soL "Köşebaşı+Gündem" -5 Temmuz 2025-

CHP'li belediyelere operasyon sürüyor: Adıyaman, Adana ve Antalya Belediye Başkanları gözaltında

CHP'li Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek gözaltına alındı.


CHP'li Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere, sosyal medya hesabından paylaşım yaparak gözaltına alındığını duyurdu.

Tutdere, "Sabah Ankara'da evimden gözaltına alındım. İstanbul’a götürülüyorum" ifadelerini kullandı.

Hemen ardından CHP'li Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar'ın da gözaltı haberi geldi.

Karalar, İstanbul'da gözaltına alındı.

10 kişi hakkında gözaltı kararı

Anadolu Ajansı'nın paylaştığı bilgiye göre, belediye başkanları "Aziz İhsan Aktaş suç örgütüne yönelik soruşturma" kapsamında gözaltına alındı.

Toplam 10 kişi hakkında gözaltı kararı verildi.

Ekol TV'den Dilek Yaman Demir'in haberine göre, tutuklanan  Büyükçekmece  Belediye Başkanı Hasan Akgün yerine seçilen Belediye Başkanvekili Ahmet Şahin de gözaltına alındı.

CHP'den ilk tepki: 'Milleti böyle teslim alamazsınız'

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın, gözaltılara ilişkin yaptığı sosyal medya paylaşımında, "Adana ve Adıyaman Belediye başkanlarımız gözaltında.. Birisi Adana gibi Başkan, diğeri 6 Şubat depreminde “unutulan Adıyaman’ın” kahramanı.. Borsayı düşündüğünüz kadar adalet kaygınız olsaydı keşke.. Bir milleti böyle teslim alamazsınız, alamayacaksınız" dedi.

Muhittin Böcek de gözaltına alındı, evinde arama yapılıyor

Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek hakkında da gözaltı kararı verildiği öğrenildi.

Böcek'in gözaltına alınma sebebi Antalya Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen "rüşvet" soruşturması olarak duyuruldu. 2 kişi daha gözaltına alındı. Böcek'in evinde de arama yapılıyor.

Dün CHP'li Antalya Manavgat Belediyesi'ne yönelik "yolsuzluk" iddiasıyla soruşturma başlatılmış ve soruşturma kapsamında aralarında Belediye Başkanı Niyazi Nefi Kara'nın da olduğu çok sayıda kişi gözaltına alınmıştı. 

Soruşturma kapsamında Belediye Başkan Yardımcısı M.E.T.’nin rüşvet aldığını gösterdiği iddia edilen görüntülerin ortaya çıkmasıyla, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, parti içinde 2 muhakkik görevlendirdiklerini belirterek “Somut delillere dayalı olarak, suça bulaştığı ispatlanan kim varsa Partimizde barınması mümkün olmayacağı gibi en ağır şekilde cezalandırılmasının da takipçisi oluruz” ifadesini kullanmıştı.

CHP'den ilk tepki: 'Aziz İhsan Aktaş herkese para dağıttıysa para verilen AK Partili isimler nerede?'

CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın, gözaltılara ilişkin yaptığı sosyal medya paylaşımında, "Adana ve Adıyaman Belediye başkanlarımız gözaltında.. Birisi Adana gibi Başkan, diğeri 6 Şubat depreminde “unutulan Adıyaman’ın” kahramanı.. Borsayı düşündüğünüz kadar adalet kaygınız olsaydı keşke.. Bir milleti böyle teslim alamazsınız, alamayacaksınız" dedi.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş da sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı. Yavaş, "Madem Aziz İhsan Aktaş herkese para dağıtmış, o zaman bu kirli düzen sadece muhalif başkanları mı hedef alacak? Para verilen AK Partili isimler nerede? Onlar için neden aynı kararlılık gösterilmiyor?" diye yazdı.

Yavaş'ın paylaşımı şöyle:

"Adana Büyükşehir Belediye Başkanımız Zeydan Karalar, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanımız Muhittin Böcek ve Adıyaman Belediye Başkanımız Abdurrahman Tutdere Aziz İhsan Aktaş’ın iftiraları nedeniyle gözaltına alındı. Bu durum hukukun ne yazık ki kimlere nasıl işlediğini bir kez daha göstermiştir.

Madem Aziz İhsan Aktaş herkese para dağıtmış, o zaman bu kirli düzen sadece muhalif başkanları mı hedef alacak? Para verilen AK Partili isimler nerede? Onlar için neden aynı kararlılık gösterilmiyor?

Hukukun siyasete göre eğilip büküldüğü, adaletin bir kesim için uygulanıp bir kesim için görmezden gelindiği bir düzende kimse bizden hukuk devletine güvenmemizi, adalete inanmamızı beklemesin.

Buradan sesleniyoruz: Hukuk ya herkes için vardır ya da hiç kimse için yoktur!

Haksızlığa, hukuksuzluğa, siyasi operasyonlara boyun eğmeyeceğiz."

                                                      ***

Kaypakkaya’nın doğduğu köye taş ocağı projesi: 'Köyü terk etmek zorunda kalacağız'-Özkan Öztaş-

68 kuşağının devrimci önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’nın doğduğu köye yapılmak istenen taş ocağı projesi, köy halkını göçle karşı karşıya bırakıyor. Tarım ve hayvancılıkla geçinen köylüler, projeye karşı çıkıyor.

Çorum’un Sungurlu ilçesine bağlı Karakaya Köyü’nde yapılmak istenen taş ocağı projesi, köy halkının tarım ve hayvancılıkla sürdürdüğü yaşamı tehdit ediyor. Aynı zamanda 68 kuşağının devrimci önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’nın doğduğu köy olan Karakaya’da, taş ocağı faaliyetleri köylünün geçim kaynaklarını ve günlük yaşamını sürdürülemez hale getirecek.

Konuya ilişkin açıklama yapan Karakaya Köy Derneği temsilcilerinden Hüseyin Tozkoparan, soL’a yaptığı değerlendirmede, “Köydekiler hayvancılıkla, tarımla geçiniyor. Sütünü satıyor, ekmeğini çıkarıyor. Ama taş ocağı burnumuzun dibine kurulursa, bu düzen bozulacak. Her yer toz olacak, tarım bitecek. Böyle bir ortamda yaşamak mümkün olmayacak. O zaman herkes tası toprağı toplayıp göç edecek” dedi.

Karakaya Köyü'nden bir görüntü

'Gizli gizli yürütmüşler, tesadüfen öğrendik'

Projeyi yürüten şirketin Çelikler Holding olduğu belirtiliyor. Taş ocağından çıkarılacak taşların TCDD’ye bağlı hızlı tren projelerinde kullanılacağı ifade ediliyor. Hüseyin Tozkoparan, ÇED süreci başlatılan projeyle ilgili olarak köyde kimsenin bilgilendirilmediğini vurguluyor: “Bu proje köylünün elindeki her şeyi alacak ama köylüye bir şey anlatılmamış. Muhtarın bile haberi yok. Projeyi tamamen tesadüfen öğrendik. Şimdi ÇED için köye gelecekler. Kimse kusura bakmasın ama kendilerine hoş geldiniz diyecek halimiz yok.”

Tozkoparan, “Tarımı bitirecek, hayvancılığı bitirecek bir projeyi ‘gelişme’ diye sunmaya çalışıyorlar. İnsanları ekmeğe muhtaç bırakacaklar. Taş ocağı yapılacak alanların yerleşim yerlerinden uzakta kurulması gerekirken, en kolay yolu seçip köylünün yaşam hakkını yok sayıyorlar” diye konuştu.

Projeye göre taş ocağı köyün hemen yanında faaliyet gösterecek. Köylüler 'bu kadar yakın bir faaliyet alanının halk sağlığını tehdit etmeme şansı yok' diyor.

'Köyden tren geçecek, ama trene binecek köylü kalmayacak'

Taş ocağından çıkarılacak malzemenin hızlı tren hattı için kullanılacağı belirtilirken, bu durum köylüler tarafından ironik bir şekilde karşılanıyor. Tozkoparan, “Bir yandan hızlı tren projesi diyorlar, bir yandan o rayları döşemek için bizim köyü yerle bir edecek taşları çıkarmaya çalışıyorlar. Sonra da o trene binecek köylü kalmayacak burada. Bu nasıl akıl?” diyerek tepki gösteriyor. 

Köye yakın başka yerlerde yine taş ocaklarının faaliyet gösterdiğini belirten Tozkoparan, sorumluların daha makul olanı değil daha kolay olanı tercih ettiklerini ifade ediyor. "Taş ocağı kurmak için en kolayı köylüleri gözden çıkarmak sanırım" sözleriyle anlatıyor.

Köylüler Pazar günkü buluşmaya hazırlanıyor

Karakaya Köyü, geçmişte de kolluk kuvvetlerinin baskılarına sahne olmuş bir yer. İbrahim Kaypakkaya’nın mezarının bulunduğu köyde, anma etkinlikleri sık sık yasaklanıyor, köylülere göz dağı veriliyordu. Mezarlığa yerleştirilen kamera sistemi de geçtiğimiz dönemde gündem olmuştu.

Ancak köylüler dayanışmayı öne çıkarmaya kararlı. Korkuya teslim olmadan projeye karşı çıkmak gerektiğini dile getiren köylüler, “Toprağımıza sahip çıkacağız” diyerek seslerini yükseltiyor. Eğer proje durdurulamazsa, Karakaya da büyük şehirlerin işsizler ordusuna katılacak bir köy nüfusu haline gelecek.

Buna karşı 6 Temmuz Pazar günü köyde bir araya gelecek köylüler basının ve kamuoyunun bu mücadeleye destek vermesini bekliyor.

                                                        ***

'Bizim hükümet'-Aydemir Güler-

Bu ülkede bizim hiç hükümetimiz olmasa da, halkımız topraklarımızın bereketinin tanığıdır. Şimdi; anı kitaplarının sadece geçmişten söz ettiğini düşünmek mümkün müdür?

Geçtiğimiz Nisan ayında yayınlanan bir anı kitabının önsözünü ben yazmıştım. Ahmet Yücel Çiftçi’nin, Kurmaysız Dövüşen Devrimciler’ini hem henüz taslak halindeyken okuma, hem de yazarının ağzından içeriğin büyük kısmını dinleme şansım olmuştu.

Çok önceleri Ulvi Oğuz’un anılarını da, yine, hem dinlemiş hem okumuştum… Ulvi ağabey TKP’ye 1973 Atılımından önce girenlerdendir. Partisi dışarıdan çok baskı görmüştü, ama asıl içeriden tasfiye edilecekti. Partimin Yolunda buna isyandır. Her iki kitap Yazılama’dan çıktı.

Yücel Çiftçi ise Devrimci Yol’cudur. Artvin Dev-Yol davasının idamlıklar listesinde yer alır, 1980’li yıllarda… Onun hikâyesi, hareketin merkezinin, kendisi gibi çok sayıda inançlı militanı “kurmaysız” bırakmasıdır. Anıları buna isyandır. 

Yücel ve Ulvi ağabeylerin eleştirelliklerini ve –tabir uygun mu, bilmiyorum- “haklı öfkelerini”, nicel anlamda karşılaştırmak yersiz olur. Bunu geçelim; daha önemlisi, her ikisi, içinde yetiştikleri ve politik kişiliklerini biçimlendiren geleneklerin insanlarıdır. Eleştirip uzak düşmek daha kolay ve yaygın oluyor. Bu örnekler öyle değil. Yaşadıkları deneyimlerin üstünden birer ömür geçse de, yine uğruna her şeyi göze aldıkları siyasal hareketlerine çok ağır eleştiriler yöneltseler de, biri “TKP’li”dir, diğeri “Devrimci Yolcu”. Burada, Ulvi Oğuz’un, tasfiyeye uğrayan eski partisinin adını taşıyan bugünkü TKP’nin üyesi olmasını kastetmediğim herhalde açıktır.

Bana sorarsanız, eleştirinin asıl bu türü değerlidir. Sahiplenmek yanlışa, eksiğe kör bakmak anlamına gelmeyeceği gibi, kıyasıya eleştirmek de, geçmişine sırtını dönmeyi gerektirmez. Geçmişine sırtını dönen, bir uzvunu gözden çıkartmış olmaz mı? Yani artık, anılarını yazan, hikâye ettiği zamanı yaşayan kişi olmaktan uzaklaşmış, daha doğrusu, o zamanlara yabancılaşmıştır. Anı türünün en büyük sorunlarından biri bu olsa gerek… Çaresi, yazarın, temel yaşam tercihleri açısından, yazdığı geçmişteki gibi olmasından, aynı zemine ayaklarını basmasından başka bir şey değildir.

Siyasi yaşamlardan söz ediyoruz. Kökten değişen örneklere kızabilir, onlara dönek veya hain diyebilirsiniz; benim konum burada o değil. Bence, anının “doğru” olması için, artık “nesneye” dönüşen geçmiş ile “özne-yazar” arasında sağlam bir örtüşme, bir süreklilik olması gerekir. İlle de, aktaracağım gibi kanıt gösterilmiş olması şart değil; ama madem kitapta geçiyor, buraya da alayım:

… operasyonu yöneten albay içeri girdi. Oturan subaylar ayağı kalktılar. (…) önüme dikilen Albay,  ‘ayağa kalk’ dedi. 
'Neden?'   
'Karşında silahlı kuvvetlerin bir albayı var' dedi.
(…) senin karşında Devrimci Yol’un generali var, dedim.”

Bu satırları ancak aynı yerdeyseniz yazarsınız. Yücel Çiftçi’nin kitabı, tam bu nedenle, aynı Ulvi ağabeyinki gibi “güvenilirdir.”

***

Geçmiş hakkında konuşurken, okurken, güvenilirlik az şey değildir. Ama daha somut bir soru var: Yücel Çiftçi’nin anılarında ne bulacak, henüz okumayanlar? Kendi yazdığım önsözden alıntı yapacağım: 

“Yücel Çiftçi’nin anılarını, o henüz kitabı yazarken dinleme şansı buldum. Uzun bir günün sonunda İzmit’teki evinden ayrılmıştım. Rastlantı bu ya, akşam Javier Cercas’ın Salamina Askerleri romanını okumaya devam ettim. Dondum kaldım!

‘Sánchez Mazas da adeta ölmüş de öldükten sonra bir sahneyi anımsıyormuşçasına gözlerine inanamasa da askerin dinmek bilmeyen yağmurun içinden, taş çatlasa birkaç adım uzaklıkta tetikte bekleyen öbür asker ve polislerin mırıltılarının arasından hendeğin kenarına ağır ağır yaklaştığını, silahı gergin olmaktan ziyade sorgulayıcı bir edayla gösterişsizce, tıpkı ilk avını tespit etmeye çalışan acemi avcı gibi doğrulttuğunu gördü. Tam da askerin hendeğin kenarına iliştiği anda yeşilliklere çarpan yağmurun mırıltısını delip geçen çok yakından gelen bir bağırtı duydu. 'Kimse var mı orada?' Asker ona bakıyordu, Sánchez Mazas da askere. Ama bakımsızlıktan yıpranmış gözleri baktığı şeyi anlamıyordu. Sırılsıklam saçlarının, açık alnının ve yağmur damlalarıyla dolu kaşlarının altında, askerin gözlerinde ne acıma ne nefret, hatta ne de küçümseme, sırrına erilemez bir tür gizli neşe vardı. Zalimlik sınırlarında gezen, akla mantığa aykırı, aynı zamanda da içgüdüsel bir şey. Kanın damarlara, gezegenin yörüngesine, tüm varlıkların inatçı varoluş koşullarına tutunmasının ardındaki kör inatçılıkla yaşayan bir şey. Nehrin suyunun taştan kaçıp sızması gibi kelimelere sığmayacak bir şey – çünkü kelimeler sadece kendilerini anlatmak için icat edilmiştir, anlatılabilir olanı dile getirmek için, yani bize hükmeden, hayat veren, bizi ilgilendiren, bizi biz yapan şeyler haricindekileri söylemek için; yoksa bedeni neredeyse nehir yatağının kahverengi suyuyla ve toprakla karışmış durumdaki o adama bakan ve bakmayı bırakmadan var gücüyle havaya doğru ‘Burada kimse yok!’ diye bağıran, o yenik ve meçhul askeri anlatmak için değil… Sonra arkasını döndü ve çekip gitti.’

“Ama ben bu öyküyü daha yeni dinlemiştim!

“Benim dinlediğimde, olay İspanya’da, İç Savaş’ta değil bizim memlekette bir dağ köyünde geçiyordu. Kaçağımızı çam dalları, yapraklar ve çamur tabakası değil, bir salkım söğütün kolları saklamıştı. Bilmiyorduk, askerin gözlerinin onu seçip seçemediğini, kimin ne kadar korktuğunu... Donmuş halimden sıyrılırken bir kez daha hissettiğim, Türkiye solunun bir yanıyla ‘roman gibi’ bir geçmişten geldiği; geldiğimizdi.” 

***

Karşımızda aynı zamanda bir “macera” var. Öğretici, düşündürücü, heyecanlandırıcı. Ama dikkat: Yazıldıklarında, aktarıldıklarında “bizim deneyimlerimiz” haline geliyorlar ve maceradan çıkıp başka bir şey oluyorlar. Bugüne ve geleceğe dair bir söz içeriyorlar. Onlardan birini bu köşe yazısına başlık yaptım.

1970’lerin halk örgütlenmelerinin, ‘80’lerin kurmaysız direnişinin üstünden yıllar geçer. Yücel Çiftçi ailesiyle birlikte aynı yörede, bir köydedir. Sözü bir köylü alır:

Yücel bey, sizin hükümetin zamanında, her derdimiz kolay hal ediliyordu. Ne karakol, ne de mahkeme derdi çektirmeden bizlere yardımcı oldunuz. Başımız her dara düştüğünde, Dev-Genç derneğinin kapısında soluğumuzu alıyorduk. Bu bakımdan sizin hükümetinizden çok memnunduk. Allah sizlerden razı olsun, Yücel bey.

Bu ülkede bizim hiç hükümetimiz olmasa da, halkımız topraklarımızın bereketinin tanığıdır. 

Şimdi; anı kitaplarının sadece geçmişten söz ettiğini düşünmek mümkün müdür?

                                                        /././

Cumhuriyetçilerin birliği için notlar(V): Yayılmacı bir Cumhuriyet mi?-Erhan Nalçacı-

Bu hafta yayılmacılık, milliyetçilik, yurtseverlik, ülke güvenliği gibi zor konulara bir giriş yapacağız. Kolay olmadığını biliyoruz mücadelenin, bu aşamada akıl ortaklığı için önyargıları ve tarihsel olarak edindiğimiz reflekslerimizi bırakıp cesaretle tartışmalıyız.

Cumhuriyet için verilen mücadele dünya tarihinde dönüm noktalarını işaretler. Dünyada halklar eşitlik ve özgürlük mücadelesinde Cumhuriyetleri kurarlar, Cumhuriyetler yıkıldığında eşitlik ve özgürlük de kaybedilmiş olur.

Şimdi yıkılmış bir Cumhuriyetin enkazında yeni bir Cumhuriyet için hazırlık yapıyoruz. Birçok kökenden gelen Cumhuriyetçinin birliği için yöntem üzerinde uzlaşmaya ve ortak kavram setlerine gereksinimimiz var.

Bu köşede farklı duruşlarımız nasıl birleştirilebilir üzerine denemeler yaptık ve dört yazıda 12 soru sorup yanıtlamaya çalıştık.

Bu hafta ise yayılmacılık, milliyetçilik, yurtseverlik, ülke güvenliği gibi zor konulara bir giriş yapacağız.

Kolay olmadığını biliyoruz mücadelenin, bu aşamada akıl ortaklığı için önyargıları ve tarihsel olarak edindiğimiz reflekslerimizi bırakıp cesaretle tartışmalıyız.

Soru 13: Bir cumhuriyet yayılmacı olabilir mi?

1923 Devrimi emperyalist güçlerin siyasi coğrafyayı kendi çıkarlarına göre oluşturmasına karşı bir iradeyi örgütleyerek gerçekleştirildi. İngiliz emperyalizmi üretim kapasitesi, askeri gücü, emperyalist devlet deneyimi, istihbaratı vb. ile devrimden sonra da taze Cumhuriyeti kuşatmış bulunuyordu, ulusal sınırlar garanti altında değildi.

Bu koşullar altında “Yurtta barış, dünyada barış” sloganı Cumhuriyet’in temel niteliğini yıllarca belirleyecekti. 

Ancak ayağa kalkarken fikirsel düzeydeki yenilenmede klişelere düşmemeliyiz.

İktidara gelen burjuvaziler dünyada olanak bulduklarında komşularının topraklarına, doğal zenginliklerine, stratejik noktalarına göz dikerek hegemonyalarına almak isterler. Fransız Devrimi’nin doruğunda Jakobenler Haiti’ye özgürlüğünü verirken Napolyon Haiti’ye donanma göndermişti. Zaten bununla beraber Fransa’da bir Cumhuriyet’ten bahsedilemez oldu.

1923 Cumhuriyeti ise uzun yıllar kendini defalarca aşan askeri güçlerce çevriliyken yayılmacı bir özellik göstermeyi denemedi, bu nedenle bu ünlü slogan gerçek haline geldi ve Cumhuriyet’in korunmasını sağladı.

Öte yandan daha derine indiğinizde ne ülkede ne dünyada barış vardı bu süre içinde. Ülke içinde sınıf mücadeleleri, dünyada işçi sınıfının iktidarda olduğu devletlerle emperyalist devletler arasında kıyasıya bir çatışma hali sürüp gidiyordu. En nihayet bu süreçte Türkiye sermaye sınıfının emperyalizme bağlanmayı tercih etmesinin Cumhuriyet’i bitiren dinamiklerden biri olduğunu geçen hafta değerlendirmiştik

Ancak şimdi özelikle son 20 yılda çok daha belirgin hale gelen Türkiye sermayesinin gözünü ulusal sınırların dışına çevirmesine dayanan bir yayılmacılıkla karşı karşıyayız. Artık kimse “Yurtta barış, dünyada barış” demiyor, Genel Kurmay Başkanlığı’nın kapısında “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” yazıyor. Bu eğilimin Cumhuriyeti bitiren başlıca unsurlardan biri olduğunu görüyoruz.

Cumhuriyeti bitiren unsurlar birbirine bağlı ve birbirinin uzantısıydı.

Devlete ait hemen hemen bütün sanayi, maden, liman gibi zenginliklerin bir yağma rejimi içinde sermayeye aktarılması, sermaye sınıfının sağladığı büyük sermaye birikimiyle yurtdışına sermaye ihraç ederek yönelmesi ve halkın ülke yönetiminden tamamen soyutlanması birbirine dolanarak yükseldi ve ülkenin bir Cumhuriyet olma niteliğini ortadan kaldırdı.

Şimdi bazı Cumhuriyetçilere devletin yayılmacı özellikleri hoş görünebiliyor. 

Oysa her ne kadar son yıllarda Türkiye ekonomisi geliştiyse de orta çaptaki bir ülke önünde sonunda yayılmacılığını büyük emperyalist ülkelerle ittifak kurmayı gözeterek sürdürmek zorundadır. Dolayısıyla bu hırçın politikanın kendisi bir bağımlılık mekanizması yaratır.

Sadece Suriye’de yaşanan utanç verici sürece Türkiye’nin nasıl dahil olduğuna bakmak, nasıl Türkiye’nin Cihatçıların lojistik üssüne çevrildiği hatırlamak ve birdenbire Suriye’de açılan uçurumu görmek ne demek istediğimizi anlatacaktır. Ve bunun henüz bir başlangıç olduğunu fark etmek ürkütür insanı. 

Bu rezalet ancak emekçi halk ülke yönetiminden dışlanırsa yapılabilirdi.

Yayılmacı bir cumhuriyet olmaz. Emperyalizm tekelci sermayenin diktatörlüğüne dayanır çünkü.

Aksine Cumhuriyetimiz tüm emekçi cumhuriyetlerini kuran veya kurma süreci içinde olan halklarla eşit ve adaletli bir dayanışma ilişkisini inşa etmek zorundadır.

Soru 14: Milliyetçilik mi, yurtseverlik mi?

Bu yazı dizisinin ilkinde 1923 Devrimi’nin bütün özgünlüklerine rağmen genel olarak burjuva devrimi niteliğinde olduğunu tartışmıştık. Milliyetçilik burjuva devrimi kategorisi için zorunlu ve başat bir ideolojik motiftir. Başlangıçta devrime eşlik eden milliyetçilik ilerici bir nitelik de taşır, çünkü hanedana karşı bayrak açan burjuvazi altına bütün sınıf ve tabakaları toplar. Burjuvazinin çeşitli kesimleri, köylülük, işçi sınıfı, ittifak unsuru olan feodaller vb., bunlar hukuk önünde eşitlik ilkesi doğrultusunda millet egemenliği ve ulus devlet inşasında kullanılır.

Burjuva devrimi feodal devletlerin veya emperyalist devletlerin saldırısına uğradığında yurtseverdir de.

Ancak başlangıçta devrimci olan her şey bozulur çok geçmeden.

Burjuvazi sermaye birikiminde bir seviyeyi geçtikten sonra uluslararası sermaye ile işlerini yoluna koymaya bakar, bazen yabancı şirketlerin bayisidir, bazen ortağı, bazen ara mal üretir, bazen onlara borçlanır ve çoğu kez onların işlerini ülke içinde takip eden bir ofise dönüşür. 

Burjuvazi yurtseverliğini kaybeder.

Ama milliyetçilik iki nedenle gereklidir onlara, iliğine kadar sömürdüğü emekçi sınıflara sanki çıkarları ortakmış gibi seslenebilmek ve emekçilerin çocuklarını kendi yayılmacı maceralarının arkasına asker olarak toplayabilmek için.
Ölmüş bir Cumhuriyette yurtseverlik sadece emekçi sınıflara kalır. Emekçiler doğdukları ülkelerine, dinledikleri türkülere, annelerinin ninnilerine, mahallelerinin kokusuna, öğretmenlerine, asker arkadaşlarına bağlı kalırlar. Çıkarları ülkenin bağımsızlaşmasından, barıştan, emekçilerin sömürülmemesinden yanadır.

Bu nedenle yeni Cumhuriyet emekçi yurtseverliğine dayanacaktır.

Soru 15: Ülke güvenliği nasıl sağlanır?

Bu zor ve derin konuya az yerdi kaldı ancak yukarıdaki iki başlıkla ilişkili olarak ele alalım.

Son dönemde Türkiye’de sermaye sınıfına bağlı bir askeri-sınai kompleks gelişti ve bu durum bazı Cumhuriyetçileri çeldirme potansiyeli taşıyor.

Öncelikle yeni Cumhuriyeti emperyalizme karşı savunmak zorunda olacağımızı biliyoruz ve Türkiye’de gelişen askeri sanayinin işimize yarayabileceğini sezgisel olarak fark ediyoruz.

Öte yandan hiçbir askeri teknolojinin örgütlü yurtsever bir halk kadar etkili olmadığını tarihten biliyoruz.

Oysa yurtseverliğini kaybetmiş bir sermaye sınıfı ülkesini koruyamaz, aksine felaketlere doğru çeker. NATO üyesi olmak bir felaket senaryosudur bugün örneğin.

Cumhuriyetimiz her şeyden önce örgütlü, yurtsever bir halk yaratacaktır. Topluma ve ülkesine karşı sorumlu, gelişkin bireyler demektir bu. 

Nasıl yaratılır böyle insanlar?

Eğer ülke zenginlikleri bir asalak azınlığa değil tüm topluma aitse, gençler işsizlik kaygısı yaşamıyorsa, eğitim, sağlık parasızsa, emekli olmak mutlak bir yoksullaşma olarak değil yaşamın tatlı ve üretken bir evresi olarak görülüyorsa, eğitim bakanlığı çocukların aklını almak için değil, onları çok yönlü olarak geliştirmek için varsa ve emekçi halk tarihi kendi iradeleri ile değiştirmenin tadına vardıysa o zaman böyle bir ülkeyi hiç kimse piyade ile işgal etmeyi düşünemez.

                                                         /././

T-24 "Köşebaşı+Gündem" -5 Temmuz 2025-

Dünyanın en büyük yangın söndürme uçağı bizde var: Üstelik Cumhurbaşkanlığı filosunda -Eray Özer-

Orman yangınlarıyla mücadelede teknolojiyi kullanma zamanımız geldi, geçiyor. Dünyada kullanılan pek çok modern araç ve yöntem var. Biz hala 3-4 bin litre kapasiteli uçaklarla su taşımayı “son teknoloji” sanıyoruz. Dünyanın en büyük süpertankeri Boeing 747-8 tek seferde 110 bin litre su taşıyabiliyor. Üstelik bizde var. Üstelik Katar hediye etti. Ve şu anda Cumhurbaşkanlığı filosunda!

buca yangın

Yanıyoruz!

Her yaz aynı senaryoyu izliyor, her yaz aynı acıyı çekiyoruz. Yine de ne hikmetse bu meseleyi bir doğal afet gibi görerek bilimsel yöntemlerle önlem almayı ya istemiyor ya beceremiyoruz.

Dilimizde isyanımıza paralel olarak iki soru cümlesi dolaşıyor: Neden yeterli sayıda yangın söndürme uçağımız yok ve neden yangın söndürme personeli sayısı yeterli değil?

Bunlar önemli noktalar. Lakin bir orman yangınıyla başa çıkmanın çok çeşitli parametresi var.

Gelin size geçen yıl biraz araştırdığım, bu yıl da son yangınlar üzerine bir miktar daha okuma yaparak üzerine ekleme yaptığım yangınla mücadele yöntemlerini anlatayım.

Sonra hep birlikte değerlendirelim: Biz bunların ne kadarını yapıyoruz? İki aylık yangın sezonunun dışında orman yangınlarıyla mücadele adına ne yapıyoruz?

Doğru bitki örtüsü ve ağaçlandırma

Her yıl yanan yerler yeniden ağaçlandırılıyor. Mesela en başta bu doğru bir yöntem mi diye sormamız gerekiyor. Zira, doğalında bitki örtüsü olmayan yerleri de ağaçlandırıyor olabiliriz.

Belki de oraların ağaçsız olması daha uygun. Bunu düşünmüyor, bilimsel olarak araştırmıyoruz. Araştıranlara kulak vermiyoruz.

Özellikle sıcak noktaların tespit edilmesi ve buraların ya ağaçlandırılmaması yahut da yangına dirençli ağaçlar tercih edilmesi gerekiyor.

Nedir bu ağaçlar? Örneğin servi, akasya, sedir, Ege ve Akdeniz için okaliptüs…

Tutturmuşuz karaçam, kızılçam. Yahu evet çok hızlı boy atıyor, evet her iklime uyum sağlıyor ama aynı zamanda artık hepimiz biliyoruz ki, o kozalaklar aynı zamanda bir ateş topu. Metrelerce öteye fırlayarak yangının hızla ilerlemesine neden oluyor.

Hadi çam tercih ettik, uzmanlar en azından belirli aralıklarla yukarıda saydığım dirençli türleri sıralayarak bir perde oluşturmak gerektiğini söylüyor.

(Meraklısı için Ege Orman Vakfı’nın “Yangına Dirençli Orman Kurulumu” çalışmasını buraya bırakıyorum.)(https://www.egeorman.org.tr/images/belgeler/71yanginadirencliormankurulumu.pdf)

Havadan kontrollü yakma

Kontrollü yakmayı duymuşsunuzdur. Yanan ormanın etrafını önceden kontrollü bir şekilde yakarak, yangının atlayamayacağı bir set oluşturuyorsunuz.

Bu iş bizde elle, yani manuel olarak yapılıyor. Ve tabii geç kalınıyor.

Çünkü hızlı olmak lazım. Biz elle yangının etrafını çevirene kadar alevler o noktaya ulaşmış oluyor.

Oysa yurtdışında yangın söndürme uçakları gibi kontrollü yakma uçakları yahut helikopterleri var.

Helikopterin altına bağlanan bir alev makinası şerit halinde lavlar saçarak yangını hızla bir çember içine alıyor.

Ben henüz bizde böyle bir teknoloji görmedim.

Neden?

Çok mu zor?

Hiç de değil.

Yangın söndürme uçağı değil, süpertankerler… Üstelik bizde var!

Size dünyanın en büyük yangın söndürme uçağı 2018 yılında Katar tarafından Türkiye’ye hediye edildi desem ne dersiniz?

Evet, şu anda Cumhurbaşkanlığı filosunda yer alan Boeing 747-8 model uçak, dünyada “süpertanker” olarak bilinen en etkili iki uçaktan biri olarak kabul ediliyor. (Diğeri Airbus A380)

Bu uçak hediye edildikten sonra Cumhurbaşkanlığı filosuna alınmak yerine bir süpertanker olarak modifiye edilebilirdi. (Örneği var. Daha önce bir 747-400 modifiye edildi.)

Yahut diyelim ki o zaman bu ihtiyaç yoktu, filoya alındı ama şimdi belli ki böyle bir ihtiyaç var. Gidelim Boeing’e, “bizim için bu uçağı süpertankere çevir,” diyelim. Parası neyse verelim. Türkiye’nin de ABD, Şili, İsrail, Avustralya, Rusya ve Çin gibi bir süpertankeri olsun. Bu yangın söndürme uçağı meselesi tamamen kapansın.

Zira Boeing 747-8 tek seferde yaklaşık 90-110 bin litre su atabiliyor. (Maksiumum kapasite 140 bin litre.) ABD’deki büyük Kaliforniya orman yangınları bu uçak olmasaydı çok daha büyük bir felaketle sonlanabilirdi.

100 bin litre bugün bizde kullanılan yangın söndürme uçakların ancak 25-30 sortide taşıyabilecekleri bir su miktarı. Düşünün.

Üstelik bu süpertankeri bir de yangın söndürücü kimyasallarla birlikte ve suyu olduğu gibi bırakmak yerine bu kimyasalların söndürme gücünü de kullanarak püskürtme yöntemiyle bir yangının üzerine bıraktığınızda etkisi katlanıyor.

Şöyle söyleyeyim, biz doğru kullanılacak bir Boeing 747’yle dün gece İzmir’de yaşananları hiç yaşamayabilirdik.

Kimyasal destekli havadan müdahale

Ben de birkaç yangın söndürme çalışmasını canlı izledim. Bizde canla başla çalışan pilotlar suyu en yakın kaynaktan alıyor ve mümkün olduğunca yangın hattına yakın bir şekilde havadan bırakıyor.

Oysa aşağıdaki fotoğrafta da göreceksiniz, dünyada artık yangına karşı çok etkili ve suyla karışan kimyasallar kullanılıyor. Uçağın gövdesinde suyla karışan bu kimyasallar (genelde amonyum polifosfat) kıpkırmızı bir renge sahip ve suyun söndürme gücüne göre çok ama çok daha etkili. (İnsana zararı olmayan kimyasallar bunlar. Sudaki bazı canlılara zararı olabiliyor evet ama zaten bütün doğal hayat tehlikedeyse bazen başka çare kalmıyor.)

Ve yukarıda da belirttiğim üzere, bunları püskürttüğünüzde de büyük etki sağladığından bir anda bütün suyu boşaltmadan çok geniş bir hattı söndürebiliyorlar.

Drone’lar ve İHA’lar neden kullanılmıyor?

Bugün ülke olarak en övündüğümüz konuların başında İHA’larımız geliyor. Ve İHA’lar aslında yangınla mücadelede çok etkin araçlar.

Her türlü bilimsel acayipliğin merkezine dönüşen Çin mesela, kendi geliştirdiği bir İHA’yı (modeli Wing Loong-2H) aşırı kuraklıktan yangın beklenen bölgelere suni yağmur yağdırmak için kullandı geçenlerde.

“Bulut tohumlama” denilen bu yöntemle, fazla kuruyan dolayısıyla yangın ihtimali yükselen bölgeler suni yağmurlarla nemli hale getirildi.

Keza drone’lar… Yangının durumunu anında raporlamak için kullanılıyor. Yetmiyor, üzerlerine takılan yangın bombalarıyla (söndürücü malzeme taşıyorlar) yangının merkezine müdahale imkânı da tanıyor.

 

Acil Durum Eylem Planımız var mı?

İzmir’den dün gece gelen fotoğrafları görmüşsünüzdür. Çocuklar pet şişelerle yangına müdahale etmeye çalışıyor.

Olacak iş değil!

Halbuki her hassas bölgenin kendi eylem planı olmalı. Hangi rüzgarlarla yangın çıktığı belli, dolayısıyla aslında yangının yönünü teorik olarak biliyoruz. Her ihtimal üzerine bir senaryo oluşturulması, buna göre sivil halkın eğitimiyle yaza hazırlık yapılması gerekiyor.

Binlerce gönüllü çıkar bu işe.

Hadi sıradan vatandaş diyelim ki kışın unuttu yangınları ve yan çizdi… Tarlasındaki ürününü, hayvanını, zeytin ağaçlarını kaybeden köylü, kışın kapısını çalan, yangından nasıl korunacağını anlatan, gerekli alet edevatı demirbaş olarak teslim eden birileri olsa hiç hayır der mi?

Çok zor işler değil bunlar. Vallahi değil.

“Yeter ki yapmayı canı istesin insanın” derdi babaannem.

                                                                    /././

12 gün savaşının ardından -Hasan Göğüş-

Gerek Netanyahu, gerek Hamaney, gerekse Trump savaştan ülkelerinin zaferle çıktığını iddia etseler de aslında 12 gün savaşını kimin kazandığı belli değil.

iran israil

13 Haziranda İsrail’in İran’a hava saldırılarıyla başlayan ve sonradan ABD’nin de dahil olduğu savaş, 25 Haziranda sağlanan ateşkes ile sona erdi. Bugüne kadar da ateşkese büyük ölçüde uyuluyor. İsrail Başbakan’ı Netanyahu, “yükselen aslan” olarak isimlendirdiği harekata başlarken, saldırılarının 14 gün süreceğini açıklamıştı. Herhalde Trump’ın baskısıyla olmalı savaş 12 günde sonuçlandı.

Tarihte bazı savaşlar yapıldıkları yerlerden isimlerini alırlar. (Kore Savaşı, Waterloo Savaşı, Çanakkale harbi gibi) Bazıları savaşan taraflarla ve tarihleriyle anılır.(93 harbi diye de bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi, 1897 Türk-Yunan harbi, gibi) Bazı savaşlar da sürelerine göre adlandırılırlar.(30 yıl savaşları,1967 yılındaki İsrail ile Araplar arasında cereyan eden 6 gün savaşı gibi). Öyle görünüyor ki, 13-25 Haziran arasında yaşanan İsrail-İran savaşı da bundan böyle 12 gün savaşı olarak hatırlanacak.

Tarihin en pahalı savaşı

İsrail basınında yazıldığı kadarıyla,ünlü demir kubbenin bir gecede 10-12 balistik füzeyi önlemesinin maliyeti 284 milyon dolarmış. İran’ın fırlattığı hipersonik füzelerin tanesinin ise 200-400 milyon dolar arasında değiştiği söyleniyor.ABD’nin fordo nükleer tesislerini vurduğu B2 bombardıman uçaklarından atılan GBU-57A/B MOP (Massive Ordnance Penetrator) bombaları çok sınırlı sayıda üretildiği için açık kaynaklarda tanesinin 400 milyon dolar olduğu kaydediliyor.ABD 23 Haziran’da İran’daki üç nükleer tesisi vururken bu bombalardan toplamda 14 adet kullandığını açıkladı.12 gün savaşı belki başlangıçta korkulduğu kadar büyük bir can kaybına ve yıkıma yol açmadı, ama muhtemelen tarihe günlük maliyeti en pahalı savaş olarak geçecek.

Gerek Netanyahu, gerek Hamaney, gerekse Trump savaştan ülkelerinin zaferle çıktığını iddia etseler de aslında 12 gün savaşını kimin kazandığı belli değil.İsrail en üst düzeyde dillendirdiği İran’daki rejim değişikliğini gerçekleştiremedi. Bir yıl önce rejim aleyhinde sokaklara çıkan çoğunluğunu kadınların oluşturduğu İran muhalefeti yine sokaklardaydı. Ama bu kere mollaların arkasında saf tutarak “kahrolsun Amerika” diye bağırdılar.İran Netanyahu’nun tahmin ettiğinden daha çetin ceviz çıktı.

İstihbarat zafiyetine bağlı olarak askeri komuta kademesinin neredeyse tamamını kaybettiği ilk iki gün şokunu atlattıktan sonra, ABD saldırılarını bile karşılıksız bırakmadı.Trump her zaman bildiğimiz Trump gibi davrandı. Bir dediği bir dediğini tutmadı.15 gün mühlet verdiği İran’ı iki gün sonra vuruverdi.Bir gün Hamaney'in öldürülmesine kendisinin onay vermediğini söyledi. Ertesi gün Hamaney’in saklandığı yeri bildiklerini, hedeflerinde olduğunu ileri sürdü.

Cevapsız kalan sorular

12 gün savaşı arkasında cevaplanamayan başlıca temel iki soru bıraktı.Bu sorulardan birincisi İran’ın nükleer tesislerinin tamamen yok edilebilip edilemediği, nükleer silah yapma olasılığının görünür bir gelecek için ortadan kalkıp kalkmadığı.İkincisi ise,İsrail saldırıları başlamazdan önce %60 oranınında zenginleştirildiği ve 400 kilogram civarında olduğu tahmin edilen uranyumun bir başka yere taşınıp taşınmadığı.

ABD’nin İran’ın üç nükleer tesisini vurduğu 22 Haziran’dan bir gün sonra basına sızdırılan bir istihbarat raporunda, Başkan Trump’ın beyanlarının aksine Fordo’ya verilen zararın sınırlı kaldığının belirtildiği görülünce televizyon sunuculuğundan bozma Savunma Bakanı Hegseth ile Genel kurmay başkanı General Dan Caine apar topar düzenledikleri ortak basın toplantısında Trump’ı güçlü ifadelerle desteklediler.

Ancak, bu konudaki tartışmalara Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Rafael Grossi koydu. İran’ın sıradan bir devlet olmadığını söyleyen Grossi, İran’ın uranyum zenginleştirilmesi konusunda gerekli bilgi birikimine ve endüstriyel mühendislik donanımına sahip olduğunu, yeniden nükleer silah geliştirme programına başlamasının ay meselesi olduğunu açıkladı.

Nükleer tesislerde zenginleştirildiği düşünülen 400 kg uranyumun akibeti ise tespit edilemiyor.

Uluslararası hukuk açısından 12 gün savaşı

Uluslararası hukukta devletlerin iki istisnasıyla güç kullanmaları yasaklanmıştır. Bu istisnalardan birincisi Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. maddesinde vücut bulan meşru müdafaa hakkı. İkincisi ise BM Güvenlik Konseyi onayı ile yapılan askeri harekatlar.

12 gün savaşında güç kullanılırken bu koşullardan hiçbirine uyulmadı.Olsa olsa sadece İran’ın kendisini savunma hakkından söz edilebilir. ”İran’ın ileride nükleer silah yapabilmek yeteneğine sahip olmasından korkuyorum öyleyse vurma hakkım vardır” diye bir kuralı kitap yazmıyor. Benimle iyi geçinmeyen rejimleri güç kullanarak değiştirmeye kalkışmanın da amiyane tabiriyle “ya benimlesin, ya da kara toprağın” demekten bir farkı yok.

İran bundan böyle Uluslararası Atom Enerjisi Ajansıyla (UAEA) iş birliği yapmama kararı alarak ajansın denetçilerini ülke dışına gönderdi.Parlamentonun bu kararı hafta içerisinde Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan tarafından da imzalanarak yürürlüğe girdi.

Acaba İsrail şimdi UAEA denetiminden çıkmış mollaların iktidarını sürdürmeye devam ettiği böyle bir İran’la kendisini daha mı güvende hissedecek?

                                                                 /././

CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu'nun emniyet ifadesi: Kentsel Dönüşüm Daire Başkanı, işler kendi istediği müteahhitlere verilmediği için rahatsız oldu.

İzmir Büyükşehir Belediyesine yönelik yolsuzluk soruşturması kapsamında tutuklanan CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu'nun emniyetteki ifadesine ulaşıldı. Aslanoğlu'na, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Daire Başkanı A.A.Ö'nün ifadeleri de mağdur sıfatıyla soruldu. Aslanoğlu ise, ""A.A.Ö, kentsel dönüşüm işi kendisinin istediği müteahhitlere verilmediği ve kooperatifler, yani vatandaş kendisi yaptığı için bu durumdan fazlasıyla rahatsız oldu. Bundan dolayı da bütün süreci yavaşlatmaya, geciktirmeye çalışmıştır. İş ve işlemlerin tamamlanmaması için kötü niyetle hareket eden bir şahıstır" dedi. 

İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar ile Organize Suçlar bürolarından sorumlu başsavcıvekili Necati Kayaközü koordinasyonunda, İzmir Büyükşehir Belediyesi iştiraki İZBETON AŞ'de taşeron şirketler eliyle yolsuzluk yapıldığı iddiası üzerine başlatılan soruşturma sürüyor.

Soruşturma kapsamında tutuklanan CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu'nun emniyetteki ifadesine ulaşıldı.

Aslanoğlu'na, İzmir Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu, İçişleri Bakanlığı Mülkiye Teftiş Kurulu Başkanlığı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından hazırlanan raporlar ile kooperatiflerin denetim raporları ve soruşturma kapsamında hazırlanan bilirkişi raporlarında ortaya çıkan değerlendirmeler ile iddialara yönelik sorular yöneltildi.

İzBB operasyonu | Eski Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ve CHP İzmir İl Başkanı Aslanoğlu dahil 60 kişi tutuklandı!

Bir dönem başkanlığını yaptığı İş İnsanları Örnekköy Konut Yapı Kooperatifinin ne amaçla kurulduğu sorusuna Aslanoğlu, şu yanıtı verdi:

"İzmir Büyükşehir Belediyesi, hak sahipleriyle anlaşma imzalayarak gecekonduların yerine depreme dayanıklı evler yapmayı vadetti. Müteahhitler karlı olmadığı için ihaleye girmedi. İzmir Büyükşehir Belediyesi, maalesef hak sahiplerine depreme dayanıklı konut vaadini yerine getiremedi. Sözleşme gereği, İZBETON AŞ inşaatları yapacak, hak sahiplerine ve İzmir Büyükşehir Belediyesine verilmesi gereken evleri verecek, geri kalan evler de İZBETON AŞ'nin yapım faaliyetine karşılık İZBETON AŞ'ye ait olacaktı. Fakat İZBETON AŞ temel kazılarına başladıktan sonra kaynak yetersizliğinden dolayı inşaatı tamamlayamadı. Bu projenin fikir babası Şenol Aslanoğlu denilse de ben değilim. Ben süreci sonradan öğrendim ve dahil oldum. Bu metot ile kentsel dönüşümün yapılabileceğini gören belediye yetkilileri, kooperatifler vasıtasıyla bu işin yapılabileceğine kanaat getiriyorlar."

İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne yönelik yürütülen soruşturma kapsamında tutuklama talebiyle mahkemeye sevk edilen 99 kişiden, aralarında eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, CHP İzmir İl Başkanı Şenol Aslanoğlu ile İZBETON Genel Müdürü Heval Savaş Kaya'nın da olduğu toplam 60 kişi tutuklandı. 

CHP İzmir İl Başkanı olması nedeniyle protokol üyeleriyle toplantılarda bir araya geldiğini anlatan Aslanoğlu, gözaltına alınmasını doğru bulmadığını ifade etti.

İnşaatların 1 yıl 1 ay İZBETON AŞ tarafından geciktirildiğini savunan Aslanoğlu, "Toplam inşaat süresinin 2-3 yıl olduğu bir işte 1 yıl 1 ay çok uzun bir süredir. Henüz İZBETON AŞ'nin sözleşme hükümleri gereği ne zaman kazdığı ve görevini yerine getirdiğini bilmiyoruz. Burada suçlanacak birileri aranıyor ise yapması gereken işi yapmayan belediye yetkilileri gerekli açıklamayı yapmalıdır. Bilirkişi raporunda, kooperatifin kaç para topladığı ve topladığı paradan alt yükleniciye ne kadar ödeme yaptığı yazmamaktadır. Kaç para toplanarak inşaat yapıldığı asıl sorundur. Yani topladığınız paranın inşaatın bugünlere geldiği seviyenin karşılığı olup olmadığıdır." ifadesini kullandı.

Aslanoğlu, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Daire Başkanlığı ve İZBETON AŞ'nin işleri zamanında yapmadığını öne sürerek şunları kaydetti:

"Daha önce de belirttiğim gibi inşaatlardaki gecikmeden İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Daire Başkanlığı, İZBETON yetkili teknik personeli ve zamanında yapması gereken işi yapmayan, zamanında kazmayan, zamanında inşaat projelerini tamamlamayan İZBETON personeli, zamanında inşaat ruhsatını almayan İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm personelleri sorumludur. Gecikmenin, müteahhidin yavaş iş ve işlemler yaptığından kaynaklandığına yönelik dosyada tek bir kanıt yoktur."

Soruşturmada mağdur olarak geçen O.K'nin, "Çözüm için İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Daire Başkanlığını aradığını, ilgili kurumun da kendisini CHP Genel Başkanlığına yönlendirerek şikayetçi olduğu" yönündeki beyanının sorulduğu Aslanoğlu, "Bahse konu kooperatifin ne üyesi, ne denetçisi, ne de yöneticisiyim. Yani benim bu etap ile ilgili birine iş verme gibi bir yetkim yoktur. Hakkımdaki iddiaları kabul etmiyorum." yanıtını verdi.

Aslanoğlu'na, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kentsel Dönüşüm Daire Başkanı A.A.Ö'nün ifadeleri de mağdur sıfatıyla soruldu.

A.A.Ö'nün, "zemin iyileştirme imalatlarının pahalı olduğunu ve bu işlemi belediyenin yapmasını istediği" yönünde beyanına karşı Aslanoğlu, şunları ifade etti:

"A.A.Ö, kentsel dönüşüm işi kendisinin istediği müteahhitlere verilmediği ve kooperatifler, yani vatandaş kendisi yaptığı için bu durumdan fazlasıyla rahatsız oldu. Bundan dolayı da bütün süreci yavaşlatmaya, geciktirmeye çalışmıştır. İş ve işlemlerin tamamlanmaması için kötü niyetle hareket eden bir şahıstır. Bu sebeple eski İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Tunç Soyer tarafından durum tespit edilmiş, daire başkanlıkları kapatılmış, adı geçen hanımefendi o görevden uzaklaştırılmıştır. Bundan duyduğu kin ve nefretle beyanat vermiştir." 

                                                     ***

Kartalkaya yangınında ölenlerin aileleri: Çocuklarım kömür olmuş, en üsttekiler de ceza alsın!-Candan Yıldız-

78 kişinin hayatının kaybettiği olayla ilgili ilk duruşma 7 Temmuz’da Bolu 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek.

Bolu Kartalkaya Kayak Merkezi'nde yanan Grand Kartal Otel

Bir insan ömrünü neye vermeli?

Söz konusu ülke Türkiye olunca insanlar ömürlerini adalet arayışına adıyor.

Cumartesi Anneleri, Sivas katliamı, Soma maden faciası, İsias Oteli davası; ilk aklıma gelenler.

301 maden işçisinin öldüğü Soma faciası nedeniyle tek bir sorumlu cezaevinde değil artık.

Yaklaşık 6 ay önce 21 Ocak’ta Bolu Kartalkaya’da Grand Kartal Otel’de çıkan yangında insanları da değil de arabaları kurtaran bir zihniyetle nasıl baş eder yüzlerce aile?

Öldürücü, kötücül zihniyeti denetlemeyen, denetlese bile kâğıt üzerinde denetleyen bir kamu otoritesi (Turizm Bakanlığı görevlileri) yargılanmasına izin verilmezse adaleti aramak ömrü tüketmez mi?

78 insanın göz göre göre ölüme terk edildiği, ölümüne davetiye çıkarıldığı Grand Kartal Otel yangını davası pazartesi günü başlıyor.

Özel jetiyle turizmde Türkiye’ye rakip ülkeleri “Protokolsüz, heyetsiz, korumasız, turist” gibi gezen Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, ki kendisi aynı zamanda ETS Tur’un sahibi, bakan yardımcısı da dahil, bakanlık bürokrat ve memurları hakkında soruşturma izni vermedi.

Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy’un imzasının olduğu “soruşturma izni verilmemesi” kararında öyle ifadeler var ki, takdiri siz okuyuculara bırakıyorum.

“Mevzuatta yer alan ‘mal ve can güvenliği’ ifadesinden yangın güvenliğine ilişkin denetim yapılması gerektiği sonucunun çıkarılamayacağı…”

Turizm Bakanı’nın soruşturma izni vermemesi duvardaki tuğla meselesi gibi… Bir tuğla çekilirse duvar çöker.

Dosyaya hakim, İstanbul Barosu İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Merkezi’nden avukat Onur Fırat Kaynun’a bu metaforu sordum. Sermaye ve adalet arasındaki ilişkiye dair yorumu şu oldu:

“Bakan Bey bir sermayedar. Kendi ilgi alanının bakanlığını yapıyor. Düşünsenize soruşturma izni verdiğinizde sermayesinden de olacak. En büyük endişelerinin bu olduğunu düşünüyorum. İl özel idaresi personeli yargılanıyor, Bolu Belediyesi personeli yargılanıyor. Bunların hepsi kamu kurumu. Ama iş Turizm Bakanlığı’na gelince bambaşka bir tablo ile karşılaşıyoruz. Mevzuat çok açık, yangın denetimini, ruhsatlamasını bakanlık yapar. Bu davada bir yanda sermaye bir yanda halk var. Sermaye kendi safını sıklaştırıp bunun çözülmesini istemiyor.”

Ömrünü, imkanlarını, zamanını, sağlığını adalet arayışına adayan aileler arasına, Grand Kartal Otel yangınında yakınlarını kaybeden aileler de katıldı.

7 Temmuz’da görülecek ilk duruşma öncesi İstanbul Barosu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, dava avukatları ve kayıp yakınları basın toplantısı düzenledi.

İstanbul Barosu, bu davayı takip edeceğini duyurdu. Kaboğlu önemli bir noktanın altını çizdi:

“Bir tarafta acı çeken aileler, öbür tarafta ise patronların dayanışma içinde olduğu, devletin, kamu gücünün arkalarında yer aldığı dengesizlik durumunun bilincinde olmak bu davanın yürütülmesinde karşılaşılacak olası engelleri teşhir etmek açısından önemli.”

Yangında eşini, kayınvalidesini kaybeden Menşure Kaplan Akışlı’nın söylediklerine kulak verelim:

Menşure Kaplan Akışlı eşini Grand Kartal Otel yangınında kaybetti

“Türkiye’nin gözde bir mekânı ancak hiçbir denetim yok. Benim ülkemde her şey insanların sosyoekonomik sınıfına, kültürü, eğitim düzeyi, siyasi görüşüne göre sınıflandırıldı.  Biri Türk, biri Kürt, birisi AKP’li birisi CHP’li diye ayrıştı. Kimse başkasının acısını duymadı. Denetim mekanizmasını düşünmedi. Hiç kimse hukukun üstünlüğünü, varlığını, onun herkese gerekli olduğunun farkına varamadı. Hukuk sadece zenginlerin, üst düzey yöneticilerin ya da ülke yönetenlerinmiş gibi algılandı. Ben sonucun değişeceğine inanmıyorum ama bu uğurda savaşmaya devam edeceğim.

Benim talebim, bu zincirleme sistemde yalnızca mevcut dönemdekiler değil, geçmiş dönemlerde görev yapan kültür bakanından belediye başkanlarına kadar herkesin sorumluluk alması ve cezalandırılmasıdır. Çünkü yaşananlar en üstteki hatadan kaynaklanan bir zincirleme bir sonuç. Torpille başlayan bu süreç, zamanla devam etti ve herkes kendi denetim alanına kendi adamlarını yerleştirdi. Bu torpil düzeni yüzünden eşimi kaybettim.

Ben yaşadığım, büyüdüğüm ülkeye güvenemiyorum. Avukatıma söyledim. Buraya geldim ama yolda biri beni bıçaklayacak, hiç kimse bunu ispatlayamayacak. Yolda çocuğuma araba çarpacak, ben suçlu olacağım. Çocuğumu tutamayan anne ben olacağım! “

Küçük kızı Mina’yı kaybeden başka bir anne konuşamadı. Olaydan bu yana cümle kuramadığını, işini bırakmak zorunda kaldığını anlattı.

Mina Akışlı, Grand Kartal Otel yangınında hayatını kaybetti

Aynı yangında kızını, iki torunun ve damadını kaybeden Ayşe Ekici, boğazı düğümlenen bir anne, bir anneanne olarak adalet istedi:

“Damadım Süleyman, kızım Seden Nurgül, torunlarım Ela ve Buse Dayı’yı kaybettim. Biri 15, biri 12 yaşındaydı. İlk başta yananlar onlar. Benim çocuklarım kömür olmuş. Benim çocuklarımı poşetin içinde, yanmış bir şekilde ve tabutu çivilenmiş bir şekilde elimize verdiler. Turizm Bakanı, Adalet Bakanı, onlara hiç soruşturma vermiyorlar. Hak ettikleri cezaları almalarını istiyoruz.”

Aileler adalet için bir araya geldiler, ortak grupları da var. Dayanma gücünü hak arayışında buluyorlar.

7 Temmuz Bolu 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek ilk duruşmaya sesleri gür gitmek istiyorlar.

                                                             /././

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı+Gündem" -5 Temmuz 2025-

CHP'li belediyelere operasyon sürüyor: Adıyaman, Adana ve Antalya Belediye Başkanları gözaltında CHP'li Adıyaman Belediye Başkanı Ab...