CHP'li belediyelere operasyon sürüyor: Adıyaman, Adana ve Antalya Belediye Başkanları gözaltında
CHP'li Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek gözaltına alındı.
CHP'li Adıyaman Belediye Başkanı Abdurrahman Tutdere, sosyal medya hesabından paylaşım yaparak gözaltına alındığını duyurdu.
Tutdere, "Sabah Ankara'da evimden gözaltına alındım. İstanbul’a götürülüyorum" ifadelerini kullandı.
Hemen ardından CHP'li Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar'ın da gözaltı haberi geldi.
Karalar, İstanbul'da gözaltına alındı.
10 kişi hakkında gözaltı kararı
Anadolu Ajansı'nın paylaştığı bilgiye göre, belediye başkanları "Aziz İhsan Aktaş suç örgütüne yönelik soruşturma" kapsamında gözaltına alındı.
Toplam 10 kişi hakkında gözaltı kararı verildi.
Ekol TV'den Dilek Yaman Demir'in haberine göre, tutuklanan Büyükçekmece Belediye Başkanı Hasan Akgün yerine seçilen Belediye Başkanvekili Ahmet Şahin de gözaltına alındı.
CHP'den ilk tepki: 'Milleti böyle teslim alamazsınız'
CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın, gözaltılara ilişkin yaptığı sosyal medya paylaşımında, "Adana ve Adıyaman Belediye başkanlarımız gözaltında.. Birisi Adana gibi Başkan, diğeri 6 Şubat depreminde “unutulan Adıyaman’ın” kahramanı.. Borsayı düşündüğünüz kadar adalet kaygınız olsaydı keşke.. Bir milleti böyle teslim alamazsınız, alamayacaksınız" dedi.
Muhittin Böcek de gözaltına alındı, evinde arama yapılıyor
Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek hakkında da gözaltı kararı verildiği öğrenildi.
Böcek'in gözaltına alınma sebebi Antalya Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülen "rüşvet" soruşturması olarak duyuruldu. 2 kişi daha gözaltına alındı. Böcek'in evinde de arama yapılıyor.
Dün CHP'li Antalya Manavgat Belediyesi'ne yönelik "yolsuzluk" iddiasıyla soruşturma başlatılmış ve soruşturma kapsamında aralarında Belediye Başkanı Niyazi Nefi Kara'nın da olduğu çok sayıda kişi gözaltına alınmıştı.
Soruşturma kapsamında Belediye Başkan Yardımcısı M.E.T.’nin rüşvet aldığını gösterdiği iddia edilen görüntülerin ortaya çıkmasıyla, CHP Genel Başkanı Özgür Özel, parti içinde 2 muhakkik görevlendirdiklerini belirterek “Somut delillere dayalı olarak, suça bulaştığı ispatlanan kim varsa Partimizde barınması mümkün olmayacağı gibi en ağır şekilde cezalandırılmasının da takipçisi oluruz” ifadesini kullanmıştı.
CHP'den ilk tepki: 'Aziz İhsan Aktaş herkese para dağıttıysa para verilen AK Partili isimler nerede?'
CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın, gözaltılara ilişkin yaptığı sosyal medya paylaşımında, "Adana ve Adıyaman Belediye başkanlarımız gözaltında.. Birisi Adana gibi Başkan, diğeri 6 Şubat depreminde “unutulan Adıyaman’ın” kahramanı.. Borsayı düşündüğünüz kadar adalet kaygınız olsaydı keşke.. Bir milleti böyle teslim alamazsınız, alamayacaksınız" dedi.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş da sosyal medya hesabından bir paylaşım yaptı. Yavaş, "Madem Aziz İhsan Aktaş herkese para dağıtmış, o zaman bu kirli düzen sadece muhalif başkanları mı hedef alacak? Para verilen AK Partili isimler nerede? Onlar için neden aynı kararlılık gösterilmiyor?" diye yazdı.
Yavaş'ın paylaşımı şöyle:
"Adana Büyükşehir Belediye Başkanımız Zeydan Karalar, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanımız Muhittin Böcek ve Adıyaman Belediye Başkanımız Abdurrahman Tutdere Aziz İhsan Aktaş’ın iftiraları nedeniyle gözaltına alındı. Bu durum hukukun ne yazık ki kimlere nasıl işlediğini bir kez daha göstermiştir.
Madem Aziz İhsan Aktaş herkese para dağıtmış, o zaman bu kirli düzen sadece muhalif başkanları mı hedef alacak? Para verilen AK Partili isimler nerede? Onlar için neden aynı kararlılık gösterilmiyor?
Hukukun siyasete göre eğilip büküldüğü, adaletin bir kesim için uygulanıp bir kesim için görmezden gelindiği bir düzende kimse bizden hukuk devletine güvenmemizi, adalete inanmamızı beklemesin.
Buradan sesleniyoruz: Hukuk ya herkes için vardır ya da hiç kimse için yoktur!
Haksızlığa, hukuksuzluğa, siyasi operasyonlara boyun eğmeyeceğiz."
***
Kaypakkaya’nın doğduğu köye taş ocağı projesi: 'Köyü terk etmek zorunda kalacağız'-Özkan Öztaş-
68 kuşağının devrimci önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’nın doğduğu köye yapılmak istenen taş ocağı projesi, köy halkını göçle karşı karşıya bırakıyor. Tarım ve hayvancılıkla geçinen köylüler, projeye karşı çıkıyor.
Çorum’un Sungurlu ilçesine bağlı Karakaya Köyü’nde yapılmak istenen taş ocağı projesi, köy halkının tarım ve hayvancılıkla sürdürdüğü yaşamı tehdit ediyor. Aynı zamanda 68 kuşağının devrimci önderlerinden İbrahim Kaypakkaya’nın doğduğu köy olan Karakaya’da, taş ocağı faaliyetleri köylünün geçim kaynaklarını ve günlük yaşamını sürdürülemez hale getirecek.
Konuya ilişkin açıklama yapan Karakaya Köy Derneği temsilcilerinden Hüseyin Tozkoparan, soL’a yaptığı değerlendirmede, “Köydekiler hayvancılıkla, tarımla geçiniyor. Sütünü satıyor, ekmeğini çıkarıyor. Ama taş ocağı burnumuzun dibine kurulursa, bu düzen bozulacak. Her yer toz olacak, tarım bitecek. Böyle bir ortamda yaşamak mümkün olmayacak. O zaman herkes tası toprağı toplayıp göç edecek” dedi.

'Gizli gizli yürütmüşler, tesadüfen öğrendik'
Projeyi yürüten şirketin Çelikler Holding olduğu belirtiliyor. Taş ocağından çıkarılacak taşların TCDD’ye bağlı hızlı tren projelerinde kullanılacağı ifade ediliyor. Hüseyin Tozkoparan, ÇED süreci başlatılan projeyle ilgili olarak köyde kimsenin bilgilendirilmediğini vurguluyor: “Bu proje köylünün elindeki her şeyi alacak ama köylüye bir şey anlatılmamış. Muhtarın bile haberi yok. Projeyi tamamen tesadüfen öğrendik. Şimdi ÇED için köye gelecekler. Kimse kusura bakmasın ama kendilerine hoş geldiniz diyecek halimiz yok.”
Tozkoparan, “Tarımı bitirecek, hayvancılığı bitirecek bir projeyi ‘gelişme’ diye sunmaya çalışıyorlar. İnsanları ekmeğe muhtaç bırakacaklar. Taş ocağı yapılacak alanların yerleşim yerlerinden uzakta kurulması gerekirken, en kolay yolu seçip köylünün yaşam hakkını yok sayıyorlar” diye konuştu.

'Köyden tren geçecek, ama trene binecek köylü kalmayacak'
Taş ocağından çıkarılacak malzemenin hızlı tren hattı için kullanılacağı belirtilirken, bu durum köylüler tarafından ironik bir şekilde karşılanıyor. Tozkoparan, “Bir yandan hızlı tren projesi diyorlar, bir yandan o rayları döşemek için bizim köyü yerle bir edecek taşları çıkarmaya çalışıyorlar. Sonra da o trene binecek köylü kalmayacak burada. Bu nasıl akıl?” diyerek tepki gösteriyor.
Köye yakın başka yerlerde yine taş ocaklarının faaliyet gösterdiğini belirten Tozkoparan, sorumluların daha makul olanı değil daha kolay olanı tercih ettiklerini ifade ediyor. "Taş ocağı kurmak için en kolayı köylüleri gözden çıkarmak sanırım" sözleriyle anlatıyor.
Köylüler Pazar günkü buluşmaya hazırlanıyor
Karakaya Köyü, geçmişte de kolluk kuvvetlerinin baskılarına sahne olmuş bir yer. İbrahim Kaypakkaya’nın mezarının bulunduğu köyde, anma etkinlikleri sık sık yasaklanıyor, köylülere göz dağı veriliyordu. Mezarlığa yerleştirilen kamera sistemi de geçtiğimiz dönemde gündem olmuştu.
Ancak köylüler dayanışmayı öne çıkarmaya kararlı. Korkuya teslim olmadan projeye karşı çıkmak gerektiğini dile getiren köylüler, “Toprağımıza sahip çıkacağız” diyerek seslerini yükseltiyor. Eğer proje durdurulamazsa, Karakaya da büyük şehirlerin işsizler ordusuna katılacak bir köy nüfusu haline gelecek.
Buna karşı 6 Temmuz Pazar günü köyde bir araya gelecek köylüler basının ve kamuoyunun bu mücadeleye destek vermesini bekliyor.
***
'Bizim hükümet'-Aydemir Güler-
Bu ülkede bizim hiç hükümetimiz olmasa da, halkımız topraklarımızın bereketinin tanığıdır. Şimdi; anı kitaplarının sadece geçmişten söz ettiğini düşünmek mümkün müdür?
Geçtiğimiz Nisan ayında yayınlanan bir anı kitabının önsözünü ben yazmıştım. Ahmet Yücel Çiftçi’nin, Kurmaysız Dövüşen Devrimciler’ini hem henüz taslak halindeyken okuma, hem de yazarının ağzından içeriğin büyük kısmını dinleme şansım olmuştu.
Çok önceleri Ulvi Oğuz’un anılarını da, yine, hem dinlemiş hem okumuştum… Ulvi ağabey TKP’ye 1973 Atılımından önce girenlerdendir. Partisi dışarıdan çok baskı görmüştü, ama asıl içeriden tasfiye edilecekti. Partimin Yolunda buna isyandır. Her iki kitap Yazılama’dan çıktı.
Yücel Çiftçi ise Devrimci Yol’cudur. Artvin Dev-Yol davasının idamlıklar listesinde yer alır, 1980’li yıllarda… Onun hikâyesi, hareketin merkezinin, kendisi gibi çok sayıda inançlı militanı “kurmaysız” bırakmasıdır. Anıları buna isyandır.
Yücel ve Ulvi ağabeylerin eleştirelliklerini ve –tabir uygun mu, bilmiyorum- “haklı öfkelerini”, nicel anlamda karşılaştırmak yersiz olur. Bunu geçelim; daha önemlisi, her ikisi, içinde yetiştikleri ve politik kişiliklerini biçimlendiren geleneklerin insanlarıdır. Eleştirip uzak düşmek daha kolay ve yaygın oluyor. Bu örnekler öyle değil. Yaşadıkları deneyimlerin üstünden birer ömür geçse de, yine uğruna her şeyi göze aldıkları siyasal hareketlerine çok ağır eleştiriler yöneltseler de, biri “TKP’li”dir, diğeri “Devrimci Yolcu”. Burada, Ulvi Oğuz’un, tasfiyeye uğrayan eski partisinin adını taşıyan bugünkü TKP’nin üyesi olmasını kastetmediğim herhalde açıktır.
Bana sorarsanız, eleştirinin asıl bu türü değerlidir. Sahiplenmek yanlışa, eksiğe kör bakmak anlamına gelmeyeceği gibi, kıyasıya eleştirmek de, geçmişine sırtını dönmeyi gerektirmez. Geçmişine sırtını dönen, bir uzvunu gözden çıkartmış olmaz mı? Yani artık, anılarını yazan, hikâye ettiği zamanı yaşayan kişi olmaktan uzaklaşmış, daha doğrusu, o zamanlara yabancılaşmıştır. Anı türünün en büyük sorunlarından biri bu olsa gerek… Çaresi, yazarın, temel yaşam tercihleri açısından, yazdığı geçmişteki gibi olmasından, aynı zemine ayaklarını basmasından başka bir şey değildir.
Siyasi yaşamlardan söz ediyoruz. Kökten değişen örneklere kızabilir, onlara dönek veya hain diyebilirsiniz; benim konum burada o değil. Bence, anının “doğru” olması için, artık “nesneye” dönüşen geçmiş ile “özne-yazar” arasında sağlam bir örtüşme, bir süreklilik olması gerekir. İlle de, aktaracağım gibi kanıt gösterilmiş olması şart değil; ama madem kitapta geçiyor, buraya da alayım:
“… operasyonu yöneten albay içeri girdi. Oturan subaylar ayağı kalktılar. (…) önüme dikilen Albay, ‘ayağa kalk’ dedi.
'Neden?'
'Karşında silahlı kuvvetlerin bir albayı var' dedi.
(…) senin karşında Devrimci Yol’un generali var, dedim.”
Bu satırları ancak aynı yerdeyseniz yazarsınız. Yücel Çiftçi’nin kitabı, tam bu nedenle, aynı Ulvi ağabeyinki gibi “güvenilirdir.”
***
Geçmiş hakkında konuşurken, okurken, güvenilirlik az şey değildir. Ama daha somut bir soru var: Yücel Çiftçi’nin anılarında ne bulacak, henüz okumayanlar? Kendi yazdığım önsözden alıntı yapacağım:
“Yücel Çiftçi’nin anılarını, o henüz kitabı yazarken dinleme şansı buldum. Uzun bir günün sonunda İzmit’teki evinden ayrılmıştım. Rastlantı bu ya, akşam Javier Cercas’ın Salamina Askerleri romanını okumaya devam ettim. Dondum kaldım!
‘Sánchez Mazas da adeta ölmüş de öldükten sonra bir sahneyi anımsıyormuşçasına gözlerine inanamasa da askerin dinmek bilmeyen yağmurun içinden, taş çatlasa birkaç adım uzaklıkta tetikte bekleyen öbür asker ve polislerin mırıltılarının arasından hendeğin kenarına ağır ağır yaklaştığını, silahı gergin olmaktan ziyade sorgulayıcı bir edayla gösterişsizce, tıpkı ilk avını tespit etmeye çalışan acemi avcı gibi doğrulttuğunu gördü. Tam da askerin hendeğin kenarına iliştiği anda yeşilliklere çarpan yağmurun mırıltısını delip geçen çok yakından gelen bir bağırtı duydu. 'Kimse var mı orada?' Asker ona bakıyordu, Sánchez Mazas da askere. Ama bakımsızlıktan yıpranmış gözleri baktığı şeyi anlamıyordu. Sırılsıklam saçlarının, açık alnının ve yağmur damlalarıyla dolu kaşlarının altında, askerin gözlerinde ne acıma ne nefret, hatta ne de küçümseme, sırrına erilemez bir tür gizli neşe vardı. Zalimlik sınırlarında gezen, akla mantığa aykırı, aynı zamanda da içgüdüsel bir şey. Kanın damarlara, gezegenin yörüngesine, tüm varlıkların inatçı varoluş koşullarına tutunmasının ardındaki kör inatçılıkla yaşayan bir şey. Nehrin suyunun taştan kaçıp sızması gibi kelimelere sığmayacak bir şey – çünkü kelimeler sadece kendilerini anlatmak için icat edilmiştir, anlatılabilir olanı dile getirmek için, yani bize hükmeden, hayat veren, bizi ilgilendiren, bizi biz yapan şeyler haricindekileri söylemek için; yoksa bedeni neredeyse nehir yatağının kahverengi suyuyla ve toprakla karışmış durumdaki o adama bakan ve bakmayı bırakmadan var gücüyle havaya doğru ‘Burada kimse yok!’ diye bağıran, o yenik ve meçhul askeri anlatmak için değil… Sonra arkasını döndü ve çekip gitti.’
“Ama ben bu öyküyü daha yeni dinlemiştim!
“Benim dinlediğimde, olay İspanya’da, İç Savaş’ta değil bizim memlekette bir dağ köyünde geçiyordu. Kaçağımızı çam dalları, yapraklar ve çamur tabakası değil, bir salkım söğütün kolları saklamıştı. Bilmiyorduk, askerin gözlerinin onu seçip seçemediğini, kimin ne kadar korktuğunu... Donmuş halimden sıyrılırken bir kez daha hissettiğim, Türkiye solunun bir yanıyla ‘roman gibi’ bir geçmişten geldiği; geldiğimizdi.”
***
Karşımızda aynı zamanda bir “macera” var. Öğretici, düşündürücü, heyecanlandırıcı. Ama dikkat: Yazıldıklarında, aktarıldıklarında “bizim deneyimlerimiz” haline geliyorlar ve maceradan çıkıp başka bir şey oluyorlar. Bugüne ve geleceğe dair bir söz içeriyorlar. Onlardan birini bu köşe yazısına başlık yaptım.
1970’lerin halk örgütlenmelerinin, ‘80’lerin kurmaysız direnişinin üstünden yıllar geçer. Yücel Çiftçi ailesiyle birlikte aynı yörede, bir köydedir. Sözü bir köylü alır:
“Yücel bey, sizin hükümetin zamanında, her derdimiz kolay hal ediliyordu. Ne karakol, ne de mahkeme derdi çektirmeden bizlere yardımcı oldunuz. Başımız her dara düştüğünde, Dev-Genç derneğinin kapısında soluğumuzu alıyorduk. Bu bakımdan sizin hükümetinizden çok memnunduk. Allah sizlerden razı olsun, Yücel bey.”
Bu ülkede bizim hiç hükümetimiz olmasa da, halkımız topraklarımızın bereketinin tanığıdır.
Şimdi; anı kitaplarının sadece geçmişten söz ettiğini düşünmek mümkün müdür?
/././
Cumhuriyetçilerin birliği için notlar(V): Yayılmacı bir Cumhuriyet mi?-Erhan Nalçacı-
Bu hafta yayılmacılık, milliyetçilik, yurtseverlik, ülke güvenliği gibi zor konulara bir giriş yapacağız. Kolay olmadığını biliyoruz mücadelenin, bu aşamada akıl ortaklığı için önyargıları ve tarihsel olarak edindiğimiz reflekslerimizi bırakıp cesaretle tartışmalıyız.
Cumhuriyet için verilen mücadele dünya tarihinde dönüm noktalarını işaretler. Dünyada halklar eşitlik ve özgürlük mücadelesinde Cumhuriyetleri kurarlar, Cumhuriyetler yıkıldığında eşitlik ve özgürlük de kaybedilmiş olur.
Şimdi yıkılmış bir Cumhuriyetin enkazında yeni bir Cumhuriyet için hazırlık yapıyoruz. Birçok kökenden gelen Cumhuriyetçinin birliği için yöntem üzerinde uzlaşmaya ve ortak kavram setlerine gereksinimimiz var.
Bu köşede farklı duruşlarımız nasıl birleştirilebilir üzerine denemeler yaptık ve dört yazıda 12 soru sorup yanıtlamaya çalıştık.
Bu hafta ise yayılmacılık, milliyetçilik, yurtseverlik, ülke güvenliği gibi zor konulara bir giriş yapacağız.
Kolay olmadığını biliyoruz mücadelenin, bu aşamada akıl ortaklığı için önyargıları ve tarihsel olarak edindiğimiz reflekslerimizi bırakıp cesaretle tartışmalıyız.
Soru 13: Bir cumhuriyet yayılmacı olabilir mi?
1923 Devrimi emperyalist güçlerin siyasi coğrafyayı kendi çıkarlarına göre oluşturmasına karşı bir iradeyi örgütleyerek gerçekleştirildi. İngiliz emperyalizmi üretim kapasitesi, askeri gücü, emperyalist devlet deneyimi, istihbaratı vb. ile devrimden sonra da taze Cumhuriyeti kuşatmış bulunuyordu, ulusal sınırlar garanti altında değildi.
Bu koşullar altında “Yurtta barış, dünyada barış” sloganı Cumhuriyet’in temel niteliğini yıllarca belirleyecekti.
Ancak ayağa kalkarken fikirsel düzeydeki yenilenmede klişelere düşmemeliyiz.
İktidara gelen burjuvaziler dünyada olanak bulduklarında komşularının topraklarına, doğal zenginliklerine, stratejik noktalarına göz dikerek hegemonyalarına almak isterler. Fransız Devrimi’nin doruğunda Jakobenler Haiti’ye özgürlüğünü verirken Napolyon Haiti’ye donanma göndermişti. Zaten bununla beraber Fransa’da bir Cumhuriyet’ten bahsedilemez oldu.
1923 Cumhuriyeti ise uzun yıllar kendini defalarca aşan askeri güçlerce çevriliyken yayılmacı bir özellik göstermeyi denemedi, bu nedenle bu ünlü slogan gerçek haline geldi ve Cumhuriyet’in korunmasını sağladı.
Öte yandan daha derine indiğinizde ne ülkede ne dünyada barış vardı bu süre içinde. Ülke içinde sınıf mücadeleleri, dünyada işçi sınıfının iktidarda olduğu devletlerle emperyalist devletler arasında kıyasıya bir çatışma hali sürüp gidiyordu. En nihayet bu süreçte Türkiye sermaye sınıfının emperyalizme bağlanmayı tercih etmesinin Cumhuriyet’i bitiren dinamiklerden biri olduğunu geçen hafta değerlendirmiştik.
Ancak şimdi özelikle son 20 yılda çok daha belirgin hale gelen Türkiye sermayesinin gözünü ulusal sınırların dışına çevirmesine dayanan bir yayılmacılıkla karşı karşıyayız. Artık kimse “Yurtta barış, dünyada barış” demiyor, Genel Kurmay Başkanlığı’nın kapısında “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” yazıyor. Bu eğilimin Cumhuriyeti bitiren başlıca unsurlardan biri olduğunu görüyoruz.
Cumhuriyeti bitiren unsurlar birbirine bağlı ve birbirinin uzantısıydı.
Devlete ait hemen hemen bütün sanayi, maden, liman gibi zenginliklerin bir yağma rejimi içinde sermayeye aktarılması, sermaye sınıfının sağladığı büyük sermaye birikimiyle yurtdışına sermaye ihraç ederek yönelmesi ve halkın ülke yönetiminden tamamen soyutlanması birbirine dolanarak yükseldi ve ülkenin bir Cumhuriyet olma niteliğini ortadan kaldırdı.
Şimdi bazı Cumhuriyetçilere devletin yayılmacı özellikleri hoş görünebiliyor.
Oysa her ne kadar son yıllarda Türkiye ekonomisi geliştiyse de orta çaptaki bir ülke önünde sonunda yayılmacılığını büyük emperyalist ülkelerle ittifak kurmayı gözeterek sürdürmek zorundadır. Dolayısıyla bu hırçın politikanın kendisi bir bağımlılık mekanizması yaratır.
Sadece Suriye’de yaşanan utanç verici sürece Türkiye’nin nasıl dahil olduğuna bakmak, nasıl Türkiye’nin Cihatçıların lojistik üssüne çevrildiği hatırlamak ve birdenbire Suriye’de açılan uçurumu görmek ne demek istediğimizi anlatacaktır. Ve bunun henüz bir başlangıç olduğunu fark etmek ürkütür insanı.
Bu rezalet ancak emekçi halk ülke yönetiminden dışlanırsa yapılabilirdi.
Yayılmacı bir cumhuriyet olmaz. Emperyalizm tekelci sermayenin diktatörlüğüne dayanır çünkü.
Aksine Cumhuriyetimiz tüm emekçi cumhuriyetlerini kuran veya kurma süreci içinde olan halklarla eşit ve adaletli bir dayanışma ilişkisini inşa etmek zorundadır.
Soru 14: Milliyetçilik mi, yurtseverlik mi?
Bu yazı dizisinin ilkinde 1923 Devrimi’nin bütün özgünlüklerine rağmen genel olarak burjuva devrimi niteliğinde olduğunu tartışmıştık. Milliyetçilik burjuva devrimi kategorisi için zorunlu ve başat bir ideolojik motiftir. Başlangıçta devrime eşlik eden milliyetçilik ilerici bir nitelik de taşır, çünkü hanedana karşı bayrak açan burjuvazi altına bütün sınıf ve tabakaları toplar. Burjuvazinin çeşitli kesimleri, köylülük, işçi sınıfı, ittifak unsuru olan feodaller vb., bunlar hukuk önünde eşitlik ilkesi doğrultusunda millet egemenliği ve ulus devlet inşasında kullanılır.
Burjuva devrimi feodal devletlerin veya emperyalist devletlerin saldırısına uğradığında yurtseverdir de.
Ancak başlangıçta devrimci olan her şey bozulur çok geçmeden.
Burjuvazi sermaye birikiminde bir seviyeyi geçtikten sonra uluslararası sermaye ile işlerini yoluna koymaya bakar, bazen yabancı şirketlerin bayisidir, bazen ortağı, bazen ara mal üretir, bazen onlara borçlanır ve çoğu kez onların işlerini ülke içinde takip eden bir ofise dönüşür.
Burjuvazi yurtseverliğini kaybeder.
Ama milliyetçilik iki nedenle gereklidir onlara, iliğine kadar sömürdüğü emekçi sınıflara sanki çıkarları ortakmış gibi seslenebilmek ve emekçilerin çocuklarını kendi yayılmacı maceralarının arkasına asker olarak toplayabilmek için.
Ölmüş bir Cumhuriyette yurtseverlik sadece emekçi sınıflara kalır. Emekçiler doğdukları ülkelerine, dinledikleri türkülere, annelerinin ninnilerine, mahallelerinin kokusuna, öğretmenlerine, asker arkadaşlarına bağlı kalırlar. Çıkarları ülkenin bağımsızlaşmasından, barıştan, emekçilerin sömürülmemesinden yanadır.
Bu nedenle yeni Cumhuriyet emekçi yurtseverliğine dayanacaktır.
Soru 15: Ülke güvenliği nasıl sağlanır?
Bu zor ve derin konuya az yerdi kaldı ancak yukarıdaki iki başlıkla ilişkili olarak ele alalım.
Son dönemde Türkiye’de sermaye sınıfına bağlı bir askeri-sınai kompleks gelişti ve bu durum bazı Cumhuriyetçileri çeldirme potansiyeli taşıyor.
Öncelikle yeni Cumhuriyeti emperyalizme karşı savunmak zorunda olacağımızı biliyoruz ve Türkiye’de gelişen askeri sanayinin işimize yarayabileceğini sezgisel olarak fark ediyoruz.
Öte yandan hiçbir askeri teknolojinin örgütlü yurtsever bir halk kadar etkili olmadığını tarihten biliyoruz.
Oysa yurtseverliğini kaybetmiş bir sermaye sınıfı ülkesini koruyamaz, aksine felaketlere doğru çeker. NATO üyesi olmak bir felaket senaryosudur bugün örneğin.
Cumhuriyetimiz her şeyden önce örgütlü, yurtsever bir halk yaratacaktır. Topluma ve ülkesine karşı sorumlu, gelişkin bireyler demektir bu.
Nasıl yaratılır böyle insanlar?
Eğer ülke zenginlikleri bir asalak azınlığa değil tüm topluma aitse, gençler işsizlik kaygısı yaşamıyorsa, eğitim, sağlık parasızsa, emekli olmak mutlak bir yoksullaşma olarak değil yaşamın tatlı ve üretken bir evresi olarak görülüyorsa, eğitim bakanlığı çocukların aklını almak için değil, onları çok yönlü olarak geliştirmek için varsa ve emekçi halk tarihi kendi iradeleri ile değiştirmenin tadına vardıysa o zaman böyle bir ülkeyi hiç kimse piyade ile işgal etmeyi düşünemez.
/././