halkTV "Köşebaşı" -27 Kasım 2025-

 X’in Yeni Özelliği, CAIR ve ‘Dış Güçler’-Serra Karaçam- 

Bugün X’in yeni konum özelliği, Texas’ın CAIR hamlesi, Türk App Store iddiası ve ABD-Türkiye-FETÖ hesap iddiaları ile Müslüman Kardeşlere terör örgütü dizaynı için atılan adıma değiniyorum.

Bu hafta X, kullanıcıların hangi ülkeden platformu yönettiğini gösteren yeni konum özelliğini devreye aldı.

ABD’de odak hemen, çevrimiçi siyasi tartışmalara yabancı müdahalesinin boyutu oldu.

CAIR Action’nın Türk App Store bağlantısı iddiası, Türkiye'deki “Dış güçler” tartışmasına benzer bir konuyu ABD’de sahaya sürdü.

Türkiye ise, yurt dışından yönetilen muhalif hesaplara dikkat kesildi.

Oysa bu yönlendirmeler VPN veya App Store ayar değişiklikleriyle kolayca yapılabilir.

ABD siyaseti hakkında yorum yapan bir hesabın gerçekten Amerikalı mı yoksa potansiyel bir yabancı aktör mü olduğunu anlamak isteyenler bu bilgiyi faydalı buluyor.

Kongre üyeleri de hemen tartışmaya dahil oldu.

Nebraska Cumhuriyetçisi Don Bacon, yeni bilginin, “yabancı çıkarların ABD’de antisemitik fikirleri yaymaya çalıştığını” daha görünür kıldığını söyledi.

***

Bu arada başkan Donald Trump, Müslüman Kardeşler’in (MK) bazı yabancı kollarının terör örgütü olarak tanımlanıp tanımlanmayacağını değerlendirmeleri için federal kurumlara yetki verdi.

Direktif, Beyaz Saray’ın Lübnan, Ürdün ve Mısır’daki MK yapılanmalarının şiddeti destekleyip desteklemediğini araştırmasını içeriyor.

Dışişleri ve Hazine bu süreci 45 gün değerlendirecek; yaklaşık 75 gün içinde olası yaptırımlar gündeme gelebilir.

Karar, New York’un yeni seçilen belediye başkanı Zohran Mamdani’nin Beyaz Saray ziyaretinden ve kısa süre önce Suudi Veliaht Prensi’nin Oval Ofis görüşmesinden hemen sonra geldi.

Ancak yönetim bu adımı yaz aylarından beri masada tutuyordu.

31 Temmuz’da Dışişleri Sözcüsü Tommy Pigott’a, MK gibi geniş bir ideolojinin hukuken nasıl bir örgütsel yapı olarak çerçeveleneceğini sormuştum.

Pigott, “Hamas üzerinden” yanıt verdi; o an MK’nin niteliğine dair net bir fikri olmadığı izlenimini edinmiştim.

Oysa aynı gün Beyaz Saray’daki toplantıda konu gündeme gelmişti.

Pigott’un açıklamasından kısa süre sonra Dışişleri, Bullpen denen kapalı brifingler hariç, günlük basın toplantılarını da askıya aldı.

***

X’te hesap lokasyon bilgisi açıklanması ardından, Teksas Valisi Greg Abbott geçtiğimiz hafta, CAIR’ı (Council on American-Islamic Relations / Amerikan-İslam İlişkileri Konseyi) ve Müslüman Kardeşler’i eyalette “terörist” ve “uluslararası suç örgütü” ilan etti.

Teksas’taki karar, CAIR’ın eyalet içinde arazi satın almasını yasaklıyor ve Kamu Güvenliği Departmanı’na soruşturma yetkisi veriyor.

ABD’nin önde gelen Müslüman sivil haklar kuruluşu olan CAIR, iddiaları reddediyor ve bu tanımın anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle federal dava açtı.

Abbott ayrıca CAIR’ın sosyal medya hesabının “Türk App Store üzerinden yönlendirildiğini” öne sürerek bunun yabancı bağlara işaret ettiğini ileri sürdü.

Türkiye Apple Store’dan kullanıldığı sırada bir VPN mi kullanılıyordu?

Uygulama Mağazası bölgesi bilinçli olarak mı değiştirildi? Örneğin Türkiye’ye ait trend listelerine, hashtag’lere veya analitik verilere erişmek için mi yapıldı?

Bu ayar, hesabı yöneten personel tarafından mı değiştirildi, yoksa otomatik bir değişiklik miydi?

CAIR Action, Vali Abbott’un işaret ettiği X hesabıyla ilgili Türkiye bağlantısının yöneticilerinden birinin İstanbul’daki aile ziyareti sırasında hesabı ilk kez açması nedeniyle oluştuğunu belirtiyor.

Kurum X paylaşımlarında kendilerine soru soran gazetecilere ABD İç Güvenli Bakanlığının, hesabının o an “Israil Android App” üzerinden bağlı olduğunu gösteren bir ekran görüntüsü ile cevap verdi.

CAIR ise CAIR Action ile aralarındaki farka değinerek “Biz CAIR’ı, yani 501c3 statüsünde bir Amerikan Müslüman sivil haklar örgütünü temsil ediyoruz, CAIR Action’ı değil. Vali Abbott’un bahsettiği X hesabı, ayrı bir 501c4 siyasi organizasyon olan CAIR Action’a aittir. CAIR Action yöneticisi(direktör) sık sık İstanbul’da ailesini ziyaret ediyor ve hesabı ilk kez oradayken kendi yerel telefonu üzerinden kaydetti.” açıklamasını yaptı.

CAIR, 501c3 statüsünde, sivil haklar, hukuk ve toplumsal hizmet odaklı, siyasi faaliyetleri sınırlı bir kuruluş.

CAIR Action ise 501c4’e tabi ve siyasi faaliyet yapabilir, lobicilik ve kampanya etkinlikleri odaklı.

“CAIR, bağımsız bir Amerikan sivil haklar örgütüdür ve 31 yıldır ifade özgürlüğünü korumak, dini özgürlüğü ilerletmek ve burada ve yurtdışında adaleti sağlamak için çalışmaktadır. Vali Abbott ve diğer AIPAC destekli politikacılardan farklı olarak, CAIR hiçbir yabancı kaynaktan para almaz, hiçbir yabancı çıkar için çalışmaz ve hiçbir yabancı çıkarla işbirliği yapmaz. Birinci Ek Madde’yi (Anayasa) Müslüman karşıtı önyargılara ve ‘Israel First’ politikacılarına karşı savunurken desteğimiz Amerikan halkından gelir.”

Uzmanlar, App Store yönlendirmelerinin cihaz geçmişi, seyahat veya uygulama ayarlarından kaynaklanabileceğini; bunun doğrudan operasyonel kontrol anlamına gelmediğini vurguluyor.

***

Türkiye’de gazeteci Cüneyt Özdemir ise anonim hükümet karşıtı hesapların önemli bir kısmının FETÖ bağlantılı olduğunu iddia ederek tartışmayı farklı bir boyuta taşıdı.

Özdemir, bu hesapların farklı ülke App Store’ları üzerinden göründüklerini, sık sık isim değiştirdiklerini ve kendilerini “yalnızca laik–Kemalist muhalif” gibi gösterdiklerini savunuyor.

***

Dijital yönlendirme verileri giderek daha fazla siyasi tartışmaların parçası hâline geliyor.

Şimdilik federal düzeyde, ne CAIR ne de Müslüman Kardeşler şu anda ABD’nin terör listesinde bulunuyor.

Olası bir federal adım, ideolojinin tamamını değil yalnızca yurt dışındaki belirli ulusal yapılanmaları kapsayacak.

ABD’de Filistin yanlısı eylemlere katılan veya yazı yazan göçmenler üzerinden başlayan süreç, Müslüman sivil toplum örgütleri için daha zor bir dönemin habercisi olabilir.

/././

 Altaylı kararı gazetecilere tehdit, muhaliflere gözdağı -İsmail Saymaz- 

Halk TV’de, yorumcusu olduğum ‘Para Siyaset’ programı dün biter bitmez arabama atlayıp Silivri’ye gittim.

Fatih Altaylı’nın karar duruşması vardı.

Bir buçuk saatlik yolculuğun ardından Marmara F Tipi Kapalı Cezaevi’ne ulaştım. Duruşma salonu, cezaevi kampüsü içindeki adliye binasının eksi ikinci katındaydı.

Ben gelmeden önce Altaylı ve avukatları savunmasını yapmış, savcılık esas hakkındaki mütalaasını açıklamış, mahkeme heyeti kararını görüşmek üzere ara vermişti.

Koridorda kararı bekleyen herkes Altaylı’nın tahliye edileceği görüşündeydi. Ben de yattığına mahsuben birkaç yıl hapis cezası verilerek, bırakılacağını düşünüyordum.

Yalnızca ben mi?

Birkaç hafta önceki cezaevi ziyaretimizde Altaylı’yı da iyimser ve ümitli görmüş, “Sık dişini abi nihayet bitiyor” diye vedalaşmıştık.

Derken…

Salonun kapısı açıldı.

İçeri girdik.

Fatih Altaylı’yı içeri getirdiler.

Selamlaştık, birbirimize gülümsedik.

Mahkeme heyeti geldi, karar için ayağa kalkmamızı istedi, biz de kalktık. Mahkeme Başkanı, Altaylı’ya Cumhurbaşkanına fiili saldırı suçundan dört yıl iki ay hapis cezası verildiğini açıkladıktan sonra, biz tahliye edildiğini söylemesini beklerken, “ceza süresi”, “ceza miktarı” ve “kaçma şüphesi” ifadelerini sıralayınca içimden “Eyvah!” dedim.

Başkan cümlesini “Hükmen tutuklanmasına” diye bitirdiğinde salon dondu kaldı.

Hayat birkaç saniyeliğine durdu sanki.

Kimse bu merhametsizliğe anlam veremedi.

Saniyeler sonra bağırışlar, hıçkırık sesleri ve yuhalamalar duyuldu.

Altaylı, çaresizce etrafına bakındı.

Salondan ayrılırken, elinde tuttuğu, savunmasını içeren notları havaya fırlattı. Kağıt yığını sanıklara ayrılan bölümdeki sandalyelere düştü ve saçıldı.

Altaylı, yaşayarak gördü ki savunma yapmanın bir hükmü yok.

Hukuk zaten yoktu, malum…

Artık merhamet de yok.

Ne Erdoğan korkar ne Altaylı tehdit eder

İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi, oybirliğiyle verdiği kararın gerekçesini açıklamış değil. Ancak iddianameyi ve esas hakkındaki mütalaayı tekrar edeceğini anlıyoruz.

Altaylı’nın ceza aldığı ‘suçu’ şu:

Geçen 20 Haziran’da YouTube kanalındaki günlük yorumunda, Altaylı’ya Türk milletinin yüzde 70’inin Erdoğan’ın ömür boyu cumhurbaşkanı olmasına karşı çıktığı bilgisi soruluyor.

O da Türk milletinin sandığı ve idarecileri değiştirmeyi sevdiğini anlatarak, Osmanlı’dan örnek veriyor. Halkın hoşuna gitmeyen padişahı yuhaladığını, hatta kimi padişahların suikaste kurban gittiğini kaydediyor.

“Halk her şeyden vazgeçebilir ya da vazgeçmiş görünür ama seçme hakkının elinden alınmasından sonsuza kadar hoşlanmaz” diyor.

Altaylı’nın Erdoğan’ı tehdit ettiği, bu ifadeler Türk Ceza Kanunu’nun 310/2. maddesi gereğince ‘cumhurbaşkanına fiili saldırı’ kapsamına girdiği gerekçesiyle en az beş yıl hapis cezası verildi. Ceza dört yıl iki aya indirildi.

Oysaki Altaylı, cumhurbaşkanını tehdit etmediğini vurguluyor, suçlamayı reddediyor.

Cumhurbaşkanlığı Koruma Dairesi’nde 4 bin personelin görev yaptığını belirtiyor. O yayından sonra Cumhurbaşkanının programında bir değişiklik olmadığını ifade ediyor.

Gerçekten de öyle…

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, Atatürk de dahil, Erdoğan’dan daha sıkı korunan bir devlet başkanı yoktur.

Erdoğan’a saldırmayı aklından geçirmek, ancak bir meczubun işi olabilir.

Ne Erdoğan, korkacak bir lider…

Ne de Altaylı, Cumhurbaşkanı’nı tehdit edecek kadar çıldırmış ve akıl sağlığını kaybetmiş bir gazeteci.

Altaylı’ya özel hukuk

Buna rağmen yargı Altaylı’ya özel hukuk bir rejimi uyguladı.

Bir sokak röportajında “Erdoğan’ı da asacaklar” diye konuşan V.Y., İzmir 21. Ağır Ceza Mahkemesi’nde beraat etmişti.

Erdoğan’a seslenerek, Adnan Menderes örneğini veren Y.O.A. ise İstanbul 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı.

Y.O.A.’nın ifadeleri daha da sertti:

“Erdoğan'a seslenmek istiyorum. Anadolu çok padişah gördü, çok imparatorluk gördü. Kimi imparatorluklara burası mezar oldu, kimi padişahlara mezar oldu. Darbe oldu, Adnan Menderes asıldı. Sayın Cumhurbaşkanımız artık bırakın, bırakmadığınız sürece halk daha da çok ayaklanacak, halk ayaklandığı gün siz de zorla düşeceksiniz.”

Y.O.A., hem suçsuz bulundu…

Hem tahliye edildi.

Üstelik Altaylı’nın tutuklanmasından dört gün sonra.

Ülkenin en etkili YouTube yayıncısı

Altaylı’nın günahı ne mi?

Açık söylemek lazım:

Ülkenin en etkili ve en çok izlenen YouTube kanalını kurmak.

Videoları her sabah en az yarım milyona ulaşıyordu.

Gündemi belirlemekle kalmıyor, ödünsüz bir muhalif olarak, iktidarı kıyasıya ve çekinmeden eleştiriyordu.

Sokağın nabzını da tutuyordu, meclisin de…

Adliyelerde de kulak kesilen vardı, karakollarda da…

Fabrikalarda da sesi yankılanıyordu, devlet dairelerinde de…

Evlerde de vardı, üniversitelerde de…

Başına gelecekleri tahmin etmiyor muydu?

Bir sabah polisin geleceğini biliyordu.

Mecbur muydu?

Değildi.

Altaylı, varlıklı bir ailenin evladı. Ağzında gümüş kaşıkla doğmuş sayılır. Rivayet o ki Cumhuriyet’te spor muhabiriyken, lüks araçla gazeteye gittiği için kulağını çekmişler, “Burada hiç kimse İlhan Selçuk’tan daha pahalı arabaya binemez” diye.

Ülkenin en büyük medya gruplarında genç yaşta televizyon ve gazete yönetti.

Başyazarlık makamında oturdu.

Paraya, şöhrete, makama ihtiyacı yoktu.

İsteseydi AK Parti medyasının yıldızı olabilirdi.

Elinin tersiyle itti bu ihtimalleri.

Başı dikti ve alttan almadı.

17 ay daha yatabilir

Mahkeme kararında tutuklama gerekçesi olarak kaçma şüphesi gösteriliyor.

Kaçmaya teşebbüs ederken yakalanan Ünsal Ban’ı tahliye etmekten çekinmeyen yargı; gözaltına alınabileceğini bilerek, yakınlarının “Gelme” uyarısına rağmen yurt dışından ülkesine dönen Altaylı’nın firar edeceğini ileri sürüyor.

Merkez Bankası’nı dolandıran eski Başkan Yardımcısı Emrah Şener’i bir ayda tahliye eden yargı, beş aydır cezaevinde bulunan Altaylı’nın en az 17 ay daha içeride kalmasını istiyor.

Altaylı’ya verilen bu ağır ceza iktidarı eleştiren gazetecilere açık bir tehdit ve muhaliflere yöndlik gözdağıdır.

Islak mendil devrimi -Ayşenur Arslan-

Aslında devrim kavramıyla zihinlere kazınmasını umdukları Arap Baharı.. Turuncu devrimler.. Önce sanayi sonra teknoloji devrimi.. İran’daki molla rejiminin kod adı İslam devrimi..

Benim kuşağım devrim kavramı ve söylemine aşinadır.

Şimdiki gençler pek bilmez!

Ama Ankara’nın son hamlesiyle onlar da öğrenecek. Çünkü, müjdeler olsun, ISLAK MENDİL DEVRİMİ kapıda.

Avrupa “doğada kolayca çözülüp yok olmuyor” diye ıslak mendili yasaklama kararı aldı. Türkiye durur mu, bizi muasır medeniyet seviyesine taşıyacak bu uygulama için harekete geçti.

Ticaret Bakanlığı’nın yaptığı hazırlığa göre yakında bizde de satışı ve kullanımına kısıtlama gelecek.

“Doğayı korumak” adına atılan adımları küçümsediğimi düşünmeyin.

Ben sadece aynı hassasiyetin “insanı da korumak” için atılması.. Muasır medeniyet seviyesine hızla koşarken hukukun ihmal edilmemesi gerektiğini hatırlatıyorum.

Bugünden yarına hukuk alanında da devrim beklemiyorum elbette. Belki ikinci Türkiye yüzyılında sıra ona da gelir! Zira iktidarımız ve İmralı paydaşları bugünlerde çok yoğun.

O kadar yoğun ki, gördüğüm kadarıyla DEM mesela, Fatih Altaylı’nın aldığı hapis cezasına dün bir yorumda bulunmamıştı.

Birilerinin “muhalif” diye tarif ettiği ama neye muhalefet ettiğini söylemediği medya, çaresiz, yine AKP’li Şamil Tayyar’ın mesajıyla yetindi:

“Terörsüz Türkiye projesi, sanırım sadece PKK terörünün sonlandırılması amacına matuf değildir. Terör üreten veya terörü besleyen bataklığın kurutulması, istismar alanlarının tasfiyesi de sürecin parçasıdır. Bu bağlamda demokrasi açığının kapatılması, temel hak ve özgürlük alanlarının genişletilmesi, önemlidir. Velhasıl, topyekun bir iç tahkimata, birlikte yaşama sebeplerini çoğaltmaya, huzur ortamını güçlendirmeye ihtiyaç var. Bir taraftan İmralı’yla müzakere yapılırken, Fatih Altaylı gibi bildik isimlerin ‘kaçma’ şüphesiyle cezaevine atılmaları, yukarıda tarifini yaptığımız büyük fotoğrafa gölge düşürür. Madem yeni bir başlangıç yapılıyor, hayatın her alanına dokunmak gerekir.”

***

Ama asıl mesele Fatih Altaylı’nın 4 yıl 2 ay gibi bir cezaya çarptırılıp yeniden cezaevine gönderilmesi değil bence!

Saray’ın Kemal Sunal’ın filmini hatırlatan “ZEHİR HAFİYE” kadrosu Fatih’i tam zamanında tespit ve teşhis etmiş. Bir bakmışlar ki Erdoğan’a suikast düzenleme peşinde.. Tehdit ediyor.. Açmışlar kara kaplı kitabı. Suç, TCK 310. madde kapsamına giriyor. Yani “cumhurbaşkanının şahsına karşı fiili saldırı” söz konusu.

FİİLİ ne demek diye Google hazretlerine sordum. “Eylemsel, eylemli” demekmiş.

Aklım karışmadı değil.

Fatih stüdyoda otururken nasıl bir fiili saldırıda bulunmuş olabilirdi acaba?

Hani, arada haberlerini görürüz, genellikle ergenlikten çıkamamış tipler uçakları hedef alıp pilotlara lazer sıkıyormuş!

Fatih de çaktırmadan Ankara’ya, Saray’a lazer sıkmış olabilir mi?

Hakkındaki iddianamede buna dair bir nota rastlayamadım. İddia dümdüz, Osmanlı dönemine dair değerlendirmenin bugüne sekerek Erdoğan’ı hedef almış olmasıydı.

Niyet okuyucuları, bunun basbayağı suikast girişimi olduğunu anında anlamıştı elbette.

Ne de olsa geçmişten örnekler de vardı önlerinde: Mümtazer Türköne’nin Zaman yazıları gibi!

***

Mümtazer Türköne ile kişisel ya da ideolojik hiçbir yakınlığım yok. Ancak bir yazı yüzünden, aynı kanun maddesiyle “fiili saldırı” diye suçlanması, benim arkaik adalet anlayışıma uymamıştı. Medya Mahallesi programında da bu nedenle defalarca dile getirmiştim saçmalığı.. Hatta “bir yazıyla nasıl fiilen saldırıda bulunulabilir” diye bir gösteri bile yapmıştım. A 4 kâğıttan yaptığım uçağı stüdyoda uçurmaya çalışmış.. Bir yazının suikast için ancak böyle kullanılabileceğini anlatmıştım.

Mümtazer Türköne yıllarca hapis yattı. Daha sonra Bahçeli sayesinde değil belki ama onun çağrısı üzerine özgür kaldı. Ancak damdan düştüğü için halinden anlamasını beklediğim Fatih Altaylı için dün sosyal medyada iki kelime söylemedi.. Yazık!

***

Bir itirazım da Fatih’in dünkü duruşmada söylediği “Cumhurbaşkanı korkan birisi değil ki” sözlerine!

Erdoğan’ın kimi kaynaklara göre 2.500, kimi kaynaklara göre iki katı koruma ordusunu neye yormalı!

Vaktiyle önemli bir emniyet görevlisinden “Cemaat Erdoğan’ı ‘size suikast düzenleyecekler’ diye korkutuyor” diye duymuştum.

Elbette bir cumhurbaşkanı bu iddialara karşı önlemini alır.. Her yere etten duvarla çevrelenmiş olarak.. Çifte zırhlı limuzinli konvoyu ile gider.

De…

Rica ediyorum, Fatih’in sözlerini “fiili saldırı” diye yorumlama saçmalığına tenezzül edilmez.

Hele hele İddianamede bile doğrudan Fatih’e bağlanmayan bir suçlama ile bu kadar ağır bir karar alınmaz.

Son söz savunmanın.. Yani Fatih’in tam da bunu anlatan tespiti olsun:

Aslına bakarsanız iddia makamı da benim Sayın Cumhurbaşkanı'nı tehdit etmediğimi, mütalaasının sonunda zımnen belirtiyor. Çünkü şöyle demiş, baktım ona. Diyor ki 'Cumhurbaşkanı'na bir saldırı gerçekleştirileceğinden bahisle'.. Yani benim böyle bir şey gerçekleştireceğimi söylemiyor. Benim böyle bir girişimim olduğunu söylemiyor. Benim bahsettiğim Cumhurbaşkanı'na bir saldırı değil. Benim bahsettiğim yıllar önce olmuş olaylar ve ben demokrasinin bir erdem olduğunu, Türk halkının sandığını sevdiğini söyleyerek böyle bir şeyden bahsediyorum ama geçmişteki örneği vermemden bile sayın iddia makamı asla beni suçlamıyor. Gerçekleştirileceğinden bahisle yani birinci tekil şahıs gerçekleştireceğinden bahisle demiyor. O yüzden çok açık ki savcılık makamımız da görüyor ki benim böyle bir niyetim yok. Benim böyle bir kastım yok. Böyle bir şeyi ne öneriyorum ne söylüyorum ne iddia ediyorum..”

Bir son söz de benden.

Bakmayın böyle saçma sapan espriler yapmaya çalıştığıma.

Aklıma bile gelmezdi Fatih için ağlayacağım. Ama kararı duyunca dayanamadım.

Kendim için mi, oğlum ve yeğenlerim için mi, yoksa memleketin kendisi için mi bilmiyorum.. Ağladım.

/././

halkTV


soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Kasım 2025-

 Papa ziyaretinden yağ çıkarmak -Tevfik Taş- 

Ulusal çıkarlar söyleminin arkasına sığınılarak yapılan bu değerlendirmelerde, ulusaldan anlaşılanın büyük sermayenin çıkarları ve AKP iktidarının öncelikler sıralaması olduğunu anlamak için yapılması gereken tek şey, ulusal çıkar kavramının öznesinin sermaye olduğu gerçeğini kavramaktan ibarettir. Gerisi liberal gevezeliktir.

Papa ziyareti başlıklı ülke gündemi, devlet denetimli meczupluğun tarikat ve cemaat medyasındaki yansımalarıyla dikkat çekiyor. Bu medya kanallarında, ziyaretin derin sırların ifşası ve ağza alınmayacak beddualar üzerinden işlenmesi, tartışmanın boyutunu farklı bir seviyeye taşıdı.

Özellikle Beyza Hakan ve Ali Çiğdem’in sunduğu programlarda, Vatikan’ın “yapay deprem tetiklemeleri” yaptığına dair absürt komplo teorileri öne çıkarılırken, TV100’de Buket Aydın ve Erhan Altunay’ın sunduğu bol kahkahalı programlarda ise konu, “cinler görülebilir mi?” ve “Papa boyut kapısı açacakmış” gibi düpedüz zırva sohbetlerine dönüştü. 

Benzer şekilde, Youtuber Koray Kamacı’nın İznik’e giderek “sahadan” Hristiyan düşmanlığı yapması, öteden beri bildiğimiz devlet denetimli meczupluğun hız kaybetmeden devam ettiğini gösterdi. Bu tür mizansenlerin ilk kez sahnelenmediği aşikâr.

Türk sağının farklı çevrelerinin yaklaşımına göre şekillenen bu akıl ve mantık dışı söylemlerin, AKP/MHP iktidarı tarafından derin bir şefkatle karşılandığı biliniyor. Ancak bu tür mizansenlerin ilk kez sahnelenmediği de aşikâr. Bu siyasal meczupluğa en son Vatan Partisi de dahil oldu. “Burası Bizans değil, kılıçla gelen kılıçla karşılanır” içerikli sokak eylemi olarak pazarlanan tuhaflığı kaydetmeden olmaz. İstisnasız her dönem ve her uğrakta siyaseten ters köşe olmaları ile bilinen bu toplam, şaşırtmadı tabii. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Ayasofya’nın müze yapılmasına karşı çıkıp, Mustafa Kemal’i ve laikliği lanetlediği kılıçlı şovunda AKP iktidarının en mini ortağı olarak Vatan Partisi, kılıcı görmezden gelmeyi bilmişti mesela.

Öte yandan, iktidar havuz medyasının “devlet aklı”nı temsil eden kimi platformlarında farklı bir ton ortaya çıkıyor. Özellikle AKP entelijansiyasının yer aldığı ve Nedret Ersanel’in moderatörlüğünü yaptığı TV Net’in “Akıl Odası” programında, Papa ziyaretinin devlet çıkarları için nasıl kullanılabileceği tartışıldı. AKP bürokrasisinin sözü geçen programdaki kimi düşünce ve önerilere kayıtsız kalmadığının altı çizilmeli. Henüz tamamen ıskartaya çıkartılmamış kimi liberal aydınların yer aldığı bu toplamda, iktidarın gereksinim duyduğu “devlet üst aklı” egzersizleri yapılıyor. Önemsiz addedilemez. 

Patrikliğin devlet yararına nasıl kullanılacağı ve Papa ziyaretinden AKP iktidarı lehine uluslararası meşruiyet sağlanması gibi başlıklarda dikkate değer öneriler sunuluyor. Ulusal çıkarlar söyleminin arkasına sığınılarak yapılan bu değerlendirmelerde, ulusaldan anlaşılanın büyük sermayenin çıkarları ve AKP iktidarının öncelikler sıralaması olduğunu anlamak için yapılması gereken tek şey, ulusal çıkar kavramının öznesinin sermaye olduğu gerçeğini kavramaktan ibaret. Gerisi liberal gevezeliktir.

Katolik-Ortodoks yakınlaşması mı, Rus Ortodoks Kilisesi’nin izole edilmesi mi?

İktidar bloğunun en meczup tarikatından en soğukkanlı akademisyenine kadar üzerinde anlaştıkları tek şey, Papa’nın İznik ziyaretinin iki kiliseyi birleştirmeye dönük bir planlamanın ürünü olduğuna dair görüştür. Tam bir şehir efsanesidir! Katolik ve Ortodoks Kiliseleri 971 yıldır ayrı. Daha doğru bir ifade ile, ayrıştılar ve iki farklı mezhepten ziyade iki farklı dine dönüştüler. Yüzyıllardan sonra Soğuk Savaş döneminin ikinci evresinde ilk kez kimi yakınlaşma çabaları olmuş ancak karşılıksız kalmıştır. Bu yakınlaşma çabalarının arka planında da ABD siyaseti yer alıyordu. 

Reel sosyalizmi kuşatma siyasetinde büyük çoğunluğu Slav ülkelerinde yaşayan Ortodoks inancından insanları komünizme karşı örgütleyip, mobilize etme konseptinin bir çıktısı olarak şekilleniyordu sözü geçen iki kilisenin yakınlaştırılması çabası. Güdülen amaç tam bir fiyasko olarak sonuçlanmıştı.

Ancak şimdi durum farklı. Ortada reel sosyalist blok yok ama emperyalizm hâlâ varlığını koruyor. Rusya kapitalizminin merkez kaç direncinin kırılması emperyalist piramit açısından son derece önemli bir anlam ifade etmekte. Rusya, ya terbiye edilip emperyalist rekabet sisteminde haddini bilecek konuma çekilecek ya da ağır bir savaşın mekânı olacak. Velhasıl Ortodoksluğun ana karası öyle ya da böyle kuşatılmak zorunda.

Fener Patriği Bartholomeos ile ortak ayin yöneteceği planlanan Amerikalı Papa XIV. Leo, AKP meczup medyasının iddia ettiği gibi Hristiyanlığı birleştirmek için bir araya gelmiyorlar. Hristiyan mezhepleri arasındaki birlik lafzı buharlaşalı çok oldu. Ancak emperyalist siyasetin her dönem en işlevsel aracı olarak din, baskı ve bölme malzemesi olarak kullanılmaya devam ediyor. Bu olgunun varlığından dolayıdır ki, raf ömrünü tamamlayalı çok olmasına karşın devasa dinsel örgütlülükler hâlâ varlıklarını sürdürebilmektedirler.

Papa ile Patrik’in planladığı şey birlik değil, Ortodoks Kilisesi’nin Rus etkisinden uzaklaştırılarak ABD denetimine açılmasının yolunu aramaktır. Bundan dolayıdır ki, cüce Fener Patrikliği ile dev Vatikan kurmaylığı arasında orantısız da olsa kimi programlamalar gündeme alınmış gibi görünüyor. Tabii emperyalist piramidin en üst basamağındaki ABD’nin moderatörlüğünde…

Türkiye’nin yobaz ve faşist devlet denetimli kontra cemaatleri müsterih olsunlar: Hristiyanlar birleşmiyor, Hristiyan yoksulları birbirine karşı bilenerek, konumlandırılıyor.

/././

 AKP, MHP, DEM ve İmralı ne derse o: Halktan neyi kaçırıyorlar? 

'Her şey onların kapalı kapılar ardında sürdürdüğü pazarlıklarla ilerliyor. Bu pazarlığın bir yerinde 2028 seçimleri ve yeni anayasa var mı yok mu sorusunun da anlaşılan bu çerçeve dolayısıyla hiçbir önemi bulunmuyor.'

Suriye’de Esad iktidarının düşmesinin hemen öncesinde Bahçeli tarafından startı verilen süreç ‘son İmralı ziyaretiyle birlikte yeni bir aşamaya taşındı’ deniliyor.

Ancak o aşama ne, hangi eksen üzerinden pazarlıklar sürüyor, İmralı’ya kim gitti, gidenler ne konuştu, konuşulanlar açıklanacak mı yoksa yine saklanacak mı, kim hangi pazarlığın sonucunda serbest kalacak ya da içerde kalmaya devam edecek, Komisyon yoğun programından fırsat bulup da ne zaman toplanacak, toplandığında bu kez halktan hangi bilgileri saklayacak hepsi ayrı bir soru işareti.

Peki, gerçekten neler oluyor?

Komisyon’a zahmet olmuyor mu?

Meclis’te “çözüm süreci” için kurulan bir komisyon var malum.

Kurulduktan sonra sadece iki başlıkta gündeme girebilen bu komisyon (gizli toplantı kararı ve İmralı’ya gidiş), bir türlü “vekillerin yoğun programı” dolayısıyla toplanamıyor.

İmralı ziyareti öncesi oylama yapılacak gün defalarca güncellendi, şimdi de “tarihi önemde”, “çok kritik” denilen İmralı ziyareti sonrası ne zaman toplanacaklar diye bekleniyor.

Belli ki Meclis’e uğrayamayacak kadar yoğun olan vekiler, Komisyon için de uygun zaman bulmakta zorlanıyor.

Bu yüzden de önce dün yapılacağını duyurdukları toplantıyı 1 Aralık’a ertelediler, sonra da 1 Aralık’ı 4 Aralık olarak güncellediler.

Tekrar ertelerler mi ayrı bir soru işareti ama toplanmaya pek niyetleri var gbi görünmüyor.

Ancak işin tuhafı toplanmalarının da bir hükmü bulunmuyor.

Komisyon İmralı’ya AKP, DEM, MHP, EMEP ve TİP’in “evet” oylarıyla gitmişti. Şimdi yeniden bir araya gelecekler ve İmralı’da kayıt altına alınan tutanağı konuşacaklar.

Bu tutanağın “halkla paylaşıp paylaşılmayacağı” ise bilinmiyor. Beklenti yine bir oylama yapıp bu oturumu da halktan kaçırmaları.

Daha önceki tüm kritik toplantılarda yaptıkları gibi.

Peki, neyi saklıyorlar gerçekten?

Ülkede barışı ve kardeşliği getirecek dedikleri süreç için madem çok kritik konular konuşuldu, kritik kararlar alındı, bunları ilan edecekleri toplantıları neden kamuoyundan, halktan kaçırıyorlar?

Belki de halktan kaçırmaları gereken bir yol haritaları olduğu içindir…

CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in açıkladığı AKP teklifi tam da bunun işareti değil mi:

Helikopterin kalktığı, indiği belli olmayacak. Gidildikten sonra bir gün sorulacak, ‘O iş yapıldı’ denecek. Hatta istiyorsanız kimin gittiği bile gizli kalabilir, ‘CHP’den biri gitti’ deriz. İlla gelin” dedi. Ben de “Gitmek mi bu o zaman?” dedim. O da “Bu iş böyle olacak” dedi. Bu ziyaretten bizi alıkoyan neyse, AKP de bunu görüyor. Bunun kendince bir maliyet yaratacağını düşünüyor.

Demirtaş parantezi: Pazarlık sürüyor

Öyle bir süreç ki, her şey pazarlık usulüyle ilerliyor.

Bir AİHM kararı sonrası Demirtaş serbest bırakılacak mı sorusu ortaya atılıyor.

Bu sorunun ardından Bahçeli “süreç için hayırlı olacaktır” diyor ve yeşil ışığı yakıyor. Sonra gözler Erdoğan’a dönüyor, itiraz etmemesi tahliye için yeterli görülüyor, Adalet BakanIı çıkıyor, “karar inceleniyor, söz mahkemenin” diyor.

Tüm bu sürecin ardından Demirtaş’ın ailesi ve yakınları Diyarbakır’dan Edirne’ye tahliye haberi için yola düşüyor ve bu adımın üzerinden yaklaşık üç hafta geçmesine rağmen en ufak bir adım atılmıyor.

Belli ki bu başlıkta da pazarlıklar sürüyor.

Hemen her konunun bir “alma”, “verme” taktiği üzerinden ilerlediği süreçte Demirtaş’ın kimin talebiyle içerde tutulduğu dahi bilinmiyor. Bilinen tek şey, mahkeme kararlarıyla tutulmadığı.

Arınç üzerinden gelen son Erdoğan açıklaması, Kandil’den yapılan açıklamalar, İmralı’nın itirazları iddiası orta yerde dururken, kimse bu konuda net bir açıklama yapmıyor.

Her şeyin gizli kapaklı yürütüldüğü bir ortamda hukuksuz ve sonuna kadar siyasi bir mahkeme kararının da gizli kapaklı bir pazarlığın sonucunda kaldırılıp kaldırılmayacağı tartışılıyor. Üstelik benzer kapsamda birçok isim olmasına rağmen sadece tek bir kişi için... Tam da bu düzene yakışan şekilde.

İki taraf da kararlı ama hangi konuda?

“‘Süreç madem ilerliyor neden hala adım atılmıyor?' yönünde eleştiriler olduğunu biliyoruz. Her şeyin zamanı var. Halkımızın kafasında binlerce soru işareti var. Hem devletle hem Sayın Öcalan'la görüşen biri olarak söylüyorum; her iki taraf da sorunun çözümü için büyük bir irade ortaya koymuştur."

Bu sözlerin sahibi DEM İmralı Heyeti üyesi Pervin Buldan.

Yani Buldan’a göre ortada hiçbir sorun yok, her şey yolunda. Hem devlet hem Öcalan kısmında işler gayet iyi gidiyor deniliyor.

Peki, hangi yönde?

“Her şeyin zamanı var” diye yanıtlıyor Buldan.

AKP ve MHP ile yürütülen sürecin doğrultusu konusunda bir türlü halka bilgi verilmiyor, tıpkı yukarıda aktardığımız çözüm ve pazarlık sürecinde olduğu gibi.

Birileri kapalı kapılar ardından konuşuyor, pazarlıklar yürütüyor.

Birbirleriyle samimi pozlar veriyor, her şey yolunda diyorlar ama sonuç olarak neyi konuştuklarını bir türlü öğrenemiyoruz.

Neden böyle?

Sürecin başından bu yana bu sürecin zemini ne diyen soran herkes “barış karşıtı”, “savaş düşkünü” ilan edildi. Neyin pazarlığı yürüyor diye soranlara “Kürt düşmanı” etiketi yapıştırıldı.

Kimse “Demirtaş’ın serbest bırakılması için yürütülen pazarlığın hangi noktasındasınız?”, “Bu kadar kritik denilen bir İmralı ziyaretinden sonra Komisyon’u günlerce toplamaya bile ihtiyaç duymamanızın nedeni ne?”, “Komisyon ile birlikte İmralı’ya giden AKP’li vekil neden yalan söyleyip hastanedeyim dedi?”, “İmralı-DEM-AKP ekseninde süren pazarlık konuları ne, hangi başlıklarda anlaştığınızı neden halka açıklamıyorsunuz?”, “Bu sürecin doğrultusu ne, hangi zeminde hareket ediyorsunuz, nelerde ortaklaştınız?” sorularını sorsun istenmiyor.

Bu soruları soranların hepsi büyük bir AKP-MHP-DEM lincine maruz kalıyor.

Peki, gerçekten hangi eksende ilerliyorsunuz?

Onlar yanıt vermemekte kararlı, biz özetin özetini aktaralım:

1923’e karşı Yeni Osmanlıcık, sermaye sınıfının bölgede yayılma ve yeni hamilik noktaları elde etme planı doğrultusunda hamle, emperyalizmin yeni bölge tasarımıyla mutlak uyum ve tabii ki “İslam kardeşliği” temelli gerici bir zemin…

Tam da bu yüzden her şey onların kapalı kapılar ardında sürdürdüğü pazarlıklarla ilerliyor. Bu pazarlığın bir yerinde 2028 seçimleri ve yeni anayasa var mı yok mu sorusunun da anlaşılan bu çerçeve dolayısıyla hiçbir önemi bulunmuyor.

/././

Nedir bu gericilerin Kut-ül Amare sevgisi?-Ogün Eratalay- 

Amaçları düşmana karşı alınmış bir zaferi kutlamak değil. Niyetleri cumhuriyete ve kazanımlarına düşmanlıklarını yaslayacakları sağlam bir dayanak bulmak.

Anadolu Ajansı'nın geçtiğimiz gün paylaştığı bir haber çok dikkat çekmeden arşivlerdeki yerini aldı. 

Buna göre Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu’nun İngilizlere karşı kazandığı Kut'ül Amare zaferini ele alan TRT ortak yapımı "Kut'ül Amare: Masaldan Gerçeğe" belgeselinin Ankara özel gösterimi gerçekleştirildi. 

Ancak yazacaklarımız belgeselle değil belgeseldeki aktörlere, onların günümüzdeki yansımalarına dair.

Önce kısa bir hatırlatma

Konuya bir miktar arka plan bilgisi sağlamakla başlamak iyi olabilir. 1916 yılına girildiğinde Birinci Dünya Savaşı üçüncü yılına girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Kafkas Cephesindeki olağanüstü kayıplarının ardından bölge Rus Çarlığı ordularının denetimindedir. Cemal Paşa’nın mantık dışı Kanal Harekatıyla Mısır’daki İngilizleri atma planı suya düşmüştür. Bu plan katliamla sonuçlandıktan sonra Filistin Cephesi daha düşman gelmeden üşüşen çekirge sürüleri nedeniyle açlık, yoksulluk ve hastalıktan dolayı çökmenin eşiğine gelir. Çanakkale’de deniz harekâtının başarısızlığının ardından karaya asker çıkartan İngilizlerin işgal girişimi de insanüstü bir gayretle püskürtülmüş ancak çok değerli asker ve subay kaynağı kaybedilmiş durumdadır.

Bu cephelerin dışında İngiliz İmparatorluğu Hindistan ağırlıklı sömürgelerinde kurduğu Hindistan Ordusu eliyle Osmanlı denetimindeki Irak Cephesine hamle yapar. Bu kapsamda General Townsend komutasında Basra’dan başlayarak hamle yapan İngilizler çok hırslı bir şekilde ilerler. Ancak hızlı ilerleyiş lojistik sorunlara yol açmış ve düşmanın hafife alınması pahalıya patlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu Ordusu cephane ve iaşe yokluklarına, komuta kademesindeki sorunlara rağmen kaliteli silahlarla donatılıp, yetkin komutanlar tarafından idare edildiğinde hiç de azımsanmayacak bir güç olduğunu gösterir.

Yıldönümü içinde olduğumuz 26 Kasım 1915 tarihindeki Selman-ı Pak Muharebesi sonrasında geri çekilmek durumunda kalan İngilizler Kut-ül Amare’ye sığınmak zorunda kalır ve kuşatılır. Bölgede sıkışan İngiliz Ordusunu kurtarma çabaları da sonuç vermez. Townsend ve beraberindeki 13 bin İngiliz askeri imparatorluk tarihindeki en onur kırıcı mağlubiyetlerden sayılan bir şekilde 16 Nisan 1916 günü teslim olur. Takip eden dönemde bölgeye gönderilen teçhizat anlamında üstün ve yeni birlikler sayesinde İngilizler 10 ay sonra kenti teslim alacak ve savaşın sonuna kadar cephe hattı boyunca ilerleyecektir.

Soldaki Nurettin Paşa ve Mustafa Kemal, Gebze 1923

Gericilerin Kut sevdası

Cumhuriyetle barışık olmayan, cumhuriyetin kazanımlarıyla kavgalı olan siyasiler, kendi açılarından sahiplenilecek bir “tarih” ararken Irak Cephesindeki başarıları ve Kut-ül Amare zaferini seçmiştir. Bu muharebeler seçilmiştir çünkü Çanakkale zaferinin aksine burada Mustafa Kemal yoktur ve Kurtuluş Savaşı dışında yaslanacak bir mesnet arayanlar buraya basmaya karar vermiştir. Bu kararın en önemli etkenlerinden birisi de her iki zaferi kazanan komutanların “sıra dışı” olmasıdır.

Bu isimler Selman-ı Pak Muharebesini kazanan Sakallı Nurettin Paşa, Kut’u alan ise Halil Paşadır. 1873 doğumlu olan Nureddin Paşa, askeri başarıları tartışmalı ve hakkında çeşitli söylentilerin yoğunlaştığı bir şahıs olarak öne çıkar. Kurtuluş Savaşı sırasındaki şüpheli faaliyetleri, başarısız idari kararları ve usulsüzlükleri yeni rejim tarafından tolere edilir. Kurtuluş Savaşının son aşamasında I. Ordu Komutanıyken askeri anlamda gösterdiği başarısızlık Mustafa Kemal tarafından “Dürbünle seyretmeyi bırakınız! Savaşı yakından ve bizzat idare edebilmek için ileri ateş mevzilerine gideceğiz.” şeklinde eleştirildiğini hatırlatalım. Nurettin Paşa, kurucu kadronun attığı adımlara ayak diremiş, Şapka Kanununu eleştirmiş, vekillik seçimleri öncesinde kendisini öven kitapçıkların basılmasını sağlamıştır. Mustafa Kemal, yine Nutuk’da kendisini şiddetli şekilde eleştirmiş ve takındığı “Kûtülamare muhasırı, Bağdat müdafii, Yemen, Selman-ı pâk, Garbı Anadolu, Afyonkarahisar, Dumlupınar, İzmir muharebatı galibi ve İzmir fâtihi" gibi lakapları mahkum etmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın ilk aşamalarında kiril ilişkilere girişen, payitaht ile temasını kesmeyen ve İslamcı yönü ağır basan bu paşa, tam anlamıyla günümüz AKP rejimi için bulunmaz nimettir. 12 Eylül Darbesinin ardından Kenan Evren rejimi tarafından başlatılan devlet mezarlığı girişimiyle beraber aklanmaya çalışılıp naaşı buraya getirilmeye denense de kamuoyu baskısı nedeniyle proje iptal edilmiştir.

Halil Paşa, 1916

Enver Paşa’dan yaşça küçük olsa da amcası olan Halil Paşa ise kazandığı zaferin ardından bölgede kalmış ancak takviye edilen İngiliz Ordusu karşısında Bağdat’ı boşaltmak durumunda kalmıştır. Ekim Devriminin ardından çöken Rus Cephesindeki boşluktan faydalanmak için oluşturulan Kafkas İslam Ordusunun komutasına getirilmiştir. O dönemde Azeri topraklarında milliyetçilere karşı tutunmaya çalışan Bolşevik lider Stepan Şaumyan’ın önderliğindeki Bakü Sovyetinin ortadan kalkmasına yol açmış, sonrasında Bakü’yü ele geçirdikten sonra yapılan katliamlara sessiz kalmıştır. Enver Paşa ekolünden maceracı kişiliğiyle öne çıkan Halil Paşa, Mustafa Kemal Paşa tarafından Anadolu’da kalması sakıncalı görülerek Sovyetler Birliği ile temasların sürdürülmesinde memur edilmiştir. Ülkeye dönüşüne ancak cumhuriyetin ilanıyla beraber izin verilen Halil Paşa, 1934 yılında Soyadı Kanununun çıkmasıyla beraber Atatürk’ün isteğiyle Kut soyadını almıştır. 1957 yılında İstanbul’da ölmeden önce kabrine bir kadeh rakı dökülmesini vasiyet ettiği rivayet edilir.

/././

T-24 "Köşebaşı + Gündem"-27 Kasım 2025-

 Hong Kong'da 1900 daireli Wang Fuk Court sitesinde çıkan yangına müdahale sürüyor: 36 kişi öldü, 279 kişiden haber alınamıyor! 

Çin'in Hong Kong Özel İdari Bölgesi'nin Tai Po bölgesinde bulunan 8 apartmanlı sitede çıkan yangında 36 kişinin hayatını kaybettiği, 29 kişinin yaralandığı bildirildi. Çin'in Hong Kong Özel İdari Bölgesi Baş Yöneticisi John Lee Ka-chiu,  279 kişiden de haber alınamadığını kaydetti.

1900'dan fazla daire bulunuyor

Hong Kong merkezli South China Morning Post (SCMP) gazetesinin haberine göre, Tai Po'da 8 apartmanın olduğu bir sitede yangın çıktı.

Sitede 1900'dan fazla daire bulunuyor.

Yangın, 1900'den fazla dairenin bulunduğu sitede, binaların yenilenmesi için dış cepheye kurulu bambu iskeleler yüzünden hızla yayıldı.

Emniyet yetkilileri, yangının başladığı binada mahsur kalanlar olduğuna dair ihbarlar aldıklarını açıkladı.

Sitede çıkan yangında yoğun duman ve alevler yükseldi (Fotoğraf: DHA)

Çin'in Hong Kong Özel İdari Bölgesi Baş Yöneticisi John Lee Ka-chiu, yangında 36 kişinin öldüğünü, 7'si ağır 29 kişinin yaralandığını belirtirken 279 kişiden de haber alınamadığını kaydetti.

Lee ayrıca, yangının "yavaş yavaş kontrol altına alındığını" belirtti.

Çevrede bulunan iki sitenin daha tahliye edildiğini bildiren yetkililer, kamu alanlarının bölge sakinlerinin geceyi geçirmesi için hizmete açıldığını duyurdu.

Sitedeki yangını söndürme çalışmaları devam ediyor (Fotoğraf: DHA)

Site içinde bulunan tüm apartman dairelerine alevlerin sıçradığı bilgisini paylaşan yetkililer, 140'tan fazla yangın söndürme aracının ve 800'ün üzerinde sağlık ve itfaiye personelinin olay yerine sevk edildiğini bildirdi.

Ulaştırma Bakanlığından yapılan açıklamada, yangın nedeniyle çevre yolların ulaşıma kapatıldığı duyuruldu.

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, yangından dolayı derin endişe duyduğunu belirterek, Pekin'in Hong Kong ve Makao İşleri Ofisi'ne yerel hükümetle yangına mücadele için destek sağlaması talimatını verdi.

Yangınların şiddeti için 5 kademeli derecelendirme sistemi kullanılan Hong Kong'da, 17 yıl sonra ilk defa 5. seviye alarmı verildi.

Sitede yaklaşık 4 bin kişinin ikamet ettiği tahmin edilirken yangının çıkış sebebi ise henüz bilinmiyor.

İtfaiye ekiplerinin yangına müdahalesi sürüyor.

***

 Bu karara şaşırdınız mı?-Mehmet Y.Yılmaz- 

Gençlik yıllarımızda nüfus cüzdanı, pasaport falan kaybedildiğinde yenisini çıkarmadan önce Türkiye çapında dağıtılan gazetelerden birine “Nüfus cüzdanımı kaybettim. Hükümsüzdür! Ad, soyad” diye ilan vermek gerekirdi. Türkiye'de de hukuk kayboldu. Hükümsüzdür!  Onun için Altaylı’nın mahkûm edilmesine hiç şaşırmadım.

2018 yılının mayıs ayında yayınlanan kitabımın adı “Şaşırma Duygumu Kaybettim – Hükümsüzdür” adını taşıyordu.

Benim yaşımdakiler hatırlarlar; gençlik yıllarımızda nüfus cüzdanı, pasaport, “şebeke” adı verilen üniversite öğrenci kimliği filan kaybedildiğinde yenisini çıkarmadan önce Türkiye çapında dağıtılan gazetelerden birine ilan vermek gerekirdi.

Şöyle bir şey: “Nüfus cüzdanımı kaybettim. Hükümsüzdür! Ad, soyad.” Kelime sayısı ne kadar az olursa o kadar ucuza gelirdi.

Kitabın adı o ilanlardan mülhemdi ve Erdoğan rejiminde şaşırma duygum tamamen yok oldu.

Yeniden böyle bir duygum olabilecek mi, yaşadığım, gördüğüm bir şeye şaşırabilecek miyim, artık ondan da emin değilim.

Başıma bu iş gelene kadar şaşırma duygusunun çok önemli olduğunun farkında da değildim.

Meğerse ne kadar önemliymiş.

Şaşırma duygunuzu koruyabilmeniz için normal bir rejimde yaşamanız gerekiyor.

Yani her şeyin yazılı ya da yazısız, genel kabul görmüş ilkeler, kurallar çerçevesinde gerçekleştiği bir ülkede yaşıyor olmalısınız ki bunun dışına çıkıldığında şaşırabilesiniz.

Ama her gün başta Anayasa olmak üzere, kanunların, sözleşmelerin vs. kolayca yok sayılabildiği bir ülkede yaşıyorsanız bir süre sonra hiçbir şeye şaşırmaz hale geliyorsunuz.

Şaşırma duygusunun yokluğu, aynı zamanda kişisel haklarınızdan artık asla emin olamayacağınız bir tabloya işaret ediyor.

Başınıza her şey gelebilir ve bu gelen şey siz dahil kimseyi şaşırtmaz.

İşte Fatih Altaylı’nın durumu tam olarak böyle!

Gazeteci Altaylı, YouTube kanalında söylediği bir söz nedeniyle Cumhurbaşkanı’na fiili saldırı ve tehdit suçlamasıyla 22 Haziran gününden beri tutuklu olarak cezaevinde.

Dün bu suçlamayla ikinci kez hâkim karşısına çıktı ve İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi, Altaylı’yı bu suçlamayla 4 yıl 2 ay hapse mahkûm etti. Altaylı’nın tutukluluğu devam edecek.

Buna şaşırmadım.

Şikayetçisi Cumhurbaşkanı olan bir davada, rejimin yargısının aksine bir karar vermesine şaşırırdım.

Çünkü artık genel kural bu: Kanunların ne yazdığını filan boş verin, gözünüz kulağınız Cumhurbaşkanı ya da yakın çevresinde olsun, kararın nasıl çıkacağını oradan anlarsınız!

Altaylı’nın tutuklanmasının ardından yazdığım yazı şöyle bitiyordu:

“Hukuk fakültelerinde hukuk öğretiminin artık geride kaldığını, hukuk mezunlarının önemli bölümünün hukuk öğrenmeden mezun olduklarını geçenlerde yapılan hukuk mesleklerine giriş sınavında öğrenmiştik.

Altaylı’nın başına açılan bu soruşturmadan sonra bir endişem daha var artık: Acaba liselerdeki Türkçe edebiyat dersleri de mi es geçiliyor?

Hukuk fakültesinde hukuk öğrenmeden mezun olanlar, liseden de Türkçe öğrenmeden mi mezun olmuşlar?”

Evet, bu karardan sonra, “söz ile fiili saldırı” yapılabileceğini düşünen birisinin, liseden Türkçe öğrenmeden mezun olması gerektiğini de rahatça söyleyebilirim.

Daha önce de yazmıştım, tekrarlayacağım.

Fatih Altaylı’nın cezalandırılmasına gerekçe yapılan Türk Ceza Kanunu’nun 310. maddesinin 2. fıkrası şöyle:

“Cumhurbaşkanına karşı diğer fiili saldırılarda bulunan kimse hakkında, ilgili suça ilişkin ceza yarı oranında artırılarak hükmolunur. Ancak, bu suretle verilecek ceza beş yıldan az olamaz.”

Bizim Ceza Kanunumuz, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçunu ayrıca düzenliyor.

Buradan da anlıyoruz ki “Cumhurbaşkanı’na fiili saldırı” suçu sözle, yazıyla gerçekleşemez.

Eğer söylenen bir söz ya da yazıdaki bir cümle, “fiili saldırı” kapsamında değerlendiriliyor olsaydı, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçu diye ayrı bir suç tanımı ve ceza tayini gerekmezdi.

Madde Cumhurbaşkanı’na suikast teşebbüsü suçunu da suikast gerçekleşmiş gibi cezalandırdığına göre de zaten ikinci madde “yaralamaya yol açmayacak fiili saldırı” şeklinde yorumlanmalı.

Mesela Cumhurbaşkanı’na yumurta atamazsınız.

Eğer mahkeme, bu fiili saldırı sırasında kullanılan nesneyi “silah gibi” değerlendirirse de zaten yine birinci fıkrada düzenlenmiş suikast suçu gerçekleşmiş gibi yargılanırsınız.

Öyle bir durum olsaydı Altaylı zaten aynı maddenin “suikast” eylemini cezalandıran birinci fıkrasına göre yargılanacaktı.

Onun için bu maddenin tanımladığı “fiili saldırı” yaralanmaya yol açmayacak düzeydeki fiili saldırıları kapsıyor olmalı.

Fatih Altaylı’nın mahkumiyetine gerekçe yapılan konuşması, adı üzerinde “konuşma.”

Konuşarak bir T.C. vatandaşını rencide edecek bir eylemde bulunuyorsanız bu, fiili saldırı değildir.

Geriye kalıyor Altaylı’nın “tehdit” suçu işleyip işlemediği meselesi.

TCK, “tehdit” suçunu 106. maddesinde düzenliyor:

“(1) Bir başkasını, kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden bahisle tehdit eden kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun kadına karşı işlenmesi hâlinde cezanın alt sınırı dokuz aydan az olamaz. Malvarlığı itibarıyla büyük bir zarara uğratacağından veya sair bir kötülük edeceğinden bahisle tehditte ise, mağdurun şikâyeti üzerine, iki aydan altı aya kadar hapis veya adlî para cezasına hükmolunur.

(2) Tehdidin;

a) Silahla,

b) Kişinin kendisini tanınmayacak bir hale koyması suretiyle, imzasız mektupla veya özel işaretlerle,

c) Birden fazla kişi tarafından birlikte,

d) Var olan veya var sayılan suç örgütlerinin oluşturdukları korkutucu güçten yararlanılarak,

İşlenmesi halinde, fail hakkında iki yıldan yedi yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.

(3) Tehdit amacıyla kasten öldürme, kasten yaralama veya malvarlığına zarar verme suçunun işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ceza verilir.”

Bir hukukçunun, Altaylı’nın video yayınında söylediği sözleri, kanunun bu maddesi ışığında “tehdit” olarak değerlendirebilmesi için bizzat “tehdit altında” olması lazım gibi geliyor bana.

Türkiye hukuk devleti olmaktan çoktan çıktı. Anayasa’da öyle yazıyor ama takan yok.

Ve artık tartışılmayacak şekilde görüyoruz ki kanunların filan da bir anlamı yok. Muktedirin keyfine göre vatandaşlara ceza kesilen bir düzene geçtik.

Padişahlar, krallar bile kendilerini çıkardıkları kanunlar ile bağlı kabul ediyorlardı, Türkiye’de artık böyle bir kural da kalmadı.

Onun için Altaylı’nın mahkûm edilmesine hiç şaşırmadım.

/././

 Köpekleri besleyiniz ve politikacıları daha fazla semirtmeyiniz -Mine Söğüt- 

Sokaktaki tüm kedileri, köpekleri, kuşları ve bilimum canı tıka basa besleyin. Yeterki iktidar merhametsizliği beslemeyi fırsat bilmesin, kalpsizliği bulaşıcı bir hastalık gibi yaymayı beceremesin.

sokak hayvanları

Hayat sizin beslediğiniz ve beslemediğiniz şeylerle şekillenir.

Besledikleriniz semirir, beslemedikleriniz yok olur gider.

Misal;

Eğer kadının erkekten daha kırılgan ve daha romantik ve daha duygusal ve daha hassas ve daha zarif ve daha naif olduğunu düşünürseniz, kadının kırılganlığı, romantikliği, duygusallığı, hassaslığı, zarifliği ve naifliği üzerinden kendisine bir dil yaratan toplumsal şiddeti beslersiniz.

Toplumsal cinsiyet rollerinin dokunulmazlığına başkaldırır, yapma denileni yapar, gitme denilen yere gider, sorma denilen soruyu sorarsanız da dünyayı değiştirirsiniz.

Anneliğin kutsallığından, babalığın dokunulmazlığından, cinsel namusun öncelikli öneminden, aile denilen kurumun mükemmelliğinden kuşku duymazsanız aile içi şiddeti beslersiniz.

Kutsalların, dokunulmazlıkların, namus kavramanın üzerine düşünmeye ve tartışmaya başladığınız andaysa şiddetin tüm görünmezliğini ifşa edersiniz.

Mahremiyet ve mülkiyet sizin için en kıymetli kavramlar ve ırkdaşlık ya da dindaşlık en çok değer verdiğiniz paydaşlar olursa, bunlar üzerinden iştahla pazarlanan savaş çığırtkanlıklarını beslersiniz.

Bireysel sorumluluklarınızı düşünmeye ve mahremiyetin, mülkiyetin gerçek anlamlarını sorgulamaya başladığınızdaysa sizi “öteki”nin tehlikelerine ikna eden tüm kimlik siyasetlerine sırtınızı dönersiniz.

Başta eğitim ve sağlık olmak üzere toplumsal konularda fırsat eşitliğinin savunulmasını demode ve romantik bir ütopya olarak kodlarsanız, güçsüz, tembel, engelli ya da farklı insanların sistem dışı bırakılmasını doğal hatta kaçınılmaz bulursanız, bireysel farklılıkların çarkın verimli işlemesine zarar verdiği görüşüne kanarsanız, ekonomik zorbalıkları beslersiniz.

Fırsatın ve eşitliğin ne anlama geldiği üzerine düşünmeye başladığınız andaysa sivili askerden ayıran mantıkla zengini fakirden ve sağlıklıyı sağlıksızdan ayıran mantığın aynı mantık olduğunu görür, devlet için ölmekle devlet yüzünden ölmenin aynı anlama geldiğini anlarsınız.

Sosyal medya aracılığıyla bombalı bir paket gibi önünüze atılan tüm tartışma konularında tarafınızı hızla seçer ve mağdur olarak gördüğümüz tarafın haklarını korumak adına sarf ettiğiniz dilin şiddetini kıymetli bir saf tutuş olarak bellerseniz inşa etmeye çalıştığınız hukukun katilini, yani bizzat hukuksuzluğu beslersiniz.

Ancak her meselede önce neden sonuç ilişkileri kurarsanız ve şüphelerin izini sürüp olan biteni gerçekten anlamaya kafa yorarsanız çözüm odaklı bir irade inşa edersiniz.

Yeryüzündeki her şeyin insan için yaratıldığından, insanın diğer canlılardan daha akıllı ve üstün olduğunundan, hayatta kalabilmek için öncelikli olarak kendi türünü düşünmesi gerektiğinden emin olduğunuzda, korkunç doğa katliamlarını beslersiniz.

Dünyaya uzaktan bakmak ve anlamı sadece kendinizde değil bir bütün içinde aramak sorumluluğunu içinizde hissettiğinizdeyse değişim başlar.

Tarih sizi vicdansızlığın merhametten daha kıymetli bir duygu olduğunda ikna etmek üzere yazılmıştır. Tarihten ders değil komut aldıkça kendi tercih hakkınızın kıymetini unutur ve öğrenilmiş bir çaresizliklikle sadece hayatta kalmak için uzatılan her dala sorgusuz sualsiz tutunarak kötü kalpli ve kötü niyetli politikacıları beslersiniz.

Tarihten komut değil ders aldığınız andaysa tüm kötü kalpli ve kötü niyetli politikacıları tarihten silersiniz.

Nihayetinde, sokakta ve evde beslemeniz ve beslememeniz gereken şeylere başkaları karar veremez. İstediğiniz şeyi istediğiniz yerde ve zamanda istediğiniz gibi beslersiniz. Tercih sizin. Bu hayatta açlıktan öldürdükleriniz de semirtip büyüttükleriniz de bizzat sizin eseriniz.

O yüzden laf dinlemeyin. Sokaktaki tüm kedileri, köpekleri, kuşları ve bilimum canı tıka basa besleyin.

Yeterki iktidar merhametsizliği beslemeyi fırsat bilmesin, kalpsizliği bulaşıcı bir hastalık gibi yaymayı beceremesin.

/././

Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -27 Kasım 2025-

 X’in Yeni Özelliği, CAIR ve ‘Dış Güçler’-Serra Karaçam-  Bugün X’in yeni konum özelliği, Texas’ın CAIR hamlesi, Türk App Store iddiası ve A...