SÖZCÜ "Gündem" -4 Nisan 2025-

Gezen Bakan şimdi de Almanya’da

Göreve geldiği günden beri neredeyse gitmediği ülke kalmayan Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın son durağı Almanya oldu.(https://www.sozcu.com.tr/gezen-bakan-simdi-de-almanya-da-p158467)

                                                    ***

İstanbul’un dev yolsuzluk dosyası hâlâ sümen altında -Deniz Ayhan-

İktidara yakın firma AKP’li Fatih Belediyesi’nden 13 milyon dolara aldığı araziyi imara açtırıp İBB’ye 116 milyon dolara sattı. Kamu zararı tespit edildi, bakanlık işleme almadı.(https://www.sozcu.com.tr/istanbul-un-dev-yolsuzluk-dosyasi-hala-sumen-altinda-p158464)

                                                          ***

İmamoğlu için bulunan usulsüzlüğü AA açıkladı: Çatıyı yüksek yapmış, terası odaya katmış!-Deniz Ayhan-


İstanbul Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü, İmamoğlu İnşaat’ın 3 projesi için tespit formu hazırladı. ‘Yolsuzluk’ dosyasına kondu. Beylikdüzü villalarındaki usulsüzlükler şöyle sıralandı: Teras salona katıldı, çatı yüksek yapıldı, mutfak büyütüldü.(https://www.sozcu.com.tr/imamoglu-icin-bulunan-usulsuzlugu-aa-acikladi-catiyi-yuksek-yapmis-terasi-odaya-katmis-p158465)

                                                          ***

Türkiye’nin ‘dostu’ Türkiye karşıtı blokta

Ege’de düzenlenen Iniochos hava tatbikatında, yeni bir ittifak oluştu. Doğu Akdeniz’de olası tehdide karşı yapılan tatbikata ABD öncülük, Yunanistan ev sahipliği yaptı. Rum Kesimi, Hindistan ve İngiltere’nin yanı sıra ‘dost’ dediğimiz Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn uçakları, İsrail’le birlikte uçtu.(Kara gün dostuydu)Erdoğan 15 Temmuz hain darbe girişimi sırasında Katar’ın Türkiye’ye verdiği destek hakkında, “Katar kara gün dostu olduğunu gösterdi” ifadesini kullandı. Erdoğan, Aralık 2021’deki Doha ziyaretinde de “Katar’ın güvenlik ve istikrarını kendi ülkemizinkinden ayrı tutmuyoruz” demişti.(https://www.sozcu.com.tr/turkiye-nin-dostu-turkiye-karsiti-blokta-p158461)

Tavuk döner kabusu! 600’den fazla kişi zehirlendi: İşletme mühürlendi, sahipleri tutuklandı


Kocaeli’nin Körfez ilçesinde bir dönercide tavuk döner yedikten sonra rahatsızlanan 648 kişi hastanelere başvurdu. Olayın ardından işletme sahipleri gözaltına alınıp tutuklanırken, iş yeri ise tedbir amaçlı mühürlendi.(https://www.sozcu.com.tr/tavuk-doner-kabusu-600-den-fazla-kisi-zehirlendi-isletme-muhurlendi-sahipleri-tutuklandi-p158474)

                                                             ***

F.Bahçe'den Okan Buruk açıklaması! 'Kurşun yemiş refleksi...'

Ziraat Türkiye Kupası çeyrek final maçında evinde Galatasaray'a 2-1 mağlup olarak kupaya veda eden Fenerbahçe, mücadele sonunda yaşanan gerginlik ile ilgili açıklama yaptı. Sarı lacivertli ekibin teknik direktörü Jose Mourinho ile Okan Buruk arasında yaşananlara ilişkin açıklama yayımlayan Fenerbahçe, sarı kırmızılıların teknik adamını hedef aldı.('TAHRİK ETTİ') "Zorunlu Açıklama" başlığı ile yapılan paylaşımda "Dün maçın ardından hakemlerin elini sıkma bahanesi ile hakemlerle görüşme halindeki Teknik Direktörümüz Jose Mourinho’nun yanına gelen, el kol hareketleri ve söylemler ile teknik direktörümüzü tahrik eden, polis çizgisini geçtikten sonra saygısızca el hareketi yapma cüretini gösteren Okan Buruk hakkında açıklamamızdır.  Teknik Direktörümüzün bu tahrikler karşısında anlık burnuna dokunmasının ardından ilgili şahıs kendini abartılı şekilde yere atmıştır.  Planlı şekilde, haddini aşarak yaptığı tahrikler sonrasında, bu planın devamı olarak kendisini adeta “kurşun yemiş” refleksi ile profesyonelce yere atan bu şahsın saygısız söylem ve hareketleri görüntülerle sabittir." ifadeleri kullanıldı.('FUTBOLCULUK DÖNEMİNDEN AŞİNA') Açıklamanın devamında Okan Buruk'un futbolculuk dönemine atıfta bulunan sarı lacivertliler, "Burnuna dokunulan bir kişinin yere atlayıp saniyelerce kıvranmasındaki anlamsızlık ve oynanan oyunculuk tüm kamuoyunun malumudur.  Bu şahsın futbolculuk döneminden kendini yere attığı görüntülerin teknik direktörlük kariyerinde de devam ettiği, bu tavrın karakteristik bir duruş olduğu ortadadır.  Yapılan çirkin tahrikler ve sonrasında yaşananlara yönelik değerlendirmenin tek taraflı değil, sebep sonuç bağlantısı ile yapılması gerektiği açıktır." değerlendirmesinde bulundu.

Cihan Aydın kavgayı görmemiş-Erman Toroğlu-

https://www.sozcu.com.tr/cihan-aydin-kavgayi-gormemis-p158441

                                                  ***

Japon otomotiv devinden ABD kararı: Sipariş almayacağını duyurdu

ABD Başkanı Trump'ın tarifelerinin ardından Japon otomotiv devi ABD'den çekilmeye karar verdi. Nissan ayrıca ocak ayında bu ay iki vardiyadan birini sonlandıracağını duyurmasının ardından, Rogue SUV'un Smyrna, Tennessee'deki fabrikasında üretiminin iki vardiya halinde sürdürüleceğini açıkladı .(https://www.sozcu.com.tr/japon-otomotiv-devinden-abd-karari-siparis-almayacagini-duyurdu-p158503)

                                                        ***

SÖZCÜ



soL "Köşebaşı + Gündem" -4 Nisan 2025-

Öfkeni çalmalarına izin verme!-Ali Ufuk Arikan-

"Ülkemizi ve geleceğimizi bu düzenden kurtarmak zorundayız. Bunun için sokağa taşan öfkemizi düzene kaptırmamak, onu örgütlü bir umuda taşımak zorundayız."

Halk bir kez halk olarak ayağa kalktığında kurulu tüm denklemler değişir diyorduk hep.

19 Mart günü halkın yıllardır bu düzene, bu düzenin temsilcisi olan iktidara yönelik tepkisini sokağa döken bir tetikleyici olarak geçti tarihimize.

Ve evet, halk orada, sokaktaydı ve düzenin tüm denklemlerini değiştirebileceğine dair güçlü işaretler bıraktı geride, bir kez daha…

Daha önce de halkımızın öfkesi sokaklara döküldüğünde iktidarlar büyük bir korku içinde ne yapacağını bilemez hale gelmişti.

Gezi günleri bunun yakın tarihimizdeki en canlı örneği değil miydi?

İktidar temsilcilerinin sokağa dökülen milyonlar karşısında günlerce ülkeye dönemediği günleri hatırlamıyor muyuz?

Peki, ne oldu da o görkemli günlerden bugünlere geldik…

Her şey bir yana, öfkemizi çalmayı başardılar!

Gezi’de milyonlar sadece bir ağaç için değil, memleketine sahip çıkmak, bu düzene, onun temsilcilerine boyun eğmediğini göstermek için sokağa dökülmüştü.

Halkımız haftalarca maruz kaldığı çok ağır polis saldırılarına rağmen kent meydanlarını bu inatla tutmayı başarmıştı, büyük ve çok haklı öfkeleriyle…

Sonra bu öfkeyi düzenin ‘muhalif' renkleri, “Çok sıkı AKP karşıtıyız, AKP’den de böyle kurtuluruz” diyerek alıp sandığa teslim etti.

Bunu da gözümüzün içine baka baka yaptılar üstelik.

Her şeyin çözümü 5 yılda bir önümüze gelen sandık ve o sandığa giderek oy kullanmaktı.

Halkın başka bir şey yapmasına gerek yoktu.

Sonra buna bir de “sokağa çıkmak AKP’nin ekmeğine yağ sürüyor”culuk eklendi.

Ne zaman bu ülkede emekçiler, gençler, kadınlar sokağa çıksa “iktidarın ekmeğine yağ sürüyorsunuz” diyen düzen ajanları sardı dört bir yanı.

Evet, AKP’li değillerdi bunlar ama en az AKP kadar bu düzenin aparatlarıydı.

Onlar AKP’den çok halkın kontrolden çıkan öfkesinden, ayaklarının altından kayıp gidebilecek düzenlerinden endişe ettiler.

Çok haklılardı aslında endişelerinde.

O çok sıkı AKP karşıtları tam da bu nedenle halkın öfkesini çalıp sandığa havale etti. Sonra bu düzen yeniden üzerimize devrildiğinde soluğu Erdoğan’ın Yenikapı mitinginde aldılar, yine tam da bu nedenle.

Şimdi bir kez daha öfkeliyiz.

İnsanlık tarihinde büyük mücadeleler sonucunda kazanılan seçme ve seçilme hakkının açıkça tanınmadığı, siyaset alanın giderek iktidar ve düzen lehine daraltıldığı bir tabloda dahi, sadece 'seçim sandığı' çözüm diye sunuluyor öfkeli milyonlara.

Bir kez daha halkın öfkesi sandığa sıkıştırılacak, kendi parti içi koltuk rekabetlerine, hizip çatışmalarına feda edilecek. Ve iktidara yine büyük nefes alanları sunulacak, bu düzen böylece sürüp gitsin diye...

Oysa biz öfkeliyiz.

Bu öfkenin, halkın taşıdığı büyük öfkenin sadece bir belediye başkanıyla ilgisi olmadığını bilecek kadar öfkeliyiz.

Bugün gözaltına alınırken tacize uğrayan, ağır işkencelere maruz kalan gençlerin öfkesi sadece bir belediye başkanı tutuklandığı için sokaklara taşmadı. Ödeyemedikleri yurt paraları nedeniyle okula devam edemeyen arkadaşları için; gelecekleri ve umutları bu düzen eliyle çalınan arkadaşları, kendileri için…

Bugün sokakta ağır polis saldırısına karşı inatla meydanları terk etmeyen milyonlarca emekçi sadece kayyum gelir mi diye değil, insanca, eşitçe yaşayabileceği bir ülke için sokaktaydı.

Gericiliğin her türlü saldırısına maruz kalan kadınlar, milyonlarca yurttaşımız bu gerici cendereden hesap sormak için tüm öfkesi ve haklılığıyla sokaktaydı.

Şimdi bu öfkenin umuda, örgütlülüğe taşınması gerekiyor, başka hiçbir çıkar yolumuz yok.

Ülkemizi ve geleceğimizi bu düzenden kurtarmak zorundayız.

Bunun için sokağa taşan öfkemizi düzene kaptırmamak, onu örgütlü bir umuda taşımak zorundayız.

Bu düzenin temsilcilerinin gerçekten korktukları şey tam da bu!

Bir kez daha öfkemizi birilerinin koltuk ve sandık hesaplarına teslim etmeyeceksek, öfkemizi çaldırmayacak, onu örgütlü kılacağız.

İnsanlık tarihinden biliyoruz, memleketimizin, o çok sevdiğimiz ülkemizin tarihinden biliyoruz.

Örgütlü öfkemiz her şeyi değiştirir.

Görevimiz ve aynı zamanda çağrımız budur. Bu öfke örgütlenmeli!

                                                              /././

Şanlıurfa'da kanalizasyon çalışması sırasında göçük: 3 işçi hayatını kaybetti

Şanlıurfa'da kanalizasyon çalışması sırasında meydana gelen göçük altında kalan 4 işçiden 3'ü hayatını kaybetti. Olayla ilgili soruşturma başlatıldı.(
https://haber.sol.org.tr/haber/sanliurfada-kanalizasyon-calismasi-sirasinda-gocuk-3-isci-hayatini-kaybetti-397244)

                                                       ***

AKP'lilerin ardından Espressolab'e bir destek de Ali Koç'un annesi Çiğdem Simavi'den geldi

CHP Genel Başkanı Özel'in boykot çağrısının ardından AKP tarafından açıkça desteklenmeye başlanan Espressolab'e, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Koç ve Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç'un annesi Çiğdem Simavi'den de destek geldi.

Boykot kararına karşı Espressolab'e bir destek de Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Koç ve Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç'un annesi Çiğdem Simavi'den geldi. Espressolab'in İstanbul Merter'de bulunan şubesini ziyaret eden Çiğdem Simavi, EspressoLab’in kurucusu Esat Kocadağ ile bir araya geldi. Kocadağ, Çiğdem Simavi ile fotoğrafını “Bugün Espressolab’de değerli büyüğüm Sayın Çiğdem Simavi Hanımefendi’yi ağırlamaktan büyük mutluluk duydum” notuyla sosyal medyada paylaştı. Kocadağ'ın paylaştığı fotoğraflarda, ikilinin birlikte kahve içtiği görüldü.(https://haber.sol.org.tr/haber/akplilerin-ardindan-espressolabe-bir-destek-de-ali-kocun-annesi-cigdem-simaviden-geldi-397245)

Topbaş'la akrabalıktan, Fas Başbakanıyla ortaklığa: Espressolab nasıl bu kadar büyüdü?-Yalçın Çuğ-
https://haber.sol.org.tr/haber/topbasla-akrabaliktan-fas-basbakaniyla-ortakliga-espressolab-nasil-bu-kadar-buyudu-393385

                                                     ***

Hikâyenin sonu mu?-Gülay Dinçel-

Düzen cephesinin stratejileri bir yana eşitlik ve özgürlük arayışlarının düzen içi programlara hapsedilerek sönümlendirilmesine izin verilmemesi, insanca yaşamı mümkün kılacak bir programa, sömürüsüz bir düzen talebine taşınması gerekiyor.

Düzen içi muhalefet, Türkiye ekonomisine ilişkin tartışmalarda uzun bir zamandır hikâye yokluğuna işaret ediyor. Neredeyse 2010’ların başından bu yana Türkiye kapitalizminin bir yol haritası olmadığı, bir yön arayışının devam ettiği öne sürülüyor. Bu arayış saptamasına muhalefetin sol kanadından sermaye birikim modelinin tıkanmış olduğu, yenisi konusunda sermaye sınıfı içi bir ortaklaşmanın sağlanamadığı katkısı yapılıyor. Sermaye birikim modelinde bir tıkanma yaşandığı önermesi kapsamlı bir tartışmayı hak ediyor, ancak ayrıca, başka bir yazıda yürütmek üzere.

Yeni bir hikâye ihtiyacı yeniden ve yeniden dillendirilirken Türkiye kapitalizminin aslında bir hikâyesi olduğunu, hatta sona gelindiğini söylemek daha doğru görünüyor. 2018’i başlangıç kabul edersek bir hikâye için yedi yıl hiç kısa bir süre değil. Son yedi yıl sermaye sınıfı açısından muazzam sayılabilecek kazanımlar elde edilmesini sağlarken Türkiye kapitalizminin yapısı gereği devasa sorunları da açığa çıkardı. Görünen o ki en ağır sonuç düzen siyasetinin yönetme becerilerindeki aşınma.

Sermaye sınıfı ve düzen adına sağlanan kazanımların kibre dönüşmüş bir büyüklenme yarattığı söylenebilir. Sadece sınıfına iyi hizmet etmenin gururu değil, ana halka işçi sınıfı olmak üzere toplumu kontrol altında tutma konusunda literatüre geçmeyi hak eden bir “maharet” sergilediklerini düşündüklerine, bunu uluslararası düzlemdeki iddiaların önemli dayanaklarından biri yaptıklarına kuşku yok.

Siyasi iktidar, 2018’de finansal sıkışma, 2020’de pandemi, 2023’te deprem tepe noktalar olmak üzere yoksullaşmadan ibaret olmayan, bir toplumsal yıkım olarak nitelenebilecek tabloyu telafi etmeye yönelik göstermelik de olsa mekanizma geliştirmeye hiç zahmet etmedi. Sermaye lehine politikalarda gaza basarak büyümeden dökülen kırıntılarla sorunları aştıklarını, geride bıraktıklarını varsaydılar. Bu bağlamda düzen muhalefetinin eşsiz katkısını da unutmamak gerekiyor tabii, “kayıp 128 milyar dolar”, “beşli çete” cinlikleri bir yanda “sandık siyaseti” diğer yanda toplumu oyalama konusunda sundukları destek yadsınamaz. Sermaye sınıfının bir bütün olarak çok kazandığı bir tabloyu görmezden gelip sermaye içi mağdur kesimler yaratarak, beceriksiz bir yönetim elinde kötüleşen ekonomik dengeler tarif ederek, hak aramaya yönelebilecek refleksleri kötürümleştirdiler.

Gelinen noktada iki önemli sonuçla karşı karşıyayız:

İlk sonuç, işçi sınıfının siyasete düşen gölgesi: Elimizde bir ekonomik çöküş değil yedi yıllık bir büyüme hikâyesi var. Sermaye birikiminin genişlediği, nicel gelişmelerin kimi nitel sıçrama olanakları da yarattığı bir dönem. Yoksullaşmanın ötesinde pandemi ve deprem gibi değişik boyutlarda iki ayrı insani yıkımı yaşamış bir toplumun hiç durmadan ürettiği, işçi sınıfının genişlediği ve geliştiği bir süreç. Böyle bir sürecin açığa çıkardığı öfkenin, kaybedenlerin öfkesinden çok daha fazlasını barındırdığı açık. Şimdilik güçlü bir sınıf hareketi sahneye çıkmamış olsa da yarattığı zenginliğe karşılık içine itildiği büyük yıkımın fazlasıyla idrakinde, hesaplaşma potansiyeli yüksek bir sınıf dinamiğinin çok yakında durduğu bir histen çok fazlası artık.

Dışarıya ve içeriye en büyük “maharet” olarak sunulan, üstelik “mekanizmasız” kontrolün darmadağın olduğu net. Son iki hafta, ideolojik-siyasi dağılmanın sadece siyaset düzleminde vuruşarak toparlanamayacağını, ideolojik koordinatlara yönelik müdahalelerin zaman alacağını ortaya koyarken iktisadi düzlemde “telafi mekanizmaları” oluşturmaya yönelik arayışların artmasının olası olduğu söylenebilir.

Siyasi iktidardan başlayarak düzenin tüm aktörlerinin dahil olacağı bu sürecin sınırlarının ana belirleyeni tabii ki genel olarak halkın kararlılığı, özel olarak işçi sınıfının hareketliliği olacak. Ancak işçi sınıfının gölgesinin Türkiye siyasetinin üzerine güçlü bir şekilde düştüğünü saptayabiliriz. Düzen cephesinin elindeki olanakları, araç çeşitliliğini, sınıf üzerindeki kuşatmanın düzene sağladığı avantajları tabii ki hafife almadan.

İkinci sonuç ise düzen cephesinde rehavete ilişkin bir hesaplaşmanın kaçınılmazlığı: Düzen adına birinci dereceden sorumlusu siyasi iktidar olan bir rehavetin aynı zamanda bir faturayı da gündeme getirmesi kaçınılmaz. Özellikle son birkaç yılda tırmanan düzen içi gerilimlerde söz konusu rehavete ilişkin tutum farklılıklarının rolü olduğu düşünülebilir. Bir iktidar değişikliğini ima etmekten ziyade düzenin tüm aktörlerinin bu eksendeki repertuarlarını gözden geçireceği söylenebilir. Zira iki haftadır sokağa çıkan gençlerin güçlü biçimde ifade ettiği geleceksizlik duygusu, kendi deneyimlerinden ziyade her gün, her ay, her yıl daha fazla çalışıp daha fazla kaybeden anne-babalarından, yakınlarından kaynaklanıyor.

Kapsamlı olarak ayrı değerlendirilmesi gerekmekle birlikte Türkiye kapitalizminin gelişkinlik düzeyi ve temel mekanizmaları, çok çalışmanın neredeyse tamamen karşılıksız olduğu inancının bu denli yaygınlaşması ve yerleşikleşmesine izin vermekten henüz çok uzak. Düzen içi itiş kakış ya da hesaplaşmada bu boyutun ağırlığının artacağı, “düzeltme” mesaisinin yoğunlaşacağı, düzen içi çözüm yelpazesinin biraz genişleyeceği, dolayısıyla rekabetin şiddetleneceği bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.      

Her iki sonucun da işaret ettiği işçi sınıfına yönelik kapsayıcılığın artırılması ya da işçi sınıfı üzerindeki kuşatmanın restorasyonu eksenli telafi mekanizmalarının geliştirilmesinden, düzen içi alternatif programların ortaya çıkmasından sosyal demokrasiye alan açıldığı çıkarsaması yapılabilir. Bugünün dünyasında ve Türkiyesi’nde, sermaye yapısının geçirdiği dönüşümle birlikte ne kadar mümkün tartışmalı. Asgari bir sosyal demokrat bir programın bile meta üretimi olmasa bile hizmet üretiminde devletin ağırlığının artırılmasını kolayca dayatacağı açık. Sermaye sınıfının sadece kâr hırsıyla değil sınıf refleksleri nedeniyle de bu eksendeki zorlamalara çok tahammülsüz olacağını dikkate almak gerekir. Ama yine de bir tür “devlete dönüş” tartışmasına da, bu eksendeki çeşitli uygulamalara da mecbur bırakacak bir mücadeleye açık bir toprakta ve zamanda olduğumuzu not düşelim.

Düzen repertuarından saçılacak iktisadi telafi mekanizmalarının daha çok yeniden bir iç pazar/talep büyümesinin önünü açmaya yönelik olacağı öngörülebilir. Türkiye ölçeğinde ve gelişkinliğinde bir kapitalist ülkenin iç talebi süreklileşmiş bir şekilde baskılaması zaten düşünülemez. Bir boyut kendi sermayesi açısından iç pazarın aynı zamanda hazır pazar olması, özellikle dış pazar genişlemesinin zayıf olduğu dönemlerde sağladığı avantaj. Diğer boyut ise uluslararası sermaye entegrasyonda bir tür pazar değiş tokuşuna dayalı bir modelin benimsenmiş olması. Özellikle Türkiye-AB ticaretinde işaret edilen ikinci boyut hayli önemli.

2000’ler ve 2010’ların ilk yıllarında konut ve otomotiv talebinin uyarılması yoluyla çalışan iç talep modelinin tekrarının hayli uzağında bir tablo söz konusu. Enflasyon, faiz düzeyi, borçlanma olanakları dikkate alındığında sadece ücret artışıyla alım gücü artışı sağlamanın güç olduğu açık. Ancak düzen içi uzlaşının kaynak sorununu aşmayı kolaylaştıracağı, bir dizi parametrenin bu eksende bir hareket alanı sunduğu, aynı zamanda ara model geliştirme konusunda, çeşitli finans mühendisliği cinlikleri dahil beceri sorunu olmadığı göz önünde bulundurulabilir.  

İşaret edilen telafi modeli, bir “seçim ekonomisi” olarak da düşünülebilir. İktidarın satın almaya, muhalefetin “biz yaptırdık” demeye oynayacağı bir programın gündeme gelmesi olası.

Elbette yukarıdaki öngörü sermayeye bir sınıf aklı atfetmeye dayanıyor. Ama tabii halkın tepkisinde tepe noktanın aşıldığı varsayılarak minimum tavizle bastırmaya çalışmaları, işçi sınıfı üzerindeki kuşatmada başka mekanizmalara daha fazla güvenmeleri de aynı akla dahil.

Düzen cephesinin stratejileri bir yana eşitlik ve özgürlük arayışlarının düzen içi programlara hapsedilerek sönümlendirilmesine izin verilmemesi, insanca yaşamı mümkün kılacak bir programa, sömürüsüz bir düzen talebine taşınması gerekiyor.

                                                          /././

2 Nisan boykotundaki harcama tutarı tartışma yarattı / Diğer aylara göre kıyaslama nasıl, AA'nın BKM'ye dayandırdığı haberi neden tepki çekti?-Cengiz Anıl Bölükbaş/T24

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun gözaltına alınması ve tutuklanmasıyla başlayan protestoları destekleyenler, 2 Nisan günü ülke genelinde boykot düzenledi. Boykot günü ülke genelindeki harcama tutarı tartışma konusu olurken, o gün kredi kartıyla yapılan alışveriş tutarının bu yılın ocak ve şubat ayında yapılan harcamaların günlük ortalamasından düşük olduğu görüldü. Enflasyonun yüzde 68,50 olduğu geçen yılın mart ayında yapılan kredi kartı ile alışveriş harcamalarının günlük ortalamasının ‘boykot’ gününde yapılan harcamadan daha fazla olduğu anlaşıldı. AA’nın haberine göre, ‘boykot’ uygulanan 2 Nisan günü alışveriş miktarı 28 milyar TL olurken; BKM’nin verilerine göre, geçen yılın aynı ayında kredi kartıyla yapılan alışveriş harcamaları günlük 31 milyar 61 milyon lira olarak gerçekleşti. AA'nın haberinin ardından Bankalararası Kart Merkezi yetkilileri ile konuştuğunu ve kurumun 'boykot' günündeki alışveriş tutarına ilişkin açıklamasının olmadığını söyleyen gazeteci Alaattin Aktaş, "Demek ki bu veriyi Anadolu Ajansı kendisi hesapladı. Peki Anadolu Ajansı bu hesaplamayı hangi verileri esas alarak yaptı?" diye sordu. Gazeteci Bülent Mumay da, mart ayında günlük harcamanın 50 milyar lira üzerinde olduğunu belirterek, Boykotun yapıldığı gün 28 milyar liraya düşmüş. Kimi kandırıyorsunuz?" ifadelerini kullandı.

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu'na yönelik operasyonu protesto gösterilerinin ardından üniversite öğrencilerinin, 2 Nisan’da tüketimin durdurulması için yaptığı "boykot" çağrısı geniş kesimlerde yankı buldu, sanatçılardan siyasetçilere kadar birçok isim çağrıya destek verdi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından boykot çağrısı paylaşımlarına yönelik soruşturma başlatıldı. Dün (2 Nisan) gerçekleşen boykotun ardından ise boykot çağrısı yapan 16 kişi gözaltına alındı.

AA: 1 Nisan’da 14 milyar, 2 Nisan’da 28 milyar TL harcama yapıldı

Bankalararası Kart Merkezi (BKM), boykot uygulanan 2 Nisan'daki günlük kredi kartı ile harcama verilerini paylaştı. AA muhabirinin BKM verilerinden derlediği bilgilere göre; 1 Nisan’da 14 milyar TL olan alışveriş miktarı 2 Nisan'da 28 milyar TL’ye yükseldi.

AA’nın servis ettiği habere göre, çarşamba gününün bir önceki çarşamba ile kıyaslandığı verilerde, 2 Nisan Çarşamba günü saat 00.00 ile 17.00 arasında işlem tutarı 28 milyar TL olurken, 26 Mart'ta 28,9 milyar TL, 19 Mart'ta 25,3 milyar TL, 12 Mart'ta 24,5 milyar TL, 6 Mart'ta 27,3 milyar TL olarak gerçekleşti. Böylece 2 Nisan Çarşamba günü, bayramdan önceki çarşamba günü haricinde mart ayındaki diğer çarşamba günlerinden daha yüksek ciro elde edildi.

TIKLAYIN - BKM'den 2 Nisan verileri: Boykot çağrısı sonrası kartlı harcamalar ne kadar oldu?

Boykot günü yapılan harcama, geçen iki ayın günlük ortalamasından az

BKM verilerine göre, bu yılın ocak ayında kredi kartıyla 1 trilyon 321 milyar 283 milyon liralık alışveriş yapıldı. Verilere göre, ocak ayında bir günde kredi kartıyla yapılan alışveriş harcaması ortalama 42 milyar 622 milyon lira oldu.

Bu yılın şubat ayında da kredi kartı ile 1 trilyon 247 milyar 299 milyon liralık alışveriş yapıldı. Şubat ayında kredi kartıyla bir günde yapılan alışveriş harcaması 44 milyar 546 milyon oldu.

BKM verilerine göre, enflasyonun yüzde 68.50 olduğu mart 2024’te kredi kartıyla yapılan alışveriş tutarı 962 milyar 917 milyon oldu. Yapılan alışveriş harcamalarının günlük ortalaması 31 milyar 61 milyon lira olarak gerçekleşti. Artan fiyatlara ve yüksek enflasyona karşın geçen yılın mart ayında yapılan günlük harcama ortalamasının, boykotun yapıldığı günde yapılan harcamadan fazla olduğu görüldü.

Gazeteci Aktaş: BKM'nin dünkü alışveriş tutarına ilişkin bir açıklaması yok

Ekonomim yazarı Alaattin Aktaş, AA'nın servis ettiği haberin ardından Bankalararası Kart Merkezi (BKM) yetkilileri ile konuştu. Aktaş, yetkililerin AA'da yer alan haberdeki verilere ilişkin bir açıklamanın olmadığını söylediğini aktardı.

Aktaş, konuyla ilgili yaptığı paylaşımda şunları söyledi:

"Bankalararası Kart Merkezi yetkililerine sordum. BKM'nin dünkü alışveriş tutarına ilişkin bir açıklaması yok. Zaten BKM'nin web sayfasına giren herkes bu konuda bir veri bulunmadığını görebilir. Demek ki bu veriyi Anadolu Ajansı kendisi hesapladı. Peki Anadolu Ajansı bu hesaplamayı hangi verileri esas alarak yaptı? Ya da ortada bir hesaplama falan yok mu?"

Gazeteci Bülent Mumay da, AA'nın servis ettiği habere, kart harcamalarına yönelik verileri paylaşarak tepki gösterdi. Mumay, mart ayında günlük harcamanın 50 milyar lira üzerinde olduğunu belirterek, Boykotun yapıldığı gün 28 milyar liraya düşmüş. Kimi kandırıyorsunuz?" ifadelerini kullandı.

Mumay'ın paylaşımı şöyle:

Rende binasının hayatı yalan. Neymiş efendim, 1 Nisan'da 14 milyar olan kart harcamaları, 2 Nisan'da iki kat artarak 28 milyar liraya çıkmış. - Her şeyden önce 1 Nisan bayram tatili, 2 Nisan'da bankalar dahil her yer açıldı. Harcamaların tatil gününe göre artması normal... - Amaaa... mart ayında günlük harcama 50 milyar liranın üzerinde. Boykotun yapıldığı gün 28 milyar liraya düşmüş. Kimi kandırıyorsunuz?

Ekonomist İris Cibre de, söz konusu habere ilişkin olarak yaptığı paylaşımda,  "BKM'de aylık harcamalar var Şubatta günlük ortalama 46.8 MLR TL Ocakta günlük ortalama 44 MLR TL Ekim 2024'te yani 5 ay önce, yani 17% enflasyondan önce dahi, günlük 41 MLR TL Bu 2 Nisanda harcamaların ciddi oranda düştüğüne işaret" dedi.


Cengiz Anıl Bölükbaş/T24


 


Cumhuriyet "Köşebaşı + Gündem" -3 Nisan 2025-

 

Dr. Henry Jekyll ve Bay Edward Hyde -Ergin Yıldızoğlu-

Toplumsal muhalefet, kitleselleşerek hızla yükselir, karşısında devlet şiddeti tırmanırken DEM Partili arkadaşları, “Aman dikkat!” diyerek ve bir roman üzerinden uyarmak istiyorum.

DR. JEKYLL VE BAY HYDE

Robert Louis Stevenson, daha çok çocuklara yönelik ünlü, Define Adası (1883) romanının ardından, 1886’da bu kez daha çok yetişkinlere yönelik, Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ın Tuhaf Hikâyesi başlıklı romanını yayımladı. O roman da büyük ilgi çekti ve kısa sürede gotik korku edebiyatı klasikleri arasına girdi. Modern psikolojide ve psikanalizde yaşanan gelişmelere karşın bu roman hâlâ ilgi çekmeye, filmlere konu olmaya devam ediyor.

Dr. Henry Jekyll, saygın bir bilim insanı, nazik, yumuşak bir tonda konuşan, güven veren, “adabı muaşeret kurallarını” bilen, her zaman çok şık giyinen, burjuva ahlakını temsil eden bir beyefendidir. Buna karşılık Bay Hyde, bencil, acımasız ve şiddet eğilimli biridir; burjuvazinin gizli ve vahşi doğasını, bastırılmış şiddeti ve arzu ekonomisini yansıtır. İtalyan edebiyat eleştirmeni ve teorisyen Franco Moretti, “The Dialectic of Fear” adlı makalesinde (New Left Review, Kasım-Aralık 1982), Dracula ve Frankenstein’in yanı sıra, Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ı kapitalizmin iç çelişkileri ve burjuvazinin bölünmüş doğası bağlamında ele almıştı.

Bu bölünmüşlük kavramından da anlaşılacağı gibi Dr. Jekyll ve Bay Hyde aslında tek bir kişidir. Ve sonunda, hatta son tahlilde egemen olacak olan Dr. Hyde’dır.

TÜRK: ‘İNSAN ŞOK OLUYOR.’

Robert Louis Stevenson’un o romanı, yıllar sonra aklıma ilk kez, Türkiye siyasetinin şoven milliyetçi kanadını temsil eden MHP ve lideri Devlet Bahçeli’nin aniden, Kürt siyasi hareketinin haklar ve özgürlükler kanadını temsil eden DEM Parti’ye yanaşmaya, askeri kanadı temsil eden Öcalan’a ısınmaya başlamasıyla geldi.

MHP ve lideri, tüm siyasi yaşamlarını anti komünizm, Türk üstünlüğü (ırkçılığı), Kürt düşmanlığı üzerine kurmuştu. Rejim geçen yıl yaşamsal sancılar çekmeye, cumhurbaşkanlığı, anayasa yapma planları tehlikeye girmeye başladığında, yaralarını sarmak için “Kürt sorununu”, (Kürt sorunu yoktur, terör vardır iddialarına karşın), bitirmeye “karar verdi”. Rejim bir U dönüşü ile adeta yeni bir açılım başlattı. İlerleme koşulu olarak da silah bırakma, örgüt yapılarını dağıtma adımlarını dayattı. Ama rejim hiçbir güvenceyi, reformu ya da hukuksal, kurumsal yapılanmayı gündeme almadı.

Bu “yakınlaşma” başladıktan sonra ilk kez el sıkışıp sonra doğrudan görüştüklerinde DEM Parti büyüklerinden Ahmet Türk, deneyimleri acı, hafızası güçlü olduğundan “Sayın Bahçeli’nin tutumunu görünce insan şok oluyor” demiş ve eklemişti “İnsani ilişkileri çok farklı, yakın, candan, düşüncelerini açık ifade eden bir tavrı vardı” demişti. Ekim ayında yaşanan bir yakınlaşma, Şeker Bayramı’nda da bayramlaşma ile devam etti.

Dr. Jekyll, el sıkıyor, yumuşak konuşuyor, “Artık barışalım” diyor. Bay Hyde önce silah bırak, şart koşmadan teslim ol, diyor. Acılarla işkencelerle suikastlarla şiddet eylemleriyle dolu bir tarih, “uzlaşma, konuşma komisyonları” gibi her hangi bir yumuşatıcı araca yer açmadan kapatılmak isteniyor.

Bayram öncesinde, Ekrem İmamoğlu tutuklandıktan sonra başlayan ve hızla yükselen toplumsal muhalefet ve CHP vardı. Özgür Özel’in iradesi karşısında rejim paniklemeye başlayınca Devlet Bahçeli, Türkü, şok eden Dr. Jekyll tavrını terk etti. Şimdi Bay Hyde, yasal ve demokratik haklarını kullananları,  “Demokrasi dışı arayışlara girişenler bedelini ödemeye de hazır olmalıdır!” “Sokağa davet edilenlerin karşısına 15 Temmuz’da olduğu gibi başkaları dikilirse kaçınılmaz çatışma nasıl önlenecek” sorusuyla aslında muhalefeti, sokaklarda şiddetle, kan akıtarak (boğaz kesenler de vardı) bastırmaya hazırız diyerek tehdit ediyor.

DEM Partili arkadaşların, yüzeyde gördüklerine, kanaatlerle değil,  düşünceyle yaklaşması, genel bağlamı içine koyması ve rejimin, MHP’nin habitusunu anımsaması, Dr. Jeykll ile Bay Hyde’ın aslında aynı insan olduğunu, sonunda Bay Hyde’ın egemen olduğunu hiç akıldan çıkarmaması gerekiyor.

Muhteşem cumartesi -Ergin Yıldızoğlu-

Maltepe’deki muhteşem miting, Özgür Özel’in muhalefetin gücünü, kararlılığını yansıtan kapsayıcı konuşması, “Gezi”den bu yana ilk kez, umudu yeşerten yeni olasılıkları gündeme getirdi. 

BİR ‘DURUM’DAN ÖBÜRÜNE

Ankara’nın siyasi kulislerinden alınan bilgilere dayanarak yapılan yorumlara göre rejimin planı, İstanbul ve Ankara belediyelerine, CHP’nin başına kayyum atamak ve böylece gelecek seçimlerden önce iki büyük kent belediyesinin mali kaynaklarını ele geçirmek, muhalefeti yeniden düzenlemekmiş. Mevcut “durumun” içinde bu plan devreye girince ülke çapında bir kitlesel itiraz dalgası, kendilerini biteviye tekrarlayan, adeta kanıksanmış mevcut istikrarsızlıkların istikrarını bozdu. Bu itiraz dalgası, “durumun” verili sınırlarını zorlayamaya başladı. Örneğin ana muhalefet partisi CHP’nin liderliği,  “normalleşme”, fantezilerinden “Faşizmle mücadele ediyoruz” noktasına, gençlik hareketinin önemini kavrama noktasına geldi; kitlesel direnişin tüm olanaklarını kullanmaya, boykot, önseçim gibi yenilerini harekete geçirmeye başladı. Birden bire zamanın “yeknesak akışı” kırıldı, yeni olasılıklar gündeme gelmeye başladı. 

Rejim de bu “kırılmadan” etkilendi aniden kendini haritası çıkarılmamış sularda buldu; baskı ve şiddeti, büyük ön yargı ve maksimum güçle tırmandırmaya başladı. Tutuklananların sayısı 2000’i aşarken işkencenin yeniden yaygınlaşmaya başladığını gösteren veriler gelmeye başladı. Bu koşullarda, düne kadar jeopolitik kaygılarla rejimi destekleyen ABD ve Avrupa ülkeleri baskı ve şiddeti “bir açık diktatörlüğe geçiş” teması içinde konuşmaya başladılar. 

Böylece, bir Çin deyişindeki Durdurulamaz bir güç (hızla kabaran kitlesel muhalefet), yerinden oynatılamaz bir cisimle (siyasal İslamın iktidarı)  karşılaşırsa ne olur” sorusunun tanımladığı paradoks gündeme oturdu. Böylece yeni, sürdürülemez bir durum (aklıma “suni denge kavramı” geliyor) oluştu! 

KANAAT VE DÜŞÜNCE

Bu yeni durumun gündeme getirdiği sorulara “kanaatlerle” değil, “düşünceyle” yaklaşmak gerekir. 

Kanaat”, mevcut düzen içindeki yüzeysel yargılara dayanan, günlük siyaset içinde şekillenen, medya, propaganda, ideoloji ve kişisel deneyimlerle oluşan görüşlerdir. Kanaat şeyleri, gelişmeleri, tarihsel, kültürel bağlamlarına oturtmaya çalışmadan, eleştirel bir sorgulamaya girmeden anlamlandırır. 

Düşünce” bir “hakikat” sürecinin formudur, yalnızca kavramsal bir analiz değil, durumun hakikatinin açığa çıkarılmasına yönelik bir çabadır. “Düşünce”, açığa çıkardığı olasılıklara sadakat talep eder. “Düşünce”, mevcut düzenin ötesine geçer; eleştirel bir sorgulama içerir, sadece yüzeydeki olguları değil, temel yapıları ve ilkeleri anlamaya çalışır. Felsefi, tarihsel ve sistematik bir bağlama sahiptir. Bu bağlama ulaşmanın en sağlam yöntemi, tarihsel ve diyalektik materyalizmdir. 

Kanaat”, rejimin kitlesel muhalefet hareketi, derinleşen ekonomik kriz karşısında gerileyeceğine, İmamoğlu’na kayyum atamaları planına ilişkin tutumunu değiştirilebileceğine, bir erken seçim sürecine sürüklenebileceğine, o seçimlerde de gidebileceğine ilişkin. Bu kanaatler rejimin karakteri üzerinde “düşünmüyor”, karşımızdaki durumu tarihsel ve genel ekonomi politik bağlamı, verili güç ilişkilerinde tarafların şiddet kullanma kapasitelerini, arzularını “ötekine” yönelik zehirli nefretini hesaba katmıyor. 

Düşünce” yaşanmakta olanları, “süreç olarak faşizmin” tarihsel bağlamına siyasal İslamın ekonomipolitiğinin (artık-değere el koymasına olanak veren siyasi, kültürel) özelliklerine, sınıf şekillenmelerine, devlet-iktidar diyalektiğine dayanarak yorumlamayı gerektirir. Bu açıdan bakınca “yeni durumun” geleceğinin iki dinamik arasındaki diyalektiğe bağımlı olduğu görülür. Birinci dinamik, rejimin şiddet uygulama kapasitesine, siyasal İslamın seçkinlerinin, sosyal tabanının nefret ve arzularına ilişkindir. İkinci dinamik de muhalefetin kitlesel ve kurumsal direnişine, CHP ve sol grupların liderlerinin bu direnişe sadakatine, yaratıcılıklarına, direnişin sergilediği gücün rejim saflarında istikrarsızlık, kaygı ve güvensizlik yaratma kapasitesine ilişkindir. 

Muhteşem cumartesi, bize “umut yeşerdi” derken uyarıyor: Momentum esastır!

Katargate -Mehmet Ali Güller-

İsrail’deki Katargate skandalı, aslında Arap ülkelerini ve Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Ama konu İsraillileri rahatsız ettiği kadar ne yazık ki Arapları ve Türkleri rahatsız etmiyor!

Önce bilmeyenler için Katargate skandalını anımsatalım:

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun yakın çalışma arkadaşlarının Katar’dan 2012 seçiminde 15 milyon dolar, 2018 seçiminde 50 milyon dolar para aldığı ortaya çıktı. Netanyahu’nun sözcüsü Eliezer Feldstein ile Netanyahu’nun danışmanları Jonathan Urich ve Srulik Einhorn’un aldığı paraların açığa çıkması İsrail’de kriz yarattı. Soruşturma başladı, Netanyahu’nun ekibi sanık sandalyesine oturdu ve tutuklandı. Dahası Başbakan Netanyahu da polise ifade vermek zorunda kaldı.

Netanyahu her ne kadar bunu siyasi rakiplerinin bir oyunu olarak sunsa da ses kayıtları ve itiraflar Katar-Netanyahu hükümeti ilişkisini ortaya koymuş oldu.

ANKARA SESSİZ

İsrailliler, “Netanyahu hükümeti nasıl olur da Katarlı işadamları üzerinden para alır” diye tepki gösterirken Araplar, “Katarlı işadamı üzerinden İsrail’in soykırımcı hükümeti nasıl fonlanır” diye bir rahatsızlık duymuyor!

Filistin meselesinde “söylem düzeyinde” en ileri tutumu alan Türk hükümeti de sessiz. Ankara’dan “Katarlı işadamları üzerinden katil Netanyahu nasıl desteklenir” diye bir tepki gelmedi.

Filistin konusunda başından beri bölge ülkelerinin en azından bir kısmının aslında hiç de net bir tutumu olmadığı gerçeği, bu olayla birlikte bir kez daha görüldü. Filistin’in yenilgi tarihi, aynı zamanda bazı Arap ülkelerinin Filistinlileri satma tarihidir çünkü.

KATAR İSRAİL’LE ORTAK TATBİKATTA

Gelelim konunun bir başka boyutuna.

Yunanistan’da “Iniochos 2025” hava tatbikatı başladı. Ev sahibi Yunanistan dışında, katılımcıları arasında ABD, Fransa, İtalya, İspanya, Polonya, Karadağ ve Slovenya gibi Batı ülkeleri ile Hindistan var. Ve İsrail de var. Ama daha dikkat çekici olanı Katar ile Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) de bu tatbikatta yer alması! Bahreyn ise Güney Kıbrıs ve Slovakya ile birlikte gözlemci. Katar F-15 uçaklarıyla BAE Mirage 2000 uçaklarıyla İsrail’le ortak tatbikatta.

Gazze’de soykırım bitmedi, sürüyor ama Katar, BAE ve Bahreyn, İsrail’le birlikte tatbikat yapıyor!

Dikkat ederseniz tatbikattaki bu cephenin iki yönü var: Bu ülkeler hem Türkiye karşıtı Doğu Akdeniz’deki enerji işbirliği cephesini oluşturuyor hem de Hindistan-İsrail-Güney Kıbrıs üzerinden Avrupa’ya uzanan Kuşak ve Yol’a alternatif projenin ortaklarını bir araya getiriyor.

TÜRKİYE’NİN KATARGATE SKANDALI

Türkiye karşıtı bu cephede, AKP hükümetinin en önemli ortağı Katar da var yani.

Dolayısıyla tablo şudur: Türkiye’nin askeri, ekonomik, finans, hizmet, turizm ve medya şirketleri ve arazileri Katar’a “satılıyor”, AKP hükümeti Katar’la çok özel bir ilişki sürdürüyor, Katar Türkiye karşıtı Doğu Akdeniz cephesinde yer alıyor, Katarlı işadamı İsrail seçimlerinde Netanyahu hükümetini fonluyor, Katar İsrail’le ortak tatbikat yapıyor ve AKP hükümeti sessiz!

İşte asıl Katargate skandalı budur ve Türkiye açısından vahimdir!

AKP’NİN KATARCILIĞI

Katar’a 23 yılda nelerin verildiğinin listesi için internette bir arama yaptığınızda, ne yazık ki “Türk” sandığınız, “yerli ve milli” sandığınız pek çok markanın bile yıllar içinde adım adım Katarlaştığını göreceksiniz.

İktidarın uzun süre İsrail’le ticareti kesmekte ayak sürmesinin ve ancak kamuoyu baskısı karşısında ambargo uygulamak zorunda kalmasının nedenlerinden biri de demek ki bu Katarcılığıymış!

Ortadoğu’da ne yazık ki sahne ve arkası böyledir. İktidarların ne söylediği değil, ne yaptığı önemlidir. İktidarlar yaptıklarını örtmek için tersini söylerler. Katargate skandalı işte budur.

Darbenin dış ayağı -Mehmet Ali Güller-

CHP Genel Başkanı Özgür Özel tarihi Maltepe mitinginde, ilk kez 19 Mart darbesinin dış kaynağına işaret etti: “19 Mart günü, yurtdışındaki belli odaklardan icazetli bir darbe planı hayata geçirildi.” (cumhuriyet.com.tr, 29.3.2025) 

Her ne kadar adını koymasa da Özel’in “yurtdışındaki belli odak” ile kastettiğinin ABD Başkanı Trump olduğu anlaşılıyor. Bu durumda icazet de Erdoğan’ın 16 Mart’ta Trump ile yaptığı telefon görüşmesinde alınmış oluyor. 

İmamoğlu’na operasyon ile üç gün öncesindeki o telefon görüşmesinin ilişkisini geçen hafta bu köşede “16 Mart-19 Mart bağı” başlığıyla incelemiştim. 

ABD’NİN KONUYA BAKIŞI

Umarız Özgür Özel’in bu saptaması, dış basına verdiği “ideolojik zaaflı ve sorunlu mesajlara” bir son vermesine neden olur! 

Zira ABD ve Avrupa için önemli olan demokrasi değil, çıkarlarıdır. Çıkarlarını uygulayan iktidarların politik yönelimi, emperyalistler için hiçbir zaman öncelikli değildir. “Liberal demokrasinin” kalesi emperyalist ABD, bu nedenle onlarca yerde seçilmişlere karşı askeri darbe yapmış ama krallarla, emirlerle, diktatörlüklerle demokrasi kaygısı duymadan çalışmıştır. 

Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio kendileri açısından esas olana işaret etti: “Türkiye’de istikrarsızlık görmek istemiyoruz. Trump’ın ilk yönetim döneminde Erdoğan ile çok iyi bir çalışma ilişkisi vardı. Bunu yeniden başlatmak istiyor.” (cumhuriyet.com.tr, 28.3.2025) 

POLİTİK-TOPLUMSAL-GENÇLİK HAREKETLERİ

29 Mart’taki Maltepe mitingi, birkaç nedenle tarihi nitelikteydi. 

1) 2.2 milyon yurttaş, “egemenlik kayıtsız şartsız benimdir” diyerek İmamoğlu’nun hukuku sorununu çoktan aşmış bir temel meselede, kendisini artık politik düzlemde aktör konumuna yükseltmiştir. Alandaki kitlenin dinamizminin temel dayanağı budur. 

2) Toplumsal harekete dönüşmüş bu kitlenin gücü, Maltepe’nin bir final olmasını önlemiş, yeni bir başlangıç olmasını sağlamıştır. Özgür Özel, mitingden sonra sosyal medyadan yaptığı paylaşımda, “her çarşamba İstanbul’da, her haftasonu bir ilde miting yapılacağını” ilan etti. 

3) Sürecin bu aşamasındaki başarı, üç hareketin yan yana gelebilmesinden kaynaklanmış görünüyor. Politik hareket(ler), toplumsal hareket ve gençlik hareketi aynı düzlemde buluşmuş ve birbirini etkileyerek güç toplamaktadır. 

TÜKETİMDEN GELEN GÜCÜN KULLANIMI

4) CHP liderliği, CHP’yi aştığını gördüğü bu büyük halk hareketi dalgasının başarı kazanmasının, “tüketimden gelen gücün” kullanılmasından geçtiğini hesaplıyor. İktidara yakın medya ile bazı markalara yapılan boykot çağrısının nedeni bu. 

Bu, etkili olduğu için iktidar cephesi, boykotun demokrasiye, hukuka, haber alma-verme ve ifade özgürlüğüne aykırı olduğunu propaganda ediyor. RTÜK, TV kanallarına yapılacak boykota karşı barikat olmaya çalışıyor. 

Oysa Erdoğan başbakan olduğu 2008 yılında Doğan Medya Grubu’nun televizyon ve gazetelerine karşı boykot çağrısı yapmıştı, “Bu gazeteleri evlerinize sokmayın, almayın” demişti. Dahası yöneticilerine “Kampanyayı başlatıyoruz, almayacağız. Hangi dilden anlıyorsanız o dilden konuşacağız” diye seslenmişti. 

Aslında Türk milletini ayağa kaldıran nedenlerden biri de tam olarak budur: Çifte standart. Kendileri yaparsa hukuki, karşıtları yaparsa hukuk dışı; kendileri için demokratik hak olan karşıtları yaptığında darbe oluyor! 

ÜRETİMDEN GELEN GÜCÜN ÖNEMİ

5) CHP liderliğinin, “tüketimden gelen gücü” politik, toplumsal ve gençlik hareketlerinin daha etkili olabilmesi için bir kaldıraç olarak kullanmak istemesi, elbette önemli bir çarpandır. Ancak asıl çarpan etki, “üreticiden gelen güç”tür. Dolayısıyla CHP liderliğinin, politik, toplumsal ve gençlik hareketlerini “üretimden gelen güç”le buluşturması, yani emek hareketleriyle birleştirmesi gerekir. 

Çünkü... 

Demokrasi dışarıdan gelmez, haklar yukarıdan verilmez. Dünyadaki mevcut demokrasi, burjuvazinin topluma verdiği haklarla değil, emekçilerin mücadelesiyle kazanılmış haklardır. 

Bu nedenle CHP; dışarıdan medet ummadan, sadece Türk milletine dayanarak ve üretimden gelen gücün çarpan etkisiyle erken seçimi hedeflemelidir. 

Uzlaşma arayan, pazarlık eden kaybeder, kitle yeni liderlerle eninde sonunda tarih yazar.

Üçüncü dalga -Mehmet Ali Güller-

24 Ocak’ta, gazetemizin kıdemli yazarlarından Zeynep Oral ile birlikte, Marmaris’te,  Uğur Mumcu’yu anma toplantısındaydım. Konuşmalarımızı yaptıktan sonra, izleyicilerin sorularını yanıtlamaya geçtik. Çeşitli sorulardan sonra, bir izleyici, salonda gençlerin olmamasından şikâyet etti; çoğunluk o şikâyete katılıyordu.

Evet, salonda genç yoktu. Hatta neredeyse salondaki en genç isimler, CHP Muğla Milletvekili Gizem Özcan ile Marmaris Belediye Başkanı Acar Ünlü’ydü.

GENÇLİĞE GÜVEN

Salona, şikâyetlerinin yersiz olduğunu belirterek somut örnek verdim: “20 Mayıs 2013 günü, yine bu salonda toplanmış olsaydık, tablo pek farklı olmayacaktı ve sizler yine gençlerin olmamasından şikâyet edecektiniz. Ama bir hafta sonra ne oldu? O şikâyet ettiğiniz gençler, İstanbul’da Taksim Gezi Parkı’nda ortaya çıktılar ve bir ay boyunca Türkiye’nin dört bir tarafında ayaklandılar.”

Salondakiler hak vermiş görünüyordu. Devam ettim: “Gençlerin doğası böyledir, gençlerden umut kesmeyin, hele bizim gençlerimizden hiç kesmeyin. Çünkü bizim gençlerimiz, dünyanın en dinamik gençleridir, Jön Türk geleneğinin mirasçılarıdır. O miras ansızın yine ortaya çıkar. Biriktirirler, biriktirirler ve günü geldiğinde patlarlar, göreceksiniz.”

GENÇLİK YİNE ÖNCÜ

Bugün yaşadığımız işte budur. Tele1 TV sunucusu Burçin Atılgan’ın ifadesiyle  pijamasını yerden kaldırmayan, bardağını masadan kaldırmayan “Z kuşağı” gençler, Türkiye’yi ayağa kaldırdı.

19 Mart günü, üniversitelerinin diploma iptal etme skandalına itiraz ederek önce Beyazıt’a, sonra Saraçhane’ye akan İstanbul Üniversiteli gençler, tarih yazdı, yazıyor. “Akın var akın, güneşe akın” diyerek Saraçhane’ye akan gençler, CHP’yi de sonunda alanlarda siyaset yapmaya mecbur etti. Öyle ki CHP Genel Başkanı Özgür Özel, “Kimse bizden artık binalarda, salonlarda siyaset beklemesin. Bundan sonra sokaklardayız, meydanlardayız” demek zorunda kaldı.

Öyle ki gençliğin eylemciliği, CHP’nin her finalini yeni bir başlangıç olmaya zorluyor. Salonlarda, binalarda pas tutmuş CHP üst yönetimi ve milletvekilleri, Jön Türklerin devrimci ateşiyle paslarını atıp alanlarda, meydanlarda büyük işler yapıyorlar.

JÖN TÜRK GELENEĞİ

Üçüncü dalgadır bu. Jön Türkler, son 18 yılda, üç kez ayağa kalktı. İlkinde 2007’de “Cumhuriyet mitingleri” ile laik cumhuriyet için mücadele etti, ikincisinde 2013’te Gezi’de haziran ayaklanması ile demokrasi için ayağa kalktı, üçüncüsünde 2025’te Saraçhane Direnişi’nde özgürlüğü savunuyor.

Her üç Jön Türk dalgasını da lekelemek için ellerinden geleni yaptılar; camide içki içmekle, türbanlı bacının üstüne işemekle suçladılar, ekonomiye operasyon diye propaganda ettiler, çapulcu dediler, terörist dediler, turuncu darbeci dediler, dış güçler yönlendiriyor dediler...

Nafile. Jön Türklere Abdülhamit’in propaganda aygıtlarının suçlamaları leke süremedi, neo Abdülhamit’in propaganda aygıtları da süremeyecek.

PAZARLIK

DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ilginç bir çıkış yaptı: “Biz CHP’nin eylemci kitlesi değiliz. Bizim kendi meselemiz var, bu meseleyi de aşan. Biz toplumsal barışı örgütlemeye çalışıyoruz. Bizim bunları aşan ciddi bir yoğunluğumuz var. İmamoğlu ile mücadeleyi bizim üzerimizden yürütmesinler, biz İmamoğlu’nu desteklemedik, kent uzlaşısı başka bir şeydir.”

DEM, Saraçhane tutumunu bu sözlerle açıklıyor. Halbuki Saraçhane’deki kitlenin büyük çoğunluğu CHP’nin eylemci kitlesi değil zaten. Dahası mesele İmamoğlu da değil, mesele İmamoğlu’nun hukuku konusunu aşmış, “egemenlik kayıtsız şartsız milletin midir, değil midir” meselesi olmuştur.

DEM bu gerçeği görmüyor olabilir mi? Yoksa DEM’in Saraçhane’ye kısmi desteği, iktidarla yürüttüğü pazarlıkta elini güçlendirmek amacını mı taşıyor?

DÖNGÜ

Anımsayın: 2013’te BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş “Gezi’de hükümete yapılmak istenen darbeyi gördük, mesafe koyduk” demişti. Sonra MİT devreye girdi, Öcalan talimat verdi: “Taksim’i ulusalcılara bırakmayın!” Ardından Taksim’e  Öcalan posterleri, PKK bayrakları sokuldu, “Mustafa Kemal’in askeriyiz” diyen Türk bayraklı kitlenin yavaş yavaş Gezi’ye soğuması amaçlandı.

18 yılın, üç dalganın ve üç açılımın döngüsüdür: Jön Türklerin her direnişi, siyasal İslamcıların ağır bir saldırısına karşıydı. Siyasal İslamcıların her ağır saldırısı, PKK ile pazarlık süreçlerine paraleldi.

(Cumhuriyet)


Öne Çıkan Yayın

Murat Ağırel'den yandaş isme net cevap: Sen adi bir yalancısın -Birgün-

BirGün yazarı Timur Soykan ile birlikte gözaltına alınan ve adli kontrol şartıyla serbest bırakılan gazeteci Murat Ağırel, kendisi hakkında ...