duvaR "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -30 Kasım 2024-

Bizans’a Yelken açmak, şehre bir iz bırakmak -Irmak Özel- FFassianos’un karakterleri ölümsüz mitolojiden gelen, hep genç olan karakterler. Artistik bir çabayla ölümü aşmaya çalışıyor sanki sanatçı. Barbaros Hayreddin Paşa, ömrünün son dönemlerinde Çinili Hamamı’nı ölümsüz mimar Sinan’a sipariş ediyor. Bir iz bırakmak istiyor bu dünyaya... Küratör, bu seçimlerde ve Fassianos’un eserlerinde olan hem iz bırakma hem ölümsüzlük arayışını yine bu hamamda bir araya getiriyor. Şahane değil de ne?

Burası yaşlı adamlara göre bir ülke değil. Gençler
Birbirlerinin kollarında, ağaçlardaki kuşlar,
-ölen nesiller- onların şarkısında...
Ve bu yüzden denizlere yelken açtım ve geldim
Bizans’ın kutsal şehrine.
William Butler Yeats, 
Bizans’a Yelken Açmak

500 yıllık bir binanın içine dalıyoruz. Ünlü denizci Barbaros Hayreddin Paşa’nın daha da ünlü Mimar Sinan’a yaptırdığı, bir zamanlar hamamın tüm iç mekân duvarlarının belli bir yüksekliğe kadar 16. yüzyılda İznik’te üretilen çinilerle kaplı olduğu, Zeyrek Çinili Hamam’ın binasındayız. Şahsına münhasır bir havası, aurası olan bu binada, merdivenlerden aşağı iniyoruz sarnıca doğru. Sanki gizli bir hazine bulmak için gizli bir tünele giriyoruz... O da ne?! Yüzümüze doğru beklenmedik, tatlı bir Ege rüzgarı esiyor. Modern Yunan sanatının ünlü isimlerinden Alekos Fassianos’un eserleri, meğer ilk kez Yunanistan sınırlarını aşıp İstanbul’a gelmiş de bu sarnıca yerleşmiş geçici bir süreliğine...

HER YERE EGE’SİNİ GÖTÜREN SANATÇI

1935 doğumlu Alekos Fassianos, müzisyen bir baba ve antik Yunanca öğretmeni bir annenin oğlu. Ulusal Konservatuvar'da keman, Atina Güzel Sanatlar Okulu'nda resim eğitimi alan Fassianos, biz Türklere de pek tanıdık bir hikaye olarak, 1960 yılında Fransız hükümetinin bursunu alarak École des Beaux-Arts'ta taşbaskı eğitimi almak üzere Paris'e gidiyor. Paris’te savaş sonrası Avrupa’nın kültürel ortamına hakim akımlardan ilham alan Fassianos, yine de özünden kopmuyor ve eserlerinin ana temaları, Yunan mitolojisi, halk hikayeleri ve günlük hayatı oluyor. Ege’nin mavisi, güneşin sıcak tonları, rüzgarda savrulan saçlar, yelkenliler, kuşlar, uçurtmalar ve tüm bunların ortasındaki sıradan, tanıdık insanlar, Fassianos’un görünce bir daha unutmadığınız Ege meltemi gibi tatlı tarzını oluşturuyor.

Ruhum da kütüğüm de Egeli olduğundan Atina’nın Goulandiris, Benaki, EMST gibi müzelerinde gördüğüm Alekos Fassianos eserleri aklımda ve kalbimde hemen yer bulmuştu. Yalnız değilmişim; hatta benden daha büyük hayranlar varmış. Zeyrek Çinili Hamam’da, Alekos Fassianos Müzesi işbirliğiyle devam eden Alekos Fassianos: Bizans’a Yelken Açmak sergisinin küratörü Anlam de Coster'in sanatçıya olan hayranlığı, İstanbul’a bu sergiyi kazandırmış. Atina’da olduğu bir dönem, hiç yüz yüze tanışmadığı bir Instagram arkadaşı, de Coster’in Fassianos hayranlığını bildiği için onu alıp sanatçının evine götürüvermiş bir gün. O dönem Fassianos Müzesi açma hazırlığında olan sanatçının eşi ve kızı Victoria ile tanışan küratör, kendini sanatçının notları, efemeraları, eserleri arasında, evinde bulmuş. Müze açıldıktan sonra tekrar Victoria ile buluşan Anlam’a, müzeye olan yoğun Türkiyeli misafir ilgisi anlatılmış ve pek de Yunanistan dışına çıkarılmasına izin verilmeyen Fassianos eserleri ile ilgili İstanbul’da bir sergi yapmak ile ilgili bir teklif yapılmış. Fassianos’un kızı Victoria, babasının eserlerini müzeler, galeriler, koleksiyonerler için değil; resmettiği sıradan insanlar için, kalpten resmettiğini anlatmış. Fassianos’un eserlerinin, üstelik de özellikle Bizans’tan referans alan eserlerin, Anlam de Coster’ın küratörlüğünü yaptığı kurumda, bir galeride değil de bir hamamda olması fikri, sanatçının ailesine göre, tam da sanatçının arzulayacağı gibi, kalpten bir sergi planı olmuş, her şey yerli yerine oturmuş ve Fassianos’un eserleri böylece bizlerin önüne çıkmış.

BİZANS’A YELKEN AÇMAK

Sergiyi detaylarına hakim olmadan gezip çok sevmiştim; sonra detayları küratör Anlam de Coster’den dinleyince, kalbimde ayrı bir yeri oldu. Bu güzelliği hep beraber paylaşalım...

İsmini William Butler Yeats’in Sailing to Byzantium (Bizans’a Yolculuk) şiirinden alan sergi, Alekos Fassianos’un referansını Yunan mitolojisi ve Bizans ikonografisinden alan eserlerini, hamamın restorasyonu sırasında keşfedilen Bizans sarnıcında, üstelik de hamamın inşaatında çalışan kürek mahkumlarının yaptığı düşünülen gizemli gemi grafitilerinin hemen yanı başında bizlere sunuyor. Küratörün yaptığı, pek hoşuma giden bağlantılardan ilkine hemen alalım sizi: Matisse, Picasso, Cocteau gibi sanatçılarla takılıp yine de Ege referanslarından ödün vermeyen, Ege’sini, denizini, yelkenlilerini kalbinde ve resimlerinde her yere götüren Fassianos, bu hamamda denizcilerle, kürek mahkumlarıyla buluşuyor. Ne Barbaros Hayreddin Paşa’nın ne kürek mahkumlarının gerçek hikayelerini biliyoruz, diyor Anlam de Coster; yıllardan beri kulaktan kulağa yayılan hikayeleri de adeta bir mitolojiye dönüşmüş. İşte bu hamamda, Fassianos’un günlük hayattaki karakterler ile resmettiği mitolojik hikayeler, sıradan kürek mahkumlarına mal olmuş mitolojik hikayelerle birleşiyor.

Geliyoruz ikinci bağlantıya; Zeyrek Çinili Hamam’ın bugün bulunduğu yer, Pantokrator Manastırı’na (bugün Molla Zeybek Camii) çok yakın. Dolayısıyla hamamın altındaki sarnıcın manastırın sarnıçlarıyla bağlı olduğu; hamamın bulunduğu yerde daha önceden bir Bizans/Roma hamamı olabileceği düşünülüyor. Büyükbabası rahip olan ve bir kilise hücresinde doğan Fassianos, Bizans ikonografisiyle büyümüş. Fassianos, daha çok antik Yunan ve mitoloji referanslarıyla bilinirken sanatçının Bizans ikonografisine gönderme yapan eserleri daha az biliniyor. Fassianos’un Bizans’tan referans alan eserleri, Bizans hamamı mirası olan bir sarnıçta, yüz yıllar sonra sarnıçta yapılan ilk solo sergide, miras ile eşleşiyor.

Son anlatmak istediğim (ve aslında bu kadarla sınırla kalmayan) bağlantı ise dünyada bir iz, bir miras bırakmak ile ilgili. Anlam de Coster, Fassianos’un karakterlerinin ölümsüz mitolojiden gelen, hep genç olan karakterler olduğuna dikkat çekiyor. Artistik bir çabayla ölümü aşmaya çalışıyor sanki sanatçı. Barbaros Hayreddin Paşa, ömrünün son dönemlerinde Çinili Hamamı’nı ölümsüz mimar Sinan’a sipariş ediyor. Bir iz bırakmak istiyor bu dünyaya... Rum kökenli Paşa, hamamı Beşiktaş’ta hamisi olduğu caminin yanına yaptırmak yerine, Bizans mirasının yoğun olduğu Zeyrek’te inşaa edilmesini istiyor. Küratör, bu seçimlerde ve Fassianos’un eserlerinde olan hem iz bırakma hem ölümsüzlük arayışını yine bu hamamda bir araya getiriyor. Şahane değil de ne?

İşte tüm bu ince düşüncelerin, bağlantıların eseri olan bir sergide, ilk koridorda yürürken Aleko Fassianos’un soyut eserlerini görüyorsunuz. Bir Adak Duvarı hissiyatı yaratmak istemiş küratör bu eserler ile. Kürek mahkumlarının yatakhane olarak kullandıkları düşünülen ikinci koridorda ise Fassianos’un melekler serisini görüyoruz. Bir zamanlar orada yaşamış, vakit geçirmiş, duvarlara gemi resimleri kazımış mahkumlara bir saygı duruşu bu.. Aralarında İstanbul’a dair bir tablonun da bulunduğu beş önemli eser, dünyada ilk kez bu sergide gösteriliyor; diğer eserlerin çoğu ise Yunanistan dışında ilk kez izleyicilerle buluşuyor. Hamama küratöryel, tarihi biz iz bırakılıyor. Gidin, hem Fassianos’u görün, hem güzelim binayı ve hamamın müzesini gezin, hem sanatsal ilklere, izlere şahit olun; hepsinin üzerine de bir hamam sefası patlatın. Daha iyi ne olabilir?

“Alekos Fassianos: Bizans’a Yelken Açmak” 31 Aralık’a kadar, pazartesi hariç her gün 10:00-18:00 arasında ücretsiz olarak gezilebilir.

Not: Sergiyi gezerken bize hevesle eserleri anlatmaya çalışan bir güvenlik görevlisi ile tanıştık. Sonra Anlam ile konuşurken kendisi bu güvenlik görevlisinin methini sergiyi gezen çok kişiden duyduğunu anlattı. Aklıma yıllar önce  Dot Tiyatro’da izlediğim, İbrahim Selim’in oynadığı “Bunu Ben de Yaparım” oyunu geldi. İyi ki işini severek yapan insanlar var! O güvenlik görevlisine çok selamlar!

                                                                            /././

Aristokrat aileden Bolşevik önderliğe: Elena Stasova -Kavel Alpaslan-

Stasova’nın yaşamına baktığımızda devrimciliği seçtikten sonra artık ‘soyun’ pek de bir şey ifade etmediğini görebileceğimiz neredeyse asırlık bir yaşam öyküsü görüyoruz. Kendisine sunulan sınırsız imkanların kaynağını keşfedip o kaynağın kavgasını veren gerçek bir 'aydındır’

Bazen insanların yaşamlarını tepkisel yönelimler şekillendirir. Aileye ve sosyal çevreye karşı tavırların belirleyici olduğu anlarda kişi hayatının direksiyonunu bambaşka bir yöne kırar. ‘Savrulmuş’, ‘kayıp’ ya da ‘arayışta’ olarak nitelenen bu insanlara siyasi spektrumun farklı uç noktalarında rastlamak mümkündür. Uzun yıllar örgütlü komünist bir mücadelenin içerisinde bulunan bir insan bakmışsınız kariyer peşinde koşan kravatlı bir soytarı olmuş. Ya da feci suretle varlıklı bir ailenin yalılarda konaklarda büyümüş evladı bir bakmışsınız militan işçi mücadelesinin içerisine girmiş. Daha yaygın olan ilk örnek ikincisinden biraz farklı. Zira çoğu zaman tepkileri ve hırsları kendine dairdir. Fakat ikinci örnek daha dikkat çekicidir.

Toplumsal mücadeleler tarihinde aristokrat ya da burjuva kökenli olup farklı bir sınıfın mücadelesine omuz veren isimlerin hepsinin ‘tercihlerini tepkisel bir buhran sonucu yaptıkları’ ve ‘heveslerini aldıktan sonra ait oldukları yerin kimliğine geri dönecekleri’ düşünülür. Böyle örnekler vardır kuşkusuz. Ancak pek aceleci olmamakta fayda var. Asıl önemli olan, şu ya da bu nedenle kimin nerede olduğu değil; kimin tutarlı, sürekli ve içten bir tavır aldığıdır.

Öyle ki örgütlü mücadeleye kendini veren ve sınıfsal olarak diğer uçtan gelen insanların sayısı, çok olmasa da aralarında bazen çok farklı örneklere rastlıyoruz. Kimim ‘hevesle’ kimin ‘adanmışlıkla’ bir mücadeleye bağlı olduğunu görmek için bir insan yaşamını bir bütün olarak incelemek gerekiyor.

Elena Stasova

Elena Stasova (1873-1966), Bolşevik Parti’nin en üst kademelerine kadar önderlik etmiş olmasına rağmen ismini pek bilmediğimiz bir komünist devrimci. Yine bizim için çok bir şey ifade etmeyen soyadı, Rusya’da gayet iyi bilinen bir aileye işaret ediyor.

Fakat kimileri kurnazca Stasova için bu ‘soyu’ ön planda tutmak istese de Stasova’nın yaklaşık bir yüzyıllık yaşamı, işçi okullarından yeraltı devrimci örgüt liderliğine; Sibirya sürgünlerinden hapishanelere… bize bambaşka bir hikayeyi vurguluyor.

Biz de bu vesileyle Ekim Devrimi’nden sonra Bolşevik Parti’nin Genel Sekreterliğini de yapmış olan Stasova’nın geri adım atmadan sürdürdüğü mücadele yaşamına göz atalım.

ÇARLARIN VAFTİZ ETTİĞİ AİLE

O kadar ‘soydan’ söz edildiğine göre biz de aile ile başlayalım.

Normalde bir kişinin hayatından söz etmeden önce birkaç cümle ‘aileye’ ayırırız. “Annesi şu, babası şu işi yapar” dediğimizde aslında yapmak istediğimiz, sözkonusu kişinin sosyo-ekonomik profiline dair bağlayıcı olmasa da fikir verici bir çerçeve çizmektir. Elena Stasova’nın örneğinde de amacımız farklı değil. Ancak bu bölümü biraz daha uzun tutmak gerekiyor. Çünkü karşımızda dönemin Rusya’sında son derece önemli bir yeri olan geniş bir aile var.

Vasili Stasov ve Stasov aile arması

Stasov’lar, renkli ‘armalarıyla’ geçmişini yüzyıllarca geri götürebilen Rusya’nın soylu bir ailesidir. Elena Stasova’nın dedesi Vasili Stasov (1769-1748), Çar I. Aleksandr ve I. Nikolas zamanında imparatorluğun önde gelen mimarlarındandır. Moskova ve Petrograd’da tasarladığı katedral, kışla ve zafer takı gibi pek çok eseri bugün hâlâ tüm ihtişamıyla görmek mümkün.

Vasili Stasov’un çocukları, Dimitri (Elena’nın babası), Nadezhda ve Vladimir de farklı alanlarda ses getiren isimlerdir. Hukukçu Dimitri Stasov, Çar II. Aleksandr’a yakın bir isimdir. Hükümette yer alan Dimitri Stasov (1828 - 1918), II. Aleksandr dönemindeki hukuk reformlarına öncülük eder. Liberal bir hukukçu olan Dimitri yer yer kimi devrimcilerin de savunusunu yapar.

Vasili Stasov’un çocukları, (soldan sağa) Dimitri (Elena’nın babası), Nadezhda ve Vladimir 

Vladimir Stasov (1824- 1906) Rus edebiyatının altın çağında, ülkenin en saygın edebiyat eleştirmeni olarak isminden söz ettirir. Nadezhda Stasova (1822-1895) ise Rusya’daki kadın hareketinin öncülerinden birisidir.

Varvara Stasova

İşte Çarların vaftiz ettiği çocuklarla dolu, Petrograd’lı bir ailenin içinde doğmuştur Elena Stasova. Ablası Varvara Stasova (1862-1952) müzikoloji ve yazarlık alanında kendini geliştirip üne kavuşurken, kendisinin önünde bambaşka bir yol uzanır.

AYRICALIKLARIN KEŞFİ

Çekirdek ailede Elena’nın üzerindeki en büyük rolü baba oynar. Sağlık sorunları nedeniyle annesi, üzerinde daha farklı bir iz bırakırken babanın siyasi tavrı Elena için belirleyici olur. Dimitri Stasov, Çar’a ikinci tekil kişiyi kullanarak hitap edecek samimiyete sahiptir. Fakat kendisini zamanla daha farklı bir yerde konumlandırır. Reform döneminin ardından bağımsız bir avukat olarak çalışan Dimitri Stasov, örneğin Narodnaya Volya devrimcilerinin davalarında sanık tarafında yer alır. Bunun bedelini de yer yer baskı ile öder.

Her ne kadar çocukları ile iyi bir ilişkisi olsa da talepkâr ve katıdır. Çocuklarının eğitimine büyük bir özen gösterir. Elena ise erken yaşlardan itibaren babasının kütüphanesinde zaman geçirmeye başlar. Burjuva ekonomi politiğin klasiklerini okur, babasının kendisine gösterdiği makaleleri inceler. Bunun haricinde amcası Vladimir ile yaptığı sohbetler de üzerinde şekillendirici etkiler bırakır.

Yaklaşık 13 yaşına kadar evde eğitim alır. Liseye girmeden önce Fransızca ve Almancaya çoktan hakimdir. Kendisine sunulan imkanları değerlendiren Stasova, okulunu da dereceyle bitirir ve öğretmenliğe adım atar. Bu süre içerisinde bir yandan öğretmenlik yaparken diğer yandan eğitime devam eder. İlkel insanların kültürleri üzerine aldığı dersler sayesinde mülkiyet ilişkileri üzerine kafa yormaya başlar. Stasova, otobiyografisinde bu dersler sayesinde ‘hayatı anlamanın ekonomi-politiği öğrenmekten geçtiğini’ fark ettiğini dile getirir. Siyasi bilinci şekillenirken kendisine sunulan ayrıcalıklı dünyanın çözümlemesini yapma fırsatı bulur.

‘Aydınların çoğuna bu ayrıcalığı verenlerin asıl olarak emekçiler olduğunun bilincine varan’ Stasova, bu doğrultuda kendine sunulanları işçilerle paylaşmak üzere işçiler için kurulan okullarda öğretmen olarak çalışmaya başlar. Genç yaşına rağmen, Pazar günleri ve mesai sonrasında işçi eğitimlerinde görev alır. Bilincini inşa ettiği bu sıralarda geleceğin Bolşevik Partisinde ve Sovyetler Birliğinde kilit roller oynayacak devrimci Nadejda Krupskaya ile tanışır. Tüm bu rollerinin yanı sıra Lenin’in eşi olarak anacağımız Krupskaya ile birlikte Stasova örgütlü alana adım atar. İleride yaşayacağı Bolşevik ve Menşevik ayrımı ile bildiğimiz 1898 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP) kuruluşunda yer alan isimlerden olur.

Devrimciliğinin ilk aşamalarında Stasova çoğu örgütsel dökümanın saklanmasında sorumluluk alır. Ailesinin ‘soyunu’ yasak kitaplar için güvenli bir sığınağa çevirir.

SÜRGÜNLERDEN PARTİNİN BAŞINA

Bundan sonra Stasova’nın hayatı profesyonel devrimcilikle geçer. RSDİP’in yayın organı Iskra’nın çeşitli alanlarında görev alır. Parti içinde yaşanan ayrımda Lenin’den yana saf tutarak Bolşeviklerle birlikte hareket eder. Partinin yeraltı örgütlenmelerinde merkezi görevler alır. Bu sırada 1904 yılında Odessa’da yakalanır ve 6 ay cezaevinde kalır. Döndüğünde partinin Petrograd örgütünün başına geçer. Daha sonra Merkez Komite Sekreterliği görevini üstlenir. Bir süre sonra Finlandiya’dan örgüte silah da dahil olmak üzere çeşitli kaynakların ulaştırılmasını sağlar.

İkinci kez tutuklandıktan sonra Tiflis’e sürülür. Ancak siyasi faaliyetine burada tüm hızıyla devam eder, Bolşevik Parti’de merkezi çeşitli görevler almayı sürdürür. 1913 yılındaki üçüncü kez tutuklandığında bu sefer yeni sürgün yeri Sibirya’dır. Daha sonra Başkent Petrograd’a dönse de bir kez daha tutuklanır. Ancak bu tutukluluğu bir gece sürer, çünkü ertesi gün Çar’ın tahttan indirileceği Şubat Devrimi gerçekleşir.

Ekim Devrimi'ne kadar sürecek olan, zamanın normalden çok daha hızlı aktığı o sıcak günlerde Stasova da Bolşevik Parti’nin Merkez Komitesinde Teknik Sekreter olarak görev alır. Bu görevini devrimden sonra da sürdürecektir.

Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte Komintern’in Almanya temsilcisi olarak görev alır, Hertha kod adıyla Alman Komünist Partisi (KPD) ile birlikte çalışır. 1926’da Sovyetler Birliği’ne geri döndükten sonra Komintern’in çeşitli alanlarında sorumluluklar almaya devam eder ancak dönemin değişen iklimiyle birlikte yavaş yavaş siyaset sahnesinden çekilir. Daha sonra Uluslararası Edebiyat isimli derginin editörlüğü göreviyle bir bakıma farklı bir alana geçer.

Moskova’da 1966 yılında yaşamını yitirdiğinde 93 yaşındadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra aktif siyasi hayatına devam etmese de yaşamının sonuna kadar mücadelesine sadık kalır. Bugün külleriyle dolu olan vazo, Kremlin Duvarı’nda, Lenin Mozolesi’nin hemen arkasında bulunuyor.

Elena Stasova

**

Stasova’nın yaşamına baktığımızda devrimciliği seçtikten sonra artık ‘soyun’ pek de bir şey ifade etmediğini görebileceğimiz neredeyse asırlık bir yaşam öyküsü görüyoruz. Kendisine sunulan sınırsız imkanların kaynağını keşfedip o kaynağın kavgasını veren gerçek bir 'aydındır’. Anlayacağınız bir insanı ‘savruk’ ya da ‘tepkisel’ görmeden önce tanımak gerekiyor. Zira savrulmayı mümkün kılan şey kısa ömürlü olmasıdır. Tutarlı bir devrimci hayat, gerisinde kalan her arka planı ansiklopedik bir bilgiye dönüştürür.

                                                         /././

Yine mi “82 Halep” meselesi?-Ümit Kıvanç-

Ve saatli bombayı eline alıp bu kadar rahatça oynayabilmenin sırrı da, tıpkı İdlib açmazına herhangi bir inandırıcı çözüm formülünün kimse tarafından bulunamayışındaki acımasızca kesinliğe benzer şekilde, şu an için İdlib’e hükmeden Heyet Tahrir el-Şam devletçiğinin tek hayat kaynağının Cilvegözü (Türkiye-Suriye) sınır kapısından gelen mal ve para oluşunda. Ankara usulca kapıyı çekiverse, HTŞ de, İdlib’deki yapı da çöker.

Suriye’de denge değişiyor, yeni hesaplar ve temaslar yolda, Ankara’nın başrole soyunduğu oyun gündemimizin ortayerine oturmak üzere. Suriye’de cihatçı silahlı örgütlerle ordu arasında dört-beş yıldır büyük can kayıplı çatışmalar yaşanmıyordu. Korkulur ki sınırlı sükûnet son buluyor.

İdlib şehrinin adıyla anılan, Suriye devlet güçlerinden arındırılmış bölgenin silahlı örgütleri, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) komutası altında Halep’e doğru taarruza geçtiler ve kayda değer dirençle karşılaşmaksızın üç günde 20 km ilerleyerek şehre girdiler. Bu satırlar yazılırken şehrin batısındaki dış semtlerden bazılarını ele geçirmiş, merkeze ilerlemekteydiler. “Düştü düşecek”çilerin yüzü gülüyor.

İdlib şehri ve çevresinde HTŞ yönetiminde kurulan ve Türkiye tarafından yaşatılıp korunan devletçiğin yalnız imha tehdidiyle karşı karşıya kalmış Suriyeli cihatçılara ve Şam’ın denetimi altındaki yerlerden kaçan iç göçmenlere sığınak temin etme işleviyle sınırlı kalmadığı, fırsatı bulunduğu anda Suriye içindeki nüfuz-hakimiyet dengesini değiştirmek üzere harekete geçirilebilecek bir ordu barındırdığı böylece anlaşıldı.

Bu ordu İdlib’den doğuya, Halep’e doğru üç cepheden saldırıya geçti ve bu satırlar yazılırken Halep’in birkaç semtine girmiş, bazı mahalleleri ele geçirmişti.

Cihatçı ordusunun hem de süratle yaklaşması Halep halkı arasında paniğe yol açtı, şehirden göç başladı. Suriye’de yalnız devlet işlerinin ve askerî hareketlerin değil gündelik yaşamın da sürebilmesi için hayatî önemi olan ve biri kabaca kuzeyden güneye, öteki batıdan doğuya ülkeyi kat eden iki karayolu, bir ara adlarını sık duyduğunuz M4 ve M5, çok kritik yerlerinden kesildi. Halep’ten kaçmaya çalışanlar, çölden geçen eski uzun yolu kullanmak zorunda kalıyorlar.

Oysa bu yolların açık tutulması, Moskova ile Ankara’nın vardıkları anlaşmanın gereğiydi, ikisinin ortak sorumluluğundaydı. Öyle ki, M4 karayolunun, İdlib cihatçı bölgesinin güneyinde kalan (Lazkiye’ye uzanan) parçası ve iki yanındaki altışar km’lik güvenlik şeridi, o anlaşmadan bu yana yöre kaynaklı kimi haberlerde “Putin-Erdoğan Bölgesi” diye anılıyordu.

Bileşik cihatçı ordusu, Halep’e şehrin batısından saldırdı, tam da en sıkı korunması beklenecek yerden, neredeyse M5 karayolunun üzerinden ilerledi. İlerleyişin sürati, karşılarındaki savunma hattının çabucak çöktüğünü gösteriyor. Yani Suriye (+Rusya +İran), Halep için üç-beş gün dayanabilecek savunma imkânını bile meğer yitirmiş. İsrail’in Hizbullah ve İran’a verdiği hasarın Suriye’deki askerî dengeyi tepetaklak ettiği anlaşılıyor.

Belli ki sarsılan yalnız askerî denge değil, moral-maneviyat bakımından da İsrail’in Suriyeli cihatçılara büyük katkısı olmuş.

İdlib deyince ne anlıyoruz?

Batman ilinden büyük, Sakarya’dan küçük, Trabzon’a yakın büyüklükte bir yer. Savaştan önceki nüfusu 2 milyonun biraz üzerindeydi. Ne kadarı şu anda orada, ne kadarı yurtdışına göçtü, kesin bilinmiyor. İç göçmenler ve yabancı cihatçılarla hâlihazırdaki nüfusu 5 milyona yaklaşıyor.

Sırf savaşın ağırlaştırdığı geçim şartlarını da gözönüne alarak bütün bu nüfusun buraya sıkışıp kaldığını söylemek isabetli olur. Kaldı ki, silahlı on binlerce militan, şimdilik kısmen güvence altına alınmış bu bölgeden çıktıkları anda imha edileceklerini bilerek yaşayageldiler; ilaveten, Orta Asya, Kafkasya ve Mağrip’ten, kimi aileleriyle birlikte gelip buraya yerleşmiş cihatçıların dönebilecekleri yer de yok. Sırf Alevi nüfusun katliamlarla sürüldüğü Cisr el-Şuğur’a yerleştirilen Uygurların, beş yıl önce, çoluk çocuk 15 bin kişiden fazla olduğu söyleniyordu.

İdlibli cihatçılar, Suriye İçsavaşı’nın başlarında dışarıdan bol yardım alabiliyorlardı. Çatışmanın Rusya-Türkiye-İran anlaşmalarıyla denetim altına alınması ve rejimin silahlı muhaliflerinin -Ankara korumasıyla- geçici de olsa yaşam güvencesine kavuşturulmasıyla, Beşar Esad’ı devirme peşindeki Arap devletlerinin Suriye’ye ilgisi azaldı, yakın zamanda da Esad’ın yeniden benimsenmesiyle, Suriyeli cihatçılar için önemli kapılar kapandı.

Ankara’nın Şam’la anlaşma yolları aramaya başlaması, hoşnutsuzlukların basbayağı isyana yaklaştığı çeşitli protesto gösterilerinin de ortaya koyduğu üzre, İdlibli cihatçılar ve muhalifler için alarm zillerinin çalmaya başlaması anlamı taşıdı. “Savaşları bitirme” iddiasıyla atıp tutan, üstüne üstlük Putin sevdalısı yeni ABD başkanının başlarına açabileceği belaları da düşününce, İdlib cihatçılarının ne yapıp edip acil çıkış yolu araması mâkûl. Ellerine bir nevi hayat garantisi olarak kullanabilecekleri pazarlık kozları geçirmek istemelerinden daha doğal şey yok. Aslına bakarsanız, başka çareleri de yok.

Dolayısıyla, Moskova ve Tahran’a Ankara’nın verdiği, Suriye’deki kocaman saatli bombayı patlatmadan tutma güvencesi geçersiz kaldı. Şu anda yaşanan, muhtemelen tenhada kendini imhaya sürüklenmeden önce bu saatli bombadan Ankara’nın anlık azamî yararı sağlama operasyonu.

Ve saatli bombayı eline alıp bu kadar rahatça oynayabilmenin sırrı da, tıpkı İdlib açmazına herhangi bir inandırıcı çözüm formülünün kimse tarafından bulunamayışındaki acımasızca kesinliğe benzer şekilde, şu an için İdlib’e hükmeden Heyet Tahrir el-Şam devletçiğinin tek hayat kaynağının Cilvegözü (Türkiye-Suriye) sınır kapısından gelen mal ve para oluşunda. Ankara usulca kapıyı çekiverse, HTŞ de, İdlib’deki yapı da çöker.

Esad veya muadili herhangi bir müstakbel Suriye yönetimini, İdlib’deki silahlı elemanların pekâlâ sivil siyasete katılabilecek uyumlu yurttaşlar haline getirilebileceğine ikna etmek herhalde mümkün olmayacaktır. Bu yüzden, İdlib nüfusunun istikbali hayli karanlık. Çaresizsen, birilerinin oyunlarında rol alıyorsun. Oyunları kuranlar içinse “fırsat” kavramı, “açığını bulma”, “zaafını kollama” deyimleriyle birlikte, Ortadoğu sözlüğünün en çok başvurulan sayfalarında yer alıyor olmalı.

Buna, İdlib’deki militan takımından bazısının, eylemsizlikten ve birilerinin oyunlarına alet olmaktan duydukları hoşnutsuzluğu, HTŞ’yi rejime karşı eylemsizlikle suçladıklarını ekleyelim.

Yani on binlerce cihatçının, aylardır şimdiye kadar görülmemiş disiplinle hazırlanıp eyleme geçtiği söylenen son saldırının neden bu kadar geciktiğini sorsak yeridir.

O halde, niye şimdi?

En kısa geçeceğim fasıl bu. Muhtemelen bir-iki gündür, zamanlamanın Suriye rejimine karşı saldırıya geçmek için neden bu kadar uygun olduğuna dair pek çok şey okumuşsunuzdur.

Suriye yönetiminin, bırakın ülkenin bütününü, Şam’ın denetiminden çıkmış birçok parçayı mâkûl zayiatla yeniden ele geçirecek, elde tutacak, düzene sokup yönetecek gücü yok. Rusya’sız, İran’sız kendini ne ölçüde savunabilir, şüpheli.

Ukrayna savaşına odaklanmış Rusya, her ne kadar o savaşta üstünlük sağlamış bulunsa da, meseleyi halledecek ölçüde uçağını, pilotunu, askerini Suriye’ye ayıramıyor. Kuzey Kore’den takviye asker temin etmek zorunda kaldı. Son cihatçı saldırısının hemen başında, Tel Rıfat’tan, Menagh hava üssünden, hattâ bizzat Halep’ten askerlerini çekti. İran’sa, bildiğiniz üzre, zorda. İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbe ile Suriye’deki İran milisleri ve Kudüs Gücü’ne verdiği hasarlar çok ağır. Irak’taki milislerden Halep’e takviye yaptı, ancak Hizbullah’ın kırılan etkinliğini telafi etmesi zor. Ayrıca Suriye’deki İran varlığı her an yeni İsrail saldırılarıyla kan kaybedebilir.

Rusya ile İran’ın etkisizleştirildiği ortamda Esad yönetiminin, bırakın İdlib’deki yapıyı ortadan kaldırmayı, Halep düşerse onu nasıl geri alabileceği bile belirsiz.

Madem öyle…

Yani ortam hamleye elverişli, ama bunu daha da münasip kılan, anlaşılıyor ki, Ankara’nın “madem öyle” tepkisi. Çekilmeyi öngörmeyen “görüşme” arayışına Şam’ın yanaşmayışı, Moskova’nın yardımcı olmayışı, üstüne üstlük, Rusya yetkililerinin ağzından “işgalci güç”, “çekilme” gibi kavramların dökülmeye başlaması, Ankara’da cihatçıların “zayıf bulmuşken saldıralım” hevesini teşvik arzusu yaratmış olmalı.

Elbette, askerî vaziyetin nasıl gelişeceği bu yazı yazılırken belirsizdi. Ancak Halep’in kaderi şimdilik belirlense bile yarın ne olacağı yine belirsiz. Saldırı bugün püskürtülse yarın ne olur? Aksi ihtimalde Şam hangi güçle, nasıl geri alır? Cihatçılar koca Halep’le ne yapar? Yoksa oraya da Urfa valisi mi bakar?

Halep’e saldırı üstüne konuşulurken, daha önce niyetlenildiği ama Ankara’nın -Cilvegözü kozunu kullanarak- HTŞ’yi durdurduğu söyleniyor. Ancak “Esad açılımı” girişimlerinin sonuç vermeyişi üzerine, “madem öyle” tepkisi galiba “yürüyün böyle”ye varmış.

Türkiye’nin bu işteki rolü ne?

HTŞ komutasındaki orduya SİHA’lar vermek gibi doğrudan katılım söz konusu değil anlaşılan. Cihatçıların elindeki SİHA’ları Ukrayna’nın verdiği söyleniyor.

Ancak harekâta en azından meşruiyet kazandırma düzeyinde iştahla sahip çıkıldığı ortada. Resmî görevli olmayıp yönetenler adına temsilî roller oynayan ve düpedüz vazifeli sayılmaları gerekirken nesnel değerlendirmeci muamelesi yapılan “Tink Tonk”çulardan biri, bir uluslararası yayında şunları söyledi, silahlı örgütlerin askerî başarıları kalıcı kılıp kılamayacakları konuşulurken: “… Suriyeli isyancıların henüz oynamadıkları önemli bir kartları daha var: Türkiye’nin dolaylı desteği. 2020’de temelde Türk dronları ve Türk topçusu İdlib’i Esad ve Rusya’nın almasını önledi… Şimdi de isyancılar açısından zor bir durum doğarsa onlar Türkiye’nin desteğine güvenebilecekler… ve Esad birtakım geri adımlar atmak zorunda kalacak.”

Göz yumma ve teşvikten epey ötesinin kastedildiği açık. Resmî düzeyde de yeterli açıklık var. İdlibli cihatçılar, aylardır hazırlandıkları saldırının gerekçesi olarak, denetimleri altındaki bölgenin Rusya uçakları ve Suriye topçusunca sık sık vurulmasını gösterdiler ve Halep taarruzuna “Saldırıları Caydırma” türü bir isim verdiler.

TC Dışişleri de birkaç gün sonra bu gerekçelendirmeye katıldı ve, “İdlib’e saldırılar”ı bugünkü gelişmelerin kaynağına yerleştirdi: “İdlib’e yönelik son dönemdeki saldırıların, Astana mutabakatlarının ruhuna ve işleyişine zarar verecek boyuta ulaştığı ve ciddi sivil kayıplara yol açtığı konusunda gerekli uyarıları çeşitli uluslararası platformlarda yapmış ve bu saldırıların durdurulması gerektiğini kayda geçirmiştik. Nitekim, son günlerde yaşanan çatışmalar, bölgedeki gerginliğin istenmeyen şekilde artmasına sebep olmuştur.”

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli’nin sözleriyle, “Türkiye bakımından büyük önem teşkil eden” bir sorunla karşı karşıyayız ve Ankara, “Gelişmeleri, Suriye’nin birliği ve toprak bütünlüğüne atfettiğimiz önem ve terörle mücadeleye verdiğimiz öncelik çerçevesinde çok yakından takip ediyor”.

Burada “terörle mücadele”den kasıt elbette İdlib’in on binlerce silahlı cihatçısı değil, “mevcut istikrarsızlık ortamından istifade etmeye çalışan Tel Rıfat ve Münbiç’teki terör grupları” (YPG). Ve zeytinyağı: “Bu bölgelerdeki terörist varlığının sonlandırılması amacıyla paydaşlarla daha önce varılan mutabakatların gereğinin yerine getirilmemiş olması endişelerimizi artırmakta”.

Sözcü gerçi, Ankara’nın, “2017 yılından bu yana”, “İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi’yle ilgili” olarak “tesis edilen mutabakatlar”ın “gereğini hassasiyetle yerine getirmekte” olduğunu ileri sürüyor, ancak HTŞ öncülüğünde bileşik cihatçı kuvvetinin giriştiği harekât bunun aksini gösteriyor. Zira söz konusu mutabakatlara göre, Ankara’nın, İdlib’deki sayısız askerî mevzisi ile, oradaki silahlı güçleri denetimi altında tutması, oraya buraya saldırmalarını önlemesi gerekiyor. Oysa şu anda yaşananı en kısa yoldan ifade etmemiz gerekirse, “Soçi, Astana, vs. bitti,” diyebiliriz.

Moskova ile Ankara’nın Suriye’deki dansı zaten birlikte uyumlu harekete hiç dönüşmemiş, Ankara açısından, otuz üç askerin katledilmesinin hesabının sorulmayışı ölçüsünde tavizlerle, Moskova açısından, Ankara’nın icabında istediği yere savurabileceği sözkonusu saatli bombayı elinde tutmasını kabullenme eşliğinde sürdürülebilmişti. Uğursuz S-400 macerasının, âdetâ Türkiye’nin NATO üyeliğini Vladimir Putin’in kafasına kakmak üzere yazılmış TV dizisine dönüşmesi ve Ukrayna savaşının doğurduğu pürüzler, Ankara’nın zayıf haliyle yakaladığı Esad’a birşeyler dikte etmekten ibaret görünen “görüşme” ısrarıyla üstüste binince, Rusya’nın yetkili ağızlarından Suriye’deki TSK varlığı için “işgalci güç”, “çekilme” gibi kavramlar döküldü.

Gelsin konuşsun??

HTŞ öncülüğündeki Halep harekâtı, Suriye’deki kanlı savaş dengesinde Tahran’ın -eğer Hizbullah’ın boşluğunu bizzat Devrim Muhafızları’nın özel birlikleriyle falan gidermeye kalkmayacaksa- giderek geri plana sürükleneceğini, Moskova’nın -eğer gücünü Ukrayna’ya hasretmişliği yüzünden burada yeni bir atılıma girişemiyorsa- caydırıcılığının ve olaylar üzerindeki etkisinin azalacağını, Şam’ın -eğer hâlihazırda kimsenin ihtimal vermediği bir silkinişle otoritesini yeniden tesis etmesini sağlayacak mucize yaratamayacaksa- içeride denetimi altında tutabildiği toprakları, uluslararası düzlemde kaale alınırlığını bütünüyle yitireceğini, Ankara karşısında da büyük ölçüde dezavantajlı konuma düşeceğini gösteriyor.

Ya Ankara? Eğer bileşik cihatçı ordusunun şu andaki askerî başarısı sürer ve Halep düşerse, Ankara herhalde Şam’a “n’oldu bizim iş?” diyecek, belki bunu bile yapmayıp Esad’ın kapıyı çalmasını bekleyecek. Şart dayatma konusunda “elde Halep” pozisyonu elbette büyük avantaj. Yani topluca bir defa daha, “Bi top mermisi kaç para, biliyonuz mu siz!” fırçası yememiz ihtimal dahilinde. Yine Devlet Bahçeli’nin çıkış yapması, “Esad gelsin, burada konuşsun, derdi neyse anlatsın,” demesi ihtimali de… neden olmasın?

                                                                /././

Bodrum Belediyesi'nde 'evet' imzası tartışılıyor -Selçuk Arslan-

Bodrum'da 1. derece arkeolojik sit alanı içinde kalan bazı parsellerin yapılaşmaya açılmasının değerlendirilmesiyle ilgili yapılan toplantıda "evet" görüşü sunan Bodrum Belediyesi tepki çekti.

BODRUM - Muğla’nın Bodrum ilçesinde antik tiyatro ve Halikarnassos surlarının bulunduğu 1. derece arkeolojik sit alanı içinde kalan özel mülk statüsündeki bazı parseller için mülk sahibi, 'yapılaşma hakkı'nı gerekçe göstererek 2014 yılında Kültür Bakanlığı ve Muğla Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’na başvurarak bu parsellerin yapılaşmaya açılmasını talep etti.

Kurul, 15 Kasım 2024 tarihinde yaptığı toplantıda talebi değerlendirdi, 2024 yılındaki ödenek yetersizliğini gerekçe göstererek kamulaştırma işlemi yapmadı. Uzman görüşlerine de başvuran Kültür Bakanlığı ve Muğla Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu, gerekli çalışmalar yapıldıktan sonra konuyu tekrar değerlendirme kararı aldı.

'KONU YENİDEN DEĞERLENDİRİLECEK'

Muğla Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’nun kararında “Muğla İli, Bodrum İlçesi, Yeniköy Mahallesi, Göktepe Mevkii’nde yer alan ve 1. derece arkeolojik sit alanında bulunan, tapuda 1087 ada, 147, 148, 149, 150 ve 151 parsellerdeki taşınmazlarda yapılaşma talebiyle ilgili olarak, Kültür Varlıkları Koruma Yüksek Kurulu 10.04.2012 tarih ve 37 sayılı İlke Kararı doğrultusunda bir inceleme başlattı. Karara göre, taşınmazların tamamında bilimsel kazı çalışması yapılması gerekiyor. Çalışmalar sonucunda ortaya çıkarılan kalıntılara yönelik raporlar hazırlanacak ve tüm bilgi ve belgeler kurulumuza iletildikten sonra konu yeniden değerlendirilecek" ifadeleri yer aldı. 

Kurul kararı sonrası, yeni bir belge (sağdaki) çevrecilerin Whatsapp gruplarında paylaşılmaya başlandı.

BODRUM BELEDİYESİ ’EVET’ DEDİ

Bu karara Muğla Büyükşehir Belediyesi, karşı oy kullanarak yapılaşma talebine olumsuz cevap verdi. Muğla Kültür Varlıkları Koruma Bölge Kurulu’nda tek üyesi bulunan Bodrum Belediyesi, kararın altına imza atarak “evet” dedi.

Bu durum, konuyu takip eden çevre örgütleri tarafından tepki çekti. Kurul kararının yer aldığı resmi belge dışında farklı bir belge çevre örgütlerinin Whatsapp gruplarında paylaşılmaya başlandı. Bu belgede Bodrum Belediyesi'nin "evet" yerine "karşı oy" kullandığı bilgisi yer aldı. Belgelerin sahte olup olmadığına ilişkin aradığımız Bodrum Belediyesi açıklama yapmadı. 

Adını vermek istemeyen bir belediye yetkilisi de karara sehven "evet" denildiğini iddia etti. 

                                                           /././

'Erdoğan, Demirtaş’ın ceketini asamaz' diyen kadın tutuklandı

"Erdoğan, Demirtaş’ın ceketini asamaz” sözleri üzerine hedef gösterilen G.K. adlı kadın,  “Cumhurbaşkanına hakaret” ve "Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla tutuklandı.(https://www.gazeteduvar.com.tr/erdogan-demirtasin-ceketini-asamaz-diyen-kadin-tutuklandi-haber-1738976)
                                                                 ***
(duvaR)

İlk Aşamada Takılan Devrim: İran Devrimi -Gamze Erbil /GELENEK


Tudeh söz konusu olduğunda sorunun devrim stratejisiyle bağı olduğunu, önder kadroların zihnindeki “liberal burjuvazinin devrimi” yanılsamasının kritik bir engeli oluşturduğunu saptamak durumundayız.

İnsanlar kendi tarihlerini yaparlar; ancak bunu kendi özgür iradeleriyle, kendi seçtikleri koşullar altında değil, doğrudan veri olan ve geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar. Bütün ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine tüm ağırlığıyla çöker.* 

Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i

I.

Bugün Batı emperyalizminin hedef tahtasında bulunan İran ile vekil güçleri olarak adlandırılan farklı ülkelere dağılmış İslamcı örgütler, bölgeye dair siyasi tartışmaların merkezinde duruyor. 

Güncel gelişme ve değerlendirmeler üzerinde durmayacağız. “Direniş ekseni” olarak anılan İran ve vekil güçlerinin “antiemperyalist” konumu, 1979’da İran’da gerçekleşen siyasi devrimin dinamiklerini bir kez daha mercek altına almayı gerektiriyor. Emperyalizme karşı direnişin ortaya çıkardığı reelpolitik güç dengeleri ve politik konumlanışların analizi akademik, aydın ve sol çevrelerden istihbarat servislerine geniş bir kesimin gündemini meşgul ediyor.

Bir kez daha tarihe dönmek ve bugünkü tablo için sonuçlar çıkarmak gerekiyor. Yazının görevi bu.

İran’da 1979’da gerçekleşen Şubat Devrimi sürecinde, farklı toplumsal kesimleri anti-emperyalist bir kalkışma zemininde birleştiren islamcı, solcu ve komünist örgütlerin politikaları nasıl şekillendi ve sonraki karşı-devrim süreci nasıl gelişti? Politik aktörlerin sırtlandığı “ölü kuşakların geleneği” ve İran’daki toplumsal ve siyasal dinamiklerin geçmişten devrettikleri, verili koşullar nelerdi?

Bu tarihte dolaşırken genel olarak bir uluslararası ortam/iklim referansına sıkça başvuracağız.

Ve tabii ki, Birinci Dünya Savaşı çıkışına doğru Ekim Devrimi’nin uluslararası alanda yarattığı siyasal, toplumsal ve ideolojik etkiyle başlayacağız.

Öncelikle bir not: İran’daki politik aktörlerin, kitleleri güçlü bir biçimde etkileme ve peşinden sürükleme becerilerinin dayanağı olan siyasal-ideolojik gelişkinliklerini belirleyen, geç kapitalistleşen coğrafyalarda eşitsiz gelişme yasasının ortaya çıkarttığı dinamikler. İran’ı bir zayıf halka yapan; devrim, sosyalist bir devrim olarak gerçekleşse onu sistemden kopartacak koşulları oluşturan temel mekanik eşitsiz gelişme yasası. 

Marksist teorinin yeryüzüne indirilmiş hali ve insanlığa bir çeşit cennet vaat eden Ekim Devrimi’nin yaydığı etki, emperyalist ilişkiler ağı cenderesinde, sürekli çelişkiler biriktiren geç kapitalistleşen coğrafyalara ışık hızında ulaşırken, toplumsal sorunlara çare arayan aydın ve işçiler hızlı bir biçimde kendi devrimlerinin yolunu döşemeye bakıyordu. 

İlk Komünist Birikim 

İran’da 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında şekillenen siyasal hareketliliğin kaynakları arasında öne çıkan, Azerbaycan’da çalışmaya giden farklı etnik kökenlerden İranlıların, başta Menşeviklerden ve sonrasında da Bolşeviklerden etkilenerek kurdukları, sosyal demokrat ve komünist partiler oluyor.

Bu partilerin öne çıkan isimlerinin doğrudan Bolşeviklerle ilişkide olduğunu ve bu ilişkinin, “KP’ler arası diplomasi” formatı dışında; Kafkasya coğrafyasında doğrudan birlikte savaşmayı, kimi zaman da  “çocukluk arkadaşlığı” gibi biçimleri içerdiğini not edebiliriz.

Bu aktörlerin de etkin olduğu İran’ın meşrutiyete geçiş süreci, yıkılmakta olan Kaçar hanedanının -o dönem dünya üzerindeki benzerleri gibi- son yönetsel çırpınışları olarak tarif edilebilir.

Bu dönemde Kafkasya ve İran coğrafyası üzerinde bir “komünizm hayaleti” dolaşırken, İngiltere ile çiçeği burnunda Sovyet iktidarı bu bölge için kıyasıya bir hegemonya savaşı yürütüyor. Ekim Devriminin buradaki işçi ve aydın çevreler üzerindeki etkisi, Sovyetler’in kendisini genişletme zorunluluğuyla örtüşüyor. Ancak aynı Sovyetler, global ölçekte emperyalizm olgusunun şekillendirdiği dünyadaki varlığını, İngiltere gibi aktörlerle yürüttüğü diplomaside garantili adımlar atarak sürdürebileceğinin de farkında. 20. yüzyıl tarihinin komünist hareket için bir dizi örnekte kendini gösteren bu açmazı, İran komünist hareketinin, politik açılım ve tartışmalarının üstbelirleyeni oluyor.

Kendi başına bir araştırma konusu olabilecek bu erken dönemin ve tarif edilen açmazın ortaya çıkardığı iç tartışmalara kısaca değinmekle yetinmek durumundayız.

Komünistlerin bakışıyla bu dönemin kısa tarihini, 1984-2004 yılları arasında Tudeh’in birinci sekreterliği görevini yürütmüş Ali Havari’den aktarmayı tercih edebiliriz. Ama bir küçük “açmaz” notu düşerek: 1921’le birlikte, Bolşevik iktidarın içeride ve dışarıda istikrar arayışının sonuçlarından biri olan Sovyetler Birliği ve İran arasında yapılan anlaşma, İran komünist hareketinin bu döneminin, o sözü edilen üstbelirleyenidir.

Marksist fikirlerin geçmişi, kapitalist ilişkilerin belirginleştiği ve geliştiği, işçi sınıfının oluştuğu ve sosyal demokrat hareketin İran’da ortaya çıktığı, İran Komünist Partisi’nin (İKP) kurulmasından önceki döneme dayanır. Yoldaş Agāhi’nin İran’daki Partilerin Tarihi’nde yazdığı gibi, Sosyal Demokrat Parti, Anayasa Devrimi’nde (1905-1911) önemli bir rol oynayan, ülkedeki nispeten örgütlü ilk partiydi. Ayrıca, Haydar Han Emmioğlu ve onun Anayasa Devrimi’nin zaferindeki özel ve ayırt edici rolü hakkında çok şey yazıldı. 

Onun dışında, Ali Musyo, Kamran Ağazade, Avetis Sultanzade, Siros Bahrām, Kerim Nikbin ve Esadullah Gaffarzade gibi İran’daki işçi ve komünist hareketi örgütlemede olağanüstü roller üstlenen başka parlak şahsiyetler de vardı. Bu olayların, Lenin liderliğindeki Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin kuzey komşumuzda şekillendiği ve Rus Bolşeviklerin İranlı militan aktivistlere siyasi-teorik materyal sağlamada önemli bir rol oynadığı sırada İran’da gerçekleştiğini belirtmek önemlidir.

Aslında, [23 Haziran 1920]’de İKP’nin kurulması, Adalet ve Himmet grupları da dahil olmak üzere İran’daki çeşitli devrimci, sosyal demokrat hareketlerin bir araya gelmesinin sonucuydu.

100 yıl önce İKP’nin kurulması, İran’ın ulusal kurtuluş hareketinde ve İran’daki sosyal ve siyasal ilişkilerin değişim ve gelişiminde hayati katkısı olan işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesinde yeni bir sayfa açtı. Komünistlerin Tahran ve ülkenin diğer şehirlerinde işçi sendikalarının kurulmasında ve İran işçi sınıfının mücadelesinin örgütlenmesinde verdiği destek, kısa sürede gerici iktidarı korkuttu. 

Rıza Han [daha sonra Şah] diktatörlüğü, 1925’te kurulup istikrara kavuşturulduktan sonra, İKP ve faaliyetleri üzerindeki baskı yoğunlaştı. Petrol işçilerinin 1929’da İngiliz emperyalizmine ve Rıza Şah iktidarına karşı ilk kitlesel grevi örgütlemesinin ardından, gericilik İKP’nin faaliyetlerini durdurmada kararlı davrandı. 

Rıza Şah rejimi 1931 Mayıs ayı sonlarında ‘Kara Yasa’ olarak adlandırılan anti-komünist yasayı çıkardı. Bununla birlikte İKP yasaklandı, liderliğine yönelik geniş çaplı bir saldırı ve ardından Yoldaş Dr. Taqi Arani’nin de içinde olduğu çok sayıda komünistin tutuklanması gündeme geldi. Kendisi daha sonra hapishanede katledildi.1

Komünistler Baba Şaha İzin Vermiyor

1941’de kurulan Tudeh ve İKP ilişkisine dair kesin bir süreklilikten bahsedemiyoruz. İlk kuşak İran komünistlerinin, Sovyet sosyalizmini Kafkasya ve İran coğrafyasında yayma arzularının, sosyalizmin küresel ve yerel çıkarlarının yarattığı açmazın yükü altında ezildiğini ve bu yük dahil diri bir Bolşevik ruhu, ardıllarına devrettiğini söyleyebiliyoruz.

1921 yılında, İran’da Rıza Şah darbesi, ardından Sovyetler Birliği-İran anlaşmasının zorlu çekişmeler sonucu imzalanmasıyla birlikte, ülke tarihinde açılan yeni dönemin yönetim şeması netlik kazanmış oluyor. Bundan sonraki süreçte İranlı komünistler, örgütlenme ve yayıncılık faaliyetlerini yoğunlaştıracaktır.

Birleşik Krallık’la petrol-iktidar alışverişi üzerinden bağı kesintisiz devam edecek ve ülkeyi 1979’a kadar yönetecek Pehlevi hanedanı, 1925’te kuruluyor; İngiliz desteğiyle iktidara gelen baba Rıza Şah Pehlevi’nin, komünist tehdidi konusunda efendileri kadar korkak ve temkinli olduğunu görüyoruz.

1929’da İKP’nin örgütlediği petrol işçileri grevi, komünistlere dönük ilk saldırının gerekçesi olur. Mayıs 1931’de çıkarılan Kara Yasa ile Komünist Parti yasaklanır ve lider kadrolarına yönelik yoğun bir baskı dönemi başlar.

Yine Baba Şah döneminde komünistleri hedef alan ikinci saldırı, Elli Üçler olarak anılan komünist, sosyalist aydınların içinde bulunduğu gruba dönük olarak gerçekleştirilen 1937’deki tutuklamalar oluyor. Gerekçe ne? Komünist siyasi faaliyetlere katılmak. Bu ekipten bazı isimler hapishanede ölürken, 1941’de çıkan genel afla serbest kalanların bazıları Tudeh’i kuracaktır.

İkinci Savaş, “Aile Arasında Darbe” ve Tudeh’in Kuruluşu

1941’de yine İngilizlerin müdahalesiyle Baba Rıza Şah Pehlevi iktidardan el çektirilip Güney Afrika’ya yollanırken yerini Oğul Rıza Şah Pehlevi alıyor ve genel af dahil bir reform programıyla kısmi bir açılım sağlanıyor. Birleşik Krallık ve Sovyetler Birliği’nin askeri varlığı İran’ın ensesindedir.

Bu iklimde, Eylül – Ekim 1941’de Tahran’da yapılan bir konferansla ve Süleyman Muhsin İskenderi’nin liderliğinde kurulan Kitleler Partisi – Tudeh, “Gerici diktatörlüğe karşı özgürlükten yana tüm sınıf ve katmanların birleşik mücadelesi” sloganını öne çıkardığı hızlı bir örgütlenme yaparak siyasi etkinliğini İran toplumunda hatırı sayılır bir güce ulaştırıyor. 

Tudeh 1944’te ilk kongresini düzenliyor. Kongrede kabul edilen program ve parti tarafından yayımlanan Rehber dergisi İran modern siyasetinde yepyeni bir dönem açıyor.

Öyle ki, Şubat Devrimi’nden sonra Humeyni’nin atadığı “ılımlı” Başbakan Bazargan, İran’ın çağdaş tarihinden bahsederken, “bugünkü biçimiyle siyasi parti ve etkinlikleri ülkeye Tudeh’in tanıştırdığını” teslim ediyordu. Modern İran siyasi yaşamında Tudeh’in katkısının farklı kesimlerce kabul edildiğinin net bir ifadesi.

Aydın çevrelerine sözünü ulaştırması, Tudeh’in siyasi etkisini katlamasında bir diğer kaldıraç oluyor.

Şubat 2024’te BBC’nin sorularını yanıtlayan ve konuya tümüyle kendi dünyasından bakan Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin eşi Farah Pehlevi’nin de buraya takılmış olması kayda değer. Devrim sürecindeki eylemlerle ilgili gözlemlerini anlatan Farah Pehlevi, gösterilerde yer alanların çoğunun akademisyen ve entelektüel olduğunu belirtiyor ve 

Kendimize sürekli, ‘ne çeşit gruplar insanların beyinlerini doldurup onları sokaklara dökebilmişti’ diye soruyorduk2

diyor. Yazık.

Tudeh, Siyasi ve Kültürel Alanı Yeniden Şekillendiriyor

Tudeh’in, ABD istihbarat raporlarına “kısa sürede sorunları istismar ederek toplumsal etkisini artırma becerisine sahip” olarak geçen bu durumunu, Birinci Sekreter Ali Havari de şöyle tarif ediyor: 

İran’daki diğer tüm politik özneler arasında, Tudeh Partisi’nin yeri ayrı. Parti mücadeleye başladığında İran’da feodal bir yapılanma hüküm sürüyor. Politik faaliyetlerine izin verilen kısa dönemde, Parti hem İran’da hem de Ortadoğu ölçeğinde hissedilen yaygın bir etkiye sahip oluyor ve siyasi ve kültürel alanı ciddi ölçüde değiştiriyor.”3

O dönem “işçi” kavramının değişik bir kavram olduğunu, kadınların oy hakkının olmadığını, ülke siyasetçilerinin çoğunun formasyonunun “sömürgecilere hizmet” anlayışıyla şekillendiğini, köylülerin toprakla birlikte alınıp satıldığını, batıl inançların yaygın olduğunu hatırlatan Havari, az sayıda parti ve örgüt olduğunu ve sadece birkaç tane bilimsel, siyasi ve kültürel yayın olduğunu vurguluyor.

Tudeh böyle bir ortama doğuyor ve kısa sürede bu ortamı belirler hale geliyor.

Parti politikalarına ilişkin ilk belge 1944’te yapılan ilk Kongrenin sonuçları. Bu o dönem için ilerici, devrimci ve açık fikirli bir doküman.

Ali Havari, İran tarihinde benzeri olmayan bu belgenin o dönem için hayli ileri talepleri içerdiğini belirtiyor ve bunları şöyle sıralıyor4

  •  İşçi hakları ve sekiz saatlik iş günü
  •  Bir sosyal güvenlik sistemi
  •  Köylüler için toprak reformu 
  •  Kadın-erkek eşitliği ve kadınlara seçme ve seçilme hakkı

Marksizmin özellikle ilerici ve özgürlük yanlısı aydın camiayla tanıştırılmasında partinin yayımladığı yüzlerce kitap, dergi ve makalenin etkisine dikkat çeken Havari, Farsça’daki marksist klasiklerin en önemli kaynağının Tudeh’in yayınları olduğunu söylüyor.

Tudeh hızlı bir biçimde ismindeki gibi halkın partisi haline geldi. Bunun böyle olmasının bir nedeni, Partinin sendikalarının, ücretli nüfusun önemli bölümünü harekete geçirebiliyor olmasıyken diğer bir neden çok sayıda kamu çalışanının, meslek sahibi ve aydının da ilgisini çekiyor olmasıydı. Parti başarılı bir biçimde emperyalizme ve Şah diktatörlüğü tehdidine karşı anayasal özgürlüklerin ve yurtseverliğin asıl savunucusu olarak İran toplumunda kök salıyordu. 1944’te Tudeh, mecliste dokuz sandalye kazandı. Bu dönemde partinin üst düzey subayların da dahil olduğu, ordu mensuplarından oluşan bir askeri örgütü bulunuyor.

Bu kesiti, dönemin benzer zayıf halkası Türkiye’nin belli yönleriyle aynı dönemine, ama daha fazla 60’lardaki toplumsal-siyasal ortamına benzetmemiz mümkün.

Partinin programatik yaklaşımının uluslararası iklimin belirleyici etkisi altında olduğunu söyleyebiliyoruz ve diktatörlüğe karşı mücadele kurgusunu anti-faşist cephe politikalarıyla eşleştirebiliyoruz.

Sovyetler Birliği Gölgesi

İkinci Savaş’ın sonuna gelinirken ve dünyada yeni dengeler oluşurken yaşanan gelişmelerin sonucu olarak, ilk kuşak komünistlerin yaşadığı küresel-yerel ölçeklerin gerekleri arasında sıkışma sorununu, bu kez Tudeh’in yaşadığını ve kimi politik gelişmelerin Parti’nin İran’daki ihtişamlı yükseliş tablosuna gölge düşürdüğünü saptayabiliyoruz.

1943 Tahran Anlaşması’yla müttefik kuvvetlerin İran’dan çekilmesi sürecinde, Sovyetler Birliği’nin bölgede hegemonya kurma ihtiyacı önemli bir belirleyen olarak duruyor. 

Azerbaycan’da ortaya çıkan toplumsal ve siyasal kalkışma; İran yönetiminin Sovyetlerle yürüttüğü diplomaside çevirdiği dolaplar ve günün sonunda ABD’den aldığı silahlarla buraya müdahale etmesi; Sovyetler’in müdahalesizliği gibi gelişmeler karşısında Tudeh, zor bir açmazı göğüslemek durumunda kalıyor. Sonunda yenik düşen Azerbaycan kalkışmasına verdiği destek, “dış güçlerin hizmetinde” yaftasının Tudeh’in üzerine yapışmasını kolaylaştırıyor.

Çok sayıda aydın partiden ayrılıyor ve sonraki dönemde de Musaddık’ın Milli Cephe’sine katılıyor. 

Buna benzer bir başka “Sovyet hasarı”, Musaddık döneminde “petrolün millileştirilmesi” hamlesini desteklememesi, sendikalar ve işçi hakları konusundaki eksikliğin üzerinde yoğunlaşarak mesafeli bir konuma yerleşmesi oluyor.

Bu başlıktaki son madde: Partiyi 60’larda zayıflatan bir diğer ayrışma, tüm dünyadaki komünist hareketleri etkileyen Çin-Sovyet anlaşmazlığı oluyor. Tudeh liderliğini “reformist ve revizyonist” olmakla suçlayan bir dizi genç aktivist, partiden ayrılarak Çin yanlısı Sazman-ı İnkilab-ı Hizb-i Tudeh-ye İran’ı (İran Tudeh Partisi Devrimci Örgütü) kuruyor.

Darbenin Asıl Hedefi Tudeh 

Yaşadığı politik sıkışmalara ve üzerindeki ağır baskılara karşın Tudeh, Şah yönetimi ve emperyalistler için birincil tehdit olmaya devam ediyor.

Ali Havari’ye göre, Oğul Şah Rıza Pehlevi döneminde partiyi hedef alan ilk formal saldırı Ocak-Şubat 1948’de geliyor. Dönemin hükümet sözcüsü Dr. İkbal, Tudeh’i iç ortamı bozmak ve ajite etmek için “komünist idealleri yaymak”, “yabancı güçlerin hizmetinde olmak” ve “sıradan insanları aldatmak”la suçluyor. Havari, İkbal’in suçlamalarının, “baskıcı monarşiye karşı işçi ve köylü kitleleri örgütlemek ve harekete geçirmek” şeklinde de okunabileceğini söylüyor. 

1949’da Muhammed Rıza Şah Pehlevi’ye yönelik bir suikast girişimi partinin yasaklanmasının gerekçesi oluyor. 1950’de 40’tan fazla Tudeh militanı infaz ediliyor. Bu dönemden sonra Parti yer altındadır.

Musaddık döneminin görece ılımlı atmosferinde etkisini artırmayı başaran Tudeh, 1953’teki CIA darbesinin asıl hedefi olarak görülüyor. Bugün artık bu darbenin İngiltere’nin ABD’yi ikna etmesiyle doğrudan bir CIA organizasyonu olarak gerçekleştirildiği belgelidir.5

Renkli devrimler 90’ların icadı değil; 20. yüzyılın ikinci yarısında emperyalist sistemin liderliğini Birleşik Krallık’tan devralan ABD’nin dış müdahale aracı CIA, 1953’te İran’da Başbakanı devirmek için bir isyan örgütlüyor. Parayla satın alınmış lümpen takımı ve yobaz muhalefetin sokak isyanı senaryosu yürürlüğe konuyor ve sömürge karşıtı politikalar ve petrolün millileştirilmesi gibi hamlelerle İran için bir bağımsızlık programının yolunu yapan Musaddık iktidarına son veriliyor. 

Petrolün millileştirilmesinin yanı sıra başka demokratik reformları da programına alan Musaddık, İran’da Pehlevi döneminin kısa süren bir aykırı parantezi oluyor. İran siyasetinde ulusalcı ve antiemperyalist bir kanalı temsil eden takipçileri, cephe politikalarının ve devrimin ilk döneminde yönetsel aparatın önde gelen aktörlerinden olacaktır.

Emperyalistler için tehdit olduğunu söyleyemiyoruz; petrolü millileştirme hamlesi sıkıntısız bir biçimde geri sarılıyor ve yeni düzenlemelerle birlikte, emperyalist sömürü mekanizmaları iş görmeye devam ediyor. Tudeh’in olası iktidarı onlar için asıl kabustur.

1953 Darbesi’nde Tudeh yine ağır saldırıya maruz kalıyor. 

Ayrıca, Musaddık dönemi ve sonrası darbe karşısında alınan politik tutum ve bu dönemin “kafa karışıklığı”, partinin iç tartışmalarını derinleştiriyor.

Bu dönemi Ali Havari’den okuyoruz:

Murtaza Keyvan ve cesur ve parlak askeri subaylar İzzetullah Siyamek, Muhammad Ali Mübaşiri, Atārod, sadece birkaçını saymak gerekirse ve birkaç yıl sonra, Husrev Rûzbe. (1953 darbesinde katledilenler)

Tudeh, darbeden sonra İran içinde faaliyetlerini ve mücadelesini gizlice sürdürmek için büyük çaba sarf etti. 

Tudeh öğrencilerinin Dr. Musaddık’ın destekçileriyle işbirliği içinde üniversitelerde verdiği kahramanca mücadele, darbeden sonra destansı ‘16 Azar” [daha sonra İran’da ‘Öğrenci Günü” oldu] olayına yol açtı. 

Partinin darbe rejimini ifşa etme faaliyetleri, Yoldaş Rûzbe ve diğer bazı yoldaşların tutuklandığı 1957 yılına kadar devam etti. 

Parti liderliğinin İran’da ve sürgünde ulusal burjuvazi, Dr. Musaddık gibi konuların değerlendirilmesi ve darbeden sonra mücadelenin nasıl sürdürüleceği konusunda yaşadığı anlaşmazlığın, Partinin yeniden örgütlenmesini ve net bir mücadele stratejisi geliştirmesini zayıflattığını ve engellediğini belirtmeliyim. Bu konular, Partinin dokuz yıl sonra ilk kez düzenlediği Merkez Komitesi’nin 1957’deki geniş toplantısında gündeme getirildi ve üzerinde düşünüldü. Parti liderliği performansı nedeniyle ciddi şekilde eleştirildi.6

Tudeh’in yurtdışında yoğunlaştırdığı öğrenci tabanlı Cephe örgütleri çalışması o dönemki hedefleri açısından etkili sonuçlar veriyor ve 79 Devrimi sürecinin birleşik mücadelesine bir altlık saymamız mümkün.

1953 darbesi, ulusalcı ve komünist muhalefetin tabanının Şah yönetimiyle kopuşunun ve anti-emperyalizme demir atmasının tarihsel bir dönemecidir. İran toplumunun geneli ve hatta Şah yönetiminin algısında da böyledir.

Safları Kesinleştiren Bir Restorasyon Hamlesi

Musaddık dönemi İran’ın kapitalist demokratikleşme söylemlerini sistemden kopma noktasına getirecek şekilde yorumladığı ve kısa sürede geri sarılan bir deneyim oldu ve İran, İkinci Savaş sonrası, uluslararası iklimi belirleyen demokratikleşme dalgasından “nasibini alamadı”. İran kapitalizmi, 60’lara gelindiğinde bu defa Şah’ın inisiyatifinde bir reform sürecine yöneliyor. 

İran’da eşitsiz gelişim yasası, toplumsal muhalefeti Şah rejimini devirme rotasına kalıcı bir biçimde sokarken, hem ekonomik gelişmenin ulaştığı aşamada ülkeye uygun bir elbise biçmek hem de yeniden kendini sokaklarda hissettiren toplumsal muhalefetin gazını almak için bir reform programı gerekli hale geliyor.

‘53 darbesinde partinin aldığı darbeler sonrası Tudeh liderliği yurt dışında sürgünde de olsa, ulusalcılarla birlikte oluşturulan cephe politikalarının içerideki başta öğrenci hareketi olmak üzere toplumsal muhalefet üzerinde etkisi var. ‘60’a gelindiğinde öğrenci hareketleri ve öğretmen grevleriyle kendini gösteren halk hareketi, ABD yönetiminin desteğiyle Şah’ın reform programını başlatmasının tetikleyicisi oluyor. Öncelikle Toprak Reformu gündeme geliyor ve program kadınlara oy hakkı, işçilere “kâr paylaşımı”, ormanların özelleştirilmesi, seçim reformu gibi başlıklar içeriyor. 

“Beyaz Devrim” reformları, “birlik-mücadele-zafer” sloganıyla siyaseti belirleyen Tudeh ve ulusalcıların liderliğini yaptığı toplumsal muhalefeti yatıştırmaya yetmediği gibi, yapılan düzenlemelerin bir bölümü islamcı kesimlerin çıkarına dokunuyor; bu kesimleri de sistem dışına itiyor ve Şah karşıtı cephenin genişlemesi sonucunu veriyor.

1963’te Şahın programını referanduma sunmasının karşılığı, Tahran’da çok büyük gösteriler ve bunların kanla bastırılması; İslam devrimini alternatif bir program olarak sunan ve bundan sonraki İran siyasetinde Şah karşıtı cephenin parçası olacağını ilan eden (ve sürgün edilen) Humeyni liderliğindeki islamcıların İran siyasetinde konumlanması oluyor.

Aralık 1975: Resmen Ulusal Demokratik Cephe 

1975 yılının Aralık ayında, Tudeh’in mevcut çelişkiler ve durumu analiz ettiği yeni bir parti programı yayımlanıyor. Bu politik açılım, İran devrimine giden süreçte partinin etkin kitle çalışması yapmasının zeminini oluştururken, siyasal iktidarın alınmasına yaklaşıldığında bir ayak bağı haline gelecek, islamcı hareketle bağlarını koparmasının engeli olacaktır.

Buna göre, İran halkının ulusal çıkarları için Şah rejiminin devrilmesi koşulsuz bir gereklilik olarak tarif ediliyor. Diktatörlük karşıtı bir cephenin oluşması talebi en üst sıraya yerleştiriliyor. Üstbelirleyeni, 70’lerin aşamacılığı ve Ulusal Demokratik Cephe politikalarıdır. Parti Merkez Komitesi, 4 Eylül 1978’de bu programa paralel bir çağrı yayımlayarak şu talepleri formüle ediyor:

  • Ulusal koalisyonlardan oluşan bir hükümetin kurulması ve Cumhuriyet ilanı
  • Tüm siyasi tutsaklara özgürlük, eski rejimin suçlarının sorumlularının cezalandırılması
  • Demokratik özgürlüklerin korunması, anayasal bir sözleşme için seçimlerin yapılması ve yeni anayasanın kabulü
  • Tüm ABD danışmanlarının sınır dışı edilmesi ve ABD’yle askeri anlaşmaların açıklanması. Muazzam silah alımlarının sonlandırılması, emperyalist pakt CENTO’dan çekilme
  • İran’ın petrolü üzerinde tam egemenlik

Bu programın 79 Şubat Devrimi sürecinde ve sonrasında Tudeh’in politik hattını ve tüm stratejisini belirleyecek ekseni çizdiğini görüyoruz. 

Tudeh Birinci Sekreteri Nureddin Kiyanuri’nin, devrim sürecinde (8 Şubat) verdiği bir röportaj da, bu politik hatla uyumludur. Kiyanuri burada diğer siyasi örgüt ve partilerin daha önce Tudeh’le birlikte bir cephe oluşumunu reddettiğine ancak devrimi hazırlayan süreçte, birlik cephesinin “sokakta, fabrikada, üniversite ve köylerin mücadele alanlarında” oluştuğuna işaret ediyor. “Mevcut zorlukların üstesinden gelmek ve yeni bir İran kurmak için verilen mücadelenin bu birliği daha da yakınlaştıracağını” vurguluyor. 

Tudeh Merkez Komitesi, 12 Şubat 1979 tarihli bir bildiriyle, “tarihi zaferi tüm iç ve dış dirençlere karşı sağlamlaştırmak ve geri dönülmez kılmak için uyanık olunmasını” istiyor; mücadele ve eylem birliğine vurgu yapıyor.

İslamcı yönetime verilen bu desteğin parti içinde farklı şekillerde “hazmedilmiş” olması ayrı bir konu. Ali Havari, 2020’de yapılan bir söyleşide buna dair şöyle bir aktarımda bulunuyor.

Humeyni taraftarları ile ilgili olarak, Parti adına Devrim’den kısa bir süre sonra Haşimi Rafsancani ile görüşmeye gittiğimi hatırlıyorum. O zamanlar İçişleri Bakanlığı’nın başındaydı. Ofisine girdikten sonra, muhafızı gönderdi ve sandalyesinden kalkıp gelip önüme oturdu. Bana ülkenin Devrim’e sadık bir sol partiye ihtiyacı olduğunu ve ‘Tudeh’in Devrim’i çok iyi savunduğuna inandıklarını’ söyledi. Neyse, uzun uzun konuştuk. Bu görüşmenin içeriğini Parti’nin siyasi bürosunun toplantısına aktardım ve Yoldaş Kiyanuri, bunu memnuniyetle karşıladı. Bu hoş karşılama durumu karşısında, [Rafsancani’nin] gözlerinde bir engerek yılanının gözünün parıltısını gördüğümü ekledim. Yoldaş Kiyanuri buna itiraz etti ve şöyle dedi: Şimdi bu idealistlik.

Gerçek şu ki, başlangıçta hepimiz [Parti liderliğinde] genel olarak devrimi savunma konusunda hemfikirdik. Toplumda devam eden sınıf mücadelesini göz önünde bulundurarak, Partinin amacının devrimci süreci derinleştirmek ve emekçilerin çıkarları lehine sosyo-ekonomik aşamaları gerçekleştirmek olduğunu düşündük.

Bāzargān’ın Başbakan olduğu 1980 yılında İslam Cumhuriyeti güçlerinin Kürdistan’a saldırısından sonra Merkez Komitesi’nin yaptığı, bu saldırıyı kınayan ve rejimin giderek sağa doğru eğildiği konusunda uyarı yapan açıklamanın doğru bir pozisyon olduğuna inanıyorum. 

Ancak Parti bu konumunu ısrarlı bir şekilde sürdürmedi ve daha sonra değiştirdi. Parti liderliğindeki sadece az sayıda yoldaş -Rafet Muhammedzade (Akhgar), Hamid Seferi, İhsan Tabari ve ben- Partinin konumundan memnun değildik. Merhum Yoldaş Tabari çok alçak gönüllü ve sakin bir insandı; çatışmadan kaçınıyordu.”7

Rafsancani’nin gözünde “engerek yılanının gözündeki parıltıyı” görebilmek sınıfsal bir netliktir; partinin birikimine içkin olduğunu anlayabiliyoruz. 

Ancak partinin devrim stratejisi aşamacıdır ve bunun sonucu önderlerinin, devrimi “sıradaki sınıfın temsilcilerine” teslim etmekten rahatsızlık duymaması, yetmezmiş gibi mollalara müttefik ruhu içinde yaklaşmayı vaaz etmeleri olacaktır.

Devrimci Sol

1970’ler, uluslararası iklimin de belirleyiciliğinde ve tüm dünyada olduğu gibi İran’da da sol içi ideolojik farklılaşmaların ve fraksiyonların yoğunlaştığı bir dönem oluyor. Bu dönem, islamcı muhalefetle mesafesine, devrim stratejisi seçimlerine vs. bağlı olarak farklılıklar gösteren, bir bölümü gerilla mücadelesini savunan tüm sol ve komünist örgütler aşamacı devrim perspektifinde buluşuyor. Genel koşullar, bu hareketlerin kitleselleşme ve toplumsal etkisini artırmasına uygun koşullar.

Önde gelenleri Halkın Mücahitleri (İslamı Marksizmle sentezleme iddiasıyla ortaya çıkmış, izleyen yıllarda çok farklı yollara girmiş bir radikal hareket), Halkın Fedaileri (ML gerilla örgütlenmesi), Peykar (Halkın Mücahitleri’nin islamdan vazgeçip, bir noktada Maocu, sonra Arnavutlukçu olan kanadı) olarak sayabiliyoruz. Örgütlerin kendi içindeki ayrışmaları ve politik konum değişiklikleri karşı-devrim sürecine dek devam ediyor. Örneğin Peykar, İran rejimiyle uzlaşan Sovyetlere karşı önce Çin’e, Çin’in de uzlaşmasından sonra Arnavutluk’a yöneliyor. 

Silahlı mücadeleyi savunanların politik yaklaşımında, ordunun tamamen dağıtılması ve bir halk ordusunun oluşturulması öne çıkan bir talep oluyor.

Diğer zayıf halka Türkiye’dekine benzerliğinin altını çizelim. Ve tabii o dönem dünyanın başka bir çok ülkesindekilere de. Üstbelirleyeni uluslararası iklim olan bir durumdur.

Şubat Devriminin Kıvılcımları

‘78’e gelindiğinde Nureddin Kiyanuri’nin sözünü ettiği “tabanda birleşmiş” ve Şahı devirmeye odaklanmış İran halkının devrim yürüyüşünde kritik yer tutan olaylar yaşanıyor.

Bunların biri Ocak 1978’de Şah yanlısı İttilaat gazetesinin başyazısında, özelde Humeyni ve genel olarak ruhani liderlerin “feodalizm, emperyalizm ve komünizmle işbirliği yapan kara irticacılar” olarak nitelendirilmesinin yarattığı tepkiler. Yazıda Humeyni’nin gençliğinde şarat ve tasavvuf şiirleriyle dolu hovardaca bir yaşam sürdüğü, aslında İranlı olmadığı, dedesinin Keşmir’de yaşadığı ve akrabalarının “Hindi” soyadını kullandığı da iddia ediliyor. Belli ki, bu yayını yapanlar amaçladıklarının tam tersi bir sonuç alacakları konusunda bir fikre sahip değildi.

Yazının yayımlanmasından sonraki iki günde, Kum’daki medrese talebelerinin yerli esnafı kepenk indirmeye ikna ederek, yaşlı din adamlarının ve özellikle Büyük Ayetullah Şeriatmedari’nin desteğini almaları; ardından sokakları ele geçirmekle yetinmeyip polis karakoluna yürüyerek güvenlik güçleriyle çatışmaları gibi olaylar yaşanıyor.

Devlete göre iki, muhalefete göre 70 kişinin ölümüyle sonuçlanan ve yüzlerce kişinin de yaralandığı bu olaylar devrim sürecinin önemli tetikleyicilerinden biri olarak kayıtlara geçiyor.

Şah rejimiyle halk arasındaki kopuş sürecinde bir başka büyük darbe Ağustos ayında Abadan’daki Reks sineması yangını oluyor. İçeri giren birkaç kişinin sinemadakilerin üzerine kapıları kilitledikten sonra gerçekleştirdikleri kundaklama eylemi 400’ün üstünde insanın yanarak ölmesiyle sonuçlanıyor.

Bundan sonra üniversite ve liselerde başlayan gösteriler, pazarlara, petrol sektörüne, kamu ve özel sektördeki diğer fabrikalara, bankalara yayılıyor; demiryolları, liman işletmeleri ve resmi dairelerde grevler gerçekleştiriliyor.

Reks yangınıyla ilgili iktidar çevrelerinin “İslamcı militanlar yaktı” suçlaması, İttilaat gazetesi makalesine dönük öfke henüz hafızalardayken yeni bir bumerang etkisi yaratıyor. (Gerçekte de bu trajik olayın sorumluları bir sır olarak kalsa da; olayın yaşandığı dönemdeki tabloyu kavramak açısından çok da önem taşımıyor.)

Reks yangınından sonra sokaktaki İran halkının öfkesini ifade ettiği sloganlar listesinde “Şahı yakın” sloganı da yerini alıyor.

Bir başka tetikleyici olay, Tahran’ın Jale Meydanı’nda toplananları dağıtmak isteyen ve başaramayan komandoların rastgele kalabalığa ateş açmasıyla yaşanan ve 88 kişinin ölümüyle sonuçlanan trajedi oluyor. 8 Eylül Cuma günü yaşanan bu olay, Ekim Devrimi’nin Kanlı Pazar’ına gönderme yapacak şekilde Kara Cuma olarak İran tarihine geçiyor.

İran’ın Şubat Devrimi

Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin yönetilmek istemediği koşullar 1978 sonunda kalıcılaşmış duruma geldiğinde, Şah Rıza Pehlevi ülkeyi terk ediyor ve Şubat başında da İslamcı hareketin lideri Ayetullah Ruhullah Humeyni İran’a dönüyor. 

Sol için bu liberal burjuvazinin iktidarı anlamına geldiğinden ve devrim sürecinde müttefikler birbirine karşı toleranslı olduğundan Humeyni’nin gelir gelmez ülke yönetimindeki boşluklara müdahale etmesi sorgulanan bir durum olmuyor. 

Ancak bu süreç adım adım Velayet-i Fakih doğrultusunda İslamcı yönetim aygıtının kurumsallaşmasına doğru gidiyor. Kısa sürede hedef tahtasına sol ve komünistlerin yerleştirildiği süreçte müttefiklerin kendi Ekim Devrimini yapmayı başaramadıkları ve İslamcı iktidarın karşı-devrimi kurumsallaştırdığına tanık olunuyor.

Burada eksik olan iktidar perspektifidir; bunun eksikliğinin -Tudeh özelindeki- sebebi, sosyalist devrim stratejisinin yokluğudur. Tabii insanlar kendi tarihlerini veri olan ve geçmişten devrolan koşullar altında yapıyor. Bunun ötesine geçen bir sorgulamayı yapmak anlamlı olmuyor.

Karşıdevrimin Komünist Kıyımı

Tudeh’in mollaların karşı devrimi konsolide etme sürecinde de Humeyni yönetimine desteği devam ediyor. Ancak, 1983’te İran-Irak savaşı sürerken, Humeyni İran birliklerine Irak sınırını geçmelerini emrettiğinde Tudeh bu eylemi eleştiriyor. Bundan sonra büyük bir saldırıya maruz kalıyor. Operasyon sırasında öldürülenlerin yanında yüzlerce komünist kadro, işkence altında ya da asılarak katlediliyor. 

Parti yöneticilerine, “İslam Cumhuriyeti’ni devirmeyi planlayan casuslar ve hainler” olarak yaptırılan itiraflar TV’den yayınlanıyor. 

Ali Havari bu sürecin parti örgütünde ağır bir tahribat yarattığını ve partinin örgütsel varlığının bitme noktasına geldiğini belirtiyor. Havari Ocak-Şubat 82’de başlayan saldırının 10 bin kadar üye, destekçi, kadro ve lideri kapsadığını ve eş zamanlı yapılan baskınlarla gerçekleştirildiğini kaydediyor.

Bu saldırıların yarattığı tahribatın bir kaç yıl ardından, Perestroyka ve Glasnost açılımının/açmazının yükü  Partinin omuzlarına çöküyor. Kendi Ekim Devrimi’ni yapamamış olan ve bunun muhasebesini yapması beklenen parti, bir de Sovyetler Birliği’nin yeni yönelimiyle birlikte Komünist Partilerin gündemine giden “nerede yanlış yapıldı” tartışmalarıyla baş etmek durumunda kalıyor.

ABD’nin İstihbarat Yanılgısı

Burada dikkat çekici bir görüş, 1979’a gelinirken ABD istihbarat servisinin İran’daki gelişmelerle ilgili net bilgiye sahip olmadığı ve bunun sebebinin de CIA’nın HUMINT programında yapılan düzenlemeler olduğu şeklinde. Bu görüş ABD kaynaklarında yürütülen tartışmalarda sıkça dile getiriliyor.

HUMINT (İnsan kaynaklı istihbarat programı) ve yapılan düzenleme hakkında kısa bir parantez açabiliriz:

İnsan kaynaklı istihbarat programı gerçekten önemli; ama CIA’nın bu kaynakları yönetme tarzı, para, şantaj, kumpaslar vb. kirli işler üzerinden olduğu için Carter yönetimi döneminde bir imaj operasyonuna ihtiyaç duyuluyor ve CIA’nın HUMINT projesi kısıtlanıyor. Buna ABD yönetiminin Şah’la ilişkilerinde bu kirli yöntemlerin yaratacağı hasarı giderme ihtiyacı duymasını da ekleyebiliriz. “Carter Şah’a söz verdi” şeklinde aktarılan bu düzenlemeler, izleyen yıllarda Batılı kaynaklarda İran Devrimi’nin güldür güldür gelişinin “öngörülememesi”nin gerekçesi olarak dile getiriliyor.

Dönemin ABD istihbarat dokümanlarının yayımlanan kısmında, 79’a gelirken “Şah yönetimindeki İran’ın gerçek bir istikrar adası olduğu” yönündeki betimlemeler ve genel olarak bir aymazlık gözlemlenebiliyor. Ancak “sınırlandırılmış belge sızıntıları”nın yaratacağı yanlış algıları da ihmal etmemek gerek. Sonuç olarak böylesi başlıklarda “sır perdesinin aralanması” mümkün olamayabilir. 

Biraz da ABD yönetiminin “kendi sorunu” olan bu tartışmanın, “zamanı gelmiş bir devrimi engelleme” konusunda çok önemli olmadığını söyleyebiliriz.

İslamcıların Antiemperyalizmi ve Karanlık Diplomasileri

Humeyni yönetimindeki İslamcı iktidarın anti-emperyalist bir halk ayaklanmasıyla ele geçirdiği iktidarı riske atmamak için, emperyalistlerle ilişkilerini “örtülü” olarak yürüttüğünü ve zaten bunun islamcı siyasetin doğasına uygun olduğunu görmemek mümkün değil. Elbette bu ikiyüzlülüğün tekrar tekrar hatırlatılması gerekiyor. Benzer durumların günümüzdeki karşı karşıya gelişlerde de işaretlerinin olduğunu, İran yönetiminin emperyalizmle ilişkilerini düzeltmek için fırsat arayışını saklamadığını gözlüyoruz.

Humeyni’nin hem ABD hem de Birleşik Krallık’la başından itibaren temaslar kurduğu, uluslararası tablonun emperyalistler için pek de parlak olmayışı nedeniyle temel dertleri komünizm tehdidi olan bu iki emperyalist güce, İran’da komünistlerin faaliyetlerini engelleme sözleri verdiği yaygın olarak düşünülüyor. 

Belgeleriyle kanıtlanmış ve ABD Kongresi’nin yaptığı soruşturma sonrasında İran-Contra skandalı olarak tarihe geçmiş “gizli diplomasi” İran’ın bu ikiyüzlü siyasetinin en ünlü örneği. 

Bu diplomasiyle ilgili ortaya çıkan çarpıcı hikayeler var:  Sonraki dönem Devlet Başkanlığını yapacak olan Hasan Ruhani bu görüşmelerde önemli rol oynuyor. ABD Başkanı Ronald Reagan’ın güvenlik danışmanları Yarbay Oliver North ve Robert McFarlane, 1986’da üst düzey yetkililerle görüşmek üzere gizlice İran’a geliyor. Yanlarında Reagan tarafından imzalanmış bir incil, bir tabanca ve bir de pasta getiriyorlar. 

Bu gizli ziyaretin gündemi, İran’a satılacak silahların gelirlerinin Nikaragua’daki devrimci hükümeti devirmek için savaşan kontra güçlerinin (paralı askerlerin) finansmanında kullanılmasını organize etmek.

Yine Ali Havari’nin aktarımlarında yer alan ve silah ticaretiyle ilgili bir başka gizli diplomasi örneği de, Humeyni yönetiminin P.W.Botha başkanlığı sırasında (1984-89) apartheid rejimiyle yakın ilişkiler kurup gizlice silah satın alması. 

Havari bu bilgilerin, apartheid rejiminin yıkılmasından sonra Güney Afrika Komünist Partisi’nin ilk kongresine katılan Tudeh üyelerine Güney Afrikalı yoldaşları tarafından verildiğini, onların da bu bilgileri elde ettikleri hükümet dosyalarından öğrendiklerini söylediklerini aktarıyor.

II.

İran’da 1979 Şubat Devrimi sırasında iktidarı mollalara kaptıran/teslim eden ve sonrasında da tasfiye edilen sol ve komünist hareketlerin neden bu duruma düştüğü konusu, o dönemi yaşamış ya da dert etmiş İranlı aydın-sol-komünist çevrelerin, Batı solunun, istihbarat servislerinin, farklı ülkelerden aydın ve komünist çevrelerin özellikle sonraki on yılda fazlaca tartıştığı bir konu oldu. Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin çözülüşünün gölgesinin üzerine çökmesiyle birlikte bu tartışmaların zaman zaman yanlış uçlara sürüklendiği de görüldü.

Kimi zaman gerçek bir tartışma/değerlendirme olarak ele alınması çok zor yaklaşımlar/tezler de karşımıza çıkıyor, 20. yüzyıl Batı solu ve akademik camiasının doktrinerliği yorucu olabiliyor. Soğuk Savaş döneminde emperyalist konspirasyonun akademiye ve Batılı ve Batıcı aydın topluluğuna yaptığı antikomünist aşının etkileri muhakkak; teorisizm ya da entelektüel zorlama da diyebiliriz.

Bunlar arasında, “Marksist düşüncenin İranlılar için uygun olmaması…” gibi tuhaflıklara da rastlanabiliyor. Biraz sabır telkiniyle bunların öne çıkmış olanlarına göz atacağız.

Antikomünist Ezberler

Solun yenilgisi analizlerinde şu değerlendirmelere rastlayabiliyoruz8:

* İranlı marksistler toplumu anlamadı, somut durumun somut analizini yapamadı, kendini halk dilinde ifade edemedi, güçlü bir taban oluşturamadı. 

* Sol içi bölünmelere götüren kişisel rekabet ve ideolojik anlaşmazlıklar yenilgiyi getirdi. Birlik olunamadı.

* Yenilgi İran solunun Stalinist olmasından kaynaklandı; demokratik hak ve özgürlükler öncelikli görülmedi.

Daha çok bir 20. yüzyıl antikomünist ezberinin ürünü gibi görünen bu değerlendirmelerin, gerçeğin çarpıtılmasına ya da çarpık algılanışına dayandığını söyleyebiliyoruz.

İran’da solun halka kendini anlatma ya da halkı anlama sorunundan bahsetmek için ülkede 50-60 ve 70’lerin siyasi atmosferinden bihaber olmak gerekiyor.

Tudeh’in ilk kurulduğu dönemde ve devrime giden süreçte yarattığı toplumsal etkiye bakılırsa, halk ve Parti arasında öyle bir “ifade anlaşmazlığı” ya da taban-tavan sorunu bulunmuyor.

Sol içi ideolojik ayrışmaları domates çeşitleriymişçesine önemsizleştirip bunu tu kaka ilan etmekse bir “psikolojik operasyon” tekniği. Çok klişe bir 20. yüzyıl inanışı olan “solun birleşerek güç kazanabileceği” inancının popüler karşılık bulmasıyla da, bu saçmalık güç kazanıyor.

Günümüzde kimi yerlerde hâlâ geçerliliğini koruyan “solda birlik” inanışına göre, solcular ancak birleşerek güçlenir ve etkili olabilir. Bu inanışın ana dağıtımcısı sosyal demokrasidir; ve sinsi destekleyicisi de burjuva devleti olmalı. 

Tarihte ve teoride böyle bir şey bulunmuyor. Sol ve komünist örgütler aralarındaki ideolojik tartışmalar sonucu kendi tercih ettikleri yolda ilerliyor ve doğru ideolojik-siyasi tercihi yapan güç kazanıyor. İktidarı ele geçiren pek çok özne için bu böyle oldu; en önemli örneği Ekim Devrimi’ni yapan Bolşeviklerdir.

Birleşme, tam da İran devriminde olduğu gibi halk muhalefetinin ortak siyasi hedefler doğrultusunda hareketini sağlamak üzere kurulan ittifaklarda gerçekleşiyor. Bu durumda, yani eleştiriyi doğru şekilde formüle ettiğimizde de, bu defa gerçek durumla uyuşmuyor.

Teori tartışalım demiyorum. Şöyle diyelim; devrim yasaları bize komünist hareketin güç olma, yani “halka ulaşma” sorununu şöyle kavraması gerektiğini söylüyor: “Kapitalist krizin ortaya çıkardığı çelişkilere ve sistemin açmazlarına işaret edebilmek, toplumsal patlama anlarında geniş kesimleri sosyalist iktidarın kurtuluş projesi ve ilkeleriyle buluşturabilmek ve bu gücü iktidara taşıyabilmekbelki CIA belgelerinden çalacağımız bir ifadeyle: “Toplumsal hoşnutsuzlukları istismar ederek çok hızlı bir büyüme elde etme becerisi göstermek”.9

***

İran solunun “Stalinist” olmasından kaynaklı olarak “demokratik hak ve özgürlükleri öncelikli görmemesi” değerlendirmesine gelince. Herşeyden önce gerçekle uyuşmuyor; 79’a gelinirken halk muhalefetinin öncülüğünü yürüten tüm hareketler “Şahın devrilmesi” hedefinde buluşuyor ve demokratik bir İran talebiyle mücadele ediyor.

Bu argümanın da, antikomünist bir soğuk savaş ezberi olduğunu söylemek durumundayız. Komünistler “Stalinist” kavramını kullanmıyor; ama öyle olununca bir şeylerin öncelikli olarak görülmemesi nasıl gerçekleşiyor, bu tam bir muamma. Kendi kurgularıyla anti-Stalinist değerlendirmeler yapan (büyük kısmı Troçkist) camianın temel sorunu, Stalin gibi çok kritik bir tarihsel figürü yarattıkları “kişi kültü” üzerinden ve tümüyle kendilerinin icadı “niyet okuma”larla istismar ederek teorik ve akademik alanda tahribat yaratmalarıdır.

Güncel olarak yakıcı bir sorun teşkil etmiyor. Ama bu tarzın farklı zamanlarda, farklı örnekler üzerinden yeniden karşımıza çıkabileceğini aklımızda tutmak gerek.

70’ler ve Doktrini Doktrinle Eleştirmek

Bir de, İslamcı din adamlarının gücünün küçümsenmesi ve demokrasi sorununun ihmal edilmesini stratejik sorunlar olarak gören değerlendirmeler üzerinde duracağız.10 Bu görüşü savunanlar anti-emperyalist müdahaleye aşırı vurgu yapılmasının ve bağımlılık paradigmasının mekanik uyarlamasının solun yenilgisinin nedeni olduğunu öne sürüyor. 

İran Devrimi söz konusu olduğunda anti-emperyalizm sloganları, Ekim Devrimi’nin “Ekmek, Barış, Özgürlük” sloganları kadar yakıcıdır; devrimi önceleyen en az üç on yıl İran toplumunun Şah protestolarında köklü bir yer tutmaktadır. 

Dolayısıyla netleştirmek gerekiyor. Buradaki asıl sorun, siyasal devrim stratejisinin temelini oluşturan aşamacı bir perspektifin varlığıdır. Komünistler için Ulusal Demokratik Cephe; devrimci solcular için hangi ekolün takipçisiyse ona uygun biçimde Milli Demokratik Devrim, Demokratik Halk Devrimi vb. ve ona uygun bir Cephe…

Buna göre, siyasal iktidarı, önce sırası gelmiş olan sınıf temsilcilerinin alması; onun ardından işçi sınıfının siyasal devriminin nesnel koşullarının oluşması ve sosyalist devrimin önünün açılması şeklinde bir süreç tarif ediliyor. Mekanikse, mekanik olan bu devrim stratejisidir.

Demokrasi sorunuyla kastedilen, İran devrimine giden çok özneli süreçte, ittifakın bileşenleriyle -ve bu örnekte islamcı mollalarla- aradaki farklılıkları öne çıkaracak ilkesel ayrımları dillendirmekse buna itiraz edilemez. Ama bu da yine “büyük strateji”yle birlikte düşünülmek durumunda ve tek başına önemsiz.

Bu tür değerlendirmelerin bugün karşımıza çıkan mantıksal sonucunu da hatırlatalım. Bugün “demokrasi sorununa gereken önemi vermeyen Tudeh” yaftalamaları, Şah rejiminin “modern” karakterinin islam devriminin antidemokratik niteliğine tercih edilmesi gerektiğini söylemiş oluyor. Demokrasi, devrimin karşısına konuluyor ve “devrimin sürekliliği” yolu da terk edilerek devrim karşıtlığı Tudeh için retrospektif öneri olarak ortaya konuluyor. Demokratik devrimcilik zaafının ilacı devrime karşı “demokrasicilik” oluveriyor.

Karışıklık olmasın, başka seçenekleri de eleyelim; eğer “demokrasi sorununun ihmali” derken siyasal devrimin sosyalist niteliğini perdeleyecek biçimde, bir refah devleti kurgusunun sosyal programı ve katılım mekanizmaları kastediliyorsa, bu haliyle ilgisiz ve aşılmış bir tartışma. O demokrasi, Sosyalist Devrim’in yerine geçemez; onun tarafından kapsanır.

Ve yine gerçeklerle bağdaşmıyor; programı Ulusal Demokratik Cephe olan ve zaten aslında tam da bu nedenle iktidarı kaptıran Tudeh daha ne yapsın?!

Temel İhtiyaç ve Eksik: Sosyalist Devrim Stratejisi

Berraklaştırmamız gerekiyor: İran Devrimi’nin ihtiyacı ve eksiği, bir sosyalist devrim stratejisidir. 

Buradaki stratejik zaafa işaret ederken, stratejinin kendi başına molla rejimini yıkmanın garantisi olduğunu söylemiyoruz. Politik stratejiyle “vezir gambitini” karıştırmak aptalca olur. Devrimci stratejinin amacının iktidar olduğunu da elbette hatırlatmalıyız. 1978 İran’ı düşünüldüğünde olabilecek en anlamsız tercih bir “muhalefet stratejisi” geliştirmek olurdu.

İslamcı mollaların küçümsenmesi bahsine gelince… Tudeh liderleri ve kadroları tarafından da dile getirilen bir konu olduğu için üzerinde durmayı gerektiriyor. 

Devrimi insanlar yaptığından ve bu çok yüksek adrenalinli bir süreç olduğundan, “devrim hali” diyerek bu “insana özgü hataları” anlayabiliyoruz. Ve ders çıkarabiliyoruz.

İran devriminde ayaklanma halindeki halk hareketinin büyüleyiciliği ve Ayetullah Humeyni’nin karizmatik önderliğinin kitleleri Şaha karşı harekete geçirme gücü komünistleri de etkilemiş olabilir. Sol ve komünist örgütler, bu konuda önlem almalı, uyanık olmalıydı. Olumsuz etkisi olduğu anlaşılıyor; bir Tudeh üyesinin şu ifadeleri örnek olabilir: 

Herkes ne olursa olsun Şah’ın gitmesini istedi. Nasıl olduğunu anlamak zor. Sanki hepimizin beyni yıkandı ve manipüle edildik.”11

ya da,  

Evet Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. ‘Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanamayacak, işkence yapılmayacak, hapishaneler kapatılacak, kadınlara eşit haklar tanınacak, giyim serbest olacak’ dedi. Biz solcular ise, ılımlılardan daha da büyük yanlışlar yaptık. 

Biz dedik ki, bir yandan gelenekselliği simgeleyen, diğer yandan da böyle güzel şeyler vaat eden bu karizmatik önder olmadan Şah’ı deviremeyiz. İkincisi, mollaların devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk. Üçüncüsü de, gerçekten pek çok solcu, başta Humeyni olmak üzere, çoğu mollaların radikal tutumlarını beğeniyordu… Biz solcular, İslam’ı yeni bir güç olarak görmekten yoksunduk. İran üzerine analizlerimizin, Şili veya Vietnam üzerine yapılan analizlerden farkı yoktu.12

Ders çıkarma, uyanık olma bunlar tamam. Ancak, Tudeh söz konusu olduğunda sorunun yukarıda bahsedilen devrim stratejisiyle bağı olduğunu ve önder kadroların zihnindeki “liberal burjuvazinin devrimi” yanılsamasının kritik bir engeli oluşturduğunu saptamak durumundayız. Ali Havari, Rafsancani’nin gözlerinde bir engerek yılanının gözlerini görebildiyse, “verili koşullar ve geçmişin yüklerinin” değil, aşamalı devrim stratejisi tercihinin bu yılanı özgür bıraktığını söylemek durumundayız.

Gamze Erbil /GELENEK

  • *.Bu alıntıyla ilgili bir notum yok; yazıyı okurken “bir film müziği gibi” iş görmesini diliyorum.
  • 1.http://www.idcommunism.com/2020/06/100-years-of-irans-communist-movemen… 
 TUDEH Partisi Birinci Sekreteri Ali Havari ile 100.yıl üzerine söyleşi, Haziran 2020, erişim Kasım 2024
  • 2.https://www.bbc.com/turkce/articles/cql93q854ngo
  • 3.http://www.idcommunism.com/2020/06/100-years-of-irans-communist-movemen…
  • 4.https://www.tudehpartyiran.org/wp-content/uploads/1997/10/Ali-Interview…
  • 5.https://nsarchive2.gwu.edu/NSAEBB/NSAEBB28/
  • 6.http://www.idcommunism.com/2020/06/100-years-of-irans-communist-movemen…
  • 7.http://www.idcommunism.com/2020/06/100-years-of-irans-communist-movemen…
  • 8.Maziar Behrooz, Nasıl Yapılamadı: İran’da Solun Yenilgisi, Epos Yayınları, Ankara 2007.
  • 9.Bu son ifade 8 Aralık 1978 tarihli bir CIA notundan. Bölgesel ve Siyasi Analizler Bürosu imzasını taşıyor. Tudeh’e dair durumu en iyi tarif eden değerlendirmenin bir CIA dokümanı olduğunu söyleyebiliyoruz. “İran devrimini CIA beklemiyordu” tartışması ayrı, ama Tudeh’in devrimin arifesindeki “verili durumu vegeçmişten devraldıklarının” devrimi yapabilecek bir potansiyeli işaret ettiğini Amerikan istihbarat servisi fark etmiş durumda. https://www.cia.gov/readingroom/docs/CIA-RDP80T00634A000500010030-8.pdf Belgenin içeriği şöyle: “* Tarihinde toplumsal hoşnutsuzlukları istismar ederek çok hızlı bir büyüme elde etme becerisi gösteren İran’ın Sovyet yanlısı komünist partisi Tudeh, köklü bir geçmişe sahip. * İran komünistlerinin liderleri Doğu Avrupa’da sürgünde, ancak durum izin verirse birkaç gün içinde İran’a geri dönebilirler. * Tudeh Partisi yaklaşık 30 yıl önce bastırıldığından beri Avrupa’da aktif olarak öğrenci örgütlenmesi yapıyor. Ayrıca İran içinde etkili ve disiplinli bir örgütlenmenin geliştirilmesine vurgu yapıyor. * Tudeh Partisi pragmatik politikalar izliyor. Yıllardır diğer muhalif gruplarla işbirliğini vurguluyor ve Maoist örgütlerin aksine hükümete karşı şiddet kullanımını vaaz etmiyor. * İran içinde yeraltında bir örgütün var olduğuna inanıyoruz, ancak elimizdeki az miktardaki kanıt nedeniyle partinin şu anki büyüklüğünü tahmin edemiyoruz. * Birkaç Tudeh Partisi örgütçüsü hükümet karşıtı gösteriler sırasında ortaya çıktı, ancak bunlar karışıklıkları kışkırtmada öncü güç gibi görünmüyor. Tudeh aktivistlerini marksist jargon kullanan diğer grupların üyelerinden ayırmak son derece zor. * Eylül ayı başından beri Komünist lider İrec İskenderi, Şah’ın laik ve dindar muhaliflerini alkışlıyor ve Komünistlerin birleşik bir cephede yer alma isteklerini tekrar ediyor. * Hükümet çökerse veya siyasi faaliyetler üzerindeki kısıtlamalar kaldırılırsa, komünistler disiplinleri ve hedef duygusu sayesinde hızlı kazanımlar elde edebilir. * Parti, SAVAK’ın nüfuzuna açık olacak çok sayıda üye ve geniş bir örgütlenmeyi tercih etmiyor. Parti doktrini, bunun yerine gizli faaliyetlerde eğitilmiş ve fırsatları değerlendirebilen, sınanmış kadrolardan oluşan seçkin bir partinin kurulmasını gerektiriyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve Musaddık döneminde kazanılan deneyimler, birkaç parti üyesinin hükümete meydan okumayı destekleyecek çok sayıda hoşnutsuz insanı hızla örgütleyebileceğini gösterdi.”
  • 10.New Left Review, Kasım Aralık 1987, Val Moghadam. https://newleftreview.org/issues/i166/articles/val-moghadam-socialism-o…
  • 11.https://www.bbc.com/turkce/articles/cql93q854ngo
  • 12.Bahman Nirumand, İran’da Soluyor Çiçekler, Belge yayınları, 1988.


Öne Çıkan Yayın

Mehmet Ali Güller -Cumhuriyet / 9 Mayıs 2025

  Hindu cihatçılığı Hindistan Pakistan’ın Keşmir bölgesine füze saldırısı düzenleyerek  riskli bir “sınırlı savaş”  başlattı. Pakistan Hindi...