Ukrayna’da Avrupa’nın, NATO’nun belki Batı’nın sonu mu? + Suriye sahası hareketlendi; SDG’ye yönelik gözdağı mesajları mı var, Genelkurmay Başkanı'nın Şam ziyareti ne anlama geliyor? + Mazlum Abdi'den "entegrasyon" açıklaması: Sırada Kürtler var; ABD, SDG’yi desteklemeye devam etmeli-T24-

 Ukrayna’da Avrupa’nın, NATO’nun belki Batı’nın sonu mu?-Namık Tan- 

Zelenskiy’nin, “Ukrayna’nın haysiyetini yitirmekle en güçlü müttefikini yitirmek arasında bir tercihe zorlandığını” açıklaması gayet veciz ve geçerli. En fazla kaybettiği toprakları üzerinde Rus egemenliğini resmen tanımadan fiili durumu kabul ederek bir çıkar yol bulabileceğe benziyor.

namık tan 7 aralık

Trump’ın, Zelenskiy’e ve Avrupa’ya sırtını dönüp, Ukrayna’yı Putin’e teslim etmesine çeyrek var. Kremlin’deki beş saat süren son görüşmede ABD tarafını temsil eden heyetin oluşumu bir gösterge: New York emlâk yatırım dünyasından gelen iki üye Witkoff ve Kushner ABD’yi temsil etti.

Trump’ın yakın dostlarından olan Witkoff’un en azından “Özel Temsilci” ünvanı var. Kushner ise yalnızca Trump’ın damadı ve Gazze Planı’nın mimarı. Heyette ABD Dışişleri’nden kimse bulunmadığı gibi ABD Moskova Büyükelçisi bile en azından not tutmak için olsun söz konusu görüşmede kendine yer bulamadı.

Esasen küresel açıdan da günümüzde diplomasinin evrildiği yeri, pek çok kez vurguladığım “bir numaralar arasında sıkışıp, ivmelenmesi” durumunu dışa vurur biçimde, Rus tarafında da, Putin’in yanında Dışişleri Bakanı Lavrov bulunmadı. On yıllık yakın danışmanı Uşakov ve ABD eğitimli, iş dünyasından gelme Dmitriev masaya oturdu (Dmitriev’in eşi Putin’in kızıyla yakın dost).

Trump’ın Ukrayna’dan “sıkıldığını” gösteren bir başka gösterge, Kremlin’deki görüşmeden önce Cenevre’de Ukraynalılarla bir araya gelen Dışişleri Bakanı Rubio’nun medyaya verdiği yanıt: Rubio soruya cevaben, tek kelimeyle Avrupa Planı’nı “okumadığını” belirtti.

Avrupalılar, Florida’da Dmitriev’in Witkoff’a ilettiği anlaşılan Rus planının elini yüzünü düzeltmeye çalışmıştı. Zelenskiy ile topluca görüşerek Ukrayna’yla dayanışma mesajı vermişlerdi. Kremlin’deki masada ne Avrupa ne Ukrayna’nın olmaması sıkça yinelenen benzetmeyle bunların “menüde” olduklarını düşündürdü.

Nitekim, ekonomik ağır sıklet ama askeri ve diplomatik tüy sıklet Avrupa’nın (AB ve/veya NATO’nun Batı Avrupalı müttefikleri) sözü yahut uyarıcı çığlığı boşlukta yankılandığıyla kaldı. Kremlin’deki görüşme sonrası Putin manidar biçimde Hindistan’a giderken, Macron’un Çin’e koşması sonuç vermedi. Ukrayna konusunda Çin lideri Şi belki elini Putin’in sırtına koymuyor ama Avrupalıların da elini tutmuyor.

Üzerine ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi (UGSB) yayımlanınca Ukrayna’yı bırakıp, Avrupalılar kendi devletlerinin beka derdine düştüler. Zira, yeni UGSB ile ABD’nin yalnızca Ukrayna’ya değil, olduğu gibi Avrupa’ya veda ettiğinin görüldüğünü ileri sürmek pek abartı sayılmaz.

Bu belge, ABD’nin kuruluş ayarlarına, eski diplomasi geleneğine, dünya görüşüne dönüşünü tescilliyor. II. Dünya Savaşı sonrası kurulan küresel düzeni deyim yerindeyse “paranteze” alıyor. ABD’nin yalıtımcı (isolationist”) tutuma geri döndüğünü gösteriyor. Her hal ve kârda kabaca 80 yıldır süren bir dönemin sonuna keskin biçimde gelinmiş durumda.

Oysa, Avrupa hesaplarını, ABD’nin küresel liderlik iddiasının sonsuza dek süreceği, zira bunun ABD’nin ulusal çıkarı gereği olduğu varsayımı üzerine yapmıştı. Putin, Ukrayna’yı işgale girişene, Trump ikinci kez başkan seçilene dek yüksek sesle hayıflanmakla yetinmiş, neredeyse bedavadan savunmasını ABD’ye emanet etmişti. Böylece, zengin refah devletlerinin sefasını sürmüştü.  

Şimdi “bir büyük boşlukta bozuldu büyü.” Avrupa yaşlanan nüfusun sosyal giderlerini nasıl karşılanacağının endişesini yaşarken, kısıtlı genç nüfusu askerliğe nasıl teşvik edeceğini düşünmeye başladı. Yeşil dönüşüm derken ortak savaş ekonomisine geçişi, nükleer enerjiye geri dönüşü tartışır oldu. En çarpıcı biçimde “lokomotif” Almanya’nın ucuz Rus gazı, dünya çapında makine imalatı ve Çin’e dev ihracat hacmi sacayağına dayanan modeli çöktü.

Ne ABD ne Çin Avrupa’ya muhtaç. Tersi ise geçerli değil. Avrupa’nın göreli küresel üstünlüğü ancak lüks ürünler gibi “soft” segmentlerde. Örnek olarak, Çin dünya pazarlarına elektrikli araç “boca ederken”, Avrupa süper/hiper araçlarda üstün. Yahut, dünyada satılan kol saatlerinin neredeyse tamamı dijitalken, yüzde birlik analog saat pazar payından elde edilen gelir geri kalana denk gibi.

ABD’siz Avrupa savunması bir yana Türkiye için daha yakıcı ve görünür olasılık ABD’siz NATO. İttifak, 1952’den bu yana ulusal savunmamızın omurgası. En kötü senaryoya örnek olarak Putin, Estonya’nın Rusya’ya sınırdaş Narva iline Kırım (2014) veya Ukrayna (2022) benzeri bir askeri hamle yapacak olsa, 5. Madde’nin işleyip işlemeyeceği belirsiz. Bu da NATO’nun sonu demek.

Kremlin’deki Rusya-ABD ikili görüşmesinin beş saat sürmesini olumlu yorumlamak yanıltıcı olur. Aksine, Putin’in Kırım bir yana Donbas’ın dört vilayetinden işgal edemediği kısımlar da dahil tümüne el koymasını, Ukrayna’nın NATO üyesi olamayacağını, silâhlı kuvvetlerinin de göstermelik nicelik ve nitelikte kalmasını dayattığını varsaymak aklın gereği.  

Trump’ın da, son olarak yüz yüze görüşmeyip Rubio’ya yönlendirdiği Zelenskiy’e, “elinden geleni yaptığını geriye anlaşmanın imzalanmasının kaldığını, aksi takdirde ABD desteğinin sona ereceğini” ifade etmesi beklenir. Zelenskiy’nin, “Ukrayna’nın haysiyetini yitirmekle en güçlü müttefikini yitirmek arasında bir tercihe zorlandığını” açıklaması gayet veciz ve geçerli. En fazla kaybettiği toprakları üzerinde Rus egemenliğini resmen tanımadan fiili durumu kabul ederek bir çıkar yol bulabileceğe benziyor.

Emperyal revizyonist bir güdüyle varlığını dahi meşru kabul etmediği komşusu Ukrayna’yı işgale girişen Putin’in barışa niyeti de barıştan çıkarı da yok. Rusya nükleer başlık sayısı ABD’ye denk ancak ekonomisi Kaliforniya veya Teksas eyaletlerinden çok daha küçük, Brezilya veya İtalya’ya denk bir ülke. Savaş ekonomisini sürdürmeye çalışarak ve Hindistan’a piyasa fiyatı altında petrol satarak yaptırımlar altında yoluna devam etmek yerine, ABD ile iş yapmak herhalde daha kârlı olacak.  

Çok kutuplu değilse de Batı’sız, üç “imparatorluk” (ABD, Rusya, Çin) egemenliği altında, eski III. Dünya’nın “Küresel Güney” adını aldığı bir dünya Türkiye’nin ulusal çıkarlarına uygun mu? Kurumsal kimliği Batı’ya çıpalı, tarihsel yönelimi yüzyıllardır Batı’ya yönelik, savunma ve ekonomisi Batı’ya eklemlenmiş Türkiye, kendine o Küresel Güney’de yer mi aramalı?

Ankara’nın Rusya ile Ukrayna arasındaki “yalancı denge” siyasetinin böylece sonu kendiliğinden geliyor. Aynı zamanda Karadeniz’deki Rus hayalet filosuna ait iki tankere kıyılarımız açıklarında Ukrayna’nın SİDA’larla düzenlediği cerrahi saldırılar yakın gelecek için yeni bir belirsizlik dönemine girildiğini somut biçimde gösteriyor.  

Erdoğan açısından ikisi aşağı yukarı diktatörlük, biri diktatoryal eğilimle yönetilen üç imparatorluğun küresel egemenliği al-verci yaklaşımla çıkarlarına uygun. Trump’la doğrudan kişisel yakın ilişkisine bel bağlayan Erdoğan, ilke ve değerlerin de kurum ve kuralların da devletlerarası ilişkilerde devre dışı kalmasından hoşnut. Demokrasi ve insan haklarının bahsinin dahi geçmez oluşu, jeopolitik değerin öne çıkması işine geliyor.

Buna karşılık, Erdoğan, Trump’la balayının onun sözünden çıkmamaya bağlı olduğunun da bilincinde mi belli değil. Ücreti ödenmiş altı adet F-35, ön ödemesi yapılmış 70 adet F-16 Viper, MMU KAAN için gereken GE üretimi F-110 motorları gibi dosyalar CAATSA yaptırımlarına bağlı duruyor. Erdoğan’ın Kongre engelini aşabilmesi İsrail’le ikili ilişkileri güncellemesine bağlı.

Bunların ötesinde F-35’ler gelecek olsa bunlar muhtemel Suudi Arabistan örneğindeki gibi ihraç versiyonu mu olacak? Yüzde ikiye zor yaklaşan savunma harcamalarının Avrupa’da olduğu gibi bizde de yüzde beş düzeyine doğru gelmesi bu ekonomik bunalımda nasıl gerçekleşecek? Kızılelma SİHA’lar, F-16’ların boşluğunu hava kuvveti caydırıcılığı açısından doldurabilecek mi? İngiltere’de üretim zincirini ve 20 bin kişilik istihdamı hayatta tutan Eurofighter alımının arkası nasıl getirilecek?

Bunların ötesinde, tepkisiz etki olmayacağını bir kez daha kanıtlayan Yunanistan-İsrail yakınlaşması diplomatik açıdan nasıl karşılanacak? Dünya yeni bir teknolojik atılımın eşiğinde; yapay zekâ, kuantum bilgisayarları, hidrojen vb. devrim niteliğinde türlü ileri sıçramalar arefesinde. Türkiye laiklik karşıtlığı, özgürlüklerin boğazlanması, Anayasasızlaşma, hukuk devletinden uzaklaşma, milli eğitimin devlet eliyle düzeysizleştirilmesiyle mi bu trene son vagonundan olsun atlayabilecek?  

İlk seçimde başlayacak CHP iktidarında da bu devasa sınamalar önümüzde aynen duruyor olacak. Aradaki fark, parti programında ortaya konulduğu üzere ve yeni yapılanmasıyla, CHP’nin aklın yolundan ayrılmayacak, Cumhuriyetin ruhuna ve erdemine sadık kalacak olmasında.

/././

 Suriye sahası hareketlendi; SDG’ye yönelik gözdağı mesajları mı var, Genelkurmay Başkanı'nın Şam ziyareti ne anlama geliyor?-Namık Durukan- 

Mazlum Abdi ve Ahmed Şara, 10 Mart mutabakatını imzaladıktan sonra

Merkezi Şam yönetiminin, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile 10 Mart’ta imzaladığı 8 maddelik anlaşma hükümlerine ilişkin sürenin dolmasına az bir zaman kala SDG’nin üç tümen ve iki tugaylık blok halinde orduya katılma sözünden dönüp görüşmelerden çekilmesi sahada etkisini gösterdi. Suriye ordusu tarafından SDG’nin kontrolündeki bölgelere ağır silah desteğinde sevkiyat hız kazanırken, sahadan Türkiye’nin verdiği silah ve ekipmanlarla askerî harekât mesajları verildi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu’nun Şam'ı ziyaret etmesi, SDG’ye gözdağı olarak algılandı.

Suriye’nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara ile Suriye Demokratik Güçler (SDG) Genel Komutanı Mazlum Abdi arasında ekim ayı başlarında gerçekleştirilen son görüşme turunun ardından iki taraf arasındaki müzakerelerde gözle görülür bir artış yaşandı. Güvenlik ve askeri komiteler arasında görüşmeler kapsamında SDG'nin üç tümeni Suriye ordusuna entegre etmesinin yanı sıra birçok konuda sözlü anlaşmalar yapıldı. Ancak sözlü anlaşmalar bir türlü yazıya dökülüp imzalanmadı.

Ankara’yı rahatsız eden gelişme

Cumhurbaşkanı Şara'nın ABD ziyareti, Washington, Ankara ve Şam arasında dışişleri bakanları düzeyinde yapılan üçlü görüşmeler kapsamında ABD'nin Suriye Temsilcisi Tom Barrack'ın çözüme yönelik açıklamaları, Şam ile SDG arasında anlaşmanın kapısını aralamasına rağmen sonuca ulaşılamadı. Son olarak SDG Güvenlik ve Askeri Heyet Başkanı Sipan Hamo'nun Şam'a yaptığı ziyarette de ilerleme kaydedilemedi.

SDG'nin entegrasyon kapsamında askeri güçleri dağıtması, silahları merkezi orduya teslim edip bireysel olarak orduya entegre olması talebine karşı muhalefetini son ana kadar sürdürmesinin özellikle Ankara’yı rahatsız ettiği öne sürüldü.

Silahları teslim etmeyi “kırmızı çizgi” olarak gören ve bu düşüncesini Şam’a açık bir dille aktaran SDG’ye karşı kısa süre önce sınırlı saldırılarla mesajlar verildi. Tabka, Halep, Rakka ve Deyrizor bölgesinde, merkezi ordu güçleri ile SDG arasında yaşanan çatışmalar ABD'nin müdahalesi ile son buldu.

Trump ve Şara, Beyaz Saray'da / 14 Kasım

Ankara baskısı mı?

Bölgedeki kaynaklar, Şam’ın Kuzeydoğu Suriye yönetimi ile görüşmelerden geri çekilmesinin nedenini Ankara’nın baskısı olarak gösterdi. Gerekçe, “Türkiye, SDG'yi blok halinde Suriye ordusuna entegre etmeyi ısrarla reddediyor" iddiası ile açıklandı Buna karşılık, müzakerelere yakın bir hükümet kaynağı, "SDG'nin tüm askeri ve güvenlik yapılarını ve güçlerini korumak ve Savunma Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı'na resmen entegre olmak istediğini, ancak bunun imkânsız olduğunu" öne sürdü. Kaynak, şöyle devam etti: "İdlib ve Kuzey Suriye'de var olan gerçeklik, Esad rejiminin devrilmesi ile sona erdi ve artık herkes Suriye devletini temsil eden hükümet kurumlarına tabi ve SDG kontrolündeki bölgelerde başarılması gereken de bu. Bölgeyi devlet egemenliğine geri döndürmek ve ülkenin birliği ve tüm topraklarında istikrarın yeniden sağlanması için gerekli koşulları yaratmak amacıyla askeri bir çözüme doğru gidebilir. Şam, komşularının güvenliğine zarar vermeme sözü verdiği için Türkiye'nin ulusal güvenliğini önemsiyor. PKK lideri Abdullah Öcalan'ın, SDG'ye baskı yaparak 10 Mart mutabakatı hükümlerini tam olarak uygulanmasını sağlayacak olumlu bir duruş sergilemesi bekleniyor.”

Trump'ın destek açıklaması ve İsrail'i dizginlemesi

Cumhurbaşkanı Şara’nın, ABD Başkanı Donald Trump’la görüşmesinde beklediği desteği alması ve sonrasında Suriye elçisi Tom Barrack aracılığıyla, "Sen büyük bir lider olacaksın ve ABD sana yardım edecek" mesajı göndermesi, Kuzeydoğu Suriye’ye yönelik mesajlarda etkili oldu. Başta Şara olmak üzere Şam yönetiminde dil değişikliği dikkat çekti.

İsrail’de yayın yapan Kanal 12 TV’nin haberine göre ABD, Suriye'deki eylemler konusunda İsrail'i uyardı. Bir ABD yetkilisi, uyarının gerekçelerini, “İsrail'in Suriye'deki eylemlerinin, her iki tarafı da bir güvenlik anlaşmasına doğru itme çabalarımızı baltaladığına inanıyoruz. Başbakan Netanyahu'dan, yeni Suriye hükümetinin İsrail'e karşı düşmanca bir tutum sergilemesini önlemek için operasyonları durdurmasını talep ettik. Suriye, İsrail ile çatışma arayışında değil” sözleri ile aktardı.

Şam’dan söylem değişikliği

ABD’nin Şam’a yönelik bakış açısını giderek değiştirmesi, merkezi yönetimini SDG’ye karşı harekete geçirdi ve art arda uyarıcı açıklamalar geldi. Suriye Enformasyon Bakanı Hamza Mustafa’nın SDG’nin taleplerini, “Federalizm ve siyasî adem-i merkeziyetçilik dönemi bitmiştir; SDG’nin Mart anlaşmasını uygulamaktan başka bir seçeneği yoktur ancak taahhütlerini yerine getirmemektedir. SDG büyük bir hata yaptı; lideri Mazlum Abdi durumu yanlış okuyor ve tarihî fırsatları kaçırıyor" sözleri ile reddetmesi dikkat çekti.

“En iyi işleyen şey hayırsever monarşidir”

ABD’nin Şam yönetimine desteğini Doha Forumu’nda bir adım daha ileri taşıyan ABD Özel Temsilcisi Barrack, “acil demokrasi” talebinden vazgeçilmesini istedi. Barrack, açıklamasında şu görüşleri dile getirdi: “Her şeyden önce Suriye'nin, Batı'nın beklentileri dayatılmadan veya belirli bir zaman dilimi içinde demokrasi talep edilmeden kendi yolunu belirlemesine izin verilmelidir. Biz kendimiz asla gerçekten bir demokrasiye sahip olmadık ve şu anda da bir demokrasi görmüyorum. İsrail bir demokrasi olduğunu iddia edebilir, ancak bu bölgede ister insanlar beğensin ister beğenmesin, tarihsel olarak en iyi işleyen şey hayırsever bir monarşidir.”

Cephelerden görüntüler

ABD’nin İsrail’i, Şam yönetimine karşı dizginlemeye çalışması ile Ankara’nın SDG’yi karşılıksız Suriye ordusuna entegre etme girişimlerini arttırmasının aynı zaman dilimi içinde gerçekleşmesi de dikkat çekti. Suriye merkezi yönetimi ile SDG arasında 10 Mart'ta varılan anlaşmanın uygulanması için son tarih hızla yaklaşırken, her iki taraftaki cephelerde tatbikatlar eşliğinde ağır silah destekli görüntüler verilmeye başlandı.

Şam yönetiminin denetimindeki bölgelerde medya aracılığıyla SDG'ye karşı harekete geçilmesi örgütlenirken sosyal medya hesapları, SDG'ye en karşıt üç tugay komutanı olan Muhammed el-Cesim (Ebu Amşa), Ebu Hatem Şakra ve Seyf Bulad da dahil olmak üzere Savunma Bakanlığı güçlerindeki komutanların, Savunma Bakanlığı komutanı Fehim İsa ile birlikte SDG konuşlanma alanlarını gösteren bir haritayı incelerken çekilmiş fotoğraflarına yer verilmesi dikkat çekti.  

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu, Şam'da Şara'yla görüştü / 6 Aralık

Suriye ordusunun 62. Tümeni’ni komuta eden Ebu Amşe’nin, Savunma Bakanlığı tarafından düzenlenen Suriye Devrimi Askeri Sergisi'nde ise SDG’nin kontrolündeki bölgeleri işaret ederek, "Cezire'de (bölgede) korku yok, işlerimiz iyi olacak inşallah" sözleri ile tehdit imasında bulunması dikkat çeken ikinci ayrıntı oldu.

Bu tür paylaşımların, SDG'ye karşı operasyon başlatması için “Ankara’dan yeşil ışık alındığı” iddialarını gündeme getirdi. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu’nun resmî davet kapsamında komuta heyetiyle birlikte Şam’a gitmesi ve Cumhurbaşkanı Ahmed Eş-Şara ile görüşmesi de önemli bir ayrıntı olarak öne çıktı.

Türkiye’nin silahları ile görüntü

Suriye ordusunu modernize etme kapsamında Ankara tarafından Şam yönetimine askeri ve silah desteği sahada görücüye çıktı. Bölgedeki kaynakların bildirdiğine göre, Türkiye tarafından verilen silah, cephane ve ekipmanlarla Suriye ordu güçleri, olası çatışmalara karşı TSK askeri uzmanları eşliğinde bir süredir eğitim görüyor. Eğitimler, tatbikatlar eşliğinde sürüyor. Ankara tarafından yeni Suriye ordusuna verilen İHA savar silahının tatbikat kapsamında görücüye çıkarılması dikkat çeken ayrıntılardan biri oldu.

Bu arada SDG’nin de güçlerinin olası saldırılara hazırlamak için Halep, Deyrizor ve Haseke kırsalında bir süreden beri kapsamlı askeri tatbikatlar yapıyor. Tatbikatların bir bölümünün ABD askeri ile ortak yapımı dikkat çekiyor.

Olası çatışmanın Şam ile SDG arasındaki ilişkinin hassasiyetinden değil, aynı zamanda SDG'nin kontrol ettiği bölgelerin doğasından da kaynaklandığı belirtiliyor. Şam yönetimine göre bu bölgeler, coğrafi ve ekonomik açıdan önemli ağırlığa sahip. Anlaşmanın uygulanmaması durumunda Suriye'nin genel istikrarının olumsuz etkileyeceğine inanılıyor.

Olası çatışma senaryosu

Olası çatışma sürecine yönelik Arap Suriye Araştırmaları Merkezi'nin çalışmasına yer veren Suriye TV, askeri çözümün en tehlikeli çözüm olduğu, diplomatik çabaların sonuç vermemesi halinde iki taraf arasında büyük çaplı bir askeri çatışma yaşanabileceğine dikkat çekti. Saha verilerinin tehlikeli bir tırmanış olasılığını gösterdiği ifade edilen haberde, olası çatışmanın başlaması ve sonrasına ilişkin şu ifadelere yer verildi:

“Çalışmada Suriye ordusu ile Türkiye arasında SDG kontrolündeki bölgelere yönelik ortak bir askeri harekâta tanık olabileceğimiz, harekâtın öncelikle Türk hava kuvvetlerinin komuta merkezleri ve stratejik depolara yoğun hava saldırılarıyla başlayacağı, ardından Suriye güçlerinin çok eksenli bir kara saldırısıyla devam edeceği belirtildi.”

“ABD’nin desteğini almaya daha yakın görünüyorlar”

Çalışmada, SDG'nin saha tecrübesi ve savunma kabiliyeti olmasına rağmen, güç dengesi (hava ve lojistik) ve yerel toplumun konumunun açıkça Suriye hükümetinin lehine olduğu, bu nedenle tam kapsamlı bir çatışma durumunda SDG'nin geniş coğrafi alanları kaybetmesinin mümkün olduğu belirtiliyor. Suriye TV’ye açıklama yapan Siyasi araştırmacı Bassam el-Süleyman, Şam'ın askeri kapasitesine rağmen sorunu güç kullanarak çözmek için aceleci görünmediğini söyledi. Bessam görüşünü şöyle ifade etti:

“Suriye hükümeti tüm sorunlarını bir yılda çözmeye meyilli değil. Askeri bir çözüm onlar için zor değil, ancak meseleyi siyasi olarak bitirmeye ve ABD'nin tam desteğini almaya daha yakın görünüyor; bu da nihai bir çözüme ulaşmayı kolaylaştıracaktır."

“Çatışma bölgesel ve uluslararası bağlantılarla bağlı”

El Süleyman, Şam'ın yakın gelecekte yeni bir çatışmaya çekilmek istemediğini, hükümetin istenmeyen çatışmalara sürüklendiği kıyı bölgesi ve Süveyda'da yaşananlara atıfta bulunarak ekledi. SDG ile herhangi bir çatışmanın bölgesel ve uluslararası bağlamlarla bağlantılı olduğunu, bu nedenle savaşa girme kararının hızlı veya tek taraflı olarak alınamayacağını belirtti.

Şam-Ankara-Washington arasında hareketlilik beklentisi

Bu değerlendirme, Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara'nın, SDG meselesinde hâlâ siyasi yolu önceliklendirdiğine inanan uluslararası ilişkiler araştırmacısı Mahmud Alluş'un görüşüyle örtüştü. Siyasi çözüm fırsatlarının hâlâ mevcut olduğunu ve bu sürenin dolmasının siyasi çözüm seçeneğinin sonu anlamına gelmediğini belirten Alluş, önümüzdeki dönemde Şam-Ankara-Washington hattında siyasi ve diplomatik hareketliliğin olabileceğini, birleşme anlaşmasının kısa vadede hayata geçirilmesi için net bir mekanizma oluşturulması hedeflendiğini söyledi.

Alluş, “Böyle bir mekanizmaya ulaşılması halinde, Şam ve Ankara sürenin dolmasına göz yumacak, hatta kısa bir süre uzatımı bile verebilir. Ancak bu mümkün olmazsa, SDG meselesinin tırmanması muhtemeldir" diye konuştu.

Alternatif seçenekler

Şam, Esad yönetiminin devrilmesinden bu yana kurmaya çalıştığı istikrar ve toparlanma yolunu tehdit edebilecek büyük çaplı bir askeri çatışmaya doğru kaymaktan kaçınmaya istekli göründüğü belirtiliyor. Bu nedenle gözlemciler, Suriye hükümetinin, gerginliği tırmandırmaya başvurmadan süreci yönetmesine olanak tanıyacak bir dizi kısmi ve alternatif seçeneğe yönelmesini bekliyor. Araştırmacı Amir El-Abdullah, bu seçeneklere ilişkin olarak şunları söyledi:

“Tom Barrack’ın Şam ile SDG arasındaki müzakereleri yönetmede oynadığı rolün devam etmesi, anlaşmanın birkaç ay daha uzatılmasını en olası ihtimal haline getiriyor ve bu da her iki tarafın da gerçekçi uygulama adımları düzenlemesine olanak tanıyor.”

El-Abdullah, uluslararası koalisyon güçlerinin konuşlanmadığı Doğu Rakka ve Doğu Halep gibi eksenlerde sınırlı askeri baskıya dayalı ikinci bir senaryo öneriyor. Bu senaryoda amaç, SDG'nin büyük çaplı bir çatışmaya girmeden temel taahhütlerinin bir kısmını uygulamaya başlamasını sağlamak.

El-Abdullah'a göre üçüncü senaryo, SDG'nin Deyr ez-Zor ve Rakka gibi yerel halkla tekrar tekrar gerginliklerin yaşandığı Arap nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerden çekilmesi ve bunun karşılığında Haseke vilayetinin kontrolünün sürdürülmesi ve yönetim biçimine ilişkin müzakerelerin daha sonraki bir aşamaya ertelenmesi olasılığı.

“SDG’ye henüz baskı işareti yok”

Kürt meseleleri araştırmacısı Ali Tami ise bu seçeneklerden herhangi birinin uygulanmasının, ABD'nin SDG üzerindeki baskısının boyutuna bağlı kalacağını belirtiyor. Tami, ABD'nin Şam'a yönelik geniş açılımına ve Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara ile ABD Başkanı Trump arasındaki gelişen ilişkiye rağmen, Trump yönetiminin SDG'yi askeri ve siyasi yapısını dağıtmaya zorlamak için gerçek bir baskı uyguladığına dair henüz net bir işaret olmadığını dikkat çekiyor.

Tami, ABD yönetiminin kendi içinde, özellikle de güvenlik ve askeri kurumlardaki görüş ayrılıklarının, SDG'yi hâlâ IŞİD'e karşı önemli bir ortak olarak gördüğünü, bu nedenle Washington'un bu konuda yavaş hareket ederek SDG'ye manevra alanı bırakarak zaman kazandığını belirtiyor.

/././

 Mazlum Abdi'den "entegrasyon" açıklaması: Sırada Kürtler var; ABD, SDG’yi desteklemeye devam etmeli -Namık Durukan- 

İsrail gazetesi The Jerusalem Post'a konuşan Demokratik Suriye Güçleri (DSG) Genel Komutanı Mazlum Abdi, entegrasyona yönelik çekincelerine, “Lazkiye'de 2 bin Alevi öldürüldü. Süveyda'da bin Dürzi öldürüldü. Dürzi toplumuna karşı bu vahşetler işlenirken videolar dolaşıma sokuluyordu. Sırada Kürtler var" sözleri ile açıklık getirdi. ABD'nin Suriye politikasının sadece askeri değil, siyasi olarak da güçlenmesi gerektiğini vurgulayan Abdi, Washington yönetimine SDG’yi destekleme çağrısı yaptı.

The Jerusalem Post yazarı Qanta Ahmed'e Haseke'deki askeri üste konuşan Abdi, Kuzeydoğu Suriye’deki (Rojava) güvenlik durumu, IŞİD'li tutuklular ve ailelerinin yarattığı riskler, Şam'daki geçiş süreci ve SDG’nin merkezi yönetime entegrasyonu hakkında açıklamalarda bulundu.

Kuzeydoğu Suriye’deki IŞİD'li tutukluların durumu ve ailelerinin kaldığı El-Hol Kampı'ndaki durumlarına dikkat çeken Abdi, ABD'nin yardımları azalttığını, bu durumun sahadaki yüklerini arttırdığını belirtti. Abdi, "Başkan Trump, USAID'i (ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı) azalttığından bu yana, El-Hol'ü yönetecek insan gücümüz ve insani desteğimiz çok daha az. DSG artık kampın güvenliğini kendi bütçesinden karşılamak zorunda kalıyor" dedi. Bölgede hala aktif IŞİD hücrelerinin bulunduğunu ve DSG'ye yönelik saldırıların sürdüğünü hatırlatan Abdi, şöyle devam etti: "Toplamda 10 bine varan IŞİD'li erkek mahkumu tutan 26'dan fazla gözaltı merkezimiz ve üç ana hapishanemiz var. Bunlar son derece tehlikeli savaşçılar."

“Yeni hükümette yer almalıyız, ABD'nin desteği sürmeli”

ABD'nin Suriye politikasına sadece askeri değil, siyasi olarak da destek vermesini isteyen Abdi, "Başkan Trump Suriye'yi yeniden harika yapmak istiyor. Bunu yaparken SDG'yi desteklemeli ve DSG yeni Suriye hükümetinde yer almalı" diye konuştu.

“Üç tümen ve iki özel taburda anlaştık”

Suriye'nin geçiş hükümeti ile SDG arasında, askeri ve sivil yapıların entegrasyonunu amaçlayan ve "10 Mart Anlaşması" olarak bilinen bir ön mutabakat olduğunu hatırlatan Abdi, "Suriye Savunma Bakanlığı'na entegrasyonumuz hakkında konuştuk. Ancak bütünlüğümüzü korumamız önemli. SDG'nin üç tümenini ve iki özel taburunu muhafaza etme konusunda anlaştık. Bunlardan biri sınır güvenliğine, diğeri ise kadın taburuna odaklanacak" dedi.

Kuzeydoğu Suriye'de 70 bini savaşçı, 30 bini polis olmak üzere 100 bin kişilik bir güçleri olduğuna vurgu yapan Abdi, entegrasyon sürecindeki zorluklara dikkat çekti. Abdi, "Onların hiç kadın taburu yok ve biz kadın savaşçılarımızı ayıramayız" diye konuştu. Abdi, şöyle devam etti:

"DSG; Kürtler, seküler Araplar, Hıristiyanlar ve farklı etnik kökenlerden oluşan bir koalisyondur. Çeşitliliğe sahip olduğumuz için güçlerimizde daha az iç sorun, daha az çatışma, daha az anlaşmazlık ve daha az mezhepçilik var.”

“Sahada endişeler var”

Suriye'nin geçici Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara’ya yönelik değerlendirmesinde geçmiş deneyimlerinden örnekler veren Abdi, "Ahmed el-Şara’yı Heyet Tahrir el-Şam’ı (HTŞ) yönettiği dönemden tanıyoruz ve güçlerinin doğasını çok iyi biliyoruz. Batı'yı ikna etmeye çalışıyor ancak sahada gerçek endişeler var" dedi.

"Lazkiye'de 2 bin Alevi öldürüldü, Süveyda'da bin Dürzi öldürüldü"

Yakın zamanda yaşanan Lazkiye ve Süveyda'da Alevi ve Dürzilere yönelik saldırıları hatırlatan Abdi, şöyle devam etti:

"Şu anda Ahmed el-Şara, Batı'yı Suriye'ye yeni bir şans vermeye ikna etmek için çalışıyor ancak sahada hala gerçek endişeler var. Lazkiye'de 2 bin Alevi öldürüldü. Süveyda'da bin Dürzi öldürüldü. Dürzi toplumuna karşı bu vahşetler işlenirken videolar dolaşıma sokuluyordu."

Verilen mesajın, "Sırada Kürtler var" şeklinde algılandığını ifade eden Abdi, "Ahmed el-Şara'dan sadece vaatler değil, gerçek bir değişim görmemiz gerekiyor. Eğer rasyonel davranırsa başarılı olabilir, 2026 belirleyici bir yıl olacak" değerlendirmesinde bulundu.

Şara’nın geleceği

Abdi, Şara’nın geleceğine yönelik soruyu, "Güçlenip güçlenmeyeceğini veya zayıflayıp zayıflamayacağını henüz bilmiyoruz. Bu ona bağlı. Eğer rasyonel davranır ve Suriye halkının ihtiyaçlarını karşılamak isterse başarılı olabilir. 2026 belirleyici bir yıl olacak" diye yanıtladı.

Abdi, "Amerikalılar daha dengeli bir rol görmeli. DSG'nin alternatifi yok; Şara’dan sadece vaatler değil, gerçek bir değişim görmemiz gerekiyor" dedi.

"Şam’ın istikrarı ABD’nin kalmasına bağlı"

İran ve Türkiye'nin etkisine yönelik soruları da yanıtlayan Abdi, İsrail ile savaş ve Esad rejiminin düşüşü sonrası İran etkisinin azaldığını, ancak Tahran'ın vekil güçleri yeniden inşa etmeye çalıştığını belirtti. Abdi, ABD güçlerinin Erbil'de yeniden konuşlanmasına ve bölgedeki dengelere dikkat çekerek, "Şam içindeki istikrar, ABD'nin Kuzeydoğu Suriye'de kalmasına ihtiyaç duyuyor" dedi.

“DSG, Suriye'yi korumak için ABD ve diğer aktif güçlerle çalışmaya hazır” diyen Abdi, Aleviler ve Dürzilerin, tıpkı seküler Suriyeli Araplar gibi DSG'yi desteklediğini söyledi.

/././

T-24


                                                         





İpekçi Ailesi’nin ‘10. Yıl Nutku’ sınavı: Atatürk kendi konuşmasına üç saat dublaj yapmış! -Ebru D. Dedeoğlu / T24

Esra Tüzün: 10. Yıl Nutku’nda Atatürk’ün o çatallı boğuk ses tonu hepimizin hafızasındadır. İpekçi Ailesi çekimi yapıyor, ancak ses kaydını alamıyor. Ve bu stüdyoda anlaşılıyor. Büyük bir hata tabii, kaydı yapması gereken kişi Osman İpekçi ne yapacağını bilemiyor, hatta bir ara intiharı bile düşünüyor. Sonra her şeyi göze alıyor, Atatürk’ün karşısına geçip durumu anlatıyor. Atatürk stüdyoya giriyor ve üç saat kendi konuşmasına dublaj yapıyor. O günün imkânlarıyla sesi bizlere böyle ulaşıyor.

İpekçi Ailesi’nin ‘10. Yıl Nutku’ sınavı: Atatürk kendi konuşmasına üç saat dublaj yapmış!İpekçi Ailesi


Gazeteci Esra Tüzün’ün, Edebiyatist Yayınevi’nden çıkan Hayalet Orkide: Sinemaların Kızı adlı kitabı, Cumhuriyet tarihinin etkili ailelerinden İpekçilerin hikâyesini, Betül İpekçinin yaşamının son yıllarında paylaştığı bilgilerle  anlatıyor.

Bonmarşeden çıkan Bir Faica-ı Aşk ile modern Türkiye’nin kültürel yönünü belirleyen; sinema salonlarından okullara, medyadan politikaya uzanan geniş bir alanda iz bırakan İpekçi Ailesinin gölgede kalmış yönleri, anılar sayesinde görünür oluyor. Cumhuriyet’le yaşıt bir ömür süren Betül İpekçi; Nişantaşı’nın apartmanlarından Büyükada’daki gösterişli evlere, oradan Köyceğiz’in küçük bir köyüne uzanan yaşamöyküsüyle hem varlığın hem yokluğun içinden geçmiş bir tanık. Ailenin dışarıdan görülemeyen taraflarını en iyi bilenlerden biri.

Tüzün’ün, Betül İpekçi’nin hayatının son yıllarını geçirdiği Köyceğiz’de yaptığı uzun görüşmeler ve yürüttüğü arşiv taraması, aileye dair yıllardır bilinen ama tamamlanamayan birçok parçayı yerli yerine oturtuyor. İpek Film’in yokluk içinde kurduğu sinema düzeni, kuşaklar boyunca taşınan kırılmalar, sınıfın getirdiği ayrıcalıklar ve bedeller….

Esra Tüzün ile buluştuk; Betül İpekçi’nin geride bıraktığı tanıklıkların ışığında hem ailenin inişli çıkışlı serüvenini hem de Türkiye’nin modernleşme döneminin gölgede kalmış dinamiklerini konuştuk.

Esra Tüzün

- Betül İpekçi’nin 90’lı yaşlarında aktardığı tanıklıklar, ister istemez sübjektif bir bakış içeriyor. Bu nedenle sormak istiyorum: Anıları tarihsel bir belge niteliğine taşıması için nasıl bir araştırma süreci gerçekleştirdin? Bilgilerin doğruluğunu nasıl netleştirdin?

Betül İpekçi yakın dönem tarihimizin önemli süreçlere tanıklık etmiş bir insandı ve son dileği de bunların kayda alınmasıydı. Ben kendisiyle görüşmek için Köyceğiz’de yaşadığı küçük köy evine gittiğimde aslında bu kaygıların çoğuna sahiptim. Betül Hanım’ın anılarının duyumlara değil, tanıklığa dayandığını anladığımda kitabı yazmaya karar verdim. Uzun süre Köyceğiz’de bir otelde kaldım ve Betül Hanım’la düzenli olarak günde aralıksız sekiz saat çalıştık. Her gün elinde belgelerle bir dakika bile geç kalmadan çalışkan bir öğrenci gibi hazırlandı, aldığı eğitim bu tip insanların yaşlılık süreçlerinde de belleklerini korumalarını sağlıyor olabilir. Ben de otuz yıllık gazeteciyim ve bugüne kadar yazdığım hiçbir kitapta anlatıyı tek veri olarak kabul etmedim, hep arkasını dolduracak belgelerin peşine düştüm. Biyografiler her ne kadar sanki karşındaki anlatıyor sen de yazıyorsun gibi dursa da aslında arkeolojik kazı gibi özenli bir inceleme gerektiriyor. Üstelik çok ilginçtir, araştırmaya başlayınca geçmişin hızla değiştirilmeye, hatta yok edilmeye çalışıldığını gördüm. Kitabı hazırlarken o kadar detaya girdim ki “hiç bitmeyecek” diye düşündüğüm zamanlar oldu. Doksan yaşında insanların biyografisini yazmak zordur ama insanlar ancak bu dönemlerde daha cesur oluyorlar. Mîna Ungan, Bir Dinozorun Anıları’nı kaleme aldığında 82 yaşındaydı, Ayşe Kulin 84 yaşında otobiyografisini yazmaya başladığını açıkladı. Galiba biyografiler ya da otobiyografiler biraz yaşanmışlık istiyor.

- Betül İpekçi’nin yıllarca suskun kalması dikkat çekici. Neden hiç konuşmadı?

Betül İpekçi gölgede kalmış kadınlardan biri. İpekçi Ailesinin bilinen isimleri genellikle erkekler; kadınlar etkin olmasına karşın ön planda değiller. Betül İpekçi duruşuyla aslında ailenin yüksek sesli kadınlarından. İpekçi Ailesi hakkında bugüne kadar çok kitap yazılmış. Betül Hanım çok gerçekçi bir kadın ve ailesiyle ilgili yazılan kitapları her okuduğunda “Yok artık, öyle değil, hiç öyle olur mu?” diye isyanları olmuş. Köyceğiz’deki köy evinde tek başına yaşarken geçmişin üzerini örtmek ya da süslemek yerine gerçeklerin anlatılmasının zamanının geldiğini düşünüyordu.

- Bunca araştırma sürecinden sonra İpekçi Ailesini nasıl tanımlarsın? Seni şaşırtan gerçekler hangisiydi?

İpekçi Ailesi sosyetik bir aile. Ve ben bazı kelimelerin zaman içinde manasının bozulduğuna inanıyorum. Sosyete de bu kelimeler arasında… Günümüzde son derece itici dursa da aslında üst sınıf ve yüksek toplumda önemli rol oynayan kişiler anlamına geliyor. Bugün pahalı çanta ve gösterişli yaşama indirgenen sosyete, o dönemde genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürel gelişiminde etkili olmuş. Lüksün değer birimi kültür olmuş ve maddeyi mana için kullanmışlar. Hayalleri olan bir aile, eğitime çok önem veriyorlar, sinema ile Türkiye’nin çağdaşlaşmasında büyük etkileri oluyor. İnsanlar tek bir sinema biletiyle son derece lüks sinema salonlarında dünyanın bir parçası olduklarını hissetmişler. Sinema sayesinde kıyafetler değişmiş, konuşmalar değişmiş, duygular ön plana çıkmış. İpekçiler okullar açarak sinema, medya ve politika dünyasına damgalarını vurarak etkili olmuşlar. Sonra bir kitap yazıldı ve hepimiz için İpekçiler “Sabatayist” diye etiketlenip suçlandı. Dahası, hafızalarımıza böyle kazındı. Hâlâ İpekçi Ailesi deyince hemen, “Biliyorum, onlar Sabatayist” karşılığını alırız. Benim kitabım asla bir aklama kitabı değil ama bakan çıkarmış, sinema sektörünü kurmuş, medya şehidi vermiş bir aile haklarında pek çok kitap yazıldığı halde kendini anlatamamış ne kadar ilginç.

Düğünler İpekçi Ailesi için çok önemli, ne zaman hayatlarında bir dram olsa bir düğünle o acıyı silmeye çalışıyorlar

- “İpek Film” yokluk içinde büyük bir yaratıcılık gösteriyor. İlk sesli film için bir fırının stüdyoya dönüştürülmesi çok etkileyici. İpek Film o süreçte neleri başarıyor?

Hayalleri olan bir aile İpekçi Ailesi. Türk toplumunun sosyal hayatının şekillenmesinde büyük etkisi olmuş. Ailede eğitim çok önemli, okullar açıyorlar, sinemalarla lüksün ulaşılabilir olduğunu gösteriyorlar. Sirkler getiriyorlar, savaştan çıkmış bir topluma yeniden birlikte eğlenebilmeyi çağdaşlaşmayı öğretmek için ciddi çaba harcıyorlar. Üstelik bunun için sınır da tanımıyorlar, hataları da olmuş pek tabii… Bu kitap aslında bir aile tarihinden çok toplumsal bellek sayılabilir.

- 10. Yıl Nutku’nun ilk kaydında ses çıkmaması ve bunun yarattığı kriz, medyada da geniş yer buldu. O gün İpek Film stüdyolarında yaşanan panik nasıldı, perde arkasında neler oldu?

10. Yıl Nutku’nda Atatürk’ün o çatallı boğuk ses tonu hepimizin hafızasındadır. Günümüz teknolojisiyle düzeltilmeye çalışıldı ama pek başarılı olunamadı. Onuncu Yıl Nutku’nun çekimiyle ilgili belgeseller bile yapılmış. Rus kameraman tarafından kayda alınmış, Türkler çekememiş diye bir belgesel var, ama olay öyle değil. Ben bu veriye yalnızca Betül Hanım’ın tanıklığıyla ulaşmadım. Aileden başka duyumlarla kontrol ettim. Sonrasında kameramanlarla tekrar tekrar inceledik ve ses uzmanlarına ulaştım. Belgeselde araçların kameraların kablolarına bastığı için çekim yapılamadığı anlatılıyor. Ancak o dönemde kameralar kablolu değil, araçlar ses kablolarının üzerinden geçiyor. Yani İpekçi Ailesi çekimi yapıyor, ancak ses kaydını alamıyor. Ve bu stüdyoda anlaşılıyor. Büyük bir hata tabii, kaydı yapması gereken kişi Osman İpekçi ne yapacağını bilemiyor, hatta bir ara intiharı bile düşünüyor. Sonra her şeyi göze alıyor, Atatürk’ün karşısına geçip durumu anlatıyor. Atatürk stüdyoya giriyor ve üç saat kendi konuşmasına dublaj yapıyor. O günün imkânlarıyla sesi bizlere böyle ulaşıyor.

- Peki, Atatürk bu talebi nasıl karşılamış?

Atatürk bütün o işlerinin arasında yine de sorunu çözmek için son derece yapıcı davranıyor. Zaten bu konuda tecrübesi de var. 1927’de Meclis’te nutku okurken yine stüdyoda seslendirme yapmış. Ancak o dönemde İpekçi stüdyolarında çalışan Alman tecrübeli bir ses teknisyeni kayıt almış. Olası aksaklıklar sırasında Atatürk’ün küçük küfürler ettiği ve bunların kayda alındığı, sonra da bu kayıtlara çok güldüğü Hıfzı Topuz’un kitabında ayrıntılarıyla anlatılıyor. Onuncu Yıl Nutku sırasında sanırım dublaj konusunda hem tecrübeliydi hem de çekim aksaklıkları konusunda deneyimliydi. Anlayışlı davranmış, ancak bu onun üç saatlik çalışmasına mal olmuş.

- Aile ile Nâzım Hikmet’in yakınlığını anlatır mısın? Aile içinde Nâzım Hikmet nasıl tanınıyor?

Ailede Nâzım Hikmet’in en iyi dostu İsmail Cem’in babası İhsan İpekçi. O kadar ki Nâzım Hikmet hapishanedeyken bile yanında olmuş, Nâzım Hikmet’le film yaptığı için sorgulanmış ama yine de vazgeçmemiş. Çok ilginç bir tanıklık var; Betül İpekçi ve Orhan Pamuk’un babası stüdyoda küçük bir rol veriyorlar, tam o sırada çocukların gözü önünde Nazım Hikmet tutuklanıyor. Bir Millet Uyanıyor filminin çekiminde tutuklanan Nâzım Hikmet hapishanede bile senaryo yazmayı sürdürüyor. O film çekilirken Betül Hanım on yaşında ama filmi seyrettiğinde oğlu askere gidiyor. Bu arada Nâzım Hikmet şair ve yazar kimliği dışında Türk sinema tarihi açısından da büyük bir isimmiş.

İsmail İpekçi ve eşi

- Anlaşılan, bu kitaptan öğreneceğimiz çok şey var…

Bu kitap aslında benim de okulum oldu, pek çok şey öğrendim. Bir Millet Uyanıyor filminin senaryosunu Nâzım Hikmet yazmış. Ancak gözaltına alınınca Muhsin Ertuğrul, Nâzım Hikmet’in çektiği filme rejisör olarak adının yazılmasına izin vermiş. Aynı kadro bu kez Tosun Paşa adlı filmini çekmiş ve daha sonra gişe rekorları kıran bu filmin senaryosu o sırada hapiste olduğu halde Nâzım Hikmet tarafından yazılmış. Yabancı filmlere dublaj fikri de yine Nâzım Hikmet’ten çıkmış ve yakın arkadaşı olan İsmail Cem’in babası İhsan İpekçi bunları emir gibi uygulamış. 1927’de Atatürk nutku stüdyoda okuyor, çekimler Muhsin Ertuğrul, Nâzım Hikmet ve Osman İpekçi tarafından düzenleniyor. Bir de Atatürk de Nâzım Hikmet de Charlie Chaplin hayranıymış Şarlo’ya çok gülerlermiş, bu yüzden Türkiye’de neredeyse bütün filmleri gösterime girmiş.

- Ailenin hikâyesi sürekli iniş çıkışlarla ilerliyor. Hem varlık hem de yokluk aynı anda hayatlarını belirleyen iki uç gibi. Bu durumu nasıl yorumluyorsun?

İpekçiler tuhaf bir aile; varlık ve yokluk kavramları onlar için çok iç içe. Her gün evde hazırlanan yemekler komşulara dağıtılırken evdeki çocukların sayılı alınan muzlardan yemesi yasaklanabiliyor. Bir gecede yaşadıkları yangınla tüm varlıklarını yitiriyorlar, fakirliği ve iflası yaşarken tek bir filmin geliriyle Nişantaşı’nın en ikonik apartmanlarını yaptırabiliyorlar. Işık Okullarının kurucuları dedeleri ama çocuklar, ki İsmail Cem de bu çocuklar arasında, okuldan yaramaz diye atılabiliyor. Ailenin bazı bireyleri kan bağı olmadığı halde İpekçi soyadını kullanırken bazıları nüfustan soyadlarını sildiriyorlar.

- Kim bu isimler?

Cemil İpekçi’nin aslında kan bağı olmadığı halde İpekçi soyadını hep sahiplenmesine karşın İsmail Cem soyadını nüfustan sildirmiş, bu beni çok şaşırttı.

- Merak ettim, çöküşlerin hızlanmasında siyasetle temasları etkili olabilir mi?

İlginç bir süreç yaşanmış asında İpekçiler. Türk sinemasının temellerini atarak Türkiye’de büyük bir şehirleşme süreci başlatmışlar. Televizyon 1970’li yılların başında sinemayı tahtından indirmiş ve ne ilginçti ki bu süreci yine İpekçi Ailesinden biri başlatmış. TRT Genel Müdürü olan İsmail Cem, ekranlar sayesinde kasabalılaşma kültürünü getirmiş.

- Ercan Arıklı’nın eşi İnci Trak’ın evde gazı açıp çakmağı çaktığı ve iki çocuğun öldüğü trajedi, kitabın en ağır bölümlerinden biri. Bu olayın Ercan Arıklı üzerinde etkisi nasıldı?

Bu kitap aslında üzeri kapatılmak için bazı gerçeklerin de hatırlatılmasını sağlıyor. İsmail Cem İpekçi ve Türk basın tarihinin mihenk taşlarından Ercan Arıklı, Robert Kolej’den arkadaşlar aynı zamanda birlikte gazete çıkarmayı düşünecek kadar yakınlar. Türkiye’nin o dönemde en zengin ailelerinden Trakların kızlarıyla evlenip akraba oluyorlar. Elçin Trak’ın kız kardeşi İnci Trak ile Ercan Arıklı bir süre sonra boşanıyor. İki çocuklarıyla İsviçre’de yaşayan İnci Hanım depresyona giriyor, bir gece çocukları uyutuyor, havagazını açıp sigarasını yaktığı anda büyük bir patlama oluyor. Kendisi yaralı olarak kurtuluyor ama iki çocuk feci şekilde hayatını kaybediyor. Bu büyük trajedi Türkiye’de tek satır haber olmuyor. Ama derin bir acı olarak kişisel tarihlerine yazılıyor. Ercan Arıklı ile ben de yıllarca çalıştım. Kendisi vefat edene kadar kimse bu olayı ona sormaya cesaret edemedi. Çok ilginç, İsmail Cem’in otobiyografisinde de bu konuyla ilgili tek satır yok.

- Kitapta dikkat çekici ayrıntılardan biri de, Hasan Âli Yücel döneminin iftihar listelerinde Süleyman Demirel ve Necmettin Erbakan’ın da yer alması. Bu liste o dönem için ne ifade ediyordu?

Türk politika tarihinde diploma krizleri herhalde hiç bu kadar ayyuka çıkmamıştır. Belki de bu yüzden kitapta bulunan önemli bir belge bence çok değerli. Efsanevi Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel döneminde tüm Türkiye’yi kapsayan bir kitap çıkarılıyor: İftihar listeleri; bu listelere giren çocukların genç Türkiye Cumhuriyeti için çok önemli olacağının altı çiziliyor. İftihar listeleri büyük özenle hazırlanıyor ve Betül İpekçi de bu listeye giriyor, listeye giren öğrenciler arasında Erbakan ve Demirel de var. Sanıyorum bu kitapçıkta yer alan fotoğrafları şu an onların ailelerinin evlerinde bile yok. Yani iftiharlık öğrencilerle Türk politikası şekillendirilmiş.

- Duayen gazeteci Abdi İpekçi’nin çocukluğuyla da ilgili önemli ayrıntılar var kitapta: anne babayla mesafeli büyümesi, kayıplar, yalnızlık… Bu onu nasıl etkiliyor?

Abdi İpekçi, Türk basınının duayeni ve basın şehididir. Yaşasaydı belli ki basın dünyası etkisini bu kadar kolay kaybetmezdi. Abdi İpekçi’nin çok büyük kahkahası Babıâli’de ünlüdür. O gülüşün altında aslında büyük bir acı yatıyormuş, dünyaya geldiğinde iki ablası o dönemin “amansız hastalığı” sayılan vereme yakalanmış. Hastalık ona da bulaşmasın diye küçük Abdi kendi evinde yıllarca anne babasına bile sarılamadan yaşamak zorunda kalmış. Evde kalmasın diye üç yaşında öğretmenlerin kucağında maskot gibi büyütülmüş. Ablalarının acısı ailede uzun süreli bir yasa neden olmuş. Ama o dram dolu çocukluğuna rağmen mutlu bir adam olmuş.

https://youtu.be/nFJFCu6R55A

Ebru D. Dedeoğlu / T24

MEB şimdi de TBMM’den Türkiye kelimesini sildi -Sultan Uçar / Sözcü-

 

MEB, ders kazanımları ve sınav sorularına dair ipuçları içeren 581 sayfalık rapor yayınladı. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersinde, “TBMM” yerine, ısrarla “BMM” yani “Büyük Millet Meclisi” vurgusu yapıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden, Türkiye’yi çıkardı.

Talim Terbiye Kurulu, 2026 yılı Yükseköğretime Kabul Sınavı’nda (YKS) Temel Yeterlilik Testi (TYT), Alan Yeterlilik Testi (AYT) ve Yabancı Dil Sınavı (YDS) soruları ve derslerin konu başlıklarına dair ipuçlarını içeren bir rapor yayınladı. “ÖSYM Tarafından 2026 Yılında Gerçekleştirilecek TYT, AYT ve YDT Sınavlarına İlişkin Sınavlarına Esas Ortak Derslere Ait Kazanım ve Açıklamalar” adlı 581 sayfalık raporda, İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi kazanımlarında, skandal ifadeler yer aldı.

SKANDAL RAPOR

TARİH DEĞİŞTİRİLEMEZ

10, 11 ve 12. sınıf öğrencilerine üniversite sınavında sorulacak İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi konu başlıkları ve kazanımlarında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden, ‘Türkiye’ kelimesi silindi. Talim Terbiye Kurulu’nun, dersin ikinci bölümündeki konu başlıklarını sıralarken ‘Büyük Millet Meclisi” diye yazıp, “BMM” diye kısalttığı görüldü. Atatürk’ün, 23 Nisan 1920’de bundan 105 yıl önce açtığı ilk meclisin girişinde, “Türkiye Büyük Millet Meclisi” yer alıyor.

1920’den bu yana 105 yıldır TBMM

BMM NERENİN MECLİSİ?

İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi kazanımlarının birinci ünitesinde öğrencilerden, Atatürk’ün I. Dünya Savaşı’na kadarki eğitim ve öğrencilik hayatıyla Osmanlı’nın siyasi, askeri ve sosyal açıdan durumunu analiz etmesi bekleniyor. Skandal olay, “Milli Mücadele” başlıklı ikinci ünitede ortaya çıktı. “YKS 2026’ya girecek aday öğrenciler, Büyük Millet Meclisi’nin (BMM) açılış süreci ve sonrasındaki olayları kavrar” ifadesi yer aldı. 581 sayfalık raporda, BMM ifadesi kullanılırken, “Türkiye” kelimesinin silindiği görüldü.

‘TÜRKiYE CUMHURiYETi’Ni REDDETMEKTiR’

“Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk açıldığında, Büyük Millet Meclisi olarak açıldı. Atatürk meclis açıldıktan çok kısa bir süre sonra, ‘Büyük Millet Meclisi’ ifadesinin önüne ‘Türkiye’ kelimesini getirip, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak kullandı.  Tüm resmi belgelerde de meclisin adı TBMM olarak kullanılıp, resmileştirildi. Meclis açıldıktan birkaç ay sonra 1920 sonları yani Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndan itibaren Büyük Millet Meclisi ifadesi resmi olarak hiç kullanılmadı. 

O dönem, meclisten çıkan kanunlarının tamamında da Türkiye ifadesi yer alıyor. Yeni bir devletin kuruluşu ve Osmanlı siyasal düzeninden kopuşu simgelediği için Türkiye adının kullanılması çok önemli.

Türkiye adını kullanmamak demek bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu, ortaya çıkışı ve doğuşunu kabul etmemektir. İlk açıldığı dönemdeki birkaç ay Büyük Millet Meclisi ifadesi kullanılmasıyla günümüzde bu durum savunulamaz. Meclis’in açılışının üzerinden tam 105 yıl geçti. Burada kilit nokta şu: TBMM sadece yeni bir meclis değil yeni Türk devleti yani Türkiye Cumhuriyeti’nin temelidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bugün kim Büyük Millet Meclisi diyor? Açılışından 105 yıl sonra yeniden Büyük Millet Meclisi ifadesi vurgusu, tartışmaya çok açık ve çok önemlidir.”

2026 YKS’DE 15 TEMMUZ SORULURSA ŞAŞIRMAYIN!

YKS sınavı, 20-21 Haziran 2026’da yapılacak. Sınavda bu yıl, İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersinde, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden soru gelirse hiç şaşırmayın. Talim Terbiye Kurulu, bu dersin kazanımlarına, “21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye ve Dünya” başlıklı üniteye, “28 Şubat, 27 Nisan e-muhtırası ve 15 Temmuz Darbe Kalkışması ile bunların etkilerine değinir” konusu da eklendi.

PKK, PYD VE FETÖ’NÜN YKS SORULARINDA İŞİ NE?

İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi kazanımları ile sınavda sorulacak olası sorulara, “Terörün ve terör örgütlerinin (PKK/PYD, DEAŞ, FETÖ) ortaya çıkış nedenleriyle terörü önlemeye yönelik tedbirlere, 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması örneği üzerinden değinilir” denildiği görüldü. Böylece yasa dışı terör örgütleri ilk kez, YKS 2026 sınavında çıkacak sorular kapsamına alındı.

YKS 2026’NIN SORULARI ÜMMETÇİLERE EMANET!

CİHAD Demirli, Yükseköğretime Kabul Sınavı 2026’nın konu başlıkları ve kazanımlarını belirleyen MEB Talim Terbiye Kurulu’nun Başkanı. Bakan Yusuf Tekin’in kurucu başkanı olduğu ve “Ümmet bakışıyla düşünme” mottosuyla yola çıkan Cihannüma Derneği üyesi de olan Demirli, çift maaş tartışmalarıyla gündeme gelen Türkiye Maarif Vakfı daimi üyesi ve halen ÖNDER İmam Hatipliler Derneği Disiplin Kurulu Başkanı.

400 MİLYON TL’LİK YOLSUZLUĞU DA SORUN!

İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersi 8. ünitede, “21. Yüzyılın Eşiğinde Türkiye ve Dünya” başlığı altında Yunus Emre Enstitüsü de iliştirildi. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Yunus Emre Vakfı’na bağlı Yunus Emre Enstitüsü hakkında geçtiğimiz temmuz ayında 400 milyon liralık yolsuzluk iddiasıyla soruşturma açmıştı. Enstitünün eski başkanı Şeref Ateş yurt dışına kaçtı, dönünce havalimanında yakalanıp tutuklandı. Enstitüde görevli 23 kişi halen 7 yıl hapis istemiyle Ankara 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyor. TTK’nın derse eklediği bu enstitü, 2026 YKS’de adaylara sorulabilir.

Sultan Uçar / Sözcü

Gericiler hedef gösterdi, İYİP anında gözden çıkardı: Heykelini paylaşan ismin ihracını istedi + Gericiler 'dört başlı canavar' heykelini hedef gösterdi, 2 kişi gözaltına alındı (soL)

 Gericiler hedef gösterdi, İYİP anında gözden çıkardı: Heykelini paylaşan ismin ihracını istedi 

İYİP, gericilerin hedef göstermesinin ardından Lütfü Kırdar Kongre Merkezi'ndeki sergiyle ilgili açılan soruşturma kapsamında gözaltına alınan Murat Kaftar’ın tedbirli olarak partiden ihracı için disiplin süreci başlattı.

Gericilerin hedef göstermesi sonrası Lütfü Kırdar Kongre Merkezi'ndeki sergiyle ilgili açılan soruşturma kapsamında gözaltına alınan İYİP'li Murat Kaftar’ı partisi de gözde çıkardı. 

İYİP, Kaftar'ı tedbirli olarak partiden ihracı için disiplin süreci başlattı.

Lütfü Kırdar Kongre Merkezi’ndeki sergiyle ilgili başlatılan soruşturma kapsamında İYİP üyesi Murat Kaftar gözaltına alınmıştı. Gelen tepkiler sonrası İYİP Genel Merkezi, partinin Kayseri İl Başkanlığı'na Kaftar'ın ihracıyla ilgili yazı gönderdi. Yazıda, şu ifadeler yer aldı:

"05.12.2025 tarihinde basına yansıyan haberler doğrultusunda, Genel Başkanlık makamının talimatları üzerine, Genel Sekreterliğimiz tarafından yapılan araştırmada; Murat Katfar isimli şahsın; 2020 yılında üye olduğu, 2021 yılında istifa ettiği, 2025 yılında ise İYİ Parti Tüzüğünün "Üyeliğe Yeniden Kabul" başlıklı 11. maddesine açıkça aykırı şekilde; hem ilçe yönetim kurulunun görüşü alınmadan hem de il yönetim kurulu tarafından karar alınmadan yeniden üyeliğinin yapıldığı tespit edilmiştir.

Genel Başkanlık makamının yazılı talimatları doğrultusunda; Adı geçen şahsın, aynı zamanda İYİ Partinin tüzük, program ve kuruluş ilkelerine açıkça aykırı eylemleri sebebi ile İYİ Parti Tüzüğü’nün 76. Maddesi, 'D' bendinin 'a' fıkrası uyarınca tedbirli olarak kesin ihracının ivedilikle yerine getirilmesi hususunu dikkatlerinize sunarım."

Ne olmuştu?

Murat Kaftar Lütfü Kırdar Kongre Merkezi’nde düzenlenen sergide Cumhuriyet'in ilk yıllarına ait bir çizimi heykelleştirmesi siyasal İslamcı çevreler tarafından hedef gösterilmiş ve gözaltına alınmıştı.

***

 Gericiler 'dört başlı canavar' heykelini hedef gösterdi, 2 kişi gözaltına alındı 

Lütfü Kırdar Kongre Merkezi’nde Mizah dergisinin ünlü 'dört başlı canavar' karikatürünün üç boyutlu halinin sergilenmesiyle ilgili soruşturma başlatıldı. heykeli yapan ve sergileyen iki kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan isimlerden biri İYİP'li Murat Kaftar oldu.

Şişli'de Lütfü Kırdar Kongre Merkezi’nde sergilenen Mizah dergisinin ünlü 'dört başlı canavar' karikatürünün üç boyutlu hali, sosyal medyada kimi dinci çevreler tarafından hedef gösterildi.

Söz konusu çevrelerin sosyal medyadaki hedef gösteren paylaşımları üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı heykelle ilgili soruşturma başlattı.

Edinilen bilgilere göre, başsavcılığın talimatıyla sergi alanında yer alan heykel hakkında "Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama" iddiasıyla inceleme başlatıldı.

Sosyal medyada da paylaşılan görüntüler üzerine açılan soruşturma sonucu, heykeli yapan ve sergileyen Murat kaftar (45) ile A.E.I. (34) isimli iki kişi polis ekiplerince gözaltına alındı.

Gözaltına alınanların, yürütülen işlemlerin tamamlanmasının ardından adli makamlara sevk edileceği öğrenildi.

İYİP’li Murat Kaftar, heykeliyle çektirdiği fotoğrafı sosyal medya hesabından paylaşmıştı.

Kaftar'ın paylaşımı sosyal medyada "İslam'a saldırı" iddiasıyla hedef gösterildi. Olayın ardından Kaftar, gözaltına alındı.

Yeni Şafak konuyu “Müslümanları hedef alan Murat Kaftar gözaltında” başlığıyla haberleştirdi. Haksöz Haber “ucube heykelin fuar alanından kaldırıldığı”nı yazdı.

Heykel, Lütfü Kırdar Kongre Merkezi'ndeki sanat fuarında 1947 yılında Mizah dergisi karikatüristi Ramiz tarafından kaleme alınan eserin 3 boyutlu olarak yeniden yorumlanmış hali.

soL

Öne Çıkan Yayın

Ukrayna’da Avrupa’nın, NATO’nun belki Batı’nın sonu mu? + Suriye sahası hareketlendi; SDG’ye yönelik gözdağı mesajları mı var, Genelkurmay Başkanı'nın Şam ziyareti ne anlama geliyor? + Mazlum Abdi'den "entegrasyon" açıklaması: Sırada Kürtler var; ABD, SDG’yi desteklemeye devam etmeli-T24-

 Ukrayna’da Avrupa’nın, NATO’nun belki Batı’nın sonu mu?-Namık Tan-  Zelenskiy’nin, “Ukrayna’nın haysiyetini yitirmekle en güçlü müttefikini...