soL "Köşebaşı + Gündem" -3 Şubat 2025-

Santorini Adası’ndaki sismik hareketlilik: Eğitime ara verildi, etkinlikler iptal edildi

Yunanistan’ın Santorini Adası Belediyesi Meclisi’nin düzenlediği olağanüstü toplantıda, son dönemde adada artan sismik hareketlilik nedeniyle tedbir alınması kararı alındı.

Bu çerçevede adada bugün ve yarın belediyeye ait kapalı alanlarda düzenlenmesi planlanan her türlü etkinlik ve toplantı iptal edildi.

Tedbirler kapsamında, yarın için kreşlerde, ilk ve orta dereceli okullarda eğitime ara verildi.

Kararda, vatandaşların Amudi ve Paleo Limena (Eski Liman) bölgelerinde bulunmaktan da kaçınması istendi.

'Sarsıntılar volkanik aktiviteyle bağlantılı değil'

Yunanistan Sivil Savunma Bakanlığı, Santorini ve Amorgos volkanik adaları arasında Cuma gününden bu yana 200'den fazla sarsıntı kaydedildiğini açıkladı. Bakanlığın açıklamasına göre uzmanlar, sarsıntıların volkanik aktiviteyle bağlantılı olmadığı sonucuna vardı.

Başkent Atina’da da Başbakan Kiryakos Miçotakis başkanlığında acil bir toplantı yapıldı.

Reuters’ın aktardığına göre durumu değerlendirmek için Santorini'ye giden jeofizik ve sismoloji profesörü Kostas Papazakos, yaşanabilecek en kötü senaryonun 6 ve üzeri bir depremin meydana gelmesi olduğunu söyledi.

Papazakos "Bu, mutlaka güçlü bir deprem olacağı anlamına gelmiyor, termal enerji dağılabilir ve Santorini'de daha küçük bir deprem olabilir... Ama önlem almalıyız” dedi.

Dik kayalıklara tutunmuş beyaz evleri ve siyah kumlu plajlarıyla bilinen Santorini Adası, yılda yaklaşık 3 milyon turist tarafından ziyaret ediliyor.

Tarihteki en büyük volkanik patlamalardan biri, M.Ö. 1600 civarında, adayı şimdiki şekline getirdi. Bölgedeki son yanardağ püskürmesi 1950'de gerçekleşti.

                                                                     ***
Bellekteki zedeye ‘Medusa’nın Salı’ müdahalesi -Asaf Güven Aksel-

soL TV, altı bölümlük “Medusa’nın Salı” belgeselinin ilk bölümünü yayınladı. Çalışma, "Bir AKP Belgeseli" altbaşlığını taşısa da, Türkiye’nin, son çeyrek yüzyılından daha kapsamlı bir dökümünü gözler önüne seriyor. Bilinmeyeni öğrenmek, unutturulanları hatırlamak güncesi!

Ne çok duydunuz değil mi, “hafıza-i beşer, nisyan ile maluldür” sözünü. İnsan belleği, unutkanlıkla zedelidir. Belleğinizin unutkanlıkla zedeli olduğunu unutmamanız ise, bir paradoks değil, bir döngü sonucu. Yaşananları unutuyorsunuz, her seferinde zedeyi hatırlıyorsunuz. Ya da bir şeyi unutanlara, muhtemelen başka şeyleri unutmuşlar hatırlatıyor… Tuhaftır beşer…

Bir bakış açısından, bu zede, acılara karşı dayanma ve hayatına devam etme gücü aynı zamanda. Örneğin, geçen zaman, kaybettiklerinize karşı bu zedeyi yürürlüğe sokmasa, o kaybın hayıfına takılıp kalırsınız. Bir başka açıdan, aynı zede, benzer acıları tekrar tekrar yaşamanıza yol açan, dersini alamamışlık halini doğurur.

“Balık hafızalı”lık denir ya, ancak birkaç saniyelik hatırda tutuşa göndermeyle, bu olgu gerçektir, kabul. Ama, balığı sürekli oltadaki yeme götüren, birazdan ağzına saplanıp onu öldürecek tuzağı unutmasındaki “başına geleni hak eden alıklığın” mizahı değil, içgüdüsel olarak açlığını dindirecek yeme yönelmesindeki yaşama tutunma trajedisidir altı çizilecek olan, eğer ille göndermeyse topluma. Bunun nisyana kurban gitmemesi, halka tepeden bakışın aydın zedesine karşı önemli.

İnsanın, toplumun belleğinin de bir kapasitesi var, güncelleme ihtiyacı var. Databank ve yazılımı gibi. Güncelleme, bir önceki verileri silince de, yalnızca insan belleğinin zedesinin parçası olduğuna yorabilir miyiz bunu? Hayır, nisyan döngüsüne değil, nisyanla korunmak zorunda olduğumuz kötülük döngüsüne işaret eder bu daha çok.  Karmaşık mı oldu?

Bir önceki yazıda örneğin, güncel hukuksuzluk örneklerinden, toplumu sindirme operasyonlarından bazılarını saymıştık. Gün geçmedi, ikinci plana düştü hepsi. Unutulmadı ama yeni sürümle güncellendi. Örneğin Halk TV’de program yapan isimlere, yöneticilere akıl almaz bir yasatanımazlıkla, devletin hasmane meydan okuyuşu örneğiyle operasyon yapıldı. Davetle değil, kanal binasında gözaltıyla alınan sevgili Barış Pehlivan’a atfedilen bir “bilirkişi” röportajı bahanesinden sonra, kanalın yayın yönetmeni Suat Toktaş’ın tutuklanma gerekçesinden anladık ki, sorun Ekrem İmamoğlu’nun basın toplantısını naklen yayınlamaktı.

Bunun infialiyle, örneğin, bir oyuncu menajerinin Gezi Direnişi planlama suçlamasıyla tutuklanmasındaki nereden baksanız garabet, nisyan ile malul oldu. İmamoğlu’na ekran verme suçu…

Halk TV güncellemesi ise, hemen, ordudan ihraç edilen yeni mezun teğmenlerle bir üst versiyona yükseldi.

Şu saat itibariyle en tazesinden, teğmenlerden devam edersek, belki bütün bu gelişmelere ilişkin bir genel bellek uyarıcıya varırız.

Neydi mesele? Mezuniyet töreninde bir grup yeni teğmen, geleneksel ritüellere, misal kılıç çatmaya, bir de coşkuyla atılan slogan eklemişlerdi. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”

Belki de, olan biteni hatırlatıcı ve kavratıcı tutamak burada. Bana biraz sevimsiz gelse de, son yıllarda, eylemlerden statlara AKP karşıtlığını ifade eder hale gelmiş bu slogan, eğer Cumhuriyet’in ve düzenli ordunun kurucusunun adını anan askerler nezdinde de suç olarak tanımlanmışsa, tıpkı o teğmenler gibi, iktidar da, kılıcını kınından çekmiş, safları netleştirmiş demektir.

Zaten kılıcı çıplak, safı net değil miydi? Evet, ama, Cemal Süreya’nın sevdiği, türkü müdür arı boku mudur ne, “taşıran damla”sı vardı ya. Bu biraz öyle olacak sanki. Bir yerde durmalı, durdurulmalı çünkü kötü!

Ergenekon, Balyoz, Kozmik Oda, sivil bürokrasiye bağlanma, Askerî Şûra, ihraçlar, atamalar, yerleştirmeler derken, yayılmacılıkta pazarlık kozuna dönmüş orduya çıt çıkmadı da bu birkaç genç teğmen mi yani o? Unutmayın, anahtar kelime, “taşma”…

Türkiye bu sloganla, İzmir Marşı’yla resmedilebilen saldırı / direnç noktasına nasıl, hangi zorlu süreçlerden geçerek, ne tür nisyanlara dayanarak, hangi ulusal ve uluslararası siyasal dengelerde, ne gerekçeler uydurularak süslenmiş kabullendirmelerle geldi?

Burada, 12 Eylül faşist darbesinin belirleyici önemde, bir nirengi noktası olduğu açıktır, ama bunun bir milat olduğunun ötesine geçilmez, emperyalizm ve patronlar çıkarına planlanan bir ülke, amaçlanan bir sosyoloji inşasının gerçeğe dönüşümündeki aktörler ve dönemeçler netleştirilmezse, tanım eksik kalır.  

Yaşanan günün, unutkanlıkla zedeli dünlerin bellekte canlanmasıyla anlam kazanacağını, bunun da sadece bugünü anlamanın rehberini değil, yarını kurmanın manivelasını da vereceğini belirtelim, deyime uygun söylersek, hatırlatalım.

Şimdi bu konuda bize, topluma uyarıcı hatırlatmalarda bulunacak, yaşananları bir analiz eksenine oturtarak yarınlara yön çizmede yardımcı olacak, aktörleri ifşa edecek, altı bölümlük önemli bir çalışma sunuldu soL TV tarafından: “Medusa’nın Salı ”,

Çalışma, “Bir AKP Belgeseli” altbaşlığını taşısa da, Türkiye’nin son çeyrek yüzyılından daha kapsamlı bir dökümünü gözler önüne seriyor. Bilinmeyeni öğrenmek, unutturulanları hatırlamak güncesi…

Belgeselin Théodore Géricault’un Fransa tarihindeki alt üst oluş döneminden gerçek bir öyküden esinle çizdiği tablodan gelen adının bağlamsal anlamını ve içerik özetini şuradan okumuşsunuzdur ya da okuyabilirsiniz zaten, o yüzden burada değinmeyeceğim. 

Sadece bugünün olgularının değil, AKP döneminin öncesinden gelen zemin düzlemenin de hesaba dahil edilmesini sağlıyor belgesel. Bağımsızlık ve Cumhuriyet tarihsel ileri adımının hemen ertesinde başlayan, burjuva karakterli devrimlerin tipik “sırt dönüş”lerinin yaşandığı ülkemizde, “daha ileri”den, emekçi sınıf hareketinden duyulan korkunun devlet refleksi oluşu, bu refleksin, geri olanla uzlaşmayı esas alışı ve sermaye sınıfının çıkarlarına göre uyarlayışının yol açtığı sonuçların derli toplu kayda geçirilişi var elimizde. Ve tabii, halkın, “Medusa’nın Salı”nda çırpınışının “tablo”su.

O tablonun çizildiği Fransa tarih diliminden şöyle bir farkla: Bu belgeselin yapıldığı Türkiye, fütursuzlukta aşkınlığa varmış, zorba bir iktidarın her gün damla damla zerk ettiği kötülüklere öfkeyle biriken ve bu diktanın dümen suyunda ne varsa hedefe koymaya başlayan taşma noktasına, devrimci öncüsünün tarihsel birikiminin varlığında gelme aşamasında bir ülkedir. Bunun önemli bir ayağı, o bağımsızlık ve Cumhuriyet genetiğinde gömülü hasletlerinin, cüretinin, cesaretinin üstüne serilmiş unutuşun siyah örtüsünü kaldırması, çökertildiğinde neleri yaşadığını, ayaga kalksa neler yapabileceğini hatırlamasıdır.

Bu vesileyle, unutkanlıkla zedeli toplumun, bir kötücül döngüyü kırmasının ve, yeni bir ülke kurmaya muktedirliğinin canlı tutulmuş belleğe büyük ihtiyaç duyduğu koşullarda, bu belgeseli hazırlayan, sunan herkese teşekkür bir borç.

Damlaların barikatlara, yan çorak kanallara, batak arazilere sapmadan, taşacağı duru kaynaklarda birikmesi için, hafıza! 

İzleyin, izletin…

https://youtu.be/tSPvdXIUQ1Y

                                                                   /././

Bir, iki, üç daha çok İsrail -Engin Solakoğlu-

Lumumba’nın anısına sahip çıkmasına izin verilmeyen Kongo Demokratik Cumhuriyeti çığırta çığırta parçalanıyor, işgal ediliyor ve soyuluyor. Bu soygun Ruanda eliyle ve İsrail desteğiyle gerçekleştiriliyor.

Kimi zaman dünyanın içinde bulunduğu temel sorunları irdeleyebilmek ve biraz daha net bir görüntü elde edebilmek için uzaklaşmak gerekir. Türkiye Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz olarak adlandırılan dört bölgenin göbeğinde bulunuyor. Bunlar kronik sorunlarla anılan bölgeler. Oysa buralarda yaşanan sorunların benzerleri başka yerlerde de yaşanıyor. Çünkü düşman aynı.

Afrika insanlık tarihinde sömürgecilik denince akla ilk gelen kıta. Kıtada emperyalizmin ve sermaye sınıfının açgözlü saldırganlığının hedefi olmamış ülke neredeyse yok. Bu konu tartışıldığında akla gelen tek istisna olan Etiyopya bile 20. yüzyılda Mussolini’nin faşist pençeleriyle uzun süre mücadele etmek zorunda kalmış. Başka bir deyişle sömürülmek kıtadaki bütün halkların başına gelmiş ve şekil değiştirse de bitmek bilmeyen bir uğursuzluk.

Bunların içinde Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nin (KDC) yeri ise bambaşka.

KDC Afrika kıtasının orta batı kısmında yer alan ve kıtanın yüzölçümü (yaklaşık 2,4 milyon km2) bakımından en büyük ikinci ülkesi. Nüfusu için 105 milyon deniyor ama Nasrettin Hoca’nın dediği gibi, “inanmazsan say” durumu da söz konusu. Bugünkü artış eğilim sürerse önümüzdeki on yıllarda dünyanın en kalabalık ülkeleri arasına girecek.

Ansiklopedik bilgileri bir yana bırakıyor, KDC’nin sömürge deneyimine geçiyorum. Afrika topraklarının büyük çoğunluğunun Fransa ve İngiltere arasında pay edildiği 18. ve 19. yüzyılda Kongo biraz ayrıksı bir yazgının kurbanı oluyor. Avrupa emperyalizminin gemi azıya aldığı o süreçte Belçika Kralı II. Leopold, Kongo’ya şahsi malı olarak el koyuyor ve 1885-1908 tarihleri arasında deyim yerindeyse bir köle çiftliği gibi yönetiyor. Kongo halklarına o sırada yaşatılan zulmün özetini şuradan okuyabilirsiniz. Şimdiden uyarayım neresinden baksanız tiksinti verici bir hikâye. Şirket var, sömürü var, kâr hırsı var, ırkçılığın tillâhı var. O dönemde yaşamını yitiren Kongoluların sayısının 10 milyon olduğu söyleniyor. Eli kolu kesilip sakat bırakılanlar da cabası. Hal böyleyken Avrupa Birliği’nin başkenti sayılan Brüksel’in göbeğinde II. Leopold’ün dev heykelinin hâlâ duruyor olması ise bir başka garabet ve Avrupa riyakârlığının görkemli bir abidesi sayılmalı.

Yakın tarihe gelirsek, İkinci Dünya Savaşı sonrası dekolonizasyon sürecinde KDC, o dönemdeki adıyla Zaire, bağımsızlığını kazanıyor. Mücadelenin lideri ve ülkenin ilk başbakanı efsane bir isim: Patrice Lumumba. Adı Moskova’da bağımsızlığa kavuşan Afrika ülkelerinin çocuklarına eğitim vermek üzere 1960 yılında kurulan üniversiteye verilen yiğit adam.

Elbette KDC yeraltı-yerüstü, her türlü kaynak bakımından çok zengin ve büyük bir ülke olduğu için eski sömürgecilikten kurtulur kurtulmaz yeni sömürgeciliğin hedef tahtasına oturtuluyor. Hızla geçiyorum. Lumumba CIA, Belçika ve Fransa’nın katkılarıyla 17 Ocak 1961’de katlediliyor ve emperyalizm işbirlikçisi bir alçak olduğu konusunda yeterli teminatı veren General Mobutu ülkede ipleri eline alıyor. Diktatörlük, darbeler, Kabila denen bir başka alçak, onun oğlu, onun da bir iç savaş sonucu devrilmesi derken ülke tarihinde hiç değişmeyen şeylerden biri yoksulluk, diğeri hesapsız ve daimî bir şiddet ve son olarak da birçok bölgede sürekli yaşanan iç çatışmalar.

KDC bu hafta gündemimize Kuzey Kivu isimli bir bölgesinde yaşanan şiddetli çatışmalarla girdi. Bu bölge Ruanda’ya ve Uganda’ya komşu. Bölgesel Başkent Goma, yörede uzun yıllardır faaliyet gösteren bir silahlı çete tarafından ele geçirildi. Savaş sırasında yine on yıllardır bölgede bulunan ve çeşitli Afrika ülkelerinin askerlerinden oluşan BM Barış Gücü (MONUSCO) de ağır kayıplar verdi. Bu çetenin şimdiki ismi M23. Şimdiki diyorum çünkü hareketin çekirdeği 1994 yılından beri farklı isimler altında varlık gösteriyor.  

1994 bölgede neyi ifade ediyor? Ruanda soykırımının yaşandığı tarihi. Soykırımdan canlarını kurtaran Tutsiler, komşu KDC’ye kaçıyor, bu bölgede yüzyıllardır yaşayan Kongolu Tutsilerin de desteğiyle bir direniş örgütü kuruyorlar. Sonrası ilanihaye  bölgesel çatışmalar. Ülkede 250 farklı etnik grup olduğunu da ekleyelim. Bu arada Ruanda’da denklem değişiyor, soykırıma uğrayan Tutsiler iktidarı elde ediyorlar. Kagame diye bir siyasetçi Ruanda’nın başına geçiyor. Ancak dünün mazlumu olan Tutsilerin oluşturduğu M23 bugünün zalimi rolünü fazlasıyla benimseyip KDC ve halkına karşı kanlı bir savaş yürütüyor. KDC bütün büyüklüğüne ve kaynak zenginliğine rağmen, hatta belki de tam da bu yüzden, Lumumba’nın katlinden beri belini doğrultmasına izin verilmemiş bir devlet. Köpekbalıklarının saldırısına uğrayan yaralı bir balina gibi kan kaybederek sürükleniyor.

Elbette bu savaşın artık ne etnik ne de insani bir gerekçesi var. Para konuşuyor. KDC’nin doğusundaki Kivu bölgesi koltan (niyobyum ve tantal karışımı) adlı lanetli bir mineralle dolu. Altın ve kalay da cabası. Özellikle koltan cep telefonundan bilgisayara kadar elektronik ürünlerde vazgeçilmez bir mineral. Bölgeye kim hâkim olursa halkın üç otuz kuruşa her türlü güvenlikten yoksun olarak çalıştırıldığı madenleri de o işletiyor ve dünya devlerine satıyor. Ruanda ve Uganda destekledikleri M23 ve benzeri ölüm çeteleri aracılığıyla elde ettikleri, daha doğrusu KDC’den çaldıkları koltanı gönül rahatlığıyla ihraç ediyorlar. Şu son savaş öncesindeki rakamlara göre geçtiğimiz yirmi yılda bu uğurda öldürülen insan sayısı 4 milyon.

Hafta içinde M23 tarafından ele geçirilen Goma zaten bölgedeki gelişmelerden kaçan bir milyondan fazla mülteciye yıllardır ev sahipliği yapan bir kent. Şu anki durum ise ancak kaos sözcüğüyle açıklanabilir. İnsanlar can havliyle BM Barış Gücü’nün kontrolündeki bina ve alanlara sığışmaya çalışıyorlar. Yıllardır bitmeyen can pazarı...

Kivu denkleminde Ruanda’nın önemli bir rol oynadığı herkesin bildiği bir sır. Ruanda’nın 2000 yılından beri Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden Paul Kagame ilginç bir şahsiyet. Sadece kendisinin kazanabileceği seçimler düzenlemekte pek mahir. Anayasayı da kafasına göre yorumluyor, olmazsa değiştiriyor ve yine başta kalıyor. Gelin görün ki, benzer işler yapan birçok siyasi lideri tefe koyan “Özgür Dünya”nın buna pek sesi çıkmıyor. Bu arada Kagame geçen hafta da pek çok konuda benzeştiği bir siyasi liderin konuğu olarak Ankara’daydı.

Yetenekli Mr. Kagame’nin bir başka özelliği de uluslararası finans kuruluşlarının gözbebeği olması. Özelleştirme aşkı, bürokrasiyi ortadan kaldırarak müteşebbislerin önünü açması ve kalkınma performansı öve öve bitirilemiyor. Ruanda Dünya Bankası'nın en kolay “iş yapılabilen” ülkeler endeksinde ilk sıralarda yer alıyor. Bu arada Türkiye’de liberallerden sık sık methini duyduğumuz Uluslararası Saydamlık (Transparency international) Endeksi Ruanda’yı 178 ülke arasında 66. sırada gösteriyor. Kagame’nin Batı’daki amigolarından birinin ABD eski başkanlarından Clinton diğerinin de Starbucks CEO’su H. Schultz olması da dikkat çekici bir not olarak yerini alsın burada.

Halkın yüzde 75’inin son derece ilkel koşullarda tarım yaparak hayatta kalmaya çalıştığı Ruanda’nın böylesi bir “ekonomik başarı” göstermesinin ardında Kongo’dan insan öldürerek çaldığı madenlerin bulunduğunu ise herkes biliyor ama kimse bir şey söylemiyor. BM’nin bu konuda hazırladığı dönemsel raporlarda Ruanda’nın özellikle Kivu’da dökülen kanın ve maden hırsızlığının baş sorumlusu olduğu belirtiliyor ancak nedense bu raporlar siyasi bir sonuç ya da tepki doğurmuyor.

Ruanda “dünya düzeni”nin o kadar güvenilir bir müşterisi ki, İngiltere’nin önceki hükümeti göçmenleri gönderecek “güvenli bir yer” aradığında aklına ilk orası geliyor. Ücreti mukabili elbette.

Ruanda’nın başka marifetleri de var. Afrika’da “İsrail’in en iyi dostlarından biri” olarak tanımlanıyor. Gazze’de soykırım sürerken İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un Ruanda’yı resmen ziyaret etmesi buzdağının görünen yüzü. Kagame, ABD’deki en önemli İsrail (Yahudi değil) Lobi Kuruluşu AIPAC’ın yıllık konferansında konuşacak kadar İsrail sevdalısı. İki ülke arasında Siber Güvenlik ve Askeri İşbirliği alanındaki ilişkiler pek derin. Bu arada İsrail’in de bir dönem ülkesindeki göçmenleri Ruanda’ya yolladığı biliniyor. Geçen yıl İsrail İ24 haber sitesinde yayınlanan bir habere göre, İsrail yüklü bir maddi yardım vaadiyle Gazze’deki Filistinlileri Ruanda’ya göndermek için bu ülkeyle pazarlık etmekten de geri durmamış.

Tesadüfe bakın ki, Goma’nın ele geçirilmesi sırasında kenti korumaya çalışan BM Barış Gücü’ne komuta eden Güney Afrikalı General Motau, Newsroom Afrika adlı bir haber sitesine yaptığı açıklamada “M23 askerlerinin kullandıkları silah ve teçhizatın son derece gelişkin olduğunu ve İsrail ordusu ile ABD Özel Kuvvetleri’nin envanterindeki malzemeyle benzerlik taşıdığını” ileri sürüyor. M23’ün eğitim ve donatımının yıllardır Ruanda tarafından üstlenildiği gerçeğinden hareketle bu teçhizatın Ruanda üzerinden aktarıldığı sonucunu çıkartmak pek de güç değil.

Lumumba’nın anısına sahip çıkmasına izin verilmeyen Kongo Demokratik Cumhuriyeti çığırta çığırta parçalanıyor, işgal ediliyor ve soyuluyor. Bu soygun Ruanda eliyle ve İsrail desteğiyle gerçekleştiriliyor. Emperyalizm, sermayesinin ihtiyaçları ve hegemonyasının sürmesi için Ortadoğu’da koçbaşı işlevi gören İsrail’e başka bölgelerde yeni kardeşler yaratıyor ve zamanında  insanlık dışı bir soykırımın mazlumu olan  Ruanda Afrika’nın en “becerikli” zalimi, bir başka deyişle kıtanın İsrail’i olarak öne çıkıyor.

Düşman kanserli bir hücre gibi bölünerek çoğalıyor. O halde direnişin büyümesi, direnen halkların da çoğalması ve dayanışmasından başka yolumuz yok.

                                                          /././

Pınar Gültekin davasında bozma kararına tepki: Düzen canavarlaştıkça, canavarlık ‘normalleştiriliyor'

27 yaşındaki üniversite öğrencisi Pınar Gültekin'i boğduktan sonra varile koyarak yakan Cemal Metin Avcı'ya "Canavarca hisle eziyet çektirerek ve tasarlayarak öldürme" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmişti.

Avcı’ya verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası Yargıtay tarafından bozuldu. Ailenin avukatı, kararın bu haliyle kesinleşmesi durumunda Cemal Metin Avcı'nın 7 yıl veya 11 yıl sonra cezaevinden çıkabileceğine dikkat çekerek, karara tepki gösterdi.

Yargıtay kararı bozdu

Muğla'da üniversite öğrencisi Pınar Gültekin'i Temmuz 2020'de katleden Cemal Metin Avcı ve kardeşi Mertcan Avcı'nın yargılandığı dava 2022'de sonuçlandı. Muğla'daki yerel mahkeme Cemal Metin Avcı'ya önce ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi sonra cezaya haksız tahrik indirimi uygulayarak 23 yıla düşürdü. Mertcan Avcı ile diğer sanıklarsa beraat etti.

Habertürk'ün aktardığına göre İzmir İstinaf Mahkemesi bu kararı bozarak Cemal Metin Avcı’ya ağırlaştırılmış müebbet, kardeşi Mertcan Avcı’ya ise 4 yıl hapis cezası verdi. Dosya bir kez daha temyiz edilince bu kez Yargıtay iki kararı da bozdu.

Yargıtay, Cemal Metin Avcı'ya tasarlayarak ve canavarca hisle öldürme suçundan değil, niteliksiz kasten öldürme ya da eziyet çektirerek öldürme suçundan haksız tahrik uygulanarak ceza verilmesi gerektiğine hükmetti.

Karara 5 kişilik heyetteki iki üye ise muhalefet şerhi koydu.

7 veya 11 yıl sonra cezaevinden çıkacak

Gültekin ailesinin avukatı Rezan Epözdemir Yargıtay'ın oy çokluğuyla aldığı bu kararı "açıkça hukuk garabeti" olarak değerlendirdi.

Karara tepki gösteren Epözdemir, "Aşamalarda üç defa değişen, kendi içinde çelişen, dosyadaki delillerle desteklenmeyen, ezberlenmiş ve kurgulanmış haksız tahrik savunmasına kutsiyet atfedip, haksız tahrik uygulamak suretiyle cezanın indirilmesi gerektiği şeklindeki tespit açıkça hukuki dayanaktan yoksun ve mesnetsizdir. Yine dosyada bulunan adli tıp kurumu raporuna göre henüz canlıyken diri diri yakılan, üzerine beton dökülerek nehre atılan Pınar Gültekin'in canavarca hisle öldürülmediği şeklindeki tespit ise inanılmazdır" dedi.

Epözdemir, Cemal Metin Avcı'nın cezasına yçnelik şu ifadeleri kullandı:

"Karar bu haliyle kesinleşirse; sanık Cemal Metin Avcı 12 yıldan 18 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılabilecektir. Kendisine netice ceza olarak 12 yıl hapis cezası verilmesi halinde, şartla salıverme ve denetimli serbestlik kurumları tatbik edildikten sonra 7 yıl cezaevinde kalacaktır, kendisine üst sınırdan 18 yıl hapis cezası verildiği takdirde ise, şartla salıverme ve denetimli serbestlik kurumları uygulandıktan sonra 11 yıl cezaevinde kalacaktır.”

KDK: Bu çivisi çıkmış adalet sistemine itirazımız var!

Kadın Dayanışma Komiteleri (KDK) de karara tepki gösterdi. KDK'den yapılan açıklamada "Düzen canavarlaştıkça, canavarlık ‘normalleştiriliyor’. İtirazımız var!" denildi. Tüm kadınları yaşamak için mücadele etmeye çağıran KDK'nin açıklamasında şöyle denildi:

"Düzen canavarlaştıkça, canavarlık ‘normalleştiriliyor’. İtirazımız var!

Pınar Gültekin’i canice öldüren katilin ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının bozularak haksız tahrik indirimi istenmesi bir kez daha adaletsiz bir düzende yaşadığımızı ispatladı.

Hiçbir ceza öfkemizi dindirmez ve içimizi soğutmazken mahkemedeki iyi hal indirimlerinin üzerine bir de verilen kararların bozulması riski eklendi.

Bu çivisi çıkmış adalet sistemine itirazımız var! Kadınları değil katilleri koruyan düzeni yerle bir etmek boynumuzun borcudur. Tüm kadınları yaşamak için mücadele etmeye çağırıyoruz.

#yalnızolma #itirazımvar"

Ne olmuştu?

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi İktisat Bölümü öğrencisi Pınar Gültekin (27), 16 Temmuz 2020'de Akyaka Mahallesi'nde yalnız yaşadığı evinden ayrılmış, aynı gün ablasıyla telefonla görüştükten sonra kendisinden bir daha haber alınamamıştı. Ailesinin Akyaka Jandarma Komutanlığına kayıp ihbarında bulunması üzerine başlatılan çalışmada Gültekin'i tanıyan kişilerin listesi çıkarılmış ve bölgedeki güvenlik kamerası kayıtları incelenerek görgü tanıklarının ifadelerine başvurulmuştu.

Şüphe üzerine gözaltına alınan genç kızın eski erkek arkadaşı Cemal Metin Avcı, ilk ifadesinde hakkındaki suçlamaları kabul etmese de deliller ortaya konunca Gültekin'i bağ evinde öldürdüğünü, cesedini yaktıktan sonra varille Gülağzı mevkisindeki ormanlık alana attığını itiraf etmiş ve tutuklanmıştı.

Cemal Metin Avcı'nın kardeşi Mertcan Avcı da soruşturma çerçevesinde telefon sinyallerinin ağabeyiyle aynı zaman diliminde olay yeri ve yakınlarında tespit edilmesi üzerine jandarma ekiplerince gözaltına alınmış, "delil karartmak" suçlamasıyla tutuklanmıştı. Yargılama sürerken Mertcan Avcı'nın tutuksuz yargılanmasına karar verilmişti.

Gültekin'in öldürülmesiyle ilgili davanın on üçüncü duruşmasında, sanık Cemal Metin Avcı, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış, sanığın cezası uygulanan haksız tahrik indirimiyle 23 yıla indirilmişti. Mahkeme, Mertcan Avcı ve diğer sanıkların beraatine hükmetmişti.

Muğla Cumhuriyet Başsavcılığı, Cemal Metin Avcı'ya verilen 23 yıl hapis cezasını ve kardeşi Mertcan Avcı için verilen beraat kararını istinafa taşımıştı. İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 4. Ceza Dairesi, duruşmalı görülen istinaf sürecinde Cemal Metin Avcı'nın ağırlaştırılmış müebbet, kardeşinin de 4 yıl hapisle cezalandırılmasına karar vermişti.

                                                          ***

Mahkeme iptal etti, ABB bakanlığa pas attı: Beşevler’deki cami projesi için imar planı

Eğitim alanına cami yapılmasına ilişkin kararının iptal edilmesinin ardından ABB, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nı işaret etti ve bakanlık, imar planı değişikliğine ilişkin rapor yayımladı. Öte yandan Yavaş ve Kurum'un dikkat çekici bir görüşme gerçekleştirdiği ortaya çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/mahkeme-iptal-etti-abb-bakanliga-pas-atti-besevlerdeki-cami-projesi-icin-imar-plani-395923)

                                                                ***

Mahkeme kararı yok sayıldı: Cengiz Holding'e ait Halilağa Bakır Altın madenine yeni işletme izni

Kazdağları'nda Cengiz Holding'e ait Halilağa Bakır Altın madenine mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı çıkmasının hemen ardından madene yeni işletme izini verildiği anlaşıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/mahkeme-karari-yok-sayildi-cengiz-holdinge-ait-halilaga-bakir-altin-madenine-yeni-isletme)

                                                                     ***

Avrupa savaş pastasını büyütüyor: Almanya ve İtalya'dan yeni ortaklık

Ukrayna-Rusya savaşında en kârlı çıkan şirketlerden Rheinmetall, Leonardo'yla ortak şirket kurup İtalyan ordusunu güçlendirecek. Leonardo'nun Baykar'la teması da dikkat çekiyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/avrupa-savas-pastasini-buyutuyor-almanya-ve-italyadan-yeni-ortaklik-395919)

                                                          ***

Babalar ve Oğullar -Tunç Tatoğlu-

"Hepimizin içimizdeki babayla bir hesabı var. Babamızı aşarak büyüyoruz. Annemizin oğluyuz ama babamızla yarışıyoruz. Bu hesap ne zaman ki babamız tekrar çocuklaşıyor, yumuşuyor o zaman bir kenara kaldırılıyor."

Geçenlerde konservatuvar eğitimi, örgütlenme, hayat üzerine bir gençle sohbet ederken, şimdilerde Kafka’nın “Babaya Mektup”unu okuduğunu öğrenince, bir süredir yazmak için kenara ayırdığım kitabı hatırladım. Bir şey söylemem çok gerekiyormuş gibi, “Biliyor musun o mektubu hiç göndermemiş Kafka babasına” diye kitabın her yerinde yazan bir bilgiyi sırmış gibi fısıldadım.

                              Babaya Mektup, Franz Kafka, çev. Cemal Ener, 112 syf., Can Yayınları

2008 yılında Cemal Eker’in çevirisiyle Can Yayınları’ndan basılan kitabı ben 23. baskısından okumuştum. Bu kitabı okurken düşünmüştüm Ege bana mektup yazacak olsa nereden başlardı? “İçindeki Rizeliye hakim ol”dan mı, “sabırlı ol biraz baba”dan mı? Neyse işte baba-oğul öyküleri, filmleri hep ilgimi çekmiştir, yüreğimi sıkıştırmıştır. Genelde anne-oğul öyküleri gibi sıcak, sevgi dolu, sarmalayan hikayeler değildir. Geç kalınmış öykülerdir, suskundur, eksiktir. 

Merakla elime alıp bir çırpıda bitirmiştim Kafka’nın bu az bilinen mektubunu. Belki bendeki baba meselesine bir çare olur diye işte. Babamın hiç tatile çıkmadığını ölümünden 15 yıl sonra idrak etmiştim örneğin. Babam mektup yazayım diye üzerine adı ve adresi yazılı, pulu yapışmış, içine dörde katlanmış boş bir kağıdın olduğu zarflar hazırlayıp yanıma verirdi yatakhaneye giderken. Neyse Kafka’nın babasına gelelim… 

Kafka’nın yıllarca kendisine bile söyleyemediği, yüzleşemediği birçok anının birdenbire yazıya dökülmesi ne kadar ilginç… Her oğul gibi Kafka da babası tarafından onaylanmak, takdir edilmek ve elini omuzunda hissetmek istiyor. Lakin bu mektup daha çok, babasının öğretilerini içinden söküp atmak için yazılmış. 

Kafka’nın babasını biraz tanıtmak gerekirse, Hermann Kafka saygın bir Yahudi iş adamıdır, genelde sinirlidir ve kendi kuşağının geleneklerine bağlıdır. “Franz Kafka ile (babasının) kopuşu iki Yahudi kuşağının önlemez yarılmasıdır” diye yazmış Christoph Stölz. Bir daha neredeyse görüşmemek üzere bir kopuştan bahsediyoruz. Mektup ile onarılacak ne kalmış olabilir ki geriye?

Mektubu tetikleyen temel soru, babasının Kafka’ya “ondan neden korktuğunu sorması” olur. Verecek bir cevap bulamayan Kafka, konuşurken toparlayabileceğinden daha fazla ayrıntıya ihtiyacı olduğu için yazılı cevap vermeyi dener. Yazarken de eksik kalacağını, esas meselenin hafızasının ve aklının sınırlarını çok aşacağını yazar mektubunda.

Babayla böylesi yüzleşmeler mesele babaya basit gelse de oğul için kolay değildir. Özellikle oğulun biraz anlayış, anlaşamasalar da babasının bazı gerçekleri kabullenme ihtimalinin olması fazla bir şey değildir aslında. Ki Hermann Kafka’nın da yaşlılığında daha yumuşak başlı olduğu ve  daha sevgi dolu olduğu söyleniyor. Muhtemelen Kafka şansını denese belki bir şansı olabilirmiş.

Mektup yazmak hâlâ çok etkili bir iletişim yolu. Bir kez yüzleşme için her iki taraf için de dönüp bakılabilecek yazılı bir metin, yazdıkça yeni soruların ve hatıraların gözden geçirilmesi için bir fırsat, en çok da yazanın içini dökebileceği bir mecra. Kafka da bunu yapıyor. Affetmiyor, yüzleştiriyor.

“Bana bir kere bile gerçekten vurmadığın da doğru. (…) Ayrıca senin açıkça gösterdiğin düşünce göre dayağı hak ettiğim, ama senin bağışlayıcılığın sonucu bundan ucu ucuna kurtulduğum, bu pek çok olay sonucunda yine yalnızca büyük bir suçluluk bilinci birikiyordu. Sana karşı her bakımdan borçluydum.”

Allahtan bu mektup adresine ulaşamamış. Böylesi bir yüzleşmeyi kaldırmak her babanın harcı değil. Babanın yarattığı korku dünyası ancak bu kadar yerin dibine sokulabilir.

“(…) bizim için çalışan ve bu yüzden sana karşı duydukları bitmez tükenmez korkuyla yaşamak zorunda kalan yabancı insanlar vardı. (…) çoğunlukla mükemmel sinirlere sahip, yetişkin insanlar oldukları için, hakaretleri güçlük çekmeden üzerlerinden silkelerlerdi ve bu sonuçta sana, onlara verdiğinden daha çok zarar verirdi.”

Böylesi bir saptama ya da anımsama yazıldıktan sonra, hele oğlunuz yazdıysa, bu paragraf ile baş başa kalırsınız. Kendine dair tüm bildiklerini bir kez daha gözden geçirirsiniz, reddedersiniz… “(…) işçilerin tabanlarını yalasa bile Efendi’nin tepelerine binmesini dengeleyebilmiş olmayacak” diye yazmak için, oğulun nasıl bir duygusal şiddete maruz kaldığını düşünebiliyor musunuz? 

Kafka’nın bu mektubu, bu büyük itirazı, babasına ulaşmadığı için tek merakım, acaba yıllardır babasına söyleyemediklerini kendisi için anlamasına yardımcı olmuş mudur?

“Senin başkalarına beslediğin kuşku bile, benim kendime beslediğim kuşkumdan daha büyük değil, beni sen böyle eğittin.”

Hepimizin içimizdeki babayla bir hesabı var. Babamızı aşarak büyüyoruz. Annemizin oğluyuz ama babamızla yarışıyoruz. Bu hesap ne zaman ki babamız tekrar çocuklaşıyor, yumuşuyor o zaman bir kenara kaldırılıyor. Keşke babama, gecikmeden yanıma verdiği hazır mektuplardan daha fazla seslenebilseydim. Kafka gibi geciktim.

                                                        /././

'Rıfat Kuruca' neden öldürüldü?-Erkan Yıldız-

"Ayşegül Devecioğlu’nun bize anlatmak istediği asıl hikâye 'yeni Türkiye'de sosyalizm idealleriyle düzeni topyekün değiştirme iradesinin, devrimciliğin, geçen yüzyılda kalmış bir iddia olduğu anlatısıdır."

2024 yılında, takip ettiğim iki yazarın ilk polisiyeleri yayımlandı. Onlardan birisi İspanyol yazar Javier Cercas. Cercas'ın üç kitaptan oluşacak polisiye serisinin ilk kitabı Terra Alta'yı Gökhan Aksay'ın çevirisiyle okuma şansı bulduk. Cercas, tıpkı klasik romanlarında yaptığı gibi polisiyesinde de yeni ve güçlü karakterleri okurla buluştururken İspanya İç Savaşı'yla hesaplaşmasını da devam ettiriyor.

Diğer yazar ise Ayşegül Devecioğlu. Devecioğlu'nun ilk romanı Kuş Diline Öykünen 2004 yılında yayımlanmış ve kendisine ilk sadık okurlarını kazandırmıştı. Yazarın, 2007 yılında Ağlayan Dağ Susan Nehir, 2019 yılında ise Güzel Ölümün Öyküsü isimli romanları okurla buluştu. 2024’ün Eylül ayında ise polisiye türünde yayımlanan ilk romanı Kuma Daireler Çizen raflardaki yerini aldı.

Romanın sonuna eklediği “Teşekkür” bölümünde “hasta” diye tanımlanabilecek bir polisiye okuru olduğunu ifaden Ayşegül Devecioğlu, romanı polisiye türünde yazma sebebini şöyle açıklıyor: “her şey 'dur bir polisiye de ben yazayım' diye başlamadıKafamdaki hikâyenin polisiyenin imkânlarıyla daha etkili anlatılabileceğine karar verince daha ilk adımda acı gerçekle karşılaştım: Zor işti.”

İlk iki romanı Kuş Diline Öykünen ve Ağlayan Dağ Susan Nehir'de Cercas'ın romanlarına benzer tür bir hesaplaşmanın izini görmek mümkün. Bu hesaplaşma faşizmin, hem Maraş Katliamı hem de 12 Eylül 1980 darbesindeki toplumsal karşılıklarını muhatap alırken, okuru hikâyeye yedirilen bu tarihsel dönemeçlerin yansımalarıyla yüz yüze bırakıyor. Hangi zeminde olursa olsun hesaplaşmanın güçlü bir belleğe ihtiyaç duyduğu muhakkak.  

Güncel, politik içeriğiyle Kuma Daireler Çizen hem Devecioğlu'nun belleğinin hem de sözünü ettiğim her iki romandaki hesaplaşma eğiliminin vardığı yeri göstermesi bakımından değerlendirilmeyi hak ediyor.

                              Kuma Daireler Çizen, Ayşegül Devecioğlu, 176 syf., Metis Yayınları, 2024.

Terörle Mücadele Şubesinden gelen telefon

Roman, yağmurlu bir İstanbul gününde başlıyor. Kapalı havaya eşlik eden araç ve yaya trafiğinin yoğunluğu ile kasvetli, insana sıkışıp kalmış hissettiren bir atmosferde kahramanın bu atmosferle uyumlu, gitgelli, “marazi” iç sesiyle birlikteyiz. Geçmişi bir hayalet gibi peşinden gelen insanların yaptığı gibi kendinden kurtulmaya çalışıyor. Açtığı radyoda çalan Leonard Cohen’in sakinleştirici sesiyle bulduğu huzur kısa sürüyor. Yeniden düşüncelere daldığı sırada gelen telefon bize hikâyenin başladığını haber veriyor.

“Terörle Mücadele Şubesi’nden başkomiser Azmi,” “kızınız burada, hemen gelmeniz gerekiyor.” “Vatan Caddesi’ne gelin,” s.13

Kızının politik herhangi bir faaliyetin parçası olmadığından emin bir anne için şok edici tarafları olan bir haber bu.

“Kızının Terörle Mücadele'de olmasına akıl sır erdiremiyordu. Üniversite yıllarında Mine'nin öğrenci eylemlerinden uzak durmasına hem memnun olmuş hem de içten içe hayal kırıklığı duymuştu.” s.14

Mine işlediğini itiraf ettiği bir cinayet sebebiyle üç gündür şubede tutuluyor. Maktul, Rıfat Kuruca isimli tanınmış bir iş adamı. Enerji sektöründe faaliyet gösteren, taşımacılık yapan, Azerbaycan bağlantıları güçlü, siyasette arkası olan bir isim. Hikâyenin etrafında örüleceği cinayetin muhatabı "yeni Türkiye” prototipi adeta.

Peki Mine neden “cinayet büro” değil de “terörle mücadele” de tutuluyor?

Çok gecikmeden cevabını bulduğumuz bir soru bu. Romanın baş karakteri ve epey bir zaman önce ayrıldığı kocası Ziya Arman'ın 80 öncesinin devrimcilerinden olduğunu öğreniyoruz. Eski devrimci Ziya Arman aynı zamanda maktul Rıfat Kuruca'nın ortağı. Bu durum “Rıfat Kuruca cinayeti siyasi mi?” sorusunu ortaya atarken, Mine’nin “terörle mücadele”de tutulmasını da kısmen açıklıyor.

Geçmişin gölgesi

Devrimci anne, baba ve küçük kızlarından oluşan bu üç kişilik çekirdek ailenin 80 darbesi ile birlikte dağılan, toparlama girişimlerinin sonuç vermediği bir hayatları var. Savruluyorlar ve bu savruluş kızları Mine henüz 8 yaşındayken ayrılmalarına neden oluyor.

Yakalanmaları, gördükleri işkenceler ve cezaevinde geçirdikleri yılların ardından dışarıdalar. Dışarıda akıp giden hayata yetişmeye, zamanın hızına ayak uydurmaya, hayatlarında beliren boşluğu doldurmaya çalışıyorlar. Büyük bir yalnızlık, yenilgi ve çaresizlik içindeler.  

Anlatıcının şu cümlesi, aslında eşit ve özgür bir dünyada yaşama idealinden vazgeçilmesini içinde saklarken, yenilginin kabullenilmesini genel bir durummuş gibi ortaya koyuyor:

“Artık uğruna ne ölecekleri, ne de yaşayacakları bir şey vardı.” s.47

Ziya Arman durumu hızla kavrayıp, karşısına çıkan fırsatları değerlendirerek hızla iş adamına dönüşüyor. Patronlar dünyasında hatırı sayılır bir yer edinmesinde Rıfat Kuruca’nın babası Sezai Kuruca’yla tanışıp, onun himayesine girmesinin payı büyük. Sezai Kuruca Milli Görüş geleneğinin ve Erbakan'ın önemli adamlarından, imanlı bir anti-komünist. Ve elbette her imanlı anti-komünist gibi ticaretle ilgileniyor.

“Sezai Bey ölene kadar Milli Görüş’e sadık kaldı. Fazilet Partisi içinde gelenekçi kanattaydı. AKP’yi kuran kadroyu da desteklemedi. Namuslu bir adamdı.” s.116

Her dönek kendisine acıyarak adım attığı düşüşüne, düşmanıyla önce empati kurarak, ardından onu övmenin bir yolunu bularak devam ediyor. Bunun benzerlerine günümüzde de tanık oluyoruz. Geçmişin yükünden, anın sorunlarından kurtulmanın yollarından birisi bu. Ziya Arman da benzer bir yoldan geçerek kendisini konumlandırıyor. Sezai Kuruca’yı tanımlarken kurduğu “Namuslu bir adamdı.” cümlesi ne kadar da tanıdık.  Ziya Arman hem kendi tavrına meşruiyet arıyor hem de bizden onay almaya çalışıyor. Bugün de benzer argümanlarla yeni figürlerin pazarlandığını görüyoruz. Gelecekten ümidi kesip kendi derdine düşmüş olanların ortak dilini konuşuyor Ziya Arman.

Baş karakterin rolü

Ziya Arman’ın dönekliğine belirginlik kazandıran bir baş karakteri var romanın. Sadece onunla değil etrafındaki herkesle çatışıyor. Darbe sonrası oluşan dünyada örgütlü devrimciliğini noktalamış, sıkı sıkı tutunduğu ahlaki bir tavırla hem geçmişle hem şimdiki zamanla kavgalı, arafta bir kişi. Roman boyunca zaman zaman hissettiğimiz sevgisizliğinin, geriliminin ve kavgacılığının kaynağında egosunun, insanlara kedisi Natali gibi üstten bakan tavrının yanında devrimcilikten arınmış, bu örgütsüz, siyasetsiz ahlaki duruşunun olduğunu söyleyebiliriz.  

Diğer taraftan klasik polisiyelerde görmeye aşina olduğumuz baş karakterlere hiç benzemiyor. Etrafında hikâyenin örüldüğü cinayetin çözümüne dair katkısı oldukça sınırlı, hatta neredeyse yok denecek kadar az. Negatif özellikleri hayli baskın bu karakterin bana göre hikâyede iki önemli işlevi var.

İlk olarak onu hikâyede düğümü çözerken değil de ortalığı karıştırırken görüyoruz. Kızgınlığı, çırpınışı, kızıyla mesafesini fark ettiğinde beliren hüznü, egosu, kararlı huysuzluğuyla attığı adımlar romandaki gerilimin niteliğini belirliyor. 

Rıfat Kuruca cinayeti vesilesiyle açığa çıkan bu gerilimli hal bizi bir yandan baş karakterin içsel yolculukları vesilesiyle geçmişle hesaplaşmasına diğer yandan mafya, siyaset, ticaret ilişkileriyle şekillenmiş AKP iktidarına, “yeni Türkiye” ye ulaştırıyor.  

İkincisi ise, ki bence Ayşegül Devecioğlu’nun bize anlatmak istediği asıl hikâye de o: Yeni dünya düzeninde ve “yeni Türkiye”de sosyalizm idealleriyle düzeni topyekün değiştirme iradesinin, devrimciliğin, geçen yüzyılda kalmış bir iddia olduğu anlatısıdır. Bu anlatıda, itirazları, direnci, ahlakı, kavgacılığı, devrimcilikten vazgeçmiş “devrimciliği” ile vazgeçişe meşruiyet kazandırma işlevini yüklenen kişinin de baş karakter olduğunu söyleyebiliriz. Hikâye bitip, çember kapandığında devrimciliği dışarıda, fazlalıklar arasında bırakmış, eşitlik ve özgürlük arayışını bir çeşit kadın dayanışması ile ikâme etmiş bu karakterin arafta kalmış, huzursuz, “marazi” ruhunun da bir nebze olsun rahatlamış olduğunu hissediyoruz. Sonuçta o da Ziya Arman'ın yolunu başka bir güzergâhtan, farklı bir yordamla yürüyerek geçmişin yükünden kurtulmuş oluyor.

Devecioğlu’nun karakterine yüklediği bu ikincil işlevdeki ısrarı bana kalırsa romandaki diğer her şeyin önüne geçiyor. İşlenen cinayet de, cinayetin içinde varlık kazandığı siyasal, toplumsal koşullar da, geçen zaman da sanki bunu doğrulamak için var gibi. Ve bu durum yazar tarafından türün olanaklarından faydalanmak için tercih edildiği ifade edilen polisiyeyi eziyor bence. Kitap bittiğinde hala “Rıfat Kuruca neden öldürüldü?” sorusunun cevabını veremememiz ve katili net olarak göremememiz de bununla ilgili olsa gerek.

                                                                /././

Türkiye Komünist Gençliği Küba'daydı: Ablukaya ve emperyalizme karşı mücadele büyüyor

6. Uluslararası Dünya Dengesi Konferansı için Havana’da bulunan TKP heyeti, konferans bünyesinde gerçekleşen Gençlik Forumu'na katkıda bulundu.

Türkiye Komünist Gençliği (TKG) 28-31 Ocak arasında Küba Havana’da düzenlenen 6. Uluslararası Dünya Dengesi Konferansı’nda Küba Komünist Gençliği’nin davetlisi olarak yerini aldı. 

Türkiye Komünist Partisi (TKP) Merkez Komite Üyesi Berkay Kemal Önoğlu ve TKG Uluslararası İlişkiler Sorumlusu Kumsal Yıldırımlı’dan oluşan delegasyon konferans bünyesindeki Gençlik Forumu’nun katkıcıları arasındaydı.

'Türkiye ve Küba gençliği, bağları derinleştirecek'

Aynı zamanda Küba Komünist Gençliği ve Türkiye Komünist Gençliği arasındaki iyi ilişkilerin ve işbirliğinin sürdürülmesi perspektifi taşıyan bu ziyarette Küba Komünist Gençliği (UJC) Birinci Sekreteri Meyvis Estevez Echevarria ve TKP Merkez Komite Üyesi Berkay Önoğlu ikili görüşmelerde bulundu.

Küba ile Türkiye’deki gençler arasındaki bağların derinleştirilmesi ve buna katkıda bulunacak şekilde iki örgüt arasında karşılıklı sürdürülen ajandanın devamı için anlaşılan görüşmelerde önümüzdeki döneme dair yeni işbirliği eksenleri üzerinde duruldu.

Dünya Denge Konferansı ve Gençlik Forumu

Küba’nın ulusal kahramanlarından Jose Marti’nin 172. doğum günü için düzenlenen anma etkinlikleri ve Küba’ya dönük ABD ablukasına karşı kitlesel gösterilerin de bulunduğu programda, sürmekte olan ablukanın etkilerinin azaltılabilmesi için neler yapılabileceği ve ABD emperyalizmine karşı mücadele de daima gündemdeydi.

İki yılda bir yapılan ve bu yıl, "Herkesle ve herkesin yararına" sloganını taşıyan Dünya Denge Konferansı’nda Gençlik Forumu ise “Dünya halklarının karşı karşıya olduğu sorunların ele alınmasında gençliğin rolü” başlığını taşıyordu. Küba Komünist Gençliği’nin başkanlığında yürütülen foruma, Türkiye Komünist Gençliği’nin yanı sıra Portekiz, Kanada, Venezuela gibi ülkelerden de genç delegeler katıldılar.

forum

TKG emperyalizmle mücadelede gençliğin rolünü anlattı

Türkiye Komünist Gençliği adına “Emperyalizm ile mücadelede ulusal ve uluslararası alanda gençliğin rolü ve dayanışma” başlıklı bir sunum gerçekleştiren Berkay Önoğlu, ev sahibi Küba halkının emperyalizme karşı ortaya koyduğu kararlı direnişi örnek göstererek Küba ile dayanışma ve ablukanın kırılması için ellerinden ne geliyorsa yapmaya devam edeceklerini vurguladı.  

Küba Devlet Başkanı Díaz-Canel: Küba halkı direnmekte kararlı

4 gün süren Konferansın kapanış oturumunda kürsüde söz alan Önoğlu Küba Komünist Gençliği ve Küba Komünist Partisi’ne bu değerli konferansın düzenleyicileri oldukları için teşekkür etti.

Küba Devlet Başkanı Diaz-Canel’in de bulunduğu toplantıda Küba sosyalizmi ile dayanışma ve abluka karşıtı mücadelenin önemine dikkat çekildi.

Kapanış konuşması için kürsüye çıkan Diaz-Canel, ABD emperyalizminin güncel tehditleri karşısında Küba halkının direnme kararlılığını vurgulayarak, adil bir dünya için mücadele mesajı verdi.

                                                          ***

Küba’nın bağımsızlık önderi José Martí Ankara’da anıldı: ‘Vatan insanlıktır’

Anmada konuşan Küba Büyükelçisi Palacios, Küba’nın halk kahramanı José Martí’nin “Vatan insanlıktır” sözlerine vurgu yaptı, TKP ve JMKDD’ye Küba’yla dayanışmaları için teşekkür etti.

Küba'nın bağımsızlık önderi José Martí'nin 172. yaş gününde Küba Büyükelçisi Alejandro F. Diaz Palacios, elçilik çalışanları ve José Martí Küba Dostluk Derneği (JMKDD) Ankara’da düzenlenen anmada bir araya geldi.

José Martí Parkı’nda gerçekleşen buluşmada Küba Büyükelçisi Alejandro F. Diaz Palacios bir konuşma yaptı. Buluşmada JMKDD ve TKP Ankara İl Örgütü adına da  konuşmalar gerçekleştirildi.

Martí'nin dünya halklarına bıraktığı miras

JMKDD adına söz alan Hakan Bulut derneğin adını büyük bir onurla taşıdığı Kübalı devrimci, aydın ve ozan José Martí’yi 172. yaşında Ankara’da anmanın kendileri için çok değerli olduğunu söyledi.

Bulut “José Martí, bundan yaklaşık bir buçuk yüzyıl önce halkının birliği, ülkesinin bağımsızlığı ve egemenliği için bir mücadele başlatmıştı. Onun en önemli mirası işte bu mücadele deneyimi ve aynı zamanda yazılı üretimleridir. Martí’nin aslında sadece Küba’ya ve Latin Amerika’ya değil tüm dünya halklarına bıraktığı bu mirasın ışığında Küba halkı eminiz ki bugün kendisine dayatılan ablukayı dağıtacaktır” dedi.

Dünya halkları ve JMKDD’nin bu mücadelesinde Küba’yı asla yalnız bırakmayacağını kaydeden Bulut “Küba yalnız değildir. Bağımsızlık ve egemenlik Küba halkının vazgeçilmez hakkıdır! Yaşasın özgür ve bağımsız Küba!” diye konuştu.

Küba halkına ilham olmaya devam ediyor

TKP Ankara İl Örgütü adına söz alan Emir Büyükant, Küba’nın ulusal kahramanı ve büyük bir bağımsızlık savaşçısı olan José Martí’nin düşünce ve eylemlerinin bundan 66 yıl önce Küba Devrimi’nin önderlerine kılavuzluk ettiğini hatırlattı.

José Martí’nin bugün de Fidel ile birlikte giderek ağırlaşan ABD ablukasına direnen, sosyalizmde kararlı olan Küba halkına ilham olmaya devam ettiğini belirten Büyükant şunları söyledi:

José Martí’nin bağımsızlık tutkusunu, eşitlik arayışını, dayanışma ruhunu Küba’nın bugünkü mücadelesinde de hissetmek mümkün. Bu mücadeleyi ablukaya karşı ABD elçiliğinin kapısına dayanan yüz binlerce Kübalı’nın yürüyüşünde ve bu yürüyüşte Küba Devlet Başkanı Miguel Diaz-Canel ile 93 yaşında en ön safta yer tutan Raul Castro’nun kararlılığında görüyoruz. Trump yönetimi Küba’yı yeniden uydurma ‘Terörü destekleyen ülkeler’ listesine alıp yeni yaptırım kararlarını açıklarken, ‘Zafere ihanet etmektense denizin dibine batmayı yeğleriz’ diyerek sokakları dolduran Kübalı gençlerin ellerindeki meşalelerde görüyoruz. José Martí’nin “Vatan insanlıktır’ sözünü soykırım niteliğindeki emperyalist saldırganlığın ağırlaştırdığı ekonomik koşullara rağmen Kübalıların yurttaşlık haklarının sıkı sıkıya korunmasında görüyoruz. Kübalılar José Martí ve Fidel’den devraldıkları bu mücadele sayesinde dün olduğu gibi bugün de Küba’yı savunmaya devam edecektir.

Büyük insanlığın umudu bu küçük ülkeye, ABD’nin ekonomik ve ticari yaptırımları, siyasi ve ideolojik müdahaleleri ile boyun eğdirilmeye çalışılsa da bizler biliyoruz ki; Küba halkı hiç boyun eğmedi ve eğmeyecek. Türkiye Komünist Partisi José Martí’nin devrimci değerlerine sahip çıkan, sosyalizmde kararlı Küba halkının her zaman yanında olacaktır. Yaşasın Küba Devrimi! Viva Cuba!"

İdeallerini hep hatırlayacağız: 'Vatan insanlıktır'

Son konuşmayı Küba Büyükelçisi Alejandro F. Diaz Palacios yaptı.

Büyükelçilik ve çalışanları adına Küba’nın halk kahramanı José Martí’nin anmasına katılanlara teşekkür eden Palacios şöyle konuştu:

José Martí’yi bir efsane olarak ortaya koymuş olduğu şu idealleri ile hep hatırlayacağız. Bu ideallerin ilki: Vatan insanlıktır.

Daha fazlası Küba devriminin zaferi, Küba halkının bağımsızlığı, gelişimidir ve dünya halklarıyla dayanışmasıdır. Onun dünya hakkında öğrettikleri büyük bir şanstı bizim için.

Bununla birlikte Fidel’in de dediği gibi bu öyle bir devrim ki alçakgönüllülerin, alçakgönüllüler için, alçakgönüllülerle yaptığı bir devrim.

Aynı zamanda ondan Küba’nın bağımsızlığı için savaşmak nedir onu öğrendik. José Martí’ye göre Küba Devrimi’nin temel ilkesi gerçek olan, kutsal olanın Küba halkının birliği olduğuydu. Nerede olursa olsun ister Küba’da ister başka yerde tüm Kübalıların bağımsızlık isteyen Kübalıların birliği. Bize bunu miras olarak bıraktı.

'Dayanışmanız bize güven veriyor, zorlukların üstesinden geleceğiz'

Küba’nın bağımsızlığı için, Amerika’daki topraklarımız için Birleşik Devletler’e karşı mücadele vermemiz gerekti. Küba’nın Birleşik Devletler’e karşı yapmış olduğu her şey, Porto Riko’nun bağımsızlığı ve Latin Amerika halklarının bağımsızlığını ve birliğini sağlamak içindi.

Türkiye Komünist Partisi ve José Martí Küba Dostluk Derneği’ne Küba’nın bağımsızlığının pekiştirilmesinde bizi destekledikleri için teşekkür ediyorum.

66 yıldır süren soykırım kabul edilen ablukanın kaldırılması, ekonomik yaptırımlar ve ‘terörizme destek veren ülkeler’ listesine dahil edilmemize karşı verdikleri mücadele ve dayanışma için teşekkür ediyorum. Bizimle birlikte olmanız, dayanışma göstermeniz bize güven veriyor. Bu zorlukların üstesinden geleceğiz.”

                                                        ***

(soL)




Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...