'Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak'-Tunç Tatoğlu-
Sevgi Soysal’ın yazdıklarında her zaman çok şey bulabilirsiniz, bir tek şey bulamazsınız, umutsuzluk. Hapishanede, gözaltında, yaşamın tüm güçlükleri karşısında size her zaman gülümseyen Sevgi Soysal satır aralarında kolunuza girer, gözyaşınızı siler, ayağa kalkar yürürsünüz.
İyi bir insan bakıyor kitabın kapağından. Hafif gülümseyerek gözünün içine. Bülent Erkmen herhalde daha fazla bir şeye ihtiyaç yok diye düşünüp Sevgi Soysal’ın okuyucuya bakan, Adnan Kazmaoğlu’nun çektiği bu fotoğrafını koymuş kapağa, aslında bütün kitaplarının kapağına.
Sevgi Soysal bize bakıyor. Kırk yıllık ömrüne sığdırdığı birçok yazı, öykü ve romanlarıyla. 22 Kasım ölüm yıldönümüydü, aklımdaydı, görece az bilinen “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” anı kitabını, iyiliğin ve samimiyetin ne demek olduğunu hatırlatmak istedim.
Sevgi Soysal’ın yazdıklarında her zaman çok şey bulabilirsiniz, bir tek şey bulamazsınız, umutsuzluk. Hapishanede, gözaltında, yaşamın tüm güçlükleri karşısında size her zaman gülümseyen Sevgi Soysal satır aralarında kolunuza girer, gözyaşınızı siler, ayağa kalkar yürürsünüz.
“Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” bir gözaltı merkezi, yani tutukevi değil. Mahkum olana kadar “buyur edilen” yer. Bir hayvan barınağından bozma bir yer. Demir kapılı, dikenli teller ve tomsonların gölgesinde, penceresinden görünen Kazıkiçi evleri ile kadın mahkumlar için uydurulmuş bir “buyursunlar” evi.
Çok odası yok. Adi mahkumlar ve siyasi mahkumlar olmak üzere iki odaya ayrılmış, ki daha sonraları bu ayrım da ortadan kalkmış. Behice Boran, Oya Baydar, Sevim Onursal gibi insanların mahkeme öncesi bekleme mekanları. Kışları soğuk, yıkanacak sıcak suyun seyrek ve kısıtlı olduğunu, sıkça tıkanan bir tuvalet ile baş etmeye çalıştıklarını, giysilerin ve her şeyin yatılan yerde bir şekilde istiflendiğini söylemek gereksiz belki de.
12 Mart Faşizminin önce hafif yumuşak sonra gittikçe sertleşen yüzüyle ve kurallarıyla mücadele eden devrimci kadınlar. İdare giderek öyle sıkışıyor ki sonunda tutuklu er diye bir statü uydurup herkesi askeri disiplin ile yönetmeye çalışıyorlar.
1970’ler, devrimci demokrasi içinde ordu ve cephe tartışmalarının, “Şafakçılar”ın sol içinde kendine yer edinmeye çalıştığı, TİP içindeki çalkantıların ve TKP’nin atılım hazırlığının yapıldığı bir dönem. Mahir’lerin peşine düşülmüş, Deniz’ler asılmaya çalışılıyor ve bütün bilinen Ankara evleri karakola çevrilmiş durumda. Devrimcileri saklayan “otelciler”, sevgilisi/kocası Mahir’ler ile saklanan kadınlar, Deniz’in yoldaşları, hepsi tek tek “Yıldırım Bölge Kadın Koğuşu”na getiriliyor. Dışarıdan zor haber alınıyor, bazı kadın gardiyanlar Mamak’tan haber taşıyor ve radyo haberleri dikkatle izleniyor.
Bu büyük gerginliğin ortasında neşelerini ve umutlarını kaybetmeyen devrimciler. Örgü örenlere “İllegal Şiş Örgütü”, erkek mahkum Abdullah’a mektup yazanlara “Abdullah Örgütü”, aralarına karışan hayat kadınlarına DEV-OS adını verecek kadar matraklar.
Türküler de her siyasetin kendi yaşı ve kültürüyle söyleniyor. Gençler “Odam kireçtir benim”, Behice Hanım ranzasının üzerinde oturup “Jandarma biz sosyalistiz” türküsünü söylüyor. Ve tabii ki faşizmin zindanlarının vazgeçilmez tartışması “Açlık Grevi”. O dönemin alışkanlığıyla forum yapılıyor, tartışılıyor uzun uzun sonunda yapılan oylamayla vazgeçiliyor. Benzer pasifist, küçük burjuva vs. yaftaları da eksik olmuyor bu tartışmalarda.
Görüş günleri ve mahkemelerin hengamesi başka oluyor. Bugünler için saklanan bluz ve etekler giyiliyor ve saçlar yapılıyor. Tek kaygıları var dışarıda olanlara “ne kadar iyi ve moralli” olduklarını göstermek.
İçeride sadece örgütlü insanlar yok. Öğrencilerini korumak için sıkıyönetimi arayan bir müdire de var. İçerideki hava onu da içine katıyor, bunca yıllık memuriyetini kaybetmenin derdiyle kavrulmuyor, gelen genç stajyer öğretmenler ile ilgileniyor, nöbetini tutuyor. Kendi tabirleri sosyalist sistemin bir parçası oluyor.
Sonra… sonra önce Mahir’ler katlediliyor sonra da Deniz’ler. Büyük bir acı, büyük bir kavrulma. Sıkıyönetimin bilerek ölüm haberlerinin manşette olduğu gazeteleri koğuşlara dağıtmaları karşısında kimse acısını göstermiyor. Yaslarını tutuyorlar, eğilmiyorlar.
Bitlenmemek için iki askerin nezaretinde saçlarını kesme operasyonunda düzenledikleri moral gecesine, oraletin içine iki damla kolonya damlatıp yaptıkları kokteyle kadar her daim neşelerini koruyorlar. Sıkıyönetimin hizaya sokmaya çalıştığı bu direngen kadınlar her seferinde kendilerince bir yol buluyorlar onurlarını korumak için.
Neyi yazayım da anlatayım bu iyi insanlığı diye debeleniyorum. Şunu da anlatayım, bunu da atlamayayım derken kendimi kaptırmışım. Sevgi Soysal, Edip Cansever’in dizeleriyle bitirmiş kitabı;
“Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki,
Ve her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki.”
Görsel: Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Sevgi Soysal, 220 sf., İletişim Yayınları, 1976(Bilgi Yayınevi'nde İlk basım).
/././
Sol ve Kemalizm -Aydemir Güler-
Türkiye bir Kemalist rönesansın sahnesidir. Konumuz ise sol ve Kemalizmin nasıl ilişkileneceğidir. Solun tarihindeki bazı yaklaşımların reddedilmesi, bazılarının da güncellenmesi gerekiyor.
AKP’nin adım adım iktidarını sağlamlaştırması, Kemalizmin devletten tasfiyesi anlamına geliyordu. Cumhuriyet Devrimi’nin altının oyulması çok daha uzun bir zamana yayılmıştı, ama bu kez iş farklıydı… Değişimin sonuçlarından bir tanesi de, bir “halk Kemalizminin” yükselişi oldu.
Bu bir rönesans, ama bir “hareket” değil. Ortada sınır çizgileri belirgin, sistematik ve bütünlüklü bir düşünce ve eylem değil, çok geniş bir ideolojik, siyasi ve pratik alana yayılan bir “devinim” var. Özellikle 19 Mart sonrasında ve gençlik kitleleri içinde son derece hız ve yaygınlık kazanan bu devinim zaman içinde durulacak ve Kemalizm güncellenmiş olacaktır.
Tam da bu momentte Kemalizm ile solun geçmiş ilişkilerine göz atmak zihin açıklığı sağlayabilir.
Bizim geleneğimizde Yalçın Küçük’ün önemli yeri vardır. Yalçın Hoca, Türkiye Üzerine Tezler 1 ve 2’de Türkiye Marksizminin Kemalizmle temas yüzeyine yeni bir yorum getirmeyi denemişti. Sayfa boş değildi…
TKP 1920’deki kuruluşunda Milli Mücadele ile aynı safta durur, bununla beraber daha ileriye baktığını ilan eder. Kemalist iktidarın solunda bir harekete alan tanımayı reddetmesi, komünistleri cumhuriyetçi bir kimlik edinmekten alıkoymadı. Ancak 1970’lerin sonlarında yani Tezler 1-2’nin kaleme alındığı yıllarda bir “güncelleme” ihtiyacı kendisini hissettiriyordu.
Bu gereklilik arada yapılan bir dizi müdahaleyle bağlantılı olarak ortaya çıktı.
İlki, 1960’ların yeni olgusu “devrimci demokrasi” idi. Doğan Avcıoğlu komünizmin dışından, Mihri Belli içinden, Kemalizmi devrimci bir kalkışma için yeterli gören bir çerçeve çizdiler. Her ikisi Atatürk’ün pratiğine ve mirasına sol bir yorum getiriyorlardı. Dolayısıyla yaklaşımları orijinal Kemalizmi geliştirme ve aşma çabasını içeriyordu. Ama yine de, devrimci demokrasinin ve Milli Demokratik Devrim (MDD) tezinin genel olarak salgıladığı mesaj, bir “Kemalist restorasyon” tınısı bırakmıştır. Belirleyici rolün “asker-sivil aydın zümreye” atfedilmesi, yepyeni bir geleceğin inşasından ziyade “devrimci geçmişe” geri dönüşü çağrıştırıyordu.
İkinci etken, en fazla İdris Küçükömer ile Kemal Tahir’in isimlerinin anılmayı hak ettiği, ama solun karizmatik lideri olarak öne çıkan Mehmet Ali Aybar’ın esinlenmesiyle önemi artan tam tersi bir yönelişti. Burada Osmanlı modernleşme reformlarından Cumhuriyet devrimine kadar ilerici tarih algısı ters yüz edilip “tepeden inmecilikle” mahkûm ediliyordu: Kemalist restorasyon halkın dışlanmasından başka anlama gelemezdi… Sınıf kavramının kovulduğu bu tablo, birinci TİP’in son dönemecinde Aybar tarafından düz bir popülizme dönüştürülmüştür.
Behice Boran ve arkadaşlarının geliştirdiği sosyalist devrim teziyse solun geleneksel konumlanışında bir güncellemedir. Cumhuriyet devrimine sahip çıkmaya devam ediliyordu, ama ilk kez işçi sınıfının öncü rolünü ve hedeflenen devrimin sosyalist karakteri belirginleştiriliyordu. Kemalizm yeniden ihya edilecek bir yapı değildi; Cumhuriyetin sahiplenilerek aşılması gerekiyordu. Sosyalist devrimle…
Bu üçüncü müdahale Kemalizmin sınıf karakterine “burjuva”, politik karakterine ise “devrimci” deme cüretini içermiştir.
Lakin “ikinci kuşak devrimci demokrasi” veya devrimci gençlik kopuşu ne MDD restorasyonculuğa sığacaktı, ne de bu dengeli Marksist formülasyonu kavrama yeteneği gösterecekti. Bu dördüncü etkenin büyük kısmı sonradan “geriye bakarak”, retrospektif olarak yapılandırılmıştır. TKP’nin, Avcıoğlu’nun, Belli’nin toptan Kemalistliğe havale edildiği abartılı radikal bir tarih yazılacaktı. Bu yöndeki belirtiler Mahir Çayan’da elbette vardı; hatta İbrahim Kaypakkaya Cumhuriyeti faşizmle özdeşleştirmeye kadar gitmiştir… Ama 1970’lerde kitleselleşen “hareket geleneği”nin solun Kemalizmle “uzlaştığı” bir dönemi toptan kapattığı iddiası temelsizdir.
Özetlemek her zaman sorunlu bir iştir. Ama teşbihte hata olmaz diye söze girersek; MDD’ciliğin Kemalizme, Tahirciliğin anti-kemalizme büktüğü çubuğu, Borancılar ve genç devrimci demokratlar düzeltmeye çalıştılar. Konumlanışları farklıydı. Boran’ın artık genel başkanı olduğu birinci TİP, 1970’de sol-kemalist bir darbenin başarısızlığa mahkûm olduğunu anlatırken kamuoyunu faşizm tehlikesine karşı uyarıyordu. O sırada gençlerin en az bir gözü Kemalist subayların ne yapacağındaydı…
1970’lerde sosyalist devrimci TİP pratikte etkisizdir.
Sahada güçlenen TKP, yenilenmesi mutlaka gereken tarihsel pozisyonlara geri dönmüş, bunun karşılığında teoride önemsizleşmiştir.
Sol Kemalizmin 1970’lerde varlığını sürdürebilmesi, 12 Mart faşizmiyle hesaplaşma koşuluna sıkı sıkıya bağlıydı. Bu olmayınca sahneden çekildi.
“Hareket geleneği” skolastik tartışmalar girdabında teorisizleşiyordu.
Maocu kollarsa, birkaç yıl önce Çin Kültür Devrimi radikalizminden beslenirken, giderek Pekin’in ABD ittifakına girişini açıklama yüküyle baş başa kaldılar.
Yalçın Küçük işte bu koşullarda, sosyalist devrim tezini temellendirmek üzere –Lenin’den devralarak çok sevdiği tabirle- “çubuğu bükmeye” başladı.
1960’larda devletin içinden yükselen bir dinamik Kemalist rönesansı belirlemişti. Ama artık, başta Ordu olmak üzere bu alan kurtuluş değil huzur ve nizam vaat eden sağın hegemonyası altındaydı; Atatürk referansıyla konuşmaya devam etse de… Bu koşullarda burjuva devrimini sürdürme veya canlandırma iddiası çökmüştü.
Sol bu tablonun altında kalmayacaksa, sahne işçi sınıfına hazırlanmalı, devrimin sosyalist karakterinin altı çizilmeliydi. En azından o dönem, burjuva devriminin değerini tartmaktan bir verim alınamazdı. İleriye doğru büyük bir sıçrama gerekiyordu. Gündem kopuş olmalıydı. Türkiye Üzerine Tezler 1 ve 2, 1970’lerin günbatımında bir devrimci sıçramanın yakın tarihimizden türetilmiş olanaklarına ışık tutma denemesidir. Sol ilginç bir vurdumduymazlıkla kendini tekrar ederken, solun araması gereken “süreklilik” olamazdı. Tezler’in özü ve özeti, Kemalizmin, sınıf karakteri gereği ileri gitmeye, devrime yetmeyeceğidir. Sosyalist bir iktidar perspektifine giden patika buradan geçiyordu.
Sonrası 24 Ocak, sonrası 12 Eylül… Neo-liberal faşizm, Kemalisti oynamaktan sıkıldığını hiç saklamadı. Karşıdevrimci değişim çok uzun zamana, kabaca kırk yıla yayılacaktı. Sağ Kemalizm, Cumhuriyetin tasfiyesini düzenin bekası adına seyretmeyi tercih etti. Bu yapılana, karşı-devrimin suç ortaklığı demek durumundayız.
“Kopuşçu” Yalçın Küçük, daha 80’lerde solun gerisine düşemeyeceği çizginin Cumhuriyet Devrimi olduğunu söylerken yerden göğe haklıydı. Hoca, solun tam da bu yalın çizgi üstünden ayrışacağını tahmin etmiş olmalı. İlerleyen yıllarda her baktığı yerde sol Kemalist görmeye çalışması devrimci iyimserliğine verilmelidir.
O gün için erken hatta hayalci olan, bugün gerçektir. Türkiye bir Kemalist rönesansın sahnesidir. Konumuz ise sol ve Kemalizmin nasıl ilişkileneceğidir. Solun tarihindeki bazı yaklaşımların reddedilmesi, bazılarının da güncellenmesi gerekiyor. Devam edeceğiz…
/././
Cumhuriyetçilerin birliği için kavramlar ailesi: Devrimcilik -Erhan Nalçacı-
1923 Devrimini işaretleyelim şimdi demirin üzerinde. Sonra demir yolculuğuna bükülerek ve yükselerek devam etsin. Şimdi yüzyıl sonra 1923’ün tam hizasında daha yüksek bir noktayı işaretleyelim. İşte bu dönemin devrimcileriyiz.
Cumhuriyetçilerin birliği süreci günümüzde Cumhuriyet’in kaybedilişine bir yanıt olarak gelişiyor.
Doğal olarak Cumhuriyet’in kaybından dolayı Türkiye sermaye sınıfını suçluyoruz.
Cumhuriyet kurulurken milli bir burjuvazi yaratılması amaçlanmıştı. Bu sınıf yaratılmakla kalmadı, büyüdü, büyüdü ve açgözlülükle her şeyi yuttu. Ülkenin bütün zenginliklerini, fabrikalarını, madenlerini, limanlarını… Ülke uluslararası sermaye ile paylaşıldı, bir sömürü cenneti yaratıldı sermaye için.
Bu kadar büyük bir soyguna kılıf bulmak için halkın dini duygularının suistimal edilmesi laiklik ilkesinin ortadan kalkması ile sonlandı.
Halka ait bir şey kalmayınca halka sorulacak bir şey de kalmadı, bir sermaye diktatörlüğü rejimi kuruldu.
Buraya kadar tamam, ama Cumhuriyetin kaybedilmesinde Cumhuriyetçilerin hiç mi suçu yoktu?
Cumhuriyet devrimle kuruldu ancak devrimci olarak savunulabilirdi.
2007’ye gelindiğinde karşı-devrimcilerin niyetleri çoktan belli olmuştu.
Ancak Cumhuriyet eylemleri alev almasıyla söndü gitti.
Bu sönüşün nedenlerine bakmak zorundayız:
Bir kere, devrimci bir programları yoktu. Yıllarca sermaye sınıfıyla barışık olanlar esas karşı devrimci unsuru saptayamadılar. Cumhuriyet’in hangi sınıflara dayanarak kurtarılabileceğini kavrayamadılar.
İkincisi, yaşam tarzları devrimci bir atılıma uygun değildi.
Yıllarca topyekûn bir savaş görmemiş ülke, tüketime alıştırılmış “orta sınıflar”, çocuklarını beşeri sermaye olarak görme alışkanlığı, ülkenin devrimcilerini cellatların elinden almamayı kanıksama hali…
Bütün bu konformizm alanları devrimciliği öldürmüş gözüküyor.
Bugünlerde Cumhuriyetçilerin birliği sürecinde Mustafa Kemal Atatürk’ün adı bir bildiri ve konuşmada geçmiyorsa hemen rahatsızlık yükseliyor.
Haklılar da, adı sıklıkla anılmalı örülen süreçte.
Ama haksızlar, çünkü bu rahatsızlığı dile getirenlerin çoğu devrimin ne olduğunu unutmuş haldeler.
19. yüzyılın başından 1923 Devrimine bu coğrafya çok devrimci yetiştirdi, çoğunun ismini bilmiyoruz. Bir kısmı tamamen unutuldu, bir kısmı daha ayrıntılı bir tarih çalışmasını hak ediyor.
Ama biz devrimciliğin ne olduğunu hatırlamak için Mustafa Kemal’in erken yaşamına bir kez bakalım. Mustafa Kemal’in yaşamı 1923 Devrimi’nin tesadüf olmadığını ve sürecin etliye sütlüye karışmayan iyi bir subayın önüne düşen bir fırsatı değerlendirmesinden çok farklı işlediğini gösteriyor.
Kısa yazı kısa araştırma demektir çoğu kez, muhakkak bu konu ayrıntılı ve titiz bir çalışmayı hak ediyor.
Mustafa Kemal’in, 20’li yaşlarında bugün birçok Cumhuriyetçinin çocuklarına yaptığı tavsiyelerin çok uzağında davrandığı anlaşılıyor. Daha Harbiye’de öğrenciyken arkadaşlarıyla Vatan adında gizli bir yayın çıkarmaktan yakalanıyorlar. Neyse ki hocaları da yurtsever insanlardır ve okuldan atılmaktan kurtuluyorlar.
Mezuniyetten sonra Vatan grubunun evleri Abdülhamit polisince basılıyor ve sorgulanıyorlar. Resmi tarih bu sorgu sürecini anlatmadığı için daha çok biz Mustafa’yı tarlada kargaları kovalarken biliyoruz. Muhtemelen Devlet Başkanı’nın poliste sorgulanmasını örnek bir şey olarak görmedi tarih yazıcıları.
Ama biz onunla ve arkadaşlarıyla gurur duyuyoruz.
Bir şekilde affa uğrayan Mustafa Kemal 1905’te Şam’a subay olarak tayin oluyor.
Devrimcilik ise baştan gitmemiştir. Çünkü ülke emperyalizme iktisadi olarak bağlı ve yarı-sömürge olarak kabul edilen bir duruma düşmüştür. Hanedan bu durumu bir baskı rejimi ile sürdürebilmektedir. Yurtseverler söz söyleme, gazete çıkarma, örgütlenme haklarından tamamen yoksundur.
1906 yılında Şam’da Mustafa Kemal ve iki sürgündeki aydınla birlikte uzun tartışma ve okumalardan sonra Vatan ve Hürriyet Cemiyetini kurarlar. Dikkat edelim, Mustafa Kemal henüz 25 yaşındadır.
Bu dar hücre gizlilikle hareket eder, Yafa, Beyrut ve Kudüs ayakları kurulur örgütün. Gerçi bu Arap kentleri devrimci burjuva hareketlerine sahip de olsalar esas dinamik Balkanlar’da ama özellikle Selanik’tedir. Mustafa Kemal gizlilikle görev yerini terk edip Mısır ve Atina üzerinden Selanik’e geçer. 1906’da Vatan ve Hürriyet’in Selanik kolunu kurar. Ne de olsa memleketi, arkadaşları katılırlar örgüte. Toplantıda şunları söylediği yazılıyor:
“Memlekete yabancı nüfuz ve hâkimiyeti kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her aşağılığı yapabilecek iğrenç bir şahsiyettir. Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan memlekette ölüm ve yok oluş vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına büyük vazifeler yüklüyor.”
1907’de devrimci örgütler İttihat ve Terakki adı altında birleşirler. Mustafa Kemal de İttihat ve Terakki üyesi olur. Bu kısımlar daha çok araştırma gerektiriyor ancak İttihat ve Terakki’ye hâkim olan Enver Paşa ekibiyle görüş ayrılığı yaşadığı ve geri planda kaldığı düşünülüyor.
1908 Devriminden sonra İstanbul’da başlayan gerici 31 Mart Ayaklanmasını bastırmaya giden Hareket Ordusu’nun oluşturulmasında Mustafa Kemal’in sezgileri ve örgütçülüğünün önemli olduğu söyleniyor. Oysa günümüzde daha çok Hareket Ordusuna yaver olarak İttihat ve Terakki tarafından atandı diye düşünme eğilimindeyiz.
İttihat ve Terakki yönetimiyle görüş ayrılığı nedeniyle Mustafa Kemal’i daha çok cepheden cepheye koşan bir yurtsever ve yetenekli bir subay olarak görüyoruz. Bu bir şans aslında, her burjuva iktidarı gibi İttihat ve Terakki hızla kirleniyor ve yıpranıyor.
İstanbul’un işgalinden sonra yeni bir devrimci sayfa açmak için ileri atılmasına olanak doğuyor. Gizliliği kaldırılan İngiliz İstihbaratı belgelerinden Mustafa Kemal ile ilgili özellikle bilgi toplandığı anlaşılıyor. İngiliz emperyalizminin alçak memurları Mustafa Kemal ve hareketinin “devrimci ve tehlikeli” olduğunu rapor ediyorlar. Karşıtlarının birleştirilmesi ve örgütlenmesi gerekir diye öneride bulunuyorlar.
Sonrasını biliyoruz, İngiliz işbirlikçisi Hanedan iktidardan indiriliyor. Siyasi devrim budur işte, sonra toplumsal devrimler geliyor.
Burjuva programının pekâlâ parçası olabilecek ABD Mandası ise reddediliyor. Bu da çok devrimci bir tavırdır.
Şimdi günümüze gelelim, Cumhuriyetçilik artık devrimciliktir.
Helezonu bilirsiniz. Yatak yayı olarak kullanılan kendi üzerinde kıvrılarak yükselen metal çubuğu kast ediyoruz. Onun başlangıcını tarihin eski dönemleri olarak ve sonra yükselişini tarihsel süreç olarak kabul edelim.
1923 Devrimini işaretleyelim şimdi demirin üzerinde. Sonra demir yolculuğuna bükülerek ve yükselerek devam etsin. Şimdi yüzyıl sonra 1923’ün tam hizasında daha yüksek bir noktayı işaretleyelim. İşte bu dönemin devrimcileriyiz.
Sermaye sınıfından ve diktatörlüğünden kurtularak Cumhuriyeti kuracağız.
/././





