2026 bütçe görüşmeleri - Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz: İyi ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi var, iyi ki Recep Tayyip Erdoğan var-T24-

"Türkiye 23 yılda 5,4 büyümüş. Dünya ortalamasından her yıl 1,9 puan daha fazla büyümüş. Bu başarı değilse nedir, performans değilse performans nedir?"

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne iyi ki geçmişiz. İyi ki çok tecrübeli ve dirayetli bir liderle, küresel ve bölgesel fırtınalı bir dönemde yaşıyoruz. İyi ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi var, iyi ki Recep Tayyip Erdoğan var." dedi.
2026 bütçe görüşmeleri | Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz: İyi ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi var, iyi ki Recep Tayyip Erdoğan var

Önemli olanın nominal rakamlar değil, oranlar olduğunu vurgulayan Yılmaz, şu değerlendirmelerde bulundu: "Bir rakamın iyiye mi, kötüye mi gittiği noktasında yapılacak yorumlarda nominal mutlak rakamlar yerine milli gelire oranla bu hususların ifade edilmesi çok daha sağlıklı olacaktır. Faizlerde evet bir artış var. Bir taraftan nominal gelişmeler nedeniyle diğer taraftan da deprem gibi çok ağır bir yükü bu ülke kaldırdı. 2,5 yılda aşağı yukarı 90 milyar dolar ekstra bir harcamayla karşı karşıya kaldık. Bunu da tabii ki bütçe çerçevesi içinde çözmeye çalışırken borçlanma arttı. Bunun getirdiği bir faiz artışı oldu. Önümüzdeki dönem, giderek bu yükün azaldığını, borçlanma ihtiyacının düştüğünü, faiz yükünün de orta vadede düşeceğini ifade etmek isterim.

" https://t24.com.tr/haber/2026-butce-gorusmeleri-cumhurbaskani-yardimcisi-yilmaz-iyi-ki-cumhurbaskanligi-hukumet-sistemi-var-iyi-ki-recep-tayyip-erdogan-var,1282202

EVRENSEL "Köşebaşı" -9 Aralık 2025-

 Emperyalizmin modern silahı: Borçlandırma -Uğur Zengin- 

Zihnimizde dış borca dair iki çarpıcı bilgi var. Birincisi, bağımlı ülkelerin dış borçta tarihsel olarak zirveyi gördüğü, ikincisi de dış borcun sermayenin egemenlik ve kontrol mekanizması olduğudur.

Birkaç gün önce yayımlanan Dünya Bankası verileri gelişen borç felaketini ortaya koydu. ‘Düşük gelirli ve gelişmekte olan ülkeler’ bir yılda 415 milyar dolar faiz ödedi ve bir rekor kırdı. Bir başka deyişle bugün dünyada 6.5 milyar insanın yaşadığı -ki dünya nüfusunun yüzde 80’idir- toplam 119 ülkenin 8.8 trilyon dolar dış borcu var.

Neden borç alıyorlar? Kalkınmak iddiasıyla. Neden faiz ödüyorlar? Çünkü borç aldılar. Peki, neden borçlular? Çünkü yoksullar. Peki neden yoksullar? Kalkınamadıkları için. Neden kalkınamıyorlar? Yoksul oldukları için…

Bu acayiplik, borcun boyutları ve ekonomik büyüme göz önüne alındığında, bu kaynağın aslında gerçek ‘kalkınmayı’ desteklemediğini ortaya koyuyor. Borç, yalnızca faiz ve ana para ödemelerini karşılamak için daha da büyüyor ve bu durum, kapitalist sistemin “çevre” olarak adlandırılan ekonomilerinde yoksulluğu derinleştiren, emek sömürüsünü artıran ve gelişmeyi tıkayan kısır bir döngü yaratıyor.

Angola, Mısır ile beraber son yıllarda IMF’den en çok borç alan iki ülkeden biri. Yaz aylarında yapılan IMF karşıtı protestolarda rejim 22 eylemciyi öldürmüş, 1200’ünü tutuklamıştı. Angolalı bir kadın, “Neden bize bu kadar acı çektiriyorsunuz? Çocuklarımızı nasıl doyuracağız? Fiyatların düşmesi gerekiyor” diyordu. Bir öğretmen BBC’ye konuştu: “İnsanlar bıktı. Açlık her yerde ve yoksullar sefilleşiyor.”

Kronik hiperenflasyon ve borç batağına saplanmış durumda olan Arjantin, son dört yılda IMF’den 170 milyar dolar borç aldı. İşçi sınıfının kazanımlarını budayan Milei’nin buna rağmen nasıl seçildiğini hatırlayın; Trump yanlısı hükümet, Arjantin halkına, eğer iktidar partisini desteklemezse, büyük bir devalüasyon için son darbeyi vurarak ekonominin tamamen kontrolden çıkmasına izin vereceğini söyledi. IMF-Trump şantajıyla yeniden seçilen Milei bugün iş gününü 12 saate çıkarmanın planlarını yapıyor.

Avrupa’nın en büyük IMF borçlusu Ukrayna. Aralık 2024’te IMF, Rusya’nın tam ölçekli işgaline başlamasından yaklaşık bir yıl sonra, mart 2023’te kararlaştırılan 15.5 milyar dolarlık bir programın parçası olarak Ukrayna’ya 1.1 milyar dolar ödedi. Bu, Ukrayna’ya yönelik 148 milyar dolarlık borç paketinin bir parçası olup, IMF’nin tam ölçekli bir savaşa dahil olan bir ülkeye ilk kez büyük çaplı konvansiyonel finansman sağlaması anlamına geliyordu. Bu arada en az 10 milyon Ukraynalı yerinden oldu. Savaşta kaç kişinin öldüğü ise belirsiz.

Asya’da IMF’den en çok borçlanan ülke olan Pakistan ise 230 milyonluk nüfusuyla derin bir siyasi-ekonomik çöküş yaşıyor. 126 milyar dolar dış borcu bulunuyor ve bunun 80 milyarını üç yıl içinde ödemek zorunda. Rupi yüzde 50 değer kaybetti; rezervler 4.5 milyar dolara indi; enflasyon yüzde 38.

IMF’nin sık sık övgüsüne mazhar olan Nijerya, iç savaşlar, yolsuzluk ve kötü yönetilen enerji gelirleri nedeniyle ağır bir kriz içinde. Doğrudan yabancı yatırım 3 milyar dolardan 468 milyon dolara geriledi; 2019-2025 arasında 13 milyon kişi daha yoksullaşacak.

IMF ve Dünya Bankasının yanında düşük-orta gelirli ülkelerin borcunun yüzde 56’sı büyük ölçüde BlackRock gibi Batılı akbaba fonları ve İngiltere’nin HSBC’si ve Fransa’nın Crédit Agricole’ü gibi bankalara. Latin Amerika ülkelerinin borcunun yüzde 67’si, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin borcunun yüzde 40’ı, Güney Asya ülkelerinin borcunun yüzde 31’i, Sahra Altı ülkelerin borcunun yüzde 41’i bu banka ve finans tekellerine…

Dış borçlanma, kapitalist sistem içinde çevre ülkelerine “Büyüme için zorunlu finansman” olarak sunulsa da gerçekte bu ülkelerin bağımlılık ilişkilerini yeniden üretiyor. Borç, insani kılıklarla ülkeye girerken, şeytani bir kılıkla ülkeden çıkıyor. Mevcut veriler bu mekanizmanın üretici güçlerin gelişimini değil, borç çevrimini beslediğini ortaya koyuyor. Bu borç ve krediler, değer transferiyle, sadece faiz ve ana para ödemelerini karşılamak için yeniden borçlanmaya yol açıyor.

Bu durum, emperyalist merkez ile çevre ülkeleri arasındaki hiyerarşik ilişkileri güçlendiriyor, Arjantin örneğinde açık faş edildiği gibi egemen olana bağımlılığı artıyor. Kâr arayışını hızlandıran sermayenin küresel ölçekteki genişlemesi kolaylaşırken, çevre ülkelerde yoksulluğu derinleştiren, sınıf ilişkilerini daha da eşitsizleştiren ve emeğin sömürüsünü artıran bir baskı aracına dönüşüyor. Böylece dış borç, çevre toplumlarını kalkındırmak bir yana, onların artı değer üretimini uluslararası sermayeye aktaran yapısal zincirin bir halkası oluyor.

 Ya büyüme istihdam yaratmazsa…-Koray Y. Yılmaz- 

Büyüme iktisatçıların Mekke’sidir. Buna tabii olarak politikacıları da eklemek gerekir. Ekonomi büyüyecek ki, yeniden üretim genişleyerek devam etsin, yatırım artsın, üretim artsın, istihdam artsın vb. diye devam eder kurgu… Büyümenin bütün maliyetine çalışıp para kazanmak için katlandığımızı düşünelim ve büyüme üzerindeki diğer bütün tartışmaları bir yana bırakarak şöyle soralım: Peki ya büyümeye rağmen istihdam artmıyorsa? Büyümeye rağmen, büyümenin tüm maliyetine katlanmaya rağmen çalışıp para kazanacak bir iş bulamıyorsak… Ne anladım ben böyle büyümeden demez mi insan… İstihdamsız büyüme literatürde çokça tartışıldı. Kapitalizminin ciddi bir problemi. Türkiye açısından da öyle.

Sanayi, özellikle de imalat sanayi ülke ekonomileri için oldukça önemli. Uzun bir dönem için sanayinin gelişimi ülkenin kalkınması ile neredeyse aynı anlama geliyordu. 80 sonrası bu görüş darbe yese de günümüzde önemi yeniden hatırlanmak zorunda. Üretim tarzı ne olursa olsun Marx’ın da dediği gibi zenginliğin temeli kullanım değeri üretimidir. Bu noktada da imalat sanayinin özel bir önemi vardır. Bu kısa yazıda üretim ve istihdam bağlamında Türkiye ekonomisi için 2025 yılı imalat sanayinin gelişimine kısaca bir göz atmak istedim.

2025 yılı sonlarına yaklaştığımız bu günlerde Türkiye imalat sanayi, sektörel üretim dinamikleri ile istihdam yapısı arasındaki uyumsuzluğun giderek belirginleştiği kritik bir dönemece girmiş görünmektedir. Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış veriler, Ocak–Eylül 2025 döneminde üretim artışı gösteren sektörlerle üretimi daralan sektörler arasında belirgin bir ayrışma yaşandığını ortaya koyuyor. Ancak daha çarpıcı olan, genel olarak üretim artışlarının nispeten düşük istihdam kapasitesine sahip, yani ekonominin genel istihdam yaratma potansiyeline sınırlı katkı sunan alt sektörlerde yoğunlaşmış olmasıdır. Buna karşılık, istihdamın yüksek olduğu sektörlerde 2025 boyunca belirgin bir üretim daralması yaşanmıştır.

Bu tablo, Türkiye’nin imalat sanayi üretimindeki büyümenin istihdamı destekleme kapasitesinin zayıfladığını işaret ediyor. Örneğin, gıda, tekstil, giyim, deri, plastik ve kauçuk, kimi makine ve ekipman imalatı, mobilya gibi yüksek istihdamlı sektörlerin tümünde 2025 başından eylül ayına kadar %5–%22 arasında düşüşler görülüyor. Bu sektörler, sadece ihracat performansı değil aynı zamanda iç talep kanalıyla da toplam istihdamın önemli bir bölümünü oluşturur. Bu nedenle üretimdeki gerileme, doğrudan işsizlik riskini artırıyor. Daha da önemlisi, bu sektörlerdeki daralma aylık bazda da süreklilik arz eder nitelikte; 2025 boyunca çoğu sektörde negatif ya da durağan aylık değişimler gözlemleniyor. Bu durum, söz konusu gerilemenin geçici değil, yapısal bir nitelik kazanmaya başladığını düşündürmekte.

Öte yandan, üretimi artan sektörler arasında örneğin Eczacılık %14,1 ile başı çekerken bu sektörün imalat sanayi istihdamı içindeki payı ancak %1 civarında. Eczacılıktan sonra en yüksek artış %8,7 ile metalik olmayan mineral ürünlerde, bu sektörün aynı bağlamda istihdam payı ise %5-6 civarında. Onu %6 üretim artışı ve hemen hemen aynı istihdam payı ile motorlu taşıtlar izliyor. Üretim artışı görülen bu sektörlerin istihdam kapasitesinin nispeten düşük olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, bu sektörlerdeki büyüme ekonomiye katma değer sağlasa bile geniş kitleler için istihdam yaratma etkisi oldukça sınırlıdır. Kaldı ki üretimi artan sektörlerin üretim rakamlarına son birkaç ay için bakıldığında baz etkisinin görüldüğü Ağustos’u bir yana bırakırsak hemen hepsinde bir gerileme olduğu görülmektedir. Eylül ayında ise bu sektörlerin çoğunda üretim bir önceki aya göre azalma göstermiştir.

Hülasa, resmin bütünü imalat sanayi açısından ‘büyümenin istihdam elastikiyetinin’ azaldığı, geniş tabanlı bir soğumayı gösteriyor. Daha kötü haber ise gerek uluslararası gerekse de ulusal ölçekteki gelişmelerin Türkiye kapitalizminin rekabet gücünü iyice törpülediği bir süreçte bu gelişmelerin kalıcı olma riski taşıyor olmasıdır. Bu durumda sola düşen özel sektörün rekabet gücünü artırmasının yollarını aramak değil, istihdamı özel sektörün kâr güdüsünden kurtarmanın politikalarını üretmek olmalıdır.

 ABD’nin bir buçuk bile olmayan, tek parti sistemi -(II) -Aras Coşkuntuncel- 

Trump 2025 yılında Somali’yi resmi rakamlara göre 49 kez bombaladı. Artık haber bile olmuyor, çünkü Somali’yi Bush, Obama, Trump, Biden hepsi bombaladı; Harris seçilseydi o da bombalayacaktı. İki parti kodamanları son günlerde Venezuela’yı bombalayıp Amerikan yanlısı bir darbe için gün sayıyor. Trump yönetimi, Venezuela açıklarında sorgusuz sualsiz kayıkları bombalayıp içindekileri öldürürken, Demokratların yükselen yıldızlarından eski CIA Ajanı Senatör Elissa Slotkin, Trump’ın Venezuela politikasını destekleyip özetle “Ama Senatodan onaylı bombalasanız daha iyi olur” dedi. Geçen hafta, Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Parti arasında  hemen hiçbir alanda çok bir fark olmadığını, ABD’de görüntüde iki ama aslında tek parti sistemi olduğunu vurgulamıştım. Özetle, söylemde ve görünüşte Cumhuriyetçi Partinin açık emek düşmanı, ırkçı ve savaş yanlısı platformundan ayrıymış gibi yapan Demokrat Partinin bu sistemdeki rolü, toplumsal hareketleri içinde eritip makulleştirmek, enerjilerini emip öldürmek ve sanki iki farklı parti varmış illüzyonunu yaratmak. Trump’ın bir farkı, kapalı kapılar arkasında söylenen ya da sessiz geçilen kısımları kameralar önünde sesli söylemesi. Örneğin geçtiğimiz günlerde Kongo ve Ruanda ile yapılan ikili anlaşmalarla ilgili konuşurken “ABD kritik madenlere erişecek… bazı büyük ve harika şirketlerimizi yollayacağız… nadir toprak elementlerini ve bazı varlıkları alacağız” dedi. Demokrat bir başkan bu anlaşmaları yine bu amaçlarla yaparken bu sözlere takım elbiseler giydiriyor; farkları bu. Avrupa ile ilişkilerde de durum bu.

Emekçiler de farkında

Kamala Harris, Trump’ın karsısına Gazze’deki soykırımdan göçmenlere kadar hemen her konuda tabiri caizse “Ben daha çok Trumpçıyım” platformuyla ve savaş suçlusu Dick Cheney’in kızı Cumhuriyetçi Liz Cheney ile birlikte çıkınca, kendi doğal seçmeni bile sandığa gitmedi. ABD seçimlerinde bir o partiye bir bu partiye doğru sallanan kritik eyaletlerin çoğu, tarihsel olarak işçi kentlerini barındırıyor ve bu eyaletlerdeki işçi aileleri Demokrat Partinin neoliberalizmi ve Cumhuriyetçilerin faşist uygulamaları ve sahte popülizmi tarafından ihanete uğradıklarını düşünüyor. İşçi Sınıfı Politikaları Merkezi'nin (CWCP) yeni yayımlanan araştırmasına göre ekonomik adalete odaklanan işçi sınıfı odaklı bir siyaset, bütün bu kritik eyaletlerde etkili ve bu eyaletlerdeki seçmenlerin çoğu iki partinin dışına çıkacak “yeni bir siyasi güce” ve “bağımsız bir siyasi işçi birliği” kurulmasına destek veriyor.

İki partinin kökenleri

ABD’nin iki partisi de, dolayısı ile parti sistemi de siyahların ve işçilerin endişe ve taleplerini gündemden uzak tutmak için kurulmuş ve süregelmiş partiler. 1792’de Thomas Jefferson önderliğinde Federalistlere karşı kurulan Demokrat Parti, ABD’nin en eski partisi. O zamanlar Demokrat Parti köleciliği destekleyen, aşırı ırkçı ve hakim partiydi. Cumhuriyetçi Parti ise 1856’da kölecilik karşıtı bir parti olarak kuruldu ve siyahların desteğine sahipti. Bu durum neredeyse 1960’lara kadar böyle devam etti. 1960’larda Kuzey’de Demokrat Parti, Kuzey şehirlerine yoğun göç eden siyahlara hitap etmek için “sivil hakları” hareketini desteklemeye başladı. Aşağı yukarı aynı dönemlerde Cumhuriyetçi Parti de, bu kez beyazların oylarını ve Güney eyaletlerini kazanmak için ırkçı söylemlere yöneldi. Bu ırkçılığı besleyen tarihin bir sonucu, Demokratların, adı sırf Cumhuriyetçi Parti değil diye siyahları, işçileri, göçmenleri cepte görüp hâlâ muhafazakar ya da merkezde ama aynı zamanda da kararsız beyaz seçmenleri kendilerine çekmeye çalışması ve dolayısıyla iki partinin de bu söz konusu kitle için var olduğu bir seçim ve siyaset ortamı.

Anayasa

ABD anayasası tarihsel olarak köleciliği savunmuş, uzun süre sadece mülk sahibi beyaz erkeklere oy hakkı tanımış, hâlâ başkanı halkın değil seçiciler kurulunun seçtiği bir seçim sistemi getirmiş, seçilmemiş ve başkan tarafından ömür boyu atanan yargıçların halkın isteklerinden bağımsız yasa iptal etme yetkisinin olduğu, antidemokratik bir anayasa. Liberallerin övgüyle bahsettiği ifade özgürlüğünü düzenleyen 'Birinci Ek Madde’nin de neyi ne kadar düzenlediği, Filistin yanlısı fikir beyan edenlerin üniversite kampüslerinde protesto haklarının ellerinden alınmasında ya da sokak ortasında maskeli polislerce kaçırılmasında detayıyla mevcut. Bunun dışında eğitim, sağlık, konut gibi temel hak ve ihtiyaçlar ise zaten yok.

Para ve şirketlerin partisi

Geçen haftaki yazıda Gore Vidal’in 1970’lerde “ABD’de tek parti var, o da mülkiyet partisi…” sözünü alıntılamıştım. Vidal’in bu alıntısının devamı da oldukça yerinde: “… ve bu partinin iki sağ kanadı var: Cumhuriyetçiler ve Demokratlar. Cumhuriyetçiler, Demokratlardan biraz daha aptal, daha katı ve laissez-faire kapitalizmlerinde daha doktrineler. Demokratlar ise daha sevimli, daha güzel ve biraz daha yozlaşmışlar... yoksullar, siyahlar ve antiemperyalistler kontrolden çıktığında küçük ayarlamalar yapmaya Cumhuriyetçilerden çok daha istekliler. Ama özünde iki parti arasında hiçbir fark yok.”

ABD’nin kurucularının ve ilk başkanlarının hemen hepsi köle sahibiydi, aralarında yerlilerin soykırımında rol oynayanlar vardı ve yazdıklarından, tartışmalarından getirdikleri uygulamalardan açık ki hemen hepsi halka güvenmeyip işçilerden nefret ediyordu; öncelikleri demokrasi değil sermayenin egemenliğiydi.

Bugün de hâlâ böyledir. Görünürde birbirine zıt iki başkan, Bush ve Obama’nın 2008’de konut sektörü ve finans piyasalarının çökmesi sonucu ne yaptıklarına bakalım. Bush evlerini kaybeden çoğu siyah aileler yerine sadece bankaları kurtarmak için direkt bankalara ve belli şirketlere şartsız şurtsuz 700 milyar dolar aktardı. Peki Bush’un antitezi iddiasıyla gelen, ABD’nin ilk siyah başkanı Obama ne yaptı? Evlerini kaybedenlerin, işsiz kalanların, yoksullaşanların yüzüne bile bakmayıp yine bankalara ve şirketlere, bu sefer 830 milyar dolar aktardı. Trump’a karşı seçilen Biden da, örneğin, Trump’ın şirketlere getirdiği vergi indirimlerini aynen devam ettirmiş ve şirketlerin çıkarlarını korumak için demir yolu işçilerinin grevlerini yasaklamıştı. Örnekler çoğaltılabilir çünkü ABD’de başkan adaylarını büyük şirketler belirliyor, dolayısıyla iki parti de milyarderlere ve şirketlere daha çok nasıl hizmet ederim diye yarışıyor. Ya da İsrail lobisi AIPAC’ten kimlerin milyonlar aldığına bakalım; iki partinin hemen her temsilcisi. Biden tüm siyasi kariyerinde AIPAC’ten 11 milyon dolar aldı. Trump da AIPAC ve benzeri İsrail lobilerinden şimdiye kadar 14 milyon dolar almış.

Bu durumu derinleştiren sebeplerden biri, 2010 yılında Anayasa Mahkemesinin “Citizens United” olarak bilinen kararı ile şirketleri de insan sayıp seçim kampanyaları için harcanan dolarların ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna hükmetmesi. Bu kararla şirketlerin istedikleri adaylara sınırsız para vermelerinin, istemedikleri aleyhine de kampanyalar finanse etmelerinin önü açıldı. Bu harcamaları düzenlemeye çalışmak, bu kararla anayasaya aykırı hale geldi. Bunun sonucu olarak büyük bağışlar yapanların politikacılar ve kamu politikaları üzerindeki hakimiyeti daha da arttı. Araştırmalara göre hangi parti olursa olsun, iktidarlar Amerikalıların çoğunluğunun tercihlerine değil, bu bağışçıların tercihlerine cevap veriyor.* Çoğunlukla en çok parayı toplayanın, harcayanın seçildiği bu sistemde seçmenler değil, dolarlar seçiyor.

Savaş partisi

Trump’ın karşısına “ben Trump değilim”den başka bir mesajla çıkmayan Kamala Harris, Trump’ın göçmen karşıtlığı karşısında el arttırarak “en güçlü sınır yasa tasarısını” yasalaştıracağının sözünü verdi. “Her zaman İsrail’in kendini savunma hakkını savunacağım ve her zaman İsrail’in kendini savunabilme yeteneğine sahip olmasını sağlayacağım” diye her konuşmasında tekrar etti; çevre, idam cezası, genel sağlık sigortası ya da asgari ücretin iyileştirilmesinden ya hiç bahsetmedi ya da daha önce dönem dönem Demokrat Partinin söylemlerinde olan bu vaatlerden geri adım attı. Dış politika ve güvenlik konusunda da “Amerika’nın her zaman dünyadaki en güçlü, en ölümcül savaş gücüne sahip olmasını sağlayacağım” diye kampanya yürüttü. Yani iki parti, son seçimlerde söylemde bile farklılaşmadı. Emperyalist savaş ve müdahaleler iki partinin de temel politikası; iki partinin de görünürde en fanatik politikacılarının üzerinde keyifle uzlaştıkları konuların başında savaş ve yağma geliyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan beri ABD, kendi hegemonyasının tesisi ve devamı için uluslararası hukuka aykırı sayısız savaş ve müdahalelere girişti. “İnsan hakları”nı en öncülleyen başkan olarak anılan Jimmy Carter bile İran’da arka arkaya darbe girişimlerinde bulunmuş, Bush’a karşı barış söylemiyle seçilen ve seçilir seçilmez Nobel Barış Ödülü verilen Obama ise sadece son senesinde 5 ayrı ülkeye 26 bin bomba atmış; Libya’yı harabeye çevirmiş, Afganistan, Yemen, Suriye, Somali, Irak, Pakistan dahil birçok ülkeyi bombalamıştı.

Ronald Reagan’ın “uyuşturucuya karşı savaşı” ve “Yıldız Savaşları”, Clinton’un Balkanları bombalaması, Bush’un “teröre karşı savaşı”, Obama’nın insansız hava araçlarıyla bıraktığı bombalar, Biden’ın İsrail eliyle Filistinlileri soykırımdan geçirmesini bugün Trump da hem soykırımı hem de bombalamaları devam ettirerek izliyor. Trump’ın “güçle gelen barış” doktrini dümdüz savaş ve soykırım doktrinidir.

Dışarıda yürütülen bu savaşlar ve emperyalist müdahaleler içeriye de özgürlüklerin kırpılması olarak dönmeye devam ediyor: Polislerin militarizasyonu, fişlemenin alabildiğine yayılması, ifade özgürlüğünün fiilen ortadan kaldırılması, grevlerin yasaklanması, sınır polisinin şehirleri terörize ederek göçmen emekçileri ve siyahları hedef alması, sorgusuz sualsiz gözaltılar ve sınır dışılar.

Kara Panterler'in önderlerinden George Jackson, ABD’de düzenin devrimci öfkeyi, mevcut iktidar yapısı için gerçek bir tehdit oluşturabilecek talepleri/arzuları “basınç boşaltma” işlevi gören “boş çıkışlar”a yönlendirdiğini, bunun için egemenlerin ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını söylemişti. Seçmenlerin başkanı bile seçemediği, şirketlerin adayları alıp satabildiği, halkın taleplerinin görmezden gelindiği bu sistem olsa olsa tek partili plütokrasi olur.

ABD’nin bir buçuk bile olmayan, tek parti sistemi-(I) https://www.evrensel.net/yazi/98185

* “Democracy and the Policy Preferences of Wealthy Americans;” Martin Gilens, Affluence and Influence: Economic Inequality and Political Power in America.

Boratav’ın izinde: İktisattan siyasete alternatif arayış+Korkut Boratav -BİRGÜN-

 

Kılıçlar çekilirken: Bir Bilal Erdoğan portresi…-Ali Ufuk Arikan / soL-

Erdoğan sonrası liderlik yarışında öne çıktığı belirtilen Bilal Erdoğan son dönemde yaptığı çarpıcı yurtdışı ziyaretleri ve açıklamalarıyla tartışma konusu haline geldi. Peki, oldukça yüzeysel bir şekilde tartışılan bu isim gerçekten neyi temsil ediyor? soL, Bilal Erdoğan'ın liderlik tartışmalarıyla süren öyküsüne odaklanıyor.

Soru orta yerde duruyor, Erdoğan sonrasında AKP’de liderlik koltuğuna kim oturacak?

Son dönemde bu soruya hem Saray hem parti içi hem de AKP’ye yakın kaynakların giderek daha fazla onun ismiyle yanıt verdiğini görüyoruz: Bilal Erdoğan

AKP’de giderek büyüyen yönetme krizinin de bağlantılı olduğu bu soruya verilen yanıtın söz konusu krizin seyrini nasıl etkileyeceği ayrı bir tartışma konusu.

Bu haberde son dönemde bir devlet görevlisi gibi sürekli yurtdışı temaslarda bulunmaya başlayan, öncekinin aksine, siyasetle ilgili daha fazla açıklamalarda bulunan Bilal Erdoğan’ın belli ki hazırlandığı yeni görevi öncesi “portresine” odaklanacağız.

Başlarken söyleyelim, konu “babacım” karikatürüne sığmayacak kadar ciddi görünüyor.

Krizin tetiklediği isimler

AKP’de çeşitli dönemlerde farklı lider adayları öne çıktı. Bazılarına ilişkin somut adımlar da atıldı ama hiçbiri beklenen sonucu vermedi.

Bu konuda en bilinen iki örnek Ahmet Davutoğlu ve Binali Yıldırım’dı.

Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Erdoğan’ın mutlak liderliğini tanıyacak, geçiş sürecine öncülük edecek ikinci adam lazımdı o dönem AKP’ye, olmadı.

Davutoğlu boyunu aşan liderlik oyunlarına girişince kapı dışarı edildi. Genel başkanı olduğunu düşündüğü partinin merkez organlarını bile yönetemeyecek bir acziyetle yolculandı.

İkincisi Erdoğan’a fazlasıyla bağlıydı ama yönetme becerileri hayli zayıf kaldı. İsviçre çakısı gibi AKP’nin ihtiyaç duyduğu tüm görevlere getirilmişti getirilmesine ama genel başkanlık koltuğu ona fazlasıyla bol gelmişti. Oğlunun vitrininde durduğu kirli işler de cabasıydı.

Bu iki boş atışın ardından Erdoğan, partili cumhurbaşkanlığının önünü açan anayasa değişikliğiyle yeniden direksiyonun tek hakimi oldu.

Şimdi aradan 8 yıl geçti ve AKP yeniden bir lider arayışında. Ancak bu kez arayışın merkezinde geçiş süreci değil, Erdoğan sonrası var.

Dolayısıyla bu tartışma önceki süreçten çok daha kritik görünüyor, rekabet de öncekinden çok daha çetin geçecek gibi.

Berat Albayrak-Süleyman Soylu ile somutlaşan ilk ciddi rekabet, bu iki adayın birbirine omuz atacak kadar gerildiği bir sürecin sonunda boşa düştü.

Bu iki isim de 2025 Aralık itibariyle AKP’de gelecek dönemin liderliği için aday olmanın çok gerisinde.

Güncel olarak öne çıkan isimler arasında ise diğer damat Selçuk BayraktarHakan Fidan ve İbrahim Kalın bulunuyor.

Haberimizin konusu olan Bilal Erdoğan’ın tüm bu isimlerin önünde olduğu, hatta kararın çoktan verildiği dahi ifade ediliyor. Bu iddialara göre Bilal Erdoğan’ın ya cumhurbaşkanı yardımcısı sıfatıyla ya da AKP’de bir liderlik koltuğuyla “siyasete” güçlü bir ilk adım atacağı ifade ediliyor.

Gelin şimdi bu patırtının uzağına, Bilal Erdoğan’ın öyküsüne uzanalım.

Kartal İmam Hatip, ABD ve gemicik…

İronik şekilde 23 Nisan doğumlu Bilal Erdoğan, 23 Nisan 1981.

AKP’de ya da bu düzende yükselmenin (ya da THY’de) kısa yolu olarak tarif edilen “Kartal İmam Hatip Lisesi” mezunu.

Basından kısa bir Kartal İmam Hatip parantezi açalım:

*Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan ile Kartal İmam Hatip Lisesi’nden okul arkadaşı olan Yahya Üstün, THY İletişim Başkanı olarak atandı.

*THY Teknik A.Ş. Genel Müdürü Kartal İmam Hatip mezunu Mikail Akbulut oldu. 

*Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı Genel Müdürlüğü'ne Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi mezunu Bilal Topçu getirildi.

*Yönetiminde çok sayıda Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi mezununu barındıran THY'de yapılan Olağan Genel Kurulu sonucunda söz konusu liseden mezun Ogün Şanlıer istifa ederken, yerine yine aynı liseden mezun ve eski AKP Gençlik Kolları Başkanı olan Melih Ecertaş atandı.

*Sunexpress Havayolu Şirketi'nin Genel Müdür Yardımcısı Çalışkan'ın Kartal İmam Hatip Lisesi'nden mezun olduğu için genel müdür yardımcısı olarak görevlendirildiği öne sürüldü.

Milli Görüş'te pragmatist ve düzenin ihtiyaçları açısından çok daha kullanışlı bir çizgide hizip çıkarıp kopan AKP kurucuları, uzun süre genç kadrolar konusunda esas olarak Fethullahçıların da aralarında bulunduğu tarikat ve cemaatlere yaslanmıştı. Ortada gerçek bir dava ve davaya inanmış genç kuşak kadrolar olmayınca, iş, Kartal İmam Hatip gibi kişisel çevrelere giderek daha fazla kaldı.

Parantezi kapatıp Bilal’in öyküsüyle devam edelim.

Kartal İmam Hatip sonrası birçok AKP’li gibi o da üniversiteyi ABD’de okudu.

Kartal İmam Hatip ve ABD'nin yanına tek bir sıfat yakışırdı, ona da sahip oldu: Kartvizitinde “iş adamı” yazıyor Bilal Erdoğan'ın, bir patron yani.

Patronluğunun öyküsüne ise ne yaparsa yapsın her zaman babasının meşhur sözü damgasını vurdu. 

Temmuz 2007’ye gidelim ve o sözleri hatırlayalım:

“Gemi var, gemicik var. Bir de bunun sıfırı var, eskisi var. Siz kalkar, 15-16-17 yaşında bir gemi alır ve küçük gemi de küçük bir gemiciklerden olursa ve bunun da ödeme koşulları da gayet iyi olursa, kendi kendini ödeyecek durumda olursa niye alınmasın? Kalkar 300, 400, 500 bin dolar peşinatla bir gemi alabiliyor, ondan sonra da bu gemi, taksitlerini kendisi ödeyebiliyorsa bunu yapabilirsiniz."

Gemiciklerden biri...

Bu sözlerle uzun süre tartışma konusu oldu Bilal Erdoğan.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kardeşi Mustafa Erdoğan, eniştesi Ziya İlgen ile ortak olduğu BMZ Denizcilik Şirketi'nin attığı tüm adımlar olay oldu haliyle. Sadece bazılarını hatırlayalım:

*2012’de 10.5 milyon dolara bir gemi daha aldılar.

*2014’te yakıt taşıma tankeri aldılar, tankerin fiyatının 35 milyon dolar olduğu haberleri tartışma konusu oldu.

*2015’te filoya 18 milyon dolara yeni bir gemi eklediği haberi gündeme geldi.

*2017’ye gelindiğinde BMZ’nin 5 gemisini 75 milyon dolara sattığını öğrendik.

*2022’de Mustafa Erdoğan ve eniştesi Ziya İlgen’in sahibi olduğu Tuzla Tanker İşletmeciliği Anonim Şirketi, Sümeyye, Esra ve Bilal Erdoğan’la ortak oldukları BMZ Group Denizcilik ve İnşaat Sanayi Anonim Şirketi’ne devredildi. 

Mansimov parantezi

Mübariz Mansimov hakkında ciddi tartışmaların olduğu bir isim.

Dünyanın en zenginleri listesine adını yazdırmış, iddiaya göre bizzat Erdoğan’ın talebiyle Türk vatandaşlığına geçmiş biri Mansimov.

Parantez içinde bir parantez daha açalım: Ülkücü mafya Sedat Peker’in büyük gündem olan video mesajlarından birinde Mansimov’un sahibi olduğu Yalıkavak Marina’ya Mehmet Ağar ekibinin nasıl çöktüğü anlatılmıştı.

O marina Mansimov tarafından 42 milyon dolara alınmış, 100 milyon dolar da “yatırım” yapılmıştı. Peker, Soylu ile de ilişkilendirerek Ağar’ın el koyduğu bu marina üzerinden bu paranın çok üzerinde bir gelir sağlanacak şekilde “kokain ticaretine başlandığını” iddia ediyordu.

Mansimov’a ilişkin bu gelişmelerin ardından bir de FETÖ iddiasıyla bir yıllık tutukluluk gelişmesi yaşanacaktı.

Sonra serbest bırakılacak, Ekol TV adımını atacaktı. Bu adımın akıbetini detaylı şekilde aktardık. 

Parantez içindeki bu parantezi Mansimov figürü daha iyi anlaşılsın diye açtığımızı aktararak dönelim Mansimov-Bilal bağlantısına.

Denizcilik gündemlerine ilişkin haberleriyle bilinen Deniz Haber Ajansı, bu ilişkiye dair dikkat çekici bir haber yapıyor, şu ifadeleri kullanıyordu:

“Mubariz Gurbanoğlu'nun Yönetim Kurulu Başkanlığını yaptığı Palmali Denizcilik Şirketi'nin inşa ettirdiği ve 16 milyon dolara Bilal Erdoğan'ın ortak olduğu BMZ Group Denizcilik Şirketi'ne sattığı M/T MECİD ASLANOV'un yine 20 milyon dolara 10 yıllığına kiralaması 'Mubariz'in Ticaret Anlayışı' konusunda kafalarda soru işareti oluşmasına neden oluyor.”

Gerçekten ilginç ve “güçlü” bir ticaret anlayışı…

AKP-Cemaat ortaklığının savaşa dönüşü ve 'vur' emri

Bilal Erdoğan’ın gemicikler üzerinden yürüyen ve sanıldığının aksine çok ciddi miktarlara ulaşan “ticaret” adımları dışında isminin en çok gündeme geldiği olay bir Cemaat operasyonu olmuştu.

AKP’nin özellikle 2007 yılı sonrası güçlenen Cemaat ortaklığı 2012’deki MİT krizine kadar kusursuz işlemiş, ikili birçok siyasi operasyonu elbirliğiyle yönetmişti.

2012'deki MİT krizi sonrasında bir süre karşılıklı hamlelerle tırmanan gerilime rağmen devam eden ortaklık, AKP’nin dershane adımına Cemaat’ten 17-25 Aralık gibi bir yanıt gelmesiyle tümden kopmuştu.

AKP iktidarında emniyet ve yargıyı neredeyse bütünüyle kontrolüne alan Fethullahçı çete, söz konusu operasyonlarla AKP’yi yolsuzluk ve rüşvet üzerinden hedef alıyordu.

Bu operasyonların, operasyonlar sürecinde yayımlanan kayıtların hedefindeki bir numaralı isim dönemin Başbakanı Erdoğan olurken, bu sürecin diğer ana hedefi ise Bilal Erdoğan oluyordu.

Birçok bakan çocuğunun gözaltına alındığı operasyonlar kapsamında Bilal Erdoğan hakkında da yakalama kararı çıkarılmıştı.

İşlerin düzen açısından çığrından çıkmanın eşiğine geldiği olay da Bilal Erdoğan üzerinden gerçeklemiş, Bilal’i gözaltına almaya giden polislerin, ‘vur’ emri almış özel harekatçıları görünce geri adım attığı iddia edilmişti.

Bu iddia daha sonra Sabah gazetesi tarafından doğrulanmış, “Paralel Çete, Bilal Erdoğan'a kelepçe takma planı yaptı. İçişleri Bakanı Efkan Ala'nın, özel harekatçılara ‘Recep Tayyip Erdoğan'ın Kısıklı'daki konutuna yaklaşanı vurun’ emri ihanete darbeyi indirdi” denilmişti.

Sosyal medya üzerinden sızdırılan ses kayıtlarının ana hedefi olan Bilal Erdoğan üzerinden patlama noktasına ulaşan olaylar, yine onun üzerinden yapılan sert hamlelerle sonlandırılmıştı.

17-25 Aralık sürecinde asılan bir pankartta Bilal Erdoğan

Vakıflar iktidarının lideri

17-25 Aralık süreci Bilal Erdoğan’ın siyaseten en çok gündeme geldiği günlerdi. Sonrasında 15 Temmuz süreci ve kritik siyasi kırılmaları görece “sakin” geçirdi.

Bu sakinliğin hakim olduğu tablonun arka planında en dikkat çeken başlık Bilal Erdoğan’ın vakıflar üzerindeki hakimiyeti oldu.

AKP iktidarındaki birçok kritik vakfın yönetiminde olan Bilal Erdoğan, bu vakıf ağlarını yöneten isim olarak tarif ediliyor.

Yeni Türkiye Eğitim Vakfıİlim Yayma Vakfı ve Dünya Etnospor Konfederasyonu’nun başkanlığını yürüten Bilal Erdoğan; İbn Haldun Üniversitesi Mütevellî Heyet Başkan Vekili olarak görevini yapıyor. Bunların yanı sıra Prof. Dr. Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları VakfıOkçular Vakfı Mütevellî Heyeti, TÜGVA Yüksek İstişâre Kurulu ve Darülaceze İdare Meclisi üyesi.

Bunun dışında İnsan ve İrfan Vakfı’nın da kurucularından.

Bilal Erdoğan'ın vakıf yöneticiliği okçuluk maceralarıyla birlikte sürüyor

Bilal Erdoğan’ın söz konusu vakıflar üzerinden ciddi bir insan kaynağını ve ekonomiyi yönettiği, önemli bir kadrolaşmaya gittiği sürekli olarak dile getiriliyor.

Bu vakıf bağları üzerinden Bilal Erdoğan’ın hem bürokrasi hem patronlar hem de AKP içinde güç biriktirdiği öne sürülüyor.

Yani bu vakıflar kamuoyundaki yaygın kanının aksine Bilal Erdoğan’ın “oyalandığı oyuncaklar” değil, ciddi bir güç alanı.

Ve sahne sırası ona geliyor

Yıllarca perdenin gerisindeydi, ana sahne sırası bir türlü ona gelmedi.

Ancak son dönemde Bilal Erdoğan figürü giderek daha fazla “siyasetçi” olarak öne çıkmaya başladı.

AKP içinde Erdoğan sonrasında başa onun geçeceği iddialarının “siyaset” alanında tescil edilmesi için belli ki düğmeye basılmıştı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz ekim ayında Kuveyt, Katar ve Umman’a yaptığı resmi ziyaretlerde Bilal Erdoğan’ın da yer alması buna yorulmuştu.

Bilal Erdoğan Körfez ziyaretinde

Hiçbir resmi sıfatı olmayan Bilal Erdoğan, söz konusu ziyarette devlet liderlerinin bulunduğu karede Hakan Fidan’ın yanında oturuyordu.

Aynı ay içinde, “Dünya Etnospor Birliği Başkanı” sıfatıyla bu kez Gürcistan Başbakanı İrakli Kobakhidze ve Cumhurbaşkanı Mikheil Kavelaşvili ile görüşüyordu.

Bilal Erdoğan'ın Gürcistan ziyareti

Bu kez baş başa…

Bu hamlesini geçtiğimiz haftaki Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Erhürman’ı ziyaretiyle taçlandırdı.

Hem “dış” mesaisini pekiştiyor hem de MHP’nin itiraz ettiği öne sürülen gelecek liderlik projeksiyonuna tam da MHP’ye yanıt niteliğinde bir isimle baş başa yaptığı görüşmeyi ekliyordu.

Bilal Erdoğan’ın tüm bu süreçte belki de en ilginç ziyareti Suriye’ye olacaktı; yine bir vakıf dolayımıyla ve doğrudan babasının isteğiyle.

Şubat ayında Suriye'yi ziyaret eden Bilal Erdoğan, "İlim Yayma Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı" sıfatıyla AKP'li vekillerin olduğu heyete başkanlık ediyordu.

Bilal Erdoğan, söz konusu ziyarette doğrudan Ahmed Şara ile görüşecekti.

AKP içi kavga kızışınca vakıf ağları üzerinden hedef oldu

Kısa sürede yaptığı dört dikkat çekici ziyaret, basında sık sık gündeme gelen “yeni lider o olacak” haberleri sonrası Bilal Erdoğan, eski bir dosyayla hedef de oldu.

2021 yılında gündeme gelen TÜGVA dosyası yeni kimi ayrıntılarla tekrar tartışma konusu olurken, bu sızdırmalar AKP içindeki liderlik kavgasıyla ilişkilendirildi.

Bilal Erdoğan’ın TÜGVA üzerinden ciddi bir ağ kurduğu, bu ağın birçok kamu kurumunda mevzi elde ettiği, çeşitli usulsüzlüklere imza attığı iddialarını merkezine alan bu sızdırmalar dava konusu da olmuştu.

2023 yılında sonuçlanan mahkemede, iddiaların kaynağı olduğu öne sürülen eski TÜGVA’cı Ramazan Aydoğdu’ya “Verileri hukuka aykırı olarak verme veya ele geçirme” suçundan 1 yıl 8 ay, “sistemi engelleme, bozma verileri yok etme veya değiştirme” suçundan da 5 ay olmak üzere toplam 2 yıl bir ay hapis cezası verilmişti.

Mahkeme bu cezanın hükmünün açıklanmasını geri bırakmış, cezaevinde sadece 6 ay yatan isim serbest kalmıştı.

Öte yandan AYM, TÜGVA’nın belgelerini sızdırdığı iddiasıyla yargılanan Aydoğdu hakkında hak ihlali kararı vermiş; bu da yeniden yargılanmanın yolunu açmıştı.

Bir operasyon ve dokunulmayan tek isim

İstanbul Altın Rafinerisi ve bağlı şirketlerin yetkilileri hakkında “Hileli yollarla devlet desteği alarak, örgütlü şekilde kamu zararına yol açtıkları” iddiasıyla operasyon düzenlenmişti.

Yine geçtiğimiz ekim ayına denk gelen bu operasyonda 24 kişi gözaltına alınırken, bunların 20’si tutuklanmıştı.

soL, bu operasyonların en dikkat çeken yanına işaret etmiş, şirketin operasyona konu olmayan tek yöneticisine vurgu yapmıştı.

O isim şirketin yönetiminde yer alan ve AKP kurucularından da olan eski milletvekili İrfan Gündüz’dü.

Gündüz aynı zamanda İbn Haldun Üniversitesi’nin mütevelli heyeti başkanlığı görevinde bulunuyor. Yani Bilal Erdoğan’ın Mütevellî Heyet Başkan Vekili olduğu isim...

Gençlik hamlesi ve Bilal

Bilal Erdoğan'ın liderlik yarışında rakiplerine göre bazı avantajlara sahip olduğunu söylemek gerekiyor. Burada, yani AKP içinde öne çıkmasında birçok başlık ayrı ayrı etki sahibiyken, bunlardan biri, AKP'nin gençlik içinde yaptığı kadrolaşma hamlesinde önemli bir yeri Bilal Erdoğan'ın tutması. Bu konuda aldığı yolu anlamak için Vakıflar üzerinden kurduğu ağa bakmak dahi yeterli. Yine liderlik konusunda adı öne çıkan diğer isim olan Selçuk Bayraktar'a da baktığımızda benzer bir hamle yaptığını, yine düzenlediği festivallerle gençliğe odaklandığını görüyoruz.

Ancak bu isimlerin sadece buradaki "çıkar" bağlarıyla güçlü bir liderlik inşa etmesi ihtimali hayli zayıf görünüyor.

Siyasi çıkışlar ve engeller

Bilal Erdoğan, bu haberler ve yaptığı ziyaretlerle aslında giderek daha fazla öne çıkan bir figür haline geliyor.

Geçtiğimiz günlerde İlim Vakfı üzerinden babasına bir ödül veren Bilal Erdoğan, bu törenden günler sonra bu kez Girişimci İşadamları Vakfı (GİV) tarafından düzenlenen Türkiye Girişimci Buluşması-Fikirden Girişime 2025 ve 12. GİV Girişimcilik Ödülleri töreninde konuştu.

Burada yaptığı konuşmada “Recep Tayyip Erdoğan'ın kıymetini, bu kadar hızlı büyüyemediğimiz, ekonominin katlanarak gitmediği zamanlarda anlayacağız. Ne zamanlar yaşamışız, ne kadar hızlı büyümüşüz, ne kadar hızlı gelişmişiz” diyen Bilal Erdoğan, “Bizde eksik olan taraf özel finansman. Yani illa devlet verecek. Artık öyle bir devre geldi ki Türkiye, bu kadar altyapı yatırımını gerçekleştirdikten sonra artık vatandaşın 'Sıra bende ben ne yapacağım' diyor olması lazım” ifadelerini kullandı.

Bu sözlerle 23 yıllık AKP iktidarını çok iyi özümsediğini ortaya koyan Bilal Erdoğan’ın şu sözleri de bunun ispatı niteliğinde:

“Türkiye'de son 23 yılda yapılan yatırımlara baktığımız zaman ya devlet eliyle yapılmış ya da devlet teşvikleri kadar yapılmış. Onun ötesinde yapan varsa yoksa bizim KOBİ'lerimiz, Anadolu kaplanlarımız. Yani büyük sermaye maalesef biriktirdiği parayı biriktirmeye devam ediyor. Asrın felaketi olduğunda TÜSİAD neredeydi? TÜSİAD çıkıp da 'Biz de şöyle 50 bin konutu TÜSİAD üyeleri olarak yapıyoruz' diyemez miydi? Ne oldu, biriktirdiğiniz paralar nereye gitti? Yatırım yapmıyorsun. Hadi gel bu memlekette depremzedenin 50 bin tane konutunu sen yap, bak devlet 500 bin tane konutu yapıyor. Yine elini cebine daldıranlar bir şekilde 'yandaş' diye yaftalananlar. Onlar yine gelip vatandaşın yanında yer alıp, vatandaşın konutlarını yapmaya koştular.”

Depremin üzerinden geçen üç yılın ardından ortada yapılmış 500 bin konut değil, konteynırlardan çıkarılan depremzedeler tablosu var.

Yandaş isimler aldıkları ihaleler karşılığında göstermelik konut yaparak kendilerini aklarken, Bilal Erdoğan'ın açıklamalarıyla hedef olan TÜSİAD ise tarihinde görmediği kâr rekorlarını yine AKP iktidarının işçi düşmanı adımları sayesinde bir bir kırdı.

Bir yandan zaman zaman TÜSİAD’ı kamuoyu önünde hedef alıp “gaz almak” diğer yandan da “ne istedilerse anında yerine getirmek” AKP iktidarının en büyük alametifarikalarından biriydi.

Belli ki Bilal Erdoğan gerçekten de yeni dönem liderliğine hazırlanıyor.

Bu sözler ısınma turlarında yol aldığının bir nişanesi gibi. 

Ancak buna karşın önünde bazı engeller olduğu açık.

Bunların başında babası Erdoğan’ın güçlü etkisi bulunuyor. Erdoğan şu ana kadar AKP içinde ve düzen içinde ortaya çıkan tüm gerilim ve olanakları kontrol etme, yönlendirme yeteneği sergilerken, bunun Erdoğan sonrasında benzer şekilde sürmesi olanaksız görünüyor.

Bunu Bilal Erdoğan ismine AKP içinden ve en yakın müttefiki MHP cephesinden gelen tepkilerle de teyitlemek mümkün.

Ancak tüm bunlara rağmen liderlik yarışında belli ki çok daha fazla öne çıkarılacak olan Bilal Erdoğan’ın işi sadece AKP içindeki ya da düzenin diğer aktörleri arasındaki rekabet dolayısıyla değil, toplumsal alanda da oldukça zor olacak gibi görünüyor.

Ali Ufuk Arikan / soL

soL "Köşebaşı" -8 Aralık 2025-

 Asgari ücret kiraya bile yetmiyor!-Atilla Özsever- 

Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 12 Aralık’ta toplanacak. Bu ücret, yüzde 25 artışla 27 bin lira düzeyine bile çıksa kirayı karşılamaya yetmeyecek. Emekçilerin oturduğu büyük şehirlerde kiralar 30 bin lira civarında. Türkiye, son beş yılda 12 kat kira artış oranıyla Avrupa şampiyonu oldu!

Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 12 Aralık 2025 günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda ilk toplantısını yapacak. Komisyonun yapısıyla ilgili nasıl bir gelişme sağlandı, henüz belli değil.

Türk-İş, 5 işçi, 5 işveren ve 5 hükümet temsilcisinden oluşan mevcut yapıya karşı çıkıyor. Çalışma Bakanlığı da, Türk-İş’e ilettiği öneride komisyonun yeni yapısının 5 işçi, 5 işveren ve 1 hükümet temsilcisinden oluşabileceğini bildirdi.

Aslında bu öneride de, yine hükümet ve işveren işbirliği ile işçi tarafının asgari ücretin saptanmasında bir etkisi olmayacak, işçi tarafı 6’ya 5 “yenik düşecek”. Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay da, son önerinin “bir şey değiştirmeyeceğini” söyledi.

Kiralar uçuyor!

İstanbul Gayrimenkul Değerleme ve Danışma Şirketi’nin “ilandaki konutlar” üzerinden yaptığı Eylül 2025 ayı analizine göre, Türkiye genelinde ortalama kira bedeli 22 bin TL’ye yükseldi. Yani mevcut asgari ücretle eşitlenmiş durumda.

Emekçilerin ikamet ettiği sanayi kentlerinde, büyük şehirlerde ise, kiralar asgari ücretin üstünde seyrediyor. Gayrimenkul Değerleme Şirketi’nin yaptığı analize göre, kiraların en yüksek olduğu bazı illerdeki kira miktarları şöyle:

İstanbul: 33.000 TL, Muğla: 30.000 TL, Ankara: 27.000 TL, İzmir: 25.000 TL, Antalya: 24.000 TL, Kocaeli: 23.000 TL, Diyarbakır: 22.500 TL, Çanakkale: 22.000 TL.

Halen 22 bin 104 lira olan asgari ücret, 2026’da yüzde 25’lik bir artışla 27 bin 630 liraya çıkabilecek. Büyük şehirlerde 25-30 bin lira dolayında olan kira miktarları, 2026’da daha da artacağından yeni asgari ücret de yine kiraların altında kalmış olacak.

Türkiye, Avrupa şampiyonu (!)

Avrupa Birliği İstatistik Ofisi (Eurostat) verilerine göre, son beş yılda (2020-2024) kira artış oranları üzerinden Türkiye, birinci sırada bulunuyor. Son beş yılda Türkiye’deki kiralar yüzde 1.233 oranında, yani 12 kat artmış. İşte Avrupa’daki kira artış tablosu:

  1. Türkiye……………%1.233
  2. Macaristan……….%101,7
  3. Bulgaristan……….%84,1
  4. Litvanya…………...%81,5
  5. Estonya…………….%74,7
  6. Hırvatistan………..%71.3
  7. İzlanda……………..%67,9
  8. Portekiz……………%67,7

Görüldüğü gibi ikinci sıradaki Macaristan’da bile kiralar ancak yüzde 101,7 oranında artmış, yani sadece bir kat yükseliş var. Kira artış oranı açısından Türkiye ile Macaristan arasında 10 kattan fazla bir fark var. Bizde kira fiyatlarının “uçtuğu” gözüküyor.

25. sıradaki Fransa’da kiralar, son beş yılda sadece yüzde 9,3 oranında artmış. Son sıradaki (26. sıra) Finlandiya’da ise eksi yüzde 4,6 oranında artmış, yani yüzde 4,6 oranında gerilemiş.

Asgari ücret ne olmalı?

Asgari ücret, hiç olmazsa kiraları karşılamak için ne olmalı, diye sorduğumuzda öncelikle sendikaların bu konuya yaklaşımını gündeme getirelim.

Türk-İş’in verilerine göre, Kasım 2025 itibariyle açlık sınırı (dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcaması) 29 bin 828 TLyoksulluk sınırı ise (gıda ile birlikte diğer temel harcamalar) 97 bin 159 TL oldu.

Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, asgari ücretlinin 2024 yılından yüzde 14 alacaklı olduğunu belirtiyor. 2024’te asgari ücret yüzde 30 oranında artırıldı, oysa enflasyon yüzde 44 çıktı. Buradan işçinin yüzde 14‘lük bir alacağı gözüküyor.

Türk-İş, bu yılki enflasyonun da yüzde 31’i bulduğuna göre en az ücretin yüzde 45’lik bir artışa denk gelmesi gerektiğini savunuyor. Yüzde 45’lik bir artış, asgari ücretin 32 bin 51 liraya gelmesi demek.

DİSK’in önerisi

DİSK ise, iki kişinin çalıştığı bir aileye en az yoksulluk sınırı kadar gelir girmesi gerektiğini öngördüğünden asgari ücretin 48 bin 560 lira olması görüşünü benimsiyor.

Aslında bu rakamlar, kiraları karşılayabiliyor ama diğer ihtiyaçları karşılama açısından yine düşük kalacaktır. Yoksulluk sınırı düzeyinde, yani 100 bin lira dolayındaki bir ücret bir ailenin asgari geçim koşullarını karşılayabilir.

Genel kabul gören bir prensibe göre, kiralar bir emekçinin gelirinin dörtte biri ya da en fazla üçte biri oranında olmalıdır. Daha fazlası için geçim zorlaşacaktır.

AKP Hükümeti’nin “emekçiler rahat geçinsin” diye bir derdi olmadığı için, yani düşük ücret politikasının devamından yana bir politika izlediği için 2026 asgari ücretinin yüzde 25 dolayında artması öngörülebilir. İş, emekçilerin ve sendikaların mücadelesine kalıyor…

/././

 Plan değil, pilav!-Engin Solakoğlu- 

Trump’ın Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi “plan değil, pilav” diyor.

ABD’nin Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi yayınlandı. 33 sayfalık belgenin tam başlığı  “National Security Strategy of The United States of America – November 2025”. Belgenin orijinaline şuradan ulaşılabiliyor.

Bu yazıda kolaylık olması bakımından UGSB kısaltmasını kullanacağım. UGSB’nin Türkiye’yi ve bölgemizi ilgilendiren yönlerine değinenler oldu. Büyük olasılıkla önümüzdeki günlerde bu boyutlarıyla enine boyuna tartışılacak.

Benim niyetim ise belgenin bütününe bakmak.

Devletlerin ulusal güvenlik stratejilerine dair bu tür belgeler genellikle birkaç yılda bir özellikle de stratejide önemli bir değişiklik planlandığı dönemlerde yayınlanır.

30 yıla yaklaşan diplomatik kariyere rağmen sözü çok dolandırmamak ve en sonda söyleneceği en başta söylemek gibi mesleki bakımdan kötü alışkanlıklarım var. Yine öyle yapacağım.

Trump’ın UGSB “plan değil, pilav” diyor. Meş’um Türk büyüklerinden Morrison Süleyman Bey’in söylediği bu sözü ben hep iki türlü anlamışımdır. Birincisi muhtemelen Süleyman Demirel’in de kastettiği gibi “planlamaya ne gerek var piyasa her işi halleder”, ikincisi ise hesap kitap yapmayı önemsemeyen bir tür ciddiyetsizlik.

Sonuçta kapitalizmin en çirkin ürünlerinden biri olan Trump’ın belgesi her iki anlayışı da kısmen yansıtıyor ama sanki ikincisi daha ağır basıyor.

İçerikten önce üsluba değinerek başlayalım. UGSB’de felsefeden çok slogan var. Bu yönüyle de öncelikle iç kamuoyuna hitap eden bir tür seçim bildirgesini çağrıştırıyor. Sözcüklerle ifade edilmese de belgenin her tarafından “MAGA - Make America Great Again1” ve “America First2” mottoları fışkırıyor.
Şimdi biraz içeriğe bakabiliriz.

UGSB’yi kabaca Monroe Doktrini'nin3 21. yüzyıl ve Trump’ın yandan çarptığı versiyonu olarak nitelemek mümkün. Belge Batı Yarımküre diye adlandırılan Kuzey, Orta ve Güney Amerika’ya geniş yer ayırıyor. Bu bağlamda, göçün durdurulması, “narko-terörizm”le mücadele ve bölgede ABD hegemonyasının yeniden tesisi öne çıkıyor ve  tehditlere askeri karşılık verilmesi gereği vurgulanıyor. Buraya baktığınızda ABD’nin Venezuela, Kolombiya, Küba gibi ülkelere doğrulttuğu silahı açıkça görebiliyorsunuz. Daha ileri giderek belgenin ABD’nin güney komşusu Meksika açısından da kaygı verici bir içerik taşıdığını söylemek mümkün. Trump bu belge aracılığıyla Batı yarımküreye şu mesajı gönderiyor: “Ya benimsin, ya toprağın!”

19. yüzyıldaki Monroe Doktrini Avrupalı sömürgeci devletlerin bölgeden süpürülmesini ve ABD’nin yapacağı yağmaya ortak olmalarının engellenmesini öngörürken, Trump’ın UGSB’si benzer bir uyarıyı isim vermeden Çin’e ve Rusya’ya yapıyor ve 19. yüzyıldaki durumdan farklı olarak bölgedeki sosyalist, sol veya halkçı diyebileceğimiz iktidarları da bu ülkelerle gelişen ilişkileri yüzünden tehdit sayıyor.

Belgeyi öncüllerinden ayıran önemli bir fark da, ABD’nin bölgesel çıkarları ve küresel bakımından rakip olarak görülen Çin veya Rusya’nın değil eski ABD yönetimlerinin ve Avrupa’nın suçlu sandalyesine oturtulması. Trump’ın veya yardımcısı Vance’in Avrupa’ya “bittiniz oğlum siz!” makamından yaptıkları çağrılara belgede “strateji” süsü verilmiş gibi.

Biraz daha kurcalarsak belgenin Atlantik düzeninin sona erdiği anlamına gelecek bir içerik taşıdığı söylenebilir. Bu da II. Dünya Savaşı’nda başlayan bir dönemin kapandığı şeklinde yorumlanıyor. NATO’nun “habire genişleyen bir örgüt” olmaktan çıkacağı söyleniyor. Trump belgesi şimdiden Atlantik’in karşı kıyısında ciddi bir şok dalgası yaratmış gibi. ABD cephesinden zaman zaman gelen hakaretleri iç tüketime yönelik fevri söylemler olduğu düşüncesiyle çok da ciddiye almayan Avrupa devletleri, şimdi bunları enikonu resmi bir ABD belgesinde görmenin şaşkınlığını yaşıyorlar.

USGB Avrupa’ya deyim yerindeyse tahtakurusu istilasına uğramış eski bir karyola muamelesi yapıyor. Avrupa’nın ekonomik gelişme konusunda yerinde saymasından, askeri alandaki zayıflığından ve “medeniyetinin aşınması”ndan söz edilen belgede ulusal kimliklerin göç ve düşük doğum oranları yüzünden tahrip olduğu ileri sürülüyor. Burada doğrudan bir melezleşerek çürüme suçlaması görüyoruz. Bu da Trump/Vance ekibinin dünyaya bakışına hâkim olan “beyaz üstünlükçü (white supremacist)” yaklaşımla uyumlu.

Belgede Avrupa Birliği de özel olarak hedef alınıyor. Birliğin siyasal özgürlükleri ve ulusal egemenlikleri aşındırdığı tespitinden hareketle, Avrupa uluslarının Birliğe karşı mücadelesine destek verileceği söyleniyor. Bunun araziye Avrupa’da zaten yükselen aşırı sağ ve göçmen karşıtı siyasi akımların açıktan destekleneceği şeklinde yansıyacağına kuşku yok.

Trump belgesi Avrupa’nın ABD’nin rekabet gücünün korunması bakımından için hayati bir rol üstlenebileceğini söylüyor ama bunu yaparken bölgeyi kabaca ikiye ayırıyor. Belge Orta, Doğu ve Güney Avrupa’da “sağlıklı” milletler bulunduğuna ve Çin’in ticari etkisinin buralarda göğüslenebileceğine işaret ederken, Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerini Çin’le ekonomik işbirliklerinin geri dönülmez bir noktada bulunduğu gerekçesiyle geri plana atıyor.

Avrupa’dan Rusya’ya geçelim. USGB’deki Rusya atıfları, Trump yönetiminin Ukrayna-Rusya savaşına müdahalesinin “samimiyeti” konusunda benim aklımdaki soru işaretlerini azalttı. “Trumpizm”in o süreçte Rusya’yı kollar gibi görünen tutumunun bir tuzak olma ihtimalini de zayıflattı. USGB Ukrayna meselesinde çuvaldızı açıkça Avrupa’ya batırıyor ve Avrupalı yöneticilerin, halklarının arzularının hilafına, barışı engellemeye çalıştıkları tespitini yapıyor.

Rusya’ya yönelik herhangi bir eleştirinin bulunmadığı veya düşman nitelemesinin kullanılmadığı belge bu ülkeyle ilişkilerin bir tür süper güçler diyaloğu seviyesinde yürütülmesi ve stratejik istikrarın korunması gereğini öne çıkartıyor.

Bir başka önemli nokta da belgenin Çin Halk Cumhuriyeti’ne bakışı. 2017 yılında yine Trump yönetimi sırasında yayınlanan USGB Çin’i “dünyayı ABD çıkar ve değerlerine karşıt biçimde dönüştürme amacı taşıyan revizyonist bir güç” olarak tanımlamıştı. Yeni belge ise ekonomiyi jeopolitik mücadelenin önüne koyan bir bakışa sahip. Belgede Çin’in stratejik niyetlerinden ziyade bu ülkeyle ekonomik ve ticari ilişkilerin dengelenmesine vurgu yapılıyor. Çin dünya düzeni bakımından bir düşman değil, iki tarafın da çıkarına olabilecek bir ilişki tesis edilmesi gereken ekonomik bir rakip olarak tasvir ediliyor. 2017’deki belgede vurgulanan “özgür dünya/baskıcı yönetim” ikiliği, 2025 tarihli belgede yok. Buna karşılık Çin-ABD ilişkileri bakımından en hassas nokta sayılan Tayvan konusunda silahlanmayı öne alan bir dil kullanılıyor ve Tayvan’a yönelik olası bir Çin saldırısını önlemenin tek yolu “askeri caydırıcılığı güçlendirmektir” deniliyor. Bu da belgenin ciddiyeti ve genel tutarlılığı konusunda soru işareti yaratan bir nokta.

Yukarıda da belirttiğim gibi, Türkiye’de en çok tartışılan ve daha da çok tartışılacak olan Ortadoğu kısmına dair bölümü kısa geçeceğim. USGB ABD’nin artık Ortadoğu’yu öncelikli bir bölge olarak görmediği tespitine yer veriyor. Yalnız buradan çekip gidiyorlar sonucu çıkartmak için hiçbir sebep yok. Özel Temsilci Barrack’ın şu sıralar pek sıklaşan demeçleriyle de örtüşen “Biz gidiyoruz, ne haliniz varsa görün!” sloganı  gerçekçi bir beyandan çok bir dilek olma özelliği taşıyor.

Bu dilekle karışık beyanın dayandığı iki temel var. Birinci temel, bölgenin küresel enerji kaynakları denkleminde başat belirleyici olmaktan çıktığı. Bu ana hatlarıyla doğru. İkinci temel ise bölgede “işlerin zaten yoluna girdiği” varsayımı. Bu net bir şekilde yanlış.

ABD’nin bölgeyi İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın oluşturacağı bir sacayağının üstüne oturtmak niyetini biliyoruz. Daha önce çok yazdığım için ayrıntısına girmeyeceğim ama plan kurmak başka hayata geçirmek başka.

Rusya ve Çin dahil uluslararası sermayenin neredeyse bütün bileşenlerinin katkısıyla Suriye’de “şavulladıkları” yapı hâlâ “dingildaynıyor”! Aynı toplamın ölen çocuklara bile aldırmadığı Filistin veya direnişten arındırılmaya çalışılan Lübnan’da taşların yerine oturduğunu kimse söyleyemez. Türkiye ve bölgedeki Kürt silahlı/siyasi hareketine biçilen rol bağlamında bir yandan yönetici kademesinde tam bir itaat mevcut ama bir yandan da bölgenin siyasi anlamla en bilinçli iki halkı olan Türk ve Kürt halklarının iradesi Öcalan’ın da, Bahçeli’nin de, Erdoğan’ın da cebinde değil. Trump veya Barrack’ın cebinde hiç değil. O yüzden çok uzatmadan şunu söylemek gerek USGB’deki varsayıma cevaben: “yavaş gel aslanım, hayvan terli!”

Bir de şu soru var. ABD’nin Ortadoğu’da her geçen gün artan bir askeri yığınağı varken belgede “bye bye” denmesi ne kadar ciddiye alınabilir?

Yukarıda özetlemeye çalıştığım çerçevede, USGB hakkında net bir yargı oluşturabilmek için yanıt bulması gereken birçok soru ortada duruyor. Bunların en önemlisi aslında belgenin niteliğiyle ilgili. UGSB önümüzdeki dönemde ABD’nin izleyeceği politikaların çerçevesini çizen gerçek bir strateji belgesi mi, yoksa bir sürü çelişki barındıran içeriğinin verdiği izlenim doğrultusunda, “laf olsun, torba dolsun” kabilinden çiziktirilmiş ve altı ay sonra kısmen veya tamamen kadük olacak politik bir niyet torbası mı?

İzleyip göreceğiz. “İzlemek” eylemi yanlış anlaşılmasın.

Eskisiyle, yenisiyle, ciddi veya gayri ciddi emperyalizmin ülkemiz ve dünya üzerine kurduğu her planı bozmak için mücadeleyi yükselteceğiz.

1Amerika’yı Yeniden Harika Yap

2Önce Amerika

3https://en-wikipedia-org.translate.goog/wiki/Monroe_Doctrine?_x_tr_sl=en&_x_tr_tl=tr&_x_tr_hl=tr&_x_tr_pto=wa

/././

Hayali ihracattan hayali öğrenciye -Berkay Kemal Önoğlu- 

Eğitim sistemi bizzat sorumlu bakanlık tarafından patronlar için bir rant mekanizmasına dönüştürülünce öğrenciliğin de “hayalisi” peyda oluyor.

Önümüze bir Türkiye fotoğrafı konuluyor. Ancak bu karede ne bir umut ışığı ne de geleceğe dair bir çıkış noktası var. Gördüğümüz şey, bu fotoğraftan fayda sağlayanların, holding ve tarikat egemenliğinin ülkeyi sürüklediği, temelleri çürümüş, kolonları çatlamış devasa bir enkazın, bir büyük çöküşün anlık görüntüsü. Bu fotoğrafı doğru okumadan, sadece kadrajın bir köşesini düzelterek bütünü kurtarmanın imkanı yok. Dolayısıyla bu fotoğrafı yırtıp atmalı ve bu güzel ülkeye, insanımıza, kaynaklarımıza hakim, geleceğe uzanan yeni bir fotoğraf çekmeli…

Daha önce bu köşede defalarca değindiğimiz çocuk emeği sömürüsü ve MESEM başlıkları bu yırtıp atmamız gereken fotoğrafın belki de en can yakıcı karesi. Ama bu bile tek başına bir yere kadar anlam ifade ediyor. Çocuk işçilik bir sonuç ve bu sonuca yol veren etmenler başka bir dizi ağır sonuç daha doğuruyor. Elimizi nereye atarsak atalım, hangi konuyu gündeme getirirsek getirelim bir şekilde yine o büyük fotoğrafa ulaşıyoruz. Bu çöküşün toplumda yarattığı tahribattan faydalanan hep aynı bir avuç kesim geliyor gözümüzün önüne. Holdingler ve tarikatlar düzeninin sahipleri Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alıyor.

Sokaktaki vatandaş için Türkiye ekonomisi artık problemlerin alışıldık "enflasyon" veya "kur farkı” gibi olgularla açıklanamayacağı devasa bir soygun düzeni görüntüsünü çoktan aldı. Soygun Türkiye için hiçbir zaman yeni bir olgu olmadı elbette. Ama sistemin kurumları sürmekte olan soygunu görünmez kılma becerilerini de iyiden iyiye tükettiler.

Zengin ile yoksul arasındaki makas, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir hızla açılırken, Küresel Organize Suç Endeksi verilerine göre Türkiye, Avrupa'da organize suç oranının en yüksek olduğu ülke konumuna yerleşti. Ülke uyuşturucu baronlarının cirit attığı, sanal kumardan fuhuş sektörüne kadar her türlü kayıt dışı ekonominin GSYH içinde devasa yer kapladığı bir "suç cennetine" evrildi. İktidar bağlantılı kara para aklama operasyonları, altın kaçakçılığı iddiaları, devletin kurumsal yapısının nasıl bir çeteleşme eğilimiyle iç içe geçtiğini gösteriyor. Sadece son bir yılda sosyal medya fenomenlerinden futbol dünyasına uzanan fon skandalları ve lüks araçlarla, şatafatlı sosyal medya paylaşımlarıyla sergilenen kara para şovları, devletin sözde denetim mekanizmalarının tamamen çöktüğünü ve güvenlik bürokrasisinin sokaktaki vatandaşı değil, adeta bu kirli para trafiğini koruyan bir yapıya büründüğünü açıkça ortaya koyuyor.

İşte paranın tek belirleyen olduğu, sermayesi olanın borusunun öttüğü, kuralsızlığın kural haline geldiği ve halk çocuklarının çıkışsızlığa itildiği bir tabloya yerleşiyor çocuk işçiliğini normalleştirme adımları. Çocukların karıştığı adli vakalarda görülmedik bir artış yaşanıyor ve eş zamanlı olarak çocuklar sömürü mekanizmaları içinde acımasızca öğütülüyor.

Çürümenin, çöküşün de bir sonu olur diyeceksiniz ama 1,5 milyona dayanan MESEM’li içinde sayısını bilmediğimiz oranda “hayali öğrenci” olabileceğini de hesaba katmamız gerekiyor. Evet, hayali ihracattan sonra sermaye düzeni şimdi de hayali öğrencilik müessesesi ile çıkıyor karşımıza. Eğitim sistemi bizzat sorumlu bakanlık tarafından patronlar için bir rant mekanizmasına dönüştürülünce öğrenciliğin de “hayalisi” peyda oluyor.

Geçen yıl Kocaeli’de bir okul müdürü ve müdür yardımcısının MESEM’e sahte öğrenci kaydederek 700 milyon lira yolsuzluk yaptığı ortaya çıkmıştı. Biliyorsunuz MESEM sisteminde öğrenciler işletmelere stajyer/çırak olarak kaydediliyor ve devlet bu öğrenciler için patronlara ödeme yapıyor. “Hayali öğrenci” kavramı ise gerçekte hiçbir eğitim almayan, okula gitmeyen, işletmede çalışmayan ancak kayıtlarda varmış gibi gösterilen kişiler için kullanılıyor. Devletin patronlara bu muhteşem kıyağından faydalanmak isteyen ancak işçiye ihtiyacı da olmayan işletme veya aracılar oluşturdukları sahte kayıtlarla devlet tarafından verilen öğrenci destek ödemelerini ceplerine indiriyor. Ya da örneğin işletmede çalıştırılan gerçek işçiler kayıtlarda öğrenci gibi gösterilip asgari ücret altı maliyet yaratılmış oluyor.

Devletin malı deniz derler ya… Bu durum hem büyük kamu zararına, hem çocuk işçiliğinin gizlenmesine, hem de kayıt dışı istihdamın süratle genişlemesine yeni bir alan açmış oluyor.

Fabrikada çalışıyor görünüp devletten maaş alan ama aslında ortada olmayan “öğrenciler” üzerinden devşirilen rant devletin kaynaklarının nasıl hortumlandığının belki de en somut göstergesi. Yani sistem o kadar denetimsiz ki, bırakın çocukların çalışma koşullarını düzenlemeyi, devletin kasası patronlar ve bazı organize yapılar tarafından "çırak teşviki" adı altında güpegündüz soyulabiliyor…

Sadece MESEM kapsamında çalıştırılırken pres makinelerine sıkışan, inşaattan düşen veya yanarak can veren çocukların (Arda Tonbul, Eren Eroğlu ve niceleri) sayısı ise günden güne artmaya devam ediyor. Bu bir eğitim modeli değil, bu bir suç. Ve elbette suçun sorumluları, çocukların katilleri bir gün cezalarını alacaklar.

/././

 Araba yürüyor mu, yol mu çöküyor?-Aydemir Güler- 

Geniş kitleler mekanizmayı çözecek bilgiden yoksun olabilir, ama emperyalizmden ve yüz küsur yıl öncede kalmış “eski düzenden” medet umulamayacağı, toplumsal bir tarih bilincidir.

Bahçeli-Öcalan sürecinin son etabında “her an, her şey olabilir” noktasına geldik. Hele Öcalan’ın “darbe mekaniği” kavramını siyaset literatürüne armağan etmesinden beri başlıktaki sorulardan kaçılması olanaksız.

Ne olacak sorusuna, çoğu yorumcunun etrafından dolandığı, Bahçeli ve Öcalan’a dönük övgülerle üstünü örttüğü, ama herkesin adı gibi bildiği bir gerçekten hareketle yaklaşmalıyız: Yolun da arabanın da imalatçısı emperyalizmdir, başta ABD’dir!

Dolayısıyla ilk saptama sürecin arkasındaki kuvvetin çok büyük olduğudur. Başlığı hatırlayacak olursak; bu yol kolay kolay çökmez…

Ancak salt kuvvet yetmiyor... “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz”ı, bu örnekte, “Türkiye’de Amerika’yı överek iş görülmez” diye geliştirebiliriz. Trump’ın mimarı olduğu barış listesine bir de Kürt sorununun eklenmesi, Nobel jürisini bilmem, ama bizim buralarda hoş karşılanmayacaktır. 

Yani, ilk saptamaya yapılması zorunlu bir ek var: Sürecin arkasındaki kuvvet, kamuoyu veya kitle desteği söz konusu olduğunda bir handikapa dönüşmektedir.

Handikap deyince ilk akla gelen “Türk kamuoyu” oluyor. Buna göre toplumsal ortalamayı Türk milliyetçiliği baskılıyor; Batı karşıtlığı da buradan çıkıyor… Konu liberallerin bu varsayımından daha derindir. Batı’nın emperyalizmle özdeşleştirilmesi modern Türkiye’nin canlılığını koruyan hafızasıdır. Bu hafıza yerine göre milliyetçi veya yurtsever, sağ veya sol ideolojiler tarafından şekillendirilse de, tema sabittir. Bu tema Türk etnisitesine ve onun ideolojisine daraltılamaz. Örneğin Kürt nüfusu içinde başat konumda olan siyasi hareket ne derse desin, Kürt toplumu da Batı emperyalizmine mesafelidir. 

Özetle sözünü ettiğimiz handikabın etrafından dolanarak yola devam etmek güçtür. “Bu işin arkasında ABD var” diye övünmeye hiç gelmez. Yani yol ne denli sağlam olursa olsun arabanın devrilmeyeceğinin garantisi yoktur.

İktidarın bunu bildiğini, uluslararası bağlamın özüne değil, çarpıtılmış bir parçasına işaret etmesinden anlıyoruz: İsrail’le girilen ölümcül rekabetten sağlam çıkmak için Kürt ve Arap (Suriye) faktörleriyle genişletilmiş bir İslam Türkiye’sine, yani Yeni-Osmanlı’ya vurgu yapıldı. Yeni-Osmanlı’nın bir dış politika yönelimi olmanın ötesinde modern Cumhuriyet’in yerine konacak bütünlüklü yapı olarak tasarlandığı unutulmamalıdır. 

Tekil parçalarıyla veya bir bütün olarak bu gerici projenin önündeki toplumsal direnç veya ikna olmama hali, iktidarı çok zamandır tedirgin ediyordu. Bahçeli’ye ve bir kez daha heyecanlanan liberal kesimlere göre “barışın”, “terörsüzlüğün” yaratacağı enerji bu engelleri önüne katıp süpürecekti… 

Bu yönde çok adım atıldı, sürece yönelik kaygı belirten, soru soranlar bile ciddi baskı altına alındı. Komisyonda “top çevirme” aşaması tamamlanıp sıra Öcalan’ı dinlemeye gelene kadar…

Meğer, değil Öcalan’ın Meclis kürsüsünden konuşması, TBMM’den birkaç kişinin kapalı kapılar ardında, kayıt almadan, fotoğraf çektirmeden, görüşme bilgisinin de üstüne yatmak üzere Adaya gitmesi bile, Türkiye’nin dokularına uymuyormuş! Bu noktada toplumsal ortalamanın doğru mu yanlış mı olduğunun bir önemi bulunmuyor. Potansiyel tepki, bugünkü siyasi iktidarın çevresinden dolanamayacağı bir gerçekliktir; önemli olan budur. “Ben gittim, o gitti” falan derken arabanın bir tekeri yoldan çıktı!

Arkasında koskoca emperyalist sistemin durduğu, onca propagandisti, ajitatörü bulunan bir süreç, ancak bu kadar kötü yönetilebilirdi. Ama sorun bir teknik hatayla, yeterince cesur davranamamakla falan açıklanamaz. Mesele Öcalan’ın sözleri de dahil olmak üzere sürecin bütününe yüklenen içeriğin üstündeki örtünün kaldırılamayacak olmasıdır. 

Bu örtüyü kaldıramazlar, çünkü kurgu mantıksal olarak, tam da ABD’nin sömürge valisi kılıklı elçisinin söylediği gibi, bölgemizde tarihin saatini geriye sarmaya gitmektedir. Modernite gömülecek, bütün gericilik kaynakları canlanacak. Ulusal devlet yerini aşiret yapısına, laiklik siyasal İslama bırakacak. Cumhuriyet ve Lozan açıkça lanetlenecek, Atatürk yerinden indirilecek… Olmaz.

Barışa ancak bu yoldan ulaşılacağı iddia edilse de, sonucun bir facia olacağı kesindir. Geniş kitleler mekanizmayı çözecek bilgiden yoksun olabilir, ama emperyalizmden ve yüz küsur yıl öncede kalmış “eski düzenden” medet umulamayacağı, toplumsal bir tarih bilincidir.

Sürecin ilerletilebilmesi için denenebilecek tek şey, örtüyü kaldırmak, baştan çıkartıcı renklere boyanmış sahte doğruları -kuşkusuz diğer elde sopa- memleketin üstüne boca etmek. Başka yol yok. Ancak bunun tutacağına AKP’de kimse güvenememiş olsa gerek, süreç ıssız bir araziye terk edildi. Son haftalarda olan budur.

Buraya kadar anlatmaya çalıştığım, sorunun basit bir arıza değil, yapısal bir bozukluk olduğu. Bu bozukluk Türkiye’nin kriz dinamikleriyle doğrudan bağlantılıdır. Örneğin AKP iktidarından kaynaklanan dertlerde boğulan bir toplumun böyle bir altüst oluşa ikna olma olasılığı neredeyse sıfırdır…

Son olarak, süreç durduğu yerde kalmıyor, kaçınılmaz biçimde geri kayıyor. İster iktidarın açmazlarını görüp avantaj sağlamak için, ister bastırıp tıkanmayı aşmak niyetiyle yapılsın, diğer taraf pazarlık maddelerini masanın üstüne çıkartıverdi. Sanılıyordu ki, Öcalan “kültüralist” isteklerden vazgeçtiyse, geriye sadece Rojava’nın Suriye’ye nasıl eklemleneceğini yanıtlamak kalmıştı... Şimdi Öcalan’ın özgürlüğü, PKK kadrolarına güvence ve Anayasal düzenleme talepleri perdenin arkasından sahnenin ortasına taşınmış bulunuyor. Süreç adının tersine çözümsüzlük üretiyor.

Ama dedik ya, yol da araba da emperyalist yapımı. Tekrar deneyecekler. 

Bu kez karşılarında sadece ikna olmamış bir toplum değil, başka bir yola örgütlenmeye koyulmuş bir halk bulmalılar.

/././

 Tarih ne zaman tekerrür etmez? Avrupa Savaşı -Erhan Nalçacı- 

Şimdi 8 sene önce savaşın çıkacağına inanmayan bazı okurlar Avrupa’nın tekrar bir devrim kuşağına dönebileceğine de inanmayacaktır. Yaşayıp görelim o zaman. 

Bundan 8 sene kadar önce dünyanın yeni bir paylaşım savaşına gebe olduğunu yazdığımızda okuyucu inanmakta zorlanıyordu buna. Çünkü özellikle Avrupa yanılsamalı olarak istikrar ve barış coğrafyası olarak kabul ediliyordu. 
Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa barışı Sovyetler Birliği’nin askeri güç dengesini sağlamış olmasına bağlıydı ve kapitalist devletler uluslararası sınıf savaşının korkusuyla kendi aralarında bir paylaşım savaşına cesaret edemiyorlardı.
Şimdi duruma bakın bir kez; Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’ndakine benzer şekilde 1000 km uzunluğunda bir cephede üç yıldan fazladır kanlı bir savaş sürüyor. Emperyalist devletlerin oluk oluk taşıdığı silahlara bir milyon civarında insan yaşamını yitirdi, bunun kim bilir kaç katı insan sakat kaldı. Her iki taraf da kayıplarını dünyadan ve kendi halklarından sakladıkları ve savaşmayı teşvik ettikleri için savaşın korkunç boyutlarını göremiyoruz.
Geçen hafta Karadeniz’de Türkiye karasularına yakın bir yerde Rusya ile ilişkili üç ticari gemi insansız hava araçları tarafından vuruldu. Solda çıkan haberde ayrıntısını bulabilirsiniz. https://haber.sol.org.tr/haber/itiraf-geldi-karadenizdeki-saldirilarin-… Kısa bir süre önce önleyici saldırı taktiğini benimseyen NATO saldırıyı şüpheye yer bırakmayacak şekilde üstlendi. Muhtemelen Hakan Fidan’ın katıldığı NATO toplantılarında bu konunun görüşüldüğü ve benimsediği verilen demeçlerin satır aralarını okuyunca anlaşılıyor.
Putin bunun üzerine, eğer Avrupa savaş istiyorsa savaşmaya hazır olduklarını ama bunun Ukrayna savaşına benzemeyeceğini, muhtemelen karşı tarafta müzakere edecek kimse kalmayacağını bildirdi.
Rusya bunu bir süredir yapıyor, NATO’ya üye devletler güçlerini birleştirdiğinde sonucu ne olursa olsun Rusya için bu yıkıcı bir savaş olacaktır. Rusya sermaye sınıfı bu durumda nükleer silah kullanacağını bir tehdit unsuru olarak bir süredir masaya koymuş durumda.
Bunu Sovyetler Birliği hiçbir zaman yapmamış, ilk nükleer silah kullanan ülke olmayacağını ilan etmişti. Bir şekilde barışı korumaya gerçekten bağlıydılar ve başka ülkelerdeki emekçi halka karşı bir cinayeti akıllarına hiç getirmediler.
Tekrar konuya dönelim. Rusya’nın taşıdığı yayılmacı eğilimler bir kenarda dursun Ukrayna savaşını kışkırtan şey Batı emperyalizmi tarafından Ukrayna’nın NATO’ya alınmak istenmesi olmuştu. Eğer Ukrayna NATO’ya girseydi, Rusya’nın böğrüne yerleşen NATO Rusya’nın bütün güvenlik anlayışını yok edecekti.
Özellikle Rusya’yı kışkırtan Batı emperyalizmi, Ukrayna’yı ve Belarus gibi diğerlerini aralarında paylaşmanın ötesinde Rusya’yı Çin’in yanında savaşamayacak kadar tüketmeyi amaçlıyordu. Ukrayna’ya savaş boyunca kendi cephaneliklerini boşaltacak şekilde silah yolladılar, Ukrayna Genel Kurmayı NATO subayları tarafından yönlendirildi, eğitildi, paralı asker temin ettiler, istihbarat sağladılar… 
Ama şimdi NATO Karadeniz’de ticari gemileri ahlaksızca vururken adeta doğrudan Rusya’ya savaş açıyor.
Ve Avrupa savaşa hazırlanıyor. Medya Avrupa’nın 2029’a kadar bir savaş için hazırlandığı ile yıkılıyor.
Başta Almanya olmak üzere, Fransa, Hollanda, Polonya, Belçika hızla ekonomilerini, sosyal yapılarını ve bütün ideolojik araçlarını askerileştiriyor. 
Almanya’da kabul edilen askerlik yasası ordu mevcudunu 80 binden 260 bine çıkarmayı hedefliyor. Bu ülkeler zorunlu askerliği geri getirmeyi amaçlıyorlar. Bu ülkelerin içinde en radikal savaş yanlısı Polonya sermaye sınıfı orduyu 300 bin kişiye taşımayı hedeflerken 14-16 yaş grubundaki çocuklara haftada bir saat silah kullanma eğitimi veriyor.
2025’te NATO zirvesinde üyelerin ulusal gelirlerinin %5’ini silahlanmaya ayırması kararlaştırılmıştı. Fransa Genel Kurmay Başkanı geçen ay “evlatlarımızı kaybetmeyi göze alma hazırlığını yeniden kazanmalıyız” dedi.
Hitler’in zamanında Almanya’da otobanların savaş uçakları kullanabilsin diye tasarlandığı bilinir. Şimdi bütün Avrupa’nın altyapısını, otoyollar, limanlar, nehirler, enerji tesislerini savaşa hazırlık mantığıyla yeniden ele alıyorlar. Almanya’da sızan OPLAN DEU Planı 2029’a kadar 800 bin askerin doğuya doğru sevk edilmesi için kapsamlı bir çalışmayı yansıtıyor.
1756-1763 yılları arasındaki Yedi Yıl Savaşı İngiltere ve Fransa arasında sömürgelerin yeniden paylaşımına dayandığı için ilk dünya çapında paylaşım savaşıydı. Birinci Dünya Savaşı Avrupa devletlerinde tekelci sermaye iktidarlarının rekabeti yüzünden çıktı ve milyonlarca emekçinin kendine ait olmayan bir savaşta ölmesine neden oldu. İkincisi emperyalist rekabetin yanı sıra Sovyetler Birliği’ni haritadan silmeyi amaçlamıştı.
Şimdi neden tarih tekerrür ediyor ve Avrupa sermayesi milyonları katletmek için savaşa hazırlanıyor?
Bir kere başta Avrupa Birliği’nin motoru Almanya’da olmak üzere Avrupa’da sermaye düzeni geriliyor. Ekonomik hegemonya alanlarını ve pazarlarını kaybediyorlar, ucuz hammaddeye ulaşım olanakları kısıtlanıyor, ihracat gelirleri azalıyor. Tablo 1’de Almanya’nın büyüme ve işsizlik oranlarına bakabilirsiniz. Bu sarmaldan çıkmak için savaşa gereksinimleri var. Savaş ekonomisinin sanayiyi canlandıracağını umuyorlar.

Tablo 1: Almanya’nın 2021 ve 2025 arasında yıllık büyüme ve işsizlik oranları

Tabloda Almanya’nın son üç yıldır büyüme oranlarının sıfıra yakın seyrettiği izleniyor. İşsizlik oranı ise 2025’te aniden katlanıyor.

İşsiz kitleleri askere alarak onları kendi kirli çıkarları için istihdam etmeyi planlıyorlar.

Ama en önemlisi bu devletlerin emperyalist dünyadaki payları giderek küçüldü, bu şekilde düzeni sürdüremeyeceklerini biliyorlar. Asya’nın doğusundaki sermaye birikimi ve teknoloji gelişimi ile başa çıkamıyorlar, burada şansları kalmadı. Latin Amerika’yı ABD tekrar arka bahçesi ilan etti, burada da yerleri yok.

Avrupa sermayesine Orta Avrupa, Kafkasya ve Afrika kalıyor ve her üçünde de karşısına Rusya çıkıyor. Afrika’da esas hegemonya kurma unsurunun Çin’in sermaye ihracatı olduğunu görüyoruz. Ancak Rusya burada da askeri gücü ve operasyonları ile hegemonya değişiminde önemli bir rol oynuyor.

Trump’ın “Barış Planıyla” Ukrayna’nın kendileri dışlanarak ABD ve Rusya arasında pay edilmesini de sindiremiyorlar içlerine.

Bu nedenlerle Avrupa sermaye iktidarlarının Ukrayna’daki vekâlet savaşıyla diz çöktüremediği Rusya’ya karşı topyekûn bir savaşa hazırlandığı anlaşılıyor. ABD’nin bu savaştaki rolünü başka bir yazıda ele alalım.

Gelelim tarihin nasıl tekerrür etmeyeceğine.

Bir kere Avrupa halkları artık köylülük tarafından değil kentli işçi sınıfı tarafından belirleniyor ve bu kesim çoğunlukla savaşa karşı bulunuyor.

Tablo 1’de Almanya’daki işsizlik oranının nasıl fırladığını fark etmişsinizdir. Alman sanayisi içinde bulunduğu kriz nedeniyle büyük bir yapısal dönüşümün içinde bulunuyor ve bütün şirketler hızla işçi çıkartıyorlar.

Hem insanları işsiz ve yoksul bırakacaksın hem onları kendilerine ait olmayan bir savaşa sürükleyeceksin.

Yok öyle yağma!

Tarihin tekerrürünü önleyecek tek sınıf olarak işçi sınıfının örgütlülüğü, siyasi bilinci, sermayeden bağımsızlaşması büyük önem kazanıyor.

Bu savaşı önleyecek veya önleyemezse sermayeyi iktidardan indirerek cezalandıracak bir sınıf hareketinden bahsediyoruz.

Şimdi 8 sene önce savaşın çıkacağına inanmayan bazı okurlar Avrupa’nın tekrar bir devrim kuşağına dönebileceğine de inanmayacaktır.

Yaşayıp görelim o zaman.

Ama yaşanacakları Türkiye’de sınıfın seyredeceğini kimse beklemesin!

/././

soL



Öne Çıkan Yayın

2026 bütçe görüşmeleri - Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz: İyi ki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi var, iyi ki Recep Tayyip Erdoğan var-T24-

"Türkiye 23 yılda 5,4 büyümüş. Dünya ortalamasından her yıl 1,9 puan daha fazla büyümüş. Bu başarı değilse nedir, performans değilse pe...