soL "Köşebaşı + Gündem" -11 Aralık 2025-

 'Partiler üstü' bir örgütlenme ağı: NATO’cu gençlik kuluçkada -Ercan Küçük- 

"Uluslararası vizyon" vaat edilen bu gençler çekirdekten mandacı düşünce ile yetişiyor. Beyinleri halkımızın çıkarlarından ziyade, Transatlantik ittifakının önceliklerine göre formatlanıyor. Aldıkları eğitimlerle, edindikleri ilişkilerle, ballı bir kariyer planlamasıyla NATO’nun siyasi geleceğe yaptığı yatırım sonuçlarını veriyor.

Türkiye’de milliyetçi, liberal, muhafazakâr veya sosyal demokrat fark etmeksizin düzen siyaseti her meşrepten Amerikancı ve NATO’cu üretmeye devam ediyor. Her geçen yıl etkisi artan ve giderek dizginsiz hale gelen bu işbirlikçi anlayış, düzen siyaseti içinde sık kullanılan deyimle adeta “siyasetler üstü” bir niteliğe sahip. Bu politik atmosferin oluşmasında tarihsel olarak elbette çok köklü iktisadi, siyasi, askeri bağımlılık ilişkileri uzanıyor. Fakat bunlara eşlik eden, nesilden nesile yürütülen, her yeni dönemde ve tüm olası iktidar bileşimleri için Amerikancılığı garantiye almayı amaçlayan ince işlenmiş bir gençlik yapılanması da dikkat çekiyor.

Transatlantik merkezli bu tür gençlik ağlarında ilk bakışta öne çıkan figürler İYİ Parti, Zafer Partisi gibi partilerle bağlantılı görünse de elbette bunlarla sınırlı kalmıyor. Daha derinde, düzen içi partiler ve ideolojiler arasında kesin çizgiler gözetmeyen, Türkiye siyasetinin geleceğini ipotek altına almak üzere oldukça geniş bir alanda yatırımlar yapan, çok boyutlu bir NATO operasyonu bulunuyor.

Milliyetçi Kongre Derneği’nden Hariciye.org’a, Türk Atlantik Konseyi’nden Toplum Çalışmaları Enstitüsü’ne ve üniversiteli gençliği hedefleyen daha küçük ölçekli topluluklara kadar pek çok platformda farklı çevrelerden gençler aynı eksende buluşturulmak isteniyor. Transatlantik politik aklın kavramlarıyla eğitilen genç kadroların uzun vadede etkili siyasi-entelektüel figürlere dönüştürülmesi hedefleniyor.

Bir kanalın merkezinde Milliyetçi Kongre

1 Eylül 2023’te kurulan Milliyetçi Kongre Derneği bu geniş NATO’cu gençlik ağı içerisinde önemli bir kanal yaratmış görünüyor. Dernekle yolları kesişen kadrolar başka yapılarda aldıkları görevler ve kurdukları bağlantılarla bu kanalı genişletiyorlar.

İYİ Parti’nin genç yıldızı, YATA Türk'ün eski başkanı, foncu Bahadırhan Dinçaslan’dan görevi devralan yeni Başkan T. Aykutalp Arıcı ve ekibinin profili incelendiğinde, "Türk Milliyetçiliği" etiketinin altında, küresel Transatlantik ağlarıyla entegre bir yapı dikkat çekiyor. Zira Arıcı, sadece bir milliyetçi dernek başkanı değil; aynı zamanda Toplum Çalışmaları Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyesi.
Peki bu Enstitüde kimlerle beraber? Örneğin Mustafa Veysel Güldoğan ile. Güldoğan kim? Türk Atlantik Konseyi (ATA Türkiye) Başkanı. Yani NATO’nun Türkiye’deki sivil uzantısının bir numaralı ismi. "Milliyetçi" gençliğin "Atlantikçi" bir mutfakta nasıl pişirildiğinin çok somut ve çarpıcı örneklerini görüyoruz. NATO tüm olası ideolojik bariyerleri "sivil toplum" şemsiyesi altında eriterek, en erken yaşlardan itibaren Türkçü bir gencin ufkunu Batı güvenlik mimarisine entegre ediyor.

Derneğin kurucuları ve yöneticileri arasında yer alan pek çok başka isim de doğrudan transatlantik bağlantılı kişi ve kurumlarla çalışıyorlar. Türk Atlantik Konseyi Genel Sekreteri Emir Abbas Gürbüz’ün çalışma arkadaşları, Hür Dergi vb. liberal neşriyatın eski-yeni kadroları MKD içinde faaliyet yürütüyor.

Hariciye.org ve YATA

NATO'nun sivil yapılanmasında kullandığı önemli araçlardan biri daima düşünce kuruluşları(Think-Tank) oldu. Hariciye Dış Politika ve Güvenlik Araştırmaları Merkezi bu bağlamda “genç” ve oldukça önemli bir girişim. Misyonunu açıkça "Transatlantik bağları güçlendirmek" olarak ilan eden bu yapı, farklı partilerden oldukça geniş bir siyasi ideolojik yelpazeden gençleri bünyesinde topluyor ve NATO tedrisatından geçiriyor. DEVA Partisi kurucusu Deniz Karakullukçu, İyi Parti kökenli pek çok isim, milliyetçi dernek yöneticileri, liberal ve sosyal demokrat eğilimli gençler Hariciye.org ekibinde. Kurucu Direktör Emir Abbas Gürbüz Türk Atlantik Konseyi’nin de Genel Sekreteri. Böylece iki kurum arasında neredeyse organik bir köprü kurulmuş durumda. Yayın kurulunda yer alan diğer isimler ve editörler de YATA (Türk Atlantik Gençlik Konseyi) çevresiyle yakın.

YATA Türkiye, NATO’nun Türkiye’deki konumunun güçlendirilmesi hedefiyle çalışan Türk Atlantik Konseyi’nin gençlik yapılanması. Bugün Türkiye’de farklı partilere mensup onlarca genç ismin ortak durağı. YATA’nın son başkanları olan Selin Yılmaz ve Mustafa Eracar ise yalnızca NATO’culukta değil, mesleki alanda da Gürbüz’le aynı yoldan yürüyor, Gürbüz'ün hukuk bürosunda staj yaptıkları biliniyor.

NATO Türkiye’de İyi Partili, DEVA’lı, AKP’li veya CHP’li aramıyor. NATO, kendi stratejik çıkarlarını içselleştirmiş, partisi ne olursa olsun "Atlantik eksenli" düşünen bir elit kadro yaratıyor.

Bir Başka Think-Thank TÇE

Toplum Çalışmaları Enstitüsü bu transatlantik sivil örümcek ağı içerisinde saydığımız ve sayamadığımız pek çok yapının yoğun şekilde beslendiği ve ilişkide olduğu bir merkez olma özelliğinde. Yönetim kadrosu da adeta bir Atlantik Koalisyonu: Enstitü Başkanı İyi Parti Gençlik Kolları eski Başkanı Osman Ertürk Özel, TAK Başkanı Mustafa Veysel Güldoğan, TEPAV’cı Hüseyin Raşit Yılmaz ve MKD yeni Başkanı Aykutalp Arıcı… 

NATO'nun “Kamu Diplomasisi" şemsiyesi altında siyasi kimliklerden bağımsız, uzun vadeli bir eğitim ve ortaklık platformu!

Genç NATO’cular Yetişiyor

Türkiye’deki NATO’cu ekosistem içinde gençler yalnızca “fikir” değil, iş-güç, uluslararası çevre, güçlü bağlantılar da edinmiş oluyor. Genç hukukçular, siyaset bilimciler; Brüksel’deki NATO koridorlarında veya Türkiye’deki gösterişli ofislerde, “prezantabl” düşünce kuruluşlarında “ağ”a dahil oluyorlar. Bu klasik bir siyasi örgütlenmeden çok daha güçlü bir "bağımlılık ve aidiyet" ilişkisi yaratıyor olsa gerek.

Farklı partilerden gelen genç isimler, aynı bürolarda, aynı analiz merkezlerinde, aynı programlarda yetişiyor. NATO zirvelerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan veya Dışişleri Bakanı Fidan ile aynı kareye giren YATA Int. Eski Başkanı ve ATA Int. Yönetim Kurulu üyesi Selin Yılmaz ve Mustafa Eracar gibi gençler, bugünün "genç katılımcıları" ama yarının potansiyel milletvekilleri, bakanları veya diplomatları olarak hazırlanıyorlar.

“Uluslararası vizyon" vaat edilen bu gençler çekirdekten mandacı düşünce ile yetişiyor. Beyinleri halkımızın çıkarlarından ziyade, Transatlantik ittifakının önceliklerine göre formatlanıyor. Aldıkları eğitimlerle, edindikleri ilişkilerle, ballı bir kariyer planlamasıyla NATO’nun siyasi geleceğe yaptığı yatırım sonuçlarını veriyor. NATO vesayetinin daima güçlü kalması için Partilerin dış politika birimleri, danışman kadroları, politika komisyonları, düşünce kuruluşları hep bu gençlerle istihdam ediliyor.

Sonuç, bir haberin içeriğine sığdırılamayacak boyutlarda, “sivil toplum” maskesi altına gizlenmiş bir 5. kol faaliyeti! Siyaset değişiyor, partiler gelip geçiyor fakat Türkiye’nin "derin aklını" batıya zincirlemeyi hedefleyen “siyaset üstü” operasyonlar da NATO eliyle yürümeye devam ediyor. Farklı düzen içi ideolojilerin maskesi altında, özünde aynı düşünce kalıplarına dayanan, aynı öncelikleri benimseyen, aklını, yüreğini, haysiyetini kiraya vermiş bir gençlik yetiştiriliyor.

/././

 Mücadeleci bir akademisyen Necdet Bulut: Sosyalizm kavgasına verdi kendisini... 

1980 darbesine giden süreçte faşistler tarafından katledilen Necdet Bulut, Türkiye’nin bilgisayar alanında doktora yapan ilk bilim insanıydı. Başarılı bir akademisyen olan Bulut aynı zamanda TİP üyesiydi ve son anına kadar sosyalizm mücadelesini sürdürdü.

Bundan 47 yıl önce, 26 Kasım 1978 gecesi faşist tetikçilerce çapraz ateşe tutarak yaralanan ve 8 Aralık 1978’de yaşam mücadelesini kaybeden Necdet Bulut, aydın bilim insanlarından biriydi. ODTÜ öğretim üyesi olan Necdet Bulut’u katletme girişiminin ve “doktor hatası” sonucu ölümünün arkasında kimlerin yer aldığı sorusu ise halen cevapsız.

İlk bilgisayar doktoru

Necdet Bulut, Türkiye’nin bilgisayar alanında doktora yapan ilk bilim insanıydı. İstanbul Üniversitesi Jeofizik Bölümü’nü 1960 yılında tamamlamış, bir süre endüstride çalıştıktan sonra ODTÜ Elektronik Hesap Bilimleri Bölümü’ne programcı olarak girmişti. 1970 yılında ABD’de doktora çalışmasına başlayan Bulut, doktora derecesini aldıktan sonra ODTÜ’ye dönerek, yardımcı profesör olmuştu.

Necdet Bulut’un ODTÜ’lü dönemi, bu aydın bilim insanının akademik hayatını siyasi mücadeleyle birleştirdiği zamanları yansıtıyor. TÜTED (Tüm Teknik Elemanlar Derneği) ve TÜMÖD’ün (Tüm Öğretim Üyeleri Derneği) kurucuları arasında olan Bulut, Türkiye Bilişim Derneği’nin de başkanlığını yaptı.

14 Şubat 1977’de Hasan Tan’ın ODTÜ rektörlüğüne getirilmesiyle başlayan dönem, solcu öğrencilerin ve işçilerin öldürüldüğü, öğretim üyelerinin yoğun tehditler ve baskılar altında eğitim yapmaya çalıştığı bir ODTÜ yaratmıştı. ODTÜ Bilgisayar Merkezi’nin başına ülkücü bir ambar memurunun atanmasıyla merkez çalışanlarının işlerine son verildiği ve yerlerine yaklaşık 700 militan ülkücünün işçi statüsüyle işe alındığı bu dönemde, ilerici mücadelenin ön saflarında yer alan Necdet Bulut, o zamanlar Üniversite Konseyi’nde yardımcı profesörlerin temsilci üyeliğini yapmıştı. 1977 genel seçimlerinde, Türkiye İşçi Partisi’nin İzmir milletvekili adayı olmuştu.

Siyasi mücadelelerinin yanı sıra akademik alandaki çalışmalarını sürdürmeye çalışan Necdet Bulut, 1978 yılında ODTÜ’den izinli olarak Karadeniz Teknik Üniversitesi Hesap Bölümleri Başkanlığı’na getirildi ve bu üniversitenin bilgisayar merkezinin kurulması için çalışmalarına başladı. Aynı zamanda TİP’in Trabzon il örgütünün de kuruculuğunu yaptı.

Düzen, tetikçilerini sakladı

26 Kasım gecesi Trabzon’daki lojmanının girişinde, eşi ve oğlunun da içinde bulunduğu arabası çapraz ateşe alındı. Eşi ve oğlu hafif yaralanırken, kendisi ağır yaralanmıştı. Özel uçakla Ankara’ya getirilen Necdet Bulut, 8 Aralık’ta Hacettepe Hastanesi’nde yaşamını yitirdi.

Necdet Bulut’un ağır yaralanmasıyla ölümü arasında geçen zamanda, kapatılmaya çalışılan bir suikast ile ortadan kaldırılmaya çalışılan bir aydının halen açığa çıkmamış hikayesi var.

İlk mahkeme kararına göre, Necdet Bulut’a ateş eden ve mahkeme dosyasına göre MHP’nin gençlik örgütü Ülkü Ocakları yöneticileri ve üyeleri olan üç tetikçi 15’er yıl, onları azmettiren üç Ülkü Ocakları üyesi ise müebbet hapse mahkum oldular. Ancak Askeri Yargıtay, Bulut’un ölümünde “tıbbi hata” saptadığından bu kararlar bozuldu ve yargılama, yeterli kanıt bulunamadığından dolayı, 1985’te beraatla sonuçlandı. Sonuç olarak, Necdet Bulut’u ülkücü tetikçilerin ve onların azmettiricisi olan örgütlü faşizmin öldürdüğüne değil doktor hatasının öldürdüğüne karar verilince, Bulut’u öldürmeye çalışanlar yaralama suçundan birkaç yıl yatıp, ellerini kollarını sallayarak çıkmış oldular.

Necdet Bulut’un vurulmasından bir hafta sonra ise Pol-Der Trabzon Şubesi Başkanı, TİP İl Başkanı Işıtan Gündüz’ü arayarak, Necdet Bulut saldırısına dair açıklama yapacağını söylemiş ve bir buluşma ayarlanmıştı. Ancak Pol-Der Başkanı bu buluşmadan önce vurularak yaralandı, daha sonra da görev yeri değiştirildi. Pol-Der’li polisi vuranların kim olduğu da halen şüpheli. Bu sırada, Necdet Bulut’un vurulmasından sonra olay yerine giden polislerin bulduğu boş kovanlar, nasıl olduysa kaybedildi.

Bu arada Necdet Bulut’un Ankara’ya getirilmesinden sonra hastanede geçen iki haftasına dair büyük kuşkularını daha önce anlatmış olan eşi Neşe Erdilek şunları söylemişti: “8 Aralık 1978 tarihinde vefatına kadar eşim, bilinci yerinde olarak ancak gün gün midesi, ciğerleri, böbrekleri iflas ederek, makinelere bağlı acı çekerek tükendi”.

Neşe Erdilek, Necdet Bulut’a özel uçakla Ankara’ya getirilirken “bir şey olmaz” denilerek sütlü kahve içirildiğini, ancak karın operasyonlarında ağızdan bile hiçbir sıvı alınmaması gerektiğini Bulut’u ameliyat edecek iki cerrahın bilmemesinin mümkün olmadığını söylüyor. Erdilek, Necdet Bulut’a yapılacak cerrahi müdahalenin bilerek geciktirildiği konusunda ciddi kuşkulara sahip. O sırada Mehmet Haberal’ın Hacettepe Hastanesi’ndeki sekreterinin Mehmet Ali Ağca’nın kız kardeşi olduğunu öğrenmesi bu kuşkularını pekiştirmiş.

Necdet Bulut’un katledilişinin ardından KTÜ senatosu, üniversitenin bilgisayar merkezini “Dr. Necdet Bulut Bilgisayar Merkezi” olarak adlandırmıştı. ODTÜ’de ise üçlü amfi olarak bilinen binaya “Dr. Necdet Bulut Amfisi” adı verilerek, binanın giriş kapısına bu ismi belirten bir mermer levha konulmuştu. Ancak 1980’le tescillenen örgütlü faşizm, bu isimlerden de rahatsız olunca, KTÜ’de merkezden Necdet Bulut adı silindi ve ODTÜ’deki levha Rektör Mehmet Gönlübol tarafından herhangi bir gerekçe gösterilmeden söktürüldü. ODTÜ Öğretim Üyeleri Derneği’nin ısrarcı girişimleri ile 2005 yılında Necdet Bulut ismi yeniden U3 amfisindeki yerini buldu.

Faşist saldırıyla katledilen başka bir aydının, Uğur Mumcu’nun, Necdet Bulut’un ardından 10 Aralık 1978’de Cumhuriyet gazetesine yazdığı yazıdan birkaç cümleyle bitirelim: “Bir kanlı tabut daha... Dr. Necdet Bulut! Yürekli, namuslu, yiğit bir aydın, sosyalizme inanmış bir bilim adamı... O da gitti. Faşist kurşunlarla yaptığı yaşam kavgasında yenik düşüp kırk yaşında bir kanlı tabuta girerek ayrıldı aramızdan. Bilgisayar uzmanıydı. İsteseydi, çokuluslu şirketlerde her ay yüzbinler kazanacak bordrolara imzasını atabilirdi. Bunları, bu gibi kazanç kapılarını eliyle kilitleyerek, demokrasi ve sosyalizm kavgasına verdi kendisini. (...) Rahat uyu Necdet! Bir gün gelecek, faşist katillerin ağa babaları, akan ve akıtılan kanlarda boğulacaklardır. Er ya da geç, ama bir gün mutlaka...”

Necdet Bulut’un hayatı, mücadelesi ve katledilişine dair bilgiler Orhan Tüleylioğlu’nun “Neden Öldürüldüler?” başlığı altında, aydın cinayetlerine dair derlediği kitaptan alınmış; kapsamlı bir çalışma Yazılama Yayınevi tarafından yayımlanan "Karanlığın Katlettiği Bir Bilim İnsanı: Necdet Bulut" kitabında yer almıştır.

/././

 Adıyaman'da deprem konutlarını su bastı: 'Bardağı taşıran son damla' -Özkan Öztaş- 

Adıyaman Gölbaşı'nda "güvenli" denilen TOKİ konutlarını ilk yağmurda su bastı. Şehirden uzak, ulaşımın zor olduğu konutlarda altyapı yok. Yurttaşlar, "Sorumluluk alan yok ama aidat isteyen çok" diyerek yetki karmaşasına ve ihmale isyan etti.

Adıyaman'ın Gölbaşı ilçesinde 6 Şubat depremlerinin ardından inşa edilen ve "güvenli" denilerek teslim edilen TOKİ konutları, ilk ciddi yağışta sınıfta kaldı. Şiddetli yağmurun ardından zemin katları su basarken, üst katlarda da tavan ve duvarlardan sızan sular yurttaşları çileden çıkardı. Depremzedeler, yaşadıkları mağduriyeti ve konutlardaki yapısal sorunları soL'a anlattı.

Depremin üzerinden geçen yaklaşık üç yıla rağmen barınma sorunu nitelik değiştirerek devam ediyor. Gölbaşı'ndaki TOKİ konutlarına yerleşen aileler, altyapı yetersizliği ve baştan savma işçilik nedeniyle kendilerini yeni bir "afet" ortamında buldu.

İhale zinciri ve kötü malzeme

Konutlardaki sorunların temelinde, inşaat sürecindeki denetimsizlik ve kâr hırsı yatıyor. Depremzedelerin aktardığı bilgilere göre, inşaatı hızlandırmak adına ince işçilikten büyük ölçüde taviz verildi. İhaleyi alan ana firmaların işi daha ucuza mal etmek için alt taşeronlara devretmesi, kullanılan malzemenin kalitesini düşürürken işçiliğin de özensiz yapılmasına neden oldu.

Son üç-dört gündür Adıyaman genelinde etkili olan yağışlar, bu özensizliği gözler önüne serdi. Birçok binanın zemin katını su basarken, üst katlarda oturanlar da tavan akması ve duvar sızıntılarıyla mücadele ediyor. Depremzedelerin paylaştığı görüntülerde, sorunun münferit bir olay olmadığı, hemen hemen her blokta benzer manzaraların yaşandığı görülüyor.

Şehirden uzak, sorunlara yakın

soL'a konuşan bir depremzede, konutların konumuna ve yaşattığı hayal kırıklığına dikkat çekerek şunları söyledi:

"TOKİ konutlarını zemini daha sağlam diye şehrin 7-8 kilometre dışına yaptılar. Tek tesellimiz 'evler iyi yere yapıldı, artık sağlam olacak' düşüncesiydi. Ancak daha yağan ilk yağmurda evleri su basınca şaşkına döndük. Sadece su basması da değil; kimisinin ısınmada, kimisinin elektrik tesisatında bir sürü sorunu var. Biz evlerin içinde yaşarken sanki bir yandan da şantiye hali devam ediyor."

Konutların şehir merkezine uzaklığı, aracı olmayan aileler için işe gitmeyi ve temel ihtiyaçları karşılamayı bir eziyete dönüştürmüş durumda. Ulaşım imkanlarının yetersizliği, bölgedeki yaşamı daha da zorlaştırıyor.

Yağan yağmurun ardından Adıyaman Gölbaşı ilçesinde inşa edilen TOKİ konutlarının zemin katı.

'Kimse sorumluluk almıyor ama aidatlarımızı tıkır tıkır alıyor'

Depremzedelerin en büyük şikayetlerinden biri de karşılarında bir muhatap bulamamak. TOKİ bölgesinin Gölbaşı ilçe sınırlarının hemen bitiminde yer alması, yetki karmaşasına ve bürokratik bahanelere kapı aralıyor.

Yurttaşlar, yaşadıkları yetki krizini şu sözlerle anlatıyor:

"Bazen bir konu oluyor, altyapı sorunu ya da durak talebi gibi. İlçe belediyesine gidiyoruz, 'Orası bizim yetki sınırımız dışında, köy statüsünde' diyorlar. İl belediyesine soruyoruz, onlar da topu ilçeye atıyor. Kimse sorumluluk almıyor. Buranın muhatabı kimdir belli değil. Ama iş aidata zam yapmaya veya parayı toplamaya gelince tıkır tıkır almasını biliyorlar."

Aidatlar 890 liradan 1200 liraya çıktı. Ama depremzedelerin verdiği aidatlar dışında düzenli ilerleyen bir şey yok. 

Kışın sıcak ve yaşanabilir bir ev hayali kuran depremzedeler, depremin yaralarını sarmaya çalışırken hala en temel barınma sorunlarıyla boğuşmaktan yorulduklarını ifade ediyor. Yetkililerden bahaneler değil, acil ve kalıcı çözümler bekliyorlar.

/././

Eğitimde kriz MEB’de lüks -Deniz Ayhan / SÖZCÜ-

Her 4 çocuktan 1’i okula aç giderken, bazı okullarda sabun bile yokken, MEB’in gündemi bambaşka. Eğitimde sorunlar derinleşirken, Bakanlığın Antalya’da denize sıfır otelde yaptığı toplantıya milyonlar harcaması tepkilere neden oldu.

Türkiye’de 7 milyon çocuğun yoksulluk sınırının altında yaşaması, bazı okullarda güvenlik ve temizlik görevlisi hatta sabun bile olmaması hem eğitimdeki hem çocuk yoksulluğundaki sorunların geldiği noktayı gözler önüne seriyor. Tüm bu sorunların çözümü için adım atması gereken Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ise Antalya’da deluxe bir otelde düzenlenen toplantı ile tepkilerin odağına yerleşti.

TBMM’deki Plan ve Bütçe Komisyonu’- nda öğrencilerin ve öğretmenlerin refahı için ne bütçe teklif edilirse AKP ve MHP tarafından reddedilirken, MEB’in bütçe görüşmelerinden 18 gün önce Antalya’da denize sıfır deluxe otelde yapacağı toplantı için milyonlarca TL’yi kasasından çıkardığı belirlendi. E-Twinning 16. Ulusal Konferansı kapsamında toplantıya 280 kişi davet edildi, 3 gecelik toplantının maliyeti ise 4 milyon 250 bin TL’yi buldu. 9 Aralık Salı günü başlayan etkinlik, bugün sonra eriyor. Toplantının yapıldığı otel ise iktidara yakınlığı ile tanınan iş insanı Nihat Özdemir’e ait olan Antalya Limak Atlantis De Luxe Hotel & Resort.

‘DENİZE SIFIR’ ŞARTI

Antalya’daki toplantı için adrese teslim kriterler belirlendi. Milli Eğitim Bakanlığı Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü 4 Ağustos 2025’te E Twinning organizasyonları için ihaleye çıktı.

İhale kapsamında Antalya’da düzenlenecek konferans için de organizasyon satın alımı yapıldı. MEB toplantının Aksu Kundu, Serik, Lara ya da Belek mahallerinden birinde alkolsüz tam pansiyon hizmet veren kamu kuruluşuna ait bir tesiste yapılmasını istedi. MEB ayrıca konaklamanın yapılacağı toplantının denize sıfır olması şartını da ihalesinin teknik şartnamesine ekledi. O tarihlerde kamu kurumlarına ait tesis olmaması ya da tesislerde yer olmaması halinde ise otel seçilebileceği şartnameye not düşüldü.

Bakanlığa yakın hocalar davet ediliyor iddiası

Konferansa, Avrupa kalite etiketi alan öğretmenlerin davet edileceği bildirildi. Öğretmenlere yönelik oluşturulan E Twinning projeleri portalına her yıl binlerce öğretmen tarafından proje yapılıp yükleniyor. Projelere puanlama sistemine göre ulusal etiket veriliyor. Ulusal etiket alan projelerden bazıları Avrupa kalite etiketi almaya hak kazanıyor. Ancak yıllardır bu proje puanları açıklanmıyor. Özel ödüllerin bakanlığa yakın isimlere gittiği ve seminerlere bakanlığa yakın öğretmenlerin davet edildiği iddiaları var. Bu toplantı da bakanlığa yakın öğretmenlerin çağrıldığı iddiası tartışmalara neden oldu.

18 gün önce bütçe var, 18 gün sonra yok

Toplamda 270 kişinin konakladığı, 10’unun ise dışarıdan katıldığı toplantı için 27 Ağustos 2025’te 4 milyon 250 bin TL’lik sözleşme yapıldı. Bu sözleşmeden yalnızca 18 gün sonra TBMM’de MEB’in Plan ve Bütçe görüşmeleri yapıldı. Toplantıda muhalefetin verdiği öğrencilere bir öğün ücretsiz yemek verilmesi, okulların depreme hazırlıklı hale getirilmesi için denetlenmesi, öğretmenlerin maaşlarının artırılması için bütçe ayrılmasına ilişkin önergelerin tümü AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

Deniz Ayhan / SÖZCÜ

T-24 "Köşebaşı + Gündem"-11 Aralık 2025-

 Devletçiliğin yeni adı tekno-endüstriyel devlet mi?-Füsun Sarp Nebil- 

ABD'nin CFR raporu, ekonomik gücün artık ulusal güvenlikle iç içe geçtiğinin altını çiziyor; geleneksel "ekonomi" ve "asker ve politika" ayrımı artık geçerliliğini yitirmiş durumda. Türkiye açısından bakarsak, ABD'nin müttefikleri ve ortakları "güvenilir tedarik zinciri" çerçevelerine çekilecek; standartlar ve yönetişim rejimleri değişecek. Biz burada nasıl bir yer bulacağız şimdilik bilinmiyor.

küreselleşme

Ekim 2025’te ABD Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Görev Gücü "ABD Ekonomik Güvenliği: Geleceğin Teknolojileri Yarışını Kazanmak" başlıklı bir rapor yayımladı. Raporda, yeni nesil teknolojiler (özellikle yapay zekâ, kuantum teknolojileri ve biyoteknoloji) üzerindeki stratejik rekabetin halihazırda devam ettiği ve ABD'nin bu alanlardaki liderliğinin, özellikle Çin Halk Cumhuriyeti'nden gelen tehditler nedeniyle gerçek bir tehdit altında olduğu kaydediliyor.

Üç temel güvenlik açığı kategorisi vurgulanıyor:

Yatırım eksikliğiABD, uzun vadeli ufuklar ve yüksek risk nedeniyle özel sermayenin çekimser davranması nedeniyle önemli alanlarda (örneğin kuantum, biyoteknoloji) geride kalıyor.

Tedarik zinciri bağımlılıkları: Kritik girdiler (yarı iletkenler, biyoteknoloji, nadir toprak elementleri vb. için) dost olmayan veya düşman (özellikle Çin) bölgelere aşırı derecede bağımlı.

Kontrol ve yönetişim boşlukları: İhracat kontrolleri, yatırım taraması ve özel sektör ile hükümet arasındaki koordinasyon, hızla gelişen teknoloji ve tartışmalı tedarik zincirleri karşısında yetersiz kalmaktadır.

Raporda, ABD ve müttefiklerinin öncülük etmesi halinde, yapay zekâ, kuantum ve biyoteknolojinin birlikte 2040 yılında yıllık 29 trilyon dolara kadar gelir sağlayabileceğini tahmin ediyor.

Geride kalmanın yalnızca pazar payı kaybı olmadığı, aynı zamanda rakiplere küresel standartları şekillendirme, tedarik zincirlerine hâkim olma ve hatta askeri veya çift kullanımlı avantajlar elde etme olanağı verme riski taşıdığına dikkat çekiliyor.  

Rapordaki öneriler

Raporun ilginç olan yönü, öneriler kısmı. Bir süredir gördüğümüz ABD'nin küreselleşmeyi tersine döndüren çeşitli yaklaşımlarını somutlaştırıyor.  Raporda, kritik girdilerin (örneğin, yarı iletkenler, baskılı devre kartları, kimyasallar) üretiminin ABD'de yerelleştirilmesi ve çeşitlendirilmesi, böylece ABD'nin tek bir tedarikçiye daha az bağımlı olması önerisi başta olmak üzere, devlet alımları ve özel sektör kapasitesinin artırılması yoluyla kamu hizmeti ölçeğinde bir kuantum bilgisayarının geliştirilmesinin hızlandırılması, ulusal bir gelişmiş biyoüretim merkezleri ağı kurulması, temel biyoteknoloji ve tıbbi girdilerin stoklanması ve özellikle Çin'den temin edilen API ve KSM'lerde (aktif ilaç bileşenleri ve temel başlangıç malzemeleri) dışa bağımlılığın azaltılması, ulusal savunma stoklarının genişletilmesi, izinlerin hızlandırılması ve kaynakların haritalanması ve ikame teknolojilerinin geliştirilmesi için müttefiklerle birlikte çalışılması yoluyla kritik minerallerin güvence altına alınması, bu temel sektörleri desteklemek için ticaret ve STEM (makineciler, elektrikçiler, teknoloji işgücü) alanlarında işgücü kapasitesinin oluşturulması gibi öneriler yer alıyor.

Bütün bunların uygulanması için ise, Ticaret Bakanlığı bünyesinde, "Ekonomik Güvenlik Merkezi" adında özel bir kurumsal mekanizma oluşturulması öneriliyor. Bu merkezin hükümet ve özel sektör sinerjisini, tedarik zinciri istihbaratını, ihracat kontrol uygulamalarını ve sanayi politikasını koordine etmesi isteniyor.

ABD küreselleşmeyi ve kapitalizmi tamamen terk mi ediyor?

Bu rapordan ve önerilerden de gördüğümüz şey şu; ABD kendi içine kapanıyor. Öncüsü olduğu kapitalizmin kendisi ya da şekli değişiyor, küreselleşme terk ediliyor ve II. Dünya Savaşı'ndan bu yana hiç olmadığı kadar devlet odaklı, stratejik ve endüstriyel politika odaklı bir modele doğru ilerliyor.

Gerçi Nvidia, OpenAI, Intel, Microsoft, Amazon, Apple, biyoteknoloji şirketleri, kuantum girişimleri vb. özel şirketler hâlâ mevcut ama bunların üzerindeki devlet baskısı ya da desteği de ortada. Örneğin Apple'a üretimi ülkeye geri getir diyorlar. Ya da mobil sektörü göremediği için geride kalan ve yapay zekâ sektörüne de adapte olamadığı için zor duruma düşen Intel'i kurtarmak adına yüzde 10 hissesini  görülmemiş bir şekilde bizzat ABD devleti aldı. Nvidia'nın Çin satışlarından yüzde 15 pay istendi. Ya da AB, Google'a, Apple'a rekabet cezası verdiğinde, Trump soruşturma açtırıyor. Aynı şekilde Twitter'a mahremiyet cezası verdiğinde bir bakıyoruz, ABD sopa gösteriyor. Yani bu şirketler özel mi? Ya da devlet kontrolünde özel mi?

Amerikalı uzmanlar bunu "ABD, serbest piyasa köktenciliğinden, stratejik kapitalizme" geçiyor şeklinde süslüyorlar. Oysa ABD Yönetimi, 40 yıl boyunca (1980'ler-2020) arasında, şunları söylüyordu:

  • Piyasa kaynakları en iyi şekilde yönetir
  • Hükümet asgari düzeyde müdahale etmelidir.
  • Küreselleşme herkesi daha zengin yapacaktır.

Şimdi CFR raporu ve daha geniş kapsamlı ABD politikası büyük bir değişimi gösteriyor. Yani ABD artık şunlara inanıyor:

  • Piyasalar tek başına yapay zekâ, çipler, kuantum ve biyoteknoloji alanlarında liderliği güvence altına alamaz.
  • Devlet, stratejik endüstrileri finanse etmeli, koordine etmeli ve korumalıdır.
  • Serbest ticaret, Çin'e bağımlılık yaratırsa tehlikelidir.
  • Ulusal güvenlik ve endüstriyel rekabet, salt piyasa mantığının önüne geçer.

"Bu devletçiliğe doğru gidiş değil mi?” diye sorulduğunda ABD'li yetkililer, Değil. Bu, 1980'lerin Amerikan kapitalizminden çok Güney Kore, Japonya ve hatta Çin'in "kalkınmacı devlet" modellerine benziyor. Bu; tedarik zinciri milliyetçiliği, stratejik devlet müdahalesi ya da teknoloji odaklı korumacılık şeklinde adlandırılabilir" gibi ne anlama geldiği tartışılacak kavramları kullanarak, sorudan kaçıyorlar.  

Nvidia, Apple, Microsoft, Intel, OpenAI, hâlâ özel sektör şirketi mi?

Bu şirketler yasal olarak hâlâ özel şirketler; ancak stratejik olarak giderek daha fazla "devlet destekli özel kuruluşlar" (Goverment-backed private enterprises - GBPE'ler) gibi davranıyorlar. Devlet mülkiyetinde değiller, tamamen piyasa odaklı değiller (rekabete karşı korunuyorlar), devlet tarafından yönlendirilen bir teknolojik ekosistemin parçası haline geldiler, geliyorlar. Buna "stratejik kapitalizm" veya "tekno-endüstriyel devlet kapitalizmi" ismi takılıyor.

Kağıt üzerinde hâlâ özel sektör firmaları durumunda. Hissedarları var, hisse senedi ihraç ediyorlar, yönetim kurulları özel, kârları özel yatırımcılara ait. Ama ABD hükümetinin artık "ulusal kritik teknolojiler" olarak adlandırdığı sektörlerde faaliyet gösteriyorlar. Ve bir sektör "kritik" hale geldiğinde, devlet kuralları değiştirebilir deniliyor.

Yani ABD hükümeti ve Kongre, Apple'a Çin'den üretimi geri getirmesi için açıkça baskı yapıyor. Apple yasal olarak mecbur olmasa da stratejik olarak başka seçeneği yok. Ya da Intel yüzde 10 devlet mülkiyetinde bir şirket haline geldi. ABD hükümeti, özünde 50-60 yıl bilişimi yönlendiren ama yeni teknolojilere ayak uydurmakta geç kalan Intel'in hala hayatta kalmasına yatırım yapıyor. Çünkü Intel, ABD için Boeing veya Lockheed Martin gibi stratejik bir ulusal varlık anlamına geliyor. Bunlar özel şirket gözükse de, kaderleri tamamıyla ticari değil, politik olarak yönlendiriliyor.

Başka bir örnek, eylül ayında AB, Google'a, Apple'a rekabet cezası verdiğinde, Trump soruşturma açtırıyor. Aynı şekilde Twitter'a mahremiyet cezası verdiğinde bir bakıyoruz, ABD yetkilileri AB yetkililerini azarlıyor.  Çünkü "Büyük Teknoloji (Big Tech) şirketleri artık sadece özel bir şirket" değil. "Donanma veya Hazine Bakanlığı gibi ulusal gücün bir yansıması" olarak tanımlanıyor. Bu nedenle AB, Meta, Amazon, Apple veya Google'a ceza verdiğinde, sadece bir şirketi cezalandırmıyor. ABD'nin stratejik nüfuzuna meydan okumuş oluyor. Buna da jeoekonomik devlet yönetimi deniliyor.

Ve bunun artık bir Biden veya Trump meselesi olmadığı, ABD seçimlerini kim kazanırsa kazansın artık bu politikaların geçerli olacağı konuşuluyor. Yani ABD ile birlikte artık Tekno-Endüstriyel Devlet çağı denilen bir dönemi konuşuyoruz. Çünkü ABD artık fena halde korkuyor.

Devlet destekli yüksek teknoloji ekonomisi mi?

ABD korkuyor çünkü Çin bazı alanlarda öne geçmiş gibi duruyor. ABD bu nedenle içer kapanıyor ve "devlet destekli bir yüksek teknoloji ekonomisi" yaratıyor. Yakından bakarsak son dört yılda;

  • CHIPS Yasası ile yarı iletken endüstrisine 52 milyar dolar destek açıklandı. Yani fabrikaların nereye gideceğini piyasa güçleri değil, devlet sübvansiyonları belirliyor.
  • IRA yani temiz teknoloji için 369 milyar dolar planlandı. Devlet öncülüğündeki devasa fonlama özel yatırımı şekillendiriyor.
  • Yapay zeka kararnameleri de bilgisayar politikasının millileştirilmesini getiriyor. ABD Hükümeti artık GPU'lara erişimi stratejik bir varlık gibi düzenliyor.
  • Çin'e ihracat kontrolleri ile "piyasalar, gelişmiş çipleri kimin satın alacağına karar veremez; kararı Washington verir" diyorlar.
  • Çipler, ilaçlar ve malzemeler için Savunma Üretim Yasası çıkarıldı yani üretime doğrudan devlet müdahalesi var.

Bunlar genellikle devlet öncülüğündeki ekonomilerle ilişkilendirilen araçlar. CFR raporu açıkça "Piyasalar stratejik teknolojilere yeterince yatırım yapmayacak. ABD hükümeti müdahale etmeli." diyor.  Bu "devletçilik" mi? Kesinlikle evet çünkü ABD hükümeti; bir yandan ulusal teknoloji şampiyonlarına sahip olurken, diğer yandan üretimin yeniden yerelleştirilmesi ve tedarik zinciri kontrolünü sağlıyor, devlet öncülüğünde Ar-Ge, jeopolitik olarak uyumlu ticaret ağları, "güvenilir ortaklar" ve "stratejik rakipler" konularını masaya koyuyor.

Kelime dağarcığımıza ve dünyanın ekonomik yönetimine yeni kelimeler katılıyor. Akademisyenler artık ABD modelini farklı farklı kelimelerle tanımlıyor:

  • "Demokratik Endüstriyalizm"
  • "Ulusal Güvenlik Kapitalizmi"
  • "Tekno-Endüstriyel Devlet"
  • "Çin Özelliklerine Sahip Kapitalizm" (yarı şaka, ancak politika çevrelerinde giderek daha fazla kullanılıyor)

Sonuçta ABD'nin CFR raporu, ekonomik gücün artık ulusal güvenlikle iç içe geçtiğinin altını çiziyor; geleneksel "ekonomi" ve "asker ve politika" ayrımı artık geçerliliğini yitirmiş durumda.

Türkiye açısından bakarsak, ABD'nin müttefikleri ve ortakları "güvenilir tedarik zinciri" çerçevelerine çekilecek; standartlar ve yönetişim rejimleri değişecek. Biz burada nasıl bir yer bulacağız, şimdilik bilinmiyor.

/././

 Armut.com engellemesi kalktı ama zaten neden engellendi ki?-Füsun Sarp Nebil- 

Hakimliğin karar kaldırma gerekçesi, aslında ilk kararın baştan hukuka aykırı olduğunu kendi sözleriyle ortaya koyuyor.

armut.com

Dün akşam(10/12/2025) saatlerinde, ülkemizin ve 14 ülkede de iş yapan önemli portallerinden birisi olan Armut.com'un aniden engellendiğini gördük ve şaşırdık. O saatte bilgi de alamadığımız (ki firmanın kendisine de sorduk, onlar da o saatte bilmiyorlardı) için haklarında ne şikayetler var diye baktık ve 150'ye yakın "Armut.com'a ulaşamıyorum, param içeride kaldı" şeklinde şikayetle karşılaştık.

Bizim, Armut.com'un ve bu şikayetleri yazanların ortak noktası, "ne olduğunu anlayamamak" idi. Kimseye bir açıklama yapılmamış. Düşünün ki, armut.com üzerinde hizmet alan ve hizmet veren yüzbinlerce kişi var. Hiçbir açıklama olmadan birden bire bir dükkanı kapatma hakkını, kim, nasıl buluyor?

Olayda baştan aşağıya bir sürü hata var.

  1. Sağlık Bakanlığı başvurusu ile İstanbul Anadolu 7.Sulh Ceza Hakimliği 4 aralıkta 5651 sayılı kanunun 8/A maddesine göre erişim engelleme kararı vermiş. Ama Sağlık Bakanlığı’nın böyle bir yetkisi yok. Çünkü 8/A maddesi kapsamında engelleme sadece BTK tarafından re'sen ve acil durumlarda yapılabilir ama görülen o ki, engelleme BTK'dan değil hakimlikten gelmiş durumda. Acaba İstanbul Anadolu 7. Sulh Hakimliği bu kanunu tam olarak bilmiyor mu?
  2. Karar 4 Aralık’ta verilmiş ama 8 Aralık’ta uygulandı. Hani acil bir kaldırma ama aradan geçen dört günde neden armut.com ile bu kadar büyük iş hacmi olan bir firma ile temasa geçilmemiş. Hem firmanın hem de üzerinden hizmet alan-verenlerin kısa da olsa bu erişim engelleme sürecindeki zararını kim tazmin edecek?
  3. Üstelik engellenmek istenen içeriğin linki de verilmemiş. Dolayısıyla sitenin tamamı engellenmiş.
  4. Bu arada sitenin müşterileri, hizmet verenleri -ki yukarıda belirttiğimiz gibi, bir sürü usta, hizmet sağlayıcı, bu site üzerinden hizmet veriyor ve ücret alıyor. Bir anda paralarına ulaşamaz olunca, herkes endişelendilerve yayıncıları olmak üzere büyük bir grubun hakları hiçe sayılmış oldu. Bunun sorumlusu kimdir?

Hakimliğin karar kaldırma gerekçesi, aslında ilk kararın baştan hukuka aykırı olduğunu kendi sözleriyle ortaya koyuyor. Ek kararda açıkça, engel talebinin alt URL bazında yapılması gerektiği, sayfanın hangi içeriği sebebiyle engellendiğinin belirli olmadığı, başvurunun eksik yapıldığı yazılmış.

Dolayısıyla, hata farkedilmiş ve site erişime geri açılmış durumda. Konuyu İfade Özgürlüğü Derneği’nden (İFÖD) Prof. Dr. Yaman Akdeniz'e sorduk. Şunları söyledi:

"Bir gece ansızın Armut gibi bir platformun topyekûn erişime engellenmesi her bakımdan sorunlu. Kaldı ki başından sonuna hukuka aykırı bir süreç söz konusu. Talep Sağlık Bakanlığı tarafından yapılmış ve yasal dayanak olarak da 5651 sayılı Yasanın 8/A maddesi kullanılmış.

Bakanlık talebi doğrudan İstanbul Anadolu 7. Sulh Ceza Hakimliği’ne yapmış. Hakimlik de bakanlıktan gelen talebi aynen kabul etmiş ve platformu engellemiş. Halbuki, bakanlığa, 8/A maddesi kapsamında doğrudan hakimliklerden erişimin engellenmesi talebinde bulunma yetkisi verilmemiş.

Yasa gereği, ancak gecikmesinde sakınca bulunan bir durum söz konusu olduğunda Bakanlık erişim engelleme veya içerik çıkartma talebini BTK'ya göndermek zorunda. BTK'nın da talebi onaylatmak üzere Ankara’daki nöbetçi sulh ceza hakimliğine göndermesi gerekiyor. Sistemin böyle işlemesi gerekirken, keyfi bir şekilde bakanlık talebini doğrudan İstanbul Anadolu 7. Sulh Ceza Hakimliği’ne yapıyor.

Hakimlik, usule aykırı bu talebi reddetmesi gerekirken kabul edip BTK'ya gönderiyor. BTK'nın da bu karara itiraz etmesi gerekirken, sorgulamadan uyguluyor. 8/A hükmü 2015'ten bu yana, yani 10 senedir yürürlükte ve hala yetkililer ve uygulayıcılar bu hükmün nasıl işlediğini öğrenemedi."

Bu kararın düzeltilmiş olması sevindirici. Ancak aynı hatanın tekrar yaşanmaması için, erişim engeli süreçlerinin yetki, usul ve içerik bazlı denetim ilkelerine uygun hale getirilmesi zorunludur. Aksi hâlde Türkiye’de dijital girişimciler için en büyük tehdit, rekabet değil, öngörülemeyen kararlarla duran bir hukuk sistemi olacaktır. Zaten ülkeye yatırım için çağrılan pek çok firmanın da ilk sözü “hukuk” ve özellikle de “5651 sayılı kanun” oluyor. Artık bu garabetin ele alınması ve düzeltilmesi lazım.

/././

 Zorba keşke sadece eski bir roman kahramanının adı olsaydı -Mine Söğüt- 

Etimolojik olarak kanıtlanmış bilimsel bir bağ olmasa da Türkçeye Farsçadan geçen zorba kelimesi ile Yunanca’daki zorbas kelimesi arasında rastlantısal bir kültürel anlam bağı vardır. Zorbalık tüm feodal toplumlarda fiili olarak uygulanan eril şiddetin dilidir. Sistem, kendini zorbalığa karşı savunurken bile zorbalaşabilen insana zorbalıkla kazanılan başarıların reklamını yaparak kendini güçlendirmeyi sürdürüyor.

Zorba keşke sadece eski bir roman kahramanının adı olsaydı

Yunanca da “zorbas” kelimesi yaşamdan zevk almasını bilen güçlü erkek anlamına gelir. Kazancakis’in romanından sinemaya aktarılan filmin kahramanı coşkulu, içgüdüsel davranan, özgürlükçü, hayata tutkuyla bağlı bir erkektir. Ama “erkektir.”

Feodal bir dünyada erkeğin bu görece pozitif özellikleri aslında erkekliğin temsil ettiği tüm negatif özelliklerin de başlıca müsebbibidir.

Etimolojik olarak kanıtlanmış bilimsel bir bağ olmasa da Türkçeye Farsçadan geçen zorba kelimesi ile Yunanca’daki zorbas kelimesi arasında rastlantısal bir kültürel anlam bağı vardır.

Zorbalık tüm feodal toplumlarda fiili olarak uygulanan eril şiddetin dilidir. Erkin şuursuz mutluluğu diğerlerinin taammüden mutsuzluğu anlamına gelir.

Tıp çok geç tespit etti ama artık sırf fiili değil psikolojik zorbalığın da tanımı var ve sadece güçlülerle güçsüzler arasında değil eşitler arasında da yaşanabildiği biliniyor. O eşitler bu yöntemi muktedirlerden, otoritelerden, iktidarların kadim dilinden öğreniyor.

İnsanın hayatındaki en küçük ama önemli otorite figürü ailesi, en büyük ve önemli otorite figürü ise devlet. Hayata gözünü açtığı anda ebeveynleri tarafından psikolojik şiddet yöntemleriyle eğitilen çocuk, yetişkinliğe geçtiğinde artık devlet tarafından uygulanan psikolojik şiddetleri olağan olarak görüyor ve hayatta kalmak için gücünü ispat etmekten başka bir yol bilmiyor.

O yüzden hep büyük balık küçük balığı yutuyor. Devletin yuttuğu birey çocuğunu yiyor. Ebeveyni tarafından yiyilen çocuk devletin onu yutmasını kanıksıyor.  Ezenlerin ve ezilenlerin dünyasında fırsatını bulduğu anda kendinden ezik gördüğü bir diğerini ezmeye başlayan insanlık döngüsünde o yüzden zorbalananla zorbalayanı birbirinden ayırmak güçleşiyor.

“Baban duyarsa seni öldürür” ya da “Beni konu komşuya rezil mi edeceksin” ile başlayan cümlelerin, “Yine mi beceremedin” serzenişlerinin, “Sen kendini ne sanıyorsun” tıslamalarının, “Seni herkese rezil ederim” tehditlerinin, bir insanın boyuyla posuyla, fiziksel görünüşüyle, heyecanıyla, heyecansızlığıya, becerikliliğiyle, beceriksizliğiye, aklıyla, akılsızlığıyla ilgili yapılan şaka yollu imaların hepsinin psikolojik bir şiddet olduğunu çok geç fark eden insan tüm uygarlığını zorbalıkla biçimlendirmiş olduğunu itirafta zorlanıyor.

Biriyle alay etmenin, onu aşağılamanın, dışlamanın, küçültmenin, birini tehdit etmenin de şiddet olabileceğini fark edene kadar geçen zaman sürecinde varlığı neredeyse baştan sona şiddet yoluyla edinilen kazanımlarla zenginleştiği için anca yeni yeni yüzleştiği “psikolojik şiddet” kavramıyla baş etmesi güç. Zorbalıkla elde edilen başarılar tadından yenmediğinden olsa gerek zorbalığı hayatından çıkarması da kolay değil.

Çünkü sistem, kendini zorbalığa karşı savunurken bile zorbalaşabilen insana zorbalıkla kazanılan başarıların reklamını yaparak kendini güçlendirmeyi sürdürüyor.

Televizyonlardaki gündüz kuşağı kadın programlarından yarışmalara, sosyal medyadaki bireysel gösterilerden, dizilerdeki ikon karakterelere, siyaset arenasından dini söylemlere kadar her yerde zorbalığın propogandası yapılıyor. Bu propagandaların etkisiyle kalabalıklar korku salmayı, ses yükseltmeyi, rakibine bel altı yöntemlere yüklenmeyi başarının altın anahtarı olarak kodluyorlar.

Sesini daha yüksek çıkaranın hayatta kalacağına ikna olan insanların faklı desibellerde birbirlerine bağırarak cehenneme dönüştürdüğü bu dünyada suç nedir ve suçlu kimdir ayırt etmek gittikçe zorlaşıyor. Çünkü dünyayı, yaşamdan bireysel olarak zevk almayı ve zevki de sadece para kazanmakta tatmayı marifet bilen eril muktedirler yönetiyor. Herkes o irili ufaklı muktedirleri rol model olarak benimsiyor.

Sistemi demokratik yollarla zorba hükümdarlara, zorba ekonomilere ve zorba bir ahlaka teslim ederseniz, çocuklar arasında yükselen akran zorbalığından endişelenme hakkını en baştan yitirirsiniz.

Zorba keşke sadece eski bir roman kahramanının adı olsaydı.

/././

 Vergi dairesi müdürleriyle çalışanlarının sessiz çığlığını duyan var mı?-Murat Batı- 

Vergi dairelerine tüm vergi işlemlerini yükleyip yıl sonunda bu dairelerin aracılığıyla 13,7 trilyon vergi toplayın, sonra da konu zam olayına gelince de bu insanları unutun… İşin özünde vergisel sürecin bu kadar içinde ve mutfağında olup da tahsil edilen tutardan bu kadar mahrum bırakılan başka bir meslek grubu daha yoktur sanıyorum.

2026 Bütçe Kanun teklifine kamuda bulunan daire başkanı ve üstünde bulunan yöneticiler ile müfettiş, denetçi ve kariyer uzmanlarına yaklaşık 30 bin lira zam yapılması yönünde bir önerge eklendi.

Sunulan önergenin içeriğinde önemli bir eksiklik var, o da; başta vergi dairesi müdürleri olmak üzere sosyal güvenlik denetmenleri, gelir uzmanları gibi birçok kariyer meslek mensuplarının dışarda tutulmasıydı.

Birçok meslek mensubu sosyal medyada seslerini çıkarmaya çalışsalar da herkesi sağduyulu olmaya çağıran Vergi Dairesi Müdürleri ve Müdür Yardımcıları Derneği sevimsiz tartışmalardan sakınmayı tercih etti ki doğru olan da buydu.

Sosyal medyada oluşan tartışmaların temel nedeni ise yapılacak 30 bin liralık zammın kamudaki her kariyer mesleğini kapsamamasıydı. Çünkü devletin kendi çalışanlarını merkez ve taşra; kamuya yararlı, az yararlı; daha vazgeçilmez ya da değil şeklinde ayırması doğru değildir.

Daha da önemlisi Vergi İdaresinde zam alması gereken grupların başında vergi dairesi müdürleri, uzmanlar ve vergi müfettişleri gelmektedir. Ama nedense kanun teklifine eklenen hükümde vergi dairesi müdürleri, müdür yardımcıları ve gelir uzmanları bulunmamaktadır.

Vergi dairesi müdürlük mesleği nedir?

Vergi dairesi müdürü; vergi dairesinin yöneticisidir. Vergi dairesi, mükellefi tespit eden, vergiyi tarh eden, tahakkuk ettiren ve tahsil eden dairedir. Bu tanımlamaya göre vergi dairesi müdürü, bu iş ve işlemlerin tamamını birlikte çalıştığı vergi dairesi müdür yardımcısı ve idari amiri olarak sorumlu olduğu şef, gelir uzmanı ve gelir uzman yardımcıları ile birlikte yürütür.

Vergi dairesi müdürü, 5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na istinaden muhasebe yetkilisi sıfatıyla, idaresindeki muhasebe biriminin harcamalarını gerçekleştirilen ve yapılan harcamadan dolayı Sayıştay’a karşı hesap vermekle sorumlu olan kişidir.

Vergi dairesi müdürü ve vergi dairesi müdür yardımcısı; unvanını Hazine ve Maliye Bakanlığı bünyesinde çok kapsamlı vergi mevzuatından sorumlu olduğu yazılı ve sözlü olmak üzere en az 8 ayrı sınava/mülakata girmek suretiyle almış, alnının teriyle hak etmiş kişidir.

Ayrıca vergi daireleri, haciz ve satış işlemleri, kamu gelirlerinin muhasebeleştirilmesi, vergi iş ve işlemlerinden kaynaklı davalarla ilgili olarak savunmaların hazırlanması ve bir nevi hukuki hizmetlerin verilmesi, mükelleflerle alakalı olarak mükellefin mevcut durumları ve vergisi işlemleri açısından tespitlerin ve yoklamaların yapılması gibi sayamadığım yüzlerce sorumluluk gerektiren iş ve işlemleri yapar.

Yani iş ve iş yükü ziyadesiyle fazla ama karşılığı…..

Ancak gelelim işin özüne…

Ülkemizde mükellef kayıtlarını açan, onları takip eden, vergi beyannamelerini alıp onlar üzerinden vergiyi hesaplayan, varsa vergi/ceza borcunu tebliğ eden, gelen itirazları kabul edip değerlendiren ve en nihayetinde vergi ve cezaları tahsil eden yegâne kurum vergi dairelerdir.

En küçük bir aksaklık dahi tüm ülkenin harcamalarını finanse eden vergilerin tahsilatını sekteye uğratacak küçük ama nitelik itibariyle bi’ o kadar büyük devlerden bahsediyorum: vergi daireleri.

Bu insanlar, devlet kademesinde mesailerine en fazla riayet edenlerin başında gelmektedir. Hatta çoğu zaman özellikle beyan ve ödeme dönemlerinde hafta sonu dahi tam tekmil olarak hazır ve nazır şekilde vazifelerinin başlarında bulunmaktadırlar.

İlaveten başta müdür ve müdür yardımcıları olmak üzere genel olarak vergi dairesi çalışanları bilindiği üzere hazineye karşı sorumludurlar. Bu sorumluluk zamanaşımına uğratılan ve zamanaşımı süresi içerisinde tarh ve tahsil edilemeyen vergi alacaklarına karşı şahsen ve tüm mal varlığıyla sorumludurlar. Hiçbir kamu kurumunda böyle geniş ve ağır bir sorumluluk bulunmamaktadır. Bu görevin sorumluluğuyla verilen ücretin orantısızlığı günümüzde daha da artmıştır.

Nitekim 2026 yılı için Hazinemiz 13 trilyon 783 milyar lira vergi geliri tahsil etmeyi hedeflemekte ve Hazine, bu vergi gelirlerinin hemen hemen tamamını vergi dairesi aracılığıyla yapacaktır. Bu durum önceki yıllar için de böyleydi.

Gel gelelim siz tüm vergi işlemlerini bu dairelere yükleyip yıl sonunda bu dairelerin aracılığıyla 13,7 trilyon vergi toplayıp sonra da konu zam olayına gelince de bu insanları unutun… Bu, takdir edersiniz ki pek de kabul edilebilir bir durum değildir.

Bakınız 2025 Aralık ayında bir gelir uzmanı aylık 69 bin lira, vergi dairesi müdür yardımcısı 71 bin lira ve tüm vergi dairesini idare eden vergi dairesi müdürü ise 73 bin lira aylık maaş almaktadır. Bu hem trajikomik hem de dramatik bir durumdur.

İstanbul’da depreme dayanıklı bir konut kira tutarı, beslenme, giyim gibi parametrelerin fiyatları göz önüne alınarak vergi dairesi müdür ve yardımcıları ile uzmanlarının maddi koşullarının ivedilikle düzeltilmesi bugünlerde zorunluluk halini almıştır.

İşin özünde vergisel sürecin bu kadar içinde ve mutfağında olup da tahsil edilen tutardan bu kadar mahrum bırakılan başka bir meslek grubu daha yoktur sanıyorum. Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın pamuklara sarması gerektiği vergi dairesi müdür ve çalışanlarını bu denli görmezden gelmesi de kabul edilebilir bir durum değildir.

Ezcümle kamu kariyer mesleklerinde zammın konuşulduğu şu günlerde metanetlerini koruyan vergi dairesi müdürü ve yardımcıları ile uzmanlarının hakkettikleri zam ve özlük haklarının ivedilikle kendilerine teslim edilmesi gerekmektedir. Bu hem işe hem de mesleğe olan aidiyeti artıracaktır.

/././

 Belediye gelirlerini kısıtlayan madde, 31 Aralık’ta sona eriyor; tekrar uzayacak mı?-Murat Batı- 

6360 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesinde belirtilen süre 31 Aralık 2025 günü sona eriyor. Meclis'te bu tarihi uzatacak herhangi bir düzenleme çalışması şu an bulunmuyor. Ancak torba yasalardan birine son anda eklenir mi, bilemiyorum ama eklenmezse belediyelerin geliri artacaktır.

2012 yılında yapılan bir kanuni düzenlemeyle belediyeler, bazı yerlerde emlak vergisi, harç gibi gelirlerinden mahrum bıraktırılmış ve ayrıca bu bölgelerdeki işletmelerden alınması gereken su bedellerinin de dörtte bir oranında alınması sağlanmıştı.

Belediyeleri bu gelirden mahrum kılan bu düzenleme uzatılmıştı. Son uzatılma tarihi ise 31 Aralık 2025 idi.

Bu sürenin tekrar uzatılmasına ilişkin şu an meclis gündeminde herhangi bir çalışma olmadığından bu uygulama 31 Aralık’ta sona erecek ve belediyeler gelirlerine kavuşmuş olacaklar gibi aması da var bu işin elbette…

Öncelikle bu uygulamanın seyrine bi’ bakalım isterseniz…

Tarihsel seyri

6 Aralık 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6360 sayılı Kanun ile köyden mahalleye dönüşen yerlerden alınması gereken emlak vergisi ile Belediyeler Kanunu uyarınca alınması gereken bir kısım vergi, harç ve katılma paylarının 31 Aralık 2022’ye kadar alınmaması sağlanmıştı.

Bu şekilde bir vergisel kolaylık getirilmesindeki ana amaç mahalleye dönüşen köyler, belediye hizmetlerinden tam olarak yararlanamayacakları için 31 Aralık 2022’ye kadar bu bölgelerden vergi ve harç alınmayarak bir tür adalet sağlamaktı. O dönem ve kısıtlı süre için oldukça makul bir gerekçeydi bu.

Alın(a)mayan bu vergi ve harçlar şunlardıremlak vergisi, eğlence vergisi, haberleşme vergisi, elektrik ve hava gazı tüketim vergisi, yangın sigortası vergisi, çevre temizlik vergisi, işgal harcı, tatil günlerinde çalışma ruhsatı harcı, kaynak suları harcı, tellallık harcı, hayvan kesimi muayene ve denetleme harcı, ölçü ve tartı aletleri muayene harcı, bina inşaat harcı, kayıt ve suret harcı, altyapı kazı izin harcı, imar ile ilgili harçlar, işyeri açma izin harcı, muayene, ruhsat ve rapor harcı, sağlık belgesi harcı ve harcamalara katılma paylarından oluşmaktadır.

  Ayrıca bu yerlerde içme ve kullanma suyu tarifesi de diğer yerlerde belirlenen tarifenin dörtte biri oranında alınacaktıYani 100 TL’lik su kullanım faturası bu yerlerde 25 TL olarak ödenecekti. Böylece bu yerlere büyük oteller ve iş yerleri vs kurulacak ve 2022 yılı sonuna kadar da mis gibi bu vergi ve harçlar ödenmeyecekti. Nitekim de öyle oldu….

Daha sonra af kanunu olarak bilinen 7440 sayılı Kanun, 12 Mart 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı gün yürürlüğe girmişti.

7440 sayılı Kanun m.23 ise aynen şu şekildedir “12/11/2012 tarihli ve 6360 sayılı On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun geçici 1 inci maddesinin onbeşinci ve yirmidokuzuncu fıkralarında yer alan “31/12/2022” ibareleri “31/12/2025” şeklinde değiştirilmiştir.”

Böylelikle bu düzenleme ile belediyelerin alması gereken vergilerin alınmama süresi 31 Aralık 2025’e uzatılmış oldu.

Ve dolayısıyla da muhalefetin elinde olan Ege ve Akdeniz’in eşsiz koylarının bulunduğu belediyeler bu gelirden mahrum bırakılmış oldu.

Bu yerlerde bulunan belediyeler, önceki yıllarda bütçe hedeflerini bu maddenin uzatılmayacağı düşüncesiyle belirlemişti. Ancak yürürlüğe giren bu madde ile belediyeler bu gelirlerden mahrum bırakılmıştı.

Bodrum, Datça, Çeşme, Kaş ve doğası müthiş bu bölgelerin bakir alanlarına kurulan devasa otel ve tesisler bugüne kadar hem yukarıda saydığım vergileri ödemedi hem de kullanılan suyu yüzde 75 eksik ödediler.

Daha da önemlisi birçok belediye 31.12.2022’de biten uygulama için 2022’de 2023 yılı bütçelerini yapıp kesinleştirdi ama 12 Mart 2023’te yapılan düzenlemeyle bir anda geçmişe uygulandığından tüm hesapları altüst etmişti. Umarım bir daha böyle olmaz…

Yeni bir düzenleme şu an için yok ama…

6360 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesinde belirtilen süre 31 Aralık 2025 günü sona eriyor. Meclis'te bu tarihi uzatacak herhangi bir düzenleme çalışması şu an bulunmuyor. Ancak torba yasalardan birine son anda eklenir mi, bilemiyorum ama eklenmezse belediyelerin geliri artacaktır. Ve belediyeler 2026 bütçelerini bu sürenin uzamayacağı ihtimaline binaen yaptılar ancak süre uzarsa yine tüm hesaplar karışacak.

Nitekim en son düzenleme 12 Mart 2023’te yapılmış ve 31.12.2022’de biten süreyi uzatmıştı. O yüzden ne olacağını bekleyip birlikte göreceğiz.

/././

 e-İmza çetesine “örgüt” davası: “Depremi dahi suistimal ettiler, kamuyu tehdit eder hale geldiler”-Asuman Aranca- 

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, kamu kurumu yöneticilerinin e-imzalarını kopyalayarak sahte diploma, ehliyet ve resmi belgeler ürettikleri ortaya çıkan çete hakkında bu kez de “örgüt kurma ve yönetme” iddiasıyla dava açtı. 123 kişinin sanık olarak yer aldığı iddianame birleştirme talebiyle diğer davaların da görüldüğü Ankara 23. Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. İddianamede, Ziya Hoca lakaplı Ziya Kadiroğlu örgüt liderliği ile suçlanırken, uyuşturucu kullanıcısı olduğu ortaya çıkan Mıhyettin Yakışır, Alex kod adlı Gökay Celal Gülen, Zeynep Karacan, Ayhan Ateş ve Yalçın Maraşlı gibi isimler de örgüt üyesi olarak gösterildi. İddianamede, şüphelilerin 6 Şubat depreminde hayatını kaybeden vatandaşların bilgileri üzerinden dahi menfaat temin etmeye çalıştıkları belirtilerek, “(Örgütün) Türk Milletinin en zor dönemlerinde dahi bu durumu suistimal ederek veri ve bilgileri menfaat temininde kullanma eğilimi gösterdiği, bu hali ile örgüt yapısının tüm kamuyu tehdit eder hale geldiği gözlemlenmiştir” değerlendirmesi yapıldı.

19 şüpheliye örgüt suçlaması

Ankara Başsavcılığı, çok sayıda kamu kurumundaki yetkilinin e-imzasının kopyalanarak sahte üniversite ve lise diploması ile sürücü belgesi üretilmesine ilişkin soruşturma kapsamında yeni bir iddianame daha düzenledi.

Başsavcılıkça 123 şüpheli hakkında düzenlenen iddianamede 19 şüpheli “örgüt kurmak ve yönetmek” ile “örgüte üye olmak” ile suçlanırken, diğer şüphelilere de “E-İmza Kanunu’na muhalefet, ÖSYM Kanunu’na muhalefet, bilişim sistemine hukuka aykırı müdahale suretiyle haksız çıkar sağlama, bilişim sistemindeki verileri bozma, resmi belgede sahtecilik, kişisel verileri hukuka aykırı olarak ele geçirmek veya yaymak” gibi suçlamalar yöneltildi.

Örgütü “Ziya Hoca” kurdu

İddianamede, örgüt liderliği ile suçlanan Ziya Kadiroğlu’nun “Elektronik imza suç örgütünü” bizzat kurup yönettiği, örgüt üyelerini bir hiyerarşik ilişki içerisinde yönlendirdiği, örgüt üyelerinin de kendilerine iş bölümü içerisinde verilen talimatları yerine getirdikleri anlatıldı. Kadiroğlu’nun talimatları çerçevesinde Mıhyedin Yakışır, Gülseren Üstün, Aydın Üstün, Ayhan Ateş ve Yelda Boğa gibi örgüt üyelerinin, elektronik imza şirketlerinin bayilerine giderek sahte e-imza ürettikleri, örgütün iş bölümünde kendilerine verilen görevi bu şekilde yerine getirdikleri ifade edilen iddianamede, “somut olaylar incelendiğinde örgüt lideri ve üyeleri arasında çok sıkı bir hiyerarşiden bahsedilemese dahi, Yargıtay kararlarında belirtildiği gibi örgüt yöneticisi ve üyeleri arasında gevşek de olsa hiyerarşik bağ bulunduğunun anlaşıldığı” kaydedildi.

İş bölümü oluşturdu

İddianamede Kadiroğlu’nun, “kurmuş olduğu örgütte açık ve anlaşılır bir iş bölümü oluşturduğu, bazı örgüt üyelerini canlı kurye olarak kullandığı, bazı örgüt üyelerinin kendilerine ait iş yeri yahut ikametleri örgütün toplantılarını gerçekleştirmek ve kararlarını almak üzere kullandığı, bazı örgüt üyelerini ise belge temin etmek isteyen şahıslara ulaşmak amacıyla görevlendirdiği ve böylece kurmuş olduğu örgütün etki alanını genişlettiği” belirtildi.

Dosyadaki diğer şüphelilerin Kadiroğlu hakkındaki beyanlarına da yer verilen iddianamede, şüphelinin “örgüt kurma” suçu dışında “resmi belgede sahtecilik, bilişim sistemindeki verileri bozma, kişisel verileri ele geçirme, ÖSYM ve e-İmza kanunlarına muhalefet” suçlarından yargılanması istendi. Kadiroğlu örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen tüm suçlardan da sorumlu tutuldu.

“Örgütün teknik sorumlusu delil kararttı”

Şüphelilerden Alex kod adlı Gökay Celal Gülen’in örgütün teknik işlerinden sorumlu olduğu ve örgüt içerisinde gerçek ismi ile bilinmediğine dikkat çekilen iddianamede, elde edilen yazışmalardan Gülen’in yasa dışı sorgulamalar yaparak üçüncü şahıslara ait kimlik bilgilerini elde ettiği ve örgüt liderine gönderdiğinin anlaşıldığına yer verildi.

Gülen’in, soruşturma kapsamında gerçekleştirilen eş zamanlı operasyonda yakalanmadan hemen önce örgüt üyesi Zeynep Karacan’a suç konusu materyalleri güvenli bir yere taşıyarak delilleri karartması için talimat verdiği anlatılırken, “Bahse konu yazışmaların akabinde örgüt üyesi Zeynep Karacan’ın örgüte ait kimlik basım makinesi ve diğer dijital materyalleri aynı bölgede bulunan başka bir iş yerine teslim ettiği ve bu cihazların operasyon sonrasında ihbar üzerine belirtilen iş yerinde ele geçirildiği, böylece şüpheli Gökay'ın örgüt liderinin talimatlarını örgütün diğer üyelerine ulaştırarak verilen emirlerin yerine getirilmesinde aktif rol oynadığı anlaşılmıştır” denildi.

İddianamede, Gülen’in Zeynep Karacan ile operasyon tarihinde yaptığı yazışmalarda yakalanmaları halinde nasıl bir yol izleyeceklerine dair önceden planlama yaptıklarına da vurgu yapılarak, her iki şahsın da örgüt içerisinde aktif rol aldıklarının anlaşıldığı belirtildi.

“Örgüt liderine en yakın isim Mıhyeddin”

Şüphelilerden Mıhyeddin Yakışır’ın, örgüt lideri Kadiroğlu’na en yakın isimlerden biri olduğu ve canlı kuryelik yaptığı kaydedilen iddianamede, “Yakışır’ın örgüt liderinin emir ve talimatları doğrultusunda sahte kimlikler kullanarak elektronik imza oluşturduğu ve bu token cihazlarını örgüt liderine teslim ettiği, böylece hem örgüt içerisindeki görevini yerine getirdiği hem de örgüt liderinin emir ve talimatlarına uyduğu” aktarıldı.

İddianamede Yakışır’ın e-imza alabilmek için üretilen sahte kimliklerden bazılarına kendi fotoğrafını yerleştirdiğine de değinilirken, “Şahsın örgüt faaliyetleri kapsamında gizliliğin ve iletişim güvenliğinin sağlanması adına yabancı uyruklu şahıslar adına açık hat olarak tabir edilen GSM hatlarını kullandığı, üçüncü şahıslar adına yasa dışı belgelerin oluşturulması konusunda aktif rol oynadığı, telefonunda kamu görevlileri adına düzenlenmiş sahte kimlik belgelerinin fotoğraflarının bulunduğu ve sahte belgeler için yapılan ödemelerin Yakışır’a ait hesaplara gönderildiği” vurgulandı.

“Canlı bir organizma”

İddianamenin değerlendirme kısmında ise, “örgütün işleyişi açısından toplantı ve karar alma merkezleri bulunan canlı bir organizma olduğuna” dikkat çekilerek, “Tüm örgüt üyelerinin gerçekleşen eylemlerin bilincinde olarak daha fazla menfaat temin etmek amacıyla kendilerine verilen görevleri yerine getirdikleri, örgüt içerisindeki hiyerarşinin bozulduğu yahut verilen talimatlarda aksama meydana geldiği dönemlerde örgüt lideri tarafından tam bir baskı mekanizması uygulanarak düzenin sağlandığı, örgüt liderinin gerektiğinde üyeleri uyararak, gerektiğinde şiddet uygulayarak otoritesini üyeler üzerinde her zaman hissettirdiği, liderin uyguladığı baskı ve kontrol biçimlerinin örgüt içi uyumu sağladığı, bu yöntemlerin üyelerin itaatini pekiştirdiği ve örgütsel sürekliliği koruduğu…

“Depremde hayatını kaybedenlerin bilgilerini dahi kullandılar"

Örgüt üyeleri arasındaki mesaj kayıtları bir bütün olarak incelendiğinde, üyelerin ve liderin kendilerini sürekli güncelleme çabasında oldukları, 3. Kişilerden gelen talepleri karşılamak amacıyla örgütün etki alanını genişleterek kendileri tarafından sahte olarak oluşturulamayan ancak talebi çok olan belgeleri de oluşturmak amacıyla farklı yöntemler deneyen, gerektiğinde talebi karşılamak amacıyla 6 Şubat depreminde hayatını kaybeden vatandaşlarımızın bilgileri üzerinden dahi menfaat temin etmeyi dahi amaçlayan bir yapılanma içerisinde olduğu,

“Örgüt yapısı tüm kamuyu tehdit eder hale gelmiş”

Mesajlaşma ve iletişim kayıtları ışığında; örgütün teknik ve operasyonel yöntemlerini sürekli geliştirdiği, talebe uygun belge üretimi için çeşitli usulsüzlük tekniklerini sürekli olarak denediği, Türk Milletinin en zor dönemlerinde dahi bu durumu suistimal ederek veri ve bilgileri menfaat temininde kullanma eğilimi gösterdiği, bu hali ile örgüt yapısının tüm kamuyu tehdit eder hale geldiğinin gözlemlendiği, (…) bu tespitler doğrultusunda elektronik imza suç örgütünün yapısı, işleyişi, maksatları ve etkinlikliğinin örgüt suçuna ilişkin yasal tanımlarla örtüştüğü ve böylece suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçunun tüm yasal ve zorunlu unsurları ile ortaya çıktığı anlaşılmıştır”


Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -11 Aralık 2025-

 'Partiler üstü' bir örgütlenme ağı: NATO’cu gençlik kuluçkada -Ercan Küçük-  "Uluslararası vizyon" vaat edilen bu gençler...