soL "Köşebaşı + Gündem" -14 Aralık 2025-

 


'Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak'-Tunç Tatoğlu-

Sevgi Soysal’ın yazdıklarında her zaman çok şey bulabilirsiniz, bir tek şey bulamazsınız, umutsuzluk. Hapishanede, gözaltında, yaşamın tüm güçlükleri karşısında size her zaman gülümseyen Sevgi Soysal satır aralarında kolunuza girer, gözyaşınızı siler, ayağa kalkar yürürsünüz.

İyi bir insan bakıyor kitabın kapağından. Hafif gülümseyerek gözünün içine. Bülent Erkmen herhalde daha fazla bir şeye ihtiyaç yok diye düşünüp Sevgi Soysal’ın okuyucuya bakan, Adnan Kazmaoğlu’nun çektiği bu fotoğrafını koymuş kapağa, aslında bütün kitaplarının kapağına.

Sevgi Soysal bize bakıyor. Kırk yıllık ömrüne sığdırdığı birçok yazı, öykü ve romanlarıyla. 22 Kasım ölüm yıldönümüydü, aklımdaydı, görece az bilinen “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” anı kitabını, iyiliğin ve samimiyetin ne demek olduğunu hatırlatmak istedim.

Sevgi Soysal’ın yazdıklarında her zaman çok şey bulabilirsiniz, bir tek şey bulamazsınız, umutsuzluk. Hapishanede, gözaltında, yaşamın tüm güçlükleri karşısında size her zaman gülümseyen Sevgi Soysal satır aralarında kolunuza girer, gözyaşınızı siler, ayağa kalkar yürürsünüz. 

“Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” bir gözaltı merkezi, yani tutukevi değil. Mahkum olana kadar “buyur edilen”  yer. Bir hayvan barınağından bozma bir yer. Demir kapılı, dikenli teller ve tomsonların gölgesinde, penceresinden görünen Kazıkiçi evleri ile kadın mahkumlar için uydurulmuş bir “buyursunlar” evi.

Çok odası yok. Adi mahkumlar ve siyasi mahkumlar olmak üzere iki odaya ayrılmış, ki daha sonraları bu ayrım da ortadan kalkmış. Behice Boran, Oya Baydar, Sevim Onursal gibi insanların mahkeme öncesi bekleme mekanları. Kışları soğuk, yıkanacak sıcak suyun seyrek ve kısıtlı olduğunu, sıkça tıkanan bir tuvalet ile baş etmeye çalıştıklarını, giysilerin ve her şeyin yatılan yerde bir şekilde istiflendiğini söylemek gereksiz belki de.

12 Mart Faşizminin önce hafif yumuşak sonra gittikçe sertleşen yüzüyle ve kurallarıyla mücadele eden devrimci kadınlar. İdare giderek öyle sıkışıyor ki sonunda tutuklu er diye bir statü uydurup herkesi askeri disiplin ile yönetmeye çalışıyorlar.

1970’ler, devrimci demokrasi içinde ordu ve cephe tartışmalarının, “Şafakçılar”ın sol içinde kendine yer edinmeye çalıştığı, TİP içindeki çalkantıların ve TKP’nin atılım hazırlığının yapıldığı bir dönem. Mahir’lerin peşine düşülmüş, Deniz’ler asılmaya çalışılıyor ve bütün bilinen Ankara evleri karakola çevrilmiş durumda. Devrimcileri saklayan “otelciler”, sevgilisi/kocası Mahir’ler ile saklanan kadınlar, Deniz’in yoldaşları, hepsi tek tek “Yıldırım Bölge Kadın Koğuşu”na getiriliyor. Dışarıdan zor haber alınıyor, bazı kadın gardiyanlar Mamak’tan haber taşıyor ve radyo haberleri dikkatle izleniyor.

Bu büyük gerginliğin ortasında neşelerini ve umutlarını kaybetmeyen devrimciler. Örgü örenlere “İllegal Şiş Örgütü”, erkek mahkum Abdullah’a mektup yazanlara “Abdullah Örgütü”, aralarına karışan hayat kadınlarına DEV-OS adını verecek kadar matraklar. 

Türküler de her siyasetin kendi yaşı ve kültürüyle söyleniyor. Gençler “Odam kireçtir benim”, Behice Hanım ranzasının üzerinde oturup “Jandarma biz sosyalistiz” türküsünü söylüyor. Ve tabii ki faşizmin zindanlarının vazgeçilmez tartışması “Açlık Grevi”. O dönemin alışkanlığıyla forum yapılıyor, tartışılıyor uzun uzun sonunda yapılan oylamayla vazgeçiliyor. Benzer pasifist, küçük burjuva vs. yaftaları da eksik olmuyor bu tartışmalarda.

Görüş günleri ve mahkemelerin hengamesi başka oluyor. Bugünler için saklanan bluz ve etekler giyiliyor ve saçlar yapılıyor. Tek kaygıları var dışarıda olanlara “ne kadar iyi ve moralli” olduklarını göstermek.

İçeride sadece örgütlü insanlar yok. Öğrencilerini korumak için sıkıyönetimi arayan bir müdire de var. İçerideki hava onu da içine katıyor, bunca yıllık memuriyetini kaybetmenin derdiyle kavrulmuyor, gelen genç stajyer öğretmenler ile ilgileniyor, nöbetini tutuyor. Kendi tabirleri sosyalist sistemin bir parçası oluyor.

Sonra… sonra önce Mahir’ler katlediliyor sonra da Deniz’ler. Büyük bir acı, büyük bir kavrulma. Sıkıyönetimin bilerek ölüm haberlerinin manşette olduğu gazeteleri koğuşlara dağıtmaları karşısında kimse acısını göstermiyor. Yaslarını tutuyorlar, eğilmiyorlar.

Bitlenmemek için iki askerin nezaretinde  saçlarını kesme operasyonunda düzenledikleri moral gecesine, oraletin içine iki damla kolonya damlatıp yaptıkları kokteyle kadar her daim neşelerini koruyorlar. Sıkıyönetimin hizaya sokmaya çalıştığı bu direngen kadınlar her seferinde kendilerince bir yol buluyorlar onurlarını korumak için.

Neyi yazayım da anlatayım bu iyi insanlığı diye debeleniyorum. Şunu da anlatayım, bunu da atlamayayım derken kendimi kaptırmışım. Sevgi Soysal, Edip Cansever’in dizeleriyle bitirmiş kitabı;

“Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki,
Ve her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki.”

Görsel: Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Sevgi Soysal, 220 sf., İletişim Yayınları, 1976(Bilgi Yayınevi'nde İlk basım).

/././

 Sol ve Kemalizm -Aydemir Güler- 

Türkiye bir Kemalist rönesansın sahnesidir. Konumuz ise sol ve Kemalizmin nasıl ilişkileneceğidir. Solun tarihindeki bazı yaklaşımların reddedilmesi, bazılarının da güncellenmesi gerekiyor.

AKP’nin adım adım iktidarını sağlamlaştırması, Kemalizmin devletten tasfiyesi anlamına geliyordu. Cumhuriyet Devrimi’nin altının oyulması çok daha uzun bir zamana yayılmıştı, ama bu kez iş farklıydı… Değişimin sonuçlarından bir tanesi de, bir “halk Kemalizminin” yükselişi oldu. 

Bu bir rönesans, ama bir “hareket” değil. Ortada sınır çizgileri belirgin, sistematik ve bütünlüklü bir düşünce ve eylem değil, çok geniş bir ideolojik, siyasi ve pratik alana yayılan bir “devinim” var. Özellikle 19 Mart sonrasında ve gençlik kitleleri içinde son derece hız ve yaygınlık kazanan bu devinim zaman içinde durulacak ve Kemalizm güncellenmiş olacaktır. 

Tam da bu momentte Kemalizm ile solun geçmiş ilişkilerine göz atmak zihin açıklığı sağlayabilir.

Bizim geleneğimizde Yalçın Küçük’ün önemli yeri vardır. Yalçın Hoca, Türkiye Üzerine Tezler 1 ve 2’de Türkiye Marksizminin Kemalizmle temas yüzeyine yeni bir yorum getirmeyi denemişti. Sayfa boş değildi… 
TKP 1920’deki kuruluşunda Milli Mücadele ile aynı safta durur, bununla beraber daha ileriye baktığını ilan eder. Kemalist iktidarın solunda bir harekete alan tanımayı reddetmesi, komünistleri cumhuriyetçi bir kimlik edinmekten alıkoymadı. Ancak 1970’lerin sonlarında yani Tezler 1-2’nin kaleme alındığı yıllarda bir “güncelleme” ihtiyacı kendisini hissettiriyordu. 

Bu gereklilik arada yapılan bir dizi müdahaleyle bağlantılı olarak ortaya çıktı.

İlki, 1960’ların yeni olgusu “devrimci demokrasi” idi. Doğan Avcıoğlu komünizmin dışından, Mihri Belli içinden, Kemalizmi devrimci bir kalkışma için yeterli gören bir çerçeve çizdiler. Her ikisi Atatürk’ün pratiğine ve mirasına sol bir yorum getiriyorlardı. Dolayısıyla yaklaşımları orijinal Kemalizmi geliştirme ve aşma çabasını içeriyordu. Ama yine de, devrimci demokrasinin ve Milli Demokratik Devrim (MDD) tezinin genel olarak salgıladığı mesaj, bir “Kemalist restorasyon” tınısı bırakmıştır. Belirleyici rolün “asker-sivil aydın zümreye” atfedilmesi, yepyeni bir geleceğin inşasından ziyade “devrimci geçmişe” geri dönüşü çağrıştırıyordu.  

İkinci etken, en fazla İdris Küçükömer ile Kemal Tahir’in isimlerinin anılmayı hak ettiği, ama solun karizmatik lideri olarak öne çıkan Mehmet Ali Aybar’ın esinlenmesiyle önemi artan tam tersi bir yönelişti. Burada Osmanlı modernleşme reformlarından Cumhuriyet devrimine kadar ilerici tarih algısı ters yüz edilip “tepeden inmecilikle” mahkûm ediliyordu: Kemalist restorasyon halkın dışlanmasından başka anlama gelemezdi… Sınıf kavramının kovulduğu bu tablo, birinci TİP’in son dönemecinde Aybar tarafından düz bir popülizme dönüştürülmüştür.

Behice Boran ve arkadaşlarının geliştirdiği sosyalist devrim teziyse solun geleneksel konumlanışında bir güncellemedir. Cumhuriyet devrimine sahip çıkmaya devam ediliyordu, ama ilk kez işçi sınıfının öncü rolünü ve hedeflenen devrimin sosyalist karakteri belirginleştiriliyordu. Kemalizm yeniden ihya edilecek bir yapı değildi; Cumhuriyetin sahiplenilerek aşılması gerekiyordu. Sosyalist devrimle…

Bu üçüncü müdahale Kemalizmin sınıf karakterine “burjuva”, politik karakterine ise “devrimci” deme cüretini içermiştir.

Lakin “ikinci kuşak devrimci demokrasi” veya devrimci gençlik kopuşu ne MDD restorasyonculuğa sığacaktı, ne de bu dengeli Marksist formülasyonu kavrama yeteneği gösterecekti. Bu dördüncü etkenin büyük kısmı sonradan “geriye bakarak”, retrospektif olarak yapılandırılmıştır. TKP’nin, Avcıoğlu’nun, Belli’nin toptan Kemalistliğe havale edildiği abartılı radikal bir tarih yazılacaktı. Bu yöndeki belirtiler Mahir Çayan’da elbette vardı; hatta İbrahim Kaypakkaya Cumhuriyeti faşizmle özdeşleştirmeye kadar gitmiştir… Ama 1970’lerde kitleselleşen “hareket geleneği”nin solun Kemalizmle “uzlaştığı” bir dönemi toptan kapattığı iddiası temelsizdir.  

Özetlemek her zaman sorunlu bir iştir. Ama teşbihte hata olmaz diye söze girersek; MDD’ciliğin Kemalizme, Tahirciliğin anti-kemalizme büktüğü çubuğu, Borancılar ve genç devrimci demokratlar düzeltmeye çalıştılar. Konumlanışları farklıydı. Boran’ın artık genel başkanı olduğu birinci TİP, 1970’de sol-kemalist bir darbenin başarısızlığa mahkûm olduğunu anlatırken kamuoyunu faşizm tehlikesine karşı uyarıyordu. O sırada gençlerin en az bir gözü Kemalist subayların ne yapacağındaydı…

1970’lerde sosyalist devrimci TİP pratikte etkisizdir. 

Sahada güçlenen TKP, yenilenmesi mutlaka gereken tarihsel pozisyonlara geri dönmüş, bunun karşılığında teoride önemsizleşmiştir. 

Sol Kemalizmin 1970’lerde varlığını sürdürebilmesi, 12 Mart faşizmiyle hesaplaşma koşuluna sıkı sıkıya bağlıydı. Bu olmayınca sahneden çekildi. 

“Hareket geleneği” skolastik tartışmalar girdabında teorisizleşiyordu. 

Maocu kollarsa, birkaç yıl önce Çin Kültür Devrimi radikalizminden beslenirken, giderek Pekin’in ABD ittifakına girişini açıklama yüküyle baş başa kaldılar.

Yalçın Küçük işte bu koşullarda, sosyalist devrim tezini temellendirmek üzere –Lenin’den devralarak çok sevdiği tabirle- “çubuğu bükmeye” başladı. 

1960’larda devletin içinden yükselen bir dinamik Kemalist rönesansı belirlemişti. Ama artık, başta Ordu olmak üzere bu alan kurtuluş değil huzur ve nizam vaat eden sağın hegemonyası altındaydı; Atatürk referansıyla konuşmaya devam etse de… Bu koşullarda burjuva devrimini sürdürme veya canlandırma iddiası çökmüştü. 

Sol bu tablonun altında kalmayacaksa, sahne işçi sınıfına hazırlanmalı, devrimin sosyalist karakterinin altı çizilmeliydi. En azından o dönem, burjuva devriminin değerini tartmaktan bir verim alınamazdı. İleriye doğru büyük bir sıçrama gerekiyordu. Gündem kopuş olmalıydı. Türkiye Üzerine Tezler 1 ve 2, 1970’lerin günbatımında bir devrimci sıçramanın yakın tarihimizden türetilmiş olanaklarına ışık tutma denemesidir. Sol ilginç bir vurdumduymazlıkla kendini tekrar ederken, solun araması gereken “süreklilik” olamazdı. Tezler’in özü ve özeti, Kemalizmin, sınıf karakteri gereği ileri gitmeye, devrime yetmeyeceğidir. Sosyalist bir iktidar perspektifine giden patika buradan geçiyordu. 

Sonrası 24 Ocak, sonrası 12 Eylül… Neo-liberal faşizm, Kemalisti oynamaktan sıkıldığını hiç saklamadı. Karşıdevrimci değişim çok uzun zamana, kabaca kırk yıla yayılacaktı. Sağ Kemalizm, Cumhuriyetin tasfiyesini düzenin bekası adına seyretmeyi tercih etti. Bu yapılana, karşı-devrimin suç ortaklığı demek durumundayız. 

“Kopuşçu” Yalçın Küçük, daha 80’lerde solun gerisine düşemeyeceği çizginin Cumhuriyet Devrimi olduğunu söylerken yerden göğe haklıydı. Hoca, solun tam da bu yalın çizgi üstünden ayrışacağını tahmin etmiş olmalı. İlerleyen yıllarda her baktığı yerde sol Kemalist görmeye çalışması devrimci iyimserliğine verilmelidir. 

O gün için erken hatta hayalci olan, bugün gerçektir. Türkiye bir Kemalist rönesansın sahnesidir. Konumuz ise sol ve Kemalizmin nasıl ilişkileneceğidir. Solun tarihindeki bazı yaklaşımların reddedilmesi, bazılarının da güncellenmesi gerekiyor. Devam edeceğiz… 

/././

 Cumhuriyetçilerin birliği için kavramlar ailesi: Devrimcilik -Erhan Nalçacı- 

1923 Devrimini işaretleyelim şimdi demirin üzerinde. Sonra demir yolculuğuna bükülerek ve yükselerek devam etsin. Şimdi yüzyıl sonra 1923’ün tam hizasında daha yüksek bir noktayı işaretleyelim. İşte bu dönemin devrimcileriyiz. 

Cumhuriyetçilerin birliği süreci günümüzde Cumhuriyet’in kaybedilişine bir yanıt olarak gelişiyor.

Doğal olarak Cumhuriyet’in kaybından dolayı Türkiye sermaye sınıfını suçluyoruz. 

Cumhuriyet kurulurken milli bir burjuvazi yaratılması amaçlanmıştı. Bu sınıf yaratılmakla kalmadı, büyüdü, büyüdü ve açgözlülükle her şeyi yuttu. Ülkenin bütün zenginliklerini, fabrikalarını, madenlerini, limanlarını… Ülke uluslararası sermaye ile paylaşıldı, bir sömürü cenneti yaratıldı sermaye için.

Bu kadar büyük bir soyguna kılıf bulmak için halkın dini duygularının suistimal edilmesi laiklik ilkesinin ortadan kalkması ile sonlandı.

Halka ait bir şey kalmayınca halka sorulacak bir şey de kalmadı, bir sermaye diktatörlüğü rejimi kuruldu.
Buraya kadar tamam, ama Cumhuriyetin kaybedilmesinde Cumhuriyetçilerin hiç mi suçu yoktu?

Cumhuriyet devrimle kuruldu ancak devrimci olarak savunulabilirdi.

2007’ye gelindiğinde karşı-devrimcilerin niyetleri çoktan belli olmuştu.

Ancak Cumhuriyet eylemleri alev almasıyla söndü gitti.

Bu sönüşün nedenlerine bakmak zorundayız:

Bir kere, devrimci bir programları yoktu. Yıllarca sermaye sınıfıyla barışık olanlar esas karşı devrimci unsuru saptayamadılar. Cumhuriyet’in hangi sınıflara dayanarak kurtarılabileceğini kavrayamadılar.

İkincisi, yaşam tarzları devrimci bir atılıma uygun değildi.

Yıllarca topyekûn bir savaş görmemiş ülke, tüketime alıştırılmış “orta sınıflar”, çocuklarını beşeri sermaye olarak görme alışkanlığı, ülkenin devrimcilerini cellatların elinden almamayı kanıksama hali…

Bütün bu konformizm alanları devrimciliği öldürmüş gözüküyor.

Bugünlerde Cumhuriyetçilerin birliği sürecinde Mustafa Kemal Atatürk’ün adı bir bildiri ve konuşmada geçmiyorsa hemen rahatsızlık yükseliyor. 

Haklılar da, adı sıklıkla anılmalı örülen süreçte.

Ama haksızlar, çünkü bu rahatsızlığı dile getirenlerin çoğu devrimin ne olduğunu unutmuş haldeler.

19. yüzyılın başından 1923 Devrimine bu coğrafya çok devrimci yetiştirdi, çoğunun ismini bilmiyoruz. Bir kısmı tamamen unutuldu, bir kısmı daha ayrıntılı bir tarih çalışmasını hak ediyor.

Ama biz devrimciliğin ne olduğunu hatırlamak için Mustafa Kemal’in erken yaşamına bir kez bakalım. Mustafa Kemal’in yaşamı 1923 Devrimi’nin tesadüf olmadığını ve sürecin etliye sütlüye karışmayan iyi bir subayın önüne düşen bir fırsatı değerlendirmesinden çok farklı işlediğini gösteriyor.

Kısa yazı kısa araştırma demektir çoğu kez, muhakkak bu konu ayrıntılı ve titiz bir çalışmayı hak ediyor.

Mustafa Kemal’in, 20’li yaşlarında bugün birçok Cumhuriyetçinin çocuklarına yaptığı tavsiyelerin çok uzağında davrandığı anlaşılıyor. Daha Harbiye’de öğrenciyken arkadaşlarıyla Vatan adında gizli bir yayın çıkarmaktan yakalanıyorlar. Neyse ki hocaları da yurtsever insanlardır ve okuldan atılmaktan kurtuluyorlar.
Mezuniyetten sonra Vatan grubunun evleri Abdülhamit polisince basılıyor ve sorgulanıyorlar. Resmi tarih bu sorgu sürecini anlatmadığı için daha çok biz Mustafa’yı tarlada kargaları kovalarken biliyoruz. Muhtemelen Devlet Başkanı’nın poliste sorgulanmasını örnek bir şey olarak görmedi tarih yazıcıları.

Ama biz onunla ve arkadaşlarıyla gurur duyuyoruz. 

Bir şekilde affa uğrayan Mustafa Kemal 1905’te Şam’a subay olarak tayin oluyor.

Devrimcilik ise baştan gitmemiştir. Çünkü ülke emperyalizme iktisadi olarak bağlı ve yarı-sömürge olarak kabul edilen bir duruma düşmüştür. Hanedan bu durumu bir baskı rejimi ile sürdürebilmektedir. Yurtseverler söz söyleme, gazete çıkarma, örgütlenme haklarından tamamen yoksundur.

1906 yılında Şam’da Mustafa Kemal ve iki sürgündeki aydınla birlikte uzun tartışma ve okumalardan sonra Vatan ve Hürriyet Cemiyetini kurarlar. Dikkat edelim, Mustafa Kemal henüz 25 yaşındadır.

Bu dar hücre gizlilikle hareket eder, Yafa, Beyrut ve Kudüs ayakları kurulur örgütün. Gerçi bu Arap kentleri devrimci burjuva hareketlerine sahip de olsalar esas dinamik Balkanlar’da ama özellikle Selanik’tedir. Mustafa Kemal gizlilikle görev yerini terk edip Mısır ve Atina üzerinden Selanik’e geçer. 1906’da Vatan ve Hürriyet’in Selanik kolunu kurar. Ne de olsa memleketi, arkadaşları katılırlar örgüte. Toplantıda şunları söylediği yazılıyor:

Memlekete yabancı nüfuz ve hâkimiyeti kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her aşağılığı yapabilecek iğrenç bir şahsiyettir. Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan memlekette ölüm ve yok oluş vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına büyük vazifeler yüklüyor.

1907’de devrimci örgütler İttihat ve Terakki adı altında birleşirler. Mustafa Kemal de İttihat ve Terakki üyesi olur. Bu kısımlar daha çok araştırma gerektiriyor ancak İttihat ve Terakki’ye hâkim olan Enver Paşa ekibiyle görüş ayrılığı yaşadığı ve geri planda kaldığı düşünülüyor.

1908 Devriminden sonra İstanbul’da başlayan gerici 31 Mart Ayaklanmasını bastırmaya giden Hareket Ordusu’nun oluşturulmasında Mustafa Kemal’in sezgileri ve örgütçülüğünün önemli olduğu söyleniyor. Oysa günümüzde daha çok Hareket Ordusuna yaver olarak İttihat ve Terakki tarafından atandı diye düşünme eğilimindeyiz.

İttihat ve Terakki yönetimiyle görüş ayrılığı nedeniyle Mustafa Kemal’i daha çok cepheden cepheye koşan bir yurtsever ve yetenekli bir subay olarak görüyoruz. Bu bir şans aslında, her burjuva iktidarı gibi İttihat ve Terakki hızla kirleniyor ve yıpranıyor. 

İstanbul’un işgalinden sonra yeni bir devrimci sayfa açmak için ileri atılmasına olanak doğuyor. Gizliliği kaldırılan İngiliz İstihbaratı belgelerinden Mustafa Kemal ile ilgili özellikle bilgi toplandığı anlaşılıyor. İngiliz emperyalizminin alçak memurları Mustafa Kemal ve hareketinin “devrimci ve tehlikeli” olduğunu rapor ediyorlar. Karşıtlarının birleştirilmesi ve örgütlenmesi gerekir diye öneride bulunuyorlar.

Sonrasını biliyoruz, İngiliz işbirlikçisi Hanedan iktidardan indiriliyor. Siyasi devrim budur işte, sonra toplumsal devrimler geliyor.

Burjuva programının pekâlâ parçası olabilecek ABD Mandası ise reddediliyor. Bu da çok devrimci bir tavırdır.

Şimdi günümüze gelelim, Cumhuriyetçilik artık devrimciliktir.

Helezonu bilirsiniz. Yatak yayı olarak kullanılan kendi üzerinde kıvrılarak yükselen metal çubuğu kast ediyoruz. Onun başlangıcını tarihin eski dönemleri olarak ve sonra yükselişini tarihsel süreç olarak kabul edelim.

1923 Devrimini işaretleyelim şimdi demirin üzerinde. Sonra demir yolculuğuna bükülerek ve yükselerek devam etsin. Şimdi yüzyıl sonra 1923’ün tam hizasında daha yüksek bir noktayı işaretleyelim. İşte bu dönemin devrimcileriyiz. 

Sermaye sınıfından ve diktatörlüğünden kurtularak Cumhuriyeti kuracağız.

/././

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -14 Aralık 2025 -

Özel üniversite ve patron rektör -M. Serdar Değirmencioğlu- 

İngiltere’deki bir meslektaşın gönderdiği e-postanın altında kocaman bir üniversite reklamı var. Bu reklam otomatik olarak e-postanın altına yerleştiriliyor ve göndericinin bu reklamı silmesi söz konusu değil. Üniversite çalışanlarının hepsi bu uygulamaya uymak zorundalar. Yazışmaların bir pazarlama aracı olarak kullanılması İngiltere’de gayet yaygın. Reklamlardan benim gibi çok rahatsız olanlar, İngiltere’deki üniversitelerden gönderilen e-postaları silmek zorunda kalıyorlar. 

Reklamlı e-postalar çok ciddi bir sorunun parçası. Üniversitelerin pazarlanan bir ürüne dönüştürülmesi, özel üniversitelerin kabul edilebilir kılınması ve yaygınlaştırılmasıyla yakından ilişkili. Üniversitelerin pazarlanması, aslında üniversitelerin işlevleriyle hiçbir ilişkisi olmayan uygulamaların yaygınlaşmasıyla sonuçlanıyor. Üniversitenin bir işletmeye dönüştürülmesi, işletmecilerin devreye girmesi ve üniversitenin bir şirket gibi yönetilmesi demek. Üniversiteyi kâr-zarar tablolarına indirgeyen yöneticiler, kısa sürede her iş ve uygulama için kâr-zarar ölçütünün kullanılmasını kurallaştırıyorlar. Her birimin başına kârlılık güvencesi olacak bir yönetici getiriliyor. Üniversitenin asıl işlevleriyle hiçbir ilişkisi olmayan yönetici kadro büyürken, “gider kapısı” olarak görülen kadro küçültülüyor ve geride kalanların hep daha fazla çalışması isteniyor.

İngiltere’deki uygulamalar, başta ABD olmak üzere başka ülkelerde de yaygın. Üniversitelerin ticarileştirilmesi dünyaya yayılan; her geçen gün daha da kötüye giden ve akademik özgürlüğü yok eden bir tür girdap.

Türkiye’de eğitimin ticarileştirilmesi ve üniversitelerin yozlaştırılması, 12 Eylül darbesiyle başlatılan ve kamu yararını gözeten kuruluşların ortadan kaldırılmasını amaçlayan kapsamlı yıkımın parçasıydı, 1983-1986 yıllarında yapılan düzenlemelerle Kamu İktisadi Teşebbüslerinin özelleştirilmesinin yolu açıldı. Kamu üniversitelerinin özelleştirilmesi içinse vakıflar devreye sokularak, üniversitelerin sahip olduğu tüm olanakların ticarileştirilmesinin ve özelleştirilmesinin yolu açıldı.

Özel üniversitelerin nasıl yaygınlaştırıldığını da anımsayalım. 12 Eylül rejimin kurduğu ilk kurumun YÖK olması, YÖK’ün başına getirilen İhsan Doğramacı’nın özel üniversitelerin kurulması için gerekli düzenlemelerin yapılmasını ve ardından ilk özel üniversitenin kurulmasını sağlayan kişi olması rastlantısal değildi.

Özel üniversitelerin yaygınlaştırılmasında en önemli ikinci aşama, büyük holdinglerin uzantısı olacak üniversitelerin kurulmasıydı. Bilkent Üniversitesi başkent merkezli bir kurgunun ürünüydü ve Ankara’da kurulmuştu. Büyük sermayenin devreye girmesiyle İstanbul’da iki yeni üniversite (Koç Üniversitesi, 1993 ve Sabancı Üniversitesi, 1994) kuruldu. Her iki üniversite de daha en baştan “bir dünya üniversitesi” olarak tanımlandı ve bu sloganla pazarlandı.

Büyük sermayenin üniversite kurması aslında eğitim politikalarına ilişkin söz sahibi olmayı kolaylaştırıyordu. 12 Eylül ile büyük bir saldırıya uğrayan kamu üniversitelerinin geleceği, eğitimin Türk-İslam Sentezci çizgiye getirilmesi ve ticarileştirilmesi gibi konulara ilgi göstermeyen büyük basın kuruluşları, büyük holdinglerin uzantısı üniversitelerin kurulmasının rekabeti ve bu yolla kaliteyi yükselteceğini yıllarca işlediler.

12 Eylül ile toplumda oluşturulmak istenen algı, “kamu kötü, özel iyi” idi. Başta Turgut Özal olmak üzere neoliberal sömürü düzeninin kurucularının “rekabet” ve “kalite” kavramlarının sürekli kullanmaları bundandı. Özel üniversitelerin ilk ve ortaöğretimdeki özel okullardan farklı olmadığı; kamu yararını gözetmeyen kâr amaçlı kuruluşlar olarak milyonlarca genci kolayca sömürecekleri zamanla ortaya çıktı. Özel üniversitelerin diğer özel okullardan çok daha kârlı olduğunu anlayan demir tüccarlığı, müteahhitlik gibi işler yapan girişimciler “yüksek öğretim işine” girdiler ve özel üniversiteler mantar gibi çoğaldı. 

Özel üniversitelerin ortaya çıkışının üzerinden 40 yıl geçti. Bugün özel üniversitelerin “rekabet” ve “kalite” odaklı değil, kâr ve sömürü odaklı olduğu ortada. Siyasi işlevlerinin toplumun suskunlaştırılması, sömürü, güvencesizlik ve muhafazakârlığın gençlere benimsetilmesi olduğu da. Özel üniversite, akademik özgürlüğün ve “kamu yararına bilim” anlayışının sonu demek. Özel üniversiteler sermayenin eğitime dışarıdan değil, içeriden etki etmesi; yani daha güçlü ve daha doğrudan etki sahibi olması demek. 

Bugün gelinen nokta, her açıdan utanç verici. Özel üniversite 2005’e gelindiğinde patronun elleri ceplerinde, koridorlarda gezdiği, rektörün odasında oturduğu bir yere dönüşmüştü. Artık bu da aşıldı. Bugün patronu bizzat rektör olan özel üniversite bile var.

/././

Saray’ın ‘istikrar’ bütçesi: Sermayeye güvence, emekçiye faiz yükü -Damla Kırmızıtaş-

“Genel Kurul’da görüşülen 2026 bütçesi, muhalefete göre sermaye ve finans çevrelerine güvence sağlarken, emekçiler için daha fazla yoksulluk anlamına geliyor.”

TBMM’de Plan ve Bütçe Komisyonu aşamasının tamamlanmasının ardından 2026 yılı merkezi yönetim bütçesi Genel Kurul’da görüşülmeye başlandı. Bir haftayı geride bırakan görüşmeler, iktidar ve muhalefet milletvekilleri arasındaki tartışmalara sahne oldu.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, bütçeyi “istikrar ve refah bütçesi” olarak tanımlarken, orta vadeli program (OVP) hedefleri doğrultusunda milli gelir artışı, kişi başına gelir ve “yüksek gelirli ülke” vurgusu yaptı. Ancak muhalefet, bu hedeflerin emeğin daha da değersizleştirildiği, gelir dağılımının bozulduğu ve muhalefetin baskılandığı bir ekonomik-siyasal çerçevenin finansmanına işaret ettiğini ifade etti.

Görüşmeler formaliteye dönüştü

Muhalefet milletvekilleri, bütçenin komisyondan Genel Kurul’a hiçbir değişiklik yapılmadan gelmesini “formalitenin ötesine geçmeyen” bir süreç olarak değerlendirdi. Görüşmeler sırasında AKP sıralarının büyük ölçüde boş kalması, yeterli katılım sağlanamadığı için oturumların gecikmesi ve iktidar vekillerinin muhalefet vekillerinin konuşmalarına ilgisizliği eleştirilerin odağı oldu. Muhalefet sıralarından “Bu bütçeyi kim savunacak?” sorusu yükseldi.

Genel Kurul’da tansiyonun yükseldiği anlardan biri, CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın’ın kamuda bazıları için mülakatsız işe alımları eleştirmesiyle yaşandı. Günaydın’ın “Utanmıyor musunuz?” sözlerine AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin “Utanmıyoruz, yaptığımız işten gurur duyuyoruz” yanıtını verdi.

‘Faiz Bakanlığı kurun’ tepkisi

Bütçede en dikkat çekici artış, faiz giderleri ve sermaye transferlerinde yaşandı. Muhalefet, “Oldu olacak bir de Faiz Bakanlığı kurun” sözleriyle tepki gösterdi. Yatırım harcamalarının reel olarak kısılırken, faiz ve cari harcamalara ayrılan payın büyümesinin kamusal hizmetlerde ciddi bir kaynak daralması anlamına geldiği vurgulandı.

Genel Kurul’da bütçe görüşmeleriyle birlikte yargı, demokrasi ve hak ihlalleri de gündeme geldi. Adalet Bakanı “yargıyı güçlendirdik” derken; muhalefet, uygulanmayan AİHM ve AYM kararlarını, tutuklu belediye başkanlarını ve devam eden operasyonları hatırlattı. MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız’ın “gizli tanık” çıkışı ise özellikle İBB iddianamesindeki çelişkileri yeniden gündeme taşıdı.

Bütçe görüşmelerini CHP, EMEP ve DEM Partili milletvekilleri gazetemize değerlendirdi.

‘Sermaye ve rant düzeninin devamını öngören bir bütçe’

CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın, bütçenin yaklaşık yüzde 20’sinin faize ayrıldığını, gelirlerin ise yüzde 95’inin vergilerden oluştuğunu belirtti. Vergilerin büyük bölümünün dolaylı vergilerden oluştuğuna dikkat çeken Günaydın, “Ne harcamada ne vergilendirmede adalet var” dedi.

Faiz için ayrılan 2 trilyon 740 milyar TL’nin, tarıma ayrılan kaynağın yaklaşık 17 katı olduğunu vurgulayan Günaydın, çocuklara ücretsiz bir öğün yemek, emeklilere ve memura zam, asgari ücretin enflasyon oranında artırılması gibi tüm önerilerin reddedildiğini belirterek, “Bu bütçe AKP’nin sermayeye ve ranta dayalı düzeninin devamını öngörüyor” değerlendirmesini yaptı. Günaydın, vergide adalet ve sosyal devlet ilkesinin yaşama geçirilmesi ve kalkınmacı politikalarla yeni bir düzen yaratmanın mümkün olduğunu söyledi.

‘Tekelci sermayeye eşik atlama garantisi’

EMEP Gaziantep Milletvekili Sevda Karaca, bütçenin yerli-yabancı tekellerin ve saray çevresinin çıkarlarına göre şekillendirildiğini söyledi. OVP doğrultusunda ücretlerin baskılanacağını, vergi yükünün emekçiye yıkılacağını ve işten çıkarmaların artacağını belirten Karaca, “Bu bütçe, emeği değersizleştirerek tekelci sermayeye yeni bir eşik atlama garantisi veriyor” dedi.

Karaca, bütçe açığının büyük bölümünün faiz giderlerinden kaynaklandığını belirterek, “Halkın cebinden çıkan her 100 liranın 11 lirası bankalara gidiyor. Dolaylı vergilerin oranı yüzde 70’in üzerinde. İşçi, memur, emekli her alışverişte patronun faizini finanse ediyor” ifadelerini kullandı.

‘Bu ülkeyi ayakta tutan emekçilerdir’

Emek Partisi’nin bütçe yaklaşımının emekçilerden yana olduğunu belirten Karaca, “Ülkenin yarattığı zenginliği bu ülkenin emekçilerine geri dönmeli. Çünkü bu memleketi onlar ayakta tutuyor” dedi ve atılması gereken adımları şöyle sıraladı: “Yoksulluk sınırının altında geliri olan emekçiden gelir vergisi alınmamalı. KDV, ÖTV gibi dolaylı vergiler kaldırılmalı. Yoksulluk sınırının altında yaşayan her emekçinin elektrik, su, ulaşım gibi temel ihtiyaçları ücretsiz karşılanmalı. Bütçeden bunun için zorunlu bir pay ayrılmalı. Servet vergisi alınmalı. Bakanlık bütçeleri şeffaf olmalı, Saray’ın harcamaları şeffaflaştırılmalı ve bütçesi ciddi biçimde daraltılmalı. Üst düzey bürokrat, bakan, milletvekili, müsteşar ve komuta kademesi maaşları kalifiye işçi ücretlerinin ortalamasını aşmayacak şekilde sınırlandırılmalı. Cumhurbaşkanlığı’nın gizli ödeneği kaldırılmalı.”

‘Halkın değil sermayenin ihtiyaçları gözetiliyor’

DEM Parti Ağrı Milletvekili Heval Bozdağ, bütçenin hazırlanma sürecini antidemokratik olarak niteledi. “Bütçe hakkı halkındır. Vergilerin nasıl harcanacağına toplum karar vermelidir” diyen Bozdağ, mevcut bütçede halkın taleplerinin yer almadığını ifade etti.

Faiz harcamalarına ayrılan yüksek paya karşın sağlık ve eğitimin geri planda bırakıldığını söyleyen Bozdağ, güvenlik ve savunma harcamalarının büyüklüğüne dikkat çekerek, “Bu ülkenin ihtiyacı daha fazla silahlanma değil; barış, demokrasi ve emekten yana bir bütçedir” dedi.

/././

Kaç para eder on altı yaşında bir insanın canının değeri? - Eren Yüceboy / EVRENSEL-

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in yasal mevzuatı bükerek, MESEM “öğrencisi” çocuk işçilerin 22.00’ye kadar, aynı zamanda aile onayı ile de hafta sonunda da çalıştırılabileceğini söylemesi, yasalardaki ‘çocuklar lehine hakları boş verin’ demektir; çocuk işçi çalıştıran patronları teşviktir.

‘Ne akla hizmet o saate kadar çalıştırırsın bir çocuğu? Bilsem ki vardiyalı çalışıyordu, o zaman anlarım. Gündüz evinde dinlenmiş, akşam da işe gitmiştir dersin. Ama öyle değil. Sabahtan gitmiş de çalışmış o saate kadar.’

İstanbul – Tuzla’da çalıştığı iş yerinde çıkan yangından dolayı hayatını kaybeden Alperen Karaçengel’in ölümü, bu yıl içerisinde tespit edilebildiği kadarıyla seksen yedinci çocuk işçi ölümü olarak kayda geçti. Alperen henüz 16 yaşındaydı. Orta okulu bitirdikten sonra, son yıllarda birçok yaşıtının yapmak durumunda kaldığı üzere, o da MESEM’e kaydoldu. MESEM hayatı kısa sürdü Alperen’in. Bir yılı tamamladıktan sonra kaydını sildirdi. MESEM kaydını bir defa sildirdi mi, örgün eğitime tekrar dönebilmek o kadar da olanaklı bir durum değildi. Açık liseye kaydoldu. Bir yandan da çalışmaya devam etti. Açık lise öğrencisi olarak ilk çalıştığı yer bir ekmek fırınıydı. Ramazan ayının en yoğun günlerinde başlamıştı çalışmaya. Neticede; ekmek fırınında çalışmakla bir yere kadar olurdu, ağır sanayi ustası olmak “altın bilezik” demekti. Bu defa, o yolu tercih etti. Tuzla’da Gemi Sanayi Sitesi’ne yakın bir yerde işe başladı, birçok akranının çalıştığı bu sitede çocuk işçi olarak o da yerini aldı. Firmanın adı Yılmaz Pompa. Pompalama ekipmanları üreten atölyesinde geç saatlere kadar çalıştığı çok olurdu. Hayatını kaybetmesine yol açan kazayı yaşadığında da saat, akşamın geç saatleriydi. Gece 1 sularında, tinerle yıkama yaptığı sırada bir anda parlayan alevler aldı canını.

Kötü haber tez duyuldu. Arkadaşları WhatsApp durumlarında, gruplarında, hikayelerinde paylaştılar haberi. Her biri sabahın ilk saatlerine açtıklarında gözlerini, telefonlarında biriken bildirimlerde arkadaşlarının ölüm haberini öğrendiler. Öğrenir öğrenmez de taziye evinin yolunu tuttular. Sabahın erken saatinden, akşamın geç saatine kadar oradan ayrılmadılar. Orta okuldan ya da MESEM’den; mahalleden ya da çalıştığı iş yerlerinden, onu tanıyan ya da tanımayan onlarca akranı geldi bir araya. Bir yandan arkadaşlarının acısını yaşadılar, bir yandan da ölümü arkadaşına yakıştıramamanın şaşkınlığını. Birbirlerine destek oldukları da oldu, böylesi bir ölümün getirdiği öfkeyle yakındıkları da.

Bir arkadaşı Alperen’den “Pırlanta gibi bir çocuktu.” diye bahsediyor. “İlla ki herkesin vardır bir ayıbı. Alperen öyle değildi. Tertemiz bir çocuktu. Yazık oldu.” diyor. Bir başka arkadaşının fikirleri de yakın ona: “Ne zaman arasan, sana ihtiyacım var desen; iki eli kanda olsa çıkar gelirdi. Öyle yardımsever bir çocuktu.”

Alperen’in ölüm sebebi vücudundaki yanıklar. Ancak, yangına vesile olan şeye dair henüz net bir gerekçe dillenmiyor. Bir iddia, Alperen’in tinerle yıkama işlemi yaparken sigara yaktığı yönünde. Arkadaşlarından biri katılmıyor buna. “Olacak iş değil.” diyor, “Ben çalıştım birlikte. Titiz çalışırdı. Pür dikkat odaklanırdı işine. Elinde tiner varken sigara yakacak biri değildi.” Velev ki sigara yakmış olsun, onun hesabı ve sorumluluğu da Alperen’e kesilemezdi. Böyle düşünüyordu bir başka arkadaşı. “Gecenin birinde insanın iş yerinde işi ne? Ne akla hizmet o saate kadar çalıştırırsın bir çocuğu? Bilsem ki vardiyalı çalışıyordu, o zaman anlarım. Gündüz evinde dinlenmiş, akşam da işe gitmiştir dersin. Ama öyle değil. Sabahtan gitmiş de çalışmış o saate kadar. İnsanda dikkat mi kalır, titizlik mi kalır onca saat çalıştıktan sonra?”

Öfke hali sadece Alperen’in uzun çalışma saatlerine değil. Adına “düzen”, “sistem”, “kader” dedikleri türlü yapılara sayıp sövüyor arkadaşları. Bir arkadaşının söylediğine göre, sigorta şirketi para verecekmiş Alperen’in ölümüne karşılık. En çok da bu “düzene” sayıp onu eleştiriyor arkadaşlarından biri. “Böyle düzen olmaz olsun.” diyor, “Çocuğu yaktılar, hayatını söndürdüler, şimdi sigortadan gelecek paradan bahsediyorlar. Kaç para eder on altı yaşında bir insanın canının değeri?” 

Yaşanan iş cinayetine öfkeden uzak, daha sağ duyulu yaklaşmaya çabalayanlar da var. Arkadaşlarını sakinleştirmeye çalışmak, onlara telkinlerde bulunmak bu kişilere kalıyor. Diğerlerini en çok telkin ettikleri şeyse, çalışırken dikkatli olmaları. Çünkü bu zamana kadar internette, haberlerde gördükleri kayıplar ilk kez kendi hayatlarına isabet ediyor. Bu durumun şaşkınlığı içerisinde “Bundan sonra sen de dikkat et çalışırken.” diye uyarıyorlar birbirlerini. Haksız da değiller. Çünkü taziye evinin sokağında sabahı akşam edenlerin önemli kısmı ağır sanayide işçi ve hepsinin bir kaza deneyimi var. İçlerinden biri, alçılı koluyla gelmiş taziyeye. “Çalışırken oldu.” diyor, “Merdivenden düştüm. Bilekte kırık var. Ama buna da şükür. Daha beteri de olabilirdi.”

Bir başkası, açık denizde gemilere gidiyor. Gemilerin soğutma tanklarını yamayan bir firmada çalışıyor. “Büyük kaza atlatmadım, şükür. Ama az kalsın sağ bacağım kopuyordu yerinden.” diyor. “Gemi ile bot arasında sıkışıyordu az kalsın bacağım. Son anda çektim çıkardım bacağımı. Yarım saniye geç kalsam diz kapağımın altı yoktu belki de şu an.” Alperen gibi, henüz on altısında bu deneyimini paylaşanları da. Bir başkası örneğin, asansör firmasında çalışıyor. Bir keresinde depreme asansörde yakalandığını, asansör kabininin üçüncü kattan kuyuya düştüğünü anlatıyor. Kendisini son anda atamamış olsaydı koridora, belki de bugün hayatta olmayacağını söylüyor. Arkadaşı Alperen’in kaybını da bir yandan acıyla ama bir yandan da bu kabulle karşılıyor: “Bugün Alperen’in başına gelen şey yarın hepimizin başına gelebilir. Bence hepimiz sıradayız. Bugün sıra Alperen’deydi.” diyor.

Eren Yüceboy / EVRENSEL


Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller -CUMHURİYET-

 2026’ya girerken militarizm ve faşizm 

Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım. Sistemik riskler artmaya devam ediyordu. Madalyonun öbür yüzünde, ekonomik kırılganlığın giderek siyasal, askeri bir boyut kazandığını görüyoruz.

Batı dünyası, özellikle ABD ve Avrupa, yalnızca ekonomik belirsizlikle değil, derinleşen jeopolitik kaygılarla da karşı karşıya. Bu kaygının merkezinde iki olgu öne çıkıyor: Birincisi, teknoloji elitinin -Silicon Valley’in “apocalypse capitalism”  olarak adlandırılan, kısmen teolojik bir çöküş (kıyamet) beklentileri. Bu beklentiye stratejik mineraller, yapay zekâ ve enerji eksenli neokolonyal eğilimler eşlik ediyor. İkincisi ise ABDAvrupa-Rusya üçgeninde dengeler bozulur, ABD hegemonyası altında şekillenmiş küresel güvenlik mimarisi çözülürken savaş teknolojilerinin, bir sermaye birikim alanı olarak yeniden önem kazanıyor.

ABD’de savunma sanayisi yatırımları tarihsel ortalamaların çok üzerinde (2025: 980 milyar dolar) artıyor. Yalnızca Pentagon’un bütçesi genişlemiyor; yapay zekâ, otonom sistemler, hipersonik silahlar, nadir elementler ve veri merkezleri etrafında, adeta yeni bir birikim rejimi şekilleniyor. Ekonominin kırılgan yapısı, sermayeyi daha güvenli, devlet kaynaklarıyla desteklenen bu alana iterken politik elitlerin savaş beklentisi de normalleşiyor.

ASKER DE GEREKİYOR 

Ekonomik durgunluk ile Ukrayna savaşının, Trump-Putin ilişkisinin getirdiği güvenlik kaygıları altında Avrupa yeniden silahlanıyor. Askeri kapasiteyi genişletme arzusu, kaçınılmaz olarak askerlik konusunu da gündeme getirdi. Örneğin Almanya’da hükümet, zorunlu askerlik konusunu tartışmaya açıyor; kısa dönemli ulusal hizmet modeliyle genç nüfusun orduda etkinleşmesini planlıyor. Fransa da ordusunu genişletmek istiyor ama zorunlu askerlik popüler değil. Fransa’da Le Pen (faşist hareketin parlamenter lideri) Almanya’da AfD zorunlu askerliğin geri getirilmesini, ulusal disiplinin artırılmasını istiyor.

Vatandaşların savaş istemediği, profesyonel orduların personel bulmakta zorlandığı bir dönemde, bu tartışmalar, yalnızca asker sayısını artırmaya ilişkin değil, aynı zamanda, toplumun savaş fikrine direnişini kırmayı, savunma kültürüne adaptasyonunu, savaş kapasitesini artırmayı da gündeme getiriyor. Tıpkı 19. yüzyıl sonu Avrupa’sında olduğu gibi, “istila ve direniş” (“büyük yer değiştirme”, “göçmen istilası”) temaları kültürel ve politik söylemlerde yükseliyor. Günümüzde faşist ideolojiler de tam bu noktada devreye giriyor: Irkçılığı kültürel kodlarla gizleyen, sözde bir erkeklik krizine hitap eden, antiwoke ve hız/teknoloji kültünü kutsayan faşist eğilimler, özellikle teknoloji sermayesinin ve siyasi elitin ilgisini çekmeye başlıyor.

Günümüzün faşizmi tabii ki 1930’lar faşizminin kopyası değil; günümüzün teknolojik, ekonomik ve kültürel malzemeleriyle yeniden üretilmiş bir faşizm bu. Bu dalga, dün çizgi romanlar, dergiler, filmler ile yaygınlaşırken bu gün, X, TikTok gibi, sosyal medya platformları, bilgisayar oyunları, YouTube yayınları üzerinden üretilen ırkçılık, homofobi, kadın düşmanlığı, erkeklik kültü yansıtan “meme”ler ile hızla yayılıyor.

Bu faşist dalga sermaye birikimi ve militarist eğilimlerle örtüşerek savunma yatırımlarının ve zorunlu askerlik tartışmalarının meşruiyetini güçlendiriyor. Kapitalizmin kriz dönemlerinde tekrarlayan bir örüntü olarak ekonomik daralma ve toplumsal huzursuzluk arttıkça sistem militarizme sığınıyor; ideoloji ise bu dönüşümü kaçınılmaz ve gerekli gösteriyor. ABD ve Avrupa’nın hızlanan savunma harcamaları, yalnızca güvenlik endişesi değil, kırılgan ekonomik düzenin yeni bir çıkış arayışının da göstergesi.

Sermayenin ve teknolojik elitin gereksinimleri ideolojik eğilimleri, militarist dönüşümü hızlandırıyor. Ancak vatandaşların büyük çoğunluğu savaş istemiyor. Bu noktada günümüzün faşizmi, toplumun savaş düşüncesine alıştırmaya yönelik bir kültürel ortamı (özellikle I. ve II. savaşların, faşizmin canavarlıklarının anılarından yoksun genç kuşaklar arasında) besliyor. 2026 yılı, kırılgan ekonomik ve militarist eğilimlerin, faşist senaryoların iç içe geçtiği bir dünya getiriyor.

***

 2026’ya girerken: Yeni kapitalizm/ faşizm 

Council on Foreign Relations’ın kasım ayında açıklanan “ABD, ekonomik güvenlik yarınların teknolojilerinde yarışı kazanmak”  raporunun ardından geçen hafta açıklanan 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi (UGS), ABD açısından, Washington mutabakatının (Wall Street-Hazine-IMF) önceliklerini yansıtan neoliberal küreselleşme yaklaşımını terk ettiğini; bu hegemonik blokun yerini teknoloji sermayesinin öncülük ettiği; devletçi, korumacı, faşizan yeni bir hegemonik blokun aldığını ilan ediyor. UGS 2025, salt Amerikan dış politikası açısından değil, kapitalizmin küresel evrimi açısından da tarihsel bir kopuşa işaret ediyor.

Neoliberal dönem, sermayenin engelsiz dolaşımı, işçi haklarından kaynaklanan engellerin tasfiyesi; ticaretin, finansın ve üretimin ulusal sınırları aşarak tek bir dünya pazarı yaratması demekti. Bu dönemde devlet, piyasanın “etkinliğini” engellemeyecek, sermayenin özgürleşmesini güvence altına alacak bir biçim alıyordu; WTO, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar bu düzenin bekçiliğini yapıyordu. Çin’in dünya ekonomisine entegrasyonu da bu mimarinin sonucuydu.

UGS 2025, bu dönemin esas olarak kapandığını söylüyor. Neoliberal dönemin “dünya ile entegrasyon” fikrinin yerini; “ekonomik güvenlik”, “teknolojik egemenlik”, “ulusal kapasite inşası” kavramları alıyor. Verimlilik adına üretimi Asya’ya kaydıran anlayış terk ediliyor; yeni strateji, üretimi yeniden ulusal sınırlar içine çekmeyi, tedarik zincirlerini jeopolitik risklerden arındırmayı hedefliyor. Devlet, piyasa rasyonalitesini bir kenara bırakarak yeniden kapitalist üretimin baş mimarı konumuna yükseliyor. İşçi haklarını baskılama eğilimi korunuyor.

Bu dönüşümün en kritik boyutu sermaye fraksiyonları arasındaki değişimdir. Neoliberal dönemin serbest dolaşım ve özelleştirme politikaları finans sermayesinin gereksinimlerini karşılarken bugün hegemonya merkezine dijital altyapıları, veri akışlarını ve yapay zekâ ekosistemlerini kontrol eden “teknoloji sermayesi” yerleşiyor. Bu fraksiyon, yalnızca ekonomik bir güç değil, devletin izleme ve disiplin sisteminin de önemli bir aracıdır. Yeni UGS’de yapay zekâ, biyoteknoloji ve siber kapasitenin ulusal güvenliğin temel direkleri sayılması tesadüf değildir.

Devlet ile teknoloji sermayesi arasında tam bir simbiyoz ilişki kuruluyor: Pentagon ve CIA altyapıları Silikon Vadisi’nin bulut sistemlerine yaslanırken Silikon Vadisi de Çin’le rekabetin en kritik kavşağında ulusal çıkarın ayrılmaz bir parçası olarak tanımlanıyor. Bu bakış açısıyla Çin, artık “komünist” olduğu için değil; yapay zekâ ve çip üretimi gibi alanlarda rakip bir teknoloji devleti olduğu için tehdit sayılıyor. Bu durum, klasik jeopolitiğin ötesinde, teknoloji sermayesinin dünya ölçeğindeki hegemonya mücadelesinin ABD güvenlik doktrinini yeniden şekillendirmesi olarak görülebilir.

Teknoloji sermayesinin elindeki gözetim, veri denetimi, davranış manipülasyonu araçları, siyasal iktidarın elinde olağanüstü bir toplumsal disiplin mekanizmasına dönüşüyor. UGS’nin kültürel “yeniden doğuş”, “kültürel bütünlük” gibi göçmen karşıtlığı perspektifleri dış ve iç düşman söylemiyle birleşerek bir faşizm dinamiğini (süreç olarak faşizmi) hızlandırıyor. Ancak bu, klasik faşizmden çok daha derin, teknolojik olarak güçlü bir yönelimdir. Hedef, görünmez gözetim ağları üzerinden işleyen yeni bir disiplin biçimidir.

Gerçi ABD’de ICE (ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi) daha şimdiden Gestapo’yu andırıyor. Sonuç olarak neoliberal dönemin bireysel özgürlük, çok kültürlülük söyleminin yerini, “güvenlik” ve “egemenlik” adına daralan bir yurttaşlık alanı alıyor. Devlet ve teknoloji sermayesi arasındaki bu simbiyoz, hem ekonomik hem ideolojik düzeyde yeni bir yönetim rasyonalitesi yaratıyor. UGS 2025, neoliberal düzenin çöküşünü, teknoloji sermayesinin yeni hegemonik sınıf olarak yükselişini tescilliyor. 

Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.

***

 UGS: Emperyalist-faşist moment! 

ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım. UGS salt bir dış politika metni değil; Amerika’nın özellikle Latin Amerika’ya yönelik tarihsel bakışını radikal biçimde yeniden canlandıran, bir emperyalist/faşist proje: 19. yüzyılın ikinci yarısında ABD emperyalizmi, hegemonyası yükselirken tasarlanan Monroe Doktrini, 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken yeniden gündeme geliyor. UGS yalnızca Latin Amerika’ya dış müdahaleleri engelleme iddiası taşımıyor; Latin Amerika’yı ekonomik, siyasal ve askeri bakımdan ABD’nin doğal hâkimiyet alanı olarak ilan ediyor.

MONROE DOKTRİNİ

UGS’nin Latin Amerika doktrini, klasik emperyalizmin güncellenmiş bir versiyonu. Tekelci kapitalizm aşamasında, kapitalizmin yapısal kriz evrelerinde merkez ülkeler, çevreyi yeniden yapılandırmak, kaynak akışını güvenceye almak için rıza alma (dolaylı kontrol) politikalarını yetersiz bularak şiddet (kinetik şiddet ya da askeri mali şiddet, tehdit) araçlarına başvururlar; emperyalizm hegemonya  ilişkisinden uzaklaşarak imparatorluk ilişkisine kaymaya başlar. ABD’nin bugünkü tutumu tam da bu momenti gösteriyor: Latin Amerika’nın limanlarından enerji hatlarına, kritik minerallerden dijital altyapıya kadar “stratejik varlıklarının” yabancı (yani Çin) etkisinden arındırılması ve son tahlilde Amerikan şirketlerine açılması talep ediliyor.

Bu noktada, Project 2025’in UGS’de yankılanan Latin Amerika’ya dair dili, tarihsel Monroe Doktrini’nden bile daha çıplak: “Arka bahçe” metaforundan hareketle ülkelerin iç politikasına müdahale hakkı, tehdidi ve gerekirse zor kullanma opsiyonu açıkça dile getiriliyor. Bu, yalnızca jeopolitik kontrol değil; siyasal öznellik -egemenlik- üzerindeki bir tahakküm iddiası. Bu stratejik yaklaşım, siyasal teori açısından baktığımızda, klasik emperyalizm ile faşist mekân anlayışı arasında dikkat çekici bir kesişme yaratıyor.

LEBENSRAUM

Faşizm, yalnızca totaliter bir yönetim değil, aynı zamanda ulusun “hak ettiği yaşam alanını” (Lebensraum) genişletme iddiasıdır. Nazi Almanya’sının  Lebensraum kavramı, etnik, kültürel üstünlük varsayımına dayanarak komşu coğrafyaların siyasal bağımsızlığını geçersizleştiren bir söylem üretmişti.

Project 2025’in etkisiyle UGS’ye giren “kültürel bütünlük”, “medeniyetin korunması” ve “demografik dönüşüm tehdidi” gibi ifadeler, açıkça ırkçı bir etno-nasyonalist perspektife yaslanır. Bu dil, kültürel farklılığı güvenlik riski ilan eden, ulusal kimliği etnik homojenlikle özdeşleştiren klasik faşist söylemin güncel bir uyarlamasıdır. Tarihsel olarak Nazi Almanya’sının Volksgemeinschaft  ve  Lebensraum kavramlarında gördüğümüz gibi, “kültürel uyum” ve “yaşam alanı” gerekçeleri bugün UGS’de hemisferik hâkimiyet, göçün bastırılması ve Latin Amerika’nın yeniden şekillendirilmesi için kullanılıyor. Hatta “uygarlığı gerilemekte olan” Avrupa’yı da (kurtarma niyetiyle) kapsıyor. Böylece metin, jeopolitik stratejiyi etno-ırksal bir hiyerarşiyle birleştirerek tehlikeli bir yeni-faşist mekân ve nüfus mühendisliği anlayışını meşrulaştırıyor.

UGS, Latin Amerika’yı “bizim hemisferimiz”, “bizim ekonomik ve stratejik alanımız” olarak tarif ederken “kültürel olarak uyumlu” (“coherent” homojen-beyaz Hıristiyan; Volksgemeinschaft) ulus kavramı ile birleştirerek, Avrupa’yı da kapsayan jeopolitik bir Lebensraum mantığını benimsiyor. Stratejik kaynakların  “yanlış ellere geçmesi”nin ulusal güvenlik tehdidi sayılması, bölge hükümetlerine açık baskı, şirketlere yönelik “ABD’ye öncelik tanıma” zorunluluğu, hepsi aynı emperyalist-faşist mekânsal tahakküm mantığının güncel biçimleri.

Kısacası, Project 2025 ışığında hazırlanmış UGS (kimi yorumcular “Vance-Miller”  belgesi diyor), emperyalizm ile faşist mekân politikasını birleştiren, Latin Amerika üzerinde hak iddia eden, Avrupa’da rejim değişikliği arzulayan, yeni bir stratejik moment yaratıyor.

Ancak Latin Amerika’nın hafızasında, ABD’nin askeri darbelerine, örtülü operasyonlarına, bölge halklarının tepkilerinden kaynaklanan güçlü bir antiemperyalist, Avrupa’da da her şeye rağmen ilerici demokratik bir gelenek var. UGS’nin yeni “hemisferik Lebensraum” vizyonu yeni savaşlar, baskıcı rejimler üretecek.

Ergin Yıldızoğlu

                                                                /././

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -14 Aralık 2025-

  'Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak'-Tunç Tatoğlu- Sevgi Soysal’ın yazdıklarında her zaman çok şey bulabilirsiniz, bir ...