SÖZCÜ "Gündem" -20 Kasım 2025-

 Dev bir suç mahalli -Veli Toprak- 

CHP İstanbul Milletvekili Evrim Rızvanoğlu, İstanbul’un çete haritasını Bakan Yerlikaya’ya gösterip, megakentin koca bir suç mahalline dönüştüğünü söyledi.

Türkiye nüfusunun neredeyse 4’te 1’nin yaşadığı megakent İstanbul’un suç “Çete Haritası” hazırlandı. CHP İstanbul Milletvekili Evrim Rızvanoğlu haritayı TBMM’de İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya göstererek, “İstanbul suç mahalli oldu, güven değil, korku-cezasızlık-suç var’’ dedi.

HER YER ÇETE

Haritaya göre Sultangazi’de Arap Emrah ve Volkan Rençber, Bağcılar’da Çirkinler ve Ay, Yenibosna’da Daltonlar, Şirinevler’de Casperlar, Bahçelievler’de Redkitler, Beyoğlu’nda Barış Boyun ve Kağıthane’de Gündoğmuş ile Anucurlar çeteleri var. Rızvanoğlu “Dünyanın organize suç riskine sahip ilk 10 ülkesi arasındayız’’ dedi.

10’UNCU SIRADAYIZ

Rızvanoğlu, Cenevre merkezli hazırlanan 2025 Küresel Organize Suç Endeksine göre, 193 ülke arasında 10’uncu sırada olduğumuzu vurgulayarak şunları söyledi: “Dünyanın en yüksek organize suç riskine sahip 10 ülkesi arasındayız. Raporda ‘Organize suç ile devlet bağlantılı aktörler ve özellikle siyasi çevreler arasındaki yaygın ilişkiler hukukun uygulanmasını sınırlıyor. Kurumların organize suçla mücadele etmesini engelliyor’ deniliyor. Adaletin kimlere işleyip, kimlere işlemediğini gösteren bir röntgen çekiliyor. Devlet gücünü suça değil, sandığa yöneltiyor. Bu yöntem ne suçu bitirir ne de toplumu korur. Suç yapılarının cesaretlenmesi ve adaletin siyasal çıkar uğruna geri plana itilmesi asla kabul edilemez.”

Zembille mi geldiler!

İstanbul’un suç haritasını Bakan Yerlikaya’ya gösteren Rızvanoğlu, şunları söyledi: “İstanbul Valisi bu yılın ilk 10 ayında bin 600 kişiden oluşan 145 organize suç çetesinin çökertildiğini açıkladı. Bu çeteler nasıl oluyor da kolayca kuruluyor. Gökten zembille mi iniyorlar? İstanbul’un her köşesinde başka bir yasa dışı yapı var. Uyuşturucu, tefeci, kara para ağları, silahlı gruplar, hastane kurşunlamaya cesaret edecek hâle geldiler. Bunlar zembille mi geldiler."

Her sokakta bir çete var

Haritada gözükenler gayrimeşru alemde isim yapmış olanlar. Bir de bilinmeyenler var. Gece geç saatlerde sokak başlarını tutan irili ufaklı çeteler, haraç kesiyor, uyuşturucu satıyor ya da büyük çetelerin taşeronluğunu yapıyor. Yaşı 15 ile 18 arası değişen küçük gruplara parayla işyeri kurşunlatmadan, adam kaçırmaya hatta suikasta kadar pek çok suç işletiliyor. Çeteler çocukları suça çekiyor.

*** 

 AB fonları AKP’lileri besledi -Başak Kaya- 

Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi tarafından çeşitli projeler için hibe şeklinde yüz binlerce Euro’luk ödeme yapıldı. CHP Bartın Milletvekili Aysu Bankoğlu bu paraların yandaşlara gittiğini ortaya çıkardı.

AVRUPA Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi tarafından çeşitli projeler için hibe şeklinde on binlerce Euro’luk ödemeler yapıldı. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Türk grubu üyesi ve CHP Bartın Milletvekili Aysu Bankoğlu, bu paraların yandaşlara gittiğini ortaya çıkardı. Ödeme yapılan kuruluşlar atasında AKP’li eski bakan ve milletvekilleri de var.  Bankoğlu SÖZCÜ’ye yaptığı açıklamada “İktidar bu fonu arka bahçesine akıtıp, yandaşları beslemiş” dedi. AKP’li eski Tarım Bakanı Mehdi Eker, ‘Nehirleri Temizleme Aktivitesi’ projesi ile fondan para aldı. AKP Adıyaman eski Milletvekili Mahmut Göksu’ya ait Yeni Dünya Vakfı’na da ‘Küresel ısınmayı önleme’ projesi için 1.5 milyon TL ödendi. 

‘ADRESE TESLİM’

AKP İstanbul yöneticilerine ait Takiyyüddin Derneği ‘Mürekkep yapımı ve parfüm üretimi atölyesi kurmak’ için 50 bin Euro hibe aldı. Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı’na (TÜRGEV) 612 bin, Türkiye Gençlik Vakfı’na (TÜGVA) 463 bin Euro aktarıldı. Aziz Mahmut Hüdayi Derneği, İlim Yayma Cemiyeti, KADEM, SETA ve Vizyoner Kadınlar Derneği’ne de fondan para ödendi. Aysu Bankoğlu, ‘Ulusal Ajans’ olan ve AB eğitim ve gençlik programlarını koordine etmek üzere kurulan AB Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi tarafından on binlerce Euro’nun yandaşlara aktarıldığını belirtti. Bankoğlu, ‘’Bu kamu kaynağının adrese teslimidir. AB hibe programlarını, gençlerin özgür,  donanımlı ve dünya ile entegre olması için yürürlüğe koydu. Ancak bizde hem gençlerin sesi bastırılıyor hem de fondaki paralar yandaşlara aktarılıyor’’ dedi.

KİMLER VAR?

Aysu Bankoğlu, fondan aktarma yapılan kuruluşlar ile bağlantılarını açıkladı:

1- AKP’li Tarım eski Bakanı Mehdi Eker’in Yönetim Kurulu Başkanı olduğu ve ‘Nehirleri temizleme aktivitesi’ projesi ile başvuru yapan Tarımsal Strateji ve Politika Geliştirme Merkezi.

2- AKP Sarıyer Belediyesi eski Başkanı Yusuf Tülün'’ün Genel Başkanı olduğu İlim Yayma Cemiyeti.

3- Kadın ve Demokrasi Vakfı (KADEM) ile Siyaset Ekonomi Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA).

4- AKP eski Milletvekili Mahmut Göksu’ya ait olan ve ‘Küresel Isınmayı Önleme’ projesi ile başvuru yapan Yeni Dünya Vakfı.

5- AKP İstanbul İl yöneticilerinin olduğu Vizyoner Kadınlar Derneği (VİKADER).

6- AKP İstanbul Sivil Toplum Halkla İlişkiler Başkanı Mustafa Yüksel’in başkanı olduğu ve ‘’Mürekkep yapını ve parfüm üretimi’’ projesi ile başvuran Takiyyüddin Derneği.

7- Aziz Mahmud Hüdayi ve Hüdayi Mezunları Derneği.

***

 Cübbede düğme arayan başkan, bakan kayınpederi üye oldu -Zekeriya Albayrak- 

Adalette bağımsızlığın simgesi düğmesiz cübbesini, Erdoğan’ı görünce iliklemeye çalışan Güngör, Etik Kurulu Başkanlığı görevine 2. kez atandı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı görünce, adaletin bağımsızlığını sembolize etmesi için düğmesiz yapılan cübbesinin önünü iliklemeye çalışan ve Erdoğan ile birlikte Rize’ye gidip çay toplayan Danıştay eski Başkanı Zerrin Güngör, Kamu Görevlileri Etik Kurulu Başkanlığı görevine 2. kez atandı. Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar’ın kayınpederi olan AKP eski Milletvekili Murat Mercan da Kurul üyesi oldu.

Mercan Tokyo ve Washington Büyükelçiliği görevinde de bulunmuştu. Danıştay eski Başkanı Zerrin Güngör yeniden Etik Kurul Başkanı oldu. Güngör, CHP eski lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a yaptığı Adalet yürüyüşünün “Sözde” olduğunu söylemişti. Güngör’ün hakim kızı Gonca Hatinoğlu da kurada Elazığ’ı çekmiş ancak 24 saat sonra Yargıtay Tetkik Hakimi yapılmış, 3 gün sonra da Cumhurbaşkanlığı Hukuk Hizmetleri Daire Başkanı olmuştu.

ESKİ BAKAN DA KURULDA

Cumhurbaşkanlığı karar ile Etik Kurul üyeliklerine AKP’li eski Başbakan Yardımcısı Hakan Çavuşoğlu, Adalet Bakanlığı eski Müsteşarı ve seçim döneminde Adalet Bakanı olan Kenan İpek, AKP Kocaeli eski Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu da atandı. Ayrıca eski Vali Esengül Civelek ve iktidara yakın Ankara 2 No’lu Baro eski Başkanı Sabri Hafif ile eski Yargıtay üyesi Ahmet Karayiğit, Prof. Erkan İbiş ve Prof. Fatih Uşan da üye oldu. Kurul üyesi AKP’li eski Bakan Faruk Nafiz Özak ile eski AKP’li Milletvekili Ziyaeddin Akbulut ise bu kez atanmadı.

***

 Limak'a kaçak işçi cezası yolda -Ali Can POLAT- 

İspanya İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun şikayetiyle baskın yapan İspanyol Bakanlık 450’ye yakın kaçak işçi tespit etti. Sendika, Limak ve Barcelona’ya büyük para cezası bekliyor.

Dünyaca ünlü spor kulübü Barcelona’nın Nou Camp stadyumunu yenileme işini verdiği Limak ile sorunları büyüyor. Daha önce stadı taahhüt ettiği tarihte teslim etmediği için kulübü zarara uğratan ve maçlarını başka sahalarda oynamasına sebep olan Limak Holding, bu kez de şantiyede yakalanan kaçak işçilerle İspanya’nın gündemine oturdu. İspanya İşçi Komisyonları Sendikası (CCOO) ve Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) işbirliği ile stadyum inşaatına baskın gerçekleştiren İspanya Çalışma Bakanlığı’nın, 450’ye yakın kaçak işçi tespit ettiği belirtildi.

SENDİKAYLA GÖRÜŞMEDİ

Bakanlığın raporunun önümüzdeki günlerde kamuoyuna açıklanacağını belirten sendika yetkilileri, Limak ve Barcelona’nın büyük para cezalarıyla karşı karşıya olduğunu söyledi. Kaçak işçilerin çalıştığı Ekstrem İşler isimli şirketin durumu sendikaya bildiren ve rapora vesile olan 40’a yakın işçiyi işten çıkardığını belirten CCOO, dün stadyum önünde eylem yaptı. İşten çıkarılan işçilerden Emre Akkuş yaşananları şöyle anlattı: “Bizi buraya getirdiler ve İspanya’da sigorta girişimizi yapmadan aylarca çalıştırdılar. Biz de CCOO ile iletişime geçtik.

Onlar durumu Bakanlığa bildirince resmi makamlar baskın yaptı ve kaçak durumundaki işçilerle ilgili tutanak tutuldu. 450’ye yakın kaçak işçi var bunlardan 50 tanesi Türk. Daha sonra Limak bizim çalıştığımız Ekstrem İşler ile ilişiğini kesti, biz işten çıkarıldık. Sendika, Limak ve Barcelona ile görüşmeye çalıştı ama Limak ne CCOO’yu ne de DİSK’i muhattap almadı. Şimdi CCOO, buradaki yasalar uyarınca iki tarafa da büyük cezalar uygulanacağını söyledi.” Daha önceki denetimlerde işçilerin denetim birimlerinden kaçırıldığını da belirten Akkuş, “İş grubuna, ‘Şirket- le ilgili şikayet var. Acilen malzemeleri bırakıp saha dışına çıkın’ yazdılar” dedi.

Polis zoruyla iş durduruluyordu

Şantiyedeki çalışma şartlarını da anlatan Akkuş, Limak’ın inşaatı yetiştirmek için pazar günü bile işçi çalıştırdığını hatta bu günlerde çalışmanın polis zoruyla durdurulduğu anlar yaşandığını söyledi. Akkuş, “Yasalara göre burada ayda 176 saatten fazla çalışamazsınız ama bizim ortalama çalışma süremiz 300 saatti. İşten çıkarılan arkadaşlarımızın mesaileri, yıllık izin hak edişleri, tazminatları ödenmedi” diye konuştu.

Türkiye’de de dava açacağız

İşçilerin Türkiye’ye gelince de dava açacaklarını söyleyen DİSK’e bağlı Dev Yapı-İş Başkanı Özgür Karabulut, “Bu durum Barcelona kulübüne de yansıyacak. İspanya’da arkadaşlarımız her gün eylem yapıyorlar, kamuoyu da yakından izliyor. Daha önceki taşeron denetimlerinde şirket zaten 2 milyon Euro civarı bir ceza yemişti. Şimdi büyük bir ceza daha alacaklar. Ama biz işçi arkadaşlarımızın mağduriyetlerinin bir an önce giderilmesini istiyoruz” ifadelerini kullandı. Öte yandan İspanya basını eylemdeki işçilerle röportaj yaparak konuyu kamuoyu gündemine taşıdı.

***

Sözcü

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -19 Kasım 2025-

 Dervişoğlu'ndan Bahçeli'ye: Tutmayın bu İmralı yolcularını, salın gitsin! 

İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, "Kimse yanaşmayacaksa İmralı'ya gitmekten imtina etmem" diyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye tepki gösterdi. Bahçeli, "Bunların hasreti kucaklaşmadan bitmeyecek. O yüzden salın gitsin" dedi. Dervişoğlu, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum'a da tepki gösterdi.

(MEHMET UÇUM'A TEPKİ) İsim vermede Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum'un Şeyh Said isyanından sonra çıkartılan özel bir yasadan bahsetmesine tepki gösteren Dervişoğlu, şunları söyledi: "Saray dalkavuklarından başdanışman sıfatlı bir tanesi, Numan Kurtulmuş'tan feyz almış olacak ki teröristlere meşruiyet vermek için işi Mustafa Kemal Atatürk'e kadar dayandırmıştır. Ahmaklık, kötülük ve ihanet, birbirine o kadar yakın çizgilerdir ki bir noktadan sonra ayırmak imkansızdır. Kaldı ki ayırmakla uğraşmanın da bir manası yoktur. Bu çalışma hukuku uzmanı danışmanın, PKK affına Mustafa Kemal'den referans bulması oldukça yaratıcı. Doğrudur, daha kurtuluşun  süngüsündeki kan, kuruluşun belgesindeki mürekkep kurumamışken sırtından hançerlenen Cumhuriyet, her şeye rağmen af çıkarmış ama isyancı başını muhatap almamış, hükmünü onun boynuna asmıştır. Yani Cumhuriyet gereğini yapmıştır."  https://www.birgun.net/haber/dervisoglu-ndan-bahceli-ye-tutmayin-bu-imrali-yolcularini-salin-gitsin-670034

***

 “London Consensus” ve devletin yeni rolü (I)-Güldem Atabay- 

Son yıllarda küresel ekonomi-politik düzlemde sessiz fakat derin bir paradigma kaymasına tanıklık ediyoruz. Neoliberal çerçevenin yerleşik kabullerinin sorgulanmaya başlanması, özellikle 2020 sonrası dönemde daha görünür hale geldi. Bu sorgulamanın ürettiği alternatif yaklaşım ise, giderek daha fazla akademik literatürde ve politika yapıcı çevrelerde karşılaştığımız bir kavramla ifade ediliyor: London Consensus.

Bu kavram, yalnızca ekonomik teori düzeyinde bir tartışma değil; hükümetlerin pratik politika üretme süreçlerini de doğrudan etkileyen bir yönelim. Dahası, küresel güç rekabetinin, enerji güvenliğinin ve teknolojik dönüşümün hızlandığı bir evrede devletin rolüne ilişkin yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor.

TEMEL ÖNERMESİ NE

London Consensus, özetle, devletin ekonomik ve toplumsal kalkınmada yeniden “stratejik aktör” konumunu üstlenmesi gerektiği tezine dayanıyor. UCL’de İnovasyon ve Kamu Amacı Enstitüsü’nün kurucu yöneticisi ekonomist Prof. Mariana Mazzucato’yu burada anmadan geçmeyelim.

Bu yaklaşım, 1980’lerden itibaren küresel politika tavsiyelerine damgasını vuran derinleşen gelir adaletsizliğinin temelinde yatan Washington Consensus’un tersine, devletin geri çekildiği bir düzeni değil; tam tersine koordinasyon, yatırım ve yönlendirme kapasitesinin öne çıktığı yeni bir model öneriyor. Çünkü dünya ekonomisi eski parametrelerle yönetilemeyecek kadar hızlı ve çok katmanlı bir dönüşüm yaşıyor. Tedarik zincirlerini güvence altına almayan ülkeler kırılganlaşıyor; teknoloji üretmeyen ülkeler bağımlı hale geliyor; enerji dönüşümüne geçmeyen ekonomiler rekabet avantajını kaybediyor.

Bu dönüşümü tetikleyen unsurlar, son on yılın küresel dinamiklerinde giderek belirginleşen bir dizi yapısal kırılmadan besleniyor. Pandemiyle birlikte görünür hale gelen tedarik zincirlerinin kırılganlığı, ülkelerin yalnızca maliyet avantajına dayalı küresel üretim ağlarına güvenemeyeceğini gösterdi. Aynı dönemde jeopolitik rekabetin ekonomik alana taşınması, özellikle ABD–Çin hattında teknoloji, ticaret ve stratejik sektörler üzerinden yeni tür bir güç mücadelesini ortaya çıkardı. Bununla eş zamanlı olarak enerji güvenliği ve iklim krizinin zorladığı dönüşüm, ülkeleri yeni enerji kaynaklarına, altyapı yatırımlarına ve karbon azaltım stratejilerine yöneltti.

Birçok ekonomide hissedilen yüksek enflasyon, ücret baskıları ve artan eşitsizlikler, sosyal dokuyu zayıflatarak ekonomik politikaların yeniden düşünülmesini zorunlu kıldı. Bir de tabi, yapay zekâ, yarı iletkenler ve biyoteknoloji gibi alanlarda derinleşen rekabet, teknolojik kapasitenin artık ulusal gücün temel belirleyicilerinden biri haline geldiğini teyit etti.

İşte tüm bu sorunlu alanlara çözüm geliştirme yolunda yapılan akademik çalışmalar bir araya gelerek devletin ekonomik düzlemdeki rolüne ilişkin yeni bir yaklaşım olan London Consensus’un ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Bu yaklaşım akademik literatürde giderek daha sistematik bir form kazanıyor. London Consensus temelde altı ana sütun üzerinde yükseliyor:

  1. Sanayi Politikası: Stratejik sektörlerde devletin açık yönlendirmesi, yerli üretimin güçlendirilmesi ve tedarik zinciri bağımsızlığı.
  2. Yeşil Dönüşüm ve Enerji Ekonomisi: Karbonsuzlaşma sürecinin ekonomik yapıları dönüştürmesi ve enerji güvenliği ile iklim politikalarının bütünleşmesi.
  3. Teknoloji Devleti: Yapay zekâ, yarı iletkenler, biyoteknoloji gibi yüksek teknolojili alanlarda rekabetin devlet destekli kurumsal mimari ile yürütülmesi.
  4. Kamu Yatırımları ve Altyapı Modernizasyonu: Dijital, ulaşım, enerji ve sosyal altyapıların yeniden tasarlanması; kamu yatırımlarının stratejik niteliğinin artması.
  5. Aktif İşgücü Politikaları: Beceri dönüşümü, yaşam boyu eğitim, genç ve kadın istihdamını artırmaya dönük kurumsal yeniden yapılanmalar.
  6. Ulusal Güvenlik – Ekonomi Bütünleşmesi: Ekonomik politikaların dış politika ve güvenlik stratejileriyle uyumlandırılması; kritik sektörlerde stratejik otonomi. Bu altı sütun yalnızca yeni bir ekonomi politikası önerisi değil; aynı zamanda devletin kapasitesini, kurumların işleyişini ve ekonominin üretim yapısını yeniden tanımlayan bütünsel bir yaklaşımı temsil etmesiyle yeni bir çağın da kodları. Bildiğimiz ticaret kurallarının, uluslararası kurumların, aşırıya kaça özeleştirmelerle kapasitesi taşeronlaştırılan devletlerin, kamusal kurumlardaki aşınma sonucu ortaya çıkan yönetim kabiliyeti düşüklüğünün ve nihayetinde yükselen otokratik düzenin antitezini tanımlıyor.

Bu bağlamda London Consensus, yalnızca ekonomik bir söylem değil; küresel düzenin yeniden şekillendiği bir dönemde stratejik konumlanmanın çerçevesi, demokrasiye can suyu adına bir umut olarak görülüyor. Kısaca, London Consensus, günümüzün karmaşık ekonomik gerçekliği içinde yeni bir yol haritası sunuyor. Eski normların çözüldüğü, yeni oyun kurallarının yazıldığı bir dönemde bu çerçeveyi anlamak, yalnızca akademik bir merak değil; aynı zamanda geleceği doğru okumak için zorunlu bir adım.

Bu başlangıç yazısı ile amacım London Consensus’u yalnızca kavramsal bir çerçeve olarak tanıtmak değil. Bir yazı dizisi haline getirerek önümüzdeki haftalarda bu altı sütunu ayrı ayrı ele almak. Böylece Türkiye olarak ekonomik buhranı kaçınılmaz kılan hukuksuzluk deliğine düşmeye devam ederken dünyanın hangi yönde ilerlediğini, küresel güçlerin bu yaklaşımı nasıl uyguladığını, yeni dönemin kazanan ve kaybedenlerinin nasıl şekilleneceğini ve ekonomik dönüşüm ile siyasal düzen arasındaki ilişkinin nasıl değişmekte olduğu gibi soruları analitik bir düzeyde tartışmak. Başladığım yazı dizisi ile dönüşen dünyayı kavramak, bu dönüşümün mantığını berraklaştırmak ve tabi Türkiye’nin bu gelecekteki yerini tartışmaya açmak.

/././

 Cumhur’da senkron sorunu -Berkant Gültekin- 

2016’da Fethullahçı çetenin askeri darbe girişiminin ardından yakınlaşan  Erdoğan ve Bahçeli, o günden bugüne Cumhur İttifakı çatısı altında birlikteliklerini sürdürüyor. MHP, Fethullahçıların tasfiyesiyle birlikte iktidarın yeni ortağı olarak devletin kritik kademelerinde kadrolaşırken, Erdoğan ise Bahçeli’den aldığı destekle kendi etrafında antidemokratik bir siyasal düzen inşa etti.

Cumhur İttifakı, kurumsal işleyişe sahip iki partinin ittifakından çok, elindeki gücü kaybetmek istemeyen bir siyasi lider ile kendini “devletin sigortası” olarak gören bir siyasi geleneğin çıkar ortaklığına dayanıyor. Dün de öyleydi bugün de öyle. Bu ortaklık, milliyetçi ve İslamcı çizgideki tüm hamasi söylemlere rağmen hâlâ karşılıklı kazancı ön planda tutuyor. İttifakın devamlılığını sağlayan temel motivasyon olan çıkar birliği, bugüne kadar görüş ayrılıklarının üzerini örttü ve ittifak ortaklarının gelişen kriz durumlarını yönetebilmelerini sağladı. Bu uzlaşmazlıkların bazıları “dondurulmuş ihtilaf” haline getirilip rafa kaldırılırken bazıları da bir denge noktası bulunarak idare edilebildi.

Ekim 2024’te şekillenmeye başlayan “süreç” ise ittifakı daha önce karşılaştığından daha yapısal bir senkron sorunuyla yüz yüze bıraktı. Bahçeli, geçen yıl 1 Ekim’de DEM Parti sıralarına gidip tokalaşmak için elini uzattığında ve daha sonra Öcalan’ı Meclis’e davet edip onu milliyetçi jargonuna aykırı şekilde “kurucu önder” olarak nitelendirdiğinde, devletin atacağı varsayılan birtakım adımların bu kadar ağırdan alınacağını kimse tahmin etmiyordu. Amaç, başından bu yana Kürt sorununu hakkıyla çözmek değildi, sorunun varlığı bile “sürecin mimarı” tarafından reddediliyordu; ama yine de birçokları bugün gelinen yerden daha ileri noktaya varılabileceğini düşünüyordu. PKK’nin silah bırakma töreni ve kendini feshetmesi kuşkusuz önemliydi ancak siyasi iradenin mütereddit tutumu, sürecin “yasal düzenleme” ve “İmralı’ya ziyaret” aşamasında tıkanmasına yol açtı.

Bahçeli dün bir kez daha çıtayı yukarı taşıdı. Öcalan’ı Meclis’e çağırmaktan daha radikal olmasa bile daha şaşırtıcı bir hamle varsa, bu da Bahçeli’nin onu İmralı’da ziyaret etmesi olurdu. Kulağa oldukça fantastik geliyor ama Bahçeli dün, gerekirse yanına üç arkadaşını alarak kendi imkânlarıyla adaya gidip bu görüşmeyi sağlayabileceğini söyledi. Öcalan’la konuşma konusunda, “Bir masa etrafında yüz yüze gelmekten imtina etmem” dedi. Tabii ki Bahçeli’nin İmralı’ya gitmesi, en yakın ihtimal değil. Tıpkı yaptığı çağrıya rağmen Öcalan’ın Meclis’e gelip konuşması senaryosunun gerçeğe dönüşmemesi gibi… Ancak bu türden sansasyonel sözler güçlü bir ısrarı temsil eder ve bu yüzden önemsenmelidir.

Şimdi doğal olarak birçok yerde “Cumhur İttifakı’nda sorun var mı?” sorusuna cevap aranıyor. Elbette var; ama dün de vardı. Birçok çelişkiyi barındıran bir yapı için bu yeni bir durum olarak ele alınmamalı. Hatta ittifak bileşenlerinin, son sürecin tetiklediği gerilimleri bugüne kadar iyi soğuttuğu ve idare ettiği bile söylenebilir. Çünkü ittifakı yaratan büyük çıkar ortaklığı hâlâ yerli yerinde duruyor. Rejimin devamlılığına dair mevcut irade de bu çıkar ortaklığına dayanıyor. Fakat bu ortaklık, rejimin hangi istikamette yol alacağına dair bir dil ve eylem birliğini kendiliğinden yaratmıyor. Bugün sürece dair yaşanan uyumsuzluğun ve artan sürtünmenin temel nedenini buralarda aramak lazım.

İktidar bloku, bünyesinde ikili bir dinamik taşıyor. AKP-MHP birlikteliğini ayakta tutmakta olan çıkar ortaklığının karşısında, “Ne tarafa gidilecek?” sorusuna verilen farklı cevaplar var. Bunlardan biri demokrasi, diğeri otokrasi değil, orası kesin. Ne Erdoğan’ın ne de Bahçeli’nin aklında özgürlüklerin genişlediği demokratik bir Türkiye var. Fakat ikili henüz, rejimin hangi yörüngeye oturacağı konusunda müşterek bir rota çizemedi. Erdoğan, iktidar iddiası taşıyan muhalefetin ebediyen denklemden çıktığı aile merkezli bir düzen isterken, Bahçeli devletin kimliklere karşı tarihsel yaklaşımının değiştirilmesi yoluyla kurulacak yeni otoriter nizamın, görece “kurumsal” bir yapıyla sürdürülmesi gerektiğini savunuyor. Erdoğan’ın perspektifi, uzun vadede MHP’ye olan ihtiyacı sorgulanır hale getirecek. Çünkü iktidarı zorlayan bir muhalefet yoksa, başka bir aktörü iktidara ortak etmeye de gerek kalmaz. Bahçeli’nin perspektifi ise Erdoğan açısından ciddi siyasi riskler ve belirsizlikler içeriyor.

Burada Cumhur İttifakı’na ömür biçme hatasına düşmemek gerek. Bu muhalefetin kudreti ve toplumsal karşılığının büyümesiyle ilgili. Bahçeli’nin henüz bugünden CHP’ye göz kırptığı da iddialı bir yorum olur. MHP lideri her ne kadar Erdoğan ile senkron sorunu yaşıyor olsa da aynı anda CHP’yi de hedef tahtasına oturtmayı ihmal etmiyor. Bahçeli’nin ortağına seslendiği açıklamalarında, CHP’ye yönelik oldukça sert sözler ve ithamlar yer alıyor. Dün de bunun bir örneğini gördük. İttifak ortakları, sahip olduklarını kaybetmemek için son ana kadar ellerinden geleni yapacaktır. Halkın kurtuluş umudunu tepedeki olası çatlaklara değil, kendi birliğine ve mücadele kararlılığına bağlamak gerekiyor.

/././

EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -19 Kasım 2025-

YÖK bütçesi sermayeye, öğrenciler sanayiye

YÖK bütçesi perşembe günü Meclisteki Plan ve Bütçe Komisyonuna gelecek. Üniversiteleri, lisans ya da ön lisans fark etmeksizin patronların çiftliğine çeviren bütçe; akademik çalışmalara destekleri kesiyor, kaynağı OSB içinde kurulacak ve fabrikalara işçi yetiştirecek yüksekokullara veriyor. 

 Darbe kurumu YÖK’ün bütçesi yarın Mecliste: Akademik destek azalırken ‘ucuz iş gücü’ programı devrede -Nisa Sude Demirel- 

YÖK’ün 2026 bütçesinin yüzde 74’ü personel giderlerine ayrılırken burslar kesiliyor, akademik yatırımlar azaltılıyor. Buna karşılık OSB’lerdeki meslek yüksekokullarına teşvikler artırılıyor.

2026 yılına ilişkin bütçe görüşmeleri sürerken yarın Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi ile beraber Yükseköğretim Kurulu (YÖK) bütçesi de görüşülecek. Organize sanayi bölgelerine açılan meslek yüksekokullarının ve ‘sermayeye entegre’ yüksekokul söylemlerinin ardından durum bütçe planlamasına da yansıdı. YÖK bütçesinde en öne çıkanlar meslek yüksekokullarının teşviki ve YÖK bürokratlarının ‘görev’ masrafları oldu.

Bütçenin neredeyse tümü YÖK bürokratlarına

Bu sene Bütçe ve Plan Komisyonuna gelecek bütçe teklifine göre YÖK bütçesi yüzde 22.56 artışla 1 milyar 376 milyon 949 bin TL olacak. Bu bütçenin 1 milyar 23 milyon 205 bin TL’si, yani neredeyse yüzde 74’ü personel giderlerine ayrılıyor. Bu bütçeden de 4 milyon 10 bin TL, yine ‘Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar’ adı altında tarikat ve cemaat vakıflarına gidecek. Ancak bu miktar her sene planlananı aşıyor. Örneğin yönetim ve destek programı altında 2024’te kâr amacı gütmeyen kuruluşlara 1 milyon 508 bin TL ayrılmışken sene sonunda toplam 6 milyon 502 bin 675 TL aktarıldı. Yine 2025’te de 1 milyon 916 bin TL ayrılmışken sadece ilk 6 ayda 4 milyon 553 bin 756 TL aktarıldı.

Üniversiteli MESEM’i planı

YÖK Başkanı Erol Özvar, uzun süredir meslek yüksekokulları için ‘sermayeyle entegre’ vurgusu yapıyor. Hafta başında Üniversite Sektör İş Birliği Komisyonu toplantısında sermaye temsilcileriyle bir araya gelen Özvar, yine ‘kalifiye iş gücü’ vurgusu yaparken üniversitenin 3 seneye düşürülebileceğini ifade ederek, “Öğrencilerimizin 20 gün gibi kısa ve verimsiz stajlar yerine programların niteliğine göre meslek yüksekokullarında 3+1 veya 2+2 gibi uygulamalarla mesleki tecrübe kazandığı bir modele doğru programlarımızı dönüştürmeye başladığımızı paylaşmak istiyorum” dedi. Uluslararası sermaye için ‘yetenek çekecek’ iş gücüne ihtiyaç olduğunu öne süren Özvar, yüksekokullarda desteklenecek olanın ‘ucuz ve kalifiye’ iş gücü olacağının sinyalini verdi.

Burslardan kesinti, sömürüye destek

Bütçede bununla paralel olarak OSB’lerde kurulan Meslek Yüksekokullarında desteklenen öğrenci sayısı bir sene içinde neredeyse iki katına çıkarıldı. 2024’te sayı 3 bin 978’ken 2025’te 7 bin 327 oldu. Bu sayının 2028’e kadar 15 bin olması hedefleniyor.

OSB’lere öğrenci çekmek için hedef yükseltilirken akademik yatırımlar ise azaltılıyor. YÖK burslarından yararlanan akademisyen sayısı aynı kalıyor, 2024’te 130 akademisyene YÖK bursu verilmişken 2025’te bu sayı 90 kişi oldu. Kalan yıllarda ise sayının 300 olması planlanıyor. YÖK burslarından yararlanan kadın öğrenci sayısının da düşürülmesi hedefleniyor. 2024’te 3 bin 200 kadın öğrenciye burs verilmesi planlanırken 898 kişiye verildi. Bu sayının önümüzdeki üç senede sırasıyla 677, 662 ve 635’e düşmesi planlanıyor. YÖK burslarından yararlanan öğrenci sayısında da durum aynı. 2024’te 7 bin 808 öğrenciye burs verilmişken 2025’te bu sayı 1600’e düştü. Sayının önümüzdeki üç yılda sırasıyla 1500, 1450 ve 1400’e düşürülmesi planlanıyor.

Bütçe bürokrasiye akıyor

Yükseköğretim programına ayrılan bütçeden yolluklar ve görev giderlerindeki ayrılan bütçe ile harcama arasında ise uçurum var. 2024’te ‘yolluk’ için 152 bin TL ayrılmışken 1 milyon 535 bin 902 TL, neredeyse ayrılan bütçenin 10 katı harcandı. 2025’te 376 bin TL ayrılmışken sadece ilk 6 ayda 1 milyon 278 bin 301 TL, ayrılan bütçenin neredeyse 4 katı harcandı. Aynı şekilde görev giderlerinde de 2024’te 2 bin TL ayrılmışken 6 milyon 586 bin 914 TL harcandı, yani neredeyse 3 bin katı harcandı. 2025’te 3 bin TL ayrılmışken sadece ilk 6 ayda 8 milyon 958 bin 913 TL harcandı.

Yönetim ve destek programı bütçesi için de durum aynı. 2024’te ‘görev giderleri’ için 69 bin TL ayrılmışken 5 milyon 377 bin 521 TL, ayrılan bütçenin neredeyse 70 katı harcandı. Yolluklar için 880 bin TL ayrılmış olsa da 4 milyon 845 bin 374 TL harcandı.

***

 Patronlara istihdam bahanesiyle yeni teşvik: KOBİ patronlarına 3 milyar 750 milyon TL ayrılacak.-Vural Nasuhbeyoğlu- 

MEB, mesleki eğitimden mezunların istihdamı için krediyi yine patronlara açtı. Kredi Garanti Fonu ile yapılan işbirliğiyle mezunları istihdam eden KOBİ patronlarına 3 milyar 750 milyon TL ayrılacak.

İş garantili diye duyurulan mesleki ve teknik eğitimden mezun kalanlar işsizlik gerçeği ile karşı karşıya. Türkiye'de 15-29 yaş arası ne eğitimde ne istihdamda olan gençlerin oranı 2023'te yüzde 25,8. Millî Eğitim Bakanlığı (MEB), mezun olup iş bulamayan gençlere istihdam bahanesiyle yine mesleki eğitim adı altında patronlara teşvik yağdıracak.

Mezun çalıştırana kredi desteği

MEB ile Kredi Garanti Fonu (KGF) bu kapsamda iş birliği ile meslek lisesinden mezun olanlara kendi işlerini kurmaları için destek sağlanacağı duyuruldu. ‘Mesleki Eğitim İş Birliği Protokolü’ kapsamındaki birliğiyle yine asıl kaynak patronlara gidecek. Protokol kapsamında mesleki ve teknik ortaöğretim kurumlarından mezun olanların Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler (KOBİ)'ler bünyesinde mezun olanların alanda istihdam edilmelerini desteklenecek. Mezunları alanında istihdam eden KOBİ'lerin krediye erişimine desteklenecek.

4 milyara yakın bütçe ayrılacak

Protokolle KGF tarafından yaklaşık 3 milyar 750 milyon TL bütçe ayrılacak. Genç istihdamını ve üretim kapasitesini artıracağı ileri sürülen KGF portföy garantisi ile mesleki ve teknik ortaöğretim kurumlarından mezun olan 29 yaş ve altı gençlerin kendi işlerini kurmaları KOBİ tarafından alanlarında istihdam edilmelerini teşvik edileceği belirtildi. İş birliğiyle mesleki eğitim-istihdam bağını güçlendirileceği, üretim ve istihdama doğrudan katkı sağlanmasının amaçlandığı öne sürüldü. 

KGF, kurumsal bir kefalet kuruluşu olarak teminat yetersizliği nedeniyle çeşitli kredi ve destek imkânlarından yeterince yararlanamayan KOBİ ve KOBİ dışı işletmelerin, ‘müteselsil kefil’ olmak suretiyle krediye erişimlerini sağlıyor.

***

İthal eti kimler paylaşıyor? halktv.com.tr şirket şirket ortaya çıkardı -Bahadır Özgür / halkTV-

Türkiye’de son yıllarda et fiyatlarındaki rekor artış, et ithalatını da patlattı. Et ve Süt Kurumu (ESK) özellikle 2023’ten beri yoğun şekilde et ithal ediyor. Bu durum pek çok tartışmayı da beraberinde getiriyor elbette. Çünkü alım ve satım ihaleleri kamuoyuna açık bilgiler değil.

İşte uzun zamandır merak edilen bu sorunun yanıtı ortaya çıktı.

Halktv.com.tr, 2023’ten beri Avrupa’dan yapılan en büyük et ithalatı sözleşmelerini ve ESK’nın, İstanbul’daki kombinası üzerinden kimlere et satışı yaptığını inceledi.

Tablonun özet hali şu: Son 3 yılda ithal edilen 93 bin ton etin yarısı tek bir şirketten alındı. İthal etin yarısı ise sadece 5-6 şirket üzerinden piyasaya sürüldü.

HANGİ ŞİRKETLERDEN ET İTHAL EDİLİYOR?

İthalat sözleşmeleri incelendiğinde Avrupa’dan en fazla 7 ülkeden karkas et alımı yapıldığı görülüyor. Bunlar Polonya, Macaristan, Romanya, İtalya, Fransa, Belçika ve Ukrayna. Toplam şirket sayısı ise 9. 2’si Fransa ve Polonya’dan, 1’er tane de İtalya, Ukrayna, Romanya, Belçika ve Macaristan’dan.

2023-2025 arasında bu şirketlerden toplam et ithalatı 92 bin 700 ton. Ödenen para ise 20.8 milyar lira.

İthal edilen etin 47 bin 900 tonu, yani yüzde 51’i, Polonya şirketi Polonia Beef’ten alındı. Ödenen para ise 10.4 milyar lira. Şirketin ikinci büyük hissedarı bir Türk yatırımcı. Onu 23 bin tonla Fransız şirket Groupe Bigard takip ediyor.

İthalatta tablo şöyle:

ithal-et-yabanci.jpeg

ithal-et-sirket.jpeg

PEKİ İTHAL ET KİMLERE DAĞITILIYOR?

Şimdi gelelim ithal edilen bu etlerin kimlerin üzerinden piyasaya sürüldüğüne…

ESK ithal etin veriliş fiyatını aşmayacak şekilde tüketiciye ulaşması için belli kriterlere göre ithal edilen etleri maliyetine yakın fiyata marketler başta olmak üzere et ürünleri ticareti yapanlara satıyor. İlk kriterin dağıtım ağının yaygınlığı olduğu söyleniyor. Ancak denetimin yapılıp yapılmadığı da bir başka tartışma konusu.

İstanbul’daki kombinadan ithal karkas et verilen 431 şirket incelendiğinde, tıpkı ithalattakine benzer bir manzara çıkıyor karşımıza. İthal edilen etin yarısından fazlası 5-6 şirket üzerinden piyasaya sunuluyor.

2023 yılından beri ithal edilen 93 bin ton etin 14,1 bin tonu Happy Center markasının sahibi Altun Gıda Tüketim Maddeleri İnşaat Sanayii AŞ’ye satıldı. Onu 11,6 bin tonla Tarım Kredi Et Ürünleri AŞ. izliyor.

Üçüncü büyük alıcı ise Kim Marketler Zinciri’nin sahibi Ersan Alışveriş Hizmetleri AŞ. Aldığı ithal et miktarı 6,8 bin ton. Dördüncü şirket 6,7 bin tonla Onur Marketler Zinciri’nin sahibi olan Özcan Alışveriş Hizmetleri AŞ. 4,2 bin tonla Anpa Gross Marketler ise beşinci sırada yer alıyor.

Sonra sırasıyla 3,9 bin tonla Altunlar Gıda ile 3,2 bin tonla Bicen Mağazacılık geliyor.

Bu şirketler ithal etin yüzde 54’ünü piyasaya sürüyor. Kalan 427 şirketin payı ise yüzde 46.

Ticaretin iç piyasa dağıtımındaki ayağını gösteren tablo da şu şekilde:

ithal-et-tr.jpeg

ithal-et-tr-pasta.jpeg

Türkiye’de et fiyatları giderek bir krize dönüşüyor. İthalat ile dengelenmeye çalışılsa da yerli üretimdeki çöküş, sorunu bir kısır döngüye çevirdi.

Türkiye'nin toplam kırmızı et üretimi 2024 yılında yüzde 11,7’lik bir düşüş yaşadı. 2025’te daha fazla düşüş bekleniyor. Yani bu durumda ithalat da artacak demek. Böylece et ithalatı da iyice karlı hale geliyor.

Peki ithal et kaça alınıyor, piyasaya sunacak şirketlere kaça satılıyor, biz kaça alabiliyoruz?

Elimizde resmi veriler var. Onu da başka bir yazıya bırakalım…

Bahadır Özgür / halkTV

Dilovası’ndan izlenimler (II) / Nisa’nın annesi anlattı: Yanmak çok zor, kızım bağırırken "Anne" mi dedi, "Baba" mı dedi?-(Candan Yıldız/T24)

 Nisa, Tuğba ve Cansu birbirlerine sarılarak aynı yerde ölmüş... Gücü olanla, çıkarı olanın simbiyotik ilişkisinin sonuçları değişmiyor, bedeli işçiler ödüyor.

Candan Yıldız 19 Kasım

İşçilerin kuralsızca çalıştırıldığı, havası her anlamda ağır Dilovası izlenimlerimin ilk bölümünde bir silsileden söz etmiştim.

Muhtar, Ravive Kozmetik’in bulunduğu binanın depo olmadığını kaymakama söyler, kaymakam bir şey yapmaz. Dönemin belediye başkanı yıkım kararını uygulamaz. Denetlemeye gelen zabıta kolilerle geri döner. Yıkım kararının uygulanmamasında rolü olan belediye başkanı yardımcısı görevine devam eder. Bu ağın kesişim noktasında duran patron da işçileri rahat rahat, kölelik şartlarında, güvencesiz çalıştırır. Tablo bu… Gücü olanla, çıkarı olanın simbiyotik ilişkisinin sonuçları değişmiyor, bedeli işçiler ödüyor. Kurtuluş Oransal’ın patron olduğu Ravive Kozmetik’te çalışanlar arasında çocukların da olduğunu biliyoruz. 8 Kasım’da çıkan yangında ölenler arasında üç kuzen 18 yaş altındaydı. O çocuklardan biri olan Nisa Taşdemir, annesinin verdiği bilgiye göre daha 15 yaşındaymış. Anne, Nisa Taşdemir, kuzeni Tuğba Taşdemir, diğer kuzeni Cansu Esatoğlu'nun birbirlerine sarılarak yaşamını yitirdiğini anlattı.

Nisa Taşdemir

“Üçü de aynı yerde ölmüş. Evlat acısı çok zor. İnsan dayanamıyor. Mezara gidiyorum bağırıyorum ses gelmiyor. Nisa o gün el salladı, ‘anne ben gidiyorum’ dedi. Nereden bilecektim ki ölüme gidecek, orada diri diri yanacak. Yanmak çok zor, bağırırken anne mi dedi, baba mı dedi?”

Bir annenin evladının ölümüyle ilgili dipsiz bir kuyuya atılmasının sorumluları cezasızlıktan güç alırken kendi dili Kürtçe ile “Kemiklerini aldım kızımın” diyen annenin öyküsü, çocuklarının kemiklerini arayan annelerle ne kadar ortak diye düşündüm. Çünkü ölenlerin öykülerinin gerisinde zorunlu göçe neden olan Kürt meselesinin de izi var.

Nisa Taşdemir’in babası kanser hastası. Uzun zamandır çalışamıyor. Nisa annesini çalışma konusunda ‘eve para lazım’ diyerek ikna etmiş. Pek de anlatmazmış iş yerindeki olumsuzlukları. Ama bir gün şu bilgiyi vermiş annesine. O anlattı:

“Bir arkadaşının avuç içi kemiği kırılmış iş yerinde, transpalete sıkışmış. Patron ‘iş kazası olduğunu söyleme’ demiş. O kızı özel hastaneye götürmüşler, kız evde kırdığını söylemiş. 10 bin lira da para vermiş.”

İş kazaları, kayıt altına işte böyle alınamıyor. Çünkü işsizlik tehdidi bir adım ötede…

Altı kardeşin dördüncüsü olan, 16 yaşındaki Cansu Esatoğlu’nun annesinin anlattıklarına göre zaten Dilovası’ndan taşınacaklarmış, kızı son maaşına alıp işten çıkacakmış. Ama 8 Kasım bütün planlarını altüst etmiş.

Tuğba Taşdemir’in annesi ise Kürtçe beddualarla öfkesini dindirmeye çalışıyordu.

Cansu ve Tuğba

Yangında ölen Sakaryalı Şengül Yılmaz’ın kız kardeşi Emine Bulut en net bilgileri veren kişiydi. Zira kendisi o cehennem atölyede 1,5 ay çalışmış.

“10 Kasım tatilinde 12, 13, 14 yaşında çocuklar gidecekti o işyerine. Adlarını yazdırmışlar. Bunların acımaları yok, büyüklerin yaptıkları işleri çocuklara yaptırıyorlardı. Onlara günlük 300-400 TL veriyorlardı. Ben çalıştım orada. Maaş 18 bin TL’ydi o zaman. Maaş almaya gittiğimde bana üç günlük deneme süresini kestiklerini söylediler. Ertesi gün aradılar ‘gelmiyorum’ dedim. Ünilever’den emekliyim. İş güvenliği konusunda sertifikalarım var ama orada hiçbir önlem yoktu. Bir gün SGK’dan denetime geldiler. Bize fazla uzaklaşmayın dediler. Mehmet Abi diye biri vardı. O gün onun babası ölmüş, cenazesi vardı. Denetim sırasında nereye gidelim diye düşünürken, uzaklaşmayın dediler ya, cenazeye gittik, denetimciler gidince yeniden iş başı yaptık. Patron katındaki tuvaletlerde peçete dahil her şey vardı. Bizim garibanların olduğu yerde sadece tuvalet vardı. Sabunu isterseniz evden getirin diyordular. Ablamın çay için evden şeker getirdiğini biliyorum. Kurtuluş Oransal’ın nereden güç aldığını bilmiyorum ama benim üç kuruşuma muhtaçlar diye bakıyordu. Kendini daha yüksek görüyordu. Oradaki bayanları aşağı görüyordu. Ablamın bir ses kaydı sosyal medyaya düştü. Ablam bana anlattı o olayı. Çok üzülmüş o kırmamış şişeleri. Yanında çalışan 14 yaşındaki bir çocuk düşürmüş şişeleri. Ona kızmasınlar diye ses çıkarmamış.”

Tıpkı diğerleri gibi sigortasız çalıştırılan Şengül Yılmaz da işten çıkmayı planlıyormuş, kızının düğünü nedeniyle borçlarını ödemek, doğacak torununa da hediye almak için yılbaşına kadar çalışmayı planlamış. Yoksulluğun ‘kadınlık’ hali var bütün hayat hikayelerinde. Emine Bulut’un anlattıkları bunu doğruluyor.

“40 yaş üstü kadınlara iş verilmiyor. Kiminin çocuğu okuyor, ev masrafı var. Kimisinin eşi hasta kimi kiracı. Ne yapsın mecbur çalışıyor. Ben çalışırken 70 yaşında çalışan bir teyze gördüm o atölyede. Şişelerin kapağını takıyordu.”

Tezgah önü parfüm satan markaların isimleri yargı sürecinde netleşecektir. Fason üretim yaptıran bu firmalar da kime üretim yaptırdığını araştırmak denetlemek zorunda. Bir olayı hatırlatacağım. 2013 Bangladeş’te yıkılan sekiz katlı Rana Plaza’da çok sayıda tekstil fabrikası bulunuyordu. Çöken binada 1138 işçi hayatını kaybetti ve 2600 işçi yaralandı. Kazanın ardından Clean Clothes Campaign – Temiz Giysi Kampanyası başlatıldı. Türkiye ayağında da bu kampanya yürütüldü ve  Bangladeş’te üretim yapan Türkiye’den bazı firmalar, ‘Yangın ve Bina Güvenliği’ anlaşmasını imzaladı. Bu önemli bir örnek… Yoksa fason üretici Ravive Kozmetik’in web sayfasında yazan “Tesisimizde en önem verdiğimiz şey, makine teknolojisi ve iş güvenliğidir” yalanı daha çok can alacak.

Candan Yıldız/T24

soL "Köşebaşı + Gündem" -18 Kasım 2025-


 Mükemmeli arayan komünist 

Mükemmeliyetçi teriminin “ürün çıkartmanın zorluğu” hatta ürün çıkartmamanın bahanesi olarak anlaşılmasına itirazı vardı. Ama elbette, hiç kuşkusuz mükemmeliyetçi olmalıydık. Nasıl vazgeçerdi insan, en iyiyi aramaktan! Hele marksistse, komünistse. Elbette zor olacaktı bir ürün çıkarmak.

Bugün TKP’li aydın, yayıncı ve çevirmen Gün Doğan Görsev'in ölümünün 10. yıldönümü.

18 Kasım 2015’te yaşamını yitiren Doğan Görsev başta Komünist Manifesto olmak üzere Türkçe'ye kazandırdığı birçok Marksist eser, kuruluşuna imza attığı Konuk Yayınları gibi çok sayıda yayınevi ve Türkiye okuruna ulaştırdığı sayısız kitapla ülkemizin düşün tarihine iz bırakmış bir aydındı.

1951’den beri TKP’li bir komünist olan Görsev, Onur Kurulu üyesi olduğu Barış Derneği’ne açılan davada, aynı zamanda TKP davasında da sanık olduğu için idam istemiyle yargılanan tek kişiydi. Sürgünde de ülkesine dönünce de partili mücadeleyi bırakmadı.

Görsev'i ölümünün ertesi günü soL'da yayımlanan Aydemir Güler'in "Mükemmeli arayan komünist" başlıklı yazısıyla anıyoruz.

Mükemmeli arayan komünist

Aydemir Güler / 19 Kasım 2015

Yoksa teorik yaşayan mı demeli? Görsev tevazusu, Görsev kalitesi, Görsev kolektivizmi gibi betimleme terimleri mi icat etmeli?

Dünden beri Doğan Ağabey'i yazmaktan kaçıyorum. Döndüm dolaştım; işler icat ettim, gerekliliğine kendimi inandırarak, sanki yapmak elden gelirmiş gibi. Dinlenmem de lazımdı güya, okumam da, dost sofrası da. Yeter ki şu yazıya sıra gelmesindi. Kısacık güne, Doğan Ağabey'den kaçmaya çalışırken ne çok şey sığıyormuş.

Sabah oldu, yol bitti. Bugün için önceden hazırladığım yazı çöpe veya sonra gözden geçirilmek için bir kenara. Bugün Doğan Görsev dışında bir şey yazmaya hakkım yok.

Bu acemi yazıyı sonuna kadar okuyun ya da okumayın, haberiniz olsun veya olmasın yazıldığından, sakın onun resimlerine göz atmayı ihmal etmeyin. Dünkü ölüm haberine soL portalda eşlik eden resim olabilir örneğin; veya 12 Eylül anılarının kapağında Nesrin “abla”yla sarılışlarına. Bir cezaevi çıkışında çekilmiş o fotoğraf. Özlemi, sevdayı, dostluğu, direnişi anlatıyor. İnsanın kazanmasını… O gülümsemede hepsi var! Hepsi fotoğraflarında nakarat gibi tekrar tekrar geliyorlar sahneye. Dün Nesrin abla nelersiz kaldığını sıralarken bunları sayıyordu. İnsanın kazanışı hariç.

Ne iyi komünistti ve ne iyi insandı Doğan Ağabey! Bazı insanların ölümü öyle şeyler bırakır ki geriye, ölürken de kazanıyorlardır aslında. İyi insan olmak yetmez bunun için. Ama iyi insan olmadan hiç olmaz…

Şu dizeleri Parti'ye giriş kutlaması mıydı, acaba?

Bu ışıldamanın adını
Kolay söyleyemiyorum kardeşim.
Özgür katılım, devrim veya şiir diyebilirsin.

Belki de birini partilemenin heyecanıydı…

Belki benim merakım da yanıtlanır, Doğan Ağabey'e borçlarımızı öderken. Belki Oğuz (Kavala) bu dizelerin ardındaki gerçeği bulup çıkartır hazırlamakta olduğu Doğan Görsev kitabında. Bu arada bir başkası onun başladığı marksist felsefe çevirisini tamamlayacak. Klasik müzik kataloğu müzik meraklılarına, öğrencilere ulaşacak. Cd’lere yazdığı konserler, toplantılar, konuşmalar, şiirler, bir yol bulacağız, tıklanacak.

Ben zamanında aramazsam, sitemsiz o arardı. Her gittiğimde bir dosya kağıdına eliyle yazıp sıraladığı gündem maddeleri hazırdı. Yayınlarda çıkan yazılar hakkında soracakları vardı. Nasıl yorumluyorduk şu ve bu gelişmeyi. O düşünmüştü ki… Peki daha fazla ne yapabilirdi Parti için, nasıl yararlı olurdu? Sosyalistlerin Meclisi toplantısına, Ankara’ya gidecek denli sağlıklı hissetmemişti kendisini, ama şu kararın hayata geçirilmesine katkıda bulunabilirdi, uygun görülürse…

Bu arada masada konyak eksik olmamalıydı. Son zamanlarında bırakana kadar sigarası. Ve Nesrin ablanın servisiyle kahve. Mutlaka bir kek. Yurtdışından getiren biri olmuşsa yakınlarda, zencefilli. Gözlerinin içinden gülerdi, her aldığımız kararda.

Bir keresinde, nasıl daha yararlı olabileceği sorusunu “partili olarak, Ağabey” diye yanıtlamaya artık sıra geldi dedim, kendi kendime. Öyle de dedim. Sanki 60 yıldır komünist değilmiş, hâlâ ‘40’larda Parti’yi arayan o çocuklardan biriymiş gibi heyecanla donup kaldı. Bu yaşta yapabilecekleri kısıtlıydı. “Yeniden doğdum” demiş miydi acaba? Aklımda öyle kalmış.

Türkiye Barış Komitesi Derneği Serüveni Üzerine, Yaşanmışlıklar, Belgeler (1976-1986) kitabı 2006’da, Komünist Manifest çevirisi 2008’de yayımlandığına göre bu iki tarihin arasında bir noktada tanıştım kişisel olarak. Sonra hep görüştük. Partiye davet eden sözcükler benim ağzımdan çıktı. Ama Doğan Görsev’i onlarca kişi birlikte örgütledik. İnsani kalitesine hayran kalan onlarca yoldaş. Sonra ikinci kez Komünist Parti’ye “örgütlenirken”, ben ziyaretine gecikmeli gittiğimde o çoktan üyesi olduğu Şişli İlçe'den gelenlerde “insanı” görmüş ve toz duman arasında, yoldaş samimiyetine, parti aklına ikna olmuştu bile.

Mükemmeliyetçi teriminin “ürün çıkartmanın zorluğu” hatta ürün çıkartmamanın bahanesi olarak anlaşılmasına itirazı vardı. Ama elbette, hiç kuşkusuz mükemmeliyetçi olmalıydık. Nasıl vazgeçerdi insan, en iyiyi aramaktan! Hele marksistse, komünistse. Elbette zor olacaktı bir ürün çıkarmak.

“Ben” sözcüğünün bir toplumsal hastalık olduğu açıktı ve bencilliğin, benmerkezciliğin, kolektifi örtebilecek her bireyci vurgunun, bunlarla arasındaki mesafe pek kısa olan kariyerizmin her türlüsü, ileride toplumsal ilişkilerden tasfiye edilmek üzere, hemen şimdi, hiç zaman yitirmeden Parti yaşamından silinmeliydi. Yeniden formunu doldurduğu Parti’yi bu nedenle de seviyordu. Kendini gönüllü olarak kolektivitenin içinde eritmeye rıza göstermeyen komünist olmazdı. Böyleleri hep zarar vermişlerdi. Kolektivitenin içinde erimek ne bireyin zenginliklerinin yok olması anlamına gelirdi, ne ortalamacılığa çıkardı, ne de kişiyi rencide edebilirdi. Tersi, tam tersi! Kendine sakladığı, mülkiyetine geçirdiği bir değer, ne büyük saçmalıktı. Bireyin kendini kollektifte aşmasından daha büyük bireysel zenginlik olabilir miydi? Diyalektiğe uygun yaşadı. “Yöntemi” gerçekten önemserdi.

Hayran olduk Doğan Ağabey'e. Onun yaklaşımlarına ters olacak ama, Doğan Görsev tarihsel TKP’nin en ciddi entelektüeli ve kaliteli “insanı”dır bana sorarsanız. En titiz marksizm çevirmeni o mudur? Muhtemelen odur. Böyle bir saptamaya mutlaka itiraz ederdi. “En” sözcüğünün kullanılması bilimsel olmazdı, etik açıdan da sorunluydu.

Yine de en iyi Louis Aragon yorumcusunun kim olduğu konusunda iddialıydı. Ama yoktu onda Catherine Sauvage’ın Aragon albümü. Benim bir CD, Fransızca telaffuzuyla “se-de” olarak kendisine hediye ettiğim albümü hangi yoldaşımın internette yakalayıp indirdiğini geçmiş emailler içinde buldum az önce. Üç yıl olmuş. Ne mutluluk!

En büyük anlaşmazlığımızın Doğan Ağabey'in en iddialı olduğu noktaya denk düşmesi de tuhaf oldu doğrusu. Titiz çevirmene göre Manifesto, Türkçe'ye yaygın dünya dillerinin, -hele Marksizm açısından- en yüzeyseli, derinliksizi olan İngilizce'den aktarılmıştı ve bu saçmaydı. Türkçe başka icatlar terimin orijinal derinliğini kucaklamaktan uzaktı ve çare "manifest" sözcüğündeydi. Çocuğu olabilecek yaşta insanların, on yıllarını verdiği çevirisini kendisiyle tartışmalarına hazır ve birlikte daha doğrusunu bulmaktan mutluydu. Kitabın adıysa başka bir şeydi; bir tür kişisel tarih ve meslek tezi! Doğan Ağabey için kişisel tezden daha önemlisi Parti görüşüydü. İçi cız etmiştir mutlaka Yazılama yayınevi “Manifesto” sözcüğünü tercih ettiğinde.

Ama… Parti…

Mecburiyetten değil, talimat gereği değil, Parti başlı başına bir doğru olduğu için.

Git demişlerdi Avrupa’ya, çeviri grupları oluştur, kültürel çalışmaları yaygınlaştır. Tereddütsüz yaşamını değiştirmişti.

Yaşama gücünü elinden alan ve son zamanlarında onu çeviriden, okumaktan, toplantı yapmaktan alakoyan hastalığını kim tahmin edebilirdi ki? Tahmin etsek zamanında sormaz mıydık Sevinçli Haber’in ne olduğunu?

I

Birden ufuk ağardı.

Duymaz oldu kulaklarım.
Renk cümbüşü dört bir yanım.
Bu taşta ben ağlamadım.

Varsın rüzgâr delilensin
Uğuldatsın çevremi,
Varsın coşsun denizler
Martılar çığlık atsın.
Dilimde yedi iklimin şarkıları var,
Kanatlanmış ayaklarım artık yerlere değmiyorlar.

Daha uğuldasa rüzgâr,
Daha da coşsa deniz,
Enginden dönmez gözlerim,
Kırılır bağrımda dalgalar.

II
Gök maviş, ben meneviş (Tra-lal-la-la),
Beklenen haber gelmiş (Tra-lal-la-la).

***

Doğan Ağabey,

Bugünlerde de sevinçli haberler var. Kanın, karanlığın, toz bulutunun, yalanın içinden süzülüp yükseliyorlar. Haklı çıkması yetmeyen Partin büyüyor. Aramızda olsaydın, bilemedin bu ayın ilk on gününde falan, birer konyak, oturmuş olurduk seninle aynı masada. Gündem maddelerimizin ilk sırasında bir kez daha eski yoldaşları, dostları taramak olurdu isim isim. Telefon defterini açardın ya da kalkıp giderdik kapılarını çalmaya…

                                                 ***

 Yargıdan insan manzaraları: Savcıydı gizli tanık oldu, kimliği değiştirildi, üç kez firar etti ve yakalandı...-Ali Ufuk Arikan- 

Rüşvetçi, Fethullahçı bir savcıydı. Cihaner'in tutuklanmasına neden olan isimlerdendi. Ergenekon'un gizli tanığı olduğu ortaya çıkınca kimliği değiştirildi. Cemaat kavgası sonrası meslekten atıldı. Cemaat yargılamaları sırasında iki kez yakalanıp tutuklandı. Yakalanmalarının birinde kaçmaya çalışıp balkondan atlayınca bacağı kırıldı. Sonra tekrar firar etti. Şimdilerde çok ilginç bir soruşturma kapsamında Almanya'da yakalandı.


Tarih 29 Mayıs 2010.

O günlerde ülkenin en önemli siyasi operasyonu Ergenekon'du.

Her gün yeni iddialar ortaya çıkıyor, birileri hedef alınıyor, birileri tutuklanıyor, birileri şafak baskınıyla gözaltına alınıyordu.

O gün ortaya çıkan son haberse biraz farklıydı:

Adalet Bakanlığı’nın, İlhan Cihaner hakkında görev suçundan soruşturma açmasına neden olan ve bu yolla Yargıtay’da yargılanması sürecini başlatan şikayetin altında bulunan İliç Savcısı Bayram Bozkurt’un imzası ile Ergenekon dosyasındaki 'Gizli tanık Efe'nin imzaladığı 'Teşhis tutanağı' belgesindeki imzanın benzerliği dikkat çekiyor.


Ergenekon’un gizli tanığının aynı zamanda bir savcı olduğu iddiası o zaman için büyük haberdi.

Günlerce konuşuldu.

Sonra hiçbir şey olmamış gibi bu ismin tanıklığı veri alınarak birçok kişi uzun yıllar yargılandı, cezaevlerinde kaldı.

Kimliği ifşa olunca Cemaati imdadına koştu, Bayram Bozkurt’un Gizli Tanık Koruma Kanunu çerçevesinde estetik operasyon geçirdiği bile öne sürüldü, bunu reddetti. Adının Hakan Aslan olarak değiştirildiği ve yeni kimlikle Keskin’de savcı olarak görevlendirildiği ortaya çıktı.

Gerçekten “film” gibiydi.

Peki, kimdi bu Bayram Bozkurt?

Tutuklanmasına neden olduğu İlhan Cihaner’in öyküsüne kısaca göz gezdirdiğimizde aslında Bozkurt’un nasıl biri olduğunu oldukça iyi anlıyoruz.

İliç savcısı demiştik Bozkurt için.

Hani, Erzincan İliç’te 9 işçinin öldüğü maden faciası vardı ya, Bozkurt iddiaya göre o madendeki usulsüzlükleri ve şikayetleri araştırması için Cihaner’in talimatını yerine getirmek yerine şirketten rüşvet alıp dosyanın üstünü kapatıyordu. Hakkında birçok rüşvet iddiası daha vardı.

Böyle bir isimdi Bozkurt.

Ergenekon’un efsane gizli tanığıydı, ifadeleri sonrası birçok kişi tutuklanmış, kimliği ortaya çıkınca korumaya alınmış, iddiaya göre estetik ameliyat dahi olmuş, kimliği değiştirilmişti. Daha ne olsun?

Ancak bu hızlı yükselişe karşın filmin geri kalanı biraz “acıklı” oldu onun için. 

AKP ile eski ortağı Cemaat’in arası bozulunca Bozkurt için işler değişti.

İlk dalga 17-25 Aralık’ta geldi.

15 Temmuz sonrası ise Ergenekon’un üstüne komple sünger çekildi, bunca yıl AKP ile işbirliği içinde türlü usulsüzlükler ve hukuksuzluklara imza atan isimlerden bir bölümü görünürde de olsa “yargılandı”, mahkum oldu.

O isimlerden biri de eski Cumhuriyet Savcısı olan, Ergenekon’un gizli tanığı Efe oldu.

17/25 Aralık’tan sonra HSYK, yeni kimlik verdiği Bozkurt’u meslekten attı.

Yargıtay 11. Ceza Dairesi, Bozkurt ve gizli tanıklar hakkında suç duyurusunda bulundu.

Bozkurt “Kaçma şüphesi yok” diye serbest bırakılınca firar etti.

Bu ilk firarı oldu.

15 Temmuz sürecinde İzmir’deydi. Saklandığı evden kaçarken balkondan düşüp bacağını kırdı ve yakalandı.

Ancak öğrendik ki, birçok isim onun İzmir’de olduğunu zaten biliyordu. 

Darbe olacağını bile söylemişti görüştüğü görevlilere! Buraya geleceğiz.

Sonrasında, Ekim 2016’da tutuklandı.

Kasım 2016’da, sadece bir ay sonra itirafçı oldu. İtiraflarında oldukça çarpıcı ifadeler kullandı, kritik birçok ismin Cemaat bağlantısını ortaya serdi. Buraya da yine ayrıntılarıyla geleceğiz.

Çıktığı ilk duruşmada delillerin toplanmış olması, etkin pişmanlık hükümlerinden faydalanma ihtimali ve tutuklulukta geçirdiği süre” gibi gerekçelerle tahliye edildi.

Tarih 7 Ağustos 2018’di, kolay kolay kimseye nasip olmayacak şekilde ilk celsede serbest kalmıştı.

Büyük işti doğrusu.

3 Eylül 2018’de hakkında yeniden tutuklama kararı verildi. Fakat yine firar ettiği anlaşıldı.

Bu ikinci firarıydı.

Bu kez ülke içinde değil, yurtdışındaydı.

Makedonya'dan Sırbistan'a kaçarken 2019’un Nisan ayında yakalandı.

Sonra buradan da “firar etmeyi” başardı.

Bu üç olmuştu.

Destek aldığı açıktı.

Sonrasında izini kaybettirdi.

Ta ki yıllar sonra, yine ona yakışan tuhaf bir gelişmenin tam ortasında yer alana dek.

Hollanda’nın Rijswijk kentinde 1 Mayıs’ta kaldığı otelin bahçesindeki kafede otururken suikaste uğrayan Cemil Önal’ın cinayet sırasında yanında bulunan kişiydi Bayram Bozkurt.

Önal, 2022’de yine bir suikastle öldürülen Kuzey Kıbrıslı kumarhane patronu, yasadışı bahis baronu Halil Falyalı’nın elde ettiği geliri yönetiyordu, Falyalı'nın "kara kutusu"ydu.

Bozkurt’un bu ismin yanında ne işi vardı? 

Bahis ağı ve baronlarla nasıl bir teması vardı, büyük merak konusu oldu.

Sonra yine izini kaybettirmeyi başardı.

Ancak geçtiğimiz günlerde, daha önce üç kez firar etmeyi başaran bu isim, Cemaat firarilerinin yoğun şekilde yaşadığı Almanya’da yakalandı.

Şimdi Bozkurt’un Hollanda’ya iadesi talep ediliyor.

Bu iade işlemi sonrası Bozkurt’un vereceği ifadenin oldukça kritik olduğu belirtiliyor.

Bu uzun girişten ve hikayesindeki büyük kırılmalardan da anlaşılacağı üzere gerçekten “sıradışı” bir isimle karşı karşıyayız.

Gelin şimdi bu ismin öyküsüne daha yakından bakalım.

Cemaat ile nasıl tanıştığına, bu temasın nasıl geliştiğine, bir Cemaat üyesi gözüyle ‘örgütün’ işleyişine yakıdan bakalım.

Tabii ifadesindeki kritik ve üzerinde belki de hiç durulmayan bölümlerin de ayrıntısıyla birlikte…

Şovla başlayan itiraflar

Bozkurt’un polisten kaçmaya çalışırken bacağını kırdığını yazmıştık.

Bir yandan cezaevinde tedavi görürken bir yandan da itirafçı olmak üzere abisi üzerinden çoktan haber uçurmuştu yetkililere. 

Ancak ortada bir sorun vardı. 

Koğuşunda çok fazla Cemaatçi vardı ve dikkat çekmek istemiyordu. 

Hastane bahanesiyle alınmayı, orada ifade vermeyi istedi.

Cezaevinde hayat muhasebemi yaptım. Gerçeklerle yüz yüze geldim. Önceki hayatım ile cemaate girdiğim dönem içerisindeki yaşadıklarımı ve benim ilk kez girdiğim dönemdeki ilkelerini ve tabanını kaybedip tamamen farklı bir yöne bu yapının kayması, 15 Temmuz gecesi yaşanan vahşi olaylar neticesinde daha fazla sessiz kalmamın doğru olmayacağını düşünerek kendi rızam ile tanık sıfatıyla bu yapıyı bildiğinizin aksine kriptolarıyla dahil olmak üzere aydınlatmak ve yine prova mahiyetindeki 15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra gerçek darbeyi yapmak üzere işaret fişeğini atmalarından ötürü bir nebze bunlara engel olabilmek adına hür irademle ifade vermek üzere talebim doğrultusunda huzurunuza geldim.

Evet, bu girişle başlıyordu "etkin pişmanlığa" Bozkurt.

Ona yakışan bir girişti gerçekten.

Cemaatçi gizliliği ve kapalılığını pek benimsemiyor, şovu gerçekten çok seviyordu Bozkurt.

Ancak biz Bozkurt'un prova dediği 15 Temmuz'un epey öncesine uzanalım önce, Cemaat'le tanışma öyküsüne gidelim.

Cemaat ile tanışma ve başarılı ‘şakirt’ öyküsü

Fetullahçılarla lise eğitiminin henüz birinci sınıfındayken tanıştığını, o sırada Bornova Suphi Koyuncu Lisesi’ndeki en başarılı öğrenci olduğunu söyleyerek sözlerine başlıyordu Bozkurt. 

En başarılı öğrenci olduğu için kendisine kanca atıldığını söylüyor, Cemaat bağının da böyle kurulduğunu açıklıyordu.

Beni de bu şekilde okul çıkışında durak önünde otobüs beklerken daha sonradan ev abisi olan Gürsel Orer'in ekibinde bulunan ve piyon olarak kullanılan Erdem isimli üniversite öğrencisi yapıyla tanıştırdı. Sonrasında HSYK'da başmüfettişlik yaptı, daha sonra Van'a gönderildiğini biliyorum, sonrasında ne olduğunu bilmiyorum. İfademin daha sonraki bölümlerinde ayrıntılı şekilde bahsedeceğim kripto cemaatçi olan Selim Yıldız'ın en has adamıydı. Selim Yıldız ki şu anda HSYK teftiş kurulu başkanıdır.

Bozkurt'un bu tanışıklık öyküsünde adını geçirdiği isim, Selim Yıldız, bu ifadeden bir yıl sonra görevinden alınacaktı.

Bu görevden alma ne kadar Bozkurt’un etkisiyle bilinmez ama biz not edip devam edelim.

Sonra lise dönemi bitiyor, üniversite yılları başlıyordu Bozkurt’un. Belki de "ben hep başarılıydım" öyküsünü sevdiği için “cevapları önceden aldık” kısmına hiç girmiyor, kaydırma yaptığı için Ankara Hukuk yerine Konya’yı kazandığını söylüyordu.

MİT tırları savcısı, Cemil Çiçek ve Bülent Arınç notları

Kendisini fazla beğenmiş çiçeği burnunda bu genç Fethullahçı, tüm Cemaatçilerin gittiği özel yurt yerine devlet yurduna gönderildiğini, bunun da kendisinin “kripto” adayı olmasıyla ilgili olduğunu iddia ediyordu.

Öyle ya, kriptoların Cemaat bağını gösteren hiçbir bağları olmamalıydı.

Burada verilen ilk görev Cemaat’e yeni üye kazandırmaktı, hukuk fakültesinden 30-40 kişiyi yapıya kazandırdığını söylüyordu.

Benden önce bu görev, ben yurda girdiğimde yurttan ayrılan ve daha sonra MİT tırları savcısı olan Aziz Takçı'ya aitti. Aziz Takçı yurdun B Blok abisiymiş, hukuk fakültesi öğrencilerinden sorumluydu, onun da abisi Alaattin Keykubat öğrenci yurdunun abisi olan İsmet Macit Gülerim'di. Şu anda cemaatin Almanya imamıdır.

Dedik ya, şovu seviyor Bozkurt.

İfadesi boyunca bunu yapıyor, birçok tanınmış, ünlü ismi anıyordu:

Konya'da 20'de 1'lik evlerde kaldığımız dönemde Bülent Arınç'ın damadı olan Meram Tıp Fakültesinde kalp cerrahı olan soyadını bilmediğim Doktor Ekrem isimli kişi vardı. Doktor Ekrem Konya'daki mahrem sınıfının abisiydi. O dönem Adalet Bakanı Şevket Kazan'dı, cemaatin hakim ve savcı adayları doktor Ekrem aracılığıyla Bülent Arınç'a ulaşıyorlardı, Bülent Arınç'ın referansı ile çoğu hakim ve savcı oldular.

Arınç’ın damadı bu ifadeler de veri olunca bir süre tutuklu kalacak, sonra kendini kurtaracaktı bu tutuklamadan.

Ancak sadece Arınç’tan ibaret değildi Savcı eskisi Bozkurt’un siyasetçi 'tesadüf' ve temasları:

Cemaat Mahmut Özbay aracılığıyla hakim ve savcı alımlarında Cemil Çiçek'i yanıltmak için bir sistem kurmuştu, Osman Bölükbaşı, Maksut Mete, Birol Erdem, Ahmet Hamsici, Mustafa Babayiğit, Ufuk Yeşil ve Mustafa Kemal Özçelik cemaat tarafından Adalet Bakanı Cemil Çiçek'e sunulacak hakim ve savcı adayları listesinde oynamalar yapmak üzere görevlendirilmişti. Bu şahıslar cemaat üyeleri için gerçekten olmadığı halde Ak Parti içerisinden insanların referans olduklarına dair liste oluşturuyorlardı, cemaat dışında olanlar için de bir kara liste oluşturup bunu Mahmut Özbay aracılığıyla Cemil Çiçek'in önüne gitmesini sağlıyorlardı, Mahmut Özbay da bu işi biliyordu. Cemil Çiçek Mahmut Özbay'a güvendiği için bu listeler mülakatta dikkate alınıyordu.

Bakanlar Cemaat’in oyuncağıydı, böyle söylüyordu Bayram Bozkurt ifadesinde.

Parlak kripto adayı Fethullahçı yükselmeye devam ediyordu, kimsenin çıkamadığı katlara hızla çıktığını anlatıyordu. Hızlı yükselmiş, güven vermiş ve askeri okulda okuyan öğrencilerden dahi ona bağlananlar olmuştu:

Ben fakültede okurken bana ayrıca askeri yapılanma içerisinde görev verdiler, bu görev çerçevesinde biri o sırada Kuleli Askeri lisesi öğrencisi olan Serdar Nergiz, diğeri skorsky helikopter pilotu olan teğmen Kamil Koç'u benim sorumluluğuma verdiler. Ben bunların bulunduğu İstanbul ve Ankara iline zaman zaman gidip cemaatin mahrem evlerinde buluşup manevi olarak destek olup dini konularda ders veriyordum, cemaatle bağlantılarını sağlıyordum.

Yükselişten duraklamaya: Evlilik kararı

Hızlı yükselen bu savcı adayımızın canı evlilik konusunda sıkılacaktı, öyle söylüyordu.

Cemaat’in istediği kişi kimse, tepelere çıkmak isteyen kişiler onla evlenmeliydi. Bozkurt kendi sevdiği kadınla evlenince kızağa çekilecek, sonra gözden düşen bir savcı olarak göreve başlayacaktı.

Tam da bu noktada belki de verdiği ilk "himmet parası" canını sıktığı için ayrıntılı şekilde "etkin pişmanlık" ifadesinde şu bilgiyi araya sıkıştırıyordu:

Yargıda cemaate mensup hakim ve savcılar göreve başladıklarında ilk maaşının tamamı, daha sonra evli olanlar maaşlarının yüzde 10'unun, bekar olanlar da maaşlarının yüzde 20'sini himmet olarak cemaate veriyorlardı, bu himmetleri grup abileri elden topluyordu, daha sonra bunlar bu paraları bölge abilerine veriyordu, bölge abileri de Ankara'da her ay düzenlenen toplantılara katılarak bu paraları, herkes kendi gruplarından sorumlu merkez abilerine veriyorlardı. Himmet paraları asla banka aracılığıyla verilmezdi, kesin suretle elden verilirdi.

Yükseliş için fırsat: Erzincan ve Cihaner olayı

İlk maaş gidecek, sonrasında görev yeri Erzincan olacaktı.

Böylece Cihaner’in hedef alınacağı kumpasa yaklaşıyoruz.

Erzincan adliyesinde İlhan Cihaner ve iki savcı dışında herkesin kendi adamları olduğunu söylüyordu Bozkurt.

Etrafı kuşatılmış bir Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner.

Üstelik Gülen Cemaati’ne operasyon hazırlığı içinde olduğunu Bozkurt dahil tüm cemaat kadroları tarafından biliniyordu.

Görev yaptığım bu dönemde İlhan Cihaner'in cemaat hakkında yürüttüğü bir soruşturma vardı. Ayrıca cemaatin rahatsız olduğu Saldıray Berk 3. ordu komutanıydı. Saldıray Berk'in süre içerisinde Genelkurmay başkanı olabileceği cemaatçi albaylar arasında konuşuluyordu ve bundan büyük bir rahatsızlık duyuyorlardı. …Sonrasında Osman Şanal bana İlhan Cihaner, Saldıray Berk ve Recep Gençoğlu'nu sormaya başladı ve samimiyet düzeyimi öğrenmek istedi. Ben de kendisine İlhan Cihaner ile samimi olduğumu, alaya da gidip geldiğimi söyledim, bana İlhan Cihaner'in cemaatle ilgili bir soruşturma yapıp yapmadığını sordu, ben de böyle bir soruşturma yapıldığını tahmin ettiğimi, fakat kesin ve net olmadığını söyledim. Zira o dönem Osman Şanal'ı pek tanımıyordum, bana tanıklık yapıp yapamayacağımı sordu.

Bu soru sonrası Ankara’ya giden Bozkurt, gözden düşen bir Cemaatçi olarak belki de iman tazelemek adına Şanal’ın kendisine ilettiği teklifi soruyordu, aldığı yanıt, "ne talep ediyorsa yerine getireceksin" olacaktı.

Peki, nasıl kurulmuştu bu kumpas?

Bozkurt'tan ayrıntılarıyla dinleyelim:

…Osman Şanal beni telefonla aradığında gelen müfettişlerden Ekrem Dinçer'in alevi olduğunu ve beni meslekten atmak için rapor düzenleyeceğini söyledi. Ben meslekten atılacağım kaygısıyla Osman Şanal'ın tanıklık teklifini kabul ettim ...İfademde gerçek olan diyaloglarımı ve bildiklerimi anlattım, ancak Osman Şanal bunu yeterli bulmadı, öncelikle orada bir darbe semineri olduğunu ve şömine kafede albaylarla buluştuğumu tespit ettiğini, oradaki diyalogları anlatmamı istedi. Orada gerçekten bir iç güvenlik semineri olmuştu ve bu seminere bölgeye dair il alay jandarma alay komutanları ve 3. ordu albayları katılmıştı. …Bu yemekte herhangi bir şekilde bir darbe görüşmesi olmadı. Ancak yemeğe katılan cemaatçi olduğunu bildiğim subaylar ve diğer rütbeli şahıslar Ak Parti hükümetine karşı rahatsızlıklarını dile getiriyorlardı. Sohbeti bu şekilde Osman Şanal'a anlatınca o da bunun basit siyasi bir düşünce olmadığını, darbe planlaması olduğunu, bu sebeple bu şekilde ifade vermemin uygun olacağını söyledi. Ben de onun bu yönlendirmesiyle gerçekten bir darbe olabilecekmiş ve ben de onu engelleyen insan olmak amacıyla onun istediği şekilde bu kafedeki görüşmenin darbeye yönelik olduğu yönünde çarpıtılmış ifade verdim. Osman Şanal bana irticayla mücadele eylem planının Erzincan'da uygulamaya konulacağını ve bunu delillendirmek gerektiğini ve önlemek zorunda olduklarını söyledi.

Kumpasın merkezinde Cemaat-AKP ortaklığı vardı, uygulayıcıları ise Cemaat’in adamı Şanal ve aparatı Bozkurt olacaktı.

Sipariş üzerine dosyaya eklenen isimler dönemiydi, Dursun Çiçek böyle dahil edilecekti dosyaya:

“…bunun orada olup olmadığını sordu, ben de benzer bir şahıs olduğunu fakat hatırlayamadığımı söyledim, daha sonra bana bu kişinin irticayla ilgili eylem planını hazırlayan Dursun Çiçek olduğunu ve Erzincan'da bir otelde kaldıklarını tespit ettiklerini söyledi. Benim de bu şahsı orada gördüğümü net olarak ifade etmemi istedi. Ben önce bunu kabul etmedim ancak ısrar edince Dursun Çiçek'i seminerde gördüğüme dair ifade verdim. …Ben bu ifadeyi Osman Şanal'ın teklifi üzerine gizli tanık olarak verdim. Kod adım 'EFE' idi.”

Yalan ve kumpas bir cemaat özelliğiydi: “İlhan Cihaner'in askerlerle fazla bir muhabbeti yoktu, ancak gizli tanık olarak ifade verdiğim sırada İlhan'ın askerlerle muhabbeti olduğu ve cemaate kumpas için bunlarla birlikte hazırlık yaptığı içerikli gerçek olmayan beyanlarda bulundum. Bu suretle İlhan Cihaner, Saldıray Berk ve Recep Gençoğlu birlikte bir soruşturma kapsamına alındılar.”

Gerçekten Cemaat'e yakışan sahtekarlıkta bir operasyon ve yine Cemaat'e yakışan kadrolar. Hiçbir ahlak ve etik kuralı tanınmıyor, herkes iftiralarla, sahte delil ve tanıklarla tam da bu şekilde hedef alınıyordu.

Sonra ne mi oldu?

Açığa çıktı bu Cemaat aparatı, ifadesinden anlaşılan, bu pek sevilen bir durum değildi örgütü için.

Yukarıda “Alevi, seni ihraç edecek, bu işin başında Cihaner var” denilen Ekrem Dinçer’in Bozkurt’u ihraç edeceği söylendi, Cemaat tarafından acilen Ankara’ya çağrıldı.

“Ben Aydın Eser'in bu talebini teyit etmek için Ak Parti Gaziantep Milletvekili Mahmut Durdu ile birlikte o dönemki Adalet Bakanı Sadullah Ergin ile görüşerek nasıl davranmam gerektiğini sordum. O da bana ihraçtansa istifa et daha iyidir dedi. Bunun üzerine Bakanlığa giderek istifa dilekçemi verdim.”

Eser Cemaat’in adamıydı, ihraç yerine istifa et demişlerdi, o da Cihaner’i tutuklatan isim olmanın verdiği gururla görüştüğü Bakan Ergin’den aldığı olurla istifa etmişti.

Sonrasında Cemaat kararıyla Kayseri’ye giderek avukatlığa başlayan Bozkurt, ifadesinden de açıkça anlaşılacağı üzere mesleğe döneceğini bilerek hareket edecekti.

Gülen'in saat ve atleti ve mesleğe dönüş

Bir parantez ile sizleri yine eski bir habere götürelim.

5 Mart 2013’te toplanan HSYK 3. Dairesi, Bozkurt’un mesleğe kabulüne karar verdi. Savcı Bozkurt yeni kimliğiyle cumhuriyet savcısı olarak Ankara’nın bir ilçesine atandı. Bu arada, Bozkurt’un eşi Sağlık Bakanlığı’nın görevlendirmesiyle 4 Eylül 2013’te ABD’ye gitti. Savcı Bozkurt da eşinin ardından bir yıl ücretsiz izin alarak, 16 Aralık 2013’te ABD’ye gitti.

Peki, neden?

Gülen, "bedel ödeyen" ve gücünü kullanarak mesleğe geri döndürdüğü kahramanını, Cemaat'in en kilit operasyonlarından birinin kritik ismini görmek istemiş belki de. Belki de pek de güvenmedikleri bu kritik ismi, daha da yakına çekmek içinde bu planlama. Bilinmez.

Ancak bildiklerimiz var, yine Bozkurt'un ifadesinden dinleyelim:

"..Onun aracılığıyla (Yılmaz Erdem) Pensilvanya'da Fetullah Gülen ile görüştüm, Fetullah Gülen o dönem çok rahatsızdı, bina içerisinde beni Doktor Kudret karşıladı ve Fetullah Gülen'in yanına beni götürdü, ben Fetullah Gülen ile yaklaşık 45-50 dakika görüştüm, çok fazla gelip giden vardı, Fetullah Gülen bizlere dua ettiğini söyledi, bulunduğumuz konum itibariyle büyük bir hizmet ifa ettiğimizi söyledi, üzerinde kendi imzasının bulunduğu çok kaliteli bir saat hediye etti, ben Türkiye'ye döndüğümde Ufuk Yeşil bana Fetullah Gülen'in atletini getirdi, bu atlet Fetullah Gülen tarafından kullanılmış ve bana gönderilmişti, saat ve atlet benim bildiğim bir yerde muhafaza altındadır, en kısa sürede teslimini sağlayacağım.

Gülen'in daha önce kimlere saat verdiğini bilmiyoruz. Sadece ortaya çıkan isimler dahi bunun "önemli" bir takdim olduğunu kanıtlamaya yetiyor.

Sedat Peker örneğin, Gülen'in 10 altın saatinden birinin kendisinde olduğunu söylemişti. Yine Gülen'i ziyaret eden "gazeteciler" Serdar TurgutCüneyt ÖzdemirFerhat Boratav ve Bejan Matur'a da imzalı saat edildiği haberleri gündeme gelmişti.

AKP starları ifadede: Hakan Fidan, Bilal Erdoğan, Mehmet Şimşek

İfadesinde AKP’nin “star” isimleri sık sık geçecekti Bozkurt’un.

Onlardan bazıları Taner YıldızMehmet ŞimşekBilal Erdoğan ve Hakan Fidan’dı.

Kısa kısa not düşelim bu “itirafçı” ifadelerini:

* “Ali Fuat Babatan'ın bürosuna sıklıkla gelen şahıslardan biri de Harun Ekinci'dir. Bu kişi cemaate ait dünya radyosunun kurucusudur. …Harun Ekinci Ak Parti içerisindeki birçok Bakanla da çok samimi diyalogu vardı. Özellikle Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve zamanın Enerji Bakanı Taner Yıldız ile çok samimi görüşüyorlardı. Harun Ekinci bakan seviyesindeki bürokratları Amerika'da Fetullah Gülen ile görüşmeye götüren kişidir. Harun Ekinci aynı zamanda cemaatle iltisaklı İpek Holdingin yönetim kurulu üyesidir, Akın İpek'in de sağ koludur.

* …17-25 Aralık 2013 öncesinde Cemalettin Akacak Türkiye'ye gelerek bir şirket kurdu. Yine Bilal Erdoğan'ın ismini kullanmak suretiyle Tahir Kocatürk ile ortak oldu. ...Halen bildiğim kadarıyla bu şahıs Cumhurbaşkanımızın oğlu Bilal Erdoğan'ın çevresinde dolanıp onunla görüşmektedir. Bu bir tehlike arz etmektedir.

* …Hakan Fidan'ın cemaatle bir bağlantısının olup olmadığını bilmiyorum, fakat cemaat içerisinde yüksek dereceli görevlerden duyduğuma göre Ankara Cebeci'deki cemaatin ilk evlerinden birine orta-3 talebesi olarak gidip geliyormuş, o dönemdeki cemaat abisi yani o evin abisi şu anda Profesör olan İbrahim Cerrah'mış. Hakan Fidan TİKA başkanı olduğu dönemde Hüseyin Kara da cemaatin Ortadoğu imamıydı. Ortadoğu'da müslüman ülkelerde TİKA projelerinde Hüseyin Kara ile Hakan Fidan görüşme yapmışlar, TİKA'nın projelerinde Hüseyin Kara etkin bir rol oynamış. Bunu Hüseyin Kara bana söyledi. Ancak Hakan Fidan'ın cemaat adına bu şekil davrandığını zannetmiyorum. Fakat Hakan Fidan Hüseyin Kara'nın cemaatin etkin elemanı olduğunu bilmesi gerektiğini düşünüyorum.”

'Darbe olacağını herkesten önce ben söyledim, uyardım'

Tüm bu ifadeler dışında Bozkurt’un dikkat çeken başka iddiaları da vardı.

Şu ana kadar basının gündemine pek girmeyen ama ifade kayıtlarına yansıyan kritik iddialardı bunlar.

Örneğin darbeyi MİT’e herkesten önce ileten kişi olduğunu söylüyordu:

Ben cemaatin bir darbe girişiminde bulunacağını daha önceden öğrenmiştim ancak tarih olarak tespit edememiştim. Bunu MİT'te görevli Hasan Cengiz'e birçok kez iletmiştim. Darbe girişiminden sonra darbeyi haber veren kişi olarak Alexander Dugin olarak belirtilmiş ise de aslında darbe hazırlığını yetkili kurumlara ilk ben bildirmiştim. Alexander Dugin ve Hasan Cengiz tanışırlar, daha doğrusu Hasan Cengiz Avrasya Belediyeler Birliğinin başkanıdır. Alexander Dugin, Putin'in danışmanıdır, bu sebeple Hasan Cengiz ile tanışırlar, Alexander Dugin darbe söylentisini Hasan Cengiz vasıtası ile duymuştur. Ben bu zaman içerisinde Hasan Cengiz ile Ali Fuat Babatan'ı da tanıştırdım. Amacım cemaatin askeri yapılanmasında önemli bir yerde olan Ali Fuat Babatan aracılığıyla darbeyi önlemekti.

Buraya kadar aktardıklarımız sanıyoruz her boyutuyla ilginç bir isimle karşı karşıya olduğumuzu anlamamıza yetişecek cinsten.

Kuşkusuz anlattıkları bunlardan ibaret değildi Bozkurt’un. Bazıları “fantastik” denilebilecek çok sayıda iddiası daha olacaktı.

Akın Öztürk ve Mustafa Özcan gibi "şahinlerin" Gülen’e rağmen darbeden yana oldukları, sabırsız davrandıkları, Gülen’in bu sabırsız ekibi engelleyemeyeceğini anladığı için karşı çıkmadığını, bu ekibin tasfiyesi sonrası uygun vakitte kendi darbe planı için harekete geçeceğini öne sürüyordu örneğin Bozkurt.

Baştaki “15 Temmuz provası” ifadesi biraz da bununla ilgili.

Ancak darbeyi önceden haber verdim çıkışına yaptığı şu ekler her durumda ilgi çekici görünüyor:

Kamu güvenliği müsteşarı Muhammed Dervişoğlu evet. Kendisi daha önce MİT müsteşar yardımcısıydı. ...Bu kapsamda ayrıca cemaat içerisinde olduğunu bildiğim birkaç subayla irtibata geçerek ne olup bittiğini anlamaya çalıştım. Bu kapsamda Ankara Jandarma Bölge Komutanı Kurmay Başkanı Kurmay Albay Ali Taş ile defaatle görüştüğüm hatta savcı Cengiz Güneş ile de bu albayı devletimizin istifade etmesi için görüştürdüm. Savcı Cengiz Güneş mutlaka doğrulayacaktır. Cumhurbaşkanımızla görüşme yapacağımız günlerde Erzincan Ağır Ceza Mahkemesi'ne CHP milletvekilleri Dursun Çiçek ve İlhan Cihaner'in şikayetleri üzerine hakkımda yakalama kararı çıkarıldı. Ben de hapiste olmak devletim ile verdiğim mücadelenin zararına olacağı düşüncesi ile İzmir'e gittim. Bu aşamada istihbarat amacıyla FETÖ mensubu birkaç kişi ile irtibatımı devam ettirip bilgi toplamaya çalıştım. FETÖ'den birkaç kaynaktan temmuz ayı içerisinde bir darbe olacağı bilgisini alınca kardeşlerim vasıtasıyla ki onlar ikisi de kamu tanığıdır vasıtasıyla Ankara'dan savcı Cengiz Güneş'i acilen İzmir'e çağırttım. Savcı bey Tayyip beyin eski başdanışmanlarındandır. Bunu da unutmamak lazım. Evet eski başdanışmanlarından olduğu için kendisine en geç 20 temmuza kadar bir darbe planladıklarını aktardım. Ben gözaltında iken İzmir de Basmahane de İzmir TEM Müdürlüğü'nde beni ziyarete geldi savcı bey. TEM müdür yardımcısı Akın Bey'in de huzurunda yukarıda anlattığım hususlar doğrulandı.

Müritlikten 'en başarılı itirafçı benim' sözlerine...

Gülen’le yüz yüze görüşen, Erzincan başarısının mükafatını Gülen’in özel saati ve atletiyle alan “nadir” isimlerden biriydi Bozkurt.

2018’de ilk celsesinde tahliye olacağı davaya 2016 Kasım’ında başladığı bu itiraflarla gitti. Hayatın akışı sert şekilde değişmişti. Tekrar önemli biri olmak istiyordu.

Bunun için de Eğer talebim uygun görülüp dışarı çıktığım takdirde sizin gözetiminizde belirtmiş olduğum belgeleri, fotoğrafları, fotoğraf albümlerini, Fetullah Gülen'in bana göndermiş olduğu saat ve atleti sizlere getireceğim gibi ifademde ismi geçen ve beyanlarıma tanık olarak gösterdiğim kişileri de ikna ederek huzurunuzda dinleteceğimdiyordu.

Cezaevinde kaldığı 23 ay boyunca birçok Cemaatçiyi itirafçı yaptığını, kendi ifadeleri sonrasında da 100’den fazla ismin tutuklandığını söylüyordu.

Kendisine hakim ve savcı albümleri gösterilmiş, o da tek tek kim Cemaatçi kim değil, doğru ya da yanlış söylemiş, onun sözleri sonrasında çok sayıda kişi meslekten atılmıştı. 

O da bunu hatırlatıyor ve tahliye talep ediyordu. 

2016’da bunları söyleyen Bozkurt, yıl 2018’e geldiğinde sadece Cemaat itiraflarıyla çıkamayacağını anladığından belki, AKP övgüsünü artıyor, AKP'nin altını oymamanın bir yolunun da Cihaner'i hedef almaktan geçtiğini anlıyordu:

Her şeyden önemlisi, Hayati Yazıcı'nın yanına gittim. Bunları söylemek durumundayım. Başka devlet erkanlarının yanına gittim. Sayın bakanımızın yanına gittim. Dedim ki İlhan Cihaner böyle böyle şeyler, yani hükümete bir şeyler sıkıştırmaya çalışıyor. FETÖ bir taraftan bastırıyor, İlhan Cihaner bir taraftan bastırıyor. FETÖ diyor ki şunları şunları söyleyeceksin, bana o dönemde 2009'un mayıs ayında şubat ayında Erzincan 3. Ordu Komutanlığı'nda düzenlenen 400 tane üst subayın katıldığı seminer var. FETÖ mensupları hakimler savcılar bana diyor ki sen diyor ben kısmen beyanda bulunmuştum. Sen diyor şu 60-70 subay gösterdiler. Sen bunların bu toplantılara geldiğini, şu kafede yapmış olduğunuz eğlence programlarına albaylara yapmış olduğun, senin düzenlediğin eğlence programına bu subayların da katıldığını söyleyeceksin  ve biz bunlarla ilgili işlem yapacağız dedi. Ben bunu reddettim ve o zaman cemaat zaten ikinci olarak beni topun ağzına aldı. Ondan sonra benimle ilgili soruşturma süreçleri, ihraç süreçleri başlamış oldu. Bir taraftan İlhan Cihaner bastırıyor, bir taraftan FETÖ bastırıyor. Ama ben ne yaptım? Devletimin dediği şeyin dışına asla çıkmadım.

Gerçekten çok ilginç değil mi?

Cihaner’i nasıl büyük yalanlarla hedef aldığını itiraf ettiği tanıklıklarına AKP övgüsü eklediğinde Cihaner’i de yeniden hedef almak zorunda hissediyordu kendisini. Kendi ifadeleriyle çelişen yalanlara başlıyordu tekrardan ya da kendisinden istenen tam da bu olduğu için bu şekilde konuşuyordu.

Sonra mı?

Sonrasının ilk bölümünü girişte paylaştık.

Bu sözlerin ardından anında tahliye edilecek, tahliyeden bir ay sonra hakkında tutuklama kararı çıksa da çoktan firar etmiş olacaktı. Adına "göz yumma" değil de, "firar" diyebilirsek eğer...

Peki, böyle bir isim nasıl oldu da yıllar sonra Halil Falyalı-Cemil Önal ve bahis baronlarının ortasına düştü?

Bu gerçekten bunca öykünün ardından şaşırtıcı mı?

Ortada Fethullahçı tornasından geçmiş, AKP’ye yıllarca hizmet etmiş kirli bir aparat var.

Bu aparat her tür kir ve pasın içinde hızlıca yeni görev ve roller alabilecek biri belli ki.

Falyalı ve Önal bağı bu nedenle şaşırtıcı değil ancak bu isimlerle bağını kuranın kimler olduğu gerçekten merak konusu. Bu pisliğin bu düzende hangi isimler eliyle yayıldığını anlamak ve yerli yerine oturtmak adına.

/././

Öne Çıkan Yayın

SÖZCÜ "Gündem" -20 Kasım 2025-

 Dev bir suç mahalli -Veli Toprak-  CHP İstanbul Milletvekili Evrim Rızvanoğlu, İstanbul’un çete haritasını Bakan Yerlikaya’ya gösterip, meg...