AKP, tekellere risksiz kâr için 'hukuki güvence' verdi
Türkiye’yi sermayeye ‘kârlı bir liman’ diye pazarlayan Erdoğan iktidarı tekellere yeni hukuki güvence verdi: Yasal değişikliklerden olumsuz etkilenen sermaye gruplarına teşvik verilecek.
Türkiye’de protesto hakkını kullanan yurttaşlar ağır cezalarla karşılaşırken, iktidar; uluslararası sermayeye “güvenli liman” vaadiyle 1.1 trilyon liralık teşvik ve hukuki güvence paketi açıkladı. Yeni düzenlemelerle, yatırımcıların kârlılığına engel olabilecek yasal değişiklikler durumunda vergi indirimi, kamu alım garantisi, faiz desteği ve mevzuat esnekliği gibi avantajlar sunulacak. Böylece, sermaye için “risk sıfırlanırken”, bu yükün maliyeti halka ve bütçeye yüklenecek.
Son yıllarda küresel sermayeyi cezbetmek adına adım atan iktidar, “Türkiye yüzyılı” vizyonu kapsamında proje bazlı teşviklerle şirketlere geniş imtiyazlar tanıyor. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının 2030 strateji belgesine göre, yatırımcılar “Mevzuat değişikliklerinin olumsuz etkilerinden korunacak”. Oysa aynı hükümet, temel hak ve özgürlükleri kısıtlayan uygulamalarla eleştiriliyor.
Protesto hakkına ağır cezalar, sendikal haklara sınırlamalar, ifade özgürlüğüne yönelik baskılar sürerken uluslararası şirketlere “terzi usulü” hukuki güvenceler sunulacağını açıkladı.
Teşviklerin maliyeti halka kalacak
Türkiye’ye ilgisini artırmak amacıyla, mevzuat değişikliklerinin yatırımın sürdürülebilirliğine muhtemel olumsuz etkilerini minimize edecek proje bazlı risk azaltma uygulamaları hayata geçirilecek, yatırımcılara hukuki güvence verilecek. Büyük ölçekli yatırımlar özelinde, yatırım fizibilitesini olumsuz etkileyecek mevzuat değişikliklerinin etkilerini sınırlandıracak teşvik unsurlarına, proje bazlı teşvik kararlarında yer verilecek.
Açıklanan paketle birlikte; vergi indirimleri, gümrük muafiyetleri, kamu alım garantileri, arsa tahsisleri gibi destekler, bütçede ek yük oluşturacak. Öte yandan, enflasyon ve yaşam maliyetleri nedeniyle zorlanan halk, bu kaynak aktarımının dolaylı maliyetlerini üstlenecek.
Hükümet, yeni teşvik sistemini “Bölgesel eşitsizlikleri azaltmak” ve “yeşil-dijital dönüşüm” gibi hedeflerle meşrulaştırmaya çalışırken, “hukuki güvence” ile hukuk sermaye lehine daha fazla esnekleştirilecek.
Cumhurbaşkanı Erdoğan duyurmuştu
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın duyurduğu teşvik sistemine ilişkin Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mehmet Fatih Kacır da, “Yeni yatırım teşvik sistemimizi devreye alacağız. Yeni yatırım teşvik sisteminin en önemli unsurlarından biri yerel kalkınma hamlesi olacak. Bu kapsamda her şehrimizde 4 başlığa stratejik teşvik vereceğiz. Yani halihazırda altıncı bölge illerimizde verdiğimiz teşvikten daha ileri teşvikler sunacağı” ifadesini kullanmıştı.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz Londra Borsasında uluslararası sermaye grupları ile buluştu. Yılmaz, Türkiye’ uluslararası yatırımcılar için kârlı ve güvenli bir liman olduğunu söylemişti.
Sermayenin kârı ‘başkanlık’la yüzde 2 bin arttı
AKP’li yıllarda sermaye kârlılığı siyasal iktidarın 2018 yılında hayata geçirdiği ‘başkanlık sistemi’ ile görülmemiş ölçüde arttı. Türkiye’de kurulu şirketlerin tamamı başkanlık sisteminin hayata geçtiği yıl 83.1 milyar TL net kâr elde ederken, bu tutar 2023 yılında 1.8 trilyon liraya çıktı. Böylece sermayenin yıllık kârı 2018 yılına göre yüzde 2 bin 46 arttı. Türkiye’de faaliyet gösteren şirketler 2009 yılında 53.5 milyar TL net kâr elde etti. Şirketlerin genel kârlılığı 2018 yılına gelindiğinde 83.2 milyar TL’ye yükseldi. 2018 yılında uygulanan başkanlık sistemi ile ivmelenen kârlılık 2019’da 250.5 milyar TL’ye, 2020’de 227.7 milyar TL’ye, 2021’de 275.1 milyar TL’ye, 2022’de 1.5 trilyon TL’ye, 2023’te 1.8 trilyon TL’ye çıktı.
2009 yılında şirketlerin toplam net kârı olan 53.5 milyar TL’nin bugünkü parasal değeri 582 milyar TL iken, şirket kârlılıkları enflasyonun üzerinde artarak 1.8 trilyon TL’ye ulaştı. Ocak 2009-aralık 2023 arası dönemde tüketici enflasyonu yüzde 1055 olurken, net kâr artışı yüzde 2 bin 46 oldu.
Sektörel bazda incelendiğinde imalat sanayi kârlılığı dikkat çekti. Patronların 2023 yılında elde ettiği 1.8 trilyon liralık net kârın 1 trilyon liralık bölümü imalat sanayi patronlarının cebine girdi. Türkiye’nin en büyük 500 sanayi patronunun elde ettiği net kâr ise 937 milyar liraya çıktı.
***
Kızıldere Katliamı 53’üncü yılında: "Mahir olma zamanıdır"
Mahir Çayan ve yoldaşlarının anmasında konuşan Devrimci 78’liler Federasyonu Başkanı Hüseyin Esentürk, “Mahir olmanın tam zamanıdır. Unutmayacağız, unutturmayacağız” dedi.
Mahir Çayan, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Ertan Saruhan, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ömer Ayna ve Cihan Alptekin’in Kızıldere’de katledilmesinin üzerinden 53 yıl geçti. Katliamın 53. yıl dönümünde Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda düzenlenen ortak anmada, sol, sosyalist siyasi parti ve örgütler bir araya geldi. Mahir Çayan ve yoldaşlarının anmasında konuşan Devrimci 78’liler Federasyonu Başkanı Hüseyin Esentürk, “Mahir olmanın tam zamanıdır. Unutmayacağız, unutturmayacağız” dedi.
Kitle mezarlık girişinde bir araya gelerek, Mahir Çayan'ın mezarına yürüdü. "Kızıldere son değil direnişte Mahirleşiyor devrime yürüyoruz” pankartının açıldığı yürüyüşte, “Mahir, İbo, Deniz sürüyor sürecek mücadelemiz”, “Yaşasın devrim ve sosyalizm” ve “Devrim şehitleri ölümsüzdür” sloganları atıldı.
Mezarlığa karanfiller bırakıldıktan sonra saygı duruşunda bulunuldu.
"Mahir olma zamanıdır"
Daha sonra konuşan Devrimci 78’liler Federasyonu Başkanı Hüseyin Esentürk, “Bugün bizi yönetenler, 6’ncı Filo'yu kıble yapanlardır. Kanlı Pazar’ı yaratanlar bizi yönetiyor. Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı yaratanlar bizi yönetiyor. 53 yıl sonra Mahir olmanın tam zamanıdır. Yarın için direnenlere, yarınlara gidenlere selam olsun. Unutmayacağız, unutturmayacağız” diyerek, mücadelelerini sürdüreceklerinin sözünü yineledi.
Anma sloganlarla son buldu.
***
Üretimden mi yoksa tüketimden gelen güç mü değerli?-Savaş Karabulut*
Sömürüsüz bir Türkiye için, işçi sınıfının merkezi demokrasisi ve üretimden gelen gücünü mücadeleye taşıması olmazsa olmazdır.

Üretim, ihtiyacı hasıl olunan ürünün tüketim maddesi olarak imal edilmesi için girişilen eylemi ifade etmektedir. Sebebi üretim, sonucu ise tüketim olan bu ilişkinin sebep-sonuç bağlamında “ihtiyaçlar hiyerarşisiyle” belirlenmesi ise tesadüfi değildir. Son 400 yıllık süreçte mikro-ekonomi ile açıklanan adına piyasa denen ve bu sebep sonuç ilişkisini arz-talep kanunlarına indirgeyerek ilk olarak açıklayan Adam Smith, David Ricardo gibi bu kanunların yaratıcıları ise üretim-tüketim ilişkisini arz ve talep kanunlarıyla açıklamaktadır. Piyasada bir ürünün fiyatının oluşmasında temel faktörün bu kanunla açıklanacağını savunurlar. Sanayileşme ile birlikte ortaya atılan bu kanun ise yeni bir sınıfın, burjuvazinin ortaya çıkmasını doğurmuş, eskinin derebeyini yani toprak ağasını, günümüzün yine en güçlüsü ve her şeyin tek sahibi olanına dönüştürmüştür. Bu durum toplumsal yaşam içinde güçlü olanın yani yine egemen olan bir avuç zümrenin, benzer ekonomik güce sahip olmayan çoğunluğa, o değeri üretene hükmetmesine ve emek vererek üreten köylünün ise “işçi sınıfı” olarak oluşmasına neden olmuştur. Yani bu piyasada köylü kırsal alandaki gibi toprak ağasına değil, kentte ve yine onu yöneten patronuna emeğini satan kişiye dönüştürülmüştür. Çünkü artık o tek kişi için kırdaki üretimin getirisi ile kentteki fabrikalarda üretimin kazandırdığı artı değer, yani kâr arasında büyük farklar oluşmuştur. 17. yüzyıl sonrası dönem yani yaklaşık insanlık tarihinin son 400 yılı bu dönemi kapsamaktadır. Bu sınıfa sahip görece güçlü ülkeler için önce içerde, sonra dünya savaşlarıyla kendi topraklarının dışında hem yeraltı kaynaklarını hem de daha ucuz emek gücüne sahip olarak işgal ettiği toprakları kullanma ve beraberinde ürettiklerini tükettirecek yeni pazarlar yaratmasıyla yeni bir dönemde başlamıştır. 1950’li yılların ortalarından sonra finansal yöntemler değişmiş (kredi kartları, tahvil, borsa, bono vb.) yani ayakta kalmak için üretim-tüketim ya da arz-talep ilişkileri yeni bir boyuta evrilmiş ve birtakım “değerli” metalara indirgenerek sermayenin dönüşümü için yeni bir silah yaratılmıştır. İşte tarihe damga vuran bu sebep-sonuç ilişkisin de güce sahip olmanın üretimden m yoksa tüketimden mi geldiği, yani sebebin mi yoksa sonucunun mu önemli olduğu bu anlamıyla, üretenin güce sahip olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu nedenle bu ilişkide üretenin belirleyicisi olduğu, tüketicinin ise sonucuna katlanan anlamı taşıdığı rahatlıkla söylenebilir. Gücü elinde bulunduranın üreten olduğunu ve bu gücü elinde bulunduran sınıfın tarih sayfasında belirleyici olacağını da göstermektedir. 400 yıllık son insanlık tarihinde ise bu sistem kapitalizm olarak adlandırılmış ve üretim için gereken üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduranın o gücü sahip olanı tanımladığını göstermiştir. Bu gücün genel olarak tek bir kişiye ait olduğu, onun da patron olarak adlandırılığı da günümüz koşullarında üreterek çalışan bizler için anlaşılması gayet kolay olduğu söylenebilir. Oysa üretim araçlarının sahibinin emek verip ürünü ortaya çıkaran, ürettiği değerlerin arz-talep piyasasında belirlenmesiyle emeğinin karşılığını alamayan, belirlenen fiyata göre kendi emeğiyle ürettiği ürünü bile tüketemeyenler olarak; üretimden mi yoksa tüketimden mi gelen gücümüzü kullanmanın daha önemli olduğunu konuşmanın önemli olduğu kanısındayım. Çünkü kapitalizm yerine, sınıfsız bir toplumun, yani herkesin üreten olduğu ve üretim araçlarının sahibinin herkes olduğu bir yaşamın mümkün olduğu halde konuşulmasının bile istenmediği bir durumun yaratılmak istendiğini görünce bu yazının günümüz koşulları için gerekli olacağını düşünüyorum.
19 Mart’ı önemli kılan sadece İmamoğlu mu?
19 Mart 2025 günü, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün 30 yıl önce kazanılmış bir hakkı tanımadan İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasını “siyasi karar vericilerin talebiyle” iptal etmesi ve ardından milyonlarca oy alarak Büyükşehir’in seçilmiş başkanının gözaltına alınıp tutuklanması sonucuna giden süreç için, “köprüden önce son çıkış mı?” diye düşündürdüğü günlerden geçiyoruz. Diploması iptal edilecek endişesi taşıyan İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin sadece önüne kurulan seti/engeli değil, milyonların ruhuna karabasan gibi çökmüş korku atmosferini de yıkan çıkışıyla, konunun salt diploma iptal etmenin ötesine geçerek, bu gidişata hesap soran bir tavra bürünmesine dönüştü. Ülkenin bu son çıkış telaşı ise milyonların aniden gelişen refleksiyle belki de sosyolojik olarak önceden okunamayan ve beklenmeyen bir tepkinin ortaya çıkmasına neden oldu. Bu çıkış noktası memleketin dört bir yanında büyük karşılık buldu ve siyasi atmosferde bu tepkiyi göğüsleyecek aktörlerin sahneye çıkmasına neden oldu.
Yani sebebi yaratacak olan siyasetin belirleyici olmadığı, aksine gelişen tepki nedeniyle siyasi merkezlerin tabandan gelen basınçla kendini var etmesine neden olan bir sürece evrildi. Burada özellikle belirtmek gerekirse, sürecin tam tersi yönden işlemesi gerekirdi. Gelen tepkiyi göğüsleme merkezi ise özellikle Saraçhane’yi sahiplenen bir noktaya ve CHP’nin kendine biçtiği merkezi irade rolüyle vücud buldu. Yedi gün boyunca da giderek büyüyen bir kitlenin binlerden, milyona ulaşan bir çığlığını bu alanda ve ülkenin diğer satıhlarında çoğalmasına neden oldu. Süreç bir şekilde iyi yönetildi ancak sonrası için yukarıda ifade ettiğim, üretim-tüketim ya da arz-talep gibi sebep sonuç ilişkisinin “tüketimden gelen güce” dem vurarak söylemiyle devamının pekte sonucu o büyük çoğunluk olan emek verenler için değişmeyeceğinin de düşünülmesine yol açtı. CHP’sinin Avrupa sosyal demokrasindeki gibi “tüketimden gelen gücü” kontrol eksinene kaydırdığı bir politik hattın inşasının, neden “üretimden gelen güce” bir çağrıya dönüşmediğini de sormanın bu anlamıyla elzem olduğunu ya da “üretim ve tüketimden gelen güçleri birleşmeyi bile hedeflemediğinin” nedeninin sorulmasının peşin olarak sorgulanması gerektirdiğini de düşünüyorum. Bilindiği üzere sosyal demokrasi, yukarıda özetle ifade ettiğim kapitalist üretim ilişkisini sonlandırmak yerine, yapacağı küçük reformlarla “görece düzelterek” bir yanıyla üreteni de terbiye ederek, sonuç olarak emek verip üretenler açısından eşit olamayacak bir yaşamın oluşmayacağı bir yaşam şekline odaklanır. Zaten fabrikada ürettiğine bile sahip olabilecek geliri elde edemeyen bir işçi sınıfına, tüketimden gelen gücü kullandırılamaz ki. Araba üretiyorsun ama satın alamıyorsun, ya da bir beyaz eşya üretiyorsun ama bir aylık maaşınla değil ancak kredi kartına taksit yaparak birkaç maaşla “tüketim özgürlüğü hakkı ya da tüketmeme hakkı”, işte o terbiye edilerek tanınmış oluyorsa, sosyal demokrasi de tüketimden gelen güce karşılık gelenin ise “terbiye edilerek” yapıldığına açık bir şekilde işaret etmektedir. Yani tüketemediğin birşeyi nasıl boykot edersin, sorusunu da beraberinde sormakta gerektiği ve televizyon alamıyorsan izleyememe hakkının olmayacağı, kira, faturalar ve çocukların eğitim, sağlık, ulaşım vb ihtiyaçları varken kahve satan bir işletmeden satın alıp tüketmenin lüks olacağı bir gerçeklik karşındayken, tüketme hakkının bile olmadığı bir alanda tüketimden gelen güç kullanılabilir mi? diye sorgulanmasını gerekliliği özellikle son 2 yıllık süreçte daha çok anlamlı olacağını düşünüyorum.
Sömürüsüz bir Türkiye için üretimden gelen gücün mücadeleye taşınması
Yani tüketimden gelen güç sınıflı bir toplumun varlığını yine önceleyen ve koşulları iki adım ileri, bir adım geri ile başlayıp, 100 adım ileri bir adım geriye kadar giderek tüketimi bile kısıtlayan bir gelir düzeyine indirgendiği bir yaşam şeklinin yaşandığı günümüz Türkiye’sinde, biz emeğiyle geçinenlerin yaşamı için nefes aldıracak bir durum bile olmayacağını gösteriyor. Kapitalizmde üretim araçlarının sahibi bir kişi olmasını eleştiren Karl Marks’ın Komünist Manifesto’da bu çelişkiyi ortaya koyduğu ve daha sonra işçi sınıfının el kitabı olan eseri Kapital’de ders niteliğinde nedenlerini açıkladığı; burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çatışmanın nedenleri tamamen üretim ilişkilerinde üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sınıfın güçlü olacağını açık bir şekilde ortaya koymuştur. Üretimden gelen gücü elinde bulunduranın üreten, ona hayat veren yani işçi sınıfının olduğu sınıfsız ve sömürüz bir yaşamda ise işçi sınıfın yani çoğunluğun iktidarının üretmek kadar tüketme özgürlüğünün de yine emek verene ait olduğu merkezi politik bir hattı işaret ettiği göstermiştir.
Yani bir fabrikada sendikalarda örgütlenmiş işçi sınıfının üretimden gelen gücü ile halkın görece örgütsüz ve tüketimden gelen gücü iki farklı politik hatta karşılık gelmekte ve asıl önemli olanın sömürüyü tamamen ortadan kaldıracak yani kapitalist düzeni yok edecek kalıcı çözümün neden CHP tarafından hedeflenmediğini ya da reformist bir hareket olarak en azından üretim ve tüketimden gelen gücün birlikte kullanımı söylemi ile işçi sınıfının da sendikalarda örgütlü olan azınlığına bile çağrıya dönüşmemesinin nedenlerinin beraberinde sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.Esping-Andersen, Gøsta'nın ilk olarak 1985 yılında yayınlanan “Politics against Markets : The Social Democratic Road to Power” konu başlıklı yayınında “Sosyal demokrasinin iktidara giden yolunu: Piyasalara karşı Siyaset” ile tanımladığı sürecin emeğin tüketim özgürlüğü için kurtuluş olmadığını söylemenin aradan geçen 40 yıl için (400 sene de aynı şekilde geçmiştir) emek verenler için çözüm olmadığı da tam da bu noktada işaret edilmelidir .
Özgür Özel’in tüketimden gelen güç vurgusu ile belirli kapitalist işletmelere “boykot” çağrısı yapması yanında, kalan diğer kapitalist güçlerin tamamının sanki emeği sömürmediği ve neden onlar içinde benzer boykot çağrısıyla tüketimden gelen gücün kullanmadığının da beraberinde düşünülmediğinin ve sorgulanması gerekmektedir. “Tüm bu beyin fırtınasının günümüz koşullarında gerekli olmadığını ve aslolanın önce koşulları değiştirmek olduğunu söyleyenleri” bu yazıyı okuyanlarda şimdiden mırıldanmaları veya karşı çıkışları da duyar gibiyim. Ortak veya birleşik mücadele çizgisi bu aşamada elzemdir. Evet, ancak doğrudan bu sürecin öznesi olacak sürecin bir paydaşı olmak, emek sömürüsünün sadece şeklini değiştirecek ve işçi sınıfının merkezi demokrasisini kurmada kalıcı bir sonucu onun lehine kesin olarak üretmeyecektir. Ancak o koşulların hiçbir zaman emek veren için değişmeyeceğini aradan geçen 400 yıl sürecince de insanlık tarihinde öğrettiğini ve koşulların üretenler için giderek ağırlaştığını” karşıt olarak söylemekte bize “işçi sınıfına” düştüğünü söylemeden de edemeyeceğiz.
Son tahlilde; Yukarıda ifade edilen tüm bu nedenlerle tüketimden gelen gücün değil, üretimden gelen gücün kullanılması gerekmektedir. Bu gücün sahibini değiştirmedikçe zaten tüketemeyen çoğunluğun söz sahibi olamayacağı bir karşı duruşun sadece anlık bir dönüşümle yeni bir kötü başlangıç için hayat bulacağını ve otokrasi yerine demokrasi, hukuk, eşitliğe geçici olarak getirilecek düzenlemeler ile az da olsa nefes alınabilecek bir ortam oluşabileceğini gösterecektir. Nihayetinde emek verenler için yine çarkların geriye saracağı bir durum oluşmaması için sosyal demokrasinin doğrudan tüketimden gelen gücü reddetmeyeceği veya üretim ilişkilerinin mülkiyetine dem vurarak hareket etmeyeceğini bilerek en azından üretimden gelen gücü de yani işçi sınıfının gücünü de işaret ederek, liberal demokrasisi için mücadele halkasının çapını büyütmesinin “nefes almayı kolaylaştıracak koşulların” gelişimi için hayati olduğunu düşünmesinin vaktinin geldiğini düşünmelidir
*GTÜ Öğretim Üyesi/Siyaset Bilimci
/././
ABD’nin hazırlığı İran için -Yusuf Ertaş-
ABD ve İsrail; Gazze, Suriye, Lübnan ve Yemen’e saldırıları sürdürürken ABD’nin Ortadoğu’daki yığınağının asıl hedefinin İran olduğu yazılıyor.
Yemen’e yönelik saldırılarını sürdüren ABD’nin “Bölgesel sulardaki askeri hareketliliğine ve Körfez Savaşı’ndan bu yana en büyük askeri yığınağı yaptığına” işaret ediliyor. Ayrıca bu hareketlilik asıl İran’a yönelik bir mesaj olarak değerlendiriliyor. İsrail ise Gazze, Lübnan ve Suriye saldırılarını sürdürüyor. Gazze’de ateşkes anlaşmasının sağlanması yönündeki çabalar sürerken diğer yandan İsrail’in “Gazze’de aç bırakma, öldürme ve baskı politikasına geri döndüğü” açık.
İsrail Gazze’ye açlık ve ölüm dağıtıyor
Gazze, geçtiğimiz iki haftada, son bir buçuk yılın en kanlı günlerine sahne oldu. İsrail Gazze’ye yardım girişini de durdurdu. Gazze’ye neredeyse bir aydır insani yardım girmiyor. Bu, İsrail’in soykırım savaşına başlamasından bu yana yardımların ulaşmadığı en uzun süre. Filistin merkezli Al Kuds Yazarı Baha Rahal, “İsrail, bombardımanlar ve yıkımlarla Gazze’yi, hastaneleri, okulları ve evleri olmayan; yaşam koşullarından tamamen yoksun bir cehenneme çevirdi. Öldürme ve yok etme yetmezmiş gibi, şimdi de toplu cezalandırmanın yeni yöntemlerini icat ederek insanları yiyecekten, sudan ve ilaçtan mahrum bırakıyor” diye yazdı.
Sudan insani bir felakete doğru sürükleniyor
Sudan Ordusu Komutanı Abdülfettah Burhan ile bir zamanlar halka karşı ittifak yaptığı ancak sonra koltuk kavgasına düştüğü paramiliter örgüt Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK-RSF) Komutanı Muhammed Hamdan Dagalo (Hemedti) arasında 15 Nisan 2023 tarihinde patlak veren Sudan iç savaşı iki yılını doldurmak üzere. Sudan ordusu, HDK’nin kontrolündeki başkent Hortum’u geri aldığını açıkladı. Bazı kaynaklar HDK’nin kendisinin buradan çekildiğine işaret ediyor. Gözlemciler, bu iç savaşın Sudan’ı daha derin bir bölünmeye ve insani felakete sürüklediğine dikkat çekiyor.
Ordu ile HDK arasında iktidar ve servet kavgası
Tunus basınında bir makalesi yayımlanan Sudan Komünist Partisi Sözcüsü Fathi Fadıl ise, “Ordu ile HDK arasındaki çatışma, iktidar ve servet mücadelesidir ve ülke üzerinde daha fazla kontrol sağlamak isteyen dış güçler tarafından desteklenmektedir” dedi. Çatışmanın bölgesel ve uluslararası boyutlarına dikkat çeken Fadıl, “Her iki tarafın da bölgesel ve uluslararası aktörlerle bağlantılı olduğu inkar edilemez bir gerçek. Savaşın neredeyse 2 yıl boyunca sürmesi, yalnızca iç veya yerel kaynaklarla mümkün olamazdı. Bu nedenle, askeri zaferden bahsetmek, taraflardan birine yapılan dış müdahalenin devam etmesine bağlı ki bu da fiilen savaşın sürmesi anlamına geliyor” tespitinde bulunuyor. Fadıl, Sudan’ın konumundan dolayı burada yaşananların Ortadoğu’da olup bitenlerle bağlantılı olduğunu belirterek, “Arap dünyasında yeni bir gericilik dalgasının yaşandığına ve Arap özgürlük hareketinin, yakın tarihinin en kötü dönemlerinden birini geçirdiğine” işaret ediyor.
Ana akım Arap basını iktidar dilini kullandı
Türkiye’de, İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından patlak veren protesto dalgası Arap basınında geniş yer aldı. Son gelişmeler, “Siyasi bir deprem” olarak değerlendirildi ve doların yükselişine ve borsanın çöküşüne dikkat çekildi. Ana akım Arap basını Türkiye iktidarının resmi söylemine yakın bir duruş sergiledi. Türkiye’den yapılan canlı bağlantılarda ağırlıklı olarak iktidara yakın gazeteci ve akademisyenlere yer verildi.
Ortadoğu’da nüfuz savaşı… Askeri ve siyasi değişimlerin bir okuması
Muhammed Eymen-Youm Essabi /Mısır
Bölgesel ve uluslararası sahnedeki dalgalanmalar içinde, stratejik ve askeri ilişkilerde yeni dinamikler ortaya çıkmakta ve çatışmalar haritasında kendini dayatmaktadır. ABD’nin bölgesel sulardaki askeri hareketliliği ve Körfez Savaşı’ndan bu yana en büyük askeri yığınağına sahne olan yönelimleri, ABD’nin Ortadoğu ve orta batıda güç dengelerini yeniden şekillendirmeye hazırlandığının bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bu kapsamda şu soru gündeme geliyor: Bu yığınak, bölgede belirli tarafları desteklemek ve Husiler gibi silahlı grupları ortadan kaldırmaya yönelik bir girişim mi, yoksa nükleer dosyayla ilgili sürenin dolmasının ardından İran’a karşı geniş çaplı bir askeri operasyonun hazırlığı mı?
Farklı yorumlar olsa da bilimsel ve detaylı analizler, bu askeri hazırlığın ve teçhizatın yerel gruplarla veya sınırlı hareketlerle başa çıkma ihtiyacını aşan bir düzeyde olduğunu ortaya koymaktadır. Belirtiler, ABD’nin yerel meseleleri aşan stratejik boyutlara sahip bir hazırlık içinde olduğunu göstermektedir.
Yemen, Amerika ve İsrail
Al Bina/Lübnan
ABD Başkanı Donald Trump, 15 Mart’ta ticari gemilere yönelik saldırıları gerekçe göstererek Husilere karşı yeni bir askeri operasyon başlatıldığını duyurdu. Operasyona, Kızıldeniz’de konuşlanan ve Yemen’de Ensarullah Hareketinin kontrolündeki bölgelere günlük hava saldırıları düzenleyen ABD uçak gemisi grubu “Harry Truman” da katılıyor. Husi liderliğindeki hükümete bağlı Sağlık Bakanlığı, operasyonun ilk gününde Amerikan saldırılarında 53 kişinin öldüğünü ve 98 kişinin yaralandığını açıkladı. Sana’daki hükümetin Sağlık Bakanlığı Temsilcisi Enis el-Subhi’ye göre, Gazze’yi destekleme operasyonu başladığından bu yana Yemen’e yönelik saldırılarda hayatını kaybedenlerin sayısı 189’a ulaştı; bunlar arasında en az 53 çocuk ve 17 kadın bulunuyor.
İki hafta süren yoğun Amerikan saldırıları kapsamında Yemen’deki yüzlerce bölgeye yüzlerce hava saldırısı düzenlenirken, Yemen ordusu ve Husi Ensarullah hareketi, Amerikan savaş gemilerini hedef alma konusundaki istikrarlı duruşunu korudu. Amerikalılar bu saldırıların bazısını kabul ederken bazısını inkar etti. Yine Husi Ensarullah güçleri, İsaril’in derinliklerini hedef alan saldırılarını da arttırarak sürdürdüler. Oysa Amerikan saldırıları, Yemenlileri ABD filoları ile çatışmaya çekerek İsrail’e koruma sağlama amacını taşıyordu.
Yemen, İsrail’in Gazze’ye yönelik savaş planlarını ciddi şekilde sekteye uğratıyor. Plan, işgal ordusunun Gazze’yi dize getirmek ve ateş altında yok etmek için açık zamana sahip olabilmesi için ABD güçlerinin Yemen’in İsrail içindeki eylemlerini etkisiz hale getirme başarısına dayanıyordu. Böylece İsrail ordusu, Gazze’yi tamamen teslim alabilmek için sınırsız bir zaman kazanmayı hedefliyordu. Ancak Yemen, füze saldırılarıyla zaman faktörünü yeniden devreye sokarak savaşın süresi ve sona erdirilmesi açısından belirleyici bir unsur haline geldi. Müzakereler bir ateşkes anlaşmasına varmayı başardığında, Yemen daha önce olduğu gibi direnişin müzakere pozisyonunu güçlendirmede kilit bir ortak olacaktır.
Gazze… Açlık ve ölüm
Baha Rahal-Al Kuds/Filistin
Ateşkesin sona ermesi ve Gazze’de soykırım savaşının yeniden başlamasının ardından işgalci güç, aç bırakma, öldürme ve baskı politikasına geri döndü. Gıda ve tıbbi yardımların girişini engellemek için ablukayı daha da sıkılaştırarak her yönden kuşatılmış olan Gazze Şeridi’ni boğmaya devam etti. Bunu, öldürme ve etnik temizlik üzerine kurulu sistematik bir soykırım politikası çerçevesinde gerçekleştirdi.
İnsan hakları kuruluşları ve Birleşmiş Milletlerden gelen uluslararası çağrılara rağmen işgalci, vahşi politikalarından geri adım atmadı. Aksine, savaşa yeniden başlamasıyla birlikte saldırılarını daha da artırarak binlerce insanın hayatına mal olan barbarca bombardımanlara devam etti. Kadınları, çocukları ve yaşlıları hedef alarak insanları bir mahalleden diğerine göç etmeye zorladı ve bu şekilde toprakları ele geçirme planlarını sürdürdü.
Bu trajik koşullar altında, Gazze’deki Filistinliler açlık, susuzluk ve sürekli bombardımanın acılarını çekmeye devam ediyor. Hayatta kalmanın hiçbir yolunun kalmadığı bu ortamda, insanlar dünyanın vicdanına seslenerek katliamların ve soykırımın durdurulmasını talep ediyor. Ancak sağır dünya, savaşı durdurmak için hâlâ harekete geçmiyor; dahası, bazıları işgali desteklemeye ve ona yardım etmeye devam ediyor. Fakat tarih onları affetmeyecek. Çünkü savaş er ya da geç sona erecek, ancak soykırımı işleyenler, destekleyenler ve sessiz kalanlar, tarih önünde hesap vermekten kurtulamayacak.
İşgalci güçlerin uyguladığı aç bırakma politikası, savaşlarda eşi benzeri görülmemiş bir vahşet ve devlet terörü seviyesini temsil etmektedir. Son aylarda, tarihin tanık olmadığı kanlı suçlar işleyerek, küçük bir bölgeye hapsedilmiş bir halkı hedef aldı. Bombardımanlar ve yıkımlarla Gazze’yi, hastaneleri, okulları ve evleri olmayan, yaşam koşullarından tamamen yoksun bir cehenneme çevirdi. Öldürme ve yok etme yetmezmiş gibi, şimdi de toplu cezalandırmanın yeni yöntemlerini icat ederek insanları yiyecekten, sudan ve ilaçtan mahrum bırakıyor.
Sivillere gıda ve ilaç girişini engellemek, işgalcinin vahşetini ve etnik temizlik üzerine kurulu ideolojisini gözler önüne seren faşist bir suçtur. Bunu gizleme ihtiyacı bile duymadan suçlarını açıkça itiraf ediyor ve her gün, geçmiştekinden daha kanlı olacak yeni planlarını ilan ediyor. Aylarca süren savaş bile soykırıma olan açlığını doyurmaya yetmedi.
Abluka daha da ağırlaşıyor, bombardıman ve katliamlar sürüyor, soykırım savaşı tüm vahşetiyle devam ediyor. Öte yandan, dünya giderek daha fazla sessizliğe gömülüyor, sorumluluklarından kaçıyor ve olan bitene gözlerini kapatıyor. Sanki insanlık, sesini ve vicdanını tamamen yitirmiş gibi…
Sudan’daki savaş bir vekalet savaşıdır ve savaşı durdurma kararı tarafların elinde değil
Fathi Fadıl* - Savt Eşşaab/Tunus
Ordu ile Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasındaki çatışma, iktidar ve servet mücadelesi ve ülke üzerinde daha fazla kontrol sağlamak isteyen dış güçler tarafından destekleniyor. Bu nedenle, çatışmanın bölgesel ve uluslararası boyutları var.
Son dönemde, milisler tarafından desteklenen HDK’nin ilerleme kaydettiği doğrudur. Ancak, savaş boyunca iki taraf arasında doğrudan bir yüzleşmeye tanık olmadık; genel olarak çatışma, bazen ordunun, bazen de HDK’nin geri çekilmesine dayalı bir seyir izledi. Örneğin, kısa süre önce Cezire bölgesinde HDK geri çekildi, buna karşın başkentte ve Darfur’da ordu geri çekildi.
Bu durum, Sudan’da askeri bir zaferin mümkün olmadığını gösteriyor; tıpkı geçmişte Güney Sudan savaşında olduğu gibi. Bu nedenle, herhangi bir tarafın kesin bir askeri zafer kazanmasını beklemiyoruz. Her taraf, kendi çıkarlarını şu ya da bu şekilde koruma çabası içinde hareket ediyor.
Bölgesel ve uluslararası güçler
Her iki tarafın da bölgesel ve uluslararası aktörlerle bağlantılı olduğu inkar edilemez bir gerçek. Savaşın neredeyse 2 yıl boyunca sürmesi, yalnızca iç veya yerel kaynaklarla mümkün olamazdı. Savaşın devamının dış müdahalelerle doğrudan bağlantılı olduğu açıkça ortada. Bu nedenle, askeri zaferden bahsetmek, taraflardan birine yapılan dış müdahalenin devam etmesine bağlı ki bu da fiilen savaşın sürmesi anlamına geliyor.
Sudan geniş ve uçsuz bucaksız bir ülke; dolayısıyla ne ordu ne de HDK ve onlara bağlı milisler ülkenin tamamını kontrol altına alabilir veya kesin bir askeri sonuç elde edebilir. Bu yüzden, bugün en kolay senaryo savaşın devam etmesi. Bölgesel ve uluslararası müdahaleler ise oldukça belirgin.
Bu müdahalelerin merkezinde, bölgedeki askeri rejimlerle geniş ilişkileri olan Amerika Birleşik Devletleri bulunuyor. ABD, Sudan’daki çatışmayı yönlendiren çeşitli aktörlerle bağlantılı. Örneğin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) doğrudan HDK’yi desteklerken, Mısır rejimi ise Müslüman Kardeşlere (İhvan) bağlı Sudan ordu güçlerini destekliyor. İlginç bir çelişki, Mısır rejiminin, Sudan ordusu ülkesinde İhvan liderlerini barındırmasına rağmen, onu desteklemekte ve ona silah ve insansız hava araçları (İHA) temin ederek müdahalede bulunması.
Bir diğer önemli faktör ise Hızlı Destek Kuvvetlerinin tamamen kabile bağlantılarına dayanması. Özellikle Mali, Çad ve Nijer’deki Arap kabileleriyle olan bağları, milislerin savaşı sürdürmesini sağlayan temel destek unsurlarından biri durumunda.
Bölgesel bir durumun parçası
Sudan’da yaşananlar, jeostratejik ve bölgesel bir durumun parçası ve ülkede olup bitenleri çevremizde yaşananlardan ayrı düşünmek mümkün değil. Bu nedenle, kendi ülkemizde ve Arap dünyasında meydana gelen olaylar karşısında bir duruş sergilememiz gerekiyor.
Sudan, doğal kaynaklar açısından zengin bir ülke (Nil Nehri, verimli topraklar vb.). Sudan yalnızca Arap dünyasının değil, tüm dünyanın tahıl ambarı. Sudan’ın Kızıldeniz’deki konumu, Avrupa, Afrika ve Asya’yı birbirine bağlayan deniz yolunda yer alması ve bu deniz yolunun Ortadoğu’da olup bitenlerle, Gazze ve Batı Şeria’daki savaşla, Yemen’deki durumla bağlantılı olması, Sudan’ın bölgedeki gelişmelerle yakından ilişkili olduğunu gösteriyor.
Suriye, Lübnan ve Filistin’de yaşananlar birbirleriyle iç içe geçmiş durumda. Arap dünyasında yeni bir gericilik dalgası yaşanıyor ve Arap özgürlük hareketi, yakın tarihinin en kötü dönemlerinden birini geçiriyor. Bugün bölgeyi kontrol eden güçler, Gazze ve Lübnan’a müdahale eden Körfez ülkeleri. Suriye’de ise, daha önce şikayet ettiğimiz bir rejim düştü ancak yerine Heyet Tahrir el Şam’ın kalıntılarından oluşan bir rejim geldi. Bu durum, bölgedeki gerici güçlerin, özellikle ABD liderliğindeki gericiliğin hakimiyetini yansıtan bir gerileme.
* Sudan Komünist Partisi Resmi Sözcüsü
‘İstanbul intifadası’ Erdoğan rejiminin direncini test ediyor
Middle East Online
Ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisine mensup İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına karşı başlayan İstanbul intifadası, Türkiye’de yirmi yılı aşkın süredir iktidarda olan muhafazakar İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisinin yönetim sistemi için ciddi bir sınav niteliği taşıyor. Ancak bu “intifada”, yalnızca önde gelen bir muhalif figürün tutuklanmasına karşı bir protesto hareketi olmanın ötesine geçerek, siyasi sahneyi yeniden şekillendirmek ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partisinin çeşitli yasal ve baskıcı yöntemlerle hakimiyet kurduğu siyasi dengeyi yeniden sağlama fırsatı olarak değerlendiriliyor.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanının tutuklanması ve pazar günü alınan yargı kararıyla görevden uzaklaştırılması, hakkındaki suçlamalar arasından terör suçlamasının çıkarılıp yalnızca yolsuzluk suçlamasının bırakılması, siyasi bir hamle olarak görülüyor. Bu durum, onun 2028’de yapılması planlanan -ancak cumhurbaşkanının bir dönem daha aday olmaya karar vermesi durumunda daha erken gerçekleşebileceği düşünülen- başkanlık yarışından saf dışı bırakılmasını amaçlayan kasıtlı ve siyasi bir hamle olarak değerlendiriliyor. Çünkü İmamoğlu, Erdoğan’ın en güçlü rakiplerinden biri ve başkanlık yarışının dengelerini değiştirme potansiyeline sahip en önemli isimlerden biri olarak görülüyor.
Rakiplerini hukuki kılıflarla saf dışı bırakma konusunda ustalaşmış olan Erdoğan, büyüyen ve giderek genişleyen protestolar karşısında zor bir süreçle karşı karşıya. Türkiye halkı, önceki başkanlık kampanyasında Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından sunulan abartılı ve iyimser propagandaların ve muhalifler tarafından “hayal satışı” olarak nitelendirilen vaatlerin ötesinde, gerçek bir değişim umut ediyor. Ancak en kritik soru şu: Hükümet bu protestoları kontrol altına almayı başarabilecek mi ve bunu nasıl yapacak?
***
Kurak iklim çorak ülke!-Özer Akdemir-
İktidarın faşist bir rejim inşası için siyasallaştırdığı yargı sopası ile sivil darbe girişimine karşı son 15 gündür uzun zamanların en büyük kitlesel eylemleri yapılıyor. Yüz binlerce, milyonlarca yurttaş hukuk, adalet, özgürlük, demokrasi talepleri ve yoksulluğa karşı meydanları dolduruyor.
Ülke bir yanda tarihinin en büyük gösterileri ile çalkalanırken öte yandan yağmacı sermaye kesimi tıkır tıkır işlerine devam ediyor. Yargı, iktidardaki sermaye partilerinin direktifleri ile hareket ediyor. Açılan birçok çevre davası da şirketlerden yana sonuçlanıyor.
En son, 2003 yılında Kanadalı TÜPRAG şirketinin Kışladağ Altın Madenine verilen ÇED olumlu kararı ile ilgili AİHM’nin “adil yargılama hakkı ihlali” kararını takmayıp “ÇED raporu hukuka uygun” diyen Uşak İdare Mahkemesini örnek olarak verebiliriz.
Suyumuzun başını altıncılar tuttu!
Öte yandan İzmir’in içme suyu havzasında 14 yıldır altın işletmeciliği yapan yine TÜPRAG Altın Şirketine ait Efemçukuru Altın Madeni kapasite artışına devam ediyor. Hem de yüz binlerce İzmirlinin içme suyunu sağlaması planlanan Çamlı Barajına su taşıyacak derelerin bulunduğu alanlarda.
Çamlı Barajına altın madeni bu bölgede çalışabilsin diye 14 yıldır ÇED izni vermeyen siyasi iktidar geçtiğimiz aylarda bu blokajını kaldırmış, barajla ilgili ÇED süreci başlatılmıştı. Hem altın madeni hem içme suyu barajı, üstelik aynı bölgede nasıl olacak? Aslında bu sadece İzmirlilerin değil, Kaz Dağı’nda içme suyu havzasında işletilen, işletilmek istenen altın madenleri nedeniyle Çanakkalelilerin de merak ettiği bir soru.
BM çoraklık raporu
Ancak, bugün bu sayfada daha önce defalarca anlattığımız bu meseleyi değil, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 2024 yılı sonunda yayımlanan kuraklık raporu ile ilgili bilgileri paylaşacağım. “Kuruyan toprakların küresel tehdidi. bölgesel ve küresel çoraklaşma eğilimi ve gelecek projeksiyonları” başlıklı rapor ülkemizi doğrudan ilgilendiriyor. Çünkü, önümüzdeki günlerde daha çok gündeme gelebilecek olan (Ülkenin bu baş döndürücü hızlarla değişen yakıcı siyasi gündeminden fırsat bulabilirse tabii) kuraklık, susuzluk olgusu, bu ülkede yaşayan tüm canlılar için yaşamsal önemde bir konu.
Bu konuda erken davranıp önlem almak yerine çiftçilerin suyunu yarıya indirmeyi bir çözüm olarak gören Aydın Valiliğinin geçtiğimiz haftalardaki “Bu sene sulama suyunun sadece yüzde 50’si verilecek” açıklaması ile ilgili tartışmaları hem bu köşede hem Çepeçevre Yaşam programında gündeme getirmiştik. Benzer uygulamaları önümüzdeki günlerde başka başka iller içinde de görmemiz çok büyük bir olasılık aslında. Bu yaklaşım susuzluğa, kuraklığa önlem olmaktan öte, sonuçlarının doğrudan halka bir mağduriyet olarak yansıtılması anlamına geliyor. Önlem alınacaksa eğer suları kirleten, aşırı su tüketen madenler ve enerji projeleri ile ilgili bir önlem alınması gerekir. Gerçek önlem ve kuraklık eylem planına buradan başlanmalı çünkü.
Kuraklık ne demek, çoraklık nasıl oluşur?
BM’nin çoraklık raporuna dönersek; belli bir dönemde yağışlardaki azalma olarak tanımlanan kuraklık, uzun dönem devam etmesi durumunda bitki örtüsünü ve toprak verimliliğinin azalması sonrası çoraklaşmaya dönüşüyor. BM’nin “çölleşmeyle mücadele sözleşmesi” raporuna göre, dünya topraklarının yaklaşık yüzde 77.6’sı, 2020’ye kadar geçen otuz yılda önceki 30 yıllık döneme kıyasla daha kurak koşullarla karşılaştı. Kurak alanlar yaklaşık 4.3 milyon kilometrekare genişledi. Küresel toprakların yaklaşık yüzde 7.6’sı çoraklaşma eşiklerini aştı. Böylece az çorak alandan daha çorak alan sınıfına dahil oldu bu topraklar. Eğer sera gazı emisyonları azaltılamazsa yüzyılın sonuna kadar dünyadaki yağışlı alanların yüzde 3’ünün daha kurak alanlara dönüşeceğine dikkat çekiliyor raporda. Rapor, iklim değişikliği ile artan sıcaklıkların, azalan yağışların dünyanın çorak bölgelerinin artmasına neden olacağını ortaya koyuyor. Raporda bu durumun etkileri ile ilgili görüşler de var.
Rapordan bazı veriler
Buna göre; yüzyılın sonuna kadar artacak çoraklaşma nedeniyle dünyadaki tüm toprakların beşte birinde ani ekosistem değişiklikleri yaşanabilir. Bu, dünyadaki pek çok bitki ve hayvan türünün yok olması anlamına geliyor.
Rapordan bazı veriler şöyle:
* Çoraklaşma, dünyadaki ekilebilir alanların yüzde 40’ını etkileyen, tarımsal sistemlerin bozulmasının ardındaki en büyük etken olarak kabul edilmektedir.
* 1990-2015 yılları arasında Afrika ülkeleri için gayrisafi yurt içi hasılada (GSYİH) kaydedilen yüzde 12’lik düşüşün sorumlusu olarak artan çoraklaşma gösteriliyor.
* Sera gazı emisyonları az da olsa artmaya devam ederse, gezegendeki tüm karaların (Grönland ve Antarktika hariç) üçte ikisinden fazlasının yüzyılın sonuna kadar daha az su depolayacağı tahmin ediliyor
* Çoraklaşma, arazi erozyonu, tuzlanma, organik karbon kaybı ve bitki örtüsünün bozulmasıyla birlikte dünyadaki arazi bozulmasının en önemli beş nedeninden biri olarak kabul ediliyor.
* Ortadoğu’da artan çoraklaşma, bölgede daha sık görülen ve daha büyük kum ve toz fırtınalarıyla ilişkilendiriliyor
* Artan çoraklaşmanın, iklimin değiştiği gelecekte daha büyük ve daha yoğun kontrol edilemeyen yangınlarda rol oynaması bekleniyor,
* Artan çoraklaşmanın yoksulluk, su kıtlığı, toprağın bozulması ve yetersiz gıda üretimi üzerindeki etkileri, dünya çapında, özellikle de çocuklar ve kadınlar arasında, artan hastalık ve ölüm oranlarıyla ilişkilendiriliyor,
* Artan kuraklık ve çoraklaşma dünya çapında, özellikle de Güney Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile Güney Asya’nın aşırı kurak ve çoraklaşan bölgelerinden insan göçünün artmasında önemli bir rol oynuyor.”
Türkiye’ye etkileri
Peki bu çoraklaşma Türkiye’yi nasıl etkileyecek? Ülkemizin de içinde bulunduğu Akdeniz bölgesi çoraklaşma tehlikesi bakımından dünyanın en riskli alanları arasında gösteriliyor. Bir bölgesel kuraklık ülkesi olarak değerlendirilen Türkiye’deki meraların zaten yüzde 64’ünde yeterli bitki örtüsü yok. Önümüzdeki süreçte yaşanacak kuraklık ve çoraklaşma ile gıda güvenliğimiz çok ciddi bir tehdit altına girecek.
Bir yanda ülkemizde kalan son demokratik kırıntıları da yok ederek tek adam rejiminin çorak iklimini baskı ile ilelebet hakim kılmaya çalışan bir siyasi iktidar, diğer yandan tüm dünyada egemen olan kapitalist sistemin yol açtığı küresel ısınma kaynaklı kuraklık ve çoraklaşma!..
Hem ülkemizde hem dünyada insanca bir yaşamın devamı için işimiz çok zor. Kuraklığın da çoraklaşmanın da eşit, adil ve sömürünün olmadığı barışçıl bir ülke ve dünyada yaşamanın da tek yolu direnmekten geçiyor!..
/././
(Evrensel)