Soygunun boyutu çok daha büyük + Torlak hakkında çarpıcı iddialar + Mağdur ama ihalede kârlı -BİRGÜN-

Soygunun boyutu çok daha büyük -İsmail Arı- 

Yunus Emre Vakfı soygununun faturası büyüyor. Müfettişler incelemelerine devam etti ve soygunun boyutunun 630 milyon TL’yi aştığı belirlendi. 39 şirket mercek altına alınırken soygunun yurtdışı ayağı da en az 140 milyon TL.

Yunus Emre Vakfı soygununa dair yeni ayrıntılar açığa çıktı.

BirGün’ün 12 Aralık 2024'te 'Kamu vakfı naylon faturalarla soyulmuş" başlığı ile gündeme taşıdığı naylon fatura skandalına ilişkin müfettiş incelemeleri sürerken, vakfın kasasından çıkan paranın 630 milyon TL’yi aştığı belirlendi.

Vurgunun yalnızca Türkiye ile sınırlı olmadığı, yurtdışındaki temsilcilikler üzerinden de yüz milyonlarca liralık kamu zararına yol açıldığı ortaya çıktı.

Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişleri, soygunun belgelerini BirGün’ün haberinden yaklaşık 10 gün sonra, 23 Aralık 2024’te Cumhuriyet Başsavcılığı’na teslim etti. 2 Ocak 2025’te ise polis operasyonuyla birçok isim gözaltına alınıp tutuklandı. 23 kişi hakkında “hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma” ve “suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama” suçlarından iddianame düzenlendi.

Yunus Emre Vakfı soygununa dair iki ayrı davayla yargılamalar başlasa da bu süreçte müfettişler araştırmalarına devam etti ve soygunun boyutunun çok daha büyük olduğu belirlendi.

VURGUNUN BOYUTU 630 MİLYON LİRA

Müfettişler, 8 Ekim 2025 tarihinde Yunus Emre Vakfı’ndaki soygunun faturasını 630 milyon 145 bin TL olarak belirledi. BirGün’ün ulaştığı belgelerde, “Önceki Yunus Emre Vakfı Başkanı dahil olmak üzere, sekiz vakıf çalışanı ile vakfa toplamda 381 milyon 243 bin TL tutarında fatura kesen 33 firma hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulduğu” belirtildi.

39 ŞİRKET MERCEK ALTINA ALINDI

Ayrıca Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı’nın birçok firmaya yönelik incelemesinin devam ettiği ve bu süreçte suç duyurusunda bulunulan firma sayısının 39’a yükseldiği ifade edildi.

SOYGUNUN BİR DE YURTDIŞI AYAĞI VAR

Yunus Emre Vakfı’nın yurtdışı inşaat işleri de araştırıldı. 24 Ocak 2025 tarihli araştırma raporunda, Yunus Emre Vakfı’nın Macaristan-Budapeşte, Almanya-Frankfurt, Polonya-Varşova ve Irak-Bağdat temsilcilik binaları hakkında tadilat, bakım, onarım ve benzeri işlemlerde usulsüzlük yapıldığı ve sadece dört ülkede 140 milyon 502 bin TL’lik zarara imza atıldığı ifade edildi.

BİRÇOK İSİM YARGILANMADI

Öte yandan savcılığın “uydurma ve kurgu” olarak nitelendirdiği faturalara vakfın kasasından ödeme yapılmasına izin verilen belgelerde ve ödeme emirlerinde imzaları bulunan birçok isim yargılanmıyor.

Skandalın patlak vermesinin ardından Yunus Emre Vakfı’na bağlı Yunus Emre Enstitüsü’nün Başkan Yardımcılığı görevinden istifa eden Aile Bakanı Mahinur Göktaş’ın eşi Rahmi Göktaş ile MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın oğlu Abdullah Kutalmış Yalçın da yargılanmayanların arasında yer alıyor. İki ismin de ifadeleri alınmadı ve isimleri iddianameye yazılmadı.

Vakfın karar defterinde imzası yer alan vakfın önceki başkanı Şeref Ateş tutuklansa da imzaları yer alan şu isimlerin de yargılanmadığı biliniyor:

• Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanı Abdullah Eren

• Kırıkkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Karadoğan

• Dışişleri Bakanlığı Yurtdışı Tanıtım ve Kültür İşleri Genel Müdürü Ayda Ünlü

• Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hikmet Yaman

• Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanı Serkan Kayalar

Torlak hakkında çarpıcı iddialar -İsmail Arı- 

Sabah gazetesinin Mehmet Akif Ersoy ile ilgili haberinden sonra İletişim Başkanlığı’ndaki görevinden istifa eden Furkan Torlak’ın, “İstediği ismin kapsamlı kişisel verilerine ulaştığı ve hakime talimat verdiği” iddia edilmiş.

Uyuşturucu soruşturmasında tutuklanan Habertürk'ün eski Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Akif Ersoy'la ilgili yandaş Sabah gazetesinde dün yayımlanan bir haberde adı geçen Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi Koordinatörü Furkan Torlak’ın istifa etmesi gündem oldu.

Sosyal medya hesabından açıklama yapan Torlak, “Devletin ve kurumlarının itibarı, şahısların itibarından üstündür. Bu nedenle görev yaptığım kurumun yıpranmaması adına yürütmekte olduğum görevden istifa etme kararı almış bulunuyorum" dedi.

TURİZM BAKANLIĞI’NDAKİ GÖREVİ…

Ancak daha önce Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda görev yaptığı öğrenilen Furkan Torlak ile ilgili dikkati çeken bir iddia daha var.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olan ve 1992 yılında tatil bölgelerindeki plajları işletmek için kurulan Turaş Turizm ve Ticaret Anonim Şirketi’nin genel müdürlüğüne 5 Ağustos 2022 tarihinde Tayhan Şimşek isimli bir bürokrat atandı.

Şimşek göreve başladıktan kısa bir süre sonra hem şirketi hem de plajlardaki işletmeleri incelemeye alıp rapor hazırladı. Bakanlığa sunduğu raporda, bankamatik personellerinden devletin çalınan paralarına kadar devletin nasıl soyulduğu gözler önüne serdi.

Raporundan ardından baskı gören Şimşek, sadece 5 ay bu görevde kalabildi ve 24 Aralık 2022 tarihinde istifa ederek görevinden ayrıldı.

BÜROKRAT BİLE İSYAN ETMİŞ

BirGün’ün ulaştığı 2022 tarihli raporda, Furkan Torlak’ın da adı geçiyor. Torlak’ın Bakanlık’a bağlı Turaş Şirketi’nin işleyişine müdahale ettiği, ayrıca bazı isimlerin de kişisel verilerine bir telefon ile ulaştığı ifade ediliyor. Hatta raporda, Torlak’ın ‘Hakime talimat verdiği’ de vurgulanarak şu ifadelere yer verildi:

“Furkan Torlak isimli şahsı şirkete kim görevlendirilmiştir? Şahsın geçmişi belli iken kişilerin kişisel verilerine bir telefon ile ulaşan ve hakime talimat veren bu şahıs kimdir? Bu şahıs bakan müşaviriyim diyerek ortada gezmektedir…”

BU VERİLERE NASIL ULAŞTI?

İddiaya göre Torlak, Bakanlık’ın Turaş şirketinde çalışanlarla işe alınacak isimlerin ve hatta ailelerinin detaylı kişisel verilerine erişebiliyordu.

Mağdur ama ihalede kârlı -Mustafa Bildircin- 

‘Kent suçu’ olarak tanımlanan Merkez Ankara Projesi ile anılan Pasifik Holding’in kârını yüzde 655 oranında artırdığı belirlendi. Şirketin sahibi ve AKP’li vekil Asuman Erdoğan’ın eşi olan Fatih Erdoğan, İBB iddianamesinde ‘mağdur’ olarak yer almıştı.

Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda belirlenen Türkiye’nin ekonomi politikası, milyonlarca haneyi yoksulluğa sürükledi.

İktidar çevresindeki bir avuç azınlık ise zenginliğine zenginlik kattı.

Türkiye’deki dev kamu ihaleleri ise “İktidara yakın şirketlere servet aktarma aracı” olarak kullanıldığı gerekçesiyle tartışmalara yol açtı.

AKP döneminde ismini duyuran şirketlerden biri de Pasifik Holding Anonim Şirketi oldu. AKP Ankara Milletvekili Asuman Erdoğan’ın eşi Fatih Erdoğan’a ait şirket, devletten aldığı arazi ve ihalelere adeta köşeyi döndü. Şirket, Ankara’nın göbeğine inşa edilen ve ‘kent suçu’ olarak tanımlanan Merkez Ankara Projesi’yle de tepkileri çekti.

YÜZDE 655’LİK ARTIŞ

Şirketin 2025’in Ocak-Eylül dönemine yönelik mali tabloları da “İhya oldular” tepkilerinin haklılığını gözler önüne serdi. Pasifik Holding Anonim Şirketi’nin Ocak-Eylül 2024 döneminde 451 milyon 745 bin TL olan net dönem kârının, Ocak-Eylül 2025 döneminde 3 milyar 411 milyon 719 bin TL’ye fırladığı öğrenildi. Şirketin 2025’in Ocak-Eylül dönemindeki net kârında, 2024 yılının aynı dönemine oranla yüzde 655’lik artış kaydedildi. Ankara Merkez Projesi inşaatında 15 Ağustos 2022’de şiddetli fırtına ve sağanakta perde kalıpların devrilmesi sonucu meydana gelen olayda iki mühendislik öğrencisi stajyer hayatını kaybetmiş, biri ağır yaralanmıştı.

***

‘UYGUN GÖRMEDİM AMA YAPTIM’

Pasifik Holding Yönetim Kurulu Başkanı Fatih Erdoğan, İBB’ye yönelik ‘yolsuzluk’ soruşturması kapsamındaki iddianamede ‘mağdur’ sıfatıyla yer alıyor. Erdoğan, etkin pişmanlıktan yararlanarak tahliye olan ASOY İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Adem Soytekin’in bekleyen projelerine ruhsat çıkması karşılığında bağış adı altında para istediğini öne sürdü. Erdoğan “Bu hususu hiçbir suretle uygun görmesem de kamu yararına bir bağış olması koşuluyla kabul etmek zorunda kaldım” dedi.

***

BİRGÜN

Birlik yoksa iktidar da yok + Solculuk meselesi -Cumhuriyet-

 

Birlik yoksa iktidar da yok -Ergin Yıldızoğlu- 

Sağ popülizm (yeni faşizm) dünyanın pek çok yerinde yükseliyor. 

İngiltere’de Reform, Fransa’da Ulusal Birlik, Almanya’da AfD kamuoyu yoklamalarına göre birinci parti. Muhafazakâr sağ bu gelişmeye uyum sağlayarak bu partilerin etrafında birleşmeye başlıyor. Sol ise bu yükselişe ayak uyduramadığı için direnemiyor. Bu durum ana akım yorumcularda bile kaygı yaratmaya başladı.

Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.

Sağ siyaset bu gerçeği içselleştirmiş durumda. Seçim dönemleri geldiğinde kişisel husumetler, fraksiyon çatışmaları, tarihsel hesaplaşmalar arka plana itiliyor; ulus, düzen, güvenlik, göçmen karşıtlığı gibi güçlü başlıklarda bir birlik görüntüsü oluşuyor. Sağ, seçmene basit bir proje sunuyor; tek bir yön gösteriyor.

Solun durumu çok farklı. Çevreciler, sendikacılar, sosyal demokratlar, sosyalistler, sol liberaller ve kimlik siyaseti hareketleri... Hepsi bir arada ama ortak bir hedefe doğru değil; birbirlerinin gölgesine basmamaya çalışarak yürüyorlar. Her grup kendi meselesini vazgeçilmez, ertelenemez, pazarlık edilemez bir öncelik olarak görüyor. Ötekinin tüm siyasi duruşunu, aradaki tek bir farka indirgeyerek ikna etmeye çalışmak yerine dışlıyor. Böylece, solun potansiyel enerjisi politik bir güce dönüşemiyor. Kritik anlarda bile sol, enerjisini dışarıdaki rakiplerine değil, kendi içindekilere yöneltmeyi tercih ediyor. Bertolt Brecht, “Radikallerin miğferlerinde hep delikler olur; bunların bazıları da gerçekten düşmanlar tarafından açılmıştır” demeyi severmiş. Gerçekten de sağda birleşmeyi kolaylaştıran pragmatizm, solda yerini “haklı çıkma”, birbirinin miğferinde delik açma arzusuna bırakıyor.

Bu durumun tarihsel bir arka planı da var. Soğuk Savaş döneminde egemen (Stalin, Troçki, Mao) bölünmeler, sosyal demokrasi ile komünizm arasındaki eski kavgalar, sendikal hareket içindeki kırılmalar... Bütün bu bagaj bugün hâlâ solun zihninde yer tutuyor, işbirliğini neredeyse duygusal bir meseleye dönüştürüyor. Birçok solcu için başka bir sol fraksiyonla yan yana gelmek, geçmişte yaşanmış bir ihanetin üstünü örtmek gibi algılanıyor.

Dijital çağ ise sağ ve sol tutumlar arasındaki bu asimetriyi daha görünür, daha sert hale getiriyor. Algoritmalar kısa, basit ve duygusal mesajları, karşıtlıkları ödüllendiriyor.

Sağ, bu yeni ekosisteme “ulus”, “düzen”, “güvenlik” gibi tek kelimelik manşetlerle kolayca uyum sağlıyor. Solun elinde ise birbirinden değerli ama birbiriyle sürekli yarış halinde olan taleplerden oluşan uzun bir liste var: iklim adaleti, sınıf mücadelesi, sosyal devlet, ırkçılık karşıtlığı, cinsiyet eşitliği... Bu çoğulculuk demokratik bir zenginlik elbette ama aynı zamanda anlatıyı bulandırıyor. Solun “hikâyesi” bir türlü netleşemiyor.

Dahası, kamuoyu araştırmaları ilerici kesimin aslında işbirliğini desteklediğini gösteriyor. Yani sorun halkta, işçi sınıfında değil; sorun, onları temsil ettiğini iddia eden aktörlerde. Parti bürokrasileri ve liderlik kadroları çoğu kez geniş toplumsal taleplerden çok kendi örgütsel çıkarlarını önceleyebiliyor. Her fraksiyon kendi logosunu, kendi tabanını ve kendi haklılığını korumaya çalışırken iktidar olasılığı hızla zayıflıyor.

Sınıfların etkilerini de unutmamak gerekiyor. Sağın liderleri birleşemezlerse, iktidara gelemezlerse egemen sınıf tarafından cezalandırılıyorlar: Siyaset dışına itilerek unutuluyorlar. Sol liderliklerin sınıfla ilişkileri çok zayıf. Tüm başarısızlıklarına karşın yerlerini korumaya devam edebiliyorlar.

Sağ, azınlık desteğini tek bir blokta birleştirdiği için çoğunluk iktidarına ulaşabiliyor. Sol ise geniş toplumsal desteğe karşın parçalı kaldığı için muhalefette sıkışıp kalıyor. Sağ, “İktidarı istiyoruz ve bunun için yan yana duracağız” demeyi biliyor. Solun hâlâ şu temel soruya net bir yanıt vermesi gerekiyor: Haklı çıkmak mı istiyoruz, yoksa iktidar olmak mı? Biri şöyle diyordu: “Sevgi evinde sevgi yok, huzurevinde huzur yok, adalet sarayında adalet yok”, ekleyelim: Çoğunluğun masasında et yok, genç nüfusun yarısına iş yok, en önemlisi birlik yoksa bu durumu değiştirecek iktidar da yok!

/././

Solculuk meselesi -Mehmet Ali Güller- 

13 yıl boyunca Kılıçdaroğlu’nu, Erdoğan’la dincilikte ve sağcılıkta yarışmaya çalıştığı için eleştirdim. Türban ve laiklik açıklamalarından  Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstermesine kadar tüm hataları,  Erdoğan’la Erdoğan’ın kulvarında yarışmaya çalışmasındandı.

Özel-İmamoğlu ikilisi de Erdoğan’la Atlantikçilikte yarışmaya çalışıyor. Halbuki orası da Erdoğan’ın kulvarı. Şimdi de ikiliyi “Erdoğan’la Atlantikçilikte yarışamazsınız” diye ve dahası “ABD’ye Erdoğan’dan daha yararlı Atlantikçilik yapamazsınız” diye eleştiriyorum. 

ÖZEL-İMAMOĞLU’NUN ANA MESAJI 

Kimi CHP’liler, Özel-İmamoğlu’nun aslında “Biz AKP’den daha Atlantikçiyiz” mesajı vermediğini, benim ikilinin açıklamalarını bağlamından kopartarak yorumladığımı iddia ediyor. Bu köşeye açıklamaların bütününü sığdırmam elbette mümkün değil ama ikilinin CNN’den BBC’ye ve Foreign Affairs’e kadar tüm Batı mecralarına yaptığı açıklamaların toplamı, özetle “Biz AKP’den daha Atlantikçiyiz” mesajını içeriyor. 

Özgür Özel’in CNN’ye “Batı ile entegrasyonu ve NATO ile güçlü bir ittifakı biz destekliyoruz ama iktidar bunun önünde bir engel” demesi ve BBC’ye “İngiltere ve İşçi Partisi nasıl sessiz kalır? Terk edilmişlik hissediyoruz” sözleri ile İmamoğlu’nun Foreign Affairs’a yazdığı “Türkiye’yi ABD’nin öngörülebilir ortağı yapma vaadi” birbirinin bütünleyenleridir.  Bu açıklamalar yokmuş gibi davranmanın, bu açıklamaları “Aslında o anlama gelmiyor” diye bükmenin, CHP’ye bir yararı yok. 

CHP’NİN İKİ KODU

Kılıçdaroğlu Erdoğan’la dincilik-sağcılık kulvarında, Özel-İmamoğlu da Erdoğan’la Atlantikçilik kulvarında yarışamaz, kaybeder.

Peki hangi kulvarda kazanır? Aslında yanıtını dünkü pazar makalesinde, farklı bir amaçla da olsa Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum verdi. Oraya geleceğiz ama meramımı anlatabilmek için önce şu tarihsel gerçekleri anımsatmalıyım:

CHP, emperyalizme karşı mücadeleden doğan bir partidir ve kuruluş ana kodlarından ikisi, anti emperyalizm ve bağımsızlıkçılıktır. (Ki bu solculuktur.) CHP bu kodlarıyla seçim kazanan ama bu kodları aşındıkça seçim kaybeden bir partidir.

CHP 1946 sonrası Atlantikçi çizgiye girmeye başlayınca bu kodları zayıfladı ve 1950, 1954 ile 1957 seçimlerini kaybetti. CHP ancak 1961’de, o da sadece yüzde 2 farkla seçimi kazanabildi. Ama bunda etkili olan faktörler, DP’nin dış politikada Atlantikçiliği zirveye taşıması ve iç politikada ağır baskı rejimi kurması ve 27 Mayıs’tı. Nitekim CHP sonraki 1965 ve 1969 seçimlerini kaybetti. 

73-77 DERSLERİ 

Sonraki iki seçim, 1973 ve 1977 seçimleri derslerle doludur. CHP bu iki seçimi kazanabildi. Çünkü Türkiye’de bir halk hareketi yaşanıyordu, sosyalist sol güçlüydü. Öyle ki CHP de “ortanın solu” olmak durumunda kalmıştı. Kıbrıs Barış Harekâtı, ABD’yle ambargo restleşmeleri, ABD’yle üs ve afyon çarpışmaları, antiemperyalist zeminde CHP’ye iki kez seçim kazandırmıştı.  Sonrasında 1983, 1987, 1991, 1995 ve 1999 seçimlerini CHP kaybetti. 1999’da, 28 Şubat zemininde Ecevit’in DSP’si birinci parti oldu. AKP’li yıllarda ise CHP’nin kazanabildiği tek bir genel seçim yok.

Görüldüğü üzere CHP solculaştığında ve antiemperyalist tutum aldığında seçim kazanıyor, sağcılaştığında ve Atlantikçilik yaptığında seçim kaybediyor. 

UÇUM’UN MAKALESİ

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en etkili başdanışmanı Mehmet Uçum, bir süredir pazar makaleleri yazıyor. Bu haftaki konusu “sol”du. Makalenin, üstelik konumuzla da ilgili olan tuhaflığıyla başlayayım: Uçum, AKP’nin pek çok politikasını sol, Erdoğan’ı da solcu ilan ediyor! Solculuk bu kadar kaybettiren bir şey ise danışmanı neden Erdoğan’a solculuk yakıştırıyor? 

Uçum’un makalesinin biri geniş, diğeri dar iki anlamı var. 

Dar anlamı şu: Uçum solun öncelikle AKP-MHP-PKK açılımına, ardından da yeni anayasa sürecine destek vermesi gerektiğini savunuyor. Peki Saray neden solun açılıma desteğine ihtiyaç duyuyor? Solsuz açılım yürümüyor mu? Aslında Saray ve PKK, sosyalist soldan Kemalist ve ulusalcı CHP’ye kadar tüm siyasal ve toplumsal kesimleri sürece dahil etmek istiyor. Çünkü Saray biliyor ki bu kesimlerin rızasını almayan bir açılım meşru olamayacak.

Geniş anlamı ise şu: Uçum, kısa ekonomi politik analizinde kamuculuğun güçlenmesine, devletçilik ve planlı ekonomi uygulayan ülkelerin büyümesine, sosyal devlet anlayışının yükselmesine ve demokrasinin önemine işaret ediyor. Bunlar sol siyasetin içindedir.

Tüm CHP’lilerin üzerinde düşünmesi gereken şudur: “Erdoğan’ın bile solculuk yaptığı” iddia edilirken CHP’nin hâlâ Atlantikçilik mesajları vermesi, iki kere yanlıştır. Bu yanlıştan dönmemek, CHP’nin AKP’yi yenme fırsatını tepmesine neden olabilir.

/././

Cumhuriyet


soL "Köşebaşı + Gündem" -14 Aralık 2025-

 


'Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak'-Tunç Tatoğlu-

Sevgi Soysal’ın yazdıklarında her zaman çok şey bulabilirsiniz, bir tek şey bulamazsınız, umutsuzluk. Hapishanede, gözaltında, yaşamın tüm güçlükleri karşısında size her zaman gülümseyen Sevgi Soysal satır aralarında kolunuza girer, gözyaşınızı siler, ayağa kalkar yürürsünüz.

İyi bir insan bakıyor kitabın kapağından. Hafif gülümseyerek gözünün içine. Bülent Erkmen herhalde daha fazla bir şeye ihtiyaç yok diye düşünüp Sevgi Soysal’ın okuyucuya bakan, Adnan Kazmaoğlu’nun çektiği bu fotoğrafını koymuş kapağa, aslında bütün kitaplarının kapağına.

Sevgi Soysal bize bakıyor. Kırk yıllık ömrüne sığdırdığı birçok yazı, öykü ve romanlarıyla. 22 Kasım ölüm yıldönümüydü, aklımdaydı, görece az bilinen “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” anı kitabını, iyiliğin ve samimiyetin ne demek olduğunu hatırlatmak istedim.

Sevgi Soysal’ın yazdıklarında her zaman çok şey bulabilirsiniz, bir tek şey bulamazsınız, umutsuzluk. Hapishanede, gözaltında, yaşamın tüm güçlükleri karşısında size her zaman gülümseyen Sevgi Soysal satır aralarında kolunuza girer, gözyaşınızı siler, ayağa kalkar yürürsünüz. 

“Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” bir gözaltı merkezi, yani tutukevi değil. Mahkum olana kadar “buyur edilen”  yer. Bir hayvan barınağından bozma bir yer. Demir kapılı, dikenli teller ve tomsonların gölgesinde, penceresinden görünen Kazıkiçi evleri ile kadın mahkumlar için uydurulmuş bir “buyursunlar” evi.

Çok odası yok. Adi mahkumlar ve siyasi mahkumlar olmak üzere iki odaya ayrılmış, ki daha sonraları bu ayrım da ortadan kalkmış. Behice Boran, Oya Baydar, Sevim Onursal gibi insanların mahkeme öncesi bekleme mekanları. Kışları soğuk, yıkanacak sıcak suyun seyrek ve kısıtlı olduğunu, sıkça tıkanan bir tuvalet ile baş etmeye çalıştıklarını, giysilerin ve her şeyin yatılan yerde bir şekilde istiflendiğini söylemek gereksiz belki de.

12 Mart Faşizminin önce hafif yumuşak sonra gittikçe sertleşen yüzüyle ve kurallarıyla mücadele eden devrimci kadınlar. İdare giderek öyle sıkışıyor ki sonunda tutuklu er diye bir statü uydurup herkesi askeri disiplin ile yönetmeye çalışıyorlar.

1970’ler, devrimci demokrasi içinde ordu ve cephe tartışmalarının, “Şafakçılar”ın sol içinde kendine yer edinmeye çalıştığı, TİP içindeki çalkantıların ve TKP’nin atılım hazırlığının yapıldığı bir dönem. Mahir’lerin peşine düşülmüş, Deniz’ler asılmaya çalışılıyor ve bütün bilinen Ankara evleri karakola çevrilmiş durumda. Devrimcileri saklayan “otelciler”, sevgilisi/kocası Mahir’ler ile saklanan kadınlar, Deniz’in yoldaşları, hepsi tek tek “Yıldırım Bölge Kadın Koğuşu”na getiriliyor. Dışarıdan zor haber alınıyor, bazı kadın gardiyanlar Mamak’tan haber taşıyor ve radyo haberleri dikkatle izleniyor.

Bu büyük gerginliğin ortasında neşelerini ve umutlarını kaybetmeyen devrimciler. Örgü örenlere “İllegal Şiş Örgütü”, erkek mahkum Abdullah’a mektup yazanlara “Abdullah Örgütü”, aralarına karışan hayat kadınlarına DEV-OS adını verecek kadar matraklar. 

Türküler de her siyasetin kendi yaşı ve kültürüyle söyleniyor. Gençler “Odam kireçtir benim”, Behice Hanım ranzasının üzerinde oturup “Jandarma biz sosyalistiz” türküsünü söylüyor. Ve tabii ki faşizmin zindanlarının vazgeçilmez tartışması “Açlık Grevi”. O dönemin alışkanlığıyla forum yapılıyor, tartışılıyor uzun uzun sonunda yapılan oylamayla vazgeçiliyor. Benzer pasifist, küçük burjuva vs. yaftaları da eksik olmuyor bu tartışmalarda.

Görüş günleri ve mahkemelerin hengamesi başka oluyor. Bugünler için saklanan bluz ve etekler giyiliyor ve saçlar yapılıyor. Tek kaygıları var dışarıda olanlara “ne kadar iyi ve moralli” olduklarını göstermek.

İçeride sadece örgütlü insanlar yok. Öğrencilerini korumak için sıkıyönetimi arayan bir müdire de var. İçerideki hava onu da içine katıyor, bunca yıllık memuriyetini kaybetmenin derdiyle kavrulmuyor, gelen genç stajyer öğretmenler ile ilgileniyor, nöbetini tutuyor. Kendi tabirleri sosyalist sistemin bir parçası oluyor.

Sonra… sonra önce Mahir’ler katlediliyor sonra da Deniz’ler. Büyük bir acı, büyük bir kavrulma. Sıkıyönetimin bilerek ölüm haberlerinin manşette olduğu gazeteleri koğuşlara dağıtmaları karşısında kimse acısını göstermiyor. Yaslarını tutuyorlar, eğilmiyorlar.

Bitlenmemek için iki askerin nezaretinde  saçlarını kesme operasyonunda düzenledikleri moral gecesine, oraletin içine iki damla kolonya damlatıp yaptıkları kokteyle kadar her daim neşelerini koruyorlar. Sıkıyönetimin hizaya sokmaya çalıştığı bu direngen kadınlar her seferinde kendilerince bir yol buluyorlar onurlarını korumak için.

Neyi yazayım da anlatayım bu iyi insanlığı diye debeleniyorum. Şunu da anlatayım, bunu da atlamayayım derken kendimi kaptırmışım. Sevgi Soysal, Edip Cansever’in dizeleriyle bitirmiş kitabı;

“Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki,
Ve her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki.”

Görsel: Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Sevgi Soysal, 220 sf., İletişim Yayınları, 1976(Bilgi Yayınevi'nde İlk basım).

/././

 Sol ve Kemalizm -Aydemir Güler- 

Türkiye bir Kemalist rönesansın sahnesidir. Konumuz ise sol ve Kemalizmin nasıl ilişkileneceğidir. Solun tarihindeki bazı yaklaşımların reddedilmesi, bazılarının da güncellenmesi gerekiyor.

AKP’nin adım adım iktidarını sağlamlaştırması, Kemalizmin devletten tasfiyesi anlamına geliyordu. Cumhuriyet Devrimi’nin altının oyulması çok daha uzun bir zamana yayılmıştı, ama bu kez iş farklıydı… Değişimin sonuçlarından bir tanesi de, bir “halk Kemalizminin” yükselişi oldu. 

Bu bir rönesans, ama bir “hareket” değil. Ortada sınır çizgileri belirgin, sistematik ve bütünlüklü bir düşünce ve eylem değil, çok geniş bir ideolojik, siyasi ve pratik alana yayılan bir “devinim” var. Özellikle 19 Mart sonrasında ve gençlik kitleleri içinde son derece hız ve yaygınlık kazanan bu devinim zaman içinde durulacak ve Kemalizm güncellenmiş olacaktır. 

Tam da bu momentte Kemalizm ile solun geçmiş ilişkilerine göz atmak zihin açıklığı sağlayabilir.

Bizim geleneğimizde Yalçın Küçük’ün önemli yeri vardır. Yalçın Hoca, Türkiye Üzerine Tezler 1 ve 2’de Türkiye Marksizminin Kemalizmle temas yüzeyine yeni bir yorum getirmeyi denemişti. Sayfa boş değildi… 
TKP 1920’deki kuruluşunda Milli Mücadele ile aynı safta durur, bununla beraber daha ileriye baktığını ilan eder. Kemalist iktidarın solunda bir harekete alan tanımayı reddetmesi, komünistleri cumhuriyetçi bir kimlik edinmekten alıkoymadı. Ancak 1970’lerin sonlarında yani Tezler 1-2’nin kaleme alındığı yıllarda bir “güncelleme” ihtiyacı kendisini hissettiriyordu. 

Bu gereklilik arada yapılan bir dizi müdahaleyle bağlantılı olarak ortaya çıktı.

İlki, 1960’ların yeni olgusu “devrimci demokrasi” idi. Doğan Avcıoğlu komünizmin dışından, Mihri Belli içinden, Kemalizmi devrimci bir kalkışma için yeterli gören bir çerçeve çizdiler. Her ikisi Atatürk’ün pratiğine ve mirasına sol bir yorum getiriyorlardı. Dolayısıyla yaklaşımları orijinal Kemalizmi geliştirme ve aşma çabasını içeriyordu. Ama yine de, devrimci demokrasinin ve Milli Demokratik Devrim (MDD) tezinin genel olarak salgıladığı mesaj, bir “Kemalist restorasyon” tınısı bırakmıştır. Belirleyici rolün “asker-sivil aydın zümreye” atfedilmesi, yepyeni bir geleceğin inşasından ziyade “devrimci geçmişe” geri dönüşü çağrıştırıyordu.  

İkinci etken, en fazla İdris Küçükömer ile Kemal Tahir’in isimlerinin anılmayı hak ettiği, ama solun karizmatik lideri olarak öne çıkan Mehmet Ali Aybar’ın esinlenmesiyle önemi artan tam tersi bir yönelişti. Burada Osmanlı modernleşme reformlarından Cumhuriyet devrimine kadar ilerici tarih algısı ters yüz edilip “tepeden inmecilikle” mahkûm ediliyordu: Kemalist restorasyon halkın dışlanmasından başka anlama gelemezdi… Sınıf kavramının kovulduğu bu tablo, birinci TİP’in son dönemecinde Aybar tarafından düz bir popülizme dönüştürülmüştür.

Behice Boran ve arkadaşlarının geliştirdiği sosyalist devrim teziyse solun geleneksel konumlanışında bir güncellemedir. Cumhuriyet devrimine sahip çıkmaya devam ediliyordu, ama ilk kez işçi sınıfının öncü rolünü ve hedeflenen devrimin sosyalist karakteri belirginleştiriliyordu. Kemalizm yeniden ihya edilecek bir yapı değildi; Cumhuriyetin sahiplenilerek aşılması gerekiyordu. Sosyalist devrimle…

Bu üçüncü müdahale Kemalizmin sınıf karakterine “burjuva”, politik karakterine ise “devrimci” deme cüretini içermiştir.

Lakin “ikinci kuşak devrimci demokrasi” veya devrimci gençlik kopuşu ne MDD restorasyonculuğa sığacaktı, ne de bu dengeli Marksist formülasyonu kavrama yeteneği gösterecekti. Bu dördüncü etkenin büyük kısmı sonradan “geriye bakarak”, retrospektif olarak yapılandırılmıştır. TKP’nin, Avcıoğlu’nun, Belli’nin toptan Kemalistliğe havale edildiği abartılı radikal bir tarih yazılacaktı. Bu yöndeki belirtiler Mahir Çayan’da elbette vardı; hatta İbrahim Kaypakkaya Cumhuriyeti faşizmle özdeşleştirmeye kadar gitmiştir… Ama 1970’lerde kitleselleşen “hareket geleneği”nin solun Kemalizmle “uzlaştığı” bir dönemi toptan kapattığı iddiası temelsizdir.  

Özetlemek her zaman sorunlu bir iştir. Ama teşbihte hata olmaz diye söze girersek; MDD’ciliğin Kemalizme, Tahirciliğin anti-kemalizme büktüğü çubuğu, Borancılar ve genç devrimci demokratlar düzeltmeye çalıştılar. Konumlanışları farklıydı. Boran’ın artık genel başkanı olduğu birinci TİP, 1970’de sol-kemalist bir darbenin başarısızlığa mahkûm olduğunu anlatırken kamuoyunu faşizm tehlikesine karşı uyarıyordu. O sırada gençlerin en az bir gözü Kemalist subayların ne yapacağındaydı…

1970’lerde sosyalist devrimci TİP pratikte etkisizdir. 

Sahada güçlenen TKP, yenilenmesi mutlaka gereken tarihsel pozisyonlara geri dönmüş, bunun karşılığında teoride önemsizleşmiştir. 

Sol Kemalizmin 1970’lerde varlığını sürdürebilmesi, 12 Mart faşizmiyle hesaplaşma koşuluna sıkı sıkıya bağlıydı. Bu olmayınca sahneden çekildi. 

“Hareket geleneği” skolastik tartışmalar girdabında teorisizleşiyordu. 

Maocu kollarsa, birkaç yıl önce Çin Kültür Devrimi radikalizminden beslenirken, giderek Pekin’in ABD ittifakına girişini açıklama yüküyle baş başa kaldılar.

Yalçın Küçük işte bu koşullarda, sosyalist devrim tezini temellendirmek üzere –Lenin’den devralarak çok sevdiği tabirle- “çubuğu bükmeye” başladı. 

1960’larda devletin içinden yükselen bir dinamik Kemalist rönesansı belirlemişti. Ama artık, başta Ordu olmak üzere bu alan kurtuluş değil huzur ve nizam vaat eden sağın hegemonyası altındaydı; Atatürk referansıyla konuşmaya devam etse de… Bu koşullarda burjuva devrimini sürdürme veya canlandırma iddiası çökmüştü. 

Sol bu tablonun altında kalmayacaksa, sahne işçi sınıfına hazırlanmalı, devrimin sosyalist karakterinin altı çizilmeliydi. En azından o dönem, burjuva devriminin değerini tartmaktan bir verim alınamazdı. İleriye doğru büyük bir sıçrama gerekiyordu. Gündem kopuş olmalıydı. Türkiye Üzerine Tezler 1 ve 2, 1970’lerin günbatımında bir devrimci sıçramanın yakın tarihimizden türetilmiş olanaklarına ışık tutma denemesidir. Sol ilginç bir vurdumduymazlıkla kendini tekrar ederken, solun araması gereken “süreklilik” olamazdı. Tezler’in özü ve özeti, Kemalizmin, sınıf karakteri gereği ileri gitmeye, devrime yetmeyeceğidir. Sosyalist bir iktidar perspektifine giden patika buradan geçiyordu. 

Sonrası 24 Ocak, sonrası 12 Eylül… Neo-liberal faşizm, Kemalisti oynamaktan sıkıldığını hiç saklamadı. Karşıdevrimci değişim çok uzun zamana, kabaca kırk yıla yayılacaktı. Sağ Kemalizm, Cumhuriyetin tasfiyesini düzenin bekası adına seyretmeyi tercih etti. Bu yapılana, karşı-devrimin suç ortaklığı demek durumundayız. 

“Kopuşçu” Yalçın Küçük, daha 80’lerde solun gerisine düşemeyeceği çizginin Cumhuriyet Devrimi olduğunu söylerken yerden göğe haklıydı. Hoca, solun tam da bu yalın çizgi üstünden ayrışacağını tahmin etmiş olmalı. İlerleyen yıllarda her baktığı yerde sol Kemalist görmeye çalışması devrimci iyimserliğine verilmelidir. 

O gün için erken hatta hayalci olan, bugün gerçektir. Türkiye bir Kemalist rönesansın sahnesidir. Konumuz ise sol ve Kemalizmin nasıl ilişkileneceğidir. Solun tarihindeki bazı yaklaşımların reddedilmesi, bazılarının da güncellenmesi gerekiyor. Devam edeceğiz… 

/././

 Cumhuriyetçilerin birliği için kavramlar ailesi: Devrimcilik -Erhan Nalçacı- 

1923 Devrimini işaretleyelim şimdi demirin üzerinde. Sonra demir yolculuğuna bükülerek ve yükselerek devam etsin. Şimdi yüzyıl sonra 1923’ün tam hizasında daha yüksek bir noktayı işaretleyelim. İşte bu dönemin devrimcileriyiz. 

Cumhuriyetçilerin birliği süreci günümüzde Cumhuriyet’in kaybedilişine bir yanıt olarak gelişiyor.

Doğal olarak Cumhuriyet’in kaybından dolayı Türkiye sermaye sınıfını suçluyoruz. 

Cumhuriyet kurulurken milli bir burjuvazi yaratılması amaçlanmıştı. Bu sınıf yaratılmakla kalmadı, büyüdü, büyüdü ve açgözlülükle her şeyi yuttu. Ülkenin bütün zenginliklerini, fabrikalarını, madenlerini, limanlarını… Ülke uluslararası sermaye ile paylaşıldı, bir sömürü cenneti yaratıldı sermaye için.

Bu kadar büyük bir soyguna kılıf bulmak için halkın dini duygularının suistimal edilmesi laiklik ilkesinin ortadan kalkması ile sonlandı.

Halka ait bir şey kalmayınca halka sorulacak bir şey de kalmadı, bir sermaye diktatörlüğü rejimi kuruldu.
Buraya kadar tamam, ama Cumhuriyetin kaybedilmesinde Cumhuriyetçilerin hiç mi suçu yoktu?

Cumhuriyet devrimle kuruldu ancak devrimci olarak savunulabilirdi.

2007’ye gelindiğinde karşı-devrimcilerin niyetleri çoktan belli olmuştu.

Ancak Cumhuriyet eylemleri alev almasıyla söndü gitti.

Bu sönüşün nedenlerine bakmak zorundayız:

Bir kere, devrimci bir programları yoktu. Yıllarca sermaye sınıfıyla barışık olanlar esas karşı devrimci unsuru saptayamadılar. Cumhuriyet’in hangi sınıflara dayanarak kurtarılabileceğini kavrayamadılar.

İkincisi, yaşam tarzları devrimci bir atılıma uygun değildi.

Yıllarca topyekûn bir savaş görmemiş ülke, tüketime alıştırılmış “orta sınıflar”, çocuklarını beşeri sermaye olarak görme alışkanlığı, ülkenin devrimcilerini cellatların elinden almamayı kanıksama hali…

Bütün bu konformizm alanları devrimciliği öldürmüş gözüküyor.

Bugünlerde Cumhuriyetçilerin birliği sürecinde Mustafa Kemal Atatürk’ün adı bir bildiri ve konuşmada geçmiyorsa hemen rahatsızlık yükseliyor. 

Haklılar da, adı sıklıkla anılmalı örülen süreçte.

Ama haksızlar, çünkü bu rahatsızlığı dile getirenlerin çoğu devrimin ne olduğunu unutmuş haldeler.

19. yüzyılın başından 1923 Devrimine bu coğrafya çok devrimci yetiştirdi, çoğunun ismini bilmiyoruz. Bir kısmı tamamen unutuldu, bir kısmı daha ayrıntılı bir tarih çalışmasını hak ediyor.

Ama biz devrimciliğin ne olduğunu hatırlamak için Mustafa Kemal’in erken yaşamına bir kez bakalım. Mustafa Kemal’in yaşamı 1923 Devrimi’nin tesadüf olmadığını ve sürecin etliye sütlüye karışmayan iyi bir subayın önüne düşen bir fırsatı değerlendirmesinden çok farklı işlediğini gösteriyor.

Kısa yazı kısa araştırma demektir çoğu kez, muhakkak bu konu ayrıntılı ve titiz bir çalışmayı hak ediyor.

Mustafa Kemal’in, 20’li yaşlarında bugün birçok Cumhuriyetçinin çocuklarına yaptığı tavsiyelerin çok uzağında davrandığı anlaşılıyor. Daha Harbiye’de öğrenciyken arkadaşlarıyla Vatan adında gizli bir yayın çıkarmaktan yakalanıyorlar. Neyse ki hocaları da yurtsever insanlardır ve okuldan atılmaktan kurtuluyorlar.
Mezuniyetten sonra Vatan grubunun evleri Abdülhamit polisince basılıyor ve sorgulanıyorlar. Resmi tarih bu sorgu sürecini anlatmadığı için daha çok biz Mustafa’yı tarlada kargaları kovalarken biliyoruz. Muhtemelen Devlet Başkanı’nın poliste sorgulanmasını örnek bir şey olarak görmedi tarih yazıcıları.

Ama biz onunla ve arkadaşlarıyla gurur duyuyoruz. 

Bir şekilde affa uğrayan Mustafa Kemal 1905’te Şam’a subay olarak tayin oluyor.

Devrimcilik ise baştan gitmemiştir. Çünkü ülke emperyalizme iktisadi olarak bağlı ve yarı-sömürge olarak kabul edilen bir duruma düşmüştür. Hanedan bu durumu bir baskı rejimi ile sürdürebilmektedir. Yurtseverler söz söyleme, gazete çıkarma, örgütlenme haklarından tamamen yoksundur.

1906 yılında Şam’da Mustafa Kemal ve iki sürgündeki aydınla birlikte uzun tartışma ve okumalardan sonra Vatan ve Hürriyet Cemiyetini kurarlar. Dikkat edelim, Mustafa Kemal henüz 25 yaşındadır.

Bu dar hücre gizlilikle hareket eder, Yafa, Beyrut ve Kudüs ayakları kurulur örgütün. Gerçi bu Arap kentleri devrimci burjuva hareketlerine sahip de olsalar esas dinamik Balkanlar’da ama özellikle Selanik’tedir. Mustafa Kemal gizlilikle görev yerini terk edip Mısır ve Atina üzerinden Selanik’e geçer. 1906’da Vatan ve Hürriyet’in Selanik kolunu kurar. Ne de olsa memleketi, arkadaşları katılırlar örgüte. Toplantıda şunları söylediği yazılıyor:

Memlekete yabancı nüfuz ve hâkimiyeti kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her aşağılığı yapabilecek iğrenç bir şahsiyettir. Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan memlekette ölüm ve yok oluş vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına büyük vazifeler yüklüyor.

1907’de devrimci örgütler İttihat ve Terakki adı altında birleşirler. Mustafa Kemal de İttihat ve Terakki üyesi olur. Bu kısımlar daha çok araştırma gerektiriyor ancak İttihat ve Terakki’ye hâkim olan Enver Paşa ekibiyle görüş ayrılığı yaşadığı ve geri planda kaldığı düşünülüyor.

1908 Devriminden sonra İstanbul’da başlayan gerici 31 Mart Ayaklanmasını bastırmaya giden Hareket Ordusu’nun oluşturulmasında Mustafa Kemal’in sezgileri ve örgütçülüğünün önemli olduğu söyleniyor. Oysa günümüzde daha çok Hareket Ordusuna yaver olarak İttihat ve Terakki tarafından atandı diye düşünme eğilimindeyiz.

İttihat ve Terakki yönetimiyle görüş ayrılığı nedeniyle Mustafa Kemal’i daha çok cepheden cepheye koşan bir yurtsever ve yetenekli bir subay olarak görüyoruz. Bu bir şans aslında, her burjuva iktidarı gibi İttihat ve Terakki hızla kirleniyor ve yıpranıyor. 

İstanbul’un işgalinden sonra yeni bir devrimci sayfa açmak için ileri atılmasına olanak doğuyor. Gizliliği kaldırılan İngiliz İstihbaratı belgelerinden Mustafa Kemal ile ilgili özellikle bilgi toplandığı anlaşılıyor. İngiliz emperyalizminin alçak memurları Mustafa Kemal ve hareketinin “devrimci ve tehlikeli” olduğunu rapor ediyorlar. Karşıtlarının birleştirilmesi ve örgütlenmesi gerekir diye öneride bulunuyorlar.

Sonrasını biliyoruz, İngiliz işbirlikçisi Hanedan iktidardan indiriliyor. Siyasi devrim budur işte, sonra toplumsal devrimler geliyor.

Burjuva programının pekâlâ parçası olabilecek ABD Mandası ise reddediliyor. Bu da çok devrimci bir tavırdır.

Şimdi günümüze gelelim, Cumhuriyetçilik artık devrimciliktir.

Helezonu bilirsiniz. Yatak yayı olarak kullanılan kendi üzerinde kıvrılarak yükselen metal çubuğu kast ediyoruz. Onun başlangıcını tarihin eski dönemleri olarak ve sonra yükselişini tarihsel süreç olarak kabul edelim.

1923 Devrimini işaretleyelim şimdi demirin üzerinde. Sonra demir yolculuğuna bükülerek ve yükselerek devam etsin. Şimdi yüzyıl sonra 1923’ün tam hizasında daha yüksek bir noktayı işaretleyelim. İşte bu dönemin devrimcileriyiz. 

Sermaye sınıfından ve diktatörlüğünden kurtularak Cumhuriyeti kuracağız.

/././

Öne Çıkan Yayın

Soygunun boyutu çok daha büyük + Torlak hakkında çarpıcı iddialar + Mağdur ama ihalede kârlı -BİRGÜN-

Soygunun boyutu çok daha büyük -İsmail Arı-  Yunus Emre Vakfı soygununun faturası büyüyor. Müfettişler incelemelerine devam etti ve soygunun...