T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Ağustos 2025-

Çocukların gözyaşlarına yenileceksiniz, sonunuz onlar olacak!-Tuğçe Tatari-

Aç, açıkta bıraktığınız çocukların gözyaşlarına, mide ağrılarına yenileceksiniz! Okula beslenme çantası götüremeyen, bir elma, bir kek götüremeyen o çocuklar sizi alaşağı edecek… Çocukların,  yaşadıkları bu cehennemin sorumlusunu anlayacak kadar büyümesini bekleyin. Sizin sonunuz onlar olacak!


Bir kitap çalışması nedeniyle bir süredir gençlik hayalleri, gençken hayattan beklediklerimiz ve gerçekleştirebildiklerimiz üzerine çok yoğun düşünüyorum.

Kendi gençliğim ve şimdinin gençliği arasındaki farkları anlamaya çalışıyorum. İçine doğduğumuz ülke aynı olsa da aradan geçen yıllarda özellikle de sosyo ekonomik anlamda yaşanan değişim ve elbette 23 yıldır aktif olarak yürütülen politikalar -siyaset her şeydir- Türkiye’yi Ortadoğu’ya daha yakın yeni bir ülke olarak konumlandırdı.

Gençleri anlamaya çalışırken aslında yine ülkeyi anlamaya çalıştığımız bir çabalama hâli…

Kendimi sık sık “bu ülkenin, gençlerine koca bir gençlik borcu var” derken buluyorum. Ama gençtir, gücü kuvveti ve en önemlisi de ateşi kendi içindedir, mücadeleyi kazanma veya en azından ayakta kalma şansı vardır.

Gençlik üzerine çalışırken ellerinden alınan hakları, özgürlükleri, imkânları, şansları düşünüp öfkeleniyor insan. Gazetecilik için biraz da duygularla araya mesafe koymak gerekir. Objektif olabilmek yaşamsaldır bizim meslekte ve önde gelen şartı mesafedir. Mesafeyi yitirirsen direkt taraf olursun. Konu gençlerden çocuklara döndüğünde, direksiyonda meseleleri anlamaya çalışan serin gazeteciler yoktur artık. Çünkü duyguları esas altüst eden, hepimizi güçsüz kılan konudur çocuklar. Çünkü çocuğun elinden alınan her hak çocuğa karşı işlenmiş bir suç, bir ihlaldir de aynı zamanda.

Misal çocukların yaşadığı hak ihlallerine karşı çalışırken soğukkanlı kalmak da konuyla arana mesafe koymak da oldukça güçtür.

İnsan olmanın korunmaya, kollanmaya ve bakıma ihtiyaç duyan hâlidir çocukluk. Ve çocukların bu kadar mutsuz, bu kadar imkânsız, bu kadar kısır bir yaşama mahkûm edilmesi de kabul edilemez. “Bir toplumun kendi çocuklarına nasıl davrandığı, onun kişiliğini en açık biçimde gösterir” demiş Mandela… Bu sözü aklımızın bir kenarında tutarak devam edelim okumaya lütfen.

Geçtiğimiz günlerde TÜİK çocuk yoksulluğuna dair yapılan çalışmaların sonucunu yayımlamış.

Temel yaşamsal ihtiyaçlar olan gıda, giyim, barınma konularına yoğunlaşılmış çalışmada.

Sonuçlara göre, Türkiye’de çocukların yüzde 9,4’ünün 2. ayakkabısı yok, hatta bazısının hiç ayakkabısı yok!

Her 10 çocuktan biri kıyafet ihtiyacını gideremiyor.

Derin yoksulluk ağı kurucusu Hacer Fogo, Açık Alan Derneği Yönetim Kurulu üyesi Melek Bahat ve Derin Yoksulluk Ağı Koordinatörü Önder Uçar konuya dair bir dosya hazırlayan muziryayin‘a konuşmuş. Ve bu ekonomik krizin aslında en çok da çocukları yaraladığını net bir biçimde ortaya koymuşlar.

Kıyafetleri, düzgün bir ayakkabısı olmadığı için okulda zorbalanan ve okula gitmeye utandığını anlatan çocuklar bir yana, ihtiyacı kadar gıdaya ulaşamayan ve yeterince beslenemeyen çocuklar var. Beslenme çantasını dolduramayan, okula yemek götüremeyen çocukların ‘beslenme saatleri’ni bahçede dolaşarak geçirdiğini ve bunun büyük bir travma olduğunu anlatıyorlar.

Çocuklar hak ihlalleri arasında büyüyüp genç birer birey olmaya çalışıyor. 

Doğuştan dezavantajlı pozisyonuna giren bu çocuklar gıda, barınma, sağlık, hijyen ve eğitim alanı başta olmak üzere hak ihlalleri yaşıyor. Yeteri kadar gıdaya ulaşamayan çocuklarda gelişimsel bazı sorunlar da meydana geliyor, bunların en başında da ‘bodurluk’ geliyor.

Yazının başına dönersek, şimdi çalıştığımız, avantajsızlıklarını ele almaya çalıştığımız gençlik, 2025’in çocuklarına nazaran daha iyi koşullarda bir çocukluk geçirmiş.

Bu çocuklar büyüyebilirlerse, hayata karışabilir ve tutunabilirlerse – ki burada da fırsat eşitsizliği kapanı var- muazzam öfkeli ve kızgın bir gençlik yolda demektir.

Çocukluğunu utanarak geçiren çocuk bu yaşadıklarına sebep olan adresin devlet ve işleyişi olduğunu elbette bir gün anlayacak, gelir dağılımındaki eşitsizliğe uyanacak, o 79 vergi rekortmeninin hangi korkularla rekortmen listesindeki isimlerini sakladıklarına ayılacak, işte o gün sakatladığınız bu çocuklara hesap vereceksiniz.

Onları aç bırakırken kurduğunuz sarayları, bir ayakkabısı dahi yokken iktidar sahiplerinin ve ailelerinin harcadığı miktarları öğrenecekler elbette. Mevcut iktidardan kimsenin soramadığı hesabı işte onlar soracak. Aç, açıkta bıraktığınız bu çocukların göz yaşlarına, mide ağrılarına yenileceksiniz! Okula beslenme çantası götüremeyen, bir elma, bir kek götüremeyen o çocuklar sizi alaşağı edecek.

Tüm ilkokul yıllarını fazlaca semirtilmiş seçkin azınlık akranlarının zorbalığıyla geçiren o çocukların bu yaşadıkları cehennemin sorumlusunu anlayacak kadar büyümesini bekleyin.

Sizin sonunuz onlar olacak!

Bizler de mevzu çocuk olunca, yatağında aç uyumaya çalışan tek bir çocuk için bile acı çekeceğiz, kıvranacağız ve kim bilir belki de o çocuklardan önce biz kalkacağız ayağa bir gün ve yeter diyeceğiz. Artık YETER!

                                                        /././

Şeref kavramı, Joseph Fouché örneği ve ikiyüzlülüğün sıradanlaşması -Sami Selçuk-

Unutmayalım, “Dünya,” demişti Napoléon, “kötü insanların şirretinden değil, iyi insanların susmalarından, sessiz kalmalarından acı çekmektedir.” Hiçbir hukukçunun, taşıdığı hukukçu yurttaş ve bilim sorumluluğuyla ülkemizde yaşanan hukuk dışılıklara sessiz kalma hakkı yoktur. Olamaz da...

Joseph Fouché

                                                                            Joseph Fouché

Ülkemizde sık sık yaşanan ve bireyselliği aşıp topluma da yansıyan bazı olayları, “işlevsel açıklamalar”la ya da bir tür indirgemecilik olan “metodolojik bireycilik”le gün ışığına çıkarmak çok güçtür.

Çünkü yaşananlar, genelleştirilemeyecek biçimde bizim insanımıza ve toplumumuza özgüdür; çağdışılığın ve yavanlığın yansımalarıdır. 

Nitekim T24’te yayımlanan Hukuk Düzeninde Geldiğimiz Nokta (14 Ağustos 2025) başlıklı yazımda toplumumuzda yaygın ve kınanası bir ahlak dışılığa 1960 darbesiyle birlikte tanık olduğumuzdan söz etmiş ve gerçekten, demiştim, bu darbeden bir gün önce Yedek Subay Okulu’nda dışarı çıkmamıza bizlere hakaretler ederek, üstüne üstelik iktidarı savunarak bir dakika dahi izin vermeyen subayların hemen hepsinin, darbe olduğu gün ülkeyi kurtaran birer kahraman kesilerek düşürülen iktidara sövdüklerine tanık olmuş ve şu tanıda bulunmuştum: İkiyüzlülüğün sıradanlaşması ve yaygınlaşması.

Yıllarca sonra bugünlerde bu yazının yayımlanmasından 24 saat bile geçmeden bütün Türkiye halkı, iktidardan yana olanları bile tiksindiren, yüzleri kızartan bir olaya tanık olmuştu.

Ayrıca olay, sadece tiksinti verici değil; iktidar ve muhalefet için, kişilik ve ahlak anlayışımız açısından son derece düşündürücüydü.

Çünkü uzun süre bir partisini milletvekili ve belediye başkanı olarak temsil eden bir bayan, veriler göre kendi partisinin iktidara koştuğu ileri sürülen, bu yüzden de hiç umulmadık bir zamanda iktidar partisine geçmişti. Basın, bu geçişin kişisel yararlardan kaynaklandığını yazıyordu.

Vaktiyle aynı kişinin iktidar partisi ve başı için söylediklerini düşününce, bu geçişin gerekçesi ne olursa olsun, herkes şaşırmıştı buna. Olasılıkla iktidar partisinde olanlar bile.

 Hatta geçtiği partinin başkanı bile şaşkındı. Televizyon kanallarında parti değiştiren milletvekiline ve belediye başkanına bakışından belliydi, bu.

Ancak ben, hiç şaşırmadım. Çünkü çok yaşadım bu türden ilkesizlik örneklerini.

Unutulmamalıdır ki, tarihte her dönemin adamı olanlar vardır.

Sözgelimi, ééon’un yalancılığıyla ünlü Dışişleri Bakanı Talleyrand (1754-1838) bunlardan biridir. Napoléon’un “Siz ipek çorabımda bir pisliksiniz (kaka)” diyerek onu küçümsemesi ve aşağılaması, yalnızca tarihlere değil, sözlüklere bile geçmiştir (Örneğin, Robert, Paul, Dictionnaire Alphabétiqe et Analogique de la Langue Française, Paris, 1973, s. 1073). Çünkü Talleryand, söylediklerinin tersi bile yalan olduğuna inanılan bir bakandır. Bu yüzden Avusturya Başbakanı Metternich (1773-1859), “Talleyand ölmüş”’ dediklerinde verdiği yanıt çok anlamlı, bu yüzden de çok ünlüdür: “Mutlaka yine bir hesabı vardır.”   

Dönemin bakanlarından Joseph Fouché ise, ikiyüzlülüğüyle bu tabloyu tamamlamıştır. Bu yüzden François-René de Chateaubriand (1768-1848), İmparatorun yanına girerken Talleyrand ile Fouché’nin çıktıklarını görünce, “Ben içeri girerken yalancılık ile ikiyüzlülük, İmparatorun yanından kol kola çıkıyorlardı” diye yazmıştır, unutulamaz yapıtında.

Fransız ihtilali döneminin ve hemen sonrasında bütün güç odaklarında yer alan ikiyüzlü, yasaların ve insanlığın “kalleş” diyerek andığı Brutus’un öz kardeşi Joseph Fouché’yi (1759-1820), Fransa’da herkes bilir.

O, 1789 États généraux’nun özgürlükçü ve ılımlı “Jirondin”ler ile Robespierre’in önderliğindeki cumhuriyetçi ve köktenci radikal “Jakoben”ler çatışmasında bu berikilerin yanında yer almış; Fransız Devriminin Terör Dönemi’nde (1793 ve 1794 yılları), 16 bin ila 40 bin kişiyi giyotine göndermiş, Valmy zaferinden sonra Eylül 1792'de Cumhuriyetin ilanında ve 1793'te Kral Louis XVI, ardından Kraliçe Marie-Antoinette’in ölüm cezalarının yerine getirilmesinde rol almış biridir.

Joseph Fouché, şaşıracaksınız, ama aslında papaz okullarında yetişmiş bir öğretmendir. O, 1792'de milletvekili olmuş, ceketinin cebine bir gün önce koyduğu ve kralın “affı”nı isteyeceği yazısıyla kürsüye çıkmışsa da, sonucun Jakobenlerin istediği doğrultuda çıkacağını kestirince bir çırpıda saf değiştirmiş “La Morte” (ölüm) diye haykırarak oy kullanmıştır. Kral yanlısı ayaklanmalar karşısında kanla temizleme eylemlerinde bulunmuş, Lyon'da 1.600 kişiye ölüm cezası verilmesini sağlamış, bu yüzden kendisine “Lyon Kasabı” denmiş, daha önceleri desteklediği Robespierre'in yönetimden uzaklaştırılmasını sağlamış, 1799'da Konvansiyon Başkanı P. Barras'ın yardımıyla polis örgütünün başına geçirilmiş, oluşturduğu geniş ajan ve muhbir ağını Napoléon'un hizmetine sunmuş, örgütünü kendi çıkarları için kullanmış, 1809'da Otranto Dükü olmuştur.

Joseph Fouché’yi en iyi anlatan yazar, kuşkusuz Stefan Zweig’dır (1881-1942). Ona göre, Fouché demek, politik rüzgârın yönünü kestirme, çıkarcılık, döneklik, ikiyüzlülük, güçlünün kim olduğunu kestirmek, kısaca Makyavelcilik demektir.

Özetle Joseph Fouché, Fransız Devrimi’nin en kanlı günlerinde siyaset rüzgârı yön değiştirince, infazları bile durduran, Jakobenlerin üzerine giden ve iz bırakmamak için idamları gerçekleştiren cellatları bile öldürten, sıradan bir din adamı iken devrimcilere katılıp kiliseleri yakan, rahipleri giyotine gönderen, yakın dostu Robespierre’in ilkin yanında, sonra da onu giyotine gönderenlerin yanında yer alan, kendisini var gücüyle Napoléon’un yükselmesine adayan, Waterloo yenilgisinden sonra Kral XVIII. Louis’ye sığınıp bir bakanlık bile kapan, yeri geldiğinde komünistlerin ve ateistlerin en azılısı olan, Napoléon yükseldiğinde cumhuriyetçi gömleğini çıkarıp monarşist olan, yenildiğinde ise Kral XVIII. Louis’ye  sığınıp karşısına çıkan bir hain, Napoléon Elbe’den kaçınca yeniden onun hizmetine giren, Waterloo yenilgisi üzerine önce, kendisi için “tanıdığım en kusursuz dönek”diyen Napoléon’a, daha sonra da  Krala, en sonunda da İtalya’ya sığınan, ateist olmasına rağmen ölümünden önce rahip çağırarak kutsal yağla kutsanmasını isteyen, özetle Stefan Zweig’ın dediği gibi, “İhanet etmeye o kadar alışmış ki, sonunda ihanet edecek birini bulamayınca kendine ihanet eden,” yeri geldiğinde komünist olup soyluların mallarını yağmalayan ve sonra da Fransa’nın en zengin ikinci adamı olan, tarihin gördüğü en güvenilmez, tiksindirici bir kalleştir.

Özetle o, tarihin gördüğü en çirkin bir ikiyüzlülük oyuncusu alçak, Zweig’ın anlatımıyla bir “ihanet dâhisi”dir.

Hiçbir zaman asla yenilenlerin, yitirenlerin yanında yer alacak kadar mert biri olmamıştır, olamamıştır.

Ülkemize gelince, son yıllarda Türkiye’miz de, ne yazıktır ki, ''Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan'' diyen Pir Sultan Abdal yoldaşlarının ülkesi olmaktan çıkmış, Fouché’lerin ülkelerine dönüşmeye başlamıştır.  

Oysa bildiğimce, yaratıcıdır, Türk insanı. “Yaratıcı ise, haz uğruna çalışan biri değildir. Mutlaka ihtiyaç duyduğu şeyi yaratır” (Deleuze).

Öte yandan “Ağır ağır ölür şereflerini (özsaygıların)ı ağır ağır yok edenler” demişti, bir şiirinde Pablo Neruda.

Elbette doğru bir belirlemeydi, bu.

Bu yüzden ister iktidarda, ister muhalefette olsunlar, ülkemizi yönetenler, attıkları her adımda halkımızın en küçük kesimini bile dışlayamazlar. Nitekim bu nedenlerle bütün demokrasilerde olduğu gibi krallar, özellikle de cumhurbaşkanları, böyle bir anlayışla yansız ve nesnel (objektif) davranacakları konusunda insanı insan yapan ve kimilerince saygı gösterilmeyen birine bile saygıyı zorladığı için insanı öbür canlılardan ayıran “ŞEREF” (özsaygı, onur, amour propre, amor proprio, auto estima) değeri ve bu değeri yönettiği halk için güvence kılarak “laiklik” üzerine ant içerler.

Şunu da hiç kimse unutmamalı: Anasından doğan her İNSAN için Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrası şöyle demektedir: İnsanın şerefine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.

Hukukta bu kuralın adı, “sonsuzluk, ebedilik kuralı”dır (Rüthers, Bernd / Fischer, Christian / Birk, Axel, [Doğan, İlyas / Aldudak, Rukiye / Eyman, Aydın], Hukuk Teorisi, Ankara, 2020, s. 363). Çünkü bu madde, insanlığın yüz karası Hitler çılgınlığıyla her Alman’ın şerefini, insanlığını yerle bir eden, vicdanları yıkanamaz duruma getirerek kusturan Polonya’daki Trebilinka, İspanya’daki Auschwitz, Yunanistan’daki Haydari alçaklıkları gerçeğinden esinlenmiştir. Bu nedenle söz konusu madde, özünde Yaşar Kemal’in dediği gibi, dört kitapta bile asla yeri olmayan yıkım ve alçaklıklara bundan böyle hiçbir insanın destek olmamasını, olursa o destekçilerin üstüne gidilmesini buyuran bir hükümdür.

Tam bu noktada bir ayraç açmakta yarar vardır.

Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insan yaratmıştır. O değerlerin başında gelen "şeref," yineleme pahasına belirtelim ki, AİHM'nin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında en yüksek değer olarak benimsenmiştir. Zira şeref, her hukuk öznesinin tinsel bütünlüğünü anlatan, bu bütünlük hakkında kendisinin ve başkalarının düşüncelerini, değer yargılarını sergileyen toplumsal bir kavramdır

Arapçadan aldığımız "şeref" sözcüğü ve kavramı üzerine hem Arap ve hem de batılı düşünürler çok eğilmişlerdir.

Arapçada şeref, bir kimseye gösterilen saygının dayandığı tinsel (manevi) yücelik, ululuk; erdem, yüreklilik vb. üstün niteliklerle kazanılmış ün; övünülecek durum gibi anlamlara gelmektedir. Şeref, kişinin kendi öz nitelikleri ve erdemleriyle ilgili ise "şeref-i zâtî"; konum ve rütbesiyle ilgili ise "şeref-i ârizî" ya da "şeref-i izâfî" olarak adlandırılmıştır. Bundan başka sözgelimi, "şeref-ül mekân bi'l-mekin" sözünün anlamı ve insanlara ulaştırdığı ileti çok düşündürücüdür: "Oturulan yer, şerefini orada oturandan alır" (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Ankara, 1986, s. 1186; Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, 2006, III, s. 2937).

Bu yaklaşımlar elbette bütün toplumlarıda geçerlidir. Gerçekten her toplumda, özellikle de Batı toplumlarında geçerli olan hukuk düzeninin dışında ahlak anlayışının da odağında yer alan "şeref" kavramının kökleri ve kaynakları, Eski Yunan felsefesine değin uzanmaktadır. Eski Yunan'ın kent devletlerinde toplumsal konumla ilgili olarak şerefli duruş, soylulara özgü en yüce değer sayılmıştır (Taner Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, İstanbul, 2011, s. 18).

Bu nedenlerle "Sorgulanıp eleştirilmeyen yaşam, yaşanmaya değmez" diyen; insanı, kendisine ve başkalarına akılcı bir soru sorulduğunda akılcı yanıtlar verebilen "sorumlu" bir varlık, bir ahlak ve hukuk öznesi olarak algılayan Sokrates (Ernst Cassirer, (Necla Arat), İnsan Üstüne Bir Deneme, İstanbul, 1997, s. 20), ilkelerinden ve şerefinden asla hiç ödün vermemiş; ölüm cezasına hüküm giydiği zaman bile, yargılamanın adil olmadığına inanmasına karşın, devletin yasalarına uymak gerektiğini belirterek, kendisine verilen baldıran ağısını duraksamadan içmiştir.

Ayraç içinde belirtmek gerekir ki, Melih Cevdet Anday, "Felsefe" sözcüğünün Yunanca "sevgi" (philia) ve "bilgi/bilgelik" (sophia) sözcüklerinin birleşmesinden oluştuğu, "bilgi/bilgelik sevgisi" demek olan ve Türkçede bu anlamda kullanılan "felsefe" ya da "filozofi" (philosophie) sözcüklerinin doğru olduğu; buna karşılık düşünür, felsefeci anlamında kullanılıp, "z" harfiyle yazılan "filozof" sözcüğünün doğru olmadığı, zira Yunanca "zophus" sözcüğü "karanlık" anlamına geldiği için filozof sözcüğünün zorunlu olarak "karanlık seven, karanlık sever" anlamına geleceği, "bilgi seven, bilge sever" anlamına gelmeyeceği, dolayısıyla "filosof" olarak yazılması gerektiğini, haklı olarak, ileri sürmüştür (Melih Cevdet Anday, En Önemli İş, Cumhuriyet, 30 Eylül 1994).

Ayracı kapatıp konumuza dönelim ve şu olay asla unutmayalım: İmparator Neron'a suikast düzenlediği iddiasıyla yargılanıp ölüm cezasına çarptırıldığı zaman kendisine cezanın yerine getirilme biçimini seçme olanağı tanınması, ancak vasiyetnamesini yazması için zaman verilmemesi üzerine, son anında yanında bulunan eşine ve çocuklarına dönerek "Üzülmeyin, size akçalı zenginliklerden daha değerli bir şey bırakıyorum: Şerefli ve erdemli bir yaşam" demiştir (Cemal Yıldırım, Bilimsel Düşünme Yöntemi, Ankara, 2008, s. 341).

Aynı nedenlerle pusu kurma, arkadan vurma, kalleşlik gibi yöntemler ve kurnazlıklar, insanın kendisine saygısızlık (haysiyetsizlik), şerefsizlik sayılarak Batı tarihinde en büyük kınamaların konusu olmuş ve Batı hukukunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında şeref, insan saygınlığı (dignité humaine), "temel ilke" (principe matriciel) olarak benimsenmiştir (Jean François Renucci, Droit européen des droits de l'homme, Paris, 2001, s.1).

Ayrıca unutulmamak gerekir ki, şeref kavramı, Batı'da "yaşam değeri" ya da "yaşam hakkı"yla özdeş düzeyde sayılmıştır. Bu yüzden düello, yüzyıllarca şerefi kurtarmanın bir yöntemi olarak benimsenip kurumlaşmıştır. Bilindiği üzere düello, iki kişi arasında toplum önünde şerefi kurtarmak amacıyla belli kurallar çerçevesinde öldürücü silahlarla yapılan bir dövüştür. Batıda düellonun suç olarak benimsenmesi ve yasaklanması çok sonraları olmuştur. Sözgelimi, düello Fransa'da 1547'de, İngiltere'de 1819'da yasaklanmıştır. Ancak bu yasağa karşın düelloya daha sonraki dönemlerde de rastlanmaktadır. Düelloya kurban giden ünlüler arasında, 1832'de henüz 21 yaşında iken öldürülen ve kendi adıyla anılan bir kuramın sahibi Matematikçi Evariste Galois; 1841'de 27 yaşında iken öldürülen Rus yazarı Lermontov; 1857'de 49 yaşında iken öldürülen Rus yazarı ve ozanı Puşkin de bulunmaktadır.

Şerefli olmanın, mertliğin ve erdemin simgesi ve yansıması olarak görülen düello, Batının ahlaka yaklaşımı doğrultusunda uzun süre uygulamada kalırken, yukarıda da belirtildiği üzere, beynin bencil düşünmesinin ürünü ve dolayısıyla özünde ahlaksızlığın bir izdüşümü sayılan kurnazlık, kalleşlik, ahlaka aykırı görülmüş, hiçbir zaman bağışlanmamıştır. Bunun en çarpıcı örneği, Sezar'ı MÖ 44 yılında kalleşçe öldüren Brutus'tur. Tarih, acımasız, eli kanlı, buyurgan Sezar'ı bağışlamış, ama kalleş ve kurnaz Brutus'u asla bağışlamamıştır.

Bu konuda bir başka örnek de şudur: ABD tarihinde yağma, tren soygunları ve sayısız insanı öldürme gibi birçok suç işleyen ünlü haydut Jesse James, duvarda asılı tablonun tozunu almak ve eğriliğini düzeltmek amacıyla sandalyeye çıktığı sırada, başına konan ödülü almak için bu fırsatı kaçırmayan arkadaşı Robert Ford tarafından 3 Nisan 1882 tarihinde arkadan silahla vurularak kalleşçe öldürüldüğü zaman, Amerikan toplumunun tepkisi, yine bu ahlak anlayışı doğrultusunda olmuştur. İnsanları acımasızca öldüren, soygunlar yapan, devletçe başına ödüller konan haydudun bu biçimde öldürülmesini Amerikan halkı, mertçe ve insanca bulmadığından asla sevinememiş; Robert Ford'u da bu yüzden bağışlanamaz bir şeref ve ahlak yoksunu olarak görmüş, onu yıllarca kınayıp durmuştur.

Buna karşılık Jesse James, Amerikan tarihinde efsaneleşmiş, hakkında kitaplar yazılmış, yaşamı yirmileri bulan filmlere konu olmuştur.

Bu açıdan Adorno'nun 7 Mayıs 1963'te ahlak felsefesi üzerine verdiği ilk dersinde söylediği şu sözler çok düşündürücüdür: "…kafanıza taş atacaksam bunu en baştan söylemiş olmam, size ekmek dağıtacakmışım gibi bir yanılsama yaratmaktan daha iyidir" (Ahlak Felsefesinin Sorunları, Hazırlayan Thomas Schröder, (Tuncay Birkan), İstanbul, 2012, s. 12).

Sanırım bütün bu sözler, kurnazlığın, ikiyüzlülüğün, arkadan vurmanın bencilce bir ahlaksızlık olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Oysa Doğu toplumlarında ve, ne yazık ki, bizde kurnazlık, zekânın bir göstergesi, övünülesi bir duruştur. İnceleyiniz. Doğu toplumlarının saraylarında sultanları, padişahları nabza göre şerbet vererek dinlendiren dalkavuklar, soytarılar vardır. Batı toplumlarında tekil anlatımla soytarılık diye bir mesleğin bulunup bulunmadığını ben bilmiyorum. Ama şunu iyi biliyorum: Başkan Einsenhower, Beyaz Saray'da dönemin üç büyük düşünürünü, kendi başarılarını övmeleri, yaltaklık etmeleri için değil, her sabah bir gün önce hangi yanlışları yaptığını söylemeleri için görevlendirmişti.

İşte bu Batı anlayışına göre, kaynak yasalarda "kalleşçe, arkadan vurmak suretiyle" (İtalyanca brutalità, Fransızca brutalité) anlamlarına gelen sözcük, bir hukuk kavramına dönüşmüş, Türkçe yasalara "canavarca duyguyla" olarak aktarılmıştır. Haksızlık içeriği ağır olduğundan işte bu kalleşçe insan öldürme, sıradan insan öldürmeden daha ağır sayılmış ve nitelikli insan öldürme suçu olarak birçok yasada ve Batı'dan aktarılan bizim Türk ceza yasalarında yerini almıştır (TCY, m. 82[1]b, Eski TCY, m. 450/3, İtalyan 1889 CY, m. 366/3, İtalyan 1930 CY m. 577/4, [61/1], Fransız 1810 CY, m. 303. Ayrıntılı bilgi için bk. Sami Selçuk, Adalet ve Yaşayan Hukuk, Ankara, 2009, s. 415 vd.).

Bu arada belirtelim ki, Schopenhauer'ın "Şeref kavramının doğu toplumlarında hiçbir değeri ve anlamı yoktur" biçimindeki değerlendirmesi elbette çok acımasızdır.

Ancak doğru ise, o kadar da çok düşündürücüdür.

Yine düşündürücü olan bir başka nokta da, Arapça üst bir kavram olan şeref sözcüğünün Türkçede tam karşılığının büyük olasılıkla bulunmamasıdır. Belki ulaşamadığımız kaynaklarda ya da tarama sözlüklerinde vardır. Bulan olursa kendimizi ona borçlu sayarız. Eğer yoksa unutmayalım ki, bu sözcüğün karşılığı olarak kullanılan "onur" sözcüğü, Türk diline İtalyancası "onore" olan Fransızca "honneur" (İngilizce ve İspanyolca honor) sözcüğünden Kırım Savaşı sırasında on dokuzuncu yüzyılda girmiştir (İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lügati, Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Türkçe Büyük Sözlük, III, İstanbul, 2006, s. 2393).

Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insan yaratmıştır. O değerlerin başında gelen "şeref", yineleme pahasına belirtelim ki, AİHM'nin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında en yüksek değer olarak benimsenmiştir. Zira şeref, her hukuk öznesinin tinsel bütünlüğünü anlatan, bu bütünlük hakkında kendisinin ve başkalarının düşüncelerini sergileyen toplumsal bir kavramdır.

Türk Ceza Yasası da "şerefe karşı suçlar"ı aynı kaygıyla düzenlemiş ve insanı aşağılamayı (hakaret) suç saymıştır. Bu durumu da gerekçesinde çağcıl hukukla tutarlı bir biçimde açıklamıştır: "Hakaret eylemlerinin cezalandırılmasıyla korunan hukuksal değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer bireyler nezdindeki saygınlığıdır".

 Bu değeri aynı doğrultuda koruyan hukuk öğretisi de, cins (genus) olan şeref kavramını iki türe (species) ayırarak ele almaktadır. (Sahir Erman/Çetin Özek, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, İstanbul, 1994, n. 330; Ayhan Önder, Şahıslara ve Mala Karşı Cürümler ve Bilişim Alanında Suçlar, İstanbul, 1994, s. 221, 222; Durmuş Tezcan/Mustafa Ruhan Erdem/Murat Önok, Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, Ankara, 2017, s. 566, 567; Mahmut Koca/İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku, Özel Hükümler, Ankara, 2018, s. 469, 470).

Birincisi, kişinin kendi tinsel varlığı hakkında beslediği kanı ve kişisel değerlendirme anlamında öznel, bireysel olan "iç şeref"tir. Kişinin kendisi karşısında duyduğu saygıyı anlatan bu sözün karşılığı, bizce Türkçemizde kullanılan ve yine Arapça'dan alınan "izzet-i nefis" sözüdür. Bu sözün karşılığının Arapçada yukarıda değinilen "şeref-i zâtî"; Batı dillerinde ise, (sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyancada) "respect de soi, amour de soi, self love, amor proprio, amore proprio" sözleri olduğunu düşünmekteyiz.

İkincisi ise, kişiye karşı başkalarının, toplumun beslediği kanı, değerlendirme anlamında nesnel, toplumsal, değer biçici (normatif) "dış şeref" olup Türkçede karşılığı "saygınlık"; bunların Arapça karşılıkları ise kanımızca Türkçemizdeki "haysiyet" ya da "itibar"dır. Ancak Arapça asıl karşılığı, yine yukarıda değindiğimiz gibi, konum ve rütbeyi dillendiren "şeref-i ârizî" ya da "şeref-i izâfî" sözleri olmak gerekir. Bu sözlerin başlıca Batı dillerindeki karşılıkları da, sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyanca olarak "réputation, reputation, reputación, reputazione" sözcükleridir.

Biz, şeref karşılığı olarak "özsaygı" terimini ve hukuk dilinde "iç özsaygı" ve "dış özsaygı" ayrımını benimsemekte ve önermekteyiz. Merhum Püsküllüoğlu, "şeref" sözcüğünün karşılığı olarak, nedense Türkçe olmayan "onur" sözcüğünü benimsemiştir. Ancak bununla da yetinmemiş, onur sözcüğünün yanı sıra "erdem, yükseklik, yetenekle elde edilmiş iyi ün" sözlerine de yer vermiştir. Merhum yazar, "onur" kavramını da şöyle açıklamıştır: "Kişinin kendi varlığına, kendi kişiliğine karşı beslediği saygı, insanı insan yapan iç değer. Başkalarının gösterdiği saygının dayanağı olan özlük değer, saygınlık". Bu açıklama, bizce "iç özsaygı" ve "dış özsaygı" terimlerini kapsamaktadır. Öte yandan Püsküllüoğlu, "özsaygı" terimini de kullanmakta ve aşağıdaki biçimde açıklamaktadır: "Kişide, kendi kişiliğini alçalmaktan insanı alıkoyan ve başkalarının kendini alçaltmalarını hoş görmeyen duygu, kişinin özüne, kişiliğine beslediği saygı" (Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, İstanbul, 2007, s. 1333. 1381, 1623).

Daha önceki "onur", "şeref" kavramlarının açıklamasıyla birlikte ele alındığında Püsküllüoğlu'nun bu son açıklaması, bizce "şeref" sözcüğünün karşılığı olan "özsaygı" teriminin yetkin bir tanımıdır.

Bu konuda son olarak şunu de eklemek gerektiğini düşünmekteyiz: Ben, Türk Dil Kurumunun "Türkçe Sözlük" ve yazım kılavuzlarına karşın, Merhum Püsküllüoğlu gibi, "özsaygı" sözcüğünün yazımının bitişik olduğu görüşündeyim. TDK, 2013 yılında "selfie" karşılığında önerdiği "özçekim" sözcüğünün bitişik yazımını benimsemiştir. Yine Türk Dil Kurumunun yayımladığı "Türkçe Sözlük"te de sırasıyla "ototrof, mazoşist, otomasyon, narsist" sözcüklerinin karşılıkları olan "özbeslenme, özezer, özişler, özsever" sözcükleri bitişik biçimde yazılmıştır.

Büten bu bilgilerin ışığında şunları söylemek olanakladır. Her şeyden önce hiçbir hukukçunun, taşıdığı hukukçu yurttaş ve bilim sorumluluğuyla ülkemizde yaşanan hukuk dışılıklara sessiz kalma hakkı yoktur.

Bu konuda sık sık dile getirilen yaşanmış bazı örnekleri bir kez daha anımsatmak isterim.

İsveç Sosyal Demokrat Partisinin eski genel başkanı Bayan Mona Sahlin, 1995’te Ingvar Karlsson hükümetinde başbakan yardımcısıydı. Olof Palme okulundan yetişmiş bu genç ve parlak politikacı, geleceğin başbakanı olarak görülmekteydi, düşünülmekteydi. Ne var ki, günün birinde Sosyal Demokrat Parti’de yıldızı parlayan Bayan Sahlin hakkında beklenmedik bir gelişme yaşanmış, Expressen gazetesi, Sahlin’in devletin kendisine verdiği kredi kartıyla özel harcama yaptığını kamuoyuna duyurmuştu.

Gerçekten İsveç SDP genel başkanı Bayan Mona Sahlin, devletin kendisine sadece resmi alışverişlerde kullanılmak üzere verdiği kredi kartıyla, savunmasına göre, ayrımında olmadan tutarı altı İsveç Kronu tutan Toblerone çikolatası almıştı.

İşte bu olayın basına yansıması üzerine, aynı hafta içinde meclisteki odasına gelen maliye müfettişleri, Sahlin’in yazılı savunmasını ve çikolatanın tutarını yasal faizi ile birlikte kendisinden almışlardı. Sahlin ise, aslında devletin kendisine verdiği kredi kartıyla yaptığı bütün harcamanın tutarını hemen hazineye ödemişti. Ancak konu bir kez basına, kamuoyuna yansımış; Savcılık da, soruşturma başlatmış, ayrıntılı bir iddianameyle Sahlin hakkında dava açmıştı.

Açık yargılama sonucunda hazineden aldığı parayı ödediği, suç oluşturan eylemini ve yanlışını başından sona değin itiraf ettiği için Sahlin aklanmışsa da bir kez ok yaydan çıkmıştı.

Dolayısıyla Sahlin, görevinden hemen ayrılmış, politikadan bile çekilmişse de, bu dava, İsveç tarihine “Toblerone Çikolata Davası” olarak geçmiştir.

Sahlin, yargılama erki önünde aklanmış biri olarak, yıllar sonra 1998’de siyasete geri dönmüş, 2006 yılına değin kurulan hükümetlerde çeşitli bakanlık görevlerini üstlenmiş, 2006’da da Sosyal Demokrat Par-tinin yapılan genel seçimi sonrasında hükümet dışı kalması ve parti başkanı Persson’un çekilmesi üzerine genel başkan seçilmiştir.

Bu arada Sahlin, Halkın “devlette dürüstlük” çığlıkları üzerine siyasetten çekildiği dönemde, hiçbir işi küçümsememiş, kızının otelinde bir süre temizlik işçisi olarak çalışmış; iş ahlakı konusunda insanlığa âdeta unutulamaz bir ders vermiştir.

Daha önceleri de yazdığım bir başka örnek ise, özünde hem bir şeref örneği, hem de bir dramdır.

Ukraynalı Menşevik bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da dünyaya gelen işçi kökenli Pierre Bérégovoy (1925-1993), hukukçu, sosyalist bir siyasetçiydi, birçok bakanlıkta bulunduktan sonra 1992’de Başbakan olmuştu.

Bu görevini yürütürken Başbakan Bérégovoy, kendisi gibi işçi kökenli, ancak daha sonraları çok zengin olan eski ve yakın bir dostundan bir daire satın almış; dostu kendisinden faiz almamıştı. Bunu öğrenen bir kesim basın ise, bu olayı bir çıkar sağlama olarak değerlendirmişti.

Bunun üzerine Başbakan, 1 Mayıs 1993 tarihinde bir ara korumasından ve şoföründen kendisini yalnız bırakmalarını istemiş, onlar uzaklaşınca da, Renault, yani yerli resmi arabasının torpido gözünde bulunan güvenlik görevlisinin tabancasıyla kafasına ateş etmişti.

Görevliler, başbakanı çeyrek saat sonra baygın olarak bulmuşlar; bütün çabalara karşın Başbakan Bérégovoy, kurtarılamamıştı.

Bérégovoy, basının o suçlamasından belki kurtulamamıştı, ancak başbakanın yaşamından daha çok önem verdiği şerefini kurtardığı açık ve kesindi.

Ülkemizde bunlara benzer olaylar, pek yaşanmamıştır.

Ancak TBMM’nin on altıncı yasama döneminde boşalan beş ilde milletvekilliği için 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimlerini, -evet, genel değil, ara seçimlerini- muhalefetin kazanması üzerine, 1977 seçimlerinden sonra, en büyük partinin başkanı olarak hükümeti kuran Başbakan Ecevit, TBMM’de çoğunluğu olmasına ve yandaşlarının karşı çıkmalarına karşın, halkın iletisine ve çoğunluğa dayanan demokratik anlayışa saygı duyarak tersi telkinlere kulak asmamış, hemen görevinden ayrılmış; geleceğin siyasetçilerine çok önemli bir demokrasi ve ahlak dersi vermiştir.

Ayraç içinde belirteyim ki, Merhum Ecevit’in dinsel inançları ve ahlak anlayışı konusundaki düşüncelerini, çokları gibi, ben de bilmiyorum. Ancak sanırım başbakanlık konutuna taşındığında onun kendi aşçısına söylediği şu sözler Başbakanın ahlak ve dürüstlük anlayışını anlatmaya yeterlidir: “Evladım, burası benim evimdir. Devlet de bana maaş veriyor. Bütün yediğimizin, içtiğimizin parasını benden alacaksın. Sakın ola, devletin tek zeytin tanesi bile boğazımızdan geçmesin. Ben de çok dikkat edeceğim, ancak sizden bu konuda çok hassas olmanızı rica ediyorum.

O aşçı, bu sözlerine ayrıca şunları da eklemiştir: “Bir gün kahvaltı yapılacak, ama peynir yok. Her nasılsa ihmal etmişiz. Bizzat kendisinden peynir almak için para istedim. Bütün ceplerini karıştırdı, ama para çıkmadı. Rahşan Hanım, bir tasın içinde, o zaman iki buçuk lira vardı, buldu verdi... Gözyaşlarıma engel olamadım.” (Parlak, Mesut, Ülkem ve Eşit Yurttaşlık, Sözcü, 09 Mayıs 2025).

Unutmayalım, “Dünya,” demişti Napoléon, “kötü insanların şirretinden değil, iyi insanların susmalarından, sessiz kalmalarından acı çekmektedir.

Hiçbir hukukçunun, taşıdığı hukukçu yurttaş ve bilim sorumluluğuyla ülkemizde yaşanan hukuk dışılıklara sessiz kalma hakkı yoktur.

Olamaz da.

Bu konuda özür dileyerek kendimden bir örnek vermek isterim.

Bu yüzden ben, dünya görüşüne hiç ama hiç katılmadığım halde, sanık R. T. Erdoğan hakkında verilen hukuka aykırı hükümlülük kararına, “hukuk der” (juris dictio) ki diyerek, asla sesiz kalmamışımdır (Selçuk, Sami, Yargının “Hukuk Sınavı / Türkiye’nin Demokrasi Sınavı,” Ankara, 2002).

Bunu kendisi de çok iyi bilir. Zira bu konuda yayımladığım kitap nedeniyle bana teşekkür etmiştir.

Çünkü HUKUKUN KARŞISINDA KİMLİKLER SUSAR, efendiler.

Nitekim kolayca anlaşılacağı üzere, bu yazıyı da, asla ikiyüzlü davranmadan, sadece hukuka olan saygım yüzünden, “hukuk der ki” diyerek yazdım, yazıyorum.

Yazmasam çok utanırdım. Çünkü insan, bir düşünürün dediği gibi, “yanakları kızaran bir yaratıktır.”

Yeter ki, gerçekten doğru dürüst bir insan olsun.

Peki, ülkemizde “yanakları kızaran”lar, hiç yok mu?

Elbette var.

Ancak, bilmem hiç düşününüz mü?

“Şeref” sözcüğü, evet, ahlak felsefesinin bu teriminin ve kavramının ana dilimi Türkçemize hiç karşılığı yok.

Onu ciddiye almayışımızın nedenlerinden biri de belki budur, kim bilir!?

Evet. Bunları hiç düşündünüz mü?

Bu yüzden ben, yukarıdaki örnekleri gözeterek, daha önce de değinildiği üzere,  “şeref” sözcüğü yerine “özsaygı” terimini önermiştim (Türk Dili Dergisi, Şubat 2019, s.5-9  ve bilgi@t24.com.tr, 01 Haziran 2021).

Umarım, biz Türkler bir gün bu çok önemli Arapça sözcüğün yerine herkesin benimseyeceği bir terime ulaşır ve iletisine kavuşuruz

                                                         /././

Şehit Aileleri Vakfı Başkanı Abdurrahman Yılmaz komisyonda neler anlattı?-Tolga Şardan-

"Türkiye’de maalesef, teröristle mücadelede zaman zaman yanlış yapıldı. Zaten öncelikle bölücü terörün bu kadar uzun sürmesi de biraz bundandır. Özellikle ‘Terörsüz Türkiye’ anlayışında yalnızca PKK terör örgütünün silah bırakmasıyla yetinmeyip, aynı zamanda tüm illegal yapılanmalara bağlı örgütlerin de kendisini feshetmesi çok önemli bir husustur"

Şehit Aileleri Vakfı Başkanı Abdurrahman Yılmaz komisyonda neler anlattı?

Emniyet Teşkilatı Vazife Malülü ve Şehit Aileleri Vakfı Başkanı Abdurrahman Yılmaz (soldan ikinci)

Terörsüz Türkiye projesi çerçevesinde TBMM’de oluşturulan komisyon, çalışmaları çerçevesinde şehit ve gazi yakınlarını dinledi salı günü.

Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu adıyla faaliyet yürüten komisyonda, Türkiye Harp Malülü Gaziler, Şehit Dul Yetimleri Derneği Başkanı Mustafa Işık, Türkiye Gaziler ve Şehit Aileleri Vakfı Başkanı Lokman Aylar, Türkiye Şehit Yakınları ve Gaziler Dayanışma Vakfı Başkanı Bilge Gürs, Emniyet Teşkilatı Vazife Malülü ve Şehit Aileleri Vakfı Başkanı Abdurrahman Yılmaz, Türkiye Muharip Gaziler Derneği Genel Başkanı Beyazıt Yumuk kendilerine ayrılan sürede görüşlerini komisyona aktardı.

Komisyon tutanaklarını okudum. Hemen tüm sivil toplum örgütleri başkanları birbirlerine yakın değerlendirme yapmışlar. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal tabloya uygun görüşler verdikleri tutanaktan anlaşılıyor.

Ancak Emniyet Teşkilatı Vazife Malülü ve Şehit Aileleri Vakfı (EMŞAV) Başkanı Abdurrahman Yılmaz, görüşlerini aktarırken “rutin dışına” çıkmış.

Kendisinin de uzun süre terörle mücadelede görev aldığını ifade eden Yılmaz’ın tespitleri, komisyon üyelerinin de dikkatini çekmiş. Görüştüğüm, bazı komisyon üyeleri Yılmaz’ın anlatımlarından etkilenmiş.

Peki, Yılmaz neler söyledi komisyonda? Konuşması uzun, mümkün olduğunca özetlemeye çalıştım.

“(…) Terör örgütü liderinin yapmış olduğu açıklamadan sonra terör örgütünün fesih kararı alması ve örgüt mensuplarının silah bırakacağını bildirmesi tabii ki önemlidir. PKK terör örgütünün silah bırakmasıyla ilgili yeni bir dönem başlamıştır.

Terörsüz Türkiye hedefi; sağduyulu, stratejik ve tavizsiz bir şekilde gerçeğe dönüşmelidir. Uluslararası tecrübeler, bu ve benzeri mücadelenin ancak devlet otoritesi ve toplumsal birliktelikle başarıya ulaşabileceğini göstermektedir.

"Hukuk devleti uyarısı"

İçinde bulunduğumuz durumla birebir aynı olmasa da IRA, ETA ve benzeri uluslararası örgütlerde İngiltere ve İspanya süreç yönetiminde kararlı güvenlik önlemleri almış, toplumun tüm kesimlerini kapsayan siyasi süreçleri yürütmüş ve hukuk devleti ilkelerinden asla taviz vermeden, bu sayede silahlı mücadelelerini sonlandırmışlardır.

Ülkemizde de yaklaşık yarım asırdır süren, özellikle PKK terör örgütünün silahlı mücadelesi de zikredilen yöntemler çerçevesinde benzeri bir şekilde son bulabilir.

Tabii, bunun için terörle mücadele yöntemlerinden tavizsiz hareket etmekle birlikte, terör örgütlerinin dayanak olarak öne sürdüğü özellikle demokrasi ve insan haklarından kaynaklı adımların da atılması gerekmektedir.

PKK terör örgütüne karşı toplumsal dayanışma, güçlü istihbarat, askeri caydırıcılık ve siyasi kararlılık ilkelerini esas alarak bu sorun çözülmelidir.

"İsrail’e dikkat"

Türkiye hiç şüphesiz sadece iç güvenliğini sağlayıp jeopolitik olarak çevresindeki gelişmelere duyarsız kalamaz. En basitinden, bölgede hâkim güçlerle birlikte hareket eden söz konusu terör örgütünün özellikle ABD ve İsrail'in güdümünden kurtarılması gerekmektedir.

Malumunuz İsrail, Suriye’nin kuzeyinde bir koridor açarak ileride ülkemiz başta olmak üzere bölge ülkeleri üzerinde emellerini gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

İsrail’in ‘Davut Koridoru’ adı altında sürdürmeyi düşündüğü proje, Suriye’nin parçalanmasından sonra Türkiye’nin kuşatılmasına yönelik sinsi bir plandır. Ülkemiz ‘Terörsüz Türkiye’ en temel sorununu çözerse daha güçlü, bölgede daha huzurlu bir ortam oluşmuş olur. Bunun için PKK terör örgütünün tüm unsurlarının silah bırakması çok önem arz etmektedir.

"Terörsüz Türkiye, sadece PKK terörü değildir"

Sadece PKK terör örgütünün silah bırakması sorumluluğumuzun bittiği anlamına gelmemektedir. Mutlak surette PYD/YPG, SDG ve PJAK’ın da silah bırakması elzemdir. ‘Terörsüz Türkiye’ demek bölgenin de terörden arındırılması anlamına gelir.

‘Terörsüz Türkiye’ demek, sadece PKK terörü olarak da düşünülmemelidir. Böyle önemli bir süreç başlatılmışsa, iç barışı tahkim etmek adına bundan sonra da benzeri örgütlerin ortaya çıkmaması için yasal bütün adımların ve tedbirlerin alınması da çok elzem hâle gelmiştir.

"Bilimsel çalışma yapılmalı"

Terör örgütü silah bıraktıktan sonra örgüt üyelerinin tasfiye ve topluma entegrasyonlarının sağlanmasıyla ilgili çalışmalar da önem arz etmektedir. Bunun için de tedbir alınması gerekmektedir; bu alanda bilimsel olarak çalışmış, araştırma yapmış, akademik çalışmalar ortaya koymuş bilim insanları ve bu sürece katkı sunabilecek sivil toplum kuruluşlarından da destek alınmalıdır.

"Tüm örgütler hemen ortadan kaldırılmalı"

Özellikle ‘Terörsüz Türkiye’ anlayışında yalnızca PKK terör örgütünün silah bırakmasıyla yetinmeyip, aynı zamanda tüm illegal yapılanmalara bağlı örgütlerin de kendisini feshetmesi çok önemli bir husustur. Hangi ad altında olursa olsun, tüm bu yapıların tamamen ortadan kaldırılması elzemdir.

"Yanlışlıklar yapıldı"

Fiili olarak Türkiye’de terörle mücadele yıllarca bir tarafıyla hep eksik yapıldı. Daha doğrusu, terörle mücadele yerine teröristle mücadele yapıldı. Terörle mücadele aynı zamanda terörün argümanlarını ortadan kaldırmakla olur. Türkiye’de maalesef, teröristle mücadelede zaman zaman yanlış yapıldı.

Zaten öncelikle bölücü terörün bu kadar uzun sürmesi de biraz bundandır. Teröristle mücadele kimi zaman sadece güvenlik tedbirleriyle yapıldı, kimi zaman da güvenlik tedbirleri tamamen bir tarafa bırakılarak, siyasi tedbirlerle yapıldı. Dolayısıyla, mücadelenin hep bir ayağı eksik kaldı. Hâlbuki, terörle mücadele, şu anda yapıldığı gibi, bir bütün olarak ele alındığında başarı getirir diye düşünüyorum.

"Şehit aileleri ve gaziler rencide edilmesin"

Geçmişte yapılan bu hatalara gerekçe gösterilerek bir bahane oluşturulması da artık mümkün değildir. Bu söylemler artık geçerliliğini yitirmiştir. Şu anda yapılması gereken, Yüce Meclis’in silah bırakmanın yasal zeminini oluşturması. Ancak yasal düzenlemeler yapılırken diğer dernek başkanlarımızın hassasiyetlerini de göz önünde bulundurarak bugüne kadar ağır bedeller ödeyen özellikle şehit aileleri ve gazilerimizi rencide edecek tutum ve davranışlardan uzak durulmalıdır. (…)”

Başta söyleyeceğimi sonda belirteyim; Başkan Yılmaz’ı bizzat tanırım. Anlatımlarında zülfüyâra dokunduğu görülüyor.

Meslekten gelen tecrübesiyle yaptığı somut aktarımlarına uzak durmamak gerekir.

* * *

Türkiye’den bir hâkim Caprio çıkar mı?

Zaman zaman ülkesinde televizyon şovlarına konuk olan ABD’li ünlü hâkim Frank Caprio, 88 yaşında hayatını kaybetti.

Verdiği kararlarla “Babacan Yargıç” adı verilen Caprio, yönettiği davalarla tüm dünyada tanındı yıllar içinde.

Caprio’nun pek çok videosu ölümünün ardından yeniden sosyal medyada paylaşılmaya başlandı.

Bunlardan birisi, aracını yanlış yere park ederek kural ihlali yapan bir Türk gencini yargılarken gösterdiği performans. İnternette mevcut videoyu izlemenizi öneririm.(https://www.dailymotion.com/video/x9p6oa2)

Mahkeme salonundan daha çok sohbet programı motifiyle gerçekleşen duruşmada, hâkim Caprio, gevrek gülüşüyle yargıladığı sanığın savunması sonrasında şu cümleyi kurdu:

“Umarım sende ABD’nin yargı sistemiyle ilgili iyi bir izlenim bırakırız. Davanı kazandın. Türkiye’ye dönünce diyebilirsin ki, ‘Amerika’daydım. Ve bir mahkeme celbi aldım. Sistemle savaştım ve kazandım.’ Sen kazandın.”

ABD’de hayat bu kadar toz pembe değil elbette. Demokrasiden söz edilen ABD’de binlerce hâkim ve savcı var. On binlerce, yüz binlerce dava görülüyor her yıl. Yargının, hiç de hâkim Caprio’nun yaklaşımıyla yürümediğini söylemek mümkün.

Ancak böylesi tabloda ABD, bir hâkim Frank Caprio’yu çıkarmış. Belki başka benzerleri de var.

Hâkim Frank Caprio

Asıl soru şu?

Türkiye’de hâkim Caprio çıkar mı?

Ya da şöyle sorayım; Türkiye, neden bir tane hâkim Caprio çıkartamıyor?

Binlerce hâkim ve savcının görev yaptığı Türk yargısında “vitrine konabilecek” bir hâkim Caprio’nun çıkması çok mu zor?

Elbette, hâkim Caprio bir simge. ABD yargısının ne kadar adil olduğunu gösteren bir simge. Az önce söylediğim gibi ABD’de binlerce tersi örnek göstermek çok kolay.

Ama akıllarda kalan hep hâkim Caprio var.

Bir soru daha sorup Büyüteç’i tamamlayayım:

“Hâkim Frank Caprio örneği bir hâkim/savcı Türkiye’de ne kadar görev yapabilir?”

                                                              /././

İddia: Ziraat’te ‘Gizem B. skandalı’! “Günooo kızlar… Paralar sizin için yükleniyor” - Bahadır Özgür / halkTV-

CHP Karabük Milletvekili Cevdet Akay, son günlerde ciddi bir iddiayı gündeme getirdi. Buna göre, bankanın üst düzey yöneticilerinin özel kalem müdürlüğünü yapmış Gizem B., “banka yöneticilerine tanınan özel haklardan yararlanarak yüksek getiri sağlama, uygun fiyata ev alma” vaatleriyle onlarca kişiyi dolandırdı. Milyonlarca lira buharlaştı. Mağdurlar şikayetçi oldu.

CHP Milletvekili Akay bu olayın “İkini Seçil Erzan vakası” olduğunu söylüyor. Banka yetkililerini ise skandalın üzerini kapatmakla suçluyor.

Akay’ın açıkladığı ‘Gizem B. skandalı’ ile ilgili belgelere halktv.com.tr ulaştı.

Savcılığa sunulan belgeler arasında Gizem B.’nin parasını aldığı müşterilere gönderdiği bazı ses kayıtları da bulunuyor. Gizem B. de tıpkı Erzan’ın gibi, müşteriler paralarını istedikçe ilginç bahaneler uyduruyor, banka yöneticilerinin adını kullanıyor, kendi hazırladığı tuhaf belgeler sunuyor.

Peki Türkiye’nin en köklü ve büyük kamu bankasında yaşandığı ileri sürülen skandal nasıl gerçekleşti?

ÖNCE FON SONRA EV VAADİ

Akay Gizem B’nin önce Genel Müdür Alparslan Çakar’ın ve ardından Yönetim Kurulu Başkanı Burhanettin Tanyeri’nin özel kalem müdürlüğünü yaptığını açıkladı.

Savcılığa verilen ifadelere göre, bu görevi esnasında yakın çevresine yüksek getirili fon kurulduğunu, bundan ancak özel müşterilerin yararlanabileceğini söylemeye başladı. İş yayıldı ve pek çok kişiden parça parça milyonlarca lira topladı.

Kendisi de Ziraat Bankası çalışanı olan bir mağdur olayı şöyle anlattı: “Yüksek getirili varlık fonundan bahsetti. Biz de yakınlığımıza ve bankadaki görevini bildiğimiz için güvenerek nakit paramızla beraber evlerimizi ve arabamızı satıp kendisinin değerlendirmesi için verdik. Çünkü banka çalışan ve ailelerine yönelik bir yatırım olduğuna bizi inandırdı. Bu süre zarfında yaklaşık 10-15 milyon lira gönderdik. Ara ara ödemeler yapıp bize daha fazla güven sağladı. Yıllarca yaptığımız yatırım sonucunda almamız gereken parayı vermedi. Bu sefer Emlak Konut’tan bloke karşılığı ev alacağımıza inandırarak yine bekletti bizi.”

Gizem B. parasını ödeyemediği kişilere bu sefer de Emlak Konut’un antetli kağıtlarını kullanarak uygun fiyat, faiz ve taksitle satış sözleşmesi vaadi hazırlayıp verdi. Üstelik sözleşmede belirtilen peşinatları da kendi hesabına havale yaptırdı.

Emlak Konut’tan satış vaadiyle dolandırıldığını söyleyen bir diğer mağdurun savcılık ifadesi de şu: “Şikayetçi olduğum Gizem B. isimli şahıs Ziraat Bankası’nda çalışır. Kendisi ile ortak arkadaşım olan benimle aynı iş yerinde çalışan E.I. Emlak Konut’un saire sattığını söylemesi üzerine şüpheli ile irtibatım olmuştur. Şüpheli söz konusu konut projesine referans ile girildiğini anlattı. Kendisinin referans olacağını belirterek peşinatın da kendi hesabına yatırılmasını istedi. Ben de 24/04/2025 günü 700.000 TL’yi şüphelinin IBAN’ına gönderdim. Daha sonra şüphelinin hayali bir proje ile kendi iş arkadaşları da dahil 70’ten fazla kişiyi dolandırdığını öğrendim.”

DELİL OLARAK SUNULAN SES KAYITLARI…

Mağdurların savcılığa verdiği ifadelere delil olarak banka dekontları, Emlak Konut adına hazırlanmış sözleşmeler ve bazı ses kayıtları da eklendi.

Gizem B’nin, parasını isteyen ve kendisini sıkıştıran mağdurlardan birisine gönderdiği bir ses kaydının içeriği dikkat çekici: “Günoo kızlar, ne yapıyorsunuz!.  8.30’da bankaya geldim daha gözlerimi açamadım. Patronun bugün uçuşu var. Sabahtan Hazine ile görüşelim paraların işlemleri için diye konuştuk. Sorun yok kızlar, ilk defa yolunda ilerledi. Hatta sabahtan imza mimza derlerdi. Ama şöyle, 8.45 gibi teyidimizi aldık. Dakka dakka anlatıyorum. Normalde pazartesileri zırhlı araçlarla para yüklemesi yapılıyor ya. Daha önce de size söylemiştim. 4.30 gibi paralar gelecek. Yani normalde şu anda aşağıda 10 milyona kadar varmış. Bugün yükleme yapılacak sizin için. Akşam 17.30 gibi ben de aşağıya ineceğim para sayacağız. Zaten patron, ‘7’si bloke kalkış demiştik Gizem. Sen başında dur’ dedi. Havale limitlerinizi de 200 milyon olarak ayarladım. Yarın 9.30-10 gibi paralar yansımış olur.”

Ses kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla Gizem B. De, Denizbank’taki fon skandalının baş aktörü Seçil Erzan gibi parasını isteyenler için sürekli böyle hikayeler uyduruyor.

Şimdi bir soru duruyor karşımızda. Yüksek getirili fon iddiası ile para toplama belli ki uzun süredir devam etmiş. Bunun yanında 2025’te Gizem B. bu sefer de Emlak Konut üzerinden bir tezgah kurup işletmiş. Mağdurlar savcılığa gidiyor. Lakin paralara ne olduğu, başka birilerinin daha işin içinde olup olmadığını bilmiyoruz.

Nitekim CHP Milletvekili Cevdet Akay da günlerdir aynı soruları soruyor.

Şöyle diyor Akay: “Bu paralarla elde edilen gelirlerin kimlerle paylaşıldığı, hangi hesaplara aktarıldığı da belirsizdir. Burada çok ciddi bir çıkar ilişkisi ihtimali vardır. Sonunda bu kişi nitelikli dolandırıcılıktan tutuklanmıştır. Ancak şu soru ortada kalmıştır: Üç yıl boyunca sizin özel kalem müdürlüğünüzü yapan bir kişinin yaptıklarından nasıl haberiniz olmaz? Haberiniz varsa neden gerekeni yapmadınız? Yoksa siz de bu işten menfaat mi sağladınız? Bu olayda sadece dolandırıcı olan kişi değil, arkasındaki isimlerin de araştırılması ve ortaya çıkarılması gerekir çünkü ilişiği kesmekle iş bitmiyor. Önemli olan bu işten zarar gören çalışanların mağduriyetinin giderilmesi, kaybolan paralarının telafi edilmesi ve asıl sorumluların da cezalandırılmasıdır."

 Bahadır Özgür / halkTV

Bal ormanında maden izni köylüleri isyan ettirdi! -Yusuf Yavuz/soL-

Afyonkarahisar Taşoluk beldesinde yaklaşık 1000 futbol sahası büyüklüğündeki alanda seramik kili ruhsatı verildi. Orman Bakanlığının bal ormanı kurup, sulama göletleri ve mesire yerleri inşa ettiği bölgenin ortasında açılmak istenen kil ocağına karşı köylüler eylem yaparak iş makinelerini alana sokmadı…

Afyonkarahisar’ın Sinanpaşa (Sincanlı) ilçesine bağlı Taşoluk beldesinde özel bir maden şirketi tarafından açılmak istenen kil ocağı projesi yöre halkının tepkisini çekti.

Aydın merkezli Global İndustry Madencilik şirketi tarafından açılmak istenen kil ocağı için 13 Eylül 2024 tarihinde ÇED Olumlu kararı verildi. Toplam 696,28 hektarlık ruhsat sahası (yaklaşık 1000 futbol sahası büyüklüğünde) bulunan kil ocağı projesi için ilk etapta 190 bin m2’lik alanda işletme yapılması planlanıyor. 

Önceki gün proje sahasına gelen iş makineleri ve kamyonların önüne geçerek girişini engelleyen köylüler, gece de 3bin 500 kişilik bir eylem yaparak madencilik girişimini protesto etti.

Zaferin kazanıldığı topraklarda cumhuriyet damgası

Taşoluk beldesi, bölgede tarımsal üretim, hayvancılık ve arıcılık yapan bir yerleşim olarak biliniyor. 30 Ağustos Zaferinin kazanıldığı topraklarda yer alan Taşoluk’ta arıcılığı teşvik etmek için Orman Bakanlığı tarafından bal ormanı kurulmuş. Ayrıca kendisi de Afyonkarahisar kökenli olan eski Bakan Veysel Eroğlu’nun desteğiyle Taşoluk’da oluşturulan Değirmenönü Mesire Alanı, 2016’da hizmete açılarak yöre halkının kullanımına sunulmuş. Cumhuriyet, Çankaya ve Hürriyet gibi mahalle adları, İnönü Bulvarı ve Milli İrade Şehitleri Caddesi cadde ve bulvar adlarına sahip olan Taşoluk beldesi halkının geleceği, bereketli topraklar üzerinde yapacakları üretime bağlı. Arıcılık ve son yıllarda gelişmeye başlayan doğa turizmi beldenin doğal güzelliklerini korumasına bağlı.

tasoluk
Taşoluk’da oluşturulan Değirmenönü Mesire Alanı.

Ruhsat sahası yaklaşık 1000 futbol sahası büyüklüğünde

Ancak Değirmenönü Mesire Alanının hemen doğusundaki yamaçlarda kil ocağı için ruhsat verilmesi, yerel halkın tepkisini çekti. Aydın merkezli Global Industry Mınerals Madencilik San. ve Tic. A.Ş. adına verilen “RN:202201672 (ER:3420708) IV. Grup Seramik Kili Ocağı” projesi için girişimci firma proje dosyası hazırladı. Projeye Eylül 2024’de ÇED Gerekli Değil/Olumlu kararı verildi. Toplam 1000 futbol sahasına yakın ruhsat sahasının (696,28 ha.), ilk etapta 190 bin m2’lik kısmında işletme yapılması planlanıyor. Kapasite artışlarıyla ruhsat sahasında bulunduğu tahmin edilen rezervin çıkarılması planlanıyor. Proje sahasında ilk etapta yılda 630 bin ton seramik kili çıkarılması planlanıyor. Bunun için de 700 bin ton kapasiteli kazı yapılması gündemde.

tasoluk
Kil ocağı açılmak istenen bölge.

Yılda 12 ay iş makineleriyle açık işletme yapılacak

Projeyle ilgili hazırlanan ÇED raporunda, “Proje konusu ocak sahalarında Seramik Kili oluşumu sahada damar şeklinde yüzeylenmektedir. Damar şeklinde yüzeylenen seramik kilinin tamamının ekonomik ve uygun nitelikte çıkarılabilmesi için açık işletme madenciliği iş makineleri marifeti kullanılarak gerçekleştirilecektir. İşletme yönteminin seçiminde; sahanın jeolojik konumu, topoğrafik yapısı ve yöntemin ekonomik yeterliliği ve sertliği göz önüne alınarak iş makineleri marifeti ile üretim gerçekleştirilecek olup faaliyet kapsamında patlatma yapılmayacaktır. Üretim çalışmalarının yılda 12 ay, ayda 25 gün ve günde 8 saat (tek vardiya) süreyle yapılması planlanmaktadır” bilgisine yer veriliyor.

Bağ ve bahçeler, orman arazileri, doğal çevre tehdit altında

Taşoluk beldesine yakın bir konumda verilen kil ocağı ruhsatının doğusunda ve güneybatısında iki ayrı baraj gölü bulunuyor. Bölgede geçmiş yıllarda hem su havzalarını korumak amacıyla hem de yeşillendirme kapsamında ağaçlandırma yapıldığı belirtilirken, arıcılığın desteklenmesi amacıyla Eskişehir Orman Bölge Müdürlüğü tarafından Taşoluk beldesinde 2010 yılında 30 hektarlık alanda bal ormanı kurulduğu öğrenildi. Büyük kısmı orman arazisinde bulunan ruhsat sahasında ayrıca yöre halkına ait 5 hektarlık bağ ve bahçe, hazineye ait araziler de yer alıyor. Orman toprağı (11,53 hektar) ve maki toplulukları da ruhsat sahasının içinde kalıyor.

Taşoluk halkı maden şirketine geçit vermedi

Açılmak istenen kil ocağının Taşoluk’taki konutlara yakınlığı ise 150 metre mesafede olması, yerel halkın tepkisinin bir başka nedeni. Önceki gün iş makineleriyle birlikte Taşoluk beldesine gelerek çalışma yapmak isteyen maden şirketi, yerel halkın tepkisiyle karşılaştı. İş makinelerini taşıyan tırların önünü kesen halk, araziye geçişine izin vermedi. Gece saatlerinde de yaklaşık 3 bin 500 kişilik bir eylem yaparak madencilik girişimini protesto eden Taşoluk halkına beldenin Belediye Başkanı Bilgin Özen de destek verdi.

tasoluk
Taşoluk halkı iş makinelerini bölgeye sokmadı.

Maden şirketi sahibinin kardeşi akp’den aday olmuş

Taşoluk’ta kil ocağı açmak isteyen Global Industry Mınerals Madencilik San. ve Tic. A.Ş., Ocak 2022’de Aydın Çine’de kurulmuş bir şirket. Şirketin kurucusu Özkan Kömürcüoğlu. Kömürcüoğlu ailesinin Aydın, Denizli, Muğla ve Milas bölgelerinde çalışan madencilik şirketleri var. Feldspat, Olivin, kuvars ve boksit gibi endüstriyel hammadde kaynağı olan madenler işleten Kömürcüoğlu Şirketler Grubu’nun Yönetim Kurulu Üyesi Bircan Kömürcüoğlu, 2019 yerel seçimlerinde Aydın’ın Çine ilçesinde AKP’den belediye başkanı aday adayı olduğunu duyurmuştu. Siyasete 1997-1998 yıllarında ANAP Gençlik kollarında başladığını söyleyen Kömürcüoğlu, AKP’de ilçe ve il yöneticiliği yaptığını belirterek, “Nasipse 2019’da belediye başkan adayı olmak istiyorum” açıklaması yapmıştı.

tasoluk
Taşoluk halkı yaklaşık 3 bin 500 kişilik bir eylem yaparak madencilik girişimini protesto etti.

Milas’ta kiralanan madende 2019’da iş cinayeti yaşandı

Kömürcüoğlu adının karıştığı bazı ölümlü maden kazaları da oldu. İş cinayeti olarak adlandırılan ve yargı konusu olduğu için kamuoyunun gündemine de gelen olay, 18 Şubat 2019’da Muğla’nın Milas ilçesindeki maden sahasında meydana geldi. Feldspat madeninde çalışan işçilerden Şükrü Otlak, Servet Çapacıoğlu ve Engin Tutuk, kopan kaya parçalarının altında kalarak yaşamlarını yitirmişti. Olayın ardından şirket yetkilisi baba Mustafa Kömürcüoğlu ile oğlu Özkan Kömürcüoğlu ve Serkan Anar tutuklanmıştı. Toprak Holding’e ait olan maden sahasının, 2015 yılında Kömürcüoğlu Şirketleri Grubuna rödovans yoluyla devrettiği ortaya çıkmıştı.

Yusuf Yavuz/soL

 

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -22 Ağustos 2025-

Çocukların gözyaşlarına yenileceksiniz, sonunuz onlar olacak!-Tuğçe Tatari- Aç, açıkta bıraktığınız çocukların gözyaşlarına, mide ağrılarına...