‘Kökü dışarıda’ milyonlar -Nevzat Evrim Önal-
"Eylemlere bu gençler öncü oluyor; çünkü kaybedecekleri hiçbir güvenceleri yok, ama henüz başında oldukları ve heba olmasını istemedikleri bir ömürleri ve yıkılıp gitmesini istemedikleri bir ülkeleri var."
Eylemler gerici iktidarı yordu. Sadece işi insan dövmek, eziyet ederek yıldırmak olan polisler değil, mesleği yalan söylemek olan AKP demagogları da yoruldu. Gerçeğin sert esen rüzgarına karşı cılız yalanlardan duvar örmeye çalışıyorlar ve diktikleri her çubuk savrulup gidiyor.
Her birine tek tek laf yetiştirmeye gerek yok, dolayısıyla biz “Kabataş fantezileri” ayarındakileri geçip, ciddiye alınmaya değer olana, baş demagog Mehmet Uçum’un yalanlarına gelelim. Çünkü Uçum, bu köşeye başlarken kavga edeceğimizi söylediğimiz “okumuş karanlık”ın önemli temsilcilerinden biri. Diğerlerinden akıllı olduğu için, son iki haftanın öyküsünü, bu ülkenin genç insanlarının aklına kendi onurlu eylemlerine dair “acaba?” şüphesi düşürecek bir yerden kuruyor.
Uçum çok özetle şunu söylüyor: “Eylemler dış güçlerin provokasyonu ve bu doğrultuda ‘turuncu devrim’ yöntemleri kullanılıyor. Emperyalist örtülü propaganda gençlere ‘nihilist’ bir ruh hali benimsetiyor ve onları kendi menfur amaçları doğrultusunda araçsallaştırıyor.”1
Artık genç değilim ama günlerdir partimle beraber eylemlere katıldım; dolayısıyla Uçum’un yazdıkları beni de ilgilendiriyor ve bunlar çok ağır iftiralar. Gelin, elimize aklın neşterini alalım ve inceleyelim…
***
Önce işin kolay kısmını halledelim.
Eylemlere katılım iki milyonun üzerinde ve kitlenin başını üniversite öğrencileri ile genç işçiler çekiyor. Sayın Uçum bu ülkede emperyalist dış güçlerin iki milyon insanı sokağa dökebilecek bir manipülasyon örgütlenmesi olduğunu mu düşünüyor? Eğer durum buysa, Türkiye korkunç bir istihbarat ve güvenlik zafiyeti içindedir, Türkiye Komünist Partisi’nin ısrarla söylediği gibi yönetilemiyor demektir.2 Bu denli vahim bir durumdaysak, bunun baş sorumlusu hiç tartışmasız Uçum’un 22 buçuk yıldır kesintisiz biçimde iktidarda olan partisidir. Dolayısıyla, eğer Uçum’un iddiaları doğruysa, bu ülkede iktidar derhal değişmeli, emperyalist provokasyonlara engel olacak bir iktidar kurulmalıdır.
Uçum’un bu iddialarına delil olarak eylemleri cımbızlaya cımbızlaya bulabildikleri ise gaz maskesi takmış bir semazen ve Pikaçu kıyafeti giymiş bir vatandaş. Eylemlerde “Avrupa Birliği” sloganları yok, başka ülkelerin bayrakları yok, emperyalist devletlere yönelik cılız bir talep ya da çağrı dahi yok.
Ama eylemlerin ortak sembolü, polisin tekme atmaktan, ayaklarının altına almaktan çekinmediği Türk bayrağı. Emperyalist işgalden kurtuluşumuzun, bağımsızlığımızın sembolü.
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in İngiliz İşçi Partisine sitemleri ve Avrupa basınına verdiği kimi demeçler kuşkusuz bu bağlamda değerlendirilebilir ve utanç vericidir. Ama sayın Uçum çocuk mu kandırdığını düşünüyor? CHP emperyalistlerin güdümünde olabilir, ama eylemler CHP güdümünde falan değil. Bu ülkede CHP’nin iki milyondan fazla insanı sokağa dökme gücü vardı da bugünü mü bekliyordu? Hayır efendim, İmamoğlu meselesine aşağıda geleceğiz, ama eylemler CHP’nin sokak çağrısıyla başlamadı ve büyümedi. Eylemler başladı, büyüdü ve CHP denen cılız, parça parça yapıyı önüne katıp sürükledi.
Dolayısıyla haberler kötü, sayın Uçum. Karşınızdaki, bu ülkenin bir türlü boyun eğmeyen insanlığıdır.
***
Peki, neden bugün, neden gençlik, ve konu İmamoğlu mu?
Yine kolay olanından başlayalım, konu İmamoğlu değil. İmamoğlu yalnızca doğru zamanda doğru yerde olan bir müteahhit. Uçum’un partisindeki ya da CHP’deki binlerce başka müteahhitten pek bir farkı yok. Konu, bu ülkenin ekonomisinin 2018’deki Rahip Brunson krizinden bu yana emekçiler ve gençler için bir türlü düze çıkmıyor olması. Hatırlayınız, bu krizi atlatabilmek için o dönem AKP’de olan İBB meydanlarda tanzim satış çadırları kuruyor, kişi başına iki kiloyla sınırlı ucuz domates falan satıyordu. 2019 Martında İmamoğlu seçimi kıl payı kazanmış, AKP güreşe doymayan mağlup pehlivan gibi ısrar edince 23 Haziran’da fark kıldan biraz daha kalınca bir hal almıştı.
Sonra pandemi. Ekonomi bir kez daha alt üst oldu ama en fazla etkilenen, eğitimleri rezil olan öğrencilerdi. Bugün eylemlerde başı çeken üniversiteliler, pandemi yıllarında bir yandan uzaktan eğitim saçmalığıyla boğuşuyor, diğer yandan üniversite sınavına hazırlanıyordu.
Sonra 17 Aralık 2021 döviz kuru krizi. Bugün eylemlerde başı çeken gençler ülkelerinin parasının bir günde pul olabileceğini 2018’de görmüştü, bir kez daha gördü.
Sonra deprem. Sayın Uçum’un partisi insanları enkaz altında ölüme terk ederken, iletişim kanallarını halen açıklamadığı nedenlerle kısıtlarken (ve “kestik çünkü gerekliydi” gibi cümlelerle savunmaya devam ederken3), Kızılay çadır satarken; bugün “nihilist” olmakla suçladığı gençler deprem bölgesine koşup bir insanı dahi olsa kurtarmak için canla başla çabalıyorlardı.
Bütün bunlar olurken İmamoğlu birkaç öğrenci yurdu, birkaç kent lokantası açtı ve İstanbul sahillerinde sırtını Uçum’un partisine dayamış birkaç avantacının nargile kafesini yıktı. Ama bu yıllarda her gün daha fazla yoksullaşmakta olan gençler için, yıkılan kaçak kafeler boğaza karşı değnekçinin birine fahiş çay parası vermeden sevgilisiyle oturabilmek, kent lokantaları bir öğünü poğaça ile değil sıcak yemekle geçirebilmek, tarikat kontenjanı olmayan yurtlar ise gözünü para hırsı bürümüş ev sahiplerinin insafına kalmadan barınabilmek ve okuyabilmek demekti.
İmamoğlu herkesin hakkı olması gereken şeylerin kırıntılarını yaptı ve, aynı Uçum’un partisinin sayısız belediye başkanı gibi, sanki görevini yapmıyormuş da büyük fedakarlıklarda bulunuyormuş havasında billboardlardan, metro vagonlarındaki ekranlarından, Halk TV’de dönen reklamlardan sürekli bağırdı.
Çok bir şey yapmadı ama hem yaptıkları o güne dek pek yapılmamış şeylerdi, hem de bunları ihtiyacın çok büyük olduğu yıllarda yaptı. Ve bir ile sıfır arasındaki fark miktar açısından birdir, ama oranlandığında sonsuzdur.
İmamoğlu bu yüzden Ekmeleddin İhsanoğlu, Mustafa Sarıgül, Muharrem İnce ya da Kemal Kılıçdaroğlu’ndan daha tehlikeli bir rakibe dönüştü. Diğer sahte mesihlerden önemli bir farkı olduğu için değil, doğru zamanda doğru yerde bulunup halkın, bilhassa da gençlerin öfke ve hayal kırıklığının dışavurumuna vesile olduğu için.
***
Devam edelim, bu öfke ve hayal kırıklığı nasıl birikti?
Sayın Uçum, “emperyalist dış güçler” falan diyorsunuz ya, İslamcı ve gerici partiniz iktidara gelirken bu ülkenin kentli, eğitimli insanlarını Avrupa Birliği üyeliği havucu sallayarak ikna etmişti. 2011 itibariyle takke düşüp kel göründü ve Gezi’de yenilen kuşak topluca Batı’ya göç etmeye çalıştı. Ne var ki emperyalistler o kuşağın suratına kapıyı çarptı. Şimdi eylemlerde başı çeken gençler Gezi’de yenilen abi ve ablaları gibi kapağı bir şekilde Avrupa’ya atma, İsveç’te bulaşıkçı olma hayali kurmuyor. Bu gençleri “nihilist, kökü dışarıda” diye yaftalayacağınıza aralarına girip biraz sohbet etseydiniz, ülkelerinde onurlu ve anlamlı bir hayat yaşamak istediklerini duyardınız.4
İkincisi, bu ülkede yoksulluk hep vardı ama “okumak” düzenin gençlere sunduğu kurtuluş reçetesiydi. Kimsenin “kurtulduğu” falan yoktu, ama böyle bir öykü vardı ve buna inanılıyordu. Partiniz, sayın Uçum, bu öyküyü buruşturup attı. Türkiye tarihinde ilk defa diplomayı “altın bilezik” olmaktan çıkartıp bir anda çöp olabilecek bir kâğıt parçasına dönüştürdünüz. İmamoğlu’nun diplomasını iptal ederken aynı torbaya koymak zorunda kaldıklarınızın içinde Galatasaray Üniversitesi’nde bölüm başkanı olan bir profesör vardı. Akademik teamüller gereği bu insanın danışmanlık yaptığı ya da jürisinde yer aldığı tüm lisansüstü dereceleri, sınavına girdiği tüm dersleri şaibeli hale getirdiniz. Bu ilk de değil; Mustafa Kemal’e saygılarını belirten genç teğmenlerin kariyerlerini yaktınız ve partinizin haysiyetsiz sosyal medya teröristleri o idealist gençlerin yüzlerini sanki kasiyerlik yapmak utanılacak bir şeymiş gibi BİM kasiyeri fotoğrafına montajlayıp dalga geçti. 15 Temmuz’da Fethullahçılar darbe denediğinde, bir gecede çoğu milletvekillerinizin oylarıyla açılmış 15 üniversiteyi kapattınız ve hiçbir suçu olmayan on binlerce gencin eğitim hayatını altüst ettiniz.
Bununla sıkı sıkıya bağlı olarak, üçüncüsü: Bu ülkede adam kayırmacılık hep vardı. Örneğin Zübük romanına ilham veren Demirel Cumhurbaşkanıyken sırtını ona dayayan yeğeni, manevi oğlu falan banka hortumluyordu. Ama partiniz, sayın Uçum, bu konu tüm öncüllerini fersah fersah aştı. Zaten yıllar boyunca sınav sorularını çalıp sonra “başarılı Anadolu çocuklarıyız” yalanıyla devlette kadrolaşan Fethullahçılara arka çıkmıştınız. Son yıllarda ise bir yanda diplomalar çöp olur, diğer yanda yoksulluk ve işsizlik patlar, gençler gelecek kaygısına gömülürken; partinize yamanan, internet dilinde “AKP Çocukları” olarak anılmaya başlanan tipler çakarlı arabalarıyla trafikte terör estirip suratlarını kokain tepsilerine gömerken video paylaşacak kadar şirazeden çıktı.
Bunda şaşılacak bir şey yok, emek verilmemiş, hak edilmemiş kazanç kadar insanı alçaltan, şerefini, haysiyetini yok eden bir şey bulamazsınız. Ama çağımız internette arsızlık çağı ve bu ülkenin emekçi halkı, bilhassa da geleceğini yok ettiğiniz gençler her arsızlığı gördü, not etti.
Son olarak, sizden önceki tüm siyasi iktidarlar gibi, sizinki de önünde sonunda bir sermaye iktidarıydı; birinci önceliği zaten zengin olan patronları daha zengin etmekti. Ama bu konuda da tüm öncüllerinizi fersah fersah aştınız. Yirmi küsur yılın bilançosunu çıkartmakla uğraşmayacağım. Yazının başından beri altını çizdiğimiz, 2018 itibariyle girilen dönemde halk yoksullaşırken, sermaye ölçüsüzce zenginleşmeye devam etti.5 Sadece son dönemde, gençlerin yurt dışından biraz olsun ucuza sipariş edebileceği spor ayakkabıdan ya da hobi eşyasından alacağınız verginin peşine düşerken, örneğin Sabancı’nın Pegasus’u almadığınız vergilerle filosuna 44 uçak ekledi.6
Zannettiğinizin aksine, bu ülkenin halkı kör ya da balık hafızalı değil, gençler hiç değil; bunların tümü bir kenara yazıldı.
***
Sayın Uçum, ortada apaçık bir gerçek var. Partiniz, iktidarı boyunca Türkiye’de Cumhuriyeti yıkıp yerine hukuksuz, keyfi idareye dayalı, yürütmenin denetlenmediği, yargının araçsallaştırıldığı, bu ülkeyi kuran meclisin işlevsizleştirildiği, laiklik ve bağımsızlık ilkelerinin yok edildiği bir rejim kurmaya çalıştı. Bunun için kiminle ittifak yapmanız gerekiyorsa onunla ittifak yaptınız. Cumhuriyeti yıktınız yıkmasına, ama yerine kalıcı bir şey kuramadınız ve kuramayacaksınız; çünkü yurttaşların rızasına değil tebaanın itaatine dayalı bir devlet kurmaya çalışıyorsunuz. Ve sürekli sloganını attığımız üzere, “bu halk boyun eğmez.”
Bilhassa da gençler...
Elinizde, yamalı bohça rejiminize yanlayan ve “Evlad-ı Fatihan’ız, Osmanlı torunuyuz, asarız, keseriz” diye sayıklayan, pasta küçüldükçe nüfusu küçülen bir kabile var. Onun dışında ise, köksüzlük, nihilizm, emperyalizme uşaklık iftirası attığınız gençlik duruyor. Onlar, hayatlarını, yüz yıllar boyunca içten içe çürümüş ve sonunda çatırdayarak devrilmiş, yıkılıp gitmiş Osmanlı’da değil Jöntürklerde, İttihatçılarda, Kuvayı Milliye’de, Müdafaa-i Hukuk’ta ve nihayetinde Mustafa Kemal’in şahsında somutlanan, bu ülkeyi kuran devrimci, cumhuriyetçi iradede köklendirip anlamlandırıyor.
Yani birilerinin “200 yıllık uyku” diye küçümsediği, apar topar ittifakınıza katmaya çalıştığınız Öcalan’ın “kapitalist modernitenin son 200 yılı” diye tü kaka ettiği7 Türk aydınlanmasında ve modenleşmesinde…
Çünkü bu sayede tebaa değil yurttaş oldular, bu sayede seçme ve seçilme hakları var, bu sayede protesto hakları anayasa koruması altında, bu sayede örgütlenme hakları var, bu sayede medreselerde değil üniversitelerde okuyorlar.
Ve siz, bunların hepsini yok etmeye, “kökü dışarıda” olmakla suçladığınız gençlerin kök salmaya çalıştığı toprağı zehirlemeye kalkıyor; onları dilediğiniz gibi budayabileceğiniz, dilerseniz su vermeyip kurumaya terk edebileceğiniz ya da söküp atabileceğiniz, saksılara gömülü bodur bitkilere dönüştürmeye çalışıyorsunuz.
Eylemlere yetişkin saymayıp ailelerine şikâyet ettiğiniz bu gençler öncü oluyor; çünkü kaybedecekleri hiçbir güvenceleri yok, ama henüz başında oldukları ve heba olmasını istemedikleri bir ömürleri ve yıkılıp gitmesini istemedikleri bir ülkeleri var. Layık oldukları tüm zenginliklere el koyup holdinglere ve tarikatlara peşkeş çektiğinizi, sahip oldukları her modern hakka göz diktiğinizi biliyor, görüyorlar.
Haberler kötü, sayın Uçum. Bu ülkenin gençliği ne nihilist ne kökü dışarıda. Bu sıfata sahip olanları arıyorsanız, çevrenize bakın. Bu ülkenin gençliği geçmişini Cumhuriyet’te temellendiriyor, geleceğini Cumhuriyet’te arıyor.
Ve sizin yeni Osmanlıcı gericiliğinize boyun eğmeyecek.
1https://x.com/mehmetucum/status/1906229127696589085.
2https://www.tkp.org.tr/aciklamalar/yasanasi-bir-ulke-icin-gorev-cagrisi-yonetemiyorlarsa-biz-halkiz-biz-yonetiriz/
3https://bianet.org/haber/karaismailoglu-depremde-interneti-kestik-cunku-gerekliydi-dedi-nedenini-aciklayamadi-276943
4Toplum Çalışmaları Enstitüsü, “Kim bu gençler? İmamoğlu Protestoları Katılımcı Analizi (Ankara Örneği), 28 Mart 2025, Ankara, s.7;
5https://x.com/evrenselgzt/status/1906557063960093039
6https://haber.sol.org.tr/haber/ali-sabancinin-sahibi-oldugu-pegasusa-devletten-44-ucak-397131
7https://haber.sol.org.tr/haber/ocalandan-tum-gruplar-silah-birakmali-ve-pkk-kendini-feshetmelidir-cagrisi-396418
/././
'Memlekete Sahip Çık' diyenler Almanya’da da buluştu: TKP’den dört kentte eylem
TKP Almanya Örgütünün çağrısıyla “Memlekete Sahip Çık” diyenler Münih, Berlin, Köln ve Darmstadt’ta buluştu. Eylemlere enternasyonal dayanışma gösteren farklı ülkelerin komünist partileri de destek verdi.
ürkiye Komünist Partisi (TKP) Almanya Örgütünün çağrısıyla “Memlekete Sahip Çık” diyenler Münih, Berlin, Köln ve Darmstadt’ta bir araya gelerek Türkiye’deki seçme ve seçilme hakkının gasp edilmesine, halka ve gençlere yönelik baskıya, talimatla gelen gözaltılara ve tutuklamalara karşı protesto eylemleri gerçekleştirdi. Eylemlere enternasyonal dayanışma gösteren farklı ülkelerin komünist partileri de destek verdi.

“Boyun Eğme, Memlekete Sahip Çık” sloganıyla oy hakkını gasp girişimine karşı tepki göstermek için bir araya gelinen buluşmalara halk yoğun ilgi gösterdi. TKP Almanya Örgütü’nün çağrıcısı ve örgütleyicisi olduğu etkinliklere uluslararası komünist örgütler de destek verdi. TKP’nin konuşmalarının ardından sırasıyla Yunanistan Komünist Partisi (KKE), Alman Komünist Partisi (DKP) ve Komünist Partisi (KP) temsilcileri de dayanışma mesajları verdi. Buluşmalarda Komünist Partilerinden AKP iktidarının hukuk tanımazlığı ve tutuklamalar mahkûm edildi ve Türkiye Komünist Partisi ve Türkiye halkıyla dayanışma ifade edildi.

Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi adına “Cumhuriyet İçin Göreve” açıklaması okunan eylemlerde, Öğrenci Dayanışma Birliği adına yapılan açıklamayla Türkiye Komünist Gençliği ile dayanışma gösterildi. Yapılan açıklamada “Bizim kararlılığımızı, cesaretimizi ve irademizi hapsedemezler. Buradan da tekrar tekrar ilan ediyoruz: Ne halkımız ne de Türkiye Komünist Gençliği bu tutuklamalara ve gözaltılara boyun eğmez! Yılmayacağız ve mücadelemize devam edeceğiz“ denildi.

Farklı katılımcıların da söz alarak düşüncelerini paylaştığı eylemlerde “Bu ülke, bu halk sana boyun eğmez”, “AKP’yi istemiyoruz”, “Şeriata, faşizme, karanlığa geçit yok" sloganları atıldı.
Türkiye Komünist Partisi “İnsanın insanı sömürdüğü, nüfusun yüzde 1’inin bütün zenginliklere el koyduğu bugünkü sistem yolsuzlukların, yoksullukların, adaletsizliğin temel kaynağıdır. Bu patron ve tarikat düzeninden bir an önce kurtulmalıyız. Tek çıkış var. Cumhuriyetçi, laik, yurtsever, eşitlikçi bir programla insanın insanı sömürmediği, sosyalist bir düzen için kolları sıvamak” diyerek, partiye örgütlenme çağrısı ile basın açıklamasını tamamladı.

Münih'te öğrenciler bir araya geldi
Bu arada, Münih kentinde, Münih Öğrenci Birliği tarafından Türkiye'deki öğrenci direnişiyle dayanışmak için ve yaşanan hak ihlallerine ve tutuklamalara karşı bir eylem düzenlendi.
Münih'teki üniversitelerde öğrenim gören öğrenciler, Türkiye'deki sıra arkadaşlarının 12 gündür devam ettirdiği, baskıcı AKP rejimine karşı olan protestolara desteklerini göstermek için, gönüllülük esasına bağlı olarak kurdukları Münih Öğrenci Birliği adı altında Odeonsplatz'da bir araya geldiler.

Seçme seçilme ve haber alma haklarına yapılan saldırıları, hukuksuz gözaltı ve tutuklamaları ve polis şiddetini hedef alan protesto, Münih ve etrafındaki şehirlerden gelen yurttaşlar tarafından büyük bir destek gördü.
Öğrencilerin eylemde Türkçe, İngilizce ve Almancasını okudukları açıklamada, 12 gündür Türkiye’nin dört bir yanında yüz binlerce kişinin seçme seçilme hakkına sahip çıkmak için, haklarının gaspına itiraz etmek için sokakta olduğu anımsatıldı. Açıklamada, "Türkiye'de uzun süredir seçme ve seçilme hakkına, ve insanlığın en önemli kazanımlarından biri olan demokrasiye müdahale ediliyor. Bu müdahalelerle, muhalefetin temsiliyet hakkını, insanların düşünce özgürlüğünü yalnızca kısıtlamayla kalmayıp tamamen ortadan kaldırmayı hedefliyorlar. Yapamayacaklar!" ifadeleri kullanıldı.
Bugün AKP iktidarının ülkeyi yönetme kabiliyetini ve ruhsatını kaybettiğine işaret edilen açıklamada, "Bu yüzden AKP her geçen gün daha da saldırganlaşmaktadır. 12 Gündür şafak operasyonlarıyla gözaltına alınan, polis şiddeti gören, tomalarla üzerlerine su sıkılan, plastik mermiler ile vurulan, copla dövülen, yerlerde sürüklenen, polis ablukası altına alınan tüm arkadaşlarımız adına buradan bir kez daha sesleniyoruz: Protesto etmeye, meydanlara çıkmaya, hakkımızı savunmaya ve seçme-seçilme hakkına sahip çıkmaya devam edeceğiz. Anayasal hakkımızı engellemeye çalışmak, insanları barışçıl protestolardan dolayı yargılamak ve gözaltına almak suçtur. Hukuksuz girişimler, bizleri mücadelemizden asla vazgeçiremeyecek!" denildi.
İktidarın özellikle gençlerin sesinden korktuğu belirtilen açıklama şöyle sonlandı: "Bizler Münih’te yaşayan gençler olarak bu sürecin sonuna kadar takipçisiyiz! İktidarın bize boyun eğdirmesine izin vermeyeceğiz. Görüyoruz, korkuyorlar. Orantısız bir şekilde saldırıyorlar. Bunlar çaresizliklerinin sonucu. Ama bilsinler ki karşılarında çok kararlı, çok cesaretli, çok umutlu gençler var. Bugün bazı arkadaşlarımız gözaltına alınmış olabilir, ama biz gençler, onların yerine de mücadelemizi sokaklarda ve dünyanın dört bir yanında sürdürmeye devam edeceğiz. Kararlılığımızı, cesaretimizi ve irademizi asla hapsedemezler!"
***
Trump'tan üçüncü dönem sinyali: 'Şaka yapmıyorum'
Başkanlık süresinin Anayasa ile iki dönem ile sınırlandırıldığı ABD'de Başkan Donald Trump, 3. dönem mesajı verdi. "Pek çok insan bunu yapmamı istiyor" diyen Trump, bu konuda şaka yapmadığını belirterek, "Bunu yapabileceğiniz yöntemler var" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/trumptan-ucuncu-donem-sinyali-saka-yapmiyorum-397194)
Eylem varsa umut da var!-Atilla Özsever
Şilili komünist şair Pablo Neruda’nın “Eylem, umudun anasıdır” sözü her zaman geçerli. Son Maltepe mitingine katılanlar, “Direne direne kazanacağız”, “Mücadeleye devam” sloganlarını sıkça tekrarladılar. O nedenle eylem, umudu da diri tutuyor…
Toplumsal muhalefet, “Tek adam rejimi”ne karşı olan demokrasi mücadelesini her geçen gün yükseltiyor. Son Maltepe mitingiyle de (29 Mart 2025) bu süreç devam ediyor. Eylemler, gençlerin de dinamizmi ve cesaretiyle daha üst boyuta taşınıp halkın korku duvarını aştığını gösteriyor. Toplumda yeni bir umut doğuyor…
Eylem ve umut arasındaki ilişkiyi gayet net bir biçimde ifade eden tarihi bir şahsiyet de Şilili komünist şair Pablo Neruda’dır. Pablo Neruda, bu ilişkiyi şöyle tanımlamıştır: “Eylem, umudun anasıdır”.
Biz de onun sözünü “Eylem varsa umut da var” şeklinde ifade edip başlığımıza çıkardık. Maltepe Meydanı’nda milyonların hep birlikte haykırdığı “Direne direne kazanacağız”, “Mücadeleye devam” sloganları da eylemin umudu nasıl diri tuttuğunun somut bir örneğini oluşturdu.
Pablo Neruda’nın mücadelesi
Evet, “Eylem umudun anasıdır” sözünü ifade eden Şilili şair ve politikacı Pablo Neruda da (1904-1973), kişisel yaşamında böyle bir mücadele sürecinden geliyor. Pablo Neruda, hayatı boyunca çektiği bütün sıkıntı ve zorluklara rağmen umudunu kaybetmediğini, hem bireysel, hem toplumsal anlamda eyleme dönük tavrıyla umudunu koruduğunu ifade etmiştir.
Şili’de demiryolu işçisi bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Pablo Neruda, İspanya İç Savaşı’na (1936-1939) Cumhuriyetçiler safında katılıp faşizme karşı mücadele vermiştir. Ülkesine döndükten sonra da Şili Komünist Partisi’nden senatör olan Neruda, Şili’deki baskıcı yönetimlere karşı mücadelesini sürdürmüştür.
Şili’deki 1973 askeri darbesinden sonra sorgulanmış daha sonra da vefat etmiştir. Cenazesinin kitlesel bir şekilde kaldırılması cunta yönetimi tarafından yasaklanmış olsa da, sokağa çıkma yasağını tanımayan binlerce kişi cenazeye katılmıştır.
O nedenle Pablo Neruda’nın sözünü aklımızda tutarak eylemin ve mücadelenin olduğu yerde umudun da var olduğuna ilişkin inancımızı sürekli taze tutabilmeliyiz…
Direnme gücü
Umut kavramını psiko-sosyolojik anlamda biraz daha derinliğine açıklamaya çalışalım. Ünlü Alman sosyolog ve psikolog Erich Fromm da, “Umut Devrimi” isimli eserinde, bu sürece değinir.
Fromm’a göre; ister bireysel, ister toplumsal sorunlar karşısında bu sorunlarla baş etmeye olan inancımızı sağlam tutabilirsek, yani bu anlamda içimizde bir umut taşırsak önemli bir mesafe almış oluruz.
Hem bireysel, hem toplumsal edilgenliğe meydan okumak gerektiğini belirten Erich Fromm, bilinçsiz bir umutsuzluk yerine bilinçli bir iyimserliği umut etmenin, onun için mücadele etmenin gerekliliğini savunuyor.
Umut etmenin bir varolma durumu olduğunu belirten Alman filozof Fromm, bu konudaki görüşünü şöyle açıklar:
“Umut, inanca eşlik eden ruh halidir. Umutluluk hali olmaksızın inanç ayakta duramaz, dayanıksız kalır. Umut, yalnız ve yalnız inanç temeli üzerinde durabilir. Yaşamın yapısında umut ve inanca bağlı olan ve onların bir halkasını oluşturan bir öğe daha vardır: Cesaret ya da Spinoza’nın adlandırmasıyla direnme gücü”.
Fromm, direnme gücünü, “dünya ‘evet’ sözcüğünü duymak istediğinde ‘hayır’ diyebilme yetisi” olarak tanımlar…
Emeğin katılımı
Ülkemizde umudu yeşertebilecek eylemlilik sürecine geldiğimizde, gençlerin başını çektiği ve giderek halkın katılımının sağlandığı ve CHP’yi de daha mücadeleci çizgiye iten bu direnme gücünün emekçilerin örgütsel aktif katılımıyla daha da gelişebileceği ifade edilebilir.
Nitekim gerek İzmir, gerekse Eskişehir’de emek ve demokrasi güçlerinin örgütlediği, sol siyasi partilerin de aktif katıldığı eylemler, daha güçlü olabiliyor.
İzmir’de Emek ve Demokrasi Güçleri’nin çağrısıyla yapılan protesto eylemlerine CHP’nin yanı sıra TKP, Sol Parti, TİP, EMEP gibi sosyalist partiler ve DİSK, KESK, TMMOB, İzmir Tabip Odası, İzmir Barosu gibi emek ve meslek örgütlerinin katılımı büyük bir demokratik gösteriye yol açmıştır.
Öte yandan Eskişehir’de de Emek ve Demokrasi Platformu’nun düzenlediği yürüyüşe siyasi partilerin yanı sıra sendikaların da aktif katılım sağlaması, güçlü bir gösteriye dönüşmüştür (28-29 Mart 2025, Birgün gazetesi).
Program gerekliliği
Kuşkusuz bu tür eylemlerin süreç içinde sönümlenmemesi için bir programa ihtiyacın gerekliliği kendini hissettirmektedir. Nitekim TKP (Türkiye Komünist Partisi) Genel Sekreteri Kemal Okuyan, 29 Mart 2025 akşamı Tele-1 Televizyonunda gazeteci arkadaşımız Zeynel Lüle’nin sorularını yanıtlarken mücadelenin bundan sonraki aşamasında bir programa ihtiyaç duyulduğunu söyledi.
TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, düzeni sorgulayan bir yoksulluk programına işaret etti. Evet, böyle bir programda asgari ücretin yükseltilmesi, emekli aylıklarının artırılması, gençlerin barınma ve burs sorunları gibi somut taleplerin olması çok yerinde olacaktır. Tabii ki ilk etapta tutuklananların özgür bırakılması önemli bir taleptir.
Toplumsal muhalefetin şimdiki görevi, umudu örgütlemek, somut bir program dahilinde mücadeleyi ileri bir aşamaya yükseltebilmek, “Tek adam rejimini” sona erdirecek bir erken seçimi de öngören bir süreci inşa edebilmek olmalıdır.
İyi bayramlar…
/././
İşkence cezaevinde sürüyor: Tek öğün yemek, 57 kişilik koğuş, engellenen kitaplar...
Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması üzerine başlayan protestolarda tutuklananlar cezaevinde günlerdir tek öğünle besleniyor, aynı kıyafetleri giyiyor, kitaplarına ulaşamıyor.
AKP'nin seçme ve seçilme hakkını hedef alan yargı operasyonlarına boyun eğmeyip, geçtiğimiz hafta sokağa çıkan 268 kişi bayramı cezaevinde geçiriyor.
Gözaltındayken darp ve işkenceye maruz kalan yurttaşlar, tutuklu bulundukları Silivri ve Metris cezaevlerinde de kötü muameleye görmeye devam ediyor.
Birçoğu gittiği eylem sırasında gözaltına alınan yurttaşlar, yalnızca kıyafetleriyle cezaevine gönderildi.
Bayram tatilini bahane eden cezaevi yönetimleri, yakınlarının tutuklulara göndermek istediği para, kıyafet ve kitapları sahiplerine ulaştırmıyor.
Bu nedenle günlerdir günde tek öğünle beslenen yurttaşlara taleplerinin en erken bayram tatili ve idari izinlerin sona ereceği 7 Nisan'da karşılanabileceği söyleniyor.
Kantin kapalı, para yatırılamıyor, kıyafet ulaştırılamıyor
soL'a konuşan avukat Özgür Murat Büyük, tutuklunanların önemli bir kısmını öğrencilerin oluşturduğu hatırlatarak, "Bayram vesilesiyle kantinleri kapalı tutuyorlar. Arada açtıklarındaysa kimsenin haberi olmuyor açık olduğundan. Genel bir uygulama yaptıklarını söylüyorlar. Ama tutuklanan öğrenciler daha yeni oradalar. Hazırlıklı değiller ve birçok eksikleri var" dedi.
Ancak kantinler açık olsa da tutuklular alışveriş yapabilmeleri için yakınlarının gönderdiği paralara ulaşamıyor. Yine bayram tatilinin gerekçe gösterildiğini aktaran avukat Büyük, "Para hafta içi ve tatil olmayan günlerde verilebiliyor. Ziyaretçi olarak gittiğinde oradaki vezneye para teslim edebiliyorsun. Ama tatilde ve hafta sonunda para teslim edemiyorsun. Bankadan yatırılan para da haftada bir kontrol edilir ve hesaplara geçer. Şu an o da yapılamıyor" diye konuştu.
Tutukluların yakınlarının gönderdiği eşyalara da erişemediğini kaydeden avukat Büyük, "Yine memurlar olmadığı için kıyafet alınamıyor. Tıpkı kıyafet, para gibi kitap da ulaştırılamıyor. Çünkü onu inceleyecek memur yok" ifadelerini kullandı.
'Günlerdir aynı kıyafetle duruyorlar, suları bile azaldı'
Silivri ve Metris cezaevlerinde tutukluları ziyaret eden avukat Tuba Torun da sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada benzer sorunlara tanık olduğunu aktardı.
Koğuşlarda hijyen sorununun da başladığını anlatan avukat Torun, şu ifadeleri kullandı: "Çocuklar günde 1 öğün kahvaltıyla -1 yumurta 1 ekmek- duruyorlar (o da gece veriliyor). Hem Silivri’de hem Metris’te kantinlerin kapalı olması sorunu var. Sağolsun Chp’li vekillerimiz uğraşıyor ama sorun devam ediyor özellikle Silivri’de. Vekiller cezaevini ziyarete geldiğinde açıyorlar veya ara ara kısa süreli açıyorlar fakat açtıklarından kimsenin haberi olmuyor. Kimi zaman da kantin açılıyor ama personel olmuyor. Dolayısıyla çocukların suyu bile azalmış durumda şu anda. Cezaevi tarafından verilen yemekle yetiniyorlar. İç çamaşırı vs alamıyorlar. Günlerdir aynı kıyafetlerle duruyorlar."
Bazı yurttaşların tutuldukları koğuşlarda baskı ve tehdide maruz kaldığını da belirten avukat Torun, "5 arkadaşımız cinayet hükümlüleriyle aynı koğuşta kalıyor. Koğuşta 57 kişiler. Mahkumlar baskı uyguluyor. Gece başımıza bir şey gelir diye tuvalete gidemiyoruz, diyorlar. Arkadaşlarının olduğu koğuşta yerde yatmaya bile razılar" dedi.
Avukat sınav notu topluyor, vekil dilekçe örneği hazırlıyor
Tutuklu öğrenciler bir an önce kitaplarına ulaşmayı talep ediyor. Öğrencilerin sınav tarihlerinin yaklaştığını hatırlatan avukat Torun, "Kitap bile almıyorlar içeri, kitapları yok. Sınavları var, en çok ona endişe ediyorlar. Bir yandan meslektaşlarım çocuklara sınav notu toplamaya çalışıyor" ifadeleri kullandı.
Tutuklu öğrencilerin sınav hakkına erişebilmesi için CHP Milletvekili Mahmut Tanal bir kampanya başlattı.
"Eğitim haktır, ertelenemez! Bu süreci birlikte organize edelim, gençlerin gelecekleri kararmasın!" diyen Tanal, öğrencilerin izlemesi gereken süreci sosyal medya hesabından paylaştı.
Tanal'ın açıklamaları şöyle: "Öğrenciler üniversitelerine, mazeret sınavı hakkı talep eden dilekçe yazmalı. Vekalet yoksa bile, ıslak imzalı dilekçeler birinci derece yakınları veya avukatı aracılığıyla fakültelere teslim edilebilir. Daha sonra sınavların cezaevinde yapılması ya da öğrencilerin sınav için okullara götürülmesi talep edilebilir. Cezaevindeki öğrenciler, bulundukları kurumdan doğrudan üniversitelerine dilekçe gönderebilir."
Tanal ayrıca, öğrencilerin başvuru yapması için dilekçe örneği de paylaştı.
Bakanlık şikayetleri yok saydı: 'Aksama yok'
Adalet Bakanlığı’na bağlı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü yaptığı açıklamada "kantinin sadece her ayın son günü yasal mevzuat gereği kapalı olduğu"nu öne sürdü Bayram tatilinde herhangi bir aksama yaşanmadığını iddia eden kurum, “Hükümlü ve tutukluların kantin ihtiyaçları belirlenen program dahilinde karşılanmaktadır" dedi.
'Ergenlik'in tetikledikleri -Engin Solakoğlu-
Bu halk, bu gençlik siyasi ömürlerinin sonuna gelmiş dikta heveslilerine de aynı piyasa düzenini, aynı sömürü çarkını farklı ambalajlarla sürdürmek isteyen müteahhit kahramanlara da boyun eğmez!
Cumhuriyet tarihinin en önemli toplumsal hareketlerinde birine tanık olduk son 12 gün içinde. Saraçhane’ye gittim. Salt meydanda değil, yolda, farklı semtlerde konuşulanları dinledim. Sokakta olmadığım zamanlarda ise gösterileri TV kanallarından değil eşimin keşfettiği başka bir mecradan izledim. ANKA ajansı belli başlı eylemleri yorumsuz ve canlı yayınladı You Tube üzerinden. Onlara bakarken görüntü veren başka hesaplara da denk geldim. Oralarda başka bir hikaye vardı.
Örneğin, Galata Köprüsü’ndeki öğrenci eylemini bu şekilde izledim. Gençlerin düzenin kolluğuyla pazarlık etme şekilleri, kararlılıkları çarpıcıydı. Öfkeleri, talepleri netti. Geleceğe dair umut besleyebilme haklarını savunuyorlardı. Türkiye’nin “ha” deyince girilemeyen, yoğun emek sarf edilerek ulaşılabilen devlet üniversitelerinin öğrencilerinin salt kameraya değil birbirlerine söylediklerini de dinleyebildim.
İzlediğim bir başka görüntü, Saraçhane’de gecenin bir yarısı dağılmak istemeyen gençler ile CHP’li bir milletvekili ve yöneticilerin tartışmalarına dairdi. TV kanallarında verilmek istenen izlenimin aksine ortada çok net bir gerginlik vardı. Gençler arasında çok popüler olduğu mitosu yayılan o milletvekilinin “saat gecenin biri oldu, gidin yatın sıcak yataklarınızda” çıkışına bir genç şu yanıtı verdi: “Yata yata bu hale geldik!”. Evet bir çocuk o milletvekilinin elini öptü. Biz haber bültenlerinde sadece o görüntüyü izledik. Onlarcasının protestolarını, “sen git yat, biz buradayız” diye haykırışlarını ve “fenomen” milletvekilinin o noktadan kaçmak zorunda bırakmasını ise çok az kişi gördü. Gençlerin istediği, 9-17 mesaisi yapar gibi belirli bir yerde miting yaparak şu veya bu kişiyi kurtarmak, ya da hangi koşullarda gerçekleşeceği belli olmayan bir seçimin erken yapılmasını sağlamak değil insan gibi yaşama hakkını ve umudunu kurtarmaktı.
Bir başka örnek. Mecidiyeköy’de Belediye’ye ait bir mekânda kahve içiyordum. Yanımda 40 yaş civarında ücretli çalışan oldukları izlenimi aldığım iki kişi sohbet ediyordu. Her ikisi de özetle “siyasetçilerin halkı değil, kendi ceplerini düşündüklerini” farklı cümlelerle tekrarladılar. Sonra bir tanesi aynen şunu söyledi: “Sen ne biçim devletsin kardeşim? Hayat pahalılığıyla mücadele edeceğim diyorsun. Hiçbir şey yapmıyorsun. Devlet dediğin indirir yumruğunu masaya ve şu ürünün fiyatı şu kadarı geçemez, kiralar şunun üstüne çıkamaz der. Mesele hallolur.”
Olaylar başladığında, “makul”ün sesi olma iddiasını taşıyanlar “insanlar her gece gösteri yapamazlar, işleri güçleri var” diyorlardı. Oysa TÜİK’in makyajlı verilerine göre bile Türkiye”de geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 28’i geçmişti. Bu oranın gençlere arasında yüzde 40’ı geçtiği de biliniyordu. Bunun anlamı, o toplama şimdilik dahil görünmeyen lise ve üniversite öğrencileriyle birlikte, bu ülkede kapitalist “rekabetçi” düzenin oyundışı bıraktığı, kenara ittiği milyonların yaşadığıydı.
Mesele “israf”, “yolsuzluk”, “birkaç çürük elma” değildi. Kapitalizm ve onun kutsal ineği piyasaydı. Onun boyunduruğu kırılmadan sorunların aşılması imkansızdı. Üstelik de her geçen gün yoksullaştırılan Türkiye halkı buna çoktan hazırdı.
“Siz de her şeyi kapitalizme bağlıyorsunuz kardişim! Ülke iyi yönetilse, liyakat olsa, bölüşüm iyileştirilse mesele kalmaz. Bak Avrupa’ya...” mı diyorsunuz? Kazın ayağı öyle değil işte.
Sinema/TV uzmanı değilim. İyi bir izleyici sayılırım. Azıcık eğitimim varsa o da üniversite öğrencisi olduğum 1980’li yılların ikinci yarısında “İstanbul Sinema Günleri”ne dayanır. Öğrenci bütçesiyle bile ortalama 30-40 film izleyebildiğim bir dönemdi. Sonrasında da peşini bırakmadım bu görsel sanatın. Dünyaya bakmanın, anlamaya çalışmanın, öğrenmenin bir diğer yolu olduğu anlayışıyla sürdürdüm izlemeyi. Kitap okumanın yanına ekledim. İki eylem, okuma ve izleme, yan yana geldi ve birbirini besledi.
Bu yazı “Ergenlik (Adolescence)” dizisindeki bir sekanstan esinlendi ama diziye dair bir değerlendirme değil. O sekans bir süredir kafamda dönüp duran bir düşünce yumağının son ilmeği oldu bir nevi. Bakalım meramımı doğru anlatmayı becerebilecek miyim?
Önce dizinin ilgili sekansını özetleyerek başlayayım. İki polis, bir cinayet soruşturması için İngiltere’nin tahminen çok büyük olmayan bir kentindeki devlet lisesine gittiler. Polislerden birinin çocuğu da aynı okulun öğrencisiydi. Okulda geçirdikleri yaklaşık bir saatlik süre sonunda dışarı çıktıklarında birbirlerine ilk söyledikleri “burası dayanılmaz bir yer” benzeri sözlerdi. Hatta bir tanesi “burası hayvan kafesinden farksız” dedi. Gerçekten de okulun durumu her yönüyle içler acısıydı. Okul yöneticileri, öğrencilerden birinin fail, birinin kurban olduğu cinayet yüzünden yapmak durumunda kalacakları ilave harcamalara nereden kaynak bulacaklarının derdindeydiler. Okula yeni alınan öğretmenlerin kendileri yardıma ve bilgiye muhtaç görünüyorlardı. 11-17 yaş aralığındaki öğrencilerin öfke ve saldırganlıkları ürkütücüydü. Anımsatayım, olay dünyanın en kudretli finans merkezlerinden biri olan “The City”nin bulunduğu ülkede geçiyordu.
İnsanlık, tarihin basamaklarını tırmanırken devrimler yaptı. Kazanımlar elde etti. Bunların büyük bölümü hukukta “müktesep hak” diye nitelenen haklar haline geldi. Eğitim hakkı, çalışma hakkı, barınma hakkı, sağlık hakkı, oy hakkı. Geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren kapitalizm bu haklara savaş açtı ama bunların hiçbirini doğrudan hedef almadı, daha doğrusu almaya cesaret edemedi. Bunun yerine içlerini boşaltıp kabuk haline getirme yoluna gitti.
250 yıl kadar önce eğitim sadece ayrıcalıklıların hakkıydı. Büyük Fransız Devrimi’nin en önemli icraatlarından biri halkın tamamının gidebileceği, hatta gitmek zorunda olduğu okullar açmak oldu. Ulus kavramı insanlığın sözlüğüne girerken beraberinde “ulusal eğitim”i de taşıdı. İlk, orta öğretim derken, Sovyet Devrimi sonrasında üniversite de seçkinlerin tekelinden çıktı ve halkın çocuklarına açıldı.
Kapitalist düzen diş geçiremediği eğitim hakkını imha etmek için sinsi yöntemler geliştirdi. Devletin eğitime ayırdığı bütçe olanaklarını daralttı, kimi yerlerde de verilen eğitimi gericileştirdi, hissedilir derecede zayıflattı, faydasız hale getirdi. Bunun karşısına ise piyasayı koydu. Parası olanın nispeten kabul edilebilir bir eğitim alacağı bir sistemi teşvik etti. Kamu eğitim kurumlarına ayrılan kaynakları kısarken başvurduğu “bütçe yok, para yok” gerekçesi her nedense özel eğitim kurumlarına aktarılan kaynaklar için hiç geçerli olmadı.
Bu ülkeden bir şey olmaz diye sızlanmak en kolayı. Gözümüzü göbek deliğimizden ayırıp dünyanın diğer yerlerine de bakalım. Bu yazdıklarım salt Türkiye için geçerli değil. ABD, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde benzer olgular yaşanıyor. Fransa’da yıllardır süren bir özel okul-devlet okulu tartışması mevcut. Laik devlet okulları ödeneksizlikten kırılır, öğretmen sayıları düşürülürken, özel okullara bütçeden kaynak akıtılıyor. Türkiye’de olduğu gibi ABD, İngiltere ve Fransa da öğretmenlik mesleğini yapanlar “çalışan yoksul” olmayı garantiliyorlar.
Türkiye’deki ve dünyadaki üniversitelerde de durum farklı değil. Parası olana kaliteli eğitim ve iş fırsatı, yoksul çocuklara ise işsizlik garantisi. Bu eğitim başlığındaki durumdu.
Başka bir başlığa daha bakalım. Oy hakkı yoğun ve özverili bir mücadelenin sonucunda genişledi ve bugünkü adıyla genel oy hakkına dönüştü. Genel oy hakkının öncesinde sadece parası olan oy verebiliyordu. Kapitalist sistem bunu değiştirmeye zorlandı ama zaman içinde oy hakkını da piyasaya teslim etmenin yollarını buldu. Parası çok olanın çok oy alabildiği bir düzen kurdu. En iyi reklam ajansını tutan, en çok televizyon veya diğer iletişim kanalı bulunan seçimi kazanabiliyor. Şu an Türkiye’de verilen ve kesinlikle kazanılacak mücadele bunun dahi elimizden alınmaması için kuşkusuz. Peki bu yeterli olacak mı?
Parası olanın yararlanabildiği sağlık hakkı, piyasanın koşulları elverdiğince barınma hakkı, açlık sınırının altına ücretlerle çalışma hakkı değişmeden ne değişecek?
On gün kadar önce sokaklara dökülen çoğunluğu hem öğrenci hem de emekçi olan gençlerin istedikleri ve hak ettikleri düzen sermaye gruplarının borusunun öttüğü, piyasanın hükmettiği bir düzenin 2.0 versiyonu değildir. Direnişin sürmesi ve yaygınlaşması bu konuda verilecek net işaretlere bağlıdır.
Bu halk, bu gençlik siyasi ömürlerinin sonuna gelmiş dikta heveslilerine de aynı piyasa düzenini, aynı sömürü çarkını farklı ambalajlarla sürdürmek isteyen müteahhit kahramanlara da boyun eğmez!
/././
CHP’cilik -Aydemir Güler-
2025 baharında 2013’ü de aşan ölçülerde bir cumhuriyetçilik sokaklarda ilan edilmişken ilkeleri nerede arayacağımız bellidir.
Türkiye solunda genel olarak kendi sağındaki güçlere umut bağlamak veya burjuvazinin temsilcileriyle işbirliği stratejisi kadim bir sorundur. O kadar ki, genel tabloya bakıldığında “bağımsız sınıf tavrı” tarihimizde neredeyse istisna sayılır…
Üstelik karşıt sınıfların işbirliğine varan bu yaklaşımın, “Cumhuriyet devrimine sahip çıkmak” gibi doğru bir ittifak “ortak paydasının” dışına taştığı da görülebilmiştir. Örneğin “partili gelenek” dediğimiz işçi sınıfı partisi kulvarında Kemalizme atfedilen abartılı misyon yüzünden zaman zaman sosyalist iktidar hedefinin üstünün örtülmesi bir yana, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Demokrat Parti’yi kuracak olan gericilerle cepheleşmeye kalkışılmıştır!
1980’lerde asıl amacı komünist partiyi tasfiye etmek olan bir grup ANAP’ı pek beğeniyordu. Bundan neredeyse yirmi yıl sonra solun bütün kesimlerinden oluşturulan berbat bir koro AKP’yi demokrat ve devrimci ilan etti.
Bu majör meselelerin yanında şeriatçı parti kurulmasının, hiç olmazsa kâğıt üstünde önünü kesen TCK 163. maddenin, sola karşı sallanan 141-142 kılıcıyla eşdeğer sayılması gibi acayiplikler yaşandı. “Tutarlılık adına” sadece işçi sınıfına değil, ortaçağdan çıkagelen dincilere de özgürlük istemeliydik!
1970’lerin sonunda düzen sağının anti-komünist sopasında “yükselen Sovyet emperyalizmine karşı milli devletin gücünü” görenler olmuştu… Saymayalım onları...
Avrupa’dan demokrasi beklemek, bu uğurda AB konuşulurken araya “emeğin Avrupa’sı” uydurmasını sıkıştırmak, gözü kulağı hep sağa dönük yaşayan solcuların yaratıcılığı sayıldı. Hem AB kaynaklı fonlar sayesinde bir sürü “yararlı” iş yapmak, sendikalarda işçilere eğitim vermek, milyonlarca yoksulun içinden birkaçını seçip kredi dağıtmak falan da mümkündü! Umutlar emperyalist Avrupa’nın başkentlerine bağlanmıştı…
Devletin ekonomiye müdahalesi de “hakikaten yanlıştı” ve “özelleştirmeler verimi arttırabilirdi.” Umutlar burjuvazinin devletle daha az sıkı fıkı olduğu varsayılan piyasacı fraksiyonlarına bağlanmıştı. Çok daha eskiden pertavsızla “milli burjuva”, o bulunamıyorsa “tekel-dışı burjuva” aramak solda kural kabul edilmişti…
Listeye AB’ci ve NATO’cu Kürt ulusal hareketi de eklenmeli. Solda, kendi sağına bakakalmak uzun zamandır, “Kürt sorunu çözülmeden herhangi bir ileri adım atılamaz” varsayımına demirlemiş bulunuyor.
***
Tüm bunların yanında, 2025 baharında tazelenen CHP’cilik hafif kalabilir... Elimizde terazi yok; ama daha önemlisi, farklı giysilere bürünse de ana karakteri sağ sapma olan bu geleneğin, kesinlikle taktikle, reel politikayla açıklanamayacağıdır. Bu kadar sağcılık, devrimciyi, radikali, sosyalisti yoldan çıkarır…
Bir sol hareket, “taktik icabı” CHP’nin cumhurbaşkanı adayını desteklemeye meyledebilir. Ama bu politika adına, CHP’nin yayın organı zannedilebilecek gazeteler çıkarmak neyin nesidir?
Ben katılmayabilirim; ama başkaları solun bir CHP adayını desteklemesini savunabilir, tartışırız… Ama böyle bir tavrın, söz konusu cumhurbaşkanı adayıyla “kitapçıda karşılaşma olasılığı” üstünden estetize edilmesi ayıp değil midir? Devrimcilikten geçtim, sınıflar, ekonomi politikası, emperyalizme karşı tutum, dini söylemin siyasette yerinin olup olmadığı… özetle sola dair ne varsa, yük sayılıp silkelenmekte ve Erdoğan’dan “ehvenine” alkış tutulmaktadır.
Kimse kusura bakmasın, solculuk bu kadar ucuz bir şey değildir.
Bu arada CHP, sayısını, kimsenin bilmediği bir hizipler platformuna dönmüş… Sayının belirsizliği, uzaktan seçebilme güçlüğünden ileri gelmiyor. İçindekiler de bilmiyordur. Çünkü her bir hizbin bütün kademeleri sonsuz bir devinim içinde birbirine karışmakta, yer değiştirmenin hızından fotoğraf alınamamaktadır! Haliyle bu durumda, umudunu CHP’ye bağlayan sol, hizipler kavgasının içinde alelade bir araca dönüşme riskiyle karşı karşıya kalıyor.
Tabii, hizip rekabetinin etkisiyle “solcu katkısı” kıymete biniyor, piyasa değeri artıyor olabilir! Eğer öyleyse, sağına dönen sol, kendisini tarihin pek önemli aktörleri arasında görüp tabanını kandırma şansı yakalayacaktır…
***
Geçtiğimiz günler tarihsel önemde kitle hareketlerinden birine sahne oldu. Bir önceki 2013’te yaşanmıştı. O da, işçi sınıfının Bahar Eylemlerinin üstünden yaklaşık yirmi beş yıl sonra patlamıştı.
Elbette kimse bugünleri hafife alamaz.
Elbette halkın ayağa kalkmasına vesile olan saldırının birinci muhatabı Cumhuriyet Halk Partisi’dir.
Dolayısıyla CHP’nin sürecin merkezine yerleşmemesi mümkün değildir. Herkes bu durumu hem bir veri olarak görmek, hem de söz konusu “merkeze” saygı göstermek zorundadır. Ancak veri ve saygı, solun CHP’cilik çatısı altına girmesi anlamına gelmez.
Siyasal mücadeleler, büyük çoğunlukla arı biçimde işçi sınıfı ve sermaye kutupları arasında bir çatışmayla somutlanmaz. Altta yatan ve her şeyi belirleyen sınıf çıkarları, devrimci durumda bile çıplaklaşmayabilir. Her zaman dolayımlar vardır. Sadeleşme istisnadır.
Sadeleşme olmuyor ve emek ile sermaye, devrim ve düzen ringde yerlerini almıyorlar diye, siyasal alan ısınırken, milyonlar sokaklara dökülürken, bir gerici rejimin temelleri sarsılırken solun kendini geri çekmesi, ortadan kaldırması ise deliliktir. Tersine, kriz nesnelliği, bir alternatif olarak sosyalizmin, toplumda yaygın meşruiyete ve itibara kavuşması için sahneyi hazırlayıp sola armağan etmektedir.
Bu imkân değerlendirilmezse, CHP toplumun hareketlenmesinden, aynı anlama gelmek üzere, düzenin istikrarsızlaşmasından en yakın kavşakta kaçacağı için, sol sağına bağladığı umutlarla kendi kendini boğmuş olacaktır.
Bu imkân değerlendirilebilirse, sosyalizm kavgasının toplumsal tabanı ciddi bir sıçramayla çok daha geniş bir ölçeğe oturabilir. AKP’nin baskıcılığını, gericiliğini alt etmenin yolu da ancak böyle genişleyen bir zeminden geçer. CHP’nin hizip kavgalarından değil!
Bitirirken; siyasi mücadelenin en önemli unsurlarından, hatta tanımlarından biridir ittifaklar politikası. Herkes müttefike muhtaçtır. İttifaklar da ilkelere muhtaçtır. 2025 baharında 2013’ü de aşan ölçülerde bir cumhuriyetçilik sokaklarda ilan edilmişken ilkeleri nerede arayacağımız bellidir.
Solda ise kendi sağına umut bağlamayı reddeden, bu reddiyeyi varlık nedeni sayan bir parti var. Sağa bakma geleneğini kırmak, bu kez mümkündür.
/././
Yüzyıllık kirlilik: ABD ve Panama -Erhan Nalçacı-
ABD ve Çin’in emperyalist rekabeti Panama’yı yeniden kriz merkezine çevirirken, iklim değişikliği ve siyasi gerilim kanalın geleceğini tehdit ediyor.
Ülkemizde düzenin çok boyutlu krizi sürerken bu hafta Panama’yı ele alalım. Panama emperyalist dünyanın genel krizine işaret eden coğrafyalardan biri çünkü.
Kapitalizmin krizine eklenen emperyalist rekabet, kapitalizm tarafından yaratılan iklim değişikliği, savaş tehlikesi, ne ararsanız var bu hikâyede.
Biliyorsunuz Trump göreve gelir gelmez Grönland ve Ukrayna ile birlikte Panama’yı da öncelikli listesine almış, “Panama Kanalı’nı size Çin’e devredin diye vermedik, geri alacağız” demişti.
Stratejik suyolları ona sahip olan ülkenin başına eğer dünyaya emperyalizm hâkimse çok bela örülür. Panama da bu bahtsız ülkelerden biri. “Yüzyıllık Yalnızlık” olsaydı iyiydi ama yüzyıllık kirliliğe teslim oldu.
1800’lerin sonunda Amerika kıtasının iki Okyanus kıyısını birleştirmek üzere Fransızlar tarafından başlatılan Panama Kanalı inşası başarısızlıkla sonuçlandı.
Simon Bolivar’ın adıyla anılan İspanyol feodalizmine ve sömürgeciliğine karşı yükselen isyan bir burjuva devrimi niteliğindeydi ve tüm Latin Amerika’nın siyasi birliğini amaçlıyordu. Ancak kuzeydeki ABD’yi kuracak burjuva devriminin gözü çok erken yıllardan itibaren güneye dikilmiş, ABD emperyalizminin adım seslerine dönüşmüştü.
Kolombiya’nın parçası olan Panama ABD tarafından 1903’te kopartıldı ve bir mühendislik harikası olan su seviyesini değiştiren havuzlarıyla Panama Kanalı 1914’e kadar inşa edildi. Şili’nin güney ucundan veya Afrika’nın güneyinden dönmeye göre ticaret yollarını onlarca gün kısaltıyordu kanal.
Panama başından itibaren ABD’nin sömürgesine dönüşmüştü. Uyuşturucu ve kara para aklama işleri bu daracık toprağa bulaştırıldı. Halkın iradesine karşı askeri darbeler, paramiliter örgütler eksik olmadı.
1964’te Panama’da başlayan isyan 28 kişinin ABD ordusu tarafından öldürülmesi yüzlercesinin yaralanması ile bastırılmıştı. Çoğu öğrenci isyancılar ABD yönetimindeki kanala Panama bayrağını asmak istemişlerdi. İsyanın patladığı 9 Ocak tarihi Panama halkının egemenlik ve kahramanlık günü olarak kutlanıyor.

Trump’ın Panama’yı tehdit etmesinden sonra Panama halkının 9 Ocak’ta gerçekleştirdiği protestodan bir an aşağıdaki fotoğrafta görülüyor.

ABD 1977’de yapılan bir anlaşmayla Panama’nın görece bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Ancak mali ve siyasi açıdan halen ABD tarafından yönlendiriliyordu. 1989’da aslında ABD’nin adamı olan General Manuel Noriega'nın para trafiğini yöneterek otonomi kazanması üzerine Panama ABD tarafından işgal edildi. Aylarca süren işgal sırasında rakamlar tartışmalı olmakla birlikte binlerce Panama vatandaşının öldürüldüğü söyleniyor.
Ancak Panama bu sefer 2000’li yıllarda Çin’in dünya ticaretinde birden öne fırlayarak diğer kapitalist ülkeleri geçmesiyle başlayan emperyalist hegemonya krizinden etkilenmeye başladı. Çinli firmalar kanalın her iki yarısında limanlar kurdular. Çin Panamada’ki serbest bölgelere yatırım yaptı, kanal altyapısını iyileştirici projeler sundu, iki okyanusu birbirine bağlayacak hızlı demiryolu teklif etti vb. Kanal Çin’in Orta ve Güney Amerika’ya açılımının başlıca hedeflerinden biri haline geldi.
ABD’nin sömürgeleştirdiği ülkelerin tipik bir göstergesi Çin Halk Cumhuriyeti yerine Tayvan’ı resmi olarak tanımalarıdır. Panama da böyleydi, 2017’de bu politikasını değiştirdi ve Tayvan yerine Çin’i diplomatik olarak tanıdı. Bunun üzerine Çin Devlet Başkanı 2018’de Panama’ya resmi bir ziyarette bulundu.
Ancak bunlar kanalın Çin tarafından yönetildiği anlamına gelmiyor. Trump’ın ilan ettiği gibi ABD gemileri Çin’e göre daha fazla para da ödemiyorlar. Aşağıdaki grafik bize hangi ülkelerin kanalı en çok kullandığını gösteriyor.

Aşağıdaki şekil ise kanalın dünya ticaretinde oynadığı rolü gösteriyor. Örneğin, Çin’den kalkan gemilerin kanalı kullanmasıyla Atlantik kıyısındaki limanlara nasıl çok daha hızlı ulaştığı anlaşılıyor.

Şekil 1: Panama Kanalı’nı kullanana ticaret yolları ve kazandırdığı avantaj haritada izleniyor.
Trump’ın tehdidi ve ABD Dışişleri Bakanının ilk yurtdışı ziyaretini Panama’ya yapmasından sonra Panama hükümeti dâhil olduğu Yeni İpek Yolu Projesinden çıkacağını açıkladı. Hong Kong kökenli firma ise kanalın iki tarafındaki işlettiği limanları ABD ağırlıklı bir şirketler birliğine devretme kararı aldı.
Çin devleti Çin kökenli bütün tekellerin arkasında duruyor ancak onlardan stratejik konularda devletin yol haritasına bağlı olmalarını istiyor. Limanları devreden şirketin kararının Çin’de öfkeyle karşılandığı basına yansıdı.
Yazının başında belirttiğimiz gibi olaya bir de iklim krizi karışıyor. ABD başta olmak üzere kapitalist ülkelerin iklime verdiği zarar Orta Amerika’ya kuraklık olarak yansıdı. Aşırı kuraklık Panama Kanalı’nın havuzlarını doldurma güçlüğüne neden oluyor, kanal trafiğini olumsuz etkiliyor.
Bir de olayı daha bütün olarak görmek için daha önce bahsettiğimiz Nikaragua Kanalı olasılığını eklemeliyiz. Orta Amerika’da halen ABD muhalifi ve Çin yanlısı Nikaragua’da iki okyanusu birleştirecek bir kanal üzerinde çalışılıyor. Tamamlanmasına belki yıllar var ama bölgedeki gerilim ve rekabeti yükselttiği kesin.
Şimdiye kadar Çin’in dünyadaki etkisini artırmak için yumuşak politikalar izlediğine tanıklık ettik. Ancak bir süre sonra eğer Çin’in dünya çapında en yüksek ihracat oranına sahip ülke olarak ticaret yollarının kesilmesi veya gümrük vergileriyle engellenmesi durumunda dişini gösterme olasılığını bir kenara kaydedelim.
/././
Olgu, kavram, kuram…-Asaf Güven Aksel-
"Öncünün aradığı kitlesel yükseliş, belirti düzeyinde adreslenmişken, kitleselliğin ihtiyaç duyduğu öncünün adreslenmesi de, buradan çıkaracağı örgütlenmeye bağlıdır."
– Silahını at elinden Kilink. Türk polisine ehemmiyet vermemen sonun oldu.
– Bütün dünya polisini hatta Interpol’ü parmağımda oynattığım halde, Türk polisi karşısında ilk defa yenilgiye uğradım.
Mersin’in taşlı topraklı yollarından, arkası açık at arabaları, mahallenin sinemasında gösterilecek filmlerin anonsunu yaparak geçerdi. Seyrek kullanılan pikap arabalardan daha keyifliydi, çünkü arkasından uzun süre koşulabiliyordu bağıra çağıra. “Başrollerdeee…. acı hikâyesiii… bu akşaaam… Zafer Sinemasııı….” Yazlık bahçe sinemaları anısı çok da, geçen gün, bir anons düştü aklıma...
“Killing” diye berbat bir “anti-kahraman”ın fotoromanlarını okurduk o vakitler... Tepeden tırnağa iskelet kostümlü, para peşinde bir suç makinası, kadınları kullanan, sadistçe keyif alarak insan öldüren, erotizmle polisiyeyi harmanlayan, “Fantoma” esinli bir karakter. “Korkunç Cani” kadın katili Killing, ne demeye büyük küçük okunur, gazete tefrikasından takip edilir olmuştu, ayrı ve aslında zengin bir konu.
Bu fotoroman karakteri de, benzeri bütün çizgiroman kahramanları gibi, önce ve çoğunlukla sadece Türkiye’de sinemaya aktarıldı. “Killing”in “Kilink” olduğu bir dizi filmden biriydi, yukarıda final diyaloğunun aktarıldığı “Soy ve Öldür” macerası.
İşte bu korkunç caninin, bu “anti de olsa kahraman”ın o akşam “filminin oynayacağı” megafonla mahalleliye duyurulurken, kostümü giydirilmiş bir garibin, at arabası kasasında ayakta “vakur” duruşu canlandı gözümde. Koskoca, korkunç Killing, sokağın taşında toprağında sarsılan dingil üzerinde, düşe devrile, tutuna kalka, bir tenhada soluklanıp, kafasındaki laneti sıyırsa da bir sigara yaksa diye cebelleşerek ve üç kuruş için düştüğü hali kalaylayarak geçerken, belki de burnunu çeke çeke peşinden koşan veletlere “yabancılaşma”nın ilk dersini vermişti…
Nereden mi çıktı? Killing’in karakol polisine teslim olduğu bu ülkenin caddelerinde, çevik kuvvetin, Pikachu’yu kovaladığı düşünülen görüntüden! “Direnişin sevimli sembolü”yle polis, hatıra fotosu çektirdiğinden! Polise çiçek, polis barikatında kitap okuma, Pikachu! Bunları hatırlıyoruz. Yabancılaşma…
Tabii, o caddelerde, meydanlarda başka şeyler de oldu günlerdir, ama bir bayram pazarı girişi lazımdı, bir kıvrık tebessüm. O tebessümü Killing’de aratacak düzeydeki boğuntuya da geleceğiz…
Şimdi…
Son günlerin, Ekrem İmamoğlu’nun diploması üzerinden başlayıp gelişen olgusal tablosu hemen her yönüyle defaatle aktarıldı, değerlendirildi. Arkasındaki siyasal saflaşma ve hesaplar da. Buradan hareketle yakın geleceğe dair çıkarımlar da yapıldı. Tekrara düşmeksizin, soL yazarlarının ve TKP’nin analizlerine bakılmasını önermekle yetineyim.
Maalesef, gündem malum, henüz alıp okuyamadım ama, Sercan Kabakçı’nın, Yazılama’dan yayınlanan “Karl Popper Neden Haksız” kitabı, bu düşünüre özel ilgim nedeniyle liste başında. Buraya girişi de, AKP anomalisinin ülkeye yaşattıklarıyla bağlantılı. Propaganda edilen ve asıl ününü, “sir” unvanını borçlu olduğu Marksizm eleştirileri kaale alınacak düzeyde olmasa da, bilim felsefesinde tümüyle yabana atılamayacak önemdeki Popper, bilimsel olgularda yanlışlanabilirlik unsuru aranması gerektiği, yoksa bilgiye ulaşılamayacağı ve toplumbilimlerde öndeyinin olanaksızlığı mealindeki görüşleriyle, bu anomalide bana “hmm” dedirtti…
Kitabın adı gibi, Popper, bu görüşlerini özellikle “tarihselcilik” üzerinden “teleolojik” bir hayalî Marksizme yamayıp gölge boksuna girişirken haksız, ama içinden geçtiğimiz olgusal labirent ondan yana sanki.
Evet zaten tanık olunanlar defaatle yazıldı ve “yasama, yürütme, yargı”nın olmadığı koşullarda, kurallar, olması gerekenler berhava edilip, analiz ve öngörü güçleştirildi. Evet, yürütme de yok. Sadece aklına eseni yapan bir buyrukçubaşı var. “Açık toplum düşmanları” diyordu ya Popper.
Haziran Direnişi’ne dönüşecek olan Gezi eylemlerinin birkaç gün öncesinde, Reyhanlı’da hükümetin Suriye hesapları dahilinde yaşanan patlamanın hemen sonrasında, çeşitli politik akımların ve toplum genelinin saptamaları, apolitik gençlikten, yaprak kımıldamazlığından iktidarın sarsılmazlığından bahsediyordu. Anket rakamları dolaşıyordu. O sıra, “Türkiye’nin Tadı Geliyor” başlıklı, sosyal patlamanın kapıda olduğundan, sokak hareketlerinin geldiğinden bahseden bir yazı kaleme almıştık. Remil açmadan, fincana bakmadan.
Birkaç hafta önce burada, “İtiraz Eden İnsan Tarihi” yazısında, içine bahar düşecek dereden ve deryanın uyuyup uyandığından söz ederken, “bu edebiyat değil, tarihsel materyalizm” derken de, remil açmadık, fincana bakmadık.
“Sürekli aynı şeyi söylersen, bir gün tutar elbet” derdi rahmetli Popper. Haksızdı. Açıklama içeren gözlem varsa, öndeyi de mümkündü, insanlar laboratuvar kesinliğinde davranmasa da.
Olgusalın yakın vadeli analizini, dakikalara sığmaz yapan bir çalkantıdayken, kavramsala, kuramsala dönüp bakmak büyük önem kazanıyor, bir hat belirlemek, olgusalın karşısında bir ön duruşu temsil edebilmek ve mevzilenmek için.
Erdoğan, Suriye pazarlıklarının getirisine muhtaçlığı nedeniyle ve bu bağlamdaki Kürt siyasetini iktidar blokuna katma hamlesinin tutmasıyla, yılların hedefi yeni bir dizaynın planlamasına sadık kalınacağı ve uygulanacağı teminatının “bizzat şahsı” olduğuna, ABD’yi yeniden inandırmalıydı. Öyle seçimle sandıkla filan gideceği endişesine mahal olmadığını, dahası seçim sistemini lağvedebileceğini göstererek kalıcı adamlığını ilan etmeye girişti. Rakip aday da, parti de bırakmazdı ortada icabında, öyle ciddi bir gık da çıkmazdı… Ne de olsa, kendisiyle aynı işleve talip CHP’nin sümsüklüğü barizdi. Tepkiler, çok da büyümez, az kayıtsız kalınır ya da gözdağı verilirse, sönümlenip gider, uzun süre için yatışırdı.
Biraz masraflı olurdu ama doğacak ekonomik durgunluk da, hem yoksulluk izahına, hem eylem karalamaya, hem enflasyona olumlu katkı olurdu, kim bilir... Eh, bölge işbirliği için üç-beş de atılırdı mendile canım.
Dedik ya, tozdan dumandan ferman okunmazken, neyin neden yapıldığının daha neler yapılacağının tevatürleri kaplar ortalığı.
Hesap nedir bir yana, Bahçeli “sürprizi” gibi, sonuçta Erdoğan da bir hamle yaptı ve İmamoğlu’nun hızla tutuklanmasına varan aşamalarında, kademeli yükselişle sokaklara dökülme yaşandı beklendiği gibi. Ama bir şey daha oldu, hesabı şaşırtacak… Erdoğan’ı da CHP’yi de bir an afallatan.
Arkadaşlarla konuştuk aramızda, “ya, bu kadar kolay yıkılan barikat gördünüz mü hiç, kâğıt maket gibi devirdiler” dedik. İstanbul Üniversitesi öğrencileri, öyle yaptı. Sonra arkası geldi.
Barikatı yıkan, somutunda öğrenci gençlerdi, ama bunu cesaretle ve afallatan güçle yapabilmeleri, “uyuyan derya”nın dibindeki çalkantının yüzeye çıkışıydı. Yük taşıtlarında “istiap haddi” yazılıdır, aracı dağıtmayacak azamî yükü belirten. Dayanma sınırı. Taşıma kapasitesi. Buna gelip dayanınca, yerdeki bir mıcıra tekerleğin değmesi yüzünden oldu sanırsınız, üç ağaç sanırsınız, İmamoğlu sanırsınız… Ne kolay yıktılar! Sürpriz değildi, remil açmadık, fincana bakmadık.
Sadece Erdoğan’ın değil, sinameki “muhalefet”in de yüzüne, bir beyaz eldiven tekiyle vurdu öğrenciler. Buyurun!
Gençlik en hızlı ve en keskin tepki vermesiyle geçer tarihte. Tabii bunun getirdiği arazlarla da. CHP şimdilik durumu beklenmedik düzeyde idare etmekle birlikte, CHP’dir altı üstü. Başında da “kayyum” kılıcı. Bu eylemselliği diri tutma ve radikal yön verme kapasitesi de yoktur, zaten patronları tedirgin etme niyeti de. “Ters kademe”ye girip kitleye set olmaya, pazarlıkta el yükseltmekle yetinmeye adaydır.
Bir Haziran Direnişi sonrasında, oldukça farklı koşullara ve bileşime, karşı güce ve siyasal, bölgesel denge değişimine karşın, kitlenin öncüsünü aradığı, eylemliliğin bilinçli ifade istediği bir tekrara yakın manzaradayız. Paralelliklerin aynılaştırmaya varmayacağı bir manzarada.
Daha sade ama daha dirençli. Bu, öncü çağrısıdır. Öncünün aradığı kitlesel yükseliş, abartmayalım sadece belirti olarak adreslenmişken, kitleselliğin ihtiyaç duyduğu öncünün adreslenmesi de, buradan çıkaracağı örgütlenmesine ve eylemliliğe katacağı bilinçli disiplini kabul ettirmesine bağlıdır.
Eylem, sadece hareketlenme, sokağa çıkma değil, kurallara bağlı bir siyasal, toplumsal olgudur. Olgusalın kuramsalla, kavramsalla desteklenmesi ihtiyacı, laf bolluğunun kalıba dökücülüğünden değil, tarihsel deneyimlerin gerçekliğindendir. Süresi bilinmeyen, ara ve sonal hedef aşamaları ve beklenti sınırları belirlenmemiş, biçimi ve dönemeçleri planlanmamış, güç kazanmayı ihmal eden, kendiliğindene bırakan, meşruiyeti büyüyen ve radikalleşen toplum desteğine çeviremeyen eylem, sonuç alamama ve anlam yitirme riski barındırır. Tavsar, söner.
Son günlerin yığınla elverdiği örneklemelerin, “akıldane” ifadelerine bu yazıda boşverelim, sonraya bırakalım.
Sadece adını duymuştum, kendisini şimdi gördüm, ne gibi güçleri var Pikachu’nun bilmiyorum. Killing’in süper gücü yoktu, sadece kötü insandı. Bizim odağımız sınıf kahramanlığına dönmeli, mizaha evet ama asık suratsız ciddiyete dikkat.
Bugün İmamoğlu nezdinde adaletsizliğe, haksızlığa, keyfiliğe karşılığı öne çıkmış görünse de, temelinde eşitsizliğe, yoksulluğa, gericiliğe, yaşam tarzına müdahaleye isyan olan bu eylemlilik sürecinin sınıfsallığına, “Erdoğan İstifa”da yankılanan ilk siyasallığına öncülük, uzun zamandır pususuna yatılmış tarihin çağrısıdır.
Tabii, “solun Üründül’leri”, her zamanki gibi, “top üç direğin arasından geçip filelere takılsa gol olurdu” türü akıllarını vermeye, “birleşik, eşit söz haklı” cepheler demeye başladılar. Tamam, bu cepheye çizdiğiniz sonuç alıcı eylem planı nedir, kriterler nedir diye soran yok nasılsa… Birleşelim, hele bi AKP gitsin…. Seçimde de eylemde de, kalkışmada da biricik sihirli formül bu.
Cık, ayrışalım, patronlar düzeninin orasını burasını yamamaya, Killingvari kahramansallaştırma peşine takılmaya, emperyalizme yanlamış milliyetçiliği demokratik görev diye yutturmaya dönüp bakmayanlar olarak yerimizde kalalım.
Flamasız Gezi tekerrüründen “seçenek var” bayrağında toplanmaya, bir helezon ister, hak eder bu ülke…
Üreten sınıftan kopuk CHP’nin, “tüketimden gelen güç”ü kavramsallaştırmaysa, “üretimden gelen güç” olgusallaşmak için öncü aramaktadır. Bu kadar kısa zaman aralıklı, milyonların korkuyu aşmış ayağa kalkışlarından kaç tane daha yaşanır, tarih bilir…
/././
Trump'tan dünyanın en büyük müze kompleksine müdahale: 'Uygunsuz ideolojiler kaldırılsın'
ABD Başkanı Trump, Ulusal Doğa Tarihi Müzesi'nin de içinde yer aldığı Smithsonian Enstitüsü'nden "aşındırıcı Amerikan karşıtı ideolojiyi kaldırma" yönünde bir kararname imzaladı. Trump, kendisini enstitünün başkanı ilan etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/trumptan-dunyanin-en-buyuk-muze-kompleksine-mudahale-uygunsuz-ideolojiler-kaldirilsin-397138)
Canavar’ın düşündürdükleri - Erdem Yalçın-
"Sınıfımıza yakışan, hikayelerimizi güzel anlatan, yeni bir edebiyatın doğum sancısını duyduğumuz eserler görmeye başladık. Daha fazlasına ihtiyacımız var."
Kurmacanın sonsuz olasılığını, yayımlanan yeni eser sayısını düşününce öykü adına bereketli, canlı bir dönem görmeyi umuyoruz. Ancak eserler arasındaki benzerlik çoğunlukla hayal kırıklığı yaratıyor. Tesadüf değil; "yazarlık kariyerinin gereklilikleri", "piyasada" kabul görme isteği, yayınevlerinin politikası, çok satan kalıplar, özgün bir dünya kurmaya çalışan yazarın başı üstünde kılıç gibi sallanıyor. Edebi üretimin yaratıcı doğası, piyasa tanrılarının fısıltılarıyla şekilleniyor, estetik kaygıların ötesine geçen mekanizmalarla belirleniyor.
Murat Akgöz, ilk öykü kitabı Canavar ile bu kuşatma dışındaki az sayıda örneğin arasında duruyor. Sadece yaşayışımızı değil, dünyaya bakışımızı da belirleyen maddi üretim ilişkilerini yok saymıyor. Anlatmaya değer gördüğü hikayeleri, insanın istese de kaçamadığı kavgalarından toparlıyor. Karakterler duygularına, kararlarına, ilişkilerine sinen gerçekliğin içinde deviniyor; el yordamıyla, şüpheyle, boyun eğerek, yeri geldiğinde patlayarak, bazen yolunu kaybederek. Onları bizden yapan, tanıdık kılan da bu.
İşçiler öyküye
Murat Akgöz, kurmaca dünyasını yaratırken sınıfları görmezden gelmiyor. Sınıfın içinden, sınıf için bakabiliyor. Karakter değeri olmadığı düşünülen, öyküden kapı dışarı edilen, öyküye girecekse de işçiliğiyle giremeyen insanları baş köşeye oturtuyor; zaafları, hayalleri, korkuları, tutkularıyla. Metal işçisi, bankacı, tornacı, tekstilde makineci, mühendis, tezgahtar, vinç operatörü. Her birini belirleyen canavarın ruhunu, her birini özgün kılan detayları görebiliyoruz. Karakterleri kendiliğindenlik, sınıf atlama hayali, yolunu bulma/kaybetme, yalnızlık izleklerinde takip ediyoruz.
Daha iyi yaşama isteği, orta sınıf şımarıklığından ayrılıyor; keyfiyet değil, ihtiyaç. Bir bebeğin sağlıklı doğabilmesi söz konusu örneğin. Zorunlu emeklilik, işten atılma, boşanma, iş kazası... Karakterler tüm bunların ortasında, geçim derdinin yakıcılığında bir yol bulmaya çalışıyor. Tek başına tökezliyor, düşüyor, kalkıyor. Bazen apaçık, bazen belli belirsiz, içinde yaşadıkları dünyanın dinamiklerine, güç dengelerine, sınıflara dair işaretleri görüyor. Yanında olanı, dertlerinin ortaklığından tanıyor; birbirini sevmese bile. Karşısında olanı, dünyasının ayrılığından duyumsuyor; yer yer o dünyaya özense bile.
Karakterlerin hikayelerinde yol alırken, olay örgüsünde, atmosferde, sahnelerde karşımıza çıkan detaylar okuyucuya pek çok şey gösteriyor. Otoyol kenarında bira içip iş kurma hayallerine kapılırken, aynı otoyolu geçmişte kapatmış işçi eylemlerini de hatırlıyoruz. İyi usta olmanın iyi yaşam anlamına geldiği sosyalizm deneyimini de, emekliliğin, çiğnenip tükürülmekle anıldığı kapitalizmi de aynı karakterde yaşayabiliyoruz.
İki sınıfı, iki dünyayı, iki ahlak anlayışını görüyoruz; doğru olanı savunmak ya da gerçeği anlatmak, işten atılma nedeni oluyor. Orta sınıf hayallerinin gerçekliğini test ederken, spiritüel dünyanın önerilerine çıkıyor yolumuz. İki ayrı sınıf bir kez daha kendini gösteriyor; ayrı dünyaların insanlarıyız. Güzel yaşamaktan anladığımız da ayrı.
İnsan, umudu olmadan yaşama devam edemeyecekse, umudunun filizlenebileceği başka yollar bulmak zorunda. Murat Akgöz, öykülerin bitiminde bizi rahatlatmak yerine bu yollarda buluşma görevini okuyucuya bırakıyor. İşçilerin neler yapabileceğini gösteren önemli detaylarla...
"Mustafa Usta, iki eli havada herkesi ayinin son demlerine hazırlayan bir şaman gibidir o sırada. "Gel, gel gel..." Kazan, kalıbın havşasına denk gelince, usta kazanı durdurur. "Hooop!" Sonra kazan yatay ekseni etrafında döner ve erimiş demir kalıba dökülmeye başlar. O sırada etrafa yayılan ışık, püsküren kıvılcımlar, tahliye hatlarından çıkan dumanlarla ayinin doruk noktasına ulaşılır. Sanki o an, üretimdekiler bir türkü tutturup kalıbın etrafında dans edecek gibidir."
Roman olmak isteyen öyküler
Yazar öyküyü yaratırken farklı öğelerden yola çıkabilir; belirgin bir cümle, zihinde beliren imge, fotoğraf, mekan, atmosfer, karakter ya da hikaye (*). Bunlardan herhangi biri belirdikten sonra öykü onun etrafında örülebilir. Ortaya çıkan eser bu yaratım sürecinin izlerini de taşır. Canavar'da bu izleri okumak mümkün. Öyküler, öykü türünün kaldırabileceğinden daha fazla hikaye taşımaya niyetleniyor; roman olmak istiyor.
Öykülerde, karakterlerin hayatından kesitleri sahneler halinde görüyoruz. Geçmişe dönen ve yeniden öykülenen zamana gelen bu kurguda, öykülenen zamanın sıkça bölünmesi okuyucuda birikmeye başlayan etkiyi kesintiye uğratıyor. Örneğin on yedi sayfada tamamlanan Kama'yı onbir alt bölümde, yirmi sayfada tamamlanan Buzdağı'nı sekiz alt bölümde okuyoruz. Bu bölümlendirme, etkiyi güçlendiren bir kurgu tekniğinden çok, roman taslağı havası veriyor.
Bu bölümlerin bazıları tamamen diyalog örüntülerinden oluşuyor. Karakterin kullandığı dil, dünya görüşüne, yaşamı algılayışına dair önemli işaretler verebilir, hikayeye dair can alıcı detayları gösterebilir. Bu açıdan çok kullanışlı. Ancak anlatının başka öğeleri tarafından karşılanması gereken işlevleri diyaloglara yüklemek yer yer bir sorun doğuruyor; karakterlerin birbiriyle konuştuğu değil, yazarın okuyucuya bir şeyler anlatmak istediği hissediliyor.
" - Çocuğu çöp kutusuna sokmuştun da, çıkarmaya çalışan olursa onu da sokarım deyip, karşısında sigara içmiştin. Ne günahı vardı hatırlamıyorum. Kesin ateş istemişsindir, o da yok demiştir falan." (Kama, s.14)
" - Canan! Ne yapmamı istiyorsun söyler misin? Aynı anda üç okula gidiyorum, ayrıca özel ders veriyorum, geceleri boktan bir grupla çıkıyorum, evde elimden geldiğince üretmeye çalışıyorum, daha ne yapmamı isterdin?" (Buzdağı, s.40)
" - Bedri Bey getirdiydi bunları. Ben yeni gelmiştim o zaman buraya, doksanların başı, Bedri Bey bir arkadaşıyla gittiler eski sosyalist ülkelere. Göz gözü görmüyor tabi o zaman, önüne gelen kapıyo! Bi tane fabrikaya gitmişler, kapalı oluruu tabii fabrika, kapıda bir bekçi duruyor. Bekçiye vermişler bir şeyler işte, içeride ne var ne yok doldurmuşlar da kamyona getirivermişler." (Gurur, s.61)
Anlatıcının bazı noktalarda araya girme ihtiyacı duyması, okuyucuya açıklama yapması da bu hissi güçlendiriyor ve kurmacanın gerçekliğini zedeliyor.
"E yeter Ahmet. Anladık, görüyordun Hülya'yı. O da seni görüyor artık." (Kama, s.17)
"Gerçi Elif farkında değil ama, bu ayrı bir hava katıyor videolarına. İnsanlar sadece içeriği değil, o tehdidi de izlemeyi seviyorlar. Hızla yükseldi takipçisi ve böyle birkaç video daha yaparsa giderek de artar." (Uçarı, s.73)
"Bunu söylerken övünüyordu aslında, bakmayın yeriniyor gibi göründüğüne." (Kurumsal, s.87)
"Yemekhanenin bir sesi vardır bilirsiniz, kaşık, bıçak, bardak sesleri ile karışık tiz tiz çınlar yemekhaneler." (Güneş, s.114)
Her yazar, kendi dünyasını yarattığı gibi kendi dilini de yaratıyor. Ancak dil, ustanın el aletiyle arasındakine benzeyen, yıllar boyunca örülen bir ilişki sonucunda gelişiyor. Bunun şıp diye ilk eserlerde kurulabildiği sanıyorum pek görülmemiştir. Canavar'da yer yer karşılaştığımız fazlalıkları, kurulmakta olan, gelişen bir dilin doğum sancısı olarak görmek mümkün.
"Patik herkesle böyle değil bu arada. Mesela Ali'yle Patik'in kurduğu ilişkiye hayran Canan. Ali, Patik'i dolaysız seviyor, ona bakması gerektiği gibi bir sorumlulukla bile hareket etmiyor. Patik de, kedileri bilirsiniz, umursamaz görünüyor ama Canan veya Hakan'la kurmadığı bir bağ kuruyor Ali'yle. Sonuçta onlar Patik'i Ali doğmadan önce, sevmek için almışlardı. Hatta zaten Ali hesapta hiç yoktu, belki hiç çocukları olmayacaktı, böyle bir planları yoktu. Patik'i de belki bu yüzden almışlardı, bu nedenle ona borçlular ve sorumlular. Ali'ninse ne böyle bir sorumluluğu ne de sevip sevmemek gibi bir seçeneği oldu; Ali olağanın içine doğdu." (Buzdağı, s.38)
Tüm bu belirtilerin verdiği mesajı tekrarlayalım. Murat Akgöz'ün öyküleri aslında roman olmak istiyor.
Orhan Kemal'in paltosu
Orhan Kemal'in edebiyatımızda yaşamaya devam eden etkisi tartışılmaz. Onu okumamak, okumadan öykü yazmaya kalkışmak ayıplanası. Bu ölçüde etkisi olan başka öykücülerden de söz etmek mümkün; Memduh Şevket, Sabahattin Ali, Sait Faik, Bilge Karasu, Tomris Uyar, Füruzan, çağdaşımız olan pek çok önemli isim daha... Ancak işçi sınıfının öykülerde ağırlık göstermesi söz konusu olduğunda, Orhan Kemal farklı bir yerde duruyor. Üstelik üretken. Dolayısıyla sınıfı yazmaya niyetlenen öykücüler için bereketli bir kaynak.
"Hepimiz Gogol'ün paltosundan çıktık." Dostoyevski, çağdaşı Rus yazarları için Gogol'ün Palto öyküsünü kaynak gösterir. Aynı benzerlik işçi sınıfını öyküye sokmaya çalışan ülkemiz yazarlarıyla Orhan Kemal arasında kurulabilir. Orhan Kemal'in paltosu sıcak, güvenilir ve besleyici. Ama yeni biçemlere ihtiyaç olduğunu bilerek, ustaların paltosundan çıkmak da kuşağımızın görevlerden biri.
Kuşağımızın yükü
Her yazar kuşağı, içinde yaşadığı çağın sorunlarıyla boğuşarak, onlarla belirlenerek, bazen bu nedenle yazıdan uzaklaşmak zorunda kalarak büyük eserlerini üretti. İşçi sınıfının tarih sahnesinde geri çekildiği, devrim olasılığının unutulduğu, karanlığın kendini daha fazla hissettirdiği dönemde, kuşağımızın derdi de yükü de büyük. Büyük dertler, ileri sıçramaların da itici gücü. Bu siyaset için geçerli olduğu kadar edebiyat için de geçerli.
Sınıfımıza yakışan, hikayelerimizi güzel anlatan, yeni bir edebiyatın doğum sancısını duyduğumuz eserler görmeye başladık. Daha fazlasına ihtiyacımız var. Kuşağımız yazı işçiliğini büyütmeli; derdiyle, tasasıyla, coşkusuyla, alın teriyle. Karanlık kaderimizi yırtacaksak, bildirilerin yanında şiirle, öyküyle, romanla yırtacağız.
*Hikaye ile öykü sözcükleri eş anlamlı olsa da zamanla farklı işlevleri karşılamak üzere kullanılmaya başlandı. Öykü, yazılı edebi türü adlandırırken, hikaye sözlü anlatım da dahil geniş anlamıyla kullanılıyor. Örneğin tiyatro oyununun, sinema filminin de hikayesi olur.
/././
Namus Gazı’ndan günümüze aydın sorumluluğu -Tunç Tatoğlu-
"Yunan tragedyası havasındaki bu öyküde, yeryüzünde Namus ancak belirli bir miktarda bulunmaktadır ve değişik boyutlardaki şişelerde satılmaktadır. (...) Bir gün tüm Namus Gazı yanarak yok olur."
İpimizi bağlayacağımız, savrulsak bile bizi yolumuzda tutacak, bir ışık aradığımızda orada olacak bir aydın hareketi var mı artık? Hareketi bıraktım kendi dibini değil yolumuzu aydınlatacak bir aydın kaldı mı memleketimizde? Memleketimizden geçtim dünyamızda?
Bu çoraklık sadece internet çağı diyerek anlaşılabilir mi? Kısa metinler, hap bilgiler, kolay anlaşılır kestirmeler artık geçerli gençler için diyerek anlaşılabilir mi? Sosyal medyanın gücü mü aydınlarımızı köreltti? Edebiyatın ışığını kim söndürdü? Yıllardır raflarda genç yazarlar arıyorum tekrar heyecanlanmak için. Gençliğimin yazınında değil aklım, yaşadığımız hayatı anlamlandıracak bir genç sesin peşindeyim. Sonunu getiremediğim kitap mezarlığı kütüphanem.
Döndüm tekrar eskilere. Bir sahaftan aldığım Aziz Nesin’in Namus Gazı kitabının 6. Tipo baskısı elimde, yayınevi yok, cem-may dağıtım’a verilmiş. Belli ki telifi yeni kurulan Nesin Vakfı’nın. Kapak çok yaratıcı, siz de hak vereceksiniz.
Nesin Vakfı’nın kuruluş amacı girişte yer alıyor, her yıl alınacak dört kimsesiz çocuğun bir meslek sahibi oluncaya kadar okutulacağı ve barındırılacağı yazılmış. Aziz Nesin’in tüm eserlerinin telifi de bildiğiniz gibi bu vakfa ait.
Kitap 13 öyküden oluşuyor. Hepsi iğretileme hikayelerin. Hasan Âli Yücel, Aziz Nesin’e kitabın uzun ve ana öyküsü olan Namus Gazı’nın oyun olarak yazılmasını önermiş. Aziz Nesin’de bu öykü/oyun’u kendisine ithaf etmiş. Yunan tragedyası havasındaki bu öyküde, yeryüzünde Namus ancak belirli bir miktarda bulunmaktadır ve değişik boyutlardaki şişelerde satılmaktadır. Gazetelerde “Şişenin tıpasını açık bırakarak Namusu’nu uçurduğu için bir adam karısını öldürdü” türünden haberler yer almaktadır. Bir gün tüm Namus Gazı yanarak yok olur. Üniversiteler birleşip yapay Namus Gazı üretirler. Namus Hukuku kürsüsünde, Devletlerarası ve Sokaklararası Namus Hukuku dersleri verilmektedir. Bazı ülkeler Namus Gazı’nı diğer ülkelerden ithal etmektedir. Eskisinin kokusu yokken yeni yapay Namus Gazı kokuludur. Bu koku sayesinde hakiki Namus Gazı ile sahte Namus Gazı birbirinden ayırt edilebilmektedir. Kokusunu duymak için, Namus gazı şişesini dibinden koklamak gerekir. Erkal Yavi’nin tasarladığı kitap kapağını görünce niye dibinden koklamak gerektiğini anladım.
İpimizi bağlayacağımız, savrulsak bile bizi yolumuzda tutacak, bir ışık aradığımızda orada olacak bir aydın hareketi var mı artık? Hareketi bıraktım kendi dibini değil yolumuzu aydınlatacak bir aydın kaldı mı memleketimizde? Memleketimizden geçtim dünyamızda?
Bu çoraklık sadece internet çağı diyerek anlaşılabilir mi? Kısa metinler, hap bilgiler, kolay anlaşılır kestirmeler artık geçerli gençler için diyerek anlaşılabilir mi? Sosyal medyanın gücü mü aydınlarımızı köreltti? Edebiyatın ışığını kim söndürdü? Yıllardır raflarda genç yazarlar arıyorum tekrar heyecanlanmak için. Gençliğimin yazınında değil aklım, yaşadığımız hayatı anlamlandıracak bir genç sesin peşindeyim. Sonunu getiremediğim kitap mezarlığı kütüphanem.
Döndüm tekrar eskilere. Bir sahaftan aldığım Aziz Nesin’in Namus Gazı kitabının 6. Tipo baskısı elimde, yayınevi yok, cem-may dağıtım’a verilmiş. Belli ki telifi yeni kurulan Nesin Vakfı’nın. Kapak çok yaratıcı, siz de hak vereceksiniz.
Nesin Vakfı’nın kuruluş amacı girişte yer alıyor, her yıl alınacak dört kimsesiz çocuğun bir meslek sahibi oluncaya kadar okutulacağı ve barındırılacağı yazılmış. Aziz Nesin’in tüm eserlerinin telifi de bildiğiniz gibi bu vakfa ait.
Kitap 13 öyküden oluşuyor. Hepsi iğretileme hikayelerin. Hasan Âli Yücel, Aziz Nesin’e kitabın uzun ve ana öyküsü olan Namus Gazı’nın oyun olarak yazılmasını önermiş. Aziz Nesin’de bu öykü/oyun’u kendisine ithaf etmiş. Yunan tragedyası havasındaki bu öyküde, yeryüzünde Namus ancak belirli bir miktarda bulunmaktadır ve değişik boyutlardaki şişelerde satılmaktadır. Gazetelerde “Şişenin tıpasını açık bırakarak Namusu’nu uçurduğu için bir adam karısını öldürdü” türünden haberler yer almaktadır. Bir gün tüm Namus Gazı yanarak yok olur. Üniversiteler birleşip yapay Namus Gazı üretirler. Namus Hukuku kürsüsünde, Devletlerarası ve Sokaklararası Namus Hukuku dersleri verilmektedir. Bazı ülkeler Namus Gazı’nı diğer ülkelerden ithal etmektedir. Eskisinin kokusu yokken yeni yapay Namus Gazı kokuludur. Bu koku sayesinde hakiki Namus Gazı ile sahte Namus Gazı birbirinden ayırt edilebilmektedir. Kokusunu duymak için, Namus gazı şişesini dibinden koklamak gerekir. Erkal Yavi’nin tasarladığı kitap kapağını görünce niye dibinden koklamak gerektiğini anladım.
![]() |
Namus Gazı, Aziz Nesin, 1964. |
Kitaptaki ilginç hikayelerden biri de Sekiz Ayaklı Sisphus, gazeteye bir öykü yetiştirip hafta sonunu parasız geçirmemek için zorlandığı bir dönemde yazmış Aziz Nesin. Eski bir yazar olduğu için öylesine bir hikaye de şişiremez. Bu sıkıntıyla banyoya gider, küvette kırmızı karınlı bir örümcek tırmanıp kurtulmaya çalışmaktadır. Bu öyküyü güldürücü olmadığı için yazamaz. Sabaha kadar debelenip tekrar banyoya gider, iki buçuk saat örümceği izler, sonunda kurtulur örümcek. Masasına döner öyküyü yazmaya karar verir, halkını ve duvara tırmanan insanları düşünür. Geç olmuştur artık kimse kalmamıştır dergide. Pazar gününü parasız geçirirler. Ne ilginç değil mi yazarak geçinen yazarlar, yazdığı kadar kazanan yazarlar… Gazetelerde köşe kapıp ihale kovalayanlara benzemiyorlar emekleriyle geçiniyorlar. Tıpkı içeride bile ailesini geçindirmeye çalışan, çeviri yapan, senaryo yazan Nâzım Hikmet gibi.
Sonra bu yazarlar kendi yaşadıklarını, sıkışmışlıklarını yazmıyorlar sadece. Potin bağı Senfonisi öyküsünde, Aziz Nesin işkence yapamayan bir polisi anlatıyor. Polis olamazsa belki de hırsız olacak bir adamın hikayesini. Görev icabı sanığı dövmesi gerekmektedir, sanığın onu kızdırarak kendisine yardımcı olmasını rica eder. Bu ilk görevidir, acemidir. Sonrasında kopan potin bağına söylenir ve sanığı dövmeye başlar. Artık dövebilmektedir. O ana kadar adından başka bir şey söylemeyen sanıktan son bir cümle duyulur “Bundan sonra artık hep döversiniz…”
Böyle öyküler yer alıyor Namus Gazı’nda. Ön kapağından bahsettim ama daha önemlisi arka kapağı kitabın. Aziz Nesin yeni kitap bastıkça arka kapağını Nesin Vakfı yapılarının son durumlarını gösteren fotoğraflarına ayırır. Örneğin elimdeki baskının arka kapak fotoğrafında Nesin Vakfı’nın ikinci yapısının da kurulduğu görülmektedir. Altyapısı biten binanın alt katında elli bin kitap alabilecek bir kütüphane yer alacaktır. 1980 yılında Nesin Vakfı’na ilk kimsesiz çocuklar alınabilsin diye çok büyük çaba sarf edilmektedir.
Kitapta yer alan öyküler kadar kitabın kendi hikayesinin olması ne güzel. Yetiştiği topluma karşı her şeye rağmen kendini borçlu hisseden hayatı boyunca borcunu ödemeye çalışan Aziz Nesin. Halkını seven, her sıkıştığında bir mazeret bulan halkını uyandırmaya çalışan Aziz Nesin. Yazdıklarıyla ekmek parasını kazanan, kimsesiz çocuklar ile ekmeğini bölüşen Aziz Nesin.
/././
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder