce 15 gram patlayıcı yerleştirilmiş cep telefonuyla bir Hamas yöneticisine suikast düzenlemişti.)

Her durumda İsrail bu saldırı için ABD’den üretici firmaya kadar bir dizi iç ve dış aktörle işbirliği yapmış olabilir. (Üretici Tayvan firması, çağrı cihazlarının, lisans verdikleri bir Macar şirketi tarafından Budapeşte’de üretildiğini söyledi.)
Peki İsrail, kendi teröründe yeni bir aşama sayılacak bu insanlık dışı saldırıyı neden yaptı?

AMAÇ SAVAŞI BÖLGESELLEŞTİRMEK
İsrail savaşı bölgeselleştirmek istiyor. Bu nedenle İran’ı iki kez kışkırttı. İran’ın diplomatik temsilciliğini vurarak, kendisine saldırmaya mecbur etmeye çalıştı. Bölgesel bir savaş istemeyen İran ise savaş çıkartmayacak düşüklükte ama İsrail’i de vurabileceğini gösterecek büyüklükte, ölçülü bir yanıt verdi.
 
Netanyahu hükümeti yeniden İran’ı kışkırtabilmek için, bu kez Hamas lideri  Haniye’yi vurdu. Haniye, helikopter kazasında ölen İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin cenaze töreni için İran’a gelmişti. Tahran yönetimi, zamanını ve yöntemini açık tutarak İsrail’e vereceği yanıtı şimdilik bekletiyor.

Netanyahu hükümeti bu nedenle şimdi de savaşı Hizbullah üzerinden Lübnan’a yaymaya çalışıyor. Bu amaçla sık sık Lübnan’a füze saldırısı yaptı. Hizbullah da yine füze saldırılarıyla karşılık verdi. İsrail, ABD’nin de İran gibi bölgesel savaş istemediği şartlarda, savaşı bu yöntemle Lübnan’a yayabilme fırsatına kavuşamadı. 

İşte İsrail, çağrı cihazlarını patlatarak düzenlediği terör saldırısıyla, Hizbullah’ın vereceği karşı saldırı üzerinden savaşı Lübnan’a yaymak istiyor. Nitekim hızla Lübnan sınırına bir tümen gönderdi.

KÖTÜLÜK ORGANİZASYONU: İSRAİL
İsrail, çağımızın gördüğü ve belki de göreceği en büyük kötülük organizasyonudur. Bir terör devletidir, soykırımcıdır, kitlesel katliamları ile en büyük insanlık düşmanıdır.

Binlerce yıllık dini metinler ile toprak işgaline en gerici gerekçeler üreten, ırkçı ve dinci anayasası ile kendini seçilmiş halk görüp buradan hareketle Ortadoğu’da Filistinlilere soykırım uygulayan, emperyalist ABD’nin bölgesel karakolu olarak onun askeri, istihbari, siyasi ve ekonomik desteğiyle coğrafyamızda cinayetler ve suikastlar işleyen, 1948’deki kuruluşundan önce terörle başladığı yolda terörle ilerleyen bir büyük kötülük organizasyonudur İsrail...

İsrail’in pervasızlığı ve dokunulmazlığı, ABD’nin gücüdür. Dolayısıyla İsrail’e karşı mücadele, ABD’ye karşı mücadeleden geçmektedir. 75 yıldır İsrail’e karşı bu coğrafyanın çaresiz kalmasının nedeni, Amerikancılık ile İsrail karşıtlığının yapılamayacağıdır.
                                                     /././

ABD’nin Kıbrıs-İsrail ekseni -Mehmet Ali Güller-

ABD Güney Kıbrıs ile beş yıllık savunma işbirliğinin yol haritasını belirleyen bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma ABD’nin Güney Kıbrıs’ı adım adım İsrail’le birlikte Avrupa-Kuzey Afrika-Ortadoğu üçgeninde eksen yapma çalışmasının son halkası oldu. 
ABD Güney Kıbrıs ile 2018’de Savunma İşbirliği Niyet Beyanı imzaladı; 2021’de Güvenlik Diyaloğu İşbirliği Mekanizması kurdu; Güney Kıbrıs’a 1987’den beri uyguladığı silah ambargosunu Eylül 2022’de kaldırdı; Rum Ulusal Muhafız Ordusu’nu New Jersey Eyaleti Ulusal Muhafızı ile eşleştirerek Devlet Ortaklığı Programı başlattı; 17 Haziran 2024’te stratejik diyalog anlaşması yaptı ve şimdi de “İkili Savunma İşbirliği Yol Haritası” anlaşmasını imzaladı.
  
ABD İÇİN KIBRIS’IN ANLAMI
Peki ABD Güney Kıbrıs’a neden böylesi bir askeri yığınaklanma içinde?  Güney Kıbrıs Savunma Bakanı Vassilis Palmas ile “İkili Savunma İşbirliği Yol Haritası”  anlaşmasını imzalayan ABD Savunma Bakan Yardımcısı Celeste Wallender “adayı Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun kesişme alanında güvenli bir liman” olarak niteledi ve Güney Kıbrıs’ın kilit role sahip olduğunu belirtti.

ABD Savunma Bakanlığı’nın Pentagon da anlaşma sonrası yayımladığı açıklamada “Avrupa ve Doğu Akdeniz’in istikrar ve güvenliği ABD ve Güney Kıbrıs için hayati önem taşıyor” dedi.
 
DEDEAĞAÇ-GİRİT-KIBRIS ZİNCİRİ
Evet, başta da belirttiğimiz gibi ABD Doğu Akdeniz merkezli, Avrupa-Kuzey Afrika-Ortadoğu üçgeninde Kıbrıs-İsrail ekseni oluşturmaya çalışıyor.
 
Bu ABD’nin Avrupa ile Asya arasına inşa etmeye çalıştığı “yeni demir perde”  hedefinin bir gereği. ABD’nin Ukrayna’da “uzun savaş” stratejisini incelediğim makalelerde işaret etmiştim. ABD Arktik Okyanusu’ndan Doğu Akdeniz’e yeni bir demir perde indirmeye çalışıyor. ABD’nin İsveç ve Finlandiya’yı NATO üyesi yapmaya çalışmasının nedenlerinden biri buydu. Böylece Arktik Okyanusu, Baltık Denizi, Ukrayna merkezli Doğu Avrupa, Batı Karadeniz, Batı Trakya ve Ege’den Doğu Akdeniz ile Kıbrıs-İsrail’e bağlanan bir perde.
 
ABD’nin Batı Trakya’da Dedeağaç, Ege’nin ağzında Girit-Suda ve Güney Kıbrıs’ta askeri varlık gösteren zinciri de işte bu demir perdenin gereği.

ABD’NİN DÖRT AMACI
ABD böylece şu amaçlara ulaşmak istiyor:
1) İsrail’i Güney Kıbrıs’tan da koruyarak güvenliğini artırmak.
2) Güney Kıbrıs’tan Süveyş Kanalı’nın girişini tutmak.
3) Güney Kıbrıs’tan İskenderun Körfezi-Levanten Kıyıları hattını tutmak.
4) İsrail’i Körfez ile Doğu Akdeniz arasında enerji ve ulaşım hatlarının merkezi yapmak.

Güney Kıbrıs sırf Türkiye ve KKTC’ye karşı destek bulmak adına bu projeleri kabulleniyor ancak aynı zamanda güvenliğini de riske atıyor. Çünkü ABD’nin İngiltere’yle birlikte İsrail’i Güney Kıbrıs’tan askeri olarak desteklemesi, adayı İsrail karşıtı kuvvetlerin hedefi haline getiriyor (Nasrallah’ın “Vururuz” açıklaması bu bağlamda anımsanmalıdır.)

NATO ÜYELİĞİ SORUNU
Asıl soru şu: ABD aslında adım adım Güney Kıbrıs’ı NATO üyeliğine mi hazırlıyor?
 
Ankara’nın AB kapısında Annan Planı savunma hataları Güney Kıbrıs’ı AB üyesi yaptı. Ankara’nın “stratejik hedefimiz AB üyeliği” körlüğü Güney Kıbrıs’ı Doğu Akdeniz’de önemli bir aktör haline getirdi. Ankara’nın 2018’den beri izleyici konumunda kalması, ABD’nin Güney Kıbrıs ile adım adım ilişkilerini derinleştirmesine neden oldu.

Ankara böyle devam ederse, ABD’nin Güney Kıbrıs’ı NATO üyesi yapma baskısıyla da karşılacaktır.
 
Peki bu süreç karşısında ne yapılmalı? Üzerinde duracağız ama bugünlük “elbette bir bütünlüklü strateji belirlenmeli” demekle yetinelim.

(Cumhuriyet)

39 yıl önce aramızdan ayrılan komünist ozan Ruhi Su'nun izinden - soL

 Ruhi Su'nun izinden sanatçılar Haluk Polat ve Ufuk Karakoç Ruhi Su'yu soL okurları için anlattı.

Bugün 20 Eylül… Komünist ozan Ruhi Su’nun aramızdan ayrılışının 39'inci yıl dönümü.

Tam 39 yıl önce bugün, 12 Eylül faşist darbesinin lideri Kenan Evren Cumhurbaşkanlığı koltuğunda, vahşi neoliberal yıkım programının taşeronu, Nakşibendi tarikatı müntesibi gerici Turgut Özal da başbakanlık koltuğunda oturuyordu. Evren-Özal ikilisi, yakalandığı ilik kanseri nedeniyle yurtdışında tedavi olması gereken Ruhi Su'ya pasaport vermedi. Yurtdışına çıkamayan, tedavisi tamamlanamayan Ruhi Su, 17 Eylül 1985’te eşi Sıdıka Su'ya vasiyetnamesini yazdırdı. 20 Eylül 1985 günü derin bir sinir krizi geçirdi. Akşam saatlerine doğru sinir krizi beyin kanamasına dönüştü. Dört saatlik uzun bir uğraşıya rağmen 20 Eylül akşamı saat 21.09'da hayatını kaybetti.

Çoksesli halk müziğinin öncülerinden Ruhi Su 1912 yılında Van'da doğdu. Çocukluğunun büyük bir bölümünü, evlatlık olarak yanlarına verildiği yoksul bir aile ve daha sonra da Adana Öksüzler Yurdu'nda (Darül Eytam) geçirdi. Bir ara İstanbul'da askeri okullarda okudu ancak müzik sevgisi onu yeni arayışlara itti. 1942'de Ankara Devlet Konservatuvarını'nın Şan bölümünü bitiren Ruhi Su Türk Opera Sanatı'na önemli katkılarda bulundu. Ankara Radyosu'nda on beş günde bir yayınlanan türkü programları (Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor) düzenledi.

Ruhi Su sosyalist dünya görüşü nedeniyle 1951 TKP tutuklamaları sırasında tutuklanır ve 1952-1958 yılları arasında hapis yatar. Eşi Sıdıka Hanım’la hapishanede evlenir. Nikah şahitleri ise Behice Boran ve eşidir. 1960'ta İstanbul'da Taksim Belediye Gazinosu'nda sahneye çıkan Ruhi Su, bir yandan da halk türkülerini kaydedip arşivleme görevini üstlenir. İstanbul’da As Kulüp, Çatı, Kent, Kafkas, Kartiyer, 66, Reis Merhaba, Ankara’da Kalem gibi küçük lokallerde büyük bir ciddiyetle türküler söylemesi, gece hayatının sıra dışı olaylarındandır.

1960 döneminde "Basbariton Ruhi Su Türküler Söylüyor" radyo programlarından birinde söylediği "Serdari halimiz böyle n'olacak? Kısa çöp uzundan hakkın alacak" türküsü nedeniyle "halkı sınıflara ayırmak yoluyla komünizm propagandası yapmak"tan radyodaki işine son verildi. 

1975'te Dostlar Korosu’nu kurdu. 

Aramızdan ayrılışının yıl dönümünde, Ruhi Su Dostlar Korosu Eski Koro Şefi Haluk Polat, Ruhi Su'yu soL okurları için anlattı. 

'Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal bu topraklar için ne anlam ifade ediyorsa Ruhi Su da onu ifade ediyor'

"Öncelikle onun izinden ilerleyebilme şansını, onu en yakınlarından dinleme şansını yakalamış bir müzik insanı olmak benim için çok önemli. Ruhi Su’nun en büyük miraslarından birisi olan Dostlar Korosu'nda çalışmak çok büyük bir gurur benim için. Ben Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal bu topraklar için ne anlam ifade ediyorsa benzer bir anlamı Ruhi Su’nun da ifade ettiğini düşünüyorum.

Müzikal açıdan bakıldığında halk şarkılarına ses vermiş, onları geniş şehirli kitlelerle buluşturmuş bir müzik insanı Ruhi Su. Eşsiz bir ses ve yetenek. Klasik Batı Müziği eğitimi özellikle de şan eğitimi almış olmasına rağmen Türküleri olağanca yumuşaklığı ve doğallığıyla hayata kazandırmış bir müzik insanı. Ayrıca sadece müziğiyle değil siyasi yönüyle de çok önemli bir yeri var hayatımızda. Hayatı mücadeleyle geçmiş bir komünist aydın, bir düşünce insanı Ruhi Su. Acılar yaşamış işkenceler görmüş 12 Eylül faşizmi yüzünden tedavi olamamış bir aydın. 

                                                                 Haluk Polat

Ruhi Su’nun müzik için ne yaptığını anlatmak için yıllar önce Turhan Selçuk’un çizdiği bir Yunus Emre dizesini hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyorum. “Suyum Alçaktan çekerim Dönüp Yükseğe dökerim.” diyor Yunus Emre. Ruhi Su’nun halkın o en temel en basit değerlerini alıp onu yüksek sanata dönüştürmesini tasvir etmiş Turhan Selçuk da bir çizgisinde. 

Bugünlerde Ruhi Su önemini çok daha fazla hissettiriyor hepimize. Çünkü Ruhi Su sadece müzik değil, emek demek, yürek demek, Ruhi Su imece demek, Anadolu demek. Ruhi Su dayanışma demek. Tüm bunlar bence günümüzün en değerli kavramları ama kasıtlı olarak göz ardı edilmeye ve unutturulmaya çalışılan, üstü örtülmeye çalışılan, örselenmiş değerleri. 

Ruhi Su Dostlar Korosu geleneği bu toprakların türkülerini çok sesli anlatmayı hedefleyen bir gelenek. Bu toprağın tüm seslerinin, hikayelerinin renklerinin dillerinin yan yana emekçiler tarafından seslendirilmesi Ruhi Su’nun geleneği. Bu yüzden bu topraklarda emek ve barış odaklı bir hayat istiyorsak Ruhi Su ve geleneğine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bu toprağın türküleri emekçilerin işçilerin birlikte söylemesi, yan yana gelmesi, kol kola girmesi için var ve Ruhi Su geleneği ve onu yaşatanlar oldukça var olacaklar. Aynı Nâzım gibi Yaşar Kemal gibi Ruhi Su’da bu toprakların sesi ve nefesi."

'Türküler ne kadar gelişmişse, koşullar o oranda ağır demektir'

Opera sanatçısı Ufuk Karakoç ise Ruhi Su'yu şu sözlerle anlatıyor:

"Ruhi Su usta ile tanışıklığım olamadı ne yazık ki. Eğer tanışabilseydik türküleri, şarkıcılığı, sanatı ve dolayısıyla sanatçılığı konuşmak ve bu konulardaki ustalığından faydalanabilmeyi çok isterdim. Yine de tanımadan hayatımı yönlendirmiştir büyük usta. Onu dinleyerek büyüdüm. Türküleri nasıl bu kadar güzel ve değişik söylediğini merak etmek, benim de opera şarkıcısı olmama neden oldu.

Onunla aynı hayat görüşüne sahip olmak, türkü ve türkü yorumculuğu üstüne aynı düşünmek, birçok opera eserinde rol aldığı Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde, yıllarca opera şarkıcısı olarak görev yapmak her zaman büyük onur verdi bana.

Yorumculuğu kadar toplumcu bir düşün insanı olması da ayrıca önemliydi benim için. Benim de ilke edindiğim önemli sözlerini sizinle paylaşmak ve üstüne birkaç şey de ben eklemek isterim.

                                                              Ufuk Karakoç

Bir yerde Türküler ne kadar gelişmişse, anlatım gücü ne kadar artmışsa, oradaki koşullar o oranda ağır demektir."

"Türkü söylemenin kolay görünmesi, Türkülerin erişilmez sadeliğinden ve sağlamlığından gelir.” 

"İyi yorum, iyi icra, kullanılan enstrümanın (insan sesi de bir enstrümandır), bütün yeteneklerine sahip olmakla yapılabilir." 

"Halk türkülerinin inkişafa (gelişime) değil, inkişaf etmiş sanatçılara gereksinimi vardır."

Ustanın yukarıdaki birbirinden önemli düşüncelerine, birkaç şey de ben ekleyeyim.

Resmi tarihi çıkarlarına göre yazanlar, yazıya çok sonraları geçmiş bir toplumda, sözlü kültürün taşıyıcısı olan türkülerin gerçekliğinden korkarlar. Yüzyıllardır türküleri ve söyleyenleri sindirmeye çalışmaları bu yüzdendir.

Halk müziğimizin gelişmesi adına, (ne demekse!) çok seslendirme çalışmaları, ne yazık ki bugüne kadar çoğunlukla yanlış anlaşılıp, dolayısı ile yanlış uygulanmıştır bence. Çok seslilik adına bir den çok enstrümanı üstelik ehil olmadan kullanmak, halk müziğimizin doğasında zaten var olan çok sesliliği önemsizleştirmiştir. Yani; üç teli, dolayısı ile üç sesli yapısı olan bağlama, neden tek sesli olarak algılatılmakta ve aşağılanmaktadır? Her şeyden önce bu matematiksel olarak yanlış değil mi?

Ben bu aşağılamanın, resmi tarihi yazanlar tarafından bilinçli ve yüzyıllardır kararlı bir şekilde uygulandığını düşünmekteyim. Çünkü; halk müziğimiz, dünyada eşine az rastlanan bir özelliğe yani, önem ve anlam açısından sözle at başı giden özel bir yapıya sahiptir.

Bu sözlerde de ağırlıkla ne yazık ki Anadolu insanının yüzyıllardır değişmeyen acıları vardır. Egemen yapının bile isteye çektirdiği acılar. Bu yüzden çok seslendirme çalışmaları, türküleri sansürlemek için devletleştirme çabalarına iyi niyetle de olsa hizmet etmektedir. Birçok türkünün sözleri sansürleme amaçlı olarak değiştirilmiştir. Hatta yine çok seslilik adına özgün müzik (ne demekse!) ve arabesk denen kötü devşirilmiş türler, müzisyen ve şarkıcı olmayan birileri tarafından yaratılmış, yanıltılmış ve kültürel anlamda sığlaştırılmış halkımıza bilinçle sunulmuştur.

Bu düşüncelerimden dolayı, eğitimini aldığım çok sesliliğe karşı olduğum anlamı çıkmasın. Zaten çok sesli olan müziğimizin, daha da çok seslenmesi müziğimizi taçlandıracaktır ama; özel yapısını bozmadan ve sansür tuzağına düşmeden kompozitörlük eğitimi almış ehil müzisyenler yapmalıdırlar bu görevi bence. Şimdiye kadar önemli bestecilerimizin özellikle koro için yaptığı çok sesli çalışmaları ayrı tutuyorum elbette ama, daha fazla yapılması gerektiğine inanıyorum.

Türkü söylemek büyük onur benim için ama; kendi ülkemin insanına, kendi ülkemin gerçek müziğini anlatmak gibi bir saçmalığı yaşıyorum."

(soL)

Bodrum ve Milaslılar dikkat: Hollanda bağlantılı dev yağma - Bahadır Özgür / duvaR

 Bodrum ve Milaslılar dikkat: Hollanda bağlantılı dev yağma

Herkesin gözü, Bodrum-Milas arasındaki arazilerde. Uzun zamandır burasına adeta ‘yeni bir Bodrum’ inşa etmek için çabalıyorlar. Şimdi yeni bir imar harekatı daha başlattılar. ‘1. Etap’ dedikleri imar planı ormanı, meraları, su kaynaklarını ve bölgede tarımla geçinenleri tehdit ediyor. İşin ucu Hollanda’da kurulu bir gayrimenkul yatırımcısı şirkete kadar uzanıyor.

Bodrum ve Milas, iki ilçe aynı anda yeni bir tehlike ile yüz yüze. Şu sıra herkesin gözü sinsice iki ilçe arasındaki arazilerde çünkü. Planların biri deşifre olurken, bir diğeri devreye giriyor. Daha önce Ali Ağaoğlu’nun, Tuzla Sulak Alanı’nın dibine kurmak istediği 4.4 milyon metrekarelik ‘turizm kenti’ büyük tartışma çıkarmıştı. Davalar açıldı. Şimdi aynı bölgede ucu Hollandalı bir sermaye grubuna uzanan yeni bir plan yürürlüğe konuluyor.

Bodrum-Milas sınırları içinde Fesleğen Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesi bulunuyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı, buradaki Çamseki Mevkii için 1/5000 nazım ve 1/1000 uygulama imar planlarını hazırlayıp, 16 Nisan 2024 günü askıya çıkardı.

Şu haritada her şeyi görebilirsiniz: İmara açılan yer, sınırı azaltılan koruma alanı, Limak’ın madeninin katlettiği Akbelen, tehlike altındaki su kaynakları…

Yeni bir imar rantının yolu adım adım şöyle döşeniyor:

2007’de 25 köyün de yer aldığı 257 bin 560 dönümlük bir alan, Fesleğen Kültür ve Turizm Bölgesi ilan edildi. 2009’da burada yer alan Çamseki Mevkii’ni kapsayan 1/25.000 Ölçekli Çevre Düzeni Planı hazırlandı. Böylece ilk adımı, plan bütünlüğü hiçe sayılarak atıldı.

İLK PLANLAR İPTAL: DANIŞTAY’DAN DERS GİBİ KARAR

2016 yılına gelindiğinde imar planları yapıldı. Muğla Barosu dava açtı. Planlar 2019 yılında Danıştay tarafından iptal edildi. Gerekçe ders gibiydi: Sadece Çamseki Mevkii için plan yapılması anlaşılamamıştır. Yeni inşaat alanları oluşturulmaktadır. Yapılaşma doğal yapıyı tahrip edecektir. Uzun vadede bölgede kırsal yaşam ve tarım son bulur. Nüfus yoğunluğu iyi irdelenmemiştir. Zaten su sıkıntısı çekildiği ve su kaynaklarının kısa zamanda tükeneceği ortadadır.

2019’da sinsice bölgenin sınırları değiştirildi.

En üst yargı mercii daha ne desin. Lakin sinsi amaç için derhal ikinci bir adıma geçildi. Ne yaptılar biliyor musunuz? Toplamı 257 bin 560 dönüm olan Fesleğen Kültür ve Turizm Bölgesi’nin sınırını, 134 bin 426 dönüm olarak daralttılar. Bölgeden çıkarılan yerin tam da Limak’ın kömür madenleri için katlettiği İkizköy Akbelen ormanlarına komşu olması bir tesadüftü herhalde!

Ve 2024’te Sılva Tarım Turizm Ticaret AŞ. adlı bir şirketin başvurusu üzerine, Kültür ve Turizm Bakanlığı aynı alan için tekrar imar planları oluşturdu. Üzerine 2009 tarihli 1/25.000 Çevre Düzeni Planı’nın, plan notlarını da değiştirdi. Hayati derecede önemliydi bunlar.

Peki ne yapmaya çalışıyorlar? Çamseki’ye daha yakından bakalım...

BU PROJE BODRUM VE MİLAS’IN SUYUNU BİTİRİR

Büyüklüğü 3 bin 560 dönüm. Yüzde 60’ı orman alanı, yüzde 22.53’ü ‘hali arazi’ denilen bölge halkının tarımsal üretim ve hayvancılık için kullandığı Hazine arazileri, yüzde 11.3’ü ağaçlık. 10’dan fazla yerleşim yeri var. Zeytin, nar, üzüm vb. yetiştiriliyor. Milas ve Bodrum’a hem kullanma suyu hem de tarımsal sulama suyu sağlayan Mumcular Barajı ile barajı besleyen çok sayıda su kaynağı, dere ve kuyu mevcut.

Planlama alanı Mumcular Barajı’nın su havzasının tam üzeri.

İşte burada 178 bin metrekare yeni inşaat alanına izin verildi. Bunun 120 bin metrekaresi planda kullanıldı. 2009’daki planın notlarında bugün yapılan değişiklikler ise şöyleydi:

* Turizm tesisinin yanı sıra ‘karma kullanım’ tanımı getirildi. Konut ve ticaret kullanımına izin verildi.

* Alanın özgün yapısını korumaya yönelik düşük yoğunluğu kontrol altında tutan “5 dönüme 1 yapı yapılabilir” kısıtlaması kaldırıldı.

* Turizm tesisleri için tapuya “toplumun yararlanmasına ayrılan yapı ve turizm tesisi” şerhi konulması zorunlu iken, konut ve ticaret kullanımlarında tapuya şerh düşüleceğine dair ifadeye yer verilmedi.

* Plan Mumcular Barajı Koruma Alanı’nı da kapsamasına rağmen, yapılaşma yaratılıyor. Su ihtiyacının şebeke dışında hazır 9 ve yeni açılacak 5 adet yeni kuyu ile sağlanacağı belirtildi. Böylece tarımsal sulama amaçlı açılmış kuyulara el konulacak ve yeni açılacak kuyularla da yeraltı sularının tahribatı hızlanacak.

* Yakın zamanda yanan ve imara açılmayacağı söylenen orman alanları da planlama alanının içine kadar uzanıyor.

Yanan orman alanlarını da imara açıyorlar.

Sonuçta inşaat alanının tamamı konut yapıldığında 1118 konut ile en az 3 bin 354 kişi, tamamı turizm tesisi yapıldığında 3 bin kişi, günübirlik kullanıcılar da hesaba katıldığında 5 bin kişilik yeni nüfus yükü getirileceği hesaplanıyor. Buna ‘1. Etap’ dediklerine göre, daha kaç etap olacak? İmara açılan yer bölgenin 38’de 1’i. Bu durumda gelecekte burası ‘bozuldu’ denilerek imara açılırsa, 114 bin kişilik yeni bir nüfus hareketi söz konusu olabilir.

TMMOB yukarıdaki gerekçelerle planın iptali için dava açtı. Çünkü plan notlarında yer alan bazı ifadeler adeta yağmaya davetiye gibi. Şu ifade bunun açık bir kanıtı: “Tahsise uygun orman ile Hazine alanlarının bulunması ve özel mülkiyetteki arazilerin ise çok hissedarlı olmaması imar planının hayata geçmesini kolaylaştıracak etkenler içerisinde en önemlileridir.” Tam anlamıyla ‘siz yağmalayın biz imara açalım’ deniliyor.

KİM BU HOLLANDA ORTAKLI ŞİRKET?

Gelelim bu işin arkasında kimlerin olduğuna…

Plan değişikliği için başvuru yapan Sılva Tarım Turizm Ticaret AŞ. tam da Fesleğen Kültür ve Turizm Bölgesi ilan edildiği yıl kuruldu. Hissedarları Hollanda’da bulunan Financial Inverstment BV ve Milaslı olan ama İstanbul’da turizm şirketleri bulunan Tugal ailesi. Büyük hissedar Hollandalı şirket. 2021 yılında yönetime Financial Inverstment BV ile aynı adreste bulunan Timeless Management BV de dahil oldu. Hollandalı şirketler gayrimenkul projelerine yatırım yapıyorlar. Timeless Management BV’nin adını Türkiye’de ilk kez 2006’daki Göcek’te bir marina arsası satışında duymuştuk. Fethiye Orman İşletme Müdürlüğü’nün yaptığı ihaleyi Göcek Gayrimenkul kazanmıştı. İhale sonrasında o şirketin hisselerini Timeless Investment almıştı.

Bahadır Özgür / duvaR

Öne Çıkan Yayın

CUMHURİYET "Köşebaşı + Gündem" -12 Ağustos 2025-

  28 Nisan 1960 Turan Emeksiz’in öldürülmesi..-Şükran Güngör- Demokrat Parti, Menderes hükümetinin sivil diktatörlüğünün tırmanışının yaşand...