Öfkeni çalmalarına izin verme!-Ali Ufuk Arikan-
"Ülkemizi ve geleceğimizi bu düzenden kurtarmak zorundayız. Bunun için sokağa taşan öfkemizi düzene kaptırmamak, onu örgütlü bir umuda taşımak zorundayız."
Halk bir kez halk olarak ayağa kalktığında kurulu tüm denklemler değişir diyorduk hep.
19 Mart günü halkın yıllardır bu düzene, bu düzenin temsilcisi olan iktidara yönelik tepkisini sokağa döken bir tetikleyici olarak geçti tarihimize.
Ve evet, halk orada, sokaktaydı ve düzenin tüm denklemlerini değiştirebileceğine dair güçlü işaretler bıraktı geride, bir kez daha…
Daha önce de halkımızın öfkesi sokaklara döküldüğünde iktidarlar büyük bir korku içinde ne yapacağını bilemez hale gelmişti.
Gezi günleri bunun yakın tarihimizdeki en canlı örneği değil miydi?
İktidar temsilcilerinin sokağa dökülen milyonlar karşısında günlerce ülkeye dönemediği günleri hatırlamıyor muyuz?
Peki, ne oldu da o görkemli günlerden bugünlere geldik…
Her şey bir yana, öfkemizi çalmayı başardılar!
Gezi’de milyonlar sadece bir ağaç için değil, memleketine sahip çıkmak, bu düzene, onun temsilcilerine boyun eğmediğini göstermek için sokağa dökülmüştü.
Halkımız haftalarca maruz kaldığı çok ağır polis saldırılarına rağmen kent meydanlarını bu inatla tutmayı başarmıştı, büyük ve çok haklı öfkeleriyle…
Sonra bu öfkeyi düzenin ‘muhalif' renkleri, “Çok sıkı AKP karşıtıyız, AKP’den de böyle kurtuluruz” diyerek alıp sandığa teslim etti.
Bunu da gözümüzün içine baka baka yaptılar üstelik.
Her şeyin çözümü 5 yılda bir önümüze gelen sandık ve o sandığa giderek oy kullanmaktı.
Halkın başka bir şey yapmasına gerek yoktu.
Sonra buna bir de “sokağa çıkmak AKP’nin ekmeğine yağ sürüyor”culuk eklendi.
Ne zaman bu ülkede emekçiler, gençler, kadınlar sokağa çıksa “iktidarın ekmeğine yağ sürüyorsunuz” diyen düzen ajanları sardı dört bir yanı.
Evet, AKP’li değillerdi bunlar ama en az AKP kadar bu düzenin aparatlarıydı.
Onlar AKP’den çok halkın kontrolden çıkan öfkesinden, ayaklarının altından kayıp gidebilecek düzenlerinden endişe ettiler.
Çok haklılardı aslında endişelerinde.
O çok sıkı AKP karşıtları tam da bu nedenle halkın öfkesini çalıp sandığa havale etti. Sonra bu düzen yeniden üzerimize devrildiğinde soluğu Erdoğan’ın Yenikapı mitinginde aldılar, yine tam da bu nedenle.
Şimdi bir kez daha öfkeliyiz.
İnsanlık tarihinde büyük mücadeleler sonucunda kazanılan seçme ve seçilme hakkının açıkça tanınmadığı, siyaset alanın giderek iktidar ve düzen lehine daraltıldığı bir tabloda dahi, sadece 'seçim sandığı' çözüm diye sunuluyor öfkeli milyonlara.
Bir kez daha halkın öfkesi sandığa sıkıştırılacak, kendi parti içi koltuk rekabetlerine, hizip çatışmalarına feda edilecek. Ve iktidara yine büyük nefes alanları sunulacak, bu düzen böylece sürüp gitsin diye...
Oysa biz öfkeliyiz.
Bu öfkenin, halkın taşıdığı büyük öfkenin sadece bir belediye başkanıyla ilgisi olmadığını bilecek kadar öfkeliyiz.
Bugün gözaltına alınırken tacize uğrayan, ağır işkencelere maruz kalan gençlerin öfkesi sadece bir belediye başkanı tutuklandığı için sokaklara taşmadı. Ödeyemedikleri yurt paraları nedeniyle okula devam edemeyen arkadaşları için; gelecekleri ve umutları bu düzen eliyle çalınan arkadaşları, kendileri için…
Bugün sokakta ağır polis saldırısına karşı inatla meydanları terk etmeyen milyonlarca emekçi sadece kayyum gelir mi diye değil, insanca, eşitçe yaşayabileceği bir ülke için sokaktaydı.
Gericiliğin her türlü saldırısına maruz kalan kadınlar, milyonlarca yurttaşımız bu gerici cendereden hesap sormak için tüm öfkesi ve haklılığıyla sokaktaydı.
Şimdi bu öfkenin umuda, örgütlülüğe taşınması gerekiyor, başka hiçbir çıkar yolumuz yok.
Ülkemizi ve geleceğimizi bu düzenden kurtarmak zorundayız.
Bunun için sokağa taşan öfkemizi düzene kaptırmamak, onu örgütlü bir umuda taşımak zorundayız.
Bu düzenin temsilcilerinin gerçekten korktukları şey tam da bu!
Bir kez daha öfkemizi birilerinin koltuk ve sandık hesaplarına teslim etmeyeceksek, öfkemizi çaldırmayacak, onu örgütlü kılacağız.
İnsanlık tarihinden biliyoruz, memleketimizin, o çok sevdiğimiz ülkemizin tarihinden biliyoruz.
Örgütlü öfkemiz her şeyi değiştirir.
Görevimiz ve aynı zamanda çağrımız budur. Bu öfke örgütlenmeli!
/././
Şanlıurfa'da kanalizasyon çalışması sırasında göçük: 3 işçi hayatını kaybetti
Şanlıurfa'da kanalizasyon çalışması sırasında meydana gelen göçük altında kalan 4 işçiden 3'ü hayatını kaybetti. Olayla ilgili soruşturma başlatıldı.(https://haber.sol.org.tr/haber/sanliurfada-kanalizasyon-calismasi-sirasinda-gocuk-3-isci-hayatini-kaybetti-397244)
AKP'lilerin ardından Espressolab'e bir destek de Ali Koç'un annesi Çiğdem Simavi'den geldi
CHP Genel Başkanı Özel'in boykot çağrısının ardından AKP tarafından açıkça desteklenmeye başlanan Espressolab'e, Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Koç ve Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç'un annesi Çiğdem Simavi'den de destek geldi.
Boykot kararına karşı Espressolab'e bir destek de Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Koç ve Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç'un annesi Çiğdem Simavi'den geldi. Espressolab'in İstanbul Merter'de bulunan şubesini ziyaret eden Çiğdem Simavi, EspressoLab’in kurucusu Esat Kocadağ ile bir araya geldi. Kocadağ, Çiğdem Simavi ile fotoğrafını “Bugün Espressolab’de değerli büyüğüm Sayın Çiğdem Simavi Hanımefendi’yi ağırlamaktan büyük mutluluk duydum” notuyla sosyal medyada paylaştı. Kocadağ'ın paylaştığı fotoğraflarda, ikilinin birlikte kahve içtiği görüldü.(https://haber.sol.org.tr/haber/akplilerin-ardindan-espressolabe-bir-destek-de-ali-kocun-annesi-cigdem-simaviden-geldi-397245)
Topbaş'la akrabalıktan, Fas Başbakanıyla ortaklığa: Espressolab nasıl bu kadar büyüdü?-Yalçın Çuğ-https://haber.sol.org.tr/haber/topbasla-akrabaliktan-fas-basbakaniyla-ortakliga-espressolab-nasil-bu-kadar-buyudu-393385
***
Hikâyenin sonu mu?-Gülay Dinçel-
Düzen cephesinin stratejileri bir yana eşitlik ve özgürlük arayışlarının düzen içi programlara hapsedilerek sönümlendirilmesine izin verilmemesi, insanca yaşamı mümkün kılacak bir programa, sömürüsüz bir düzen talebine taşınması gerekiyor.
Düzen içi muhalefet, Türkiye ekonomisine ilişkin tartışmalarda uzun bir zamandır hikâye yokluğuna işaret ediyor. Neredeyse 2010’ların başından bu yana Türkiye kapitalizminin bir yol haritası olmadığı, bir yön arayışının devam ettiği öne sürülüyor. Bu arayış saptamasına muhalefetin sol kanadından sermaye birikim modelinin tıkanmış olduğu, yenisi konusunda sermaye sınıfı içi bir ortaklaşmanın sağlanamadığı katkısı yapılıyor. Sermaye birikim modelinde bir tıkanma yaşandığı önermesi kapsamlı bir tartışmayı hak ediyor, ancak ayrıca, başka bir yazıda yürütmek üzere.
Yeni bir hikâye ihtiyacı yeniden ve yeniden dillendirilirken Türkiye kapitalizminin aslında bir hikâyesi olduğunu, hatta sona gelindiğini söylemek daha doğru görünüyor. 2018’i başlangıç kabul edersek bir hikâye için yedi yıl hiç kısa bir süre değil. Son yedi yıl sermaye sınıfı açısından muazzam sayılabilecek kazanımlar elde edilmesini sağlarken Türkiye kapitalizminin yapısı gereği devasa sorunları da açığa çıkardı. Görünen o ki en ağır sonuç düzen siyasetinin yönetme becerilerindeki aşınma.
Sermaye sınıfı ve düzen adına sağlanan kazanımların kibre dönüşmüş bir büyüklenme yarattığı söylenebilir. Sadece sınıfına iyi hizmet etmenin gururu değil, ana halka işçi sınıfı olmak üzere toplumu kontrol altında tutma konusunda literatüre geçmeyi hak eden bir “maharet” sergilediklerini düşündüklerine, bunu uluslararası düzlemdeki iddiaların önemli dayanaklarından biri yaptıklarına kuşku yok.
Siyasi iktidar, 2018’de finansal sıkışma, 2020’de pandemi, 2023’te deprem tepe noktalar olmak üzere yoksullaşmadan ibaret olmayan, bir toplumsal yıkım olarak nitelenebilecek tabloyu telafi etmeye yönelik göstermelik de olsa mekanizma geliştirmeye hiç zahmet etmedi. Sermaye lehine politikalarda gaza basarak büyümeden dökülen kırıntılarla sorunları aştıklarını, geride bıraktıklarını varsaydılar. Bu bağlamda düzen muhalefetinin eşsiz katkısını da unutmamak gerekiyor tabii, “kayıp 128 milyar dolar”, “beşli çete” cinlikleri bir yanda “sandık siyaseti” diğer yanda toplumu oyalama konusunda sundukları destek yadsınamaz. Sermaye sınıfının bir bütün olarak çok kazandığı bir tabloyu görmezden gelip sermaye içi mağdur kesimler yaratarak, beceriksiz bir yönetim elinde kötüleşen ekonomik dengeler tarif ederek, hak aramaya yönelebilecek refleksleri kötürümleştirdiler.
Gelinen noktada iki önemli sonuçla karşı karşıyayız:
İlk sonuç, işçi sınıfının siyasete düşen gölgesi: Elimizde bir ekonomik çöküş değil yedi yıllık bir büyüme hikâyesi var. Sermaye birikiminin genişlediği, nicel gelişmelerin kimi nitel sıçrama olanakları da yarattığı bir dönem. Yoksullaşmanın ötesinde pandemi ve deprem gibi değişik boyutlarda iki ayrı insani yıkımı yaşamış bir toplumun hiç durmadan ürettiği, işçi sınıfının genişlediği ve geliştiği bir süreç. Böyle bir sürecin açığa çıkardığı öfkenin, kaybedenlerin öfkesinden çok daha fazlasını barındırdığı açık. Şimdilik güçlü bir sınıf hareketi sahneye çıkmamış olsa da yarattığı zenginliğe karşılık içine itildiği büyük yıkımın fazlasıyla idrakinde, hesaplaşma potansiyeli yüksek bir sınıf dinamiğinin çok yakında durduğu bir histen çok fazlası artık.
Dışarıya ve içeriye en büyük “maharet” olarak sunulan, üstelik “mekanizmasız” kontrolün darmadağın olduğu net. Son iki hafta, ideolojik-siyasi dağılmanın sadece siyaset düzleminde vuruşarak toparlanamayacağını, ideolojik koordinatlara yönelik müdahalelerin zaman alacağını ortaya koyarken iktisadi düzlemde “telafi mekanizmaları” oluşturmaya yönelik arayışların artmasının olası olduğu söylenebilir.
Siyasi iktidardan başlayarak düzenin tüm aktörlerinin dahil olacağı bu sürecin sınırlarının ana belirleyeni tabii ki genel olarak halkın kararlılığı, özel olarak işçi sınıfının hareketliliği olacak. Ancak işçi sınıfının gölgesinin Türkiye siyasetinin üzerine güçlü bir şekilde düştüğünü saptayabiliriz. Düzen cephesinin elindeki olanakları, araç çeşitliliğini, sınıf üzerindeki kuşatmanın düzene sağladığı avantajları tabii ki hafife almadan.
İkinci sonuç ise düzen cephesinde rehavete ilişkin bir hesaplaşmanın kaçınılmazlığı: Düzen adına birinci dereceden sorumlusu siyasi iktidar olan bir rehavetin aynı zamanda bir faturayı da gündeme getirmesi kaçınılmaz. Özellikle son birkaç yılda tırmanan düzen içi gerilimlerde söz konusu rehavete ilişkin tutum farklılıklarının rolü olduğu düşünülebilir. Bir iktidar değişikliğini ima etmekten ziyade düzenin tüm aktörlerinin bu eksendeki repertuarlarını gözden geçireceği söylenebilir. Zira iki haftadır sokağa çıkan gençlerin güçlü biçimde ifade ettiği geleceksizlik duygusu, kendi deneyimlerinden ziyade her gün, her ay, her yıl daha fazla çalışıp daha fazla kaybeden anne-babalarından, yakınlarından kaynaklanıyor.
Kapsamlı olarak ayrı değerlendirilmesi gerekmekle birlikte Türkiye kapitalizminin gelişkinlik düzeyi ve temel mekanizmaları, çok çalışmanın neredeyse tamamen karşılıksız olduğu inancının bu denli yaygınlaşması ve yerleşikleşmesine izin vermekten henüz çok uzak. Düzen içi itiş kakış ya da hesaplaşmada bu boyutun ağırlığının artacağı, “düzeltme” mesaisinin yoğunlaşacağı, düzen içi çözüm yelpazesinin biraz genişleyeceği, dolayısıyla rekabetin şiddetleneceği bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.
Her iki sonucun da işaret ettiği işçi sınıfına yönelik kapsayıcılığın artırılması ya da işçi sınıfı üzerindeki kuşatmanın restorasyonu eksenli telafi mekanizmalarının geliştirilmesinden, düzen içi alternatif programların ortaya çıkmasından sosyal demokrasiye alan açıldığı çıkarsaması yapılabilir. Bugünün dünyasında ve Türkiyesi’nde, sermaye yapısının geçirdiği dönüşümle birlikte ne kadar mümkün tartışmalı. Asgari bir sosyal demokrat bir programın bile meta üretimi olmasa bile hizmet üretiminde devletin ağırlığının artırılmasını kolayca dayatacağı açık. Sermaye sınıfının sadece kâr hırsıyla değil sınıf refleksleri nedeniyle de bu eksendeki zorlamalara çok tahammülsüz olacağını dikkate almak gerekir. Ama yine de bir tür “devlete dönüş” tartışmasına da, bu eksendeki çeşitli uygulamalara da mecbur bırakacak bir mücadeleye açık bir toprakta ve zamanda olduğumuzu not düşelim.
Düzen repertuarından saçılacak iktisadi telafi mekanizmalarının daha çok yeniden bir iç pazar/talep büyümesinin önünü açmaya yönelik olacağı öngörülebilir. Türkiye ölçeğinde ve gelişkinliğinde bir kapitalist ülkenin iç talebi süreklileşmiş bir şekilde baskılaması zaten düşünülemez. Bir boyut kendi sermayesi açısından iç pazarın aynı zamanda hazır pazar olması, özellikle dış pazar genişlemesinin zayıf olduğu dönemlerde sağladığı avantaj. Diğer boyut ise uluslararası sermaye entegrasyonda bir tür pazar değiş tokuşuna dayalı bir modelin benimsenmiş olması. Özellikle Türkiye-AB ticaretinde işaret edilen ikinci boyut hayli önemli.
2000’ler ve 2010’ların ilk yıllarında konut ve otomotiv talebinin uyarılması yoluyla çalışan iç talep modelinin tekrarının hayli uzağında bir tablo söz konusu. Enflasyon, faiz düzeyi, borçlanma olanakları dikkate alındığında sadece ücret artışıyla alım gücü artışı sağlamanın güç olduğu açık. Ancak düzen içi uzlaşının kaynak sorununu aşmayı kolaylaştıracağı, bir dizi parametrenin bu eksende bir hareket alanı sunduğu, aynı zamanda ara model geliştirme konusunda, çeşitli finans mühendisliği cinlikleri dahil beceri sorunu olmadığı göz önünde bulundurulabilir.
İşaret edilen telafi modeli, bir “seçim ekonomisi” olarak da düşünülebilir. İktidarın satın almaya, muhalefetin “biz yaptırdık” demeye oynayacağı bir programın gündeme gelmesi olası.
Elbette yukarıdaki öngörü sermayeye bir sınıf aklı atfetmeye dayanıyor. Ama tabii halkın tepkisinde tepe noktanın aşıldığı varsayılarak minimum tavizle bastırmaya çalışmaları, işçi sınıfı üzerindeki kuşatmada başka mekanizmalara daha fazla güvenmeleri de aynı akla dahil.
Düzen cephesinin stratejileri bir yana eşitlik ve özgürlük arayışlarının düzen içi programlara hapsedilerek sönümlendirilmesine izin verilmemesi, insanca yaşamı mümkün kılacak bir programa, sömürüsüz bir düzen talebine taşınması gerekiyor.
/././
RTÜK girişi -Ali Rıza Aydın-
Düşünce, düşünceyi açıklama ve yayma, basın ve yayın özgürlüklerinin tanımı dışında kaldığı ileri sürülen kamusal radyo ve televizyonların yerine getirilen serbestleşmenin düzenleyicisi ve denetleyicisi olarak öngörülen RTÜK, ayrımcılık yaparak, siyasal iktidarın düzenleyicisi ve denetleyicisi durumunda.
Yasasında “tarafsız” bir kamu tüzel kişisi olduğu, görev ve yetkilerini “kendi sorumluluğu altında bağımsız olarak” yerine getireceği söylenen bir anayasal kurumdan söz ediliyorsa, uygulamadaysa bu kurumun çeşitli yönlerden sorunlarla dolu olduğu dile getiriliyorsa yazmaya “giriş” yaparak başlamak gereksiz olmaz.Radyo, televizyon ve isteğe bağlı yayın hizmetleri sektörünü düzenlemek ve denetlemek amacıyla kurulan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) Türkiye’ye girişi “anayasaların yaratmadığı, yansıttığı” temel ilkesini doğrulayan en tipik örneklerden biridir.
1982 Anayasasında 1987’de yapılan ilk değişiklik, ardından 1988’de yapılan değişiklik girişiminden sonra üçüncü değişiklik 1993 yılında geldi. Tek maddede, “Radyo ve Televizyon İdaresi ve kamuyla ilgili haber ajansları” başlıklı 133. maddede yapılan değişiklikle radyo ve televizyon istasyonları kurmak ve işletmek serbest bırakıldı.
Bu değişiklik aslında 1990 başlarında yayın yaşamına giren özel radyo ve televizyonlara anayasal güvence kazandırmak amacına yönelikti. Değişiklik gerekçesindeki anlatımla “iletişim alanında çağın ulaşmış olduğu ve yasal kuralları tamamen aşmış bulunan teknolojik gelişmeler” Anayasa’nın mevcut devlet tekeli kuralını fiilen uygulanamaz hale getirmişti. Yine gerekçedeki anlatımla, “radyo ve televizyon alanında devlet tekelini korumak çağın geldiği demokratik seviyede artık düşünce özgürlüğünün tarifi dışında kalmıştı. Çok sesliliğe geçmek zorunlu hale gelmişti.”
RTÜK, 1993 serbestleşmesinde Anayasa Komisyonu raporunda değinildiği halde Genel Kurulda yapılan görüşmeler sonucu Anayasa metninde yer almadı, 1994 yılında yasayla kuruldu, 2005 Anayasa değişikliğine kadar anayasal hüküm olmaksızın yasayla çalışmasını sürdürdü.
(İlgilenenler için: 1994 yılından sonra RTÜK üyeleri TBMM tarafından seçilirken, 2002 yılında çıkarılan yasayla üyelerden beşini TBMM, dördünü Bakanlar Kurulunun seçmesi esası getirildi, ayrıca bu yasayla iki misli aday gösterme usulünden vazgeçilerek siyasi parti gruplarının birer üyeyi resen TBMM’ye bildirmesi öngörüldü. Düzenleme AYM tarafından iptal edildi. Bkz. E. 2002/100 sayılı AYMK).
2005 Anayasa değişikliği önce Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından, “RTÜK üyeliğine seçilebilmek için parti yandaşlığı yarışının önünün açıldığı, siyasi partilere kontenjan tanınarak siyasal kimlikli kişilerin seçimine olanak sağlandığı, bu yöntemin özerk, bağımsız, yansız olması gereken hizmetin gereklerine, kamu yararına uygun olmadığı” gerekçesiyle geri çevrildi (5356 sayılı Yasa); ardından düzenleme TBMM’ce aynen kabul edilerek (5370 sayılı Yasa) Anayasa değişikliği gerçekleşti.
Bu genel girişten sonra günümüze, RTÜK tarafından mesajlarla, uyarılarla, program durdurma veya karartma yaptırımlarıyla belirli radyo, televizyon ve diğer hizmet sağlayıcılar üzerinde kurulan baskı ve el atmalara, son olarak “boykot” paylaşımlarını da içeren tehditlere ilişkin bir girişe de yer vermek gerekecek. Burada, Kurul halinde çalışan bir organın başkanının açıklamalarına dikkat çekmek gerektiğini eklemeden geçmeyelim.
Anayasa’nın 133. maddesinde RTÜK’nin kuruluşu, görev ve yetkileri, üyelerinin nitelikleri, seçim usulleri ve görev sürelerinin yasayla düzenleneceğinin belirtilmesi RTÜK için sınırsız/serbest bir düzenleme öngörüldüğü, ilke ve esas belirlenmediği anlamına gelmez. RTÜK anayasal bir kurul ve kuruluş olarak yürütme organına bağlı ya da onun adına görev ve yetki kullanan bir organ da değildir.
RTÜK, Anayasanın sözü ve özüyle bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesi doğrultusunda Cumhuriyetin niteliklerine (m.2), devletin temel amaç ve görevlerine (m.5), hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağına (m.6), kanun önünde eşitlik ilkesine ve ayrımcılık yasağına (m.10) ilişkin genel esaslara, bireysel ve toplumsal hak ve özgürlüklere uymak zorunda olan bir kurul ve kurumdur.
Anayasa hükümlerinden hiçbirinin, devlete ve kişilere, anayasayla tanınan temel hak ve özgürlüklerin yok edilmesini ve anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamayacağına ilişkin buyruk RTÜK’yi de bağlar.
RTÜK, temel hak ve özgürlüklerde sınırlamanın Anayasanın 13. maddesine uygun yapılması, öze dokunulmaması, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ancak kanunla sınırlama kurallarına uyulması; sınırlamanın Anayasanın sözüne ve özüne, demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaması kuralı dışında davranamaz. Sınırlamanın da sınırı vardır, RTÜK bu sınırlama dışında değildir.
Her ne kadar RTÜK’nin uyarı ya da kararları, benzer biçimde CB İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezinin açıklamaları ve el atmaları kesin olmayıp yargı denetimine açık olsa da ifade, haber verme ve alma özgürlüklerinin, hukuksallığı açık olmayan çıkar hesaplarıyla belirli sürelerle de olsa engellenmesi kabul edilemez. Yargı yolu açık diye kimse keyfi hareket edemez.
Hizmet vericiye uygulanan yaptırım hizmeti alan toplum kesiminin hak ve özgürlüklerini de engeller.
Anayasanın yaşama geçirilmesi anayasal esasların, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasıyla olanaklıdır. RTÜK de buna uymak zorundadır. Toplumun RTÜK ile yürütme organı arasında bağımlılık kuşkusunu duyması, radyo ve televizyonlar arasında ayrımcılık yapıldığını düşünmesi dahi bu güvenceyi sarsar.
Kaldı ki, kamu gücünü elinde bulunduranların yetkilerini hukuksal sınırlar içinde kullanmalarını sağlamak açısından medya ve toplumsal denetim en az yürütme ve yasama denetimi kadar, yargısal denetim kadar etkili bir rol oynar ve önem taşır.
Toplumun gözcülüğü ve sözcülüğü işlevini gören, toplumsal denetimin ayrılmazı olan iletişim ortamı ve araçlarının işlevini yerine getirebilmesi siyasal faaliyet hakkının kullanılması için de geçerli ve yaşamsaldır.
Düşünce, düşünceyi açıklama ve yayma, basın ve yayın özgürlüklerinin tanımı dışında kaldığı ileri sürülen kamusal radyo ve televizyonların yerine getirilen serbestleşmenin düzenleyicisi ve denetleyicisi olarak öngörülen RTÜK, ayrımcılık yaparak, siyasal iktidarın düzenleyicisi ve denetleyicisi durumunda.
/././
Göreceli-gerçek!-Rıfat Okçabol-
"Gerçek" kavramı söz konusu olduğunda, göreceli olma durumu ortadan kalkmaktadır.
Güzel-çirkin, sevmek-sevmemek, tatlı-tatsız, zevkli-zevksiz, koku ve korku gibi duygularımız, kişiden kişiye değişebilen göreceli değerlendirmelerdir. Birinin güzel bulduğu bir kişiyi, tabloyu, manzarayı ya da binayı,… bir başkası çirkin bulabilir. Birinin tatlı bulduğunu, bir başkası tatsız bulabilir. Biri en çok yasemin kokusunu severken, bir başkası en çok hanımeli kokusunu sevebilir. Biri kediden, öbürü köpekten ve bir başkası da fareden korkabilir.
Bu nedenle kimse, kendisinin güzel, çirkin, tatlı, tatsız, zevkli, zevksiz, … bulduğunu başkasına güzel, çirkin, tatlı, tatsız, zevkli, zevksiz, … diye dayatamaz. Kediden/köpekten/… korkan bir kişi, herkesin kediden/köpekten/… korkması gerektiğini söyleyemez.
Günah-sevap, haram-mubah, melek ve şeytan gibi kavramlar ise, inançla ilgili kavramlardır. Bir inanca göre haram olan örneğin domuz eti yemek, bir başka inanca göre mubah olabilir. Bir inanca göre farz olan oruç tutmak/namaz kılmak, bir başka inanca göre farz olmayabilir. Ayrıca örneğin oruç tutmanın/namaz kılmanın farz olduğunu belirten dine inananlar arasında bile oruç tutmayanlar/namaz kılmayanlar vardır. Haram ve farz gibi dini yasaklar ancak şeriatla yönetilen toplumlarda herkese dayatılan yasaklardır. İnsan haklarına saygılı ve hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu toplumlarda, bu tür haram/farz inancı üzerinden yasaklamalar yoktur ve harama/farza uyup uymama konusu kişiye bağlı bir değere dönüşmektedir.
Ayıp, doğru-yanlış ve iyi-kötü gibi kavramlar ise kişiden kişiye, bir topluluktan diğerine ve de zamana göre değişebilen kavramlardır. Örneğin bazı topluluklarda hâlâ geçerli olabilen çok eşlilik/çocuk evliliği/kan davası, hukukun geçerli olduğu toplumlarda suçtur. Geçmişte bazı inançlarca suç sayılan eşcinsellik, birçok toplumda evlenmelerine resmen izin verilen ve her türlü görevi üstlenebilen bir anlayışa evrilmişken, bizde gericilerin suç niteliğine sokmak istedikleri bir durumdur.
"Gerçek" kavramı söz konusu olduğunda, göreceli olma durumu ortadan kalkmaktadır. Örneğin taş, hava, güneş, deprem, yağmur, … kişiden kişiye, toplulukta topluluğa, yöreden yöreye ya da zamana göre değişmeyen ve herkes için gerçek olan nesnelerdir.
Taş ve toprak gibi gerçek nesneler yanında, bilimsel gerçekler de vardır: Örneğin dünya düz değildir, dünya evrenin merkezi değildir, deprem yörede işlenen günahlar nedeniyle değil fay kırılmasıyla olmaktadır, binaların yıkılması kader değil, bina inşaatının niteliğiyle ilişkilidir…
Ayrıca demokratik ülkelerde iktidar başta olmak üzere herkesin kabul etmesi ve uyması gereken yasal/anayasal gerçekler vardır. Hukukun üstün olduğu ülkelerde, iktidar dahil kimsenin Anayasa’ya ve yasalara uymama özgürlüğü yoktur. Ülkemizde son günlerde yaşananlarla birebir ilişkili olan Anayasa maddeleri şöyledir:
- Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir (m. 22);
- Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir (m. 23);
- Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir (m. 26);
- Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir (m. 34);
- Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz (m. 38).
22, 23, 26 ve 34’üncü maddelerdeki haklar, ancak çok acil durumlarda kısıtlanabilmektedir. Bu ifadelere uymayan söylem ve davranışlarda bulunanlar, gerçeklerle bağdaşmayan söz ve davranışlarda bulundukları gibi, anayasal suç işlemektedirler.
Şeriat gösterisi yapanlara dokunmayan polis, Anayasa’nın 34. maddesine uygun davranırken; muhalif kesimlerin silahsız ve saldırısız gösterilerini engellemeye çalışan polis ise Anayasal suç işlemektedir. Bu arada polisin muhalif göstericilere kinle ve de şiddetle saldırması da yasal olarak suç olduğu gibi vicdanen de suçtur. Muhalif kesimlerin silahsız ve saldırısız gösterilerine sözlü olarak saldıranlar da anayasal suç işlemektedir.
RTÜK’ün muhalefetle ilgili bazı gösterilerin televizyonlarda yayımlanmasını engellemesi Anayasa’nın 22. ve Ulaştırma Bakanlığının metronun bazı duraklarda durmaması uygulaması da Anayasa’nın 23. maddesine aykırı olan uygulamalardır.
Bu bağlamda, yandaş yayın organlarının, iktidarın yararına olacağını düşündükleri konuları, yalan olsa da haber yapması bir suç niteliğindedir. Yandaş yayın organlarının, iktidarın aleyhine olacağını düşündükleri konuları, örneğin Şehzadebaşı Camisinde polisle İBDA-C’cilerin futbol oynayıp güreş tutmasını haber yapmaması, suç niteliğinde değilse de gazetecilik töresine ters bir uygulamadır.
Bilindiği gibi akademisyen, öncelikle gerçeğin peşinde olan, gerçeği arayan, gerçek bilgiyi öğreten, gerçekle bağdaşmayan toplumsal olaylarda da toplumu uyarması beklenen bir meslek insanıdır.
İtalyan rahip, gökbilimci ve filozof Giordano Bruno (1548-1600), gördüğü gerçekleri gizlemediği ve açıkça ifade etmekten korkmadığı için, Engizisyon mahkemesinin kararıyla yakılarak öldürülmüştür. Gerçeklere sahip çıkmasalar da günümüz akademisyenlerinin hiç değilse gerçekleri saptırmamaları beklenmektedir.
Ancak İBB Başkanının diplomasının iptali ve tutuklanması üzerine başlayan kitlesel demokratik gösteriler konusunda, (istisnalar dışında) akademisyenlerimizin gerçeklere sahip çıkmadıkları görülmektedir. Sahip çıkmamanın ötesinde bazı akademik unvan sahibi kişilerin gerçekleri göz ardı ederek konuştukları görülmektedir.
Saygın hukukçular, diploma iptali konusunda ancak ilgili fakültenin karar verebileceğini ve üniversite yönetim kurulunun bu konuda yetkili olmadığını açıklamaktadırlar. Ayrıca geçmişteki benzeri olaylarda alınan diplomaların iptal edilmediği de bilinmektedir. Bu gerçeklere karşın iptal kararı doğru ve geçerliymiş gibi konuşanlar arasında gerçeğin peşinde olması beklenen akademik unvanlı kişiler de vardır!
Yine saygın hukukçular, İBB Başkanının tutuklanmasında somut delil olmadığını, suçlamaların belediyeyi denetleyen yüzlerce müfettişin raporlarına değil de gizli tanık ifadelerine dayandırıldığı için hukuk dışı bir uygulama olduğunu haykırmaktadır. Bu gerçeğe karşın suçlamalar doğru ve geçerliymiş gibi konuşanlar arasında akademik unvanlı kişiler de vardır!
Silahsız ve saldırısız gösteri yapmak anayasal hak olduğu gerçeğine karşın, göstericileri suçlayanlar ve Anayasal hakkını kullanıp yürüyüş yapan üniversite gençliğine karşı akıl almaz şiddete başvuran polisi kınamayanlar arasında akademik unvanlı kişiler de vardır!
Gerçeklere aldırmayan ve öğrencisine sahip çıkmayıp onların ve de ülkenin geleceğinin karartılmasına göz yuman akademisyenler, toplumu kandırmayı yeğleyerek mesleklerine yabancılaştıklarını gösterdikleri gibi, toplumun gözünde akademisyenliğin değerini de düşürmektedirler.
/././
31 Mart seçimlerinden 19 Mart seçimsizleştirme operasyonuna -Fatih Yaşlı-
"Türkiye halkı 22 yılın sonunda piyasacılıkla dinciliğin ölümcül sentezine kolay kolay teslim olmayacağını sokaklarda bir kez daha gösterdi. Şimdi sıra bu direngen tavrın politize edilmesinde, sola çekilmesinde."
Türkiye tarihinde 31 Mart 2024 yerel seçimleri kadar derin bir kırılma yarattığı halde sadece bir yıl içerisinde sonuçları unutulan başka bir seçim var mıdır acaba?
Evet, 31 Mart yerel seçimleri derin bir kırılmaydı; çünkü o seçimlerde AKP girdiği bir seçimi ilk kez kazanamadı, 2019’da kaybettiği belediyelere yenileri eklendi, büyük şehirlerdeki oyları daralmaya devam etti, gençlerin öncelikli tercihi olmadığını gördü.
31 Mart seçimlerinde halkın sandığa gidip Türkiye haritasını kırmızıya boyamasının nedeni CHP’nin çalışkanlığı, vaatleri ya da seçim stratejisi değildi; halk sandığa gidip 2023 cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrası yürürlüğe konulan Şimşek programını cezalandırdı, kemer sıkma politikalarına ve onun sonucu olan yoksulluğa sandıkta itiraz etti.
Normal şartlarda ya da eski Türkiye’de bu seçimlerden çıkacak sonuç ülkenin hızla erken seçime götürülmesi olurdu. Seçimlerden birinci parti olarak çıkan CHP’ye düşen görev iktidarın seçimle birlikte gözle görülür hale gelen meşruiyet krizini derinleştirmek ve halkın önüne sandığın konulmasını sağlamaktı.
Oysa tam tersi bir yol tercih edildi ve “normalleşme/yumuşama” adı altında iktidara yeni bir oyun kurması için alan açıldı, zaman tanındı. İktidar da o oyunu adım adım kurdu; Öcalan’ın Bahçeli aracılığıyla Meclis kürsüsüne davet edilmesinden yargı sopasının siyasi yelpazenin hemen her kesimindeki insana sallanmasına, hepsi bu oyunun bir parçasıydı.
Oyunun adı “seçimsizleştirme”ydi. Rejim, sandığın resmi olarak ortadan kaldırılmadığı ama seçimlerin bir formaliteden ibaret hale geldiği yeni bir aşamaya geçmek istedi; bu sürecin zirve noktası da İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve ardından tutuklanması oldu.
Sürecin devamında gerçekleşmesi muhtemel iki şey ise şimdilik kâğıt üzerinde kaldı; belki tekrar denenecektir ama şu an için İstanbul Belediyesi’ne kayyım atanamadı ve CHP kurultayı iptal edilemedi. Bunun nedeni ise denkleme öngörülemeyen faktörlerin dâhil olmasıydı: Yani ekonominin ve halkın.
İmamoğlu’nun gözaltına alındığı günün sabahında yaklaşık bir buçuk yıldır sabit tutulmaya/değer kazanması engellenmeye çalışılan dolar kuru fırladı; çünkü yabancı yatırımcılar ellerindeki Türk Lirası cinsinden varlıkları satıp dolara geçtiler, bu da kurları fırlattı.
Buna müdahale için ise Merkez Bankası sadece üç günde 25 milyar dolar civarında rezerv harcadı; böylece zor da olsa doların fiyatı belli bir seviyede tutulabildi. Ancak yıkım son derece ağır oldu; örneğin Berat Albayrak’ın bakanlığı döneminde 128 milyar dolar arka kapıdan satılmış ama bu yaklaşık 20 aya yayılacak bir şekilde gerçekleşmişti. Şimdi ise sadece 3 günde 25 milyar dolarlık rezerv eritmeye mecbur kalınmıştı.
Geçerken not edelim; sermayenin kaçışının “demokrasi aşkı”yla ya da “otoriterlik düşmanlığı”yla alakası yoktu; mesele öngörülemezlikti, sermaye otoriter rejimleri değil öngörülemeyen, şirazeyi kaydıran rejimleri sevmez, burada da aynısı oldu, sermaye parasının başına bir şeyler gelme ihtimalini görüp kaçmaya çalıştı.
Ekonomiyle birlikte denkleme dâhil olan ikinci unsur ise başını gençlerin çektiği halk kitleleriydi. Gençlik 19 Mart günü polis barikatını yıkıp geçtiğinde bir dönemin kapanıp bir dönemin açılışının da müjdesini veriyordu. Gezi sonrası Kılıçdaroğlu CHP’sinin de büyük katkılarıyla siyasete kapatılan sokak o barikatın aşılmasıyla tekrar açılacak, dahası yıllardır apolitikleştirme operasyonuna maruz kalan gençlik ve üniversite yeniden politize olacaktı.
Gençliğin ve halkın sokağı tekrar siyasete açmasındaki esas faktör de aslında ekonomi ve Şimşek programıydı. Kitlelerin sokağa çıkışını seçme seçilme hakkına yönelik saldırı, “seçimsizleştirme” süreci ateşledi ama bunun gerisinde yıllardır devam eden bir öfke birikimi vardı.
Sokaktaki gençlerin tamamına yakını emekçi çocuklarıydı ve hem yoksulluğu hem geleceksizliği derinden hissediyorlardı. Mezun olduklarında uzun süre iş bulamayacaklarının da bulsalar bile asgari ücret civarındaki bir gelirle yaşamaya mahkûm edileceklerinin de farkındaydılar.
Sokağın ve üniversitenin yeniden politik mekânlar haline gelişine iktidarın bulduğu çözüm hem yüzlerce öğrenciyi tutuklamak hem de idari tatil ilan edip üniversiteleri dokuz günlüğüne kapatmak ve böylece öğrencilerin ailelerinin yanına gitmesini sağlamak oldu.
Bayram tatili bittiğinde hem seçimsizleştirme sürecinin hem de öğrenci hareketinin ve sokağın nereye doğru evrileceğini hep beraber göreceğiz; ancak verilen bayram arasında sosyal medya üzerinden örgütlenen bir politik eylem var: boykot.
Sadece Özgür Özel’in açıkladığı listedekiler değil; gençler kendi yanlarında durmayan herkese hak ettikleri cevabı vermek için bir oyayı işler gibi incelikli bir şekilde boykotu örgütlüyorlar. Bu yazının yayınlandığı gün, yani 2 Nisan’da ise hayatı etkileyecek ölçüdeki genel bir tüketim boykotunun hayata geçmesi için çabalıyorlar.
Boykot, kitlelerin ekonomik güçlerini bir silah olarak kullanabileceklerini öğrenmeleri açısından son derece önemli ama bu işin sadece tüketim boyutu ve esas ihtiyaç duyulan şey üretimden gelen gücün kullanılması, yani büyük grev dalgaları, büyük iş bırakmalar.
Bunun için Türkiye’de nesnel bir zemin yok, güçlü sendikalar yandaş, muhalif sendikalar ise zayıf; dolayısıyla sendikaların grev çağrısı yapmalarının herhangi bir karşılığı bulunmuyor, ancak tıpkı boykotlar gibi grevler ve iş bırakmalar da zamanla toplumun bizzat kendisi tarafından örgütlenebilir, hayata geçirilebilir.
Şu an sokakta bir sınıf hareketi yok ama hareketin karakteri sınıfsal; çünkü genç yoksulluğunun ve genç işsizliğinin damgasını vurduğu bir konjonktürün ürünü. Gençler, henüz sistematize edemeseler de yaşayamadıkları hayatın da yitirdikleri geleceğin de sınıfsal olduğunu adeta içgüdüsel bir şekilde biliyorlar.
Bu genç kitlenin başını devrimci öğrenciler çekse de kitlelerin dört başı mamur herhangi bir politik bilinçle hareket ettiğini söylemek mümkün değil, ortada şimdilik sadece bir tepkisellik var. Ezici bir çoğunluk kendisini sağda ya da solda konumlandırmadığını Atatürkçü olduğunu söylüyor. Zafer Partisi’nden etkilenmiş muhalif Türkçü gençlerin de önemlice bir bölümünün kafası karışık; aynı anda bozkurt işareti yapıp “faşizme karşı karşı omuza” diye slogan atabiliyorlar ve çoğu sokağın dönüştürücü gücüne açık.
Sokaktaki kitle genel itibariyle bağımsızlıkçı, aydınlanmacı, yüzü çağdaşlığa dönük, laik bir toplam; emperyalist merkezlerden medet ummadıkları gibi iktidarın arkasındaki Batı desteğini de görebiliyorlar, yine adeta içgüdüsel bir şekilde sermayenin de kendilerine düşman olduğunu, sermayeyi de karşılarına almaları gerektiğini yavaş yavaş fark ediyorlar.
Halk iradesinin gasp edilmesi girişimiyle Türkiye’nin sömürü düzeni arasındaki ilişkinin fark edilmesi, emeğin sömürüsüyle din istismarı arasındaki bağlantının anlaşılması, kamucu-halkçı bir ekonomi modeli arayışı, eşit, adil, özgür bir toplum talebi…
Türkiye halkı 22 yılın sonunda piyasacılıkla dinciliğin ölümcül sentezine kolay kolay teslim olmayacağını sokaklarda bir kez daha gösterdi. Şimdi sıra bu direngen tavrın politize edilmesinde, sola çekilmesinde. Türkiye'nin bir sol müdahaleye ihtiyacı var ve bu müdahale etme görevini hakkıyla yerine getirmemiz gerekiyor.
/././
1989 Baharı’ndan 2025 Baharı’na -Atilla Özsever-
1989’da 600 bin kamu işçisi, çeşitli eylemler yaparak ANAP iktidarını sarstı, yüzde 142 oranında zam aldı. Şimdi yine 600 bin işçinin kamu sözleşmesi gündemde. İşçide aynı kıpırdanma yok yalnız İmamoğlu olayı ile birlikte toplumsal muhalefet ayakta. Bakalım emek hareketi AKP iktidarına karşı gücünü gösterebilecek mi?
Türkiye, bu mart ayında da sosyal ve siyasal yönden hareketli bir sürece girdi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı (İBB) Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması üzerine 19 Mart 2025’ten itibaren başlayan eylemlilik süreci Saraçhane mitingleri, ülkenin birçok yerinde AKP iktidarına yönelik protesto hareketleri ve 29 Mart’ta Maltepe’de iki milyondan fazla insanın katılımıyla gerçekleşen büyük bir mitingle daha üst boyuta taşındı.
Bu eylemlilik süreci, sadece İBB Başkanı ve CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik bir protesto hareketi olmayıp AKP iktidarının 20 yıldan fazla uzun süren baskıcı yönetimine, diğer bir ifadeyle “Tek Adam Rejimi”ne karşı bir tepki olarak değerlendirilebilir.
Kuşkusuz ekonomik zorluklar, derin yoksulluk ve gelir dağılımın iyice bozulması da kitleleri harekete geçirmektedir. Özellikle gençlerin geleceksizlik kaygısıyla cesur direnişi, halkın korku duvarını aşıp bir toplumsal muhalefet hareketi halinde mevcut siyasal İslamcı rejimin otoriter ve faşizan gidişine bir tepki olarak ortaya çıkıyor.
Bu süreçte işçi sınıfının örgütlü ve kitlesel bir katılımından ziyade bireysel katılımlarının daha fazla olduğu dikkati çekmektedir. DİSK, KESK ve Birleşik Kamu-İş gibi sendikal yapılar aktif olarak katılım sağlamakla birlikte işçilerin sendikal anlamda daha örgütlü olduğu ve niceliksel anlamda daha ağırlıklı olan Türk-İş ve Hak-İş gibi kuruluşların yönetim düzeyinde pek sesi çıkmadığı, eylemlere katılımının da söz konusu olmadığı ortadadır.
600 bin işçinin sözleşmesi
Bu yıl Türk-İş ve Hak-İş’in üyelerini kapsayacak düzeyde 600 bin işçiyi ilgilendiren kamu sözleşmeleri gündemdedir. Her iki konfederasyon, hükümete daha doğrusu kamu işveren sendikalarına tekliflerini vermiş ancak işveren tarafından henüz bir cevap alınamamıştır.
Konfederasyonların ortak teklifinde, işçinin taban ücretinin brüt 54 bin liraya çıkarılması ardından da yüzde 50’lik zamla en düşük ücretin brüt 81 bin liraya yükseltilmesi talep edilmiştir. En düşük ücret bu zam talebiyle birlikte net 60 bin lira dolayına gelmektedir. Yoksulluk sınırı ise 75 bin lirayı geçmiştir.
AKP Hükümeti’nin asgari ücrete yaptığı yüzde 30’luk zam dikkate alındığında ve iktidarın bu zam düzeyde ısrar etmesi halinde kamu sözleşmelerinde uyuşmazlığın çıkması mümkün gözükmektedir. Ancak sendikaların nasıl bir tepki vereceği şimdilik pek net değildir.
Oysa 1989 yılının böyle bir mart ayında ve takip eden süreçte 600 bin kamu işçisini ilgilendiren sözleşmelerde Türk-İş ile Turgut Özal’ın başbakan olduğu ANAP (Anavatan Partisi) iktidarı arasında ciddi sürtüşmeler çıkmış ve 89 Bahar Eylemleri denilen olaylar meydana gelmişti. Şimdi kısaca o tarihteki olayları hatırlamaya çalışalım.
1989 Bahar Eylemleri
Kamu kesiminde çalışan işçiler, 1989 yılının mart, nisan ve mayıs aylarında 600 bin işçiyi kapsayan toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlığa uğraması üzerine ANAP iktidarına karşı protesto eylemleri yaptılar.
1989 Bahar eylemleriyle Özal yönetimine ciddi tepkiler oluştu. Bu eylemlerde, on binlerce işçi, işyerlerinde direniş, iş yavaşlatma, viziteye toplu çıkma, fazla mesaiye kalmama, vezne önünde kuyruk oluşturma, servis araçlarına binmeme, yemek boykotu gibi etkinliklere başvurdu.
Eylemlerle birlikte 26 Mart 1989’da yapılan yerel seçimlerde ANAP, büyük bir oy kaybına uğradı. ANAP’ın 1987 genel seçimlerinde yüzde 37 olan oy oranı, 1989’da yerel seçimlerinde yüzde 21,8’e düştü. Özal’ın partisi, SHP ve DYP’nin ardından üçüncü parti konumuna indi.
Bahar eylemlerinde, 12 Eylül 1980 darbe koşulları ve ANAP hükümetleri döneminde yaşanan ciddi reel ücret kayıpları ve yoksullaşma, büyük rol oynadı. Bu eylemlerinin oluşmasında işçilerin net ücretlerinin 1980’den 1988 yılına kadar 100’den 34’e düşmesi de önemli bir faktördü.
Bir başka deyişle eylemler, 12 Eylül askeri yönetimi döneminde çıkarılan sendikal yasalarla işçi hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasını ve toplumsal gelir dağılımında işçi sınıfı aleyhine yaratılan gerilemeye bir tepkiydi.
Günaydın gazetesi, 17 Nisan 19899 yıllık birikimin tepkisi
Yazılı basın da o dönem bu eylemlere geniş bir şekilde yer vermeye başlamıştı. Kişisel olarak o dönemde çalıştığım Günaydın gazetesinde, 17 Nisan 1989 tarihli ve “9 yıllık birikimin tepkisi” başlıklı bir haber yapmıştım.
Haberde, eski çalışma bakanlarının, bilim insanlarının ve sendika uzmanlarının değerlendirmesi yer almıştı. Bu değerlendirme şu yedi noktada toplanıyordu:
“1. Bu eylemler, dokuz yıldır uygulanan ekonomik modele işçinin birikmiş tepkisidir.
2. Türkiye’de işçi hareketi tarihinde ilk kez bütün işkollarında ve bütün bölgelerde başlayan kendiliğinden bir harekettir.
3. Ücret mücadelesi ağırlıklı sosyal bir eylemdir, işçilerin siyasi görüşleri ön planda değildir.
4. İşçi eylemi, başlangıçta sendika yönetimlerini aştı ancak sendika yöneticileri de yavaş, yavaş harekete sahip çıkıyor.
5. Yüzde 100-120 zam, bu enflasyonist ortamda yeterli değil. Yüksek ücret zammı birlikte gelir dağılımı politikalarında köklü değişiklik gereklidir.
6. Ekmek mücadelesi giderek özgürlük mücadelesini kapsayacak. Ekonomik taleplerin yanı sıra sendikal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi de gündeme gelecek.
7. Bu hareket, sendika yönetimlerinde değişikliğe yol açabilir.”
7 Nisan 1989Sınıfın kendine güveni
ANAP’ın yerel seçimlerdeki kaybı da, işçiler ve sendikalar açısından özgüvenlerinin artmasına katkı sağladı. Kimi işçi kesiminde var olan korku ve siyasal gerekçeler, giderek sönümlendi ve hareket kitleselleşince sınıf aidiyeti ve birliği pekişti.
Bahar eylemleri, süreç içinde siyasal bir nitelik kazanarak ANAP Hükümeti’ni doğrudan doğruya hedef aldı. Eylemler sırasında sıklıkla siyasal iktidarı protesto eden sloganlar atıldı. Eylemler, zaman, zaman bir genel grev havasına da bürünmüştü.
Yüzde 142’lik zam
Sonuçta, Türk-İş’le ANAP Hükümeti arasında 600 bin kamu işçisi adına 18 Mayıs 1989 günü anlaşmaya varılan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde yüzde 142’lik bir zam alındı. Oysa bahar eylemleri öncesinde hükümet yüzde 40 dolayında bir ücret zammından söz ediyordu. Böylece ANAP Hükümeti, eylemler sonucunda birinci yıl için ortalama yüzde 142’lik bir zammı kabul etmiş oldu.
Bunu memur zamları izledi. Özel sektör işçileri de bu oranlara yakın zam elde ettiler. Böylece işçi sınıfı, emekçi kesim, 1980 darbesinin olumsuz koşullarını lehine çevirmeyi başardı.
Bahar eylemlerinin ardından 1991 yılındaki Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü, ANAP iktidarını iyice sarstı. Ankara yürüyüşüne 48 bin madenci ile birlikte tüm Zonguldak halkının katılması ve diğer sendikaların, partilerin, aydınların desteği eylemin başarılı olmasında etkili oldu. ANAP, 1991’de genel seçimleri de kaybetti. Sosyal demokrat SHP, Demirel’in liberal eğilimli DYP’si ile birlikte iktidara geldi.
Günaydın, 12 Nisan 1989Kadrolarda değişim
Bahar eylemleri, Tük-İş’teki birçok sendikada daha mücadeleci kadroların işbaşına gelmesine de yol açtı. Bu süreçte, 711 şubenin 338’inin şube başkanları değişti. Aynı dönemde Türk-İş’e bağlı 32 sendikanın 15’inin de genel başkanları da yenilendi. Bu arada Türk-İş genel merkez yönetimi de değişmiş oldu.
Eylemlerin başlamasında ve sürdürülmesinde mücadeleci şubelerin ve özellikle İstanbul Sendikalar Şubeleri Platformu’nun da önemli bir etkisi oldu. DİSK henüz o süreçte açılmadığı için Şubeler Platformu, Türk-İş ve bağımsız sendikaların şubelerinden oluşuyordu.
1980 sonrasını ve özellikle 1989 Bahar Eylemleri’ni içeren sendikal hareketi değerlendirdiğimizde, işçi sınıfının ekonomik çıkarları başta olmak üzere ciddi bir toplumsal tepki gösterdiğini ancak emek hareketinin alternatif bir siyasal hedefinin olmayışı nedeniyle ya da diğer bir ifadeyle işçi sınıfına önderlik edebilecek politik bir partinin eksikliği sonucunda daha sonraki dönemlerde bu mücadelenin sönümlendiği görülecektir.
Günümüzdeki durum
İçinde bulunduğumuz süreçte toplumsal muhalefetin CHP’yi de aşan bir düzeyde etkinlik ve eylemlilik sağlaması, önemli bir moral kaynağı oluyor ancak bu sürece emek hareketinin de katkı sağlaması gerekiyor.
89 Bahar Eylemleri’nde Tük-İş’e bağlı mücadeleci sendikaların ve öncü işçilerin de ne kadar önemli olduğunu ifade etmeğe çalıştık. Daha önceki yazılarımızda da Türk-İş’in 1987’de siyasi yasakların kalkması ve 1995’te Çiller Hükümeti’nin düşmesindeki rolünden söz etmiştik.
Keza Türk-İş, 1991 ‘de ve 1999’da da genel eylem ve ülke çapında iş bırakma eylemi kararlarını almış bir işçi kuruluşudur. Ülkemizde demokratik bir sürecin yaşanması, siyasal İslamcı iktidarın faşizan bir süreci dayatmasına karşı tavır konması ve gelir adaletsizliğin iyice bozulduğu, derin bir yoksullaşmanın var olduğu bir düzenin değişmesinin istenmesi, öncelikle emek örgütlerinin görevleri arasında yer alıyor.
Anayasada da 2010 değişikliği ile birlikte “siyasal amaçlı grevlerin, dayanışma grevinin ve genel grevin yasaklanmasının kaldırıldığı” dikkate alındığında işçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanması meşru bir hak haline geliyor.
AKP artık bu ülkeyi yönetemiyor, halk bunu fark etti, tavrını ortaya koyuyor. Toplumsal muhalefetin ve onun önemli bir aktörü olan işçi sınıfının da üretimden gelen gücünü kullanarak daha demokratik, insanca yaşanabilir bir düzen için harekete geçmesi, 1989 Baharı gibi 2025’in baharını gerçekleştirme yolunda yürümesi, demokrasi tarihimizin önemli bir kazanımı olacaktır…
/././
Kieran McCarthy: Gerçek barış silahlar sustuğunda değil adalet ve eşitlik sağlandığında gelir -Çağdaş Gökbel-
İrlanda barışı Kürt sorunun çözümünde örnek bir barış olarak gösterilebilir mi? Yanıt için eski İRA gönüllüsü Kieran McCarthy buluşuyorum.
Türkiye’de Kürt sorununun çözümünde yeni bir perde açıldığı iddia ediliyor. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın mesajı, İmralı adasına giden heyetler ve iktidar koalisyonunun güçlü ortağı Devlet Bahçeli’nin ezber bozan çıkışı... Kimse tam olarak ne olduğunu bilmiyor; sürecin gerçekten tarafların istediği gibi sonuçlanıp sonuçlanmayacağı ise bir muamma.
Tüm bunlar yaşanırken liberallerin ağzında sürekli İngiltere ve İrlanda’nın mucizevi barış hikayesi var. Gerçekten İrlanda barışı Kürt sorunun çözümünde örnek bir barış olarak gösterilebilir mi?
İşte tüm bu soruların yanıtını alabilmek için eski İRA gönüllüsü Kieran McCarthy1 ile Cork’a bağlı tarihi Cobh kasabasında buluşuyorum.
Kuzey meselesi açıldığında ana akım medyanın genel tanımlamalarına karşı çıkıyor ve tarihi kendi perspektifinden nasıl yorumladığını açıklamaya çalışıyor McCarthy. Cevaplarının Türkiye kamuoyunun aklını kurcalayan sorularına cevap olmasını ümit ediyorum. En azından İrlanda ile ilgili olan bölümüne...
Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü için yeni bir müzakere süreci başladı ve bu doğrultuda PKK lideri Abdullah Öcalan, örgütüne silah bırakma çağrısında bulundu. Bu süreçte Türkiye’deki bazı çevreler özellikle sık sık İRA ve İngiltere arasında sağlanan barışa ve ‘Hayırlı Cuma’ anlaşmasına işaret ettiler. Türkiye’de bu örneği verenler bu barışı mucizevi bir şeymiş gibi anlatıyor. Gerçekten ortada tüm dünyaya örnek olarak gösterilecek mucizevi bir barış mı var?
Evet ve hayır. Görüyorsunuz, barış silahlar sustuğunda gelmez. Gerçek barış, ancak adalet ve eşitlik tam anlamıyla sağlandığında gelir. Adalet olmadan barış, yalnızca bir başka adaletsizlik biçimidir ve adaletsizlik hüküm sürdüğünde, çatışma çok uzakta değildir ve siz sahte bir barışla başbaşa kalırsınız. Bunun mükemmel bir örneği bugün Gazze'deki durumdur; burada bir tür ateşkes var, ancak tüm dünya bunun gerçek olmadığını biliyor; çünkü bir taraf çatışmanın kökenlerini tartışmayı reddederken diğer taraf kendisini büyük bir özveriyle savunmaya ve çatışmanın kökenlerini tartışmaya açmaya çalışıyor. İrlanda ve Orta Doğu çatışmaları arasındaki gerçek fark ve İrlanda barış modelinin orada tam olarak işlemeyecek olmasının, İrlanda barış anlaşmasına nezaret etmeye yardımcı olan aynı büyük güç simsarının, yani ABD'nin, İsrail-Filistin çatışmasının aktörlerinden birinin ana destekçisi olmasıdır.
'ABD bölgede barışın önündeki en büyük engeldir'
ABD, aslında bölgedeki barışın önündeki en büyük engeldir. Peki, ABD neden İrlanda'da barışı destekledi? Çünkü, o zamanlar ABD başkanı olan Bill Clinton, İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu ülkeyi birleştirme hedefine ulaşmak için başka yollar aradığının sinyallerini verdikten sonra 1992'de bir fırsat gördü. Kırk milyon İrlandalı Amerikalı seçmeni de etkileme fırsatı, İrlanda kökenli olduğunu iddia etmesiyle Clinton, İrlanda'da bu yeni barış sürecini yürütme ve İrlanda üzerindeki 800 yıllık İngiliz baskısını ve işgalini barışçıl bir şekilde sona erdirmeye yardımcı olma fırsatını gördü. Daha da önemlisi, İrlanda zaten kabaca ABD yanlısı bir ülke olduğu için ABD'nin bölge için küresel planlarını bozmayacak veya zarar vermeyecekti. O zamanlar İngiltere'de Başbakan Tony Blair göreve yeni gelmişti ve İngiltere, ABD'nin gemiye binme baskısına asla direnmeyecekti; bu yüzden Blair bunu bir sorun olarak görmek yerine bir fırsat olarak gördü ve bunu değerlendirerek kendini bir barış elçisi yaptı. Ancak daha sonra gördüğümüz gibi o bir barış adamı değildi, İngiltere'yi kitle imha silahları aramak için gungho2 olarak Irak'a gönderdi. Ve hepimiz orada neler olduğunu biliyoruz. Sorunuzu başka bir şekilde cevaplamak gerekirse - İrlanda barış modeli veya herhangi bir barış modeli, ancak dahil olan iki taraf da sorunlarına barışçıl ve adil bir çözüm arıyorsa başarılı olabilir.
Kieran Mccarthy üzerinde İRA gönüllülerin giydiği üniforma ile. Fotoğraf, devrimci James Connolly’nin Amerika’ya göç etmeden önce kaldığı The Rob Roy barın önünde çekildi.İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesi çok geniş bir tarihsel alana yayılıyor. Bu mücadelede çoğu kez emperyalist diyebileceğimiz güçteki ülkeler, soruna müdahil oldu. Türkiye’deki Kürt sorununa da pek çok gücün müdahil olmaya çalıştığını görüyoruz. İngiltere ve ABD bu konuyla çok ilgili. Özellikle İngilizler, İrlanda deneyimini çokça pazarlamaya çalışıyor gibi görünüyor. İrlanda deneyimini göz önünde bulundurursan büyük güçlerin bu tür meselelere karışması sorunu tamamıyla çözüyor mu, yoksa farklı bir boyut kazanmasına mı neden oluyor?
Tekrar, evet ve hayır. Birinci cevapta belirttiğim gibi. İrlanda'ya barışı getirmeye yardımcı olan büyük güçlerden sonra, dünyanın diğer bölgelerine savaş ve cehennemi getirmek için aynı güçler harekete geçtiler. Bu yüzden herhangi bir süper güçten yardım teklif edildiğinde, bunun onlar için ne anlama geldiğini akılda tutmak gerekir. Onlar için her zaman kendi çıkarları önemlidir, yardım etmeyi iddia ettikleri ülke veya insanlarla asla ilgili değildir. Ancak, sizi yalnızca küresel veya stratejik hırslarının bir parçası olarak kullandıklarını fark ederseniz, o zaman kendinize, onları kendi stratejik ve ulusal çıkarlarımız için nasıl kullanabiliriz diye sormalısınız. Örneğin, İrlanda'daki IRA, 1990'ların başında amaçlarına ulaşmak için neden savaş dışında başka seçenekler araştırmaya başladı? Bunu yapmalarının çeşitli nedenleri var, ancak en büyük iki etki, Berlin duvarının yıkılması ve Almanya'nın bölünmesinin sona ermesi ve Almanya'nın yeniden birleşmesinin ne kadar çabuk gerçekleştiğiydi. İkincisi, Apartheid'in çöküşüne ve serbest seçimlere yol açan Güney Afrika'daki görüşmeler ve barış süreciydi.
İrlanda’nın bugünkü pozisyonunu nasıl yorumluyorsun? Kuzey, hala İrlanda’nın bir parçası değil ve ada hala teknik olarak bölünmüş durumda. Sence İngiltere adayı parçalı tutmaya devam edebilecek mi? Bu soruyu soruyorum çünkü Kuzey İrlanda’da Sinn Fein’in kontrol ettiği bir hükümet var ve partinin temel amacı birleşik bir İrlanda yaratabilmek.
Öncelikle sorunuzun ifadesini düzeltmem ve insanların İrlanda'yı neyin oluşturduğuna dair algılarında sıkça kullanılan bir kusuru ortadan kaldırmaya yardımcı olmam gerekiyor.
Kuzey, adanın güney, doğu ve batı kısımları gibi zaten İrlanda'nın bir parçasıdır.
'Kaçınılmaz olana neden direniyorlar, neden birleşik bir İrlanda istemiyorlar?'
Soruyu sorarken ne demek istediğinizi anlıyorum. Ancak bunu yapmanın kusuru, İrlanda'nın İngiliz yönetiminden bağımsız olan kısmının kendi başına İrlanda ülkesi olduğunu ima ediyor, ancak aslında sadece İrlanda'nın bir parçası ve bu da doğal olarak ülkenin kuzey kısmının belirgin şekilde farklı bir halkı olan ayrı bir ülke olduğunu ima ediyor. Gerçek durum şu ki, İngilizler bu ülkeyi böldüğünden beri, İrlanda adasında şimdilik iki devlet var ancak yalnızca bir İrlanda halkı veya ulusu var. Yakın zamanlarda yaşamak için buraya gelen sizin gibi biri bu hatayı yaptığı için mazur görülebilir. Ancak İrlanda hükümet politikacıları, medya, eğitimciler vb. mazur görülemez, çünkü çoğu kendi propagandalarına inanıyor. Aslında, onlar bölücü zihniyete sahipler. Bölünmeye ve İngilizlerin başlangıçta yaratmaya koyulduğu iki ırk teorisine inanmaya ve kabul etmeye başladılar. Hayırlı Cuma Anlaşması'nı, sınır oylamasından sonra tek ada ülkesi yaratmanın barışçıl bir yol haritası olarak görmüyorlar. GFA'yı3 kendi başına bir çözüm olarak görüyorlar. Bu yüzden onlar - Fianna Fail ve Fine Gael hükümet partileri - Sinn Fein ve diğerlerinin Sınır Anketi planlamaya başlama çağrılarına şiddetle karşı çıkıyorlar ve İngiltere'nin Brexit referandumunda olduğu gibi insanların onları hazırlıksız yakalamalarından korkuyorlar.
Kaçınılmaz olana neden direniyorlar ve neden birleşik bir İrlanda istemiyorlar diye sorabilirsiniz? Çünkü 2 milyon yeni seçmenin olduğu birleşik bir İrlanda'da, son yüz yıldır aralarında sahip oldukları güç tekelini kaybedeceklerinden haklı olarak korkuyorlar. Bunu durduramazlar, sadece yavaşlatabilirler. Geliyor ve bunu biliyorlar.
Ancak sorunuza doğrudan cevap vermek gerekirse. İngiltere bunu bırakıp birleşik bir İrlanda'ya izin verecek mi? Evet, iki nedenden dolayı izin verecekler. İrlanda birliğiyle ilgili bir sınır anketi GFA'nın bir parçasıdır ve Dublin, Londra ve Belfast'ın hepsinin imzaladığı ve ABD ile AB'nin garantör olarak imzaladığı yasal olarak bağlayıcı bir anlaşmadır. Ancak Britanya da Brexit nedeniyle az çok iflas etmiş durumda ve İrlanda'nın kuzeyi şu anda sadece mali kaynaklarına yük oluyor ve artık stratejik çıkarlarına hizmet etmiyor. İlk gerçek fırsatta ayrılacaklar.
Sanırım tüm bu tartışmanın sonunda dünya siyasetini de değerlendirmeliyiz. Avrupa siyasetini yakın geçmişten itibaren çok iyi bilen birisin. ABD’deki seçim sonuçlarının Avrupa’ya etkisi oldukça dramatik gibi görünüyor. Geçmişte Nazileri övmek bir suçken artık sosyal medyada açıkça Nazizim propagandası yapılıyor. Bugün de insanlar bu propagandayı geçmiştekine benzer bir biçimde delilik olarak yorumluyor. Ancak bir noktada tüm bu delilerin iktidara geldiğini görebiliriz. Hatta bazı Avrupa ülkelerinde faşist geçmişi gururla sahiplenen başbakanlar var. İtalya, bu örneklerden sadece biri. Faşizmin yükselişini ve Avrupa’nın geleceğini nasıl yorumluyorsun?
İyi görünmüyor, değil mi? 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana Avrupa'da faşizme karşı en büyük garanti ve siper, Avrupa kıtasındaki büyük ABD askeri varlığı olmuştur. Artık buna iki nedenden dolayı güvenemeyiz. ABD'nin Avrupa'daki askeri varlığını büyük ölçüde azaltması, hatta bölgeden tamamen çekilmesi giderek daha olası hale geliyor. İkinci neden ise, mevcut ABD yönetiminin kendisi neredeyse tam anlamıyla faşist bir yönetim olması ve üyelerinden birinin liderine yemin töreninde Nazi selamı vermesi. Peki, bu Avrupa'daki aşırı sağ harekette nasıl bir etki yaratacak? Bu gelişmeler onları hali hazırda cesaretlendirdi ve Trump'ın 2016 ABD seçimlerinden önce sahneye ilk çıktığından beri esasında cesaret kazanmış gibi görünüyorlar. Aşırı sağcı söylemi küresel çapta yer aldı ve yalnızca ABD ile sınırlı değildi. Her ülkenin aşırı sağı var ve onlar her zaman sistem tarafından bir şekilde kontrol edildi ve marjinalleştirildi. İngiltere'de de son zamanlarda aşırı sağ Muhafazakar Parti'yi ele geçirdiğinde ve Brexit'in sonuçlarına etki etti ve sarsıcı bir durum yaşandı. Trump, dünyayla olan Gümrük Vergisi savaşı nedeniyle İngiltere ile benzer bir kaderle mi karşılaşacak? Göreceğiz. AB, aşırı sağcı faşist canavarın kapağını tutmak için ne yapabilir? Belki de aşırı sağcı propaganda ve gerici politikalarına karşı kampanya yürütmeye ve ifşa etmeye, Putin'i askeri harcamalarla yenmeye harcadıkları kadar bu alana da para harcamaya yoğunlaşmalılar, çünkü aşırı sağ marjinalleştirilirse (yasal siyasal sistemin dışına itilirse), Putin otomatik olarak daha az tehdit haline gelir ve Avrupa bu sayede birleşik ve güçlü kalır.
--------------
1Kieran McCarthy: 1960 yılında Cobh’da doğdu. İrlanda bağımsızlık savaşını konu edinen iki kitap yazdı. 1994 yılından 2019 yılında kamudan emekli olduğu yıla kadar, Sinn Fein’den Cork ilçe belediye meclis üyesi olarak görev yaptı. Yaşını büyüterek resmi İrlanda Savunma Kuvvetleri (Óglaigh na hÉireann) katıldı. 1976 yılında ülkenin kuzey sınırında görev yaptı. Ordu içindeki IRA karşıtı eğilimden ve Kuzey İrlanda’da yaşanan trajedilere, İrlanda’nın sessiz kaldığını düşünen Kieran McCarthy, ordudan ayrıldı ve 1986 yılında bir IRA’ya katıldı. 1990 yılında IRA’da görev yaparken Belçika’da yapılan bir baskında tutuklandı ve dönemin gazetelerinde bu baskın büyük bir sansasyon yarattı. Belçika'nın Anvers kentindeki baskında iki kişiyle birlikte silah bulundurmaktan tutuklandı ve orada hapis cezasına çarptırıldı. İngiliz basını, Belçika’daki birimin Prens Charles ve Prenses Diana’yı öldürmeyi planladıklarını iddia etti. Oysa Kieran McCarthy, böyle bir hazırlıklarının hiç olmadığını ve halk tarafından çok sevilen Diana’yı öldürmeyi düşünmenin mantıklı hiçbir yanı olmadığını söyledi. Belçika polisinin IRA’nın lojistik biriminden sorumlu bir kişiyi yakaladığı iddialarına ise olumlu ya da olumsuz herhangi bir beyanda bulunmadı. Bugün McCarthy, Éamon de Valera'nın 1919'da ABD'yi gezmeden önce ülkeden kaçırıldığı güvenli ev de dahil olmak üzere, Cobh'daki Bağımsızlık Savaşı’nda önemli konumlardaki binaları ve direnişe katılan insanların hikayelerini vurgulayan 'Cobh Rebel Walking Tours'a öncülük ediyor. Bu sayede Cobh’u ziyarete gelenlere tarihte bir zaman yolculuğuna çıkma fırsatı tanıyor. Cobh’u onunla gezen birisinin bu küçük kasabanın tarihi hakkında edinemeyeceği bir bilgi neredeyse yok gibi (Ç.N).
2Gungho: Dilbilimci Albert Moe, tarafından Çinlilere atfedilen bir terimdir. Bu terim, özellikle Amerikalılarla işbirliği yapanlar için kullanılmaktadır. Kısacası, Amerikancılığın Çin kültürü açısından ifade ediliş biçimi olarak kabaca özetlenebilir (Ç.N).
3Hayırlı Cuma Anlaşmasının İngilizce kısaltması. ‘The Good Friday Agreement (GFA)’ Ç.N.
/././
Doğalgaza zam iddiası: İllere göre 'kademeli' faturalandırma
Doğalgazda kademeli faturaya geçileceği iddiaları gündemde. Buna göre illerin ortalama doğalgaz tüketimleri baz alınarak "her ile göre ayrı kademe belirlenmesi" şeklinde uygulama yapılabileceği konuşuluyor. TAYED Başkanı bakanlığın gerçek maliyetleri yansıtmaya başlayacağını söylüyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/dogalgaza-zam-iddiasi-illere-gore-kademeli-faturalandirma-397216)
Ticaret Bakanı boykota karşı market market dolaştı: 'Bugün tüketim günü, alışveriş yapın'
Bakan Bolat, Ankara'da boykotu delmek için kendisini alışverişe verdi, vatandaşlara "yarının alışverişini bugünden yapmaları" çağrısında bulundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/ticaret-bakani-boykota-karsi-market-market-dolasti-bugun-tuketim-gunu-alisveris-yapin-397217)
TRT Boran Kuzum'u ‘gündem nedeniyle’ diziden çıkardı
TRT'den boykot çağrısı yapan oyuncu Aybüke Pusat’ın 'Teşkilat' dizisinden çıkarılmasının ardından oyuncu Boran Kuzum'un da TRT tabii’nin “Bir Ruh Macerası” dizisinin kadrosundan çıkarıldığı öğrenildi.
Birsen Altuntaş'ın haberine göre; TRT’nin dijital platformu Tabii için çekilecek dizinin 7 bölümünde yer alması planlanan Kuzum’a bugün “gündem nedeniyle” kendisiyle çalışamayacakları iletildi.
“Bir Ruh Macerası” dizisi Türk sinemasının ilk kadın senaristlerinden Ayşe Şasa’nın hikâyesini ele alıyor. Yapımcılığını Harmonie Yapım’ın üstlendiği, yönetmenliğini Osman Nail Doğan’ın yapacağı 10 bölümlük dizide Boran Kuzum, Şasa’nın ilk eşi, efsane yönetmen Atıf Yılmaz’ı canlandırmaya hazırlanıyordu. Deniz Baysal, Osman Sonant, Zafer Algöz, Saadet Işıl Aksoy’un rol alacağı dizinin çekimleri yarın başlayacaktı.
***
Boykota destek veren senaristin dizisi TRT platformundan kaldırıldı, oyuncu kadrodan çıkarıldı
TRT boykot çağrısını yapanları takibe aldı. RTÜK Başkanlığına soyunan TRT Genel Müdürü Zahid Sobacı bir dizinin "Tabii" platformundan kaldırıldığını, bir oyuncunun da kadrodan çıkarıldığını duyurdu.
TRT'de yayınlanan Teşkilat dizisinde rol alan oyuncu Aybüke Pusat bugünkü "tüketim boykotu" çağrılarına destek paylaşımı yapmıştı. Sosyal medyada Pusat'ı hedef gösteren paylaşımlar yapılmıştı.
Pusat'ın paylaşımına destek, TRT'nin Tabii platformu dizilerinden "Mevlana Celaleddin-i Rûmi"nin senaristi Ali Aydın'dan gelmişti.
Senarist Ali Aydın, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda "Şayet Teşkilat dizisindeki oyuncunun demokratik hakkını görmezden gelip, kimi kiralıkların tehdidiyle işinden ederseniz Tabii'nin en çok izlenen işlerinden birini de kütüphanenizden kaldırmak zorunda kalırsınız. Hatırlatmış olayım" dedi.
TRT Genel Müdürü, RTÜK Başkanı'na özendi
Bunun üzerine TRT Genel Müdürü Zahid Sobacı, Ali Aydın'ın paylaşımını alıntılayarak, "Yıllar önce gerçekleştirilen bir projede yer alan bu şahsın TRT ile hiçbir kurumsal bağı yoktur. Ancak, ülkemizin ekonomisini hedef alarak boykot çağrılarına alet olanlara da tehditle herkesi baskı altına alacağını sanan bu zehirli dile de TRT geçit vermemiştir; vermeyecektir" ifadelerini kullandı.
Ali Aydın'ın kaleme aldığı dizi, TRT'ye bağlı "Tabii" platformunun kütüphanesinden kaldırıldı.
'Zat-ı şahanelerinizin profesör titrine mi yanayım TRT'de yönetici olabilme talihsizliğinize mi?'
Bunun üzerine Aydın yeniden paylaşım yaptı. Sobacı'ya seslenen Aydın, "Vizyonsuzluğunuzu bu kadar aşikâr kıldığınız için size teşekkür ederim" dedi. Aydın'ın sert açıklamaları şöyle: "Zahit Bey Rumi isimli diziyi Tabii'nin kütüphanesinden kaldırdığını göğsünüzü gere gere belirtmişsiniz. Ve adımı anmamak gibi bir tercihte bulunarak bana kriminalize etmek amacıyla 'şahıs' demişsiniz. Zat-ı şahanelerinizin profesör titrine mi yanayım TRT gibi bir kuruma yönetici olabilme talihsizliğinize mi? Ben Rumi'yi sizden önce yazmaya başladım. Dolayısıyla sizin döneminizin projesi değildi. Bu sebeple hep görmezden geldiniz çünkü ne yapsanız proje anlamında çuvallıyor. Vizyonsuzluğunuzu bu kadar aşikar kıldığınız için size teşekkür ederim. Nefret tohumları ekmekteki maharetinizi ise size bırakıyorum.
Siz Zahit Bey, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına ait olan bir kurum üzerinden kendinizi var edemezsiniz. Deneyiminiz ve donanımızın TRT'yi yönetmeye yetecek seviyede olmadığını birlikte gördük.
'Sadece kılıç kalkan dizileri üretebilirsiniz'
Siz içerik üretecek bir kabiliyetten yoksun olduğunuz için sadece kılıç kalkan dizileri üretebilir ve kim olduğu üç aşağı beş yukarı belli olan kimi imtiyazlı yapımcıların karnını doyurabilirsiniz. O lokmaları ben istemem. Halkın parası sonuçta. Kolaylıklar diliyorum hepinize.
Sizin kültür dediğiniz şu sanırım: Nefret kusarak düşman yarat ve varlığını düşman yaratarak devam ettir. Oysa insan akleden bir varlık. Düşünebilirsin yani ama nasıl düşünüleceğini de bilmiyorsun. Değil mi?
'Görevinizin bittiği gün hatırlanmayacaksınız'
Siz kültür inşa edemezsiniz Zahit Bey çünkü nasıl inşa edileceğini bilmiyorsunuz. Sizden beklenen de bu idi ancak mümkün değil. İstediğiniz kadar görev verilsin size bu hiçbir şeyi değiştirmez. Görevinizin bittiği gün hatırlanmayacaksınız ya da hatırlanacak ancak üzerinde konuşulmaya değmeyecek biri olacaksınız. Beni çevrenizdekilere sorun muhakkak tanıyan çıkar, anlatsınlar çünkü hayatınız boyunca karşılaşabileceğiniz en inatçı insan olabilirim. Sizi size layık bir şekilde eleştireceğim!
'Hayatımda gördüğüm en başarısız TRT yöneticisi'
Zahit Sobacı'nın varlığıyla yokluğu bir benim için. Hayatımda gördüğüm en başarısız TRT yöneticisi. Üstelik biri ona TRT'nin yasalara bağlı bir kurum olduğunu ve genel sıfatıyla yasalara uymasının bir zorunluluk olduğunu ve keyfi olarak milyonlarca lira harcanmış bir içeriği kaldırarak yasalara aykırı davrandığını hatırlatsın.
X'te paylaştığınız iletiyi silmeyin lütfen olur mu? Orada kalsın. Kalsın ki bakıp bakıp onur duyayım!"
Aybike Pusat diziden çıkarıldı
Ali Aydın'ın dizisi yayından kaldırılırken, Aybike Pusat'ın da "Teşkilat" dizisi kadrosundan çıkarıldığı duyuruldu.
Haberi yine TRT Genel Müdürü Sobacı verdi.
X hesabından açıklama yapan Sobacı, "Teşkilat dizisinde rol alan bir oyuncunun paylaşımları TRT’nin kurumsal ilkeleri ile asla bağdaşmamaktadır. Teşkilat dizisi izleyicilerini de hayal kırıklığına uğratan paylaşımlar nedeniyle söz konusu kişi diziden çıkarılmıştır" diye yazdı.
Açıklamada kampanyanın "milleti kutuplaştırdığı" ifade edildi, çağrının "TRT ilkeleri ile yayıncılık anlayışına aykırı olduğu" öne sürüldü.
Pusat'ın boykot paylaşımı için "tutarsızlık ve hadsizlik" denirken, "Teşkilat dizisi izleyicilerini de hayal kırıklığına uğrattığı" öne sürüldü. Dizinin senaryosunun da değişeceği belirtildi.
***Gezi Parkı piyanisti Martello'nun Mehmet Ayvalıtaş Meydanı'ndaki konserine polis engeli
Piyanist Martello, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, “Polis piyano çalmamı engelliyor” dedi ve bir fotoğraf paylaştı. Mortello'nun gözaltına alındığı ortaya çıktı.(https://haber.sol.org.tr/haber/gezi-parki-piyanisti-martellonun-mehmet-ayvalitas-meydanindaki-konserine-polis-engeli-397223)
Gazze'de öldürülen gazeteci sayısı, modern tarih savaşlarında öldürülenlerin toplamını aştı
İsrail'in Ekim 2023'ten bu yana Gazze'de sürdürdüğü saldırı, ABD İç Savaşı, Dünya Savaşları, Kore Savaşı, Vietnam Savaşı, Yugoslavya savaşları ve 11 Eylül sonrası Afganistan savaşının toplamından daha fazla gazeteciyi öldürdü.(https://haber.sol.org.tr/haber/gazzede-oldurulen-gazeteci-sayisi-modern-tarih-savaslarinda-oldurulenlerin-toplamini-asti)
Eskiden hikâye derdik. Şimdi de diyoruz gerçi. Ama öykü de diyoruz. İkisini birlikte kullanıyoruz. İkisi arasında fark olduğunu söyleyenler çıkmıyor değil. İşin o yanına girmeyelim. Girsek de yeterince tartışamayız, hem benim konuya uzak oluşumdan hem de bunun salt bir edebiyat yazısı olmayışından. Yalnız, bir noktaya daha değinebiliriz sanırım. Öykü sözcüğü o kadar yerleşti ki, artık çocuklarımıza isim olarak bile koyuyoruz. Ben sadece kızlarımıza bu adın verilişine rastladım bugüne kadar. Erkek çocuklarımıza da “Öykü, oğlum!” diye sesleneceğimiz günler gelir belki. Neden olmasın?
Bir edebiyat ürününü konu edinse de eleştiri yazısı tanımına uygun olmayacak şimdi yazacaklarım. Onun yerine yeni bir öykü kitabı ile yazarının bazı özelliklerine değinirken alabildiğine serbest bırakılmış çağrışımların ardına takılacağım. Bu seçimin riski neyse onu da göze alarak…
Belli bir niteliğin üstündeki başvuru kitaplarında bir edebi tür olarak öykü ya da hikâyenin derli toplu özelliklerine ulaşmak mümkün. Daha çok romanla karşılaştırmalı olarak sunulan açıklamalardan, o karşılaştırmaya girmeden kısa bir derleme yapmak, kitaptaki öykülerin aşağı yukarı ortak yanlarına işaret etmek anlamına da gelecek.
En başta, öykünün, olayların nedenini arayıp elbette edebiyat ölçüleri içinde irdelemekten çok bir izlenimin etkisine yöneldiği söylenebilir. Bunu yaparken insan ve toplum yaşantılarının önemli, etkili, anlamlı anlarına bakmaya çalıştığı görülür. Denebilirse, öykü yazarı etkilendiği bir olayı ya da kişiyi belli bir vuruculukla anlatırken, genellikle, sözünü sınırlama, kısa bir anlatımın gücünden ya da çarpıcılığından yararlanma eğilimindedir. Bir öykü, hemen her zaman, tekil denebilecek bir özellik taşır; yaşayanın ya da anlatanın bilincinde oluşan bir izlenim olarak güç ve etkililik kazanır. Bu açıdan düşünüldüğünde, öykü yazarı, hayatın içindeki olaylara özenilmiş bir dikkatle bakan, bu dikkatle de önemli ya da en önemli olayları gören kişidir. Dolayısıyla, öykü genellikle belli bir öznellik taşır, belki de, öyle bir öznelliğin içine sıkışmış denebilecek bir izlenim bırakır. En sonunda, öykünün insan hayatından seçilmiş anların parça parça anlatımı olduğu söylenirse, önemli bir yanlışlık yapılmış sayılmaz.
Bu giriş notlarından sonra söz edeceğimiz öykü kitabına gelelim. Kitabın adı Hikâyesi Bir Türlü Bitmeyen Yazarın Istırapları1. Bu 18 öyküden oluşan kitaptaki öykülerden birinin başlığı aynı zamanda. Öykülerin yazarı Bülent Cengiz bir hekim ve hoca. Böyle deyince, siz gelin de o çok bilinen ya da benim öyle sandığım sözü hatırlamayın, “Tıbbiye’den her şey çıkar, hekimden gayri!” Nereden kaynaklandığını bilmem, ama bundan daha büyük bir haksızlık olur mu diye sormadan edemiyorum. İlk gençliğimde mi demeli, çocukluktan gençliğe geçerken mi demeli, sonradan tıpkı Bülent Cengiz gibi bir hekim ve üniversite profesörü olan bir ağabeyim vardı, daha önce de yazmışımdır, bana tiyatro ve solculuk konusunda ilk dersleri verendir. Belleğim beni yanıltmıyorsa onun emekli subay olan babası oğlu için “Doktor olsun diye Tıbbiye’ye gönderdik, o gitti tiyatrocu oldu” dermiş. “Görkemli altmışlar”ın tam ortasında güzelim Çanakkale’deki günlerimizde Üstün Korugan ağabeyimiz üniversite biz de lise öğrencisiydik, üstelik o Tıbbiye’de okuyarak önce tiyatrocu sonra da hekim oldu, umutsuzluğa kapılmış babası haksızlık ettiğini görecek kadar yaşamış mıdır, bilmem. Ben de, üniversitedeki hocalarım Rona Aybay ve Oya Köymen ile birlikte üçünün, 12 Eylül istibdadının “1402’likleri” olarak çektirdikleri fotoğrafa gazetede rastlayıncaya kadar “aynı kaderi” paylaştıklarından habersizdim. Üstün Ağabey ile ilgili habersizliğim sürdü ne yazık, olup olacağı o gazete fotoğrafı. Hayatın acımasız hayhuyu işte, elden ne gelir desem, melodram havası çok mu ağır basar acaba?
Neyse, bu konular açılınca sözü oralara getirmeden edemiyorum. İlköğretmen önemlidir her zaman, ondan olmalı. Yeniden öykülere dönelim.
Cengiz’in öyküleri, hayatın içinden seçtiği insanların kimileri çok sıradan kimileri oldukça sıra dışı ilişkilerini anlatıyor. Kendileriyle, yakın uzak çevreleriyle... Öykü türünün özelliklerine uygun olarak, önemli ya da önemlilik ölçütü okuyucuya pek inandırıcı görünmeyen “an”lara dokunuşlarla…
Bunların hepsi bütünleştirici bir yaklaşımla harmanlansa, bazıları da elense, kapsamlı bir roman ortaya çıkabilir mi diye düşündüm okurken. Sonradan, böyle bir bakışın öykücüyü ille de romana doğru zorlamak olabileceğini sandığım için bu düşünceden uzaklaştım. Öyle ya, öykü türü neden romanların öncesinde bir hazırlık dönemi olsun!
Buradaki öyküler, tümünü kapsama çabasına girmeden yazarsam, küçük bir kasabada müdüründen fırça yediği için yazması gereken resmi yazıyı yeniden yazarken yan binadaki genç kızı gözetleyen bir memuru; sabah mesaisine yeni başlamış bir kasiyer kızın çalıştığı marketteki ilk anlarını; yaşlı bir adamın karısının ölümünden sonraki kedisi ile geçirdiği ilk yılbaşı gününü; yeni aldığı iki öküzü kaybolan bir adamın çaresizliğini; sevgilisi tarafından terk edildiğini yeni anlayabilmiş bir tıbbiyelinin karmakarışık saatlerini; kadın öğretmenlerinin kendilerini sevmediği saptamasını yaptıktan sonra okul müdürüne şikâyete giden iki çocuğun hallerini; aldatılma ile yapay zekânın oyununa gelme arasında kalmış bir karı kocanın durumunu; ne yazacağına da ne yapacağına da karar veremeyen bir yazarın birkaç gün içinde başından geçenleri anlatıyor.
Bütün bunların ve buraya aktarmadıklarımın benim için olduğu kadar başka birçok okuyucu için de ilginç olduğunu söylemeliyim. Ama, hemen aklıma gelenlerin bazılarını sıralarsam, “evden çalışan” bir emekçinin bir günü de; aynı emekçinin işyerinde öteki emekçilerle birlikte çalıştığı zamanları hatırlayışı da; varsa hâlâ işyerinde çalışanlar ve öteki “evden çalışanlar” ile ilişkileri de; hepsinden farklı bir örnek olarak, dini bütün bir ihtiyar ile ilk din eğitimini vermeye çabaladığı küçük torunu arasındaki sevgi ve çatışmanın hiç eksik olmadığı bağlar da en az onlar kadar ilgimi çekerdi.
Şimdi böyle yazınca, yazara ileriki günlere ilişkin bir ödev verme durumuna düşmüyorum, umarım.2 Ancak, yazarlar ne yazacaklarını seçmekte ne kadar özgür iseler okurlar da neler okumak istediklerini söylemekte o kadar özgür olmalıdırlar. Şu son cümleyi, biraz düzeltip çeki düzen verdikten sonra, Türkiye Yazarlar Evi’nin kapısına ya da içeride görünür bir yere asmak iyi bir düşünce olabilir. Henüz öyle bir örgüt ve mekân yok, farkındayım elbette. Ama ileride merkezi ve birçok şubesi ile birlikte öyle bir örgütümüz olacak. Bu umudu yitirsem, yazı yazmakla falan hiç uğraşmazdım.
Şimdilik son sözümü yazarken Nurullah Ataç’tan kopya çekeceğim. Tam da kopya sayılmaz; çünkü onun yazdığının bende bıraktığı kumarbaz ağzı izleniminden uzak durmaya çalışacağım. Bakalım işe yarayacak mı?
Ataç, sonraki yıllarda ülkemizin sevilen şairleri arasına giren, bence de has bir şair olan Turgut Uyar’ın ikinci kitabı Türkiyem için 1952’de yazdığı önsözü şöyle bitirmiş:
“Bilmem yanılıyor muyum Turgut Uyar’ı iyi bir şair saymakla? Hiç sanmıyorum. Ne olursa olsun, onun için atıyorum zarımı. Övünerek söyleyeyim, şairler için attığım zar, şimdiye kadar çoğu iyi geldi, doğru seçtiğimi gösterdi. Turgut Uyar için de iyi geleceğinden hiç şüphe etmiyorum.”
Üstadın sözünü sakınmayan ve kavgacı yönleri hep söylenmiştir. Buradaki “hiç şüphe etmiyorum” ise bana aşırı özgüvenli görünüyor. Hayır, Turgut Uyar’ın iyi bir şair olduğuna pek çok okurla birlikte ben de katılıyorum. Sorun orada değil. Bu önsözün şairin daha ikinci kitabının başında yer aldığını biliyoruz. Demek, üstat ileriye dönük bir kestirimde bulunurken herhangi bir şüphesi yok. Oysa, zar attığını da söylemiş. Zarın kaç geleceğinden bu kadar emin olmak, ancak zar tutmakla mümkün olabilir. Demek istediğim, durum biraz karışık.
Oysa, bana sorulacak olursa, hiç zar falan atmadan, Bülent Cengiz iyi bir öykücü şimdiden. Yazmayı sürdürür mü, bilinmez. Sürdürürse, yazarlığını geliştirir ve daha birçok güzel öykü okuma şansımız olur. Sürdürmezse, elimizdekilerle ve henüz kitaplaştırılmamış olanlarla yetiniriz. Bu da hiç iyi değil; çünkü, var olanla yetinmek git gide kişiliğimizin bir parçasına dönüşüyor.
-----
1KKM Yayınları, Ankara, Şubat 2025.
2Yine de yazara bir önerim olacak. Öğrendiğim kadarıyla bir yanlış hesaplama yüzünden kitabın basımında gereksiz bir acelecilik olmuş ve düzelti işinde sıkıntı ortaya çıkmış. Sonuç olarak da benim gibi kıdemli bir düzeltmeni rahatsız etmemesi imkânsız hatalar olmuş. Kitabın yeni baskısında bunların giderilmesi gerekir.
soL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder