soL "Köşebaşı + Gündem" -28 Aralık 2025-

Sermaye, yeni-Osmanlıcılığa nasıl ayak uyduruyor: Bir Koç Holding yöneticisinin portresi -Gamze Erbil- 

Koç Holding yönetimine “stratejik danışmanlık ve uluslararası ilişkiler alanındaki uzmanlığı” geliştirme perspektifiyle dahil olduğu söylenen eski Şam Büyükelçisi Önhon, Arap Baharıyla başlayan Suriye operasyonunda, Türkiye’nin “yoğun mesai” yapan ekibinden. Sonradan Colani’yi İdlib’de eğittiklerini açıklayan ABD Elçisi Robert Ford’la da yakın.

Eski Şam Büyükelçisi Önhon

Türkiye'de kamu görevinde bulunan isimler, medyanın ve araştırmacıların yoğun ilgisine mazhar oluyor. Ancak aynı şeyi sermaye gruplarının yöneticileri için söylemek mümkün değil. Sermayenin yönlendirici isimleri, genel olarak kamunun gözlerinden uzak, kendi dar fakat etkili dünyalarında önemli roller üstleniyor.

Oysa Türkiye sermayesinin yayılmacı eğilimleriyle AKP iktidarının bu ihtiyaca nasıl yanıt verdiğinin anlaşılması, biraz da bu ipuçlarının birleştirilmesiyle ortaya çıkıyor.

Koç Holding'in tepe kadrosu, bu açıdan, önemli bir inceleme konusu.

Koç Holding Yönetim Kurulu’nun bağımsız üyelerinden Prof. Dr. Ahmet Kırman, bir ay kadar önce, Can Holding’e yönelik kara para aklama soruşturması kapsamında yurt dışına çıkış yasağı alınca, bu görevinden istifa etti. Koç Holding Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) açıklama yaparak istifayı duyurdu. Kırman da, istifa kararını "soruşturma sürecinin sağlıklı ilerlemesine katkı sağlamak, kurumların gereksiz tartışmalara sürüklenmesini önlemek ve ailevi sağlık nedenleri" olarak açıkladı.

Böylece Koç'un tepe kadrosu, kamuoyunun dikkat kesildiği operasyonlar vesilesiyle biraz gündeme girdi, sonra yine unutuldu gitti.

Koç Holding Yönetim Kurulu’nun diğer bağımsız üyeleri de enteresan simalar. Mesela Michel Ray de Carvalho, finans kariyeri bir yana küçükken filmlerde oynamış ve bunlar arasında “Arabistanlı Lawrence” da bulunuyor. 

Ama hikayesi çok daha ilgi çekici olan bir isim var burada: Eski diplomat ve “Büyükelçinin Gözünden Suriye” kitabının yazarı Ömer Önhon. Önhon Koç Holding yönetimine 18 Nisan 2024’te giriyor ve üyeliği devam ediyor. 

Önhon'un bağımsız üye olarak eklenmesi, holdingin stratejik danışmanlık ve uluslararası ilişkiler alanındaki uzmanlığını güçlendirme amacı taşıdığı şeklinde yorumlanıyor. Önhon Kasım 2024'te, Koç Holding yönetim kurulu üyesi sıfatıyla Resort Turizm Kongresi'nde “Türkiye’nin dünyadaki algısı ve yönetimi” başlıklı bir konuşma yapıyor; emekli büyükelçi kimliğiyle turizm ve dış politika alanlarının kesişimini ele alıyor. Esad’ın düşüşü sonrasındaysa yine turizmle ilgili mi bilinmez, Haziran 2025’te Suriye’yi ziyaret ediyor.

Stratejik dönemler ve stratejik görevler...

Önhon’un Suriye görevleri kritik dönemlere denk geliyor. 1998-2000 tarihleri arasında Suriye’de “Büyükelçilik müsteşarı” ve 2009-2012 tarihleri arasında da “Büyükelçi” olarak görev yapıyor. Birincisi Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıktığı dönemi, ikincisi de Suriye’ye yönelik “Arap Baharı operasyonu” dönemini kapsıyor.

Önhon’un Suriye’ye ilişkin biyografik kitabı, Türkiye’nin ilgili dönem için “resmi Suriye tarih tezi” olarak da okunabilir. O dönem başka kaynaklardan önümüze gelen Türkiye’nin muhalifleri silahlandırdığı ve desteklediği yönündeki bugün artık “tartışmasız” bilgilerin, “diplomatik” olarak ifade edilmiş halini buluyoruz kitapta. Ama tüm yapılan iş, sanki naifçe kimi temaslarda bulunmaktan ibaretmiş gibi bir şekilde ilerliyor. Kitabı ve yorumlanışını uzatmayalım; özeti, farklı bir arkaplana sahip olarak okursanız, Önhon profilini gerçek bir “özel harekat misyoneri” olarak da algılayabilirsiniz.

Yeni Osmanlının operasyonel elçisi

1998 görev dönemi tecrübelerinin de katkısı dikkate alınmış olmalı ki, Suriye’yle kritik bir ilişkinin sürdüğü dönemde -ve sonrasında Arap Baharı gündeme geldiğinde ve ilişkiler adım adım farklı bir yola girdiğinde- önemli roller üstlenmiş Önhon.

Türkiye’nin hem kendi Osmanlı perspektifi doğrultusunda, hem de üstlendiği uluslararası misyonlara uygun biçimde yürüttüğü Suriye politikasının zorlu dönemeçlerinde görev alan Önhon’un buradaki operasyonları yürüten MİT ile (en azından) yakın işbirliği yaptığını da eklemek gerek. Suriye’deki koşulların elçiliğin kapanmasını gündeme getirdiği aşamada bu görevi zorunlu olarak bitince, “Ortadoğu’dan sorumlu müsteşar yardımcısı” olarak Ankara’da konuyla ilgilenmeye devam ediyor ve yine zorlu diplomatik süreçlerde rol alıyor.

Suriye operasyonunda elçilere de yoğun mesai

Dönemin MİT Başkanı ve bugünkü Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Esad’ın düşüşünün ardından 13 Aralık’ta NTV’ye verdiği söyleşide olayın sıcaklığı ve zafer sarhoşluğuyla “Şahsen Suriye’yi düşünmediğim hiç bir mesai günüm, başka normal bir günüm de olmadı. Bu konu bizim her zaman gündemimizdeydi...” “Karamsar noktalara geldiğimiz anlar oldu. Halep’in düşmesi, bir takım kuşatmaların yaşanması, daha sonra yaptığımız Astana süreçleriyle başlayan dönem, İdlib’e çekilmemiz vs. tüm bu süreçlerde çok stratejik kararlar alınması gerekti.” “Muhalif dost unsurlarla ve silahlı kuvvetlerimizle el ele vererek yaptığımız operasyonlar oldu” gibi ifadeler ve “Suriye’de iç savaşın” başladığı zamandan beri “devletin tüm organlarıyla” konuya eğildiğini vurgulaması hatırlanacaktır. İşte Önhon, bu devletin cephedeki neferlerinden biri olarak o dönemi geçiren bir figür.

Önhon’un Suriye macerasında işbirliği yaptığı çok sayıda yabancı elçilik arasında ABD Büyükelçisi de özel bir yer tutuyor. O dönem bu görevde Robert Ford bulunuyor. Sık sık temas ediyorlar ve aslında Suriye büyükelçiliği görevi altında, Suriye operasyonu yürütüyorlar. Örneğin hem Önhon hem de Ford, Ağustos 2011’deki karışıklıklar döneminde Hama’yı ziyaret ediyor. Önhon daha tedbirli davrandığından mı bilinmez, Ford’un ziyareti Suriye’ye karşı komplo bağlamında gündem oluyor ve elçiliği de hedef alan protestolarla karşılanıyor. 

‘Zaman zaman ayrı düşsek de, her şey muhalifler için’

İkili Temmuz 2012 sonrası Suriye Ulusal Konseyi’nin bir heyetinde yer alıyor ve PYD Eş Başkanı Salih Müslim’i ofisinde ziyaret ediyor. Suriye Kürt hareketinin SUK’a katılımı görüşülüyor; ancak anlaşılan işler yolunda gitmiyor. Müslim’in ifadesine göre, “Zamanın Suriye ABD Büyükelçisi Robert Ford ve Türk Büyükelçi Ömer Önhon bizim ofisimize geldiler. Bay Önhon kısa bir süre kaldı ve ayrıldı. Sanırım varlığımdan rahatsız olmuştu. Ford ile yaklaşık dört saat boyunca görüştük”. 

Önhon 2012-13 yıllarında İstanbul’da yapılan muhalefet organizasyonlarını düzenleyen kişi. Bunlar arasında silahlı gruplar, Müslüman Kardeşler, ve aklınıza ne gelirse var. Muhalefet şekillenirken “Kürt haklarının tanınması talebi” reddediliyor hep ve Suriye’nin birliğine vurgu yapılıyor. 

Türkiye ABD ilişkilerinde yeni ‘Suriye Baharı’

Önhon, Genel Siyasi İşler Müsteşar Yardımcısı (MGSY) olarak görev yaptığı dönemde 14 Aralık 2012’de -Marakeş’teki Suriye’nin Dostları Grubu toplantısının hemen sonrasında (12 Aralık) - Robert Ford ile Ankara’da bir görüşme yaptı. Türkiye ve ABD ilişkilerinde vekil yönetimi konusunda sıkıntılı durumların geliştiği bir dönemin arefesinde yapılan bu görüşmede resmi kayıtlara göre “Suriye’de rejim değişikliği, insani yardım ve Patriot füzeleri” konuşuluyor. 

Ancak yaz aylarındaki ÖSO başarısızlıkları ve Kürtlerle ittifak gibi Türkiye tarafı için “tatsız” sayılabilecek konuların da gündeme geldiğini ve burada bir revizyon üzerinde durulduğunu varsayabiliriz. Nitekim CIA’nin Timber Sycamore olarak bilinen muhaliflere yönelik yardım programının esasen bu dönemde gündeme girdiği biliniyor.

Suriye'de iç savaş dönemindeki yıkımdan bir görüntü.

Ortak değerlendirme: ABD’nin PYD tercihi ilişkileri zora soktu

Önhon ve Ford, Türkiye ve ABD arasındaki bağları o buluşmada iyi “kurabildiler” mi bilinmez; ancak sonraki dönemlerde bir araya geldikleri etkinliklerde ya da yaptıkları yayınlarda, genel olarak benzer bir kavrayışı savunduklarını görüyoruz. İkisi de Şark el Avsat gazetesinde Suriye’nin normalleşmesi üzerine yazdıkları yazılarda ABD politikasındaki -belki de kendilerinin çok uğraştığı- o kırılma noktasını eleştiriyor.

İkilinin yeniden buluşması 13 Ekim 2021’de Türk Miras Vakfı tarafından düzenlenen çevrimiçi panelde gerçekleşiyor. Ford ve Önhon Suriye’deki gelişmeleri ve Türkiye-ABD ilişkilerini tartışıyor. Her ikisi de ABD'nin PYD/YPG desteğini eleştiriyor. Ford bunu “Hizbullah'a karşı Hamas'ı desteklemek” gibi kısa vadeli bir tercih olarak nitelendiriyor; Önhon ise Türkiye'nin güvenlik endişelerini vurguluyor. İkisi de Esad’ın savaştan galip çıktığını teslim ediyor ancak Önhon yönetimin kırılganlığına vurgu yapıyor.

2024 Aralığında Esad düşerken Önhon taze Koç Yönetim Kurulu üyesi, ve ertesi Haziran’da Suriye’yi ziyaret edecek; Ford ise Mayıs 2025’te “Onları (Heyet Tahrir el Şam-HTŞ) biz eğittik, merak etmeyin” açıklamasını yapacak...

İtiraf anları... Fidan: ‘Halkımız bilmeyebilirler’

Hakan Fidan’ın 13 Aralık NTV söyleşisinde önemli bir yer tutan başlık, HTŞ’nin uluslararası kamuoyu nezdinde meşrulaştırılması bahsi olmuştu. Fidan, HTŞ’nin “örgüt deyip bir kenara atılmaması gerektiğini, halka yönelik temel hizmetleri önemsediklerini, İdlib’de yaptıklarını, Şam’a taşıdıklarını...” söylüyor. 

“Halkımız bilmeyebilirler, ama muhalif gruplar beş milyon Suriyeli’yi zaten yönetiyorlardı. Muhalif topraklarda, sadece İdlib’de HTŞ’nin yönettiği dört milyon Suriyeli vardı” diyerek İdlib operasyonunu açıklıyor -milyonlar konusunu biraz abartıyor... 

Fidan, muhaliflerin harekatından bahsederken, başladıktan sonra kansız ve maliyetsiz gerçekleşmesi için çaba harcadıklarını ancak öncesinde hiçbir ülke ve grupla bir planlama yapmadıklarının altını çiziyor ama bir yandan da “bizim tanıdığımız kadar kimse tanımıyor bunları. Çok fazla söylenti var, haklarında”... diyor ya da zor dönemlerde “muhalif arkadaşlara” nasıl sabır telkin etiğini anlatıyor.

Colani’nin İdlib stajı: Teröristten siyasetçiye

Benzer bir meşrulaştırma çabası Mayıs ayında Ford’un açıklamalarında kendini gösteriyordu. HTŞ’nin katliamları Suriye’yi sarsarken ve uluslararası kamuoyunu ikna etmede zorluklar yaşanırken, Ford eli biraz daha yükselterek “Bunları biz eğittik” dediği açıklamayı yaptı.

Baltimore Council of Foreign Affairs’in düzenlediği “Suriye’de isyancılar kazandı... Şimdi ne olacak?” başlıklı oturumda, Robert Ford HTŞ lideri Ahmed El Şara (Ebu Muhammed el-Colani) ile ilgili olarak, “2023'te, çatışma çözümü konusunda uzmanlaşmış bir İngiliz sivil toplum kuruluşu, bu adamı terör dünyasından çıkarıp normal siyasete sokma çabalarına yardım etmem için beni davet etti” dedi. Ford Inter Mediate ve Conflict Resolution Foundation’ın faaliyetlerinden bahsettiği konuşmasında Suriye’deki gelişmelerde Türkiye’nin rolünü de ima etti. 

Ford’un açıklamalarından, Colani’yi “Şam’da iktidarı ele geçirmesi için eğittikleri”, eğitimlerin 2020-2023 yılları arasında olduğu ve ekiplerde strateji uzmanları, büyükelçiler ve istihbarat görevlilerinin bulunduğu anlaşılıyordu. Başlangıçta kendisinin de tereddüt içinde olduğunu belirten Ford, müttefiklere güven vermek için yaptığı açıklamada, “Onları tanıyoruz, zihinlerini ve eylem tarzlarını biliyoruz” diyordu ve yapılan eğitimlerin “Colani’yi terörden siyasete entegre etme” amaçlı olduğunu vurguluyordu. Ford, Colani'yle 2023-2025 arası birden fazla görüşme yaptığını (Mart 2023, Eylül 2023, Ocak 2025'te Şam'da) ve bu görüşmelerin “uygar ve stratejik çerçevede” geçtiğini belirtti. Bu temaslar, Arap medyasındaki haberlere yansıdı.

ABD ve MI6’ten itiraflar

Ford’un diğer destekleyicisi, eski ABD Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey de 2018'den beri İdlib'de HTS ile “dolaylı temaslar” kurduklarını ve Colani'yi Esad'dan korumak için uğraştıklarını anlatıyordu. Jeffrey 2021’de HTŞ için “Washington için uygun bir varlık” demişti.

Bir diğer “doğrulama” MI6 Başkanı Sir Richard Moore’un 2025 Eyülü’nde (19) İstanbul’da yaptığı veda konuşmasında geldi. Moore, MI6’in HTŞ ile “bir-iki yıl önce ilişki kurduğunu” söyledi. Moore, “Beşar'ı devirmelerinden bir veya iki yıl önce HTŞ ile ilişki kurarak, Birleşik Krallık hükümetinin ülkeye haftalar içinde dönüşü için bir yol açtık” diye konuştu.

James Jeffrey

MI6 STK’sı ve Suriye misyonu

İdlib’deki faaliyetler İngiliz STK’sı olarak geçen Inter Mediate ile ilişkilendiriliyor. MI6’in de faaliyetlerinde uluslararası yardım kuruluşlarını -charity organisations- farklı misyonlarla donatarak kullandığı biliniyor.

Inter Mediate, tam da 2011 yılında, eski İngiltere Başbakanı Tony Blair’in başdanışmanı Jonathon Powell ve Yemen gibi sıcak çatışma bölgelerinde görev üslenen BM bürokratı Martin Griffiths tarafından kuruluyor. Powell 2024’te Keir Starmer’ın ulusal güvenlik ekibine entegre olurken örgütle bağını kesiyor.

Örgüt, “karmaşık ve tehlikeli silahlı çatışmalarda gizli diyalog ve arabuluculuk” misyonuyla kendini tarif ediyor. Amaç olarak da “çatışma tarafları arasında anlamlı diyalog başlatma, müzakere kolaylaştırma ve sürdürülebilir barışa katkı sağlama”yı benimsiyor. “Gizlilik, tarafsızlık ve esneklik” ilkeleriyle çalışıyor ve doğal olarak resmi diplomasinin dışındaki alanlarda iş görüyor.

Çalıştığı alanlar arasında, Kolombiya, Burma, Mozambik, Bask bölgesi, Libya, Afganistan ve daha onlarca çatışma coğrafyası var. İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan 2011-2020 arasında dört milyondan fazla paund ödeme aldığı biliniyor. 

Suriye’de HTŞ lideri Colani’yle 2023’ten beri çalışıyor. Colani’nin “siyasi dönüşümünü” destekliyor ve örgütü meşrulaştırma hedefi güdüyor. ABD’nin eski Şam Büyükelçisi Robert Ford’un da katıldığı toplantılar düzenlediği, Ford’un açıklamalarıyla netlik kazanmış oldu. Örgüt, bu konuda resmi bir açıklama yapmadı. 

Bu senaryoda WINEP olmadan olmaz

Aaron Y. Zelin isimli “araştırmacı” kişiye geliyoruz. Washington Institute for Near East Policy (WINEP) olarak bilinen Washington merkezli İsrail yanlısı düşünce kuruluşunda Gloria and Ken Levy Senior Fellow olarak görev yapan (bağışçılarının ismiyle anılıyor araştırmacılar) ve (Yahudi) ismi ve kariyeri dışında hakkında özel-kişisel bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığı Zelin, uluslararası cihatçı çetelerle ilgili çalışmalarıyla tanınıyor. WINEP’ten bağımsız olduğunu özellikle vurguladığı bir başka internet sitesini yönetiyor: Jihadoloji. 

Zelin burada özellikle 11 Eylül sonrası Batı emperyalizminin kendine yarattığı “düşman” olan “radikal islamcı” örgütlerle ilgili bilgiler yayımlıyor. 

Bu sitede 2012’de Nusra Cephesi’nin ilanından itibaren HTŞ’nin gerçekleştirdiği etkinlikler kayıt altına alınmış durumda. Bu sitede Esad’ın düşüşü öncesinde de örgütün İdlib’deki faaliyetlerin tüm kayıtları yer alıyordu. Yani Ford’un “itirafları” öncesinde de İdlib’de neler olduğuna dair bir fikir edinmek mümkündü. Siteye Aralık 2025 öncesindeki tarihlerde baktığınızda “burada tuhaf bir prova yapılıyor ama biraz sürreel bir ortam. Belki de bu islamcı paralı askerleri izole bir dünyada böyle oyalıyorlar” diye düşünebilirdiniz. Medya açıklamaları, çeşitli ziyaretler, kimi idari açıklamalar... çok çeşitli yönetsel aktivitelerin görüntüleri burada bulunuyor. 

Tabii Ford’un yaptığı açıklama sonrasında tüm bu kayıtlar daha net bir anlam ifade eder hale geldi. Zelin etkinlikleri kayıt altına alırken, “burada İngiliz ve Türk istihbaratı bir ‘geçiş provası’ eğitimi yapıyor” bilgisini vermiyordu ancak bugün parçaları birleştirince tablo netlik kazanıyor. 

Koç Holding yönetim kurulu üyesi Önhon’un stratejik danışmanlık ve uluslararası ilişkiler alanındaki uzmanlığı böyle bir ağdan besleniyor. Ama herhalde bu devirde de böyle “uzmanlıklar” gerekiyor. Artık turizm bağlamında mı, başka bağlamda mı..

/././

Uyuşturucu operasyonunda yeni dalga: Veyis Ateş ve Ali Baran Süzer dahil çok sayıda kişi gözaltına alındı

Ünlü isimlere yönelik uyuşturucu soruşturması genişliyor. Rapçi Ege Karataşlı, Miss Türkiye 2016 güzeli Buse İskenderoğlu, eski Habertürk Genel Müdürü Veyis Ateş, fenomen Taner Çağlı, Süzer Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ali Baran Süzer ve ‘The Bacım’ lakaplı fenomen, uyuşturucu operasyonu kapsamında gözaltına alındı.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Kaçakçılık, Narkotik ve Ekonomik Suçlar Soruşturma Bürosunca "uyuşturucu madde imal ve ticareti", "uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırmak için özel yer, donanım veya malzeme sağlayan ve kullananların yakalanmalarını zorlaştıracak önlemler alma", "kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın almak, kabul etme veya bulundurma" ile "uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanma", "fuhşa teşvik ve aracılık etme" suçlarına yönelik yürütülen soruşturma sürüyor.

İstanbul ve Muğla'da düzenlenen eş zamanlı operasyonda 17 şüpheli gözaltına alındı.

Ünlü işletmeci gözaltında

Aynı soruşturma kapsamında savcılık talimatıyla İstanbul'da "Amaya", "Bebek Oteli", "Kastel Elektromüzik", "Suma Han" ve "Taksim Club IQ" isimli mekanlara düzenlenen operasyonda 3 şüpheli daha gözaltına alındı.

Yeni Şafak muhabiri Burak Doğan’ın aktardığına göre, Suma Han adlı gece kulübünün sahibi Cengiz Can Atasoy da gözaltına alınanlar arasında bulunuyor.

DHA’da yayımlanan basın görüntülerinden birinin de Suma Han adlı gece kulübünden geçiş yapılarak ulaşılan bir ev olduğu iddia edildi.

20 kişi hakkında gözaltı kararı

Soruşturmada bu suçlara karıştıkları tespit edilen aralarında Habertürk eski yöneticisi ve sunucu Veyis Ateş ve sosyal medya fenomeni Taner Çağlı'nın da bulunduğu 20 şüpheli hakkında gözaltı kararı verildi. Şüphelilerden 5'inin yurt dışında olduğu belirlendi. 

15 zanlının yakalanması için dün İstanbul ve Muğla'da düzenlenen eş zamanlı operasyonlarda Ateş ile Çağlı'nın da arasında bulunduğu 14 şüpheli gözaltına alındı. Firari 1 şüpheliyi ise yakalama çalışmaları devam ediyor.

Veyis Ateş’in evinde gözaltına alındığı, Taner Çağlı’nın ise Viyana’ya gitmek üzereyken havalimanında yakalandığı öğrenildi.

Hürriyet'ten Musa Kesler'in haberine göre, Miss Turkey 2016 güzeli Buse İskenderoğlu, Rapçi Ege Karataşlı gözaltına alındı.

Sabah'tan Dilek Yaman'ın aktardığına göre, ‘The Bacım’ lakaplı 2.5 milyon takipçisi bulunan sosyal medya fenomeni gözaltına alındı.

Sözcü'de yer alan haberde ise Süzer Holding Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Ali Baran Süzer'in de gözaltına alınan isimler arasında olduğu belirtildi.

Öte yandan, uyuşturucu soruşturması kapsamında hakkında yakalama kararı bulunan Şevval Şahin’in, Buse İskenderoğlu’nun yakın arkadaşı olduğu belirtildi.

Şahin, konuyla ilgili geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada, "'Hafta başında annemin ev taşıma işleri ve ailevi meseleler için büyüdüğüm ülkeye İngiltere'ye gelmiştim. Hakkımda çıkan haberleri yeni görüyorum. Buradaki işlerimi tamamlayarak ülkeme dönüp gerekli açıklamaları ve girişimleri yapmayı amaçlıyorum." demişti. Şahin, henüz Türkiye'ye dönüş yapmadı. 

Ne olmuştu?

8 Ekim'de ünlülere yönelik bir uyuşturucu operasyonu daha düzenlenmişti. İstanbul İl Jandarma Komutanlığı ekiplerince gerçekleştirilen operasyon kapsamında; aralarında pek çok oyuncunun, fenomen ve şarkıcının bulunduğu 19 kişi, ifadeleri ve kan örnekleri alınmak üzere İl Jandarma Komutanlığı’na götürülmüştü. Haklarında gözaltı kararı olmadığı belirtilen ünlüler ifade ve kan verme işlemlerinin ardından serbest bırakılmıştı.

Bu soruşturma spikerlere uzanmış, 8 Aralık'ta televizyon spikerleri Ela Rümeysa Cebeci, Hande Sarıoğlu ve Meltem Acet, "uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanma" suçlamasıyla gözaltına alınmıştı. Spikerler ifade ve kan örneği verdikten sonra serbest bırakılmıştı. Test sonuçları pozitif çıkan Cebeci, dün (17 Aralık) tutuklanmıştı.

Habertürk TV Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Akif Ersoy, Mustafa Manaz, Ufuk Tetik ve Ebru Gülan tutuklanmıştı.

Mehmet Akif Ersoy'un da tutuklandığı uyuşturucu soruşturması kapsamında Münevver Karabulut'un katili Cem Garipoğlu'nun kuzeni Kasım Garipoğlu, Fatih Garipoğlu ve Burak Ateş hakkında yakalama emri çıkartılmıştı.

Şeyma Subaşı, Şevval Şahin, Mert Vidinli gibi isimler hakkında yakalama kararı sürüyor, yurt dışında oldukları için haklarında henüz bir işlem yapılmadı.

19 Aralık Cumartesi günü hakkında arama kararı çıkarılan ve şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırılanlardan biri de Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Sadettin Saran, o sırada Fenerbahçe Beko’nun maçı ve transfer görüşmeleri nedeniyle İtalya’da bulunuyordu. Hakkındaki kararı öğrenince özel uçakla Türkiye’ye dönen Saran, 20 Aralık Pazar günü Adli Tıp’ta numune vermiş ve savcılık ifadesinin ardından yurt dışı yasağı konularak serbest bırakılmıştı. Ancak son aşamada uyuşturucu testinden biri pozitif çıkan Saran, kulüpteki başkanlık makamından gözaltına alınmış, bir kez daha adli kontrol ve imza şartıyla serbest bırakıldı.

Öte yandan Mehmet Akif Ersoy’un tutuklanmasının ardından, soruşturma kapsamında ifade veren gizli tanıklar, Etiler’de bulunan Kütüphane adlı gece kulübünde uyuşturucu kullanıldığını öne sürmüştü. İfadelerin ardından narkotik ekipleri, Umut Evirgen’in eski sahibi olduğu Kütüphane’ye narkotik köpekleriyle birlikte baskın düzenlemişti.

Evirgen de gözaltına alınan kişilerdendi. soL’da 'Set Kemal' lakaplı babası Kemal Evirgen'den Mehmet Ağar ve Fatih Terim'e uzanan ilişkiler ağı; faili meçhullerden MİT raporlarına yansıyan 'dokunulmazlık' zırhını yeniden gündeme getirmiştik.

Çürük elma değil, çürük sepet -Berkay Kemal Önoğlu- 

Kapitalizmin içine düştüğü bu lağım çukurundan çıkışı mevcut aktörlerin ve mekanizmaların ıslah edilmesiyle mümkün olabilir mi göreceğiz? Göreceğiz ama izlemeyeceğiz…

Türkiye’de yasadışı bahis sektörü, uyuşturucu ticareti ve paralelinde gelişen kara para aklama pratikleri, artık adliye haberlerinin konusu sayılan "marjinal suç alanları" olarak görülemeyecek denli büyüdü, derinleşti ve sıradanlaştı. Bugün karşı karşıya olduğumuz tablo sistemin dışında kalan 3-5 çetenin münferit hikâyesi değil; kayıt dışı ekonominin sermaye birikim süreçleriyle etle tırnak gibi kaynaştığı, yasal olanla olmayanın sınırlarının silikleştiği bir sistem sorunununa işaret ediyor. Bu nedenle mesele bir bütün olarak Türkiye kapitalizminin temel dayanaklarını ilgilendiren yapısal bir çürüme olarak okunmalı.

Bu yapının en somut ve devasa ayağını oluşturan yasadışı bahis sektörü ulaştığı hacimle kayıt dışı ekonominin motoru haline geldi. MASAK’ın güncel verilerine göre bu sektördeki yıllık işlem hacminin 50 milyar dolar seviyesini aştığı ve sadece 2023 yılında en az 280 bin banka hesabının bu trafiğe aracılık ettiği görülüyor. Kripto varlıklar ve kiralık hesaplar üzerinden dolaşıma sokulan bu devasa paralar çoğunlukla inşaat, turizm ve hizmet sektörlerinde "aklanarak" “yasal” ekonominin ihtiyaç duyduğu sıcak paraya dönüştürülüyor. Dolayısıyla işsizlik ve borç batağındaki yüz binlerce insanı hedef alan yasa dışı bahis, kayıt dışı sermaye birikimini finanse eden dev bir istihdam alanı olarak sürekli teşvik edilmeye ve büyümeye devam ediyor.

Son yıllarda benzer bir genişleme Türkiye’nin jeopolitik konumu itibariyle merkezinde durduğu uyuşturucu piyasasında da rahatlıkla gözlemlenebilir. Türkiye uzun süredir eroin rotası üzerindeyken, son yıllarda kokain ve sentetik uyuşturucu ticaretinde de küresel bir merkeze dönüştü. Örneğin Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi raporları Türkiye'de yakalanan kokain miktarının son yedi yılda yedi kat artış gösterdiğini ve Emniyet’in verileri metamfetamin yakalamalarındaki artışın yüzde 100'leri aştığını açıkça gözler önüne seriyor. Bu piyasa için yakalanan miktarın her zaman asıl trafiğin çok küçük bir kısmını oluşturduğu genel kabulünü gözden kaçırmayalım. Bu durumda milyarlarca dolarlık uyuşturucu parasının da bahis gelirleriyle benzer kanallardan sisteme girip “temizlendiği” gerçeği bir kez daha suratımıza çarpıyor.

Peki nedir o kanallar? Türkiye nasıl devasa bir çamaşır makinesine dönüşüverdi?

Tüm bu yasadışı faaliyetleri birbirine ve Türkiye kapitalizminin merkezine taşıyan ana damarı yani kara para aklama mekanizmalarını konuşmamak olmaz. Türkiye’nin kronikleşen döviz ihtiyacı ve sıcak para bağımlılığı daima kaynağı belirsiz paraların ülkeye girişini teşvik eden bir zemin yaratageldi. Son 15 yılda ondan fazla kez çıkarılan "Varlık Barışı" yasaları, yurt dışından getirilen paranın kaynağının sorulmayacağının taahhüt edilmesi, Türkiye’nin uluslararası finansal izleme raporlarında şu meşhur “gri liste”ye alınmasının temel nedenlerinden biri oldu. Gayrimenkul alımları, aniden büyüyen paravan şirketler ve lüks tüketimdeki patlama ise bu kirli paranın aklanma sürecinin vitrinini oluşturuyor.

Devlet bu zamana kadar burnunun dibinde dönen bu devasa çarkı görmemişti de şimdi görür görmez temizlemeye mi koyuldu yoksa bu bataklığın bir iç hesaplaşmasını ve ince ayarını mı izliyoruz?

Gelinen aşamada siyasetin ve devlet bürokrasisinin ülkedeki kirli para trafiğinden bağımsız olduğunu iddia etmek herhalde saflıktan öte, gerçeği bilinçli bir şekilde karartmak anlamına gelecektir. Siyasetin finansmanından, siyasetçilerin açıklanamayacak servetlerine, yerel yönetimlerin ihale paylaşımlarına varıncaya kadar her başlıkta kamu gücü, suç ekonomisini tasfiye etmek için değil, bu ekonominin sürdürülebilirliğini sağlamak ve ondan pay almak için seferber ediliyor.

Suç ekonomisi derken, tekrar altını çizeyim, sermaye düzeninin bütününü kast ediyorum. Tepeden tırnağa herkesin bal tutup parmak yalama peşinde olduğu, ucuz yoldan köşe dönmenin, vurgun yapmanın, hırsızlık ve namussuzluğun normalleştiği iğrenç bir düzenin tepesindekilerden söz ediyoruz. Operasyonel başarı olarak sunulan her baskın, aslında sistemin merkezindeki devasa uru gizleyen kozmetik müdahalelerden ibaret. Devletin bizzat kendi koyduğu yasalarla “kirli” paranın önünü açmış olması, siyasi iradenin suçun ortağı haline geldiğini açıkça tescil etmiyor mu?

Bu tablonun toplum üzerindeki maliyeti ise her zaman söylediğimiz gibi paha biçilemez düzeyde. Vurgun düzeni palazlandıkça alın teriyle geçinmeye çalışan emekçi iyice gözden düşüyor. Kamusal hizmetler şirket kârlarına kurban ediliyor. Toplumsal doku "kısa yoldan zenginleşme" illüzyonuyla çürümeye terk ediliyor. Milyonlarca yoksul umudu bahis sitelerinde, geleceği sentetik uyuşturucu tezgahlarında arayadursun. Şatafatlı yaşantıları, “prezantabl” görünümleriyle asıl suç baronları sistemin "saygın" paydaşları olmaya devam ediyor. Toplumun yalnızca cebinden çaldığı parayı değil, adalete olan inancını ve bir arada yaşama iradesini de yok etmeye kalkan bir düzenle karşı karşıyayız.

Nihayetinde Türkiye sadece bir ekonomik krizin değil, bütünüyle bir sistem çöküşünün eşiğinde.

Kapitalizmin içine düştüğü bu lağım çukurundan çıkışı mevcut aktörlerin ve mekanizmaların ıslah edilmesiyle mümkün olabilir mi göreceğiz? 

Göreceğiz ama izlemeyeceğiz…

Ya bu kirli düzen toplumu tamamen yutacak ya da toplum bu düzeni yıkacak, kendi küllerinden temiz bir geleceği, bir emekçi cumhuriyetini inşa edecek. Bunun için mücadele ediyoruz.

/././

Bütün yollar kara paraya çıkıyor -Timur Soykan / BİRGÜN -


Son operasyonlar, ülkenin sürüklendiği kara para bataklığını ortaya koyuyor. Lüks hayatlardaki paranın kaynağı büyük karanlığı işaret ediyor. Ünlü yüzlerle yeraltı dünyasında büyük baronların paralarını aklayanlar buluşuyor.
Hasan Lala (solda) ve Abdullah Alp Üstün, özel uçakla Dubai’den Türkiye’ye getirilmişti.

İstanbul Başsavcılığı’nın uyuşturucu operasyonları dalga dalga yayılıyor. Operasyonların magazin boyutu tüm detaylarıyla ortalığa saçılırken büyük resimde devasa kara para ağı var.

Bunun çarpıcı bir örneğine yakından bakalım.

Uyuşturucu ve fuhuş operasyonlarında gözaltına alınanlardan biri; sosyal medya hesaplarında ‘Cihanna’ ismini kullanan Cihan Şensözlü’ydü.

21 Aralık 2025 günü ‘Fuhuşa teşvik etmek, yaptırmak, aracılık etmek veya yer temin etmek’ suçundan tutuklandı. Cihan Şensözlü ifadesinde mesleğini ‘Gazeteci’ olarak ifade etmiş ve aylık gelirinin 120 bin TL olduğunu söylemişti. Hürriyet Gazetesi’nde köşe yazısı yazıyordu. Gazetenin sahibi Demirören ailesinden Revna Demirören ile yakın arkadaş olduğu için bu köşeyi kapmıştı.

Sosyal medya paylaşımlarından Cihan Şensözlü’nün açıkladığı maddi geliriyle tutarlı olmayan çok lüks bir hayat sürdüğü anlaşılıyordu. Sürekli yurt dışında, lüks otellerde, tatillerde, çok pahalı kıyafetlerle paylaşımları vardı. Savcılık incelemesinde de çok sık Dubai, Paris, Londra’ya gittiği tespit edildi.  Influencer olarak bilinen Cihan Şensözlü bazı markaların tanıtımlarını da yapıyordu.

Cihan Ersözlü

BARONLARIN KASASIYLA BULUŞTU MU

Bir gizli tanık, Cihan Şensözlü’nün sosyal medya fenomeni bazı kadınları Dubai’ye götürerek Arap şeyhleriyle para karşılığı cinsel ilişkiye girmelerine aracılık ettiğini öne sürdü.

Cihan Şensözlü, fuhuş suçlamalarını kabul etmedi. 3 yıldır partilere katılmadığını, yurt dışı seyahatlerinin tatil amaçlı olduğunu savundu.

Cihan Şensözlü ifadesinde bir soru üzerine şöyle diyor:

“Ben Dubai’de herhangi bir şekilde yakalaması olan kimseyle görüşmedim. Bu kişilerden bilgi getirmedim.”

İsmail Saymaz burada Cihan Şensözlü’ye ‘Hasan Lala ile Dubai’de buluşup buluşmadığının’ sorulduğunu ve bu yanıtı verdiğini yazdı.

Dünya çok küçük, yeraltı dünyası daha da küçük…

İddiaya göre; magazin dünyasının göbeğinde, herkesin gözünün önündeki fenomen, Dubai’de büyük uyuşturucu baronlarının parasını akladığı öne sürülen Hasan Lala ile buluşmuş.

‘Burhan’ adını kullanan Hasan Lala, Türkiye’nin en büyük boranlar davasında gündeme gelmişti.

HATIRLATALIM: BÜYÜK OPERASYON

13 Haziran 2023’te Türkiye’de Avrupa’nın en büyük uyuşturucu kaçakçılarına yönelik bir operasyon yapıldı. Polisler, Hollandalı Joseph Johannes Leijdekkers ve Isaac Bignan’ı yakalamayı hedefliyordu.

Isaac Bignan

‘Tombul Jos’ lakaplı Leijdekkers yakalanamadı ama onun ortağı olduğu öne sürülen Türk vatandaşı Abdullah Alp Üstün, Bodrum’daki bir villada yakalandı. Günler sonra ise Türkiye’den kaçmaya çalışan ‘Kara Mamba’ lakaplı Isaac Bignan gözaltına alındı. İngiliz uyuşturucu kaçakçısı Christopher Mark Grogan (Can Yavuz), İspanya vatandaşı uyuşturucu kaçakçısı Nadır Aıt Tarım Cobo da davanın sanığı oldu. Türkiye’nin en büyük ‘Baronlar Davası’ açıldı. İddianamede Abdullah Alp Üstün’ün Avrupalı baronların bile ‘babası’ olduğu öne sürüldü. Şifreli haberleşme sistemindeki çözümlere göre; Abdullah Alp Üstün’ün kod ismi “Don Vito Corleone’ydi. Çünkü ‘Baba’ (The Godfather) filmini çok seviyordu.

Tombul Jos

İstanbul’un en lüks gökdelenlerinden Şişli’deki Quasar’dan aldığı üç dairede Marlon Brando’nun canlandırdığı Don Vito Corleone ve The Godfather filminin tabloları bulunmuştu.

PARA AKLAMA GALERİSİ

Savcılığın iddiasına göre; bu büyük uyuşturucu ağının kara parasını Hasan Lala aklıyordu. Hasan Lala, İstanbul Etiler’deki lüks otomobil galerisi Autobank’ın  sahibiydi. İstanbul’un göbeğindeki gösterişli galerisinde 7 şirket üzerinden sürekli lüks otomobilleri nakit karşılığı alıp satarak yüz milyonlarca dolar akladı. İngiliz, Hollandalı, İspanyol baronlarla Abdullah Alp Üstün’e ait görünen Mercedes,  Lamborghini, Porsche marka araçlar birkaç gün içinde defalarca alınıp satılmıştı. Davadaki bazı itirafçılar, Abdullah Alp Üstün ile Hasan Lala’nın yurt dışında ortak işler yaptığını öne sürmüştü.

Hasan Lala’nın, sahibi olduğu Autobank’ta para akladığı iddia edilmişti.

Baronlar operasyonunda Hasan Lala yakalanmadı. Yurt dışına çıkmıştı. Bu operasyonlar sonucunda el konulan Hasan Lala’nın galerisindeki ultra lüks otomobiller, polis aracı yapıldı. İstanbul’un en işlek noktalarında polis otomobili olarak sergilendiler. Toplamda 100 milyar TL’lik mal varlığına el konulmuştu.

Türkiye’nin en büyük baronlar davasında tüm sanıklar sadece 1.5 yıl sonra tahliye edildi. Savcılığın itirazı üzerine 5 gün sonra tekrar yakalama kararı çıktı ancak sanıklar çoktan kayıplara karışmışlardı. Tahliye kararı veren mahkeme heyeti hakkında Hakimler Savcılar Kurulu inceleme başladı ve heyet açığa alındı.

Kırmızı Bülten ile aranan Abdullah Alp Üstün ve Hasan Lala, Ekim 2025’te Dubai’de yakalanarak Türkiye’ye iade edildi. İçişleri Bakanlığı bu anları bir klip ile paylaşmıştı.

Hasan Lala (solda) ve Abdullah Alp Üstün, özel uçakla Dubai’den Türkiye’ye getirilmişti.

GARİPOĞLU’NUN GARİP HİKÂYESİ

Bu operasyonların işaret ettiği diğer kara para trafiğinin merkezinde ise Kasım Garipoğlu var. Münevver Karabulut’u öldüren Cem Garipoğlu’nun kuzeni, iş insanı Hayyam Garipoğlu’nun oğlu. Kasım Garipoğlu yurt dışında olduğu için gözaltına alınmadı.

Soruşturmadaki iddiaya göre; Kasım Garipoğlu, İstanbul Boğazı’ndaki yalısında ve teknesinde özel şifre ve referans ile girilen uyuşturucu ve seks partileri düzenliyordu. Ayda iki kez düzenlediği bu partiler için milyonlarca lira harcıyordu. Bu servetin arkasında devletteki çürümeyi ortaya koyan skandallar gizli.

Kasım Garipoğlu, 30 Eylül 2020’de Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’na bir şikayet dilekçesi verdi. Finansal ürünlerin alım ve satımında aracılık yapan GKG şirketinin sahibi olduğunu anlattı. Şirketin 6 yöneticisini, 2019-2020’deki 15 aylık süreçte şirket hesaplarından 30 milyon dolar çalmakla suçluyordu. Suçladığı isimler tutuklandı ama bir gariplik vardı. Kapalıçarşı’daki döviz büroları ve kuyumculardan valiz ve çuvallarla taşınan 350 milyon TL şirketin kasasına konulmuştu. Ama soruşturmada bu paranın peşine düşülmedi.

Kasım Garipoğlu

İddiaya göre; kara para şirketin hesaplarından Forex ve diğer finansal yatırımlar gibi gösterilerek Uzakdoğu piyasalarına gönderilmişti. Ayrıca Kasım Garipoğlu mağdur ettiği diğer yatırımcıların suçlamalarından kurtulmak için kendi çalışanlarından şikayetçi olmuştu. Bu konuda yazılar kaleme alan gazeteci Miyase İlknur, Kasım Garipoğlu’nun suçladığı bir şirket çalışanının cezaevinde intihar ettiğini anlattı. Garipoğlu’nun Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde dava açılmayınca şirket adresini üç günlüğüne Bağcılar’a taşıyıp Bakırköy Adliyesi’nde dava açtırdığını ve tutuklama kararı çıkarttığını ifade etti.

ONU KİMLER KORUDU

Kasım Garipoğlu’nun lisansı olmadığı halde Forex ve kripto para piyasasında faaliyet gösterdiği iddia edildi.

Kasım Garipoğlu, 6 yıl önce Dominik Cumhuriyeti’nden vatandaşlık almıştı. Operasyonlardan önce mal varlığının büyük kısmını ABD’ye taşımış, Miami’de şirketler kurmuştu. Hatta teknesini bile bu şirketlerin üzerine kaydettirmişti. Şimdi ABD’de lüks hayatına devam ediyor.

Özetle; yalı ve teknedeki partiler devasa kara para düzeninin bir sahnesiydi. Bu partilere hangi ünlülerin katıldığını gece gündüz konuşan ülkede asıl önemli sorular gölgede kalıyor.

Kasım Garipoğlu, şirketine valiz ve çuvallarla nakit taşıyıp bunları piyasaya sürerken devletin kurumları neden gözlerini yumdu? Bunu denetlemesi gereken kurumları kimler, nasıl, ne karşılığında durdurdu? Bu paraların kaynağı neresiydi? Neden Kasım Garipoğlu’nun suçladığı isimler tutuklu yargılanırken Kasım Garipoğlu’na yönelik suçlamaların peşine düşülmedi? Yargıda, devlet kurumlarındaki bağlantıları kimlerdi? Kasım Garipoğlu, operasyon bilgilerini önceden alarak mı yurt dışına kaçtı? Mal varlıklarını önceden yurt dışına çıkarmasının nedeni kulağına fısıldanan bilgiler miydi? Sorular çoğaltılabilir. Ancak tartışılmaz bir gerçek var. Ortaya saçılan kirlilik, bir gün de oluşmadı. Bu bir sistem. Devletin çürüdüğü, suçluların halkın kaynaklarını yağmaladığı, kara paranın kol gezdiği, adaletin işlemediği bir sistem…

Timur Soykan / BİRGÜN

DEM’in isterim de isterimleri...+ Kürtçe anadilde öğretim mi? + DEM’in zırvaları -Özdemir İnce / Cumhuriyet-

DEM’in isterim de isterimleri...

Basında yer alan en önemli ortak haber: Öcalan için “özgürlük” talebi; MHP lideri Devlet Bahçeli’nin açıklamalarıyla başlayan “terörsüz Türkiye” sürecinde DEM Parti de TBMM’deki komisyona raporunu sundu. Yasal değişiklikler talep eden DEM, PKK elebaşısı Öcalan’ın istediği kişilerle görüşmesinin “yasal zorunlu” ya da “zorunlu yasal” zemininin oluşturulmasını istedi. İşte rapordaki bazı ayrıntılar:

1- Siyasetin dili değişmeli: Negatif bir söylem çerçevesi içeren “terörsüz Türkiye” gibi ifadeler geride bırakılarak barış iklimi güçlendirilmelidir.

- Mantığa bak! Söylemin “olumlu” (pozitif) olması için “terörlü Türkiye” mi olacak? Vatandaş Türkçe öğren! O zaman “Lafı bırak, iş yap” diyeceksin. “Söylem” yapısalcı bir sözcüktür. “Laf” ya da “söz” anlamına gelmez. Dilin kullanıldığı “özel alan”ı gösterir: Hukuk söylemi, tarih söylemi, felsefi söylem. Kısacası “söylem” bir “özel dil”dir. “Söylem” meraklıları bu açıklamamı bir yere yazsın!

2- Öcalan’ın konumu: Sürecin baş muhatabının rolünü daha güçlü bir şekilde yerine getirmesinin koşulları sağlanmalıdır. Bu bağlamda barışın kilit aktörü ve çözüm iradesi olan Öcalan’ın barış sürecindeki konumu ve hakları “umut hakkı” kapsamında değerlendirilmelidir.

- Öcalan’a “umut hakkı” tanınmazsa “süreç” artık süreç olmayacak mı? “Umut hakkı” tanınmazsa “Ben bu işte yokum” mu diyecek? Böyle pazarlık mı olur? Elinde masayı temizleyecek “kare” yok, “floş” yok, “floş royal” yok, pokerde rest çekiyorsun sanki. Bu nasıl kafa? Masadan çıplak kalkarsın!

3- Resmi organlarla görüşsün: Öcalan’ın düşüncelerini özgürce üretebileceği ve rolünü yerine getirebileceği daha özgür koşullara kavuşturulmalı.

- Yani Abdullah Öcalan TBMM çatısı altında “pirüpak” olsun; “Kirlerden arınıp tertemiz, lekesiz olsun; rahatlasın, huzura kavuşsun; komisyon dahil olmak üzere, barış sürecine katkı sunacak resmi organların, akademisyenlerin, kanaat önderlerinin, gazetecilerin, aydınların Öcalan ile doğrudan görüşmesinin yasal ve zorunlu zemini güçlendirilsin.”

- Yani Öcalan’a özgürlüğü verilsin, kendisine yöneltilmiş suçlamaklar kaldırılsın, kısacası “pirüpak” olsun. Yani kirlerden arınıp tertemiz, lekesiz olsun; rahatlasın, huzura kavuşsun. Peki bunlar sağlanmazsa “Ben küstüm” diyerek sırtını mı dönecek? Yargı Göde Omar’a, Çolak İbram’a, Çorapsız Devriş’e (“Derviş” değil) nasıl davranırsa Devlet Bey’in deyişiyle “kurucu önder Apo”ya da aynen öyle davranacak. Yani “Hizaya gel” denecek.

DEM istiyor: Büyük barışın yasal omurgası anlamına gelen “demokratik entegrasyon yasası” çıkarılarak “geçiş dönemi yasaları” hayata geçirilmeli. Gerekli yasal değişiklikler yapılarak merkezi idarenin kayyum atama yetkisi kaldırılmalı; ANADİLİNDE eğitim ve hizmet hakkı yasal güvenceye kavuşturulmalı. “Sivil toplum yasası” çıkarılmalı.

Yani Kürtçe de Türkçe gibi ikinci resmi dil olsun! O zaman bütün yerel diller (Lazca, Çerkezce, Kıptice ve ötekiler) de resmileşecek. Bu zırva taleplerin tamamını 2015 yılında yayımlanan ve iki baskı yapan “Türkiye’nin Sırat Köprüsü: Açılım Masalı” (Tekin Yayınları) adlı kitabımda irdeleyip yanıtladım. Okumanızı tavsiye ederim. Ama sözü şimdi konunun uzmanı bir akademisyene, Prof. Dr. Oktay Uygun’a bırakıyorum:

TÜRKİYE ÖRNEĞİ: 

Egemenliğin bölünmezliği ilkesinin çok güçlü bir şekilde ifade edildiği ülkelerden biri de Türkiye’dir. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun ilk dönemlerinde yasama, yürütme ve bir ölçüde (İstiklal Mahkemeleri ile) yargı fonksiyonlarını tek bir organda; Meclis’te birleştirmişti. Bugün için, söz konusu üç fonksiyonun ayrı organlar aracılığıyla yürütülmesi esası benimsenmiş ve bu özellik, siyasal sistemin temel ilkelerinden biri durumuna gelmiştir. Bununla birlikte, egemenliğin bölünmezliği ilkesi, farklı bir boyutuyla siyasal gündemin önemli konuları arasındadır. Türkiye’de, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinden federalizme, anadili Türkçeden farklı olan gruplara kendi dillerinde eğitim olanağı verilmesinden bölgesel özerklik tanınmasına kadar, pek çok konu “bölünmezlik” ilkesi çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu ilke, 1961 Anayasası’na “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” formülü ile girmiştir. Söz konusu ilke, 1971 ve 1973 anayasa değişiklikleri ile anayasanın birçok maddesine eklenmiş ve 1982 Anayasası’nın temel ilkelerinden biri olarak düzenlenmiştir.

“Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” ilkesi, “egemenlik” kavramı ile yakından ilgilidir. Türkiye’de ulusal devletin kurulmasından sonra yapılan tüm anayasalarda, millet egemenliğin sahibi olarak kabul edilmiştir. Devlet ise milletin siyasal ve hukuksal örgütlenmesidir. Bölünmezlik ilkesi uyarınca, devletin insan ve toprak öğeleri, diğer bir deyişle devletin milleti ve ülkesi bölünmez bir bütündür. Anayasa Mahkemesi’nin formülasyonu ile söylersek: “Devlet TEK’tir, ülke TÜM’dür, ulus BİR’dir.”

Mahkemeye göre “Devlet yapısında bölünmez bütünlük ilkesi; egemenliğin, ulus ve ülke büğünlüğünden oluşan tek bir devlet yapısıyla bütünleşmesini gerektirir. Ulusal devlet ilkesi, çok uluslu devlet anlayışına olanak vermediği gibi, böyle düzende  federatif yapıya da olanak yoktur. Federatif sistemde federe devletler tarafından egemenlikler söz konusudur. Tekil (üniter) devlet sisteminde ise birden çok egemenlik yoktur.” (Prof. Dr. Oktay Uygun, Federal Devlet. XII Levha Yayınları. Sayfa: 98-99)

***

Cumhuriyet anayasasında belirlenmiş siyasal haklar şımarık çocuğun istediği dondurma değildir! Benim gibi, ülkede ömür boyu demokrasi, özgürlük ve eşitlik ülkülerini savunmuş ve bunun bedelini ödemiş birinin bile sabrını taşıran DEM Partisi’ne “teessüflerimi” bildirmek isterim!

/././

Kürtçe anadilde öğretim mi?

Değerli okur(lar) 23 Aralık 2025 günü “DEM’in isterim de isterimleri” adlı yazımı okudunuz. Sizden ricam bu yazıyı kesip saklayın ve zaman zaman tekrar okuyun ki aklınızda kalsın! Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları, dünyanın bütün devletlerinde olduğu gibi değişik kökenli insanlardan oluşur ve bu insanların hepsinin kimlik ve pasaportlarında bu kişilerin “Türk” oldukları yazar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin köken itibarıyla vatandaşları: Türkler, Kürtler, Araplar, Zazalar, Çerkesler, Romanlar, Çingeneler, Lazlar, Boşnaklar, Arnavutlar, Gürcüler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler vb... Lozan Antlaşması’na göre bunlar arasında sadece (Müslüman olmayan) Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler azınlık statüsüne sahiptir. Azınlık sayılmayanlar arasından da ötekileri düşünmeden sadece Kürtler anadilde öğrenim istemektedirler. Bu hak Kürtlere verilirse ötekiler de istemez mi? Neden istemesinler? Kürtlerden neleri eksik? Fazlaları var, eksikleri yok! Aslında “anadilde öğretim”, “Kürtçe okul” diye tutturanlar Kürtler değil Kürtçüler. Ancak bu Kürtçülerin ülkelerin yasalarla, anayasalarla, uluslararası yasalarla yönetildiğinden haberleri yok. Uluslararası yasalara göre sadece “sömürge halkları”nın “anavatan”dan ayrılma talep edebileceklerinden de haberleri yoktur. Yani kafalarına soksunlar ki Türkiye’yi bölemezler, “özerk bölge”  yaratamazlar, federe devlet kuramazlar. Neden mi? Çünkü böyle bir densizliğe ne Avrupa Birliği ne de Birleşmiş Milletler izin verir. Anasayamızın 1. maddesi zaten izin vermez: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”

Kürtçülerin kafasında gerçekler ne zaman “DANK!” eder bilemediğimden ben sizlere 3 Şubat 2003 günü Hürriyet gazetesinde yayımlanan ve “Türkiye’nin Sırat Köprüsü: Açılım Masalı” (Tekin Yayınevi, 2025. s.25- 26) adlı kitabımda yer alan bir yazıyı okumanıza sunuyorum:

KÜRTÇE EĞİTİM

Tarihten ve geleneksel yönetim tarzından kaynaklanan nedenlerden dolayı birden fazla resmi dili olan ülkeler (Belçika, İsviçre gibi) de vardır. Ama birkaçı dışında, dünyanın her ülkesinde eğitim (anaokuldan üniversitenin sonuna kadar) o ülkenin resmi dilinde (dili ile) yapılır. Ancak Belçika tek resmi dilin kaynaştırıcı erdeminden yoksun olduğu için, iki halkı özgür bıraksanız Vallonlar Fransa ile Flamanlar da Hollanda ile birleşmek isterler. Belçika yok olur.

Şuraya varmak istiyorum: Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’nın “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulmaz” diyen 42. maddesine göre Türkiye’de Türkçeden başka bir dilde (bir dil ile) eğitim yapmak olanaksızdır. Çünkü ardından resmi yazışmaların, yargının dili gelir. Durup dururken Belçikalaşırsınız. Sakın İspanya’yı örnek göstermeyin, ta Roma İmparatorluğu zamanında da parçalı idi.

Köşe sahibi olmuş, birtakım fetvacı gazete yazarının “anadilde eğitim” deyişini elleri titremeden kullanmalarını, Türkçe bilincinden yoksun olmalarına bağlamamız gerekiyor. Belki kabalaştım ama ülkenin huzuru söz konusu olunca “kibarlık”ı bir yana bırakmak da kaçınılmaz oluyor.

Bu konuda onlarca sayfa yazı yazmama karşın derdimi anlatmak konusunda yeteneksiz olduğuma inanmak üzereydim ki Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu imdadıma yetişti. Talim ve Terbiye Kurulu’nda Anadolu liselerinde yapılacak reformla ilgili çalışmaların sürdürüldüğüne dikkat çeken bakan yapılan çalışmaları şöyle özetliyor: “Yabancı dille eğitim yerine, daha yoğun bir şekilde yabancı dil eğitimi yapılacak.” İşte sonunda Türkçeyi doğru konuşan bir insanoğlu! Bakan şunu demek istiyor: Artık Anadolu liselerinde dersler yabancı dille (dilde) değil, Türkçe okutulacak ama yabancı dil öğretimine de ciddi ağırlık verilecek.

Avrupa Birliği’nin “Türkiye İçin Katılım Ortaklığı” metnini devlet de hükümet de vatandaş hazretleri de çok iyi anlamak zorundadır. Ne diyor söz konusu belge?

“Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın bütün vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm -eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere- kaldırılmalıdır.” (“Ensure cultural diversity and guarantee cultural rights for all citizens irrespective of their origin. Any legal provisions preventing the enjoyment of these rights should be abolished, including in field of education.”)

Görüldüğü gibi Avrupa Birliği, anayasanın 42. maddesinin kaldırılarak Kürtçenin eğitim öğretim dili olmasını istemiyor. Böyle olsaydı kısa vadeli hedefler arasında yer alan “Türk vatandaşlarının kendi anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hükmün kaldırılması” maddesinde olduğu gibi bunu açıkça yazardı. Yazmadığına göre, ne istiyor Avrupa Birliği?

Avrupa Birliği, vatandaşların kültürel haklarının devlet tarafından güvence altına alınmasını istiyor. Vatandaşların, devletin resmi dili olmayan anadillerini öğrenme talepleri bu güvencenin kapsamına girmez mi? Galiba giriyor. Ama Kürtçenin Türkiye Cumhuriyeti okullarında eğitim ve öğretim dili olması bu güvencenin kapsamı dışında. Zaten hükümet de “Kürtçenin eğitim ve öğretim dili olması şöyle dursun seçmeli ders bile olamaz!” diyorlar. Buna karşılık, kışkırtılmış öğrenciler de Kürtçenin eğitim öğretim dili ya da seçmeli ders olması için dilekçe veriyorlar.

Bu son derece tehlikeli kör döğüşte, Avrupa Birliği (bu konuda) ne istediğini kesin bir dille açıklamalıdır. Devlet, anadillerini öğrenmek isteyenlere ne yapmaları gerektiğini açıklamalı ve bununla ilgili yasa çıkarmalıdır. Anadillerini öğrenmek isteyenler de Avrupa Birliği-Türkiye görüşmeleri başlayana kadar bekleyemezler mi? Bu sabırsızlık neden?

Gazete yazarlarına gelince: “Anadilde eğitim” ile “anadilin öğrenilmesi” aynı şey değildir. Bu ayrım konusunda son derece bilinçli ve dikkatli olmaları gerekiyor. Yoksa çıkacak kargaşanın baş sorumlusu olurlar!

***

Birey Kürtçüler zırvalayabilirler ama DEM bir siyasal parti. Anayasaya göre  “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”  “Türkçe”nin yanına “Kürtçe”nin gelmesi için bu devletin yıkılması gerekir! Buyurun.


/././


DEM’in zırvaları 

Sizler “zırva” sıfat sözcüğünü ağır buluyorsanız başka bir sözcük kullanıp “DEM Parti’nin kıyakları” ya da “dehası” derseniz karışamam. Siz bilirsiniz. Önemli olan yazının sonunda aynı görüşü koruyup korumamanız! DEM Parti 13 adet talimat vermiş, bize düşen bu talimatlar hakkında malumat vermek. “Mat” kafiyesi de iyi düştü hani... TDK’ye göre mat kelimesi, “satranç oyununda taraflardan birinin yenilgisi” ve renk konusunda “parlak olmayan, donuk” anlamlarına gelir.

Bir de şu var: Legal siyasal partiler illegal örgütlere kesinlikle ilham perisi olmayacaklar.

***

1- Öcalan “baş muhatap’’tır, “umut hakkı” yasası çıkarılsın, Öcalan dilediği herkesle görüşsün.

- Öcalan şu anda “baş”ını bırakın “muhatap” bile değil, bir mahkûm. Umut hakkına hakkı var mı bilemem ama “istediği” her insanla özgür insanlar bile görüşemiyor. Dilediği insanla ne görüşecek? Mucidi olduğu Kürtçülük gailesini mi görüşecek? Bu sorunu “dilediği insan”la değil devlet otoritesinin resmi temsilcileriyle, hükümetiyle görüşebilir.

2- Öcalan milyonlarca yurttaş nezdinde siyasi bir özne ve barışın kilit aktörüdür. Öcalan’ın hukuki ve siyasi hakları da tanınsın.

- Öcalan milyonlarca yurttaş nezdinde “çocuk katili bir mahkûm”. “Özne” ve “kilit aktör” olması tartışılabilir bir tevatür. “Kilit aktör” olmakla onun “hukuki ve siyasi” hakları neden yeniden tanınsın? Bunun olması için birkaç kez affedilmesi gerekir. Olmayacak şeyler istenip bastırılırsa hükumet onu muhatap olmaktan çıkartır. Hükümet, Öcalan’a her istediğini verecekse muhatap olarak ona gereksinimi yok!

3- Askeri zırhlı araçlar Doğu-G. Doğu’dan geri çekilsin ve koruculuk kalksın, silahlar toplansın. Bölgedeki özel harekât birlikleri çekilsin.

- Sanki yüz bulmuşlar da astarını istiyorlar. İsteklerinin yerine gelmesi, PKK’nin ve bulaşıklarının koşulsuz teslim olmalarına bağlı. Özgür iradeli mantıklı kafa böyle düşünür.

4- Belediyeler Kürtçe hizmet versin, trafik işaretleri de Kürtçe olsun. TBMM Kürtçeyi tanısın.

- DEM zırvalamada sınır tanımıyor. Yahu kafasının içinde mantığın zerresi olan, bir talepte bulunmadan önce TC Anayasası’nın ilk 10 maddesini ezbere öğrenir; sonra bir talepte bulunmadan önce anayasaya bakar. Türkiye AKP’ye rağmen ağalar, şeyhler tarafından yönetilmiyor. Anayasa Madde 2: “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”

5- Toplumsal sözleşme aşamasına geçilmesiyle birlikte, geçmişle yüzleşme sağlansın, hakikat ve adalet komisyonu kurulsun.

“Toplumsal sözleşme” Türkiye’nin anayasa ve yasalarıdır, özellikle de vatandaşlık yasasıdır. Geçmişin nesiyle yüzleşip hesaplaşacaksın? Kürt isyanlarının tamamı bastırılıp cezalandırılmadı mı? “Hakikat ve adalet komisyonu” ancak Türkiye bölünürse, Kürtçüler darbeyle iktidara gelirse kurulur.

6- Açık yaraların kapanması için Şeyh Sait, Seyit Rıza ve Said Nursi gibi tarihsel şahsiyetlerin mezar yerleri açıklansın.

- Önce yasakçılara sorun bir bakalım, bu gizlilik neden? İsyanın simgesi türbe olmaları için mi?

7- Hutbeler Kürtçe okunsun, medreseler tanınsın. Kürtçe üniversiteler açılsın.

- El cevap: Anayasa madde 3: “Türkiye Devleti, ülkesi ve millet bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.”

Hutbelerin Kürtçe okunması, medreselerin tanınması, Kürtçe üniversiteler açılması için Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde bir Kürt devleti ya da bir Kürt-Türk federasyonu kurulması gerekir. Herhangi bir hükümetin böyle bir şey yapamayacağını bile bile böyle bir istekte bulunmanın ciddiyetle ilişkisi yoktur. “İsteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü kara” derler ama sakın inanma. Alamayacağın bir şeyi de aklın varsa isteme.

8- Mahmur halkının (PKK’nin lojistik üssü) geri dönüş hakkı güvence altına alınsın.

- Hükümet “Nasıl geldilerse öyle gitsinler” demez mi? Yahu bu ne kafa? Uygunsuz bir iş yapıyorsun ama uygun muamelesi istiyorsun.

9- “Demokratik entegrasyon yasası” çıksın. Terörle Mücadele Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu ve İnfaz Kanunu değişsin.

“Demokratik entegrasyon yasası” da ne ola ki? Bu yasalar neden değişsin? Değişim için geçerli bir nedeniniz var mı? Şuna açıkça “özerklik yasası”, “federasyon yasası” desene... Talebin tercümesi böyle.

10- Merkezi idarenin kayyum atama yetkisi kalksın.

- Kalksın!

11- Koruculuk sistemi lağv edilsin, korucuların ellerindeki silahlar toplansın.

“Korucu” örgütü neden kuruldu? PKK asilerine karşı kurulmadı mı? PKK gibi bir örgüt tamamen ezilmeden ve bunun üzerinden makul bir olaysız süre geçmeden korucu teşkilatı dağıtılmaz. Önce o süre (bir yıl, iki yıl) geçecek. Sonrasında koruculara yeni iş bulmak devletin işi... Kalır ya da kalmaz, size ne? Gerisi kolay! Önce sen “teslim bayrağı”nı kaldır!

12- PKK’liler tahliye edilsin, dağdan inenler affedilsin.

- Neden? “Affedilsin” demek, ilgililerin suç işlediklerini kabul anlamına gelir ve yargılanmaları gerekir ki olumlu ya da olıumsuz gerçekler ortaya çıksın. Çıkmasın mı?

***

DEM bir siyasal parti mi yoksa değil mi? Fatih mi yoksa dilenci mi? “Fatih” olmadığı çok kesin “dilenciliği” ise kimseye yakıştıramam!!!

Özdemir İnce / Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -28 Aralık 2025-

Sermaye, yeni-Osmanlıcılığa nasıl ayak uyduruyor: Bir Koç Holding yöneticisinin portresi -Gamze Erbil-  Koç Holding yönetimine “stratejik da...