T-24 "Köşebaşı + Gündem" -24 Kasım 2025-

 Dünya savaşlarının gizli paydası -Akdoğan Özkan- 

I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı sonuçlar önemli ölçüde II. Dünya Savaşı’nın sebepleri olarak belirdiyse, acaba olası bir III. Dünya Savaşı’nın sebeplerini de benzer şekilde, II. Dünya Savaşı’nın sonuçları üzerinden okuyabilir miyiz?

Her ne kadar II. Dünya Savaşı, dönem Avrupa’sının kendi özgül jeopolitiğinin belirlediği koşullar üzerinden gelişerek patlak vermiş ise de, aslında onu I. Dünya Savaşı’nın devamı gibi düşünmek de mümkün. Belki şöyle demek daha doğru olacak: I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı sonuçlar önemli ölçüde II. Dünya Savaşı’nın sebepleri arasında belirdi.

Konuyu böyle bir kesintisizlik üzerinden ortak paydalarıyla gündeme getirmeye çalışmak istememin ardında, olası bir III. Dünya Savaşı’nın sebeplerini de -benzer şekilde- II. Dünya Savaşı’nın sonuçları üzerinden okuyup okuyamayacağımızı görmeye çalışmak. İki savaş arasındaki bağlantının yeni bir harbin üzerinde gelişeceği koşullara dair bir argümantasyonda bize yardımcı olup olamayacağına bakmak.

Bunda başarılı olamazsak da, böyle bir fikir egzersizi yaparken Avrupa’nın neden “kendi bindiği dalı kesme” ve uluslararası rekabet gücünü yitirme pahasına -üstelik de ufukta parlak bir fatura da görünmezken- Rusya ile doğrudan bir savaşa yürümek istermiş izlenimi verdiğini, bunun için neden yer yer Nazizm’in takipçisi gibi de davranabildiklerini anlayabiliriz sanıyorum.

O halde, “I. Dünya Savaşı’nın sonuçları 1939’a geldiğimizde büyük ölçüde II. Dünya Savaşı’nın sebepleri olarak karşımıza çıkmıştır” derken ne demek istiyorum, önce onu açarak başlayayım. Şöyle ki…

İlk cihan harbinden muzaffer çıkan İngiltere, Fransa vd. Müttefik ülkelerin ABD’ye olan savaş borçları ile savaşı kaybeden Almanya’nın bu Müttefiklere ödemekle yükümlü kılındığı savaş tazminatı meseleleri uzun yıllar tam ve kesin bir çözüme kavuşturulamamış, bu durum karşı karşıya kalınan ekonomik krizleri derinleştirmişti. Neticede, bütün bunlar toplum olarak Versay Anlaşması’nda kendi yöneticilerinin ihanetine uğradıklarını düşünen Alman halkının ülkedeki siyasi sistemin temel aktörlerine yönelik hoşnutsuzluğunu artırmıştı.

Daha spesifik söylersek, halk tüm bu olumsuzluklardan I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren ateşkes anlaşmasına imza koymuş “hain”* Alman politikacıları, kendilerini “sırtından bıçakladığını” düşündükleri Yahudileri ve Marksistleri sorumlu tutan radikal sağ ideolojiyi keşfetmeye (!) başladı. Mevcut partilerin savaş sonrası ülkenin sorunlarını aşmakta yaşadıkları zorluk, 1922’de karşı karşıya kalınan hiper enflasyonun olumsuz etkileri nedeniyle katmerlenince, bu keşif yerini genişleyen bir teveccühe bıraktı. Ödenmesinde zorlanılan savaş tazminatlarının da katkısıyla büyüyen ekonomik kriz koşulları, artan işsizlik, siyasi istikrarsızlık ve derinleşen toplumsal ayrışmalarla sarsılan Almanların mutsuzluğu 1930 yılında ABD’de başlayıp dünyayı saran Büyük Buhran’ın dayattığı sert koşullarla birlikte katlandı. Hatta arada Fransızlar, koşullardan ötürü savaş tazminatlarının ödemesini atlayan Almanya hükümetini sıkıştırmak için asker gönderip Ruhr’u işgal dahi ettiler.

Velhasıl, bir zamanlar siyasal yelpazede ciddi bir ağırlığı olmayan ve Almanya ordusunun aslında sahada yenilmediğini düşünen ve hainlerce arkadan bıçaklandıklarını ve Danzig gibi etnik olarak Alman topraklarını dahi düşmana bırakmak zorunda kaldıklarını savunan Nasyonal Sosyalistler, halkın artan hayal kırıklıklarını, umutlarını ve korkularını kullanarak iktidara giderek daha fazla yaklaştılar.

İşte bu şartlar altında, ABD ve İngiltere Almanya’daki merkez partilerin iktidarlarını rahatlatacak ve böylece Almanya’da radikal sağın yükselişine set çekecek adımlar atsalardı, belki durum farklı olabilirdi. Ama öyle olmadı. Bunun çeşitli sebepleri var. Ama neticede, Wall Street ve belli başlı Amerikan şirketleri Nazilerin iktidara yükselişine katkı verdikleri gibi, Hitler’in iktidarı aldığı 1933 sonrasında Nazi Almanya’sının finansman ve ticaretini kolaylaştırıcı destekler verdiler.

1. Dünya Savaşı’nı, Batı’nın “iyi adamları” ile Sovyet Rusya, “kötü adam” olan Nazi Almanya’sını zorlu bir mücadelenin sonunda yendi ve insanlığı kurtardı gibi bir mit üzerinden okumaktan sıkıldıysanız, savaşın sınıfsal boyutları eşliğinde ilk görmeniz gereken olgulardan biri budur.

ABD’nin Nazilere desteği

Peki nasıl desteklerdi bunlar: J.P. Morgan ve T. W. Lamon gibi Amerikan yatırım bankacılarının sağladığı kredi imkanları ile General Electric, Standard Oil, General Motors ve Ford Motor Company gibi şirketlerin 1922-1944 arasında Nazilere verdikleri destekler, Almanya’nın “sen aslansın, sen kaplansın, seni kesseler acımaz” nidaları eşliğinde II. Dünya Savaşı’na yürümesinde son derece etkili olmuştur.

Örneğin, Antony C. Sutton’ın, “olmasaydı Almanya 1939’da savaşa giremezdi” dediği dev Alman kimya şirketi IG Farben, 1927 ile 1939 arasında büyük ölçüde Amerikan teknik desteği, Amerikan tahvilleri ve Amerikan National City Bank’ın 30 milyon dolarlık yardımı sayesinde iki kat büyüyebilmiştir. 1925’te Agfa, BASF, Bayer, Griesheim-Elektron, Hoechst ve Weiler-ter-Meer gibi altı önemli şirketin birleşmesiyle oluşturulan IG Farben’in finanse edilen bu büyümesi ile de Almanya’nın savaşa girmesi kolaylaştırılmıştır. 1940’larda toplama kamplarından sağladığı bedava köle işgücü sayesinde üretim maliyetlerini aşağı çeken bu şirket yine savaş zamanı Auschwitz ve Mauthausen’de insanlar üzerinde deneyler bile gerçekleştirmiştir. Avrupa’nın en büyük şirketlerinden biri haline gelmiş IG Farben’in 1945’te Müttefik kuvvetler tarafından ele geçirilen binasının Müttefik Kuvvetler Yüksek Karargâhı olarak kullanılması da tesadüf değildir.

Alman savaş aygıtına ABD’den belki de en büyük destek dünyanın ilk büyük bilgisayar teknolojileri şirketi IBM’den gelmişti. Amerikalı tarihçi ve yazar Edwin Black, IBM’in Auschwitz ve Treblinka toplama kamplarındaki milyonlarca insanın ölüme götürülmesinde kullanılan teknolojiyi Nazilere doğrudan ve adım adım sağlayan bir şirket olduğunu yazar.

Black, 2001 tarihli “IBM and the Holocaust: The Strategic Alliance Between Nazi Germany and America's Most Powerful Corporation” başlıklı kitabında, Hitler’in Polonya’yı işgali ardından IBM’in, bu ülkede temel amacı Polonya'nın yağmalanması sırasında Nazi işgaline hizmet etmek olan “Watson Business Machines” isimli bir şirket kurduğunu da yürütülen faaliyetlerle birlikte aktarır. Anlatılanlara bakılırsa, IBM, Nazilerin ihtiyaç duyduğu tüm din, ana dil, milli köken, Yahudi nüfusu, kürk ticareti gibi verilerin kayıt altına alınmasından tutun da “gettolardan her gün tam olarak kaç Yahudi'nin boşaltılması gerektiğini hesaplamaya” ve soykırımı kolaylaştıracak meselelerin çözümüne kadar pek çok hususu sistemlerinin Nazilere kiralanması ile mümkün kılmış.

İngilizlerin taktik desteği

Bu arada, Hitler’in iktidara gelişini “Yahudi’nin Yahudiliğine dönüşünün başlangıcı” olarak tanımlayan İngiliz Hıristiyan Siyonistlerinin Nazilere verdiği desteği de unutmamak lazım. Özellikle de daha ortada Auschwitz, gaz odaları filan yokken, Yahudilerin Filistin’e “dönmeleri” ve bir devlet kurmaları gerektiğine inanan Anglikan Kilisesi’ne ve İskoç Kilisesi’ne bağlı İngiliz Siyonistlerin varlıklı Yahudilerin Filistin’e göçünü 60 bin kişilik ilk parti ile mümkün kılan 1933 tarihli Haavara Anlaşmasının ardında olmaları ve Hitler’i desteklemelerini kesinlikle hatırda tutmak lazım.

Ayrıca, İngilizler Nazilerin Çekoslovakya işgaline ses çıkarmamışlardır. Bunun da ardında, bu işgalle Almanların Rusya ile savaşırken ihtiyaç duyacağı silahları bu alanda sağlam bir altyapısı olan Çeklere ürettirecek olmalarını bilmelerinin büyük payı vardır. İngilizler Almanya’yı doğuya doğru yönlendirmek için de ellerinden geleni yapmışlardır. Zaten Hitler de Kavgam’da, “Lebensraum” kavramı altında dış politikasının ırkçı gerekçelerini anlatırken, Naziler olarak hedeflerinin, kabaca, “doğuya doğru genişlemek ve ırksal olarak üstün Cermen halkları (Herrenvolk) için ırk olarak aşağı halk (Untermenschen) olan Slavları yok etmek” olduğunu söylemiyor muydu?

NAZİ misyonu ve NATO misyonu

Bu arada parantez açıp, “Doğu’ya doğru genişlemek” ve Slavları yok etmek misyonunun epeydir NAZİ’lerden değil, NATO’dan sorulduğunu hatırlatalım. Hatta, buradaki “kesintisizlik” daha çarpıcıdır: Hitler’in ordusunda Nazi subayları olarak görev yapmış Adlof Heusinger, Hans Speidel, Johannes Steinhoff, Johann von Kielmansegg, Ernst Ferber, Karl Schnell, Franz Joseph Schulze, Ferdinand von Senger und Etterlin gibi komutanlar daha sonra NATO’da önemli görevler üstlenmiştir.

Hatta Nazi Almanya’sında orduda (Wehrmacht) Albay olarak görev yapmış Albert Schnez yıllar sonra sosyal demokrat Willy Brandt hükümeti döneminde Alman Genelkurmay Başkanı olmuştur. “Hitler’in Süper Casusu” olarak bilinen istihbarat subayı Reinhard Gehlen ise ilerleyen yıllarda CIA’de, yine Alman ordusunda askeri istihbarat subayı olarak çalışmış Kurt Waldheim’in da 1972-1981tarihleri arasında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri olarak görev yaptığını da unutmayalım! Hem de karanlık geçmişi 1945’ten itibaren CIA tarafından bilinmesine rağmen.

Eğer Naziler ilk ve tek istikameti Sovyetler Birliği olarak belirlemiş olsalar, sonra da Rus cephesinden muzaffer çıksalardı, muhtemelen Müttefiklerin daha da büyük destek ve teveccühüne mazhar olabileceklerdi. Ama tabii, tarih öyle tecelli etmedi.

Dev maliyetlerin yönetilmesi

Buradan başlangıçta hatırlattığımız “sonuç-sebep” meselesine dönersek… I. Dünya Savaşı sonrasında mesele “maliyetlerin yönetilmesi” meselesi olup çıkmıştı. Washington, İngiltere, Fransa vd. Avrupalı müttefiklerine savaş boyunca verdiği milyarlarca dolarlık borcun geri ödenmesini garanti altına alma kararlılığı içindeyken, İngiltere ve Fransa bu borçlarını, Almanya’dan alacakları savaş tazminatlarıyla ilişkilendirme gayreti içinde olmuştu. Ancak Washington’un, müttefikler arası savaş borçlarının onların Almanya’dan alacaları tazminatlarla ilişkilendirilmesi çabalarına uzun süre karşı durduğunu biliyoruz.

Merkez bankalarının rezerv politikaları konusunda koordinasyon içinde olmalarını sağlama ihtiyacı bile ilkin bu savaş tazminatları ve savaş borçları meselesinin (Young Planı kapsamında) daha iyi yönetilmesini sağlamak için hissedilmişti. Neticede bugün önemli bir uluslararası fonksiyonu olan Uluslararası Ödemeler Bankası (BIS) dahi 1930’da Belçika, Fransa, İngiltere, Almanya, İtalya, Japonya ve tabii ki İsviçre tarafından doğrudan bu amaçla kurulmuştu.

Kariyerine I. Dünya Savaşı’nda savaş sponsorluğuyla başlayıp, Büyük Buhran’dan alınan dersler sayesinde II. Savaş’ta bu rolü “Ödünç Verme ve Kiralama Yasası” (The Lend and Lease) programı ile geliştirip pekiştiren ABD, II. Dünya Savaşı sonrası kendisini “Hür Dünyanın” jandarması konumuna yükseltirken, NATO’yu da 1949’da bu maliyetlerin paylaşımının yönetilmesiyle de mükellef kılacak şekilde kurdu. NATO belki, II. Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa'da ortaya çıkan güvenlik ihtiyacının sonucu olarak, üyelerine dışarıdan gelebilecek bir saldırıya karşı ortak hareket etme ve Sovyetler Birliği’ne karşı bir güvenlik seti çekmek amacıyla kuruldu. Hatta NATO, o sıkça dile getirilen ifadede de olduğu gibi, aslen “ABD’yi içerde, Sovyetler’i dışarda, ama özellikle de Almanya’yı aşağıda (!) tutmak üzere” teşekkül ettirilmiş bir askeri ittifak idi. Hangi Almanya’yı? Yüzlerce yıl birbiriyle savaşmış Avrupa’nın küçüklü büyüklü ülkelerini tehdit edebilecek ve Avrasya’nın sınırlarını jandarmanın iradesine rağmen değiştirme cüreti gösterecek kudrete erişebilecek bir Almanya’yı…

Ama bunların da ötesinde bu amaca dönük maliyetler bir ortak komutadan yönetilsin, paylaşılsın istendi NATO ile.

Dev maliyetlerin yönetilmesi

Gelgelelim, ABD Hazine Bakanlığı rakamlarıyla Kasım 2025 itibarıyla ulusal borcu (38 trilyon dolar ile) arşa ulaşmış Washington bu paylaşım tablosundan dahi artık memnun değil. Maliyetlerin paylaşımında Avrupalı müttefiklerinin çok daha fazla rol ve rakam üstlenmelerini istiyor, bunun için üst perdeden konuşup tehdit ediyor, oyunları bozuyor, kırıp döküyor. Yeniden oyun kurarmış, meşruiyet dağıtacakmış gibi yapıyor. Tüm aktörlerin kendisini önce güvensiz hissetmesini sağlıyor. Ortadoğu’daki (Suudi Arabistan, BAE gibi) müttefikler mesajı alıyor, Washington’a aktardıkları rakamda cömertçe el yükseltiyor. Ama işleri zaten çok iyi gitmeyen Avrupalı müttefiklerin hepsi mesajı hemen almak, uzun yıllardır ucuza eriştikleri enerji kaynaklarına sırf Washington kazansın diye daha fazla para ödemek istemiyor. Kimileri de Washington’un bir dediğini iki etmiyor, kendi bindiği dalı kesebiliyor, susabiliyor. İstihdamdaki düşüşü, rekabet avantajındaki yitimi askeri Keynezyenizm ile aşabilirmiş gibi yapıyor, bu yöndeki rüyalarından bahsediyor.

Tabii ki Avrupa, özellikle de Orta ve Doğu Avrupa jeopolitik denklemleri zor coğrafyalar. Buralardaki ihtilaflar sadece buraya mahsus ihtilaflar olarak kalmıyor. “Maliyet yönetimi” de hiçbir zaman tek belirleyici olmuyor. İngiliz stratejist Halford Mackinder, “her kim ki Doğu Avrupa’yı kontrol altında tutar, o dünyanın kalbinin attığı merkez bölgeye (Heartland) hükmeder,” demişti. Nitekim III. Dünya Savaşı’na yönelik olası senaryoların odağında çoğunlukla bu coğrafyanın bulunması tesadüf sayılmaz. Yayılarak bir cihan harbine dönme olasılığı henüz tam olarak sıfırlanmamış bu coğrafyadaki bir savaşta son üç yılda ölen insan sayısı sanırım 1 milyonu aştı. Ama bunun kimseyi durdurduğu yok. İşte bunun tek olmasa da bir sebebi de bahsettiğim maliyetlerin yönetiminin tam olarak nasıl olacağı konusunda son noktanın konmamış olması.

O nokta belirleyici bir komite ya da antlaşma ile taraflara dikte edilmedikçe ya da yeni bir savaşla net olarak konmadıkça, biz bu konuyu konuşmaya epey daha devam edeceğiz gibi görünüyor. Ama Heartland teorisi ile bu yazıda geldiğimiz yere şimdilik bir nokta koyalım. O teorinin tartışmadaki yol göstericiliği bir başka yazımızın konusu olsun. 

*Osmanlı için Sevr neyse, Almanya için de Versay biraz böyle algılanmış, dersek meseleyi basitleştirmiş oluruz belki, ama kavranmasını kolaylaştırabiliriz, sanıyorum.

 Bir yalı, beş adam: Yolu Zeki Paşa Yalısı’ndan geçenler -Eray Özer- 
Satışa çıkan meşhur Zeki Paşa Yalısı’nın tarihini kazıyınca altından beş adamın hikayesi çıktı. Bu beş adamın hayatı üzerinden Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk dönemlerine dair nefis bir okuma yapılabilir. Ama biz bu isimleri belki daha önce duymadık bile. Çünkü merak etmiyoruz, çünkü hep daha önemli şeyler var konuşulacak. “Kediyi merak öldürür” diyoruz ya, bizi de meraksızlık öldürüyor
zeki paşa yalısı

Sarıyer Rumelihisarı’nda yer alan ve  II. Abdülhamid döneminin nazırlarından Zeki Paşa için dönemin ünlü mimarı Alexandre Vallaury tarafından tasarlanan İstanbul Boğazı’nın simge yapılarından, 23 odalı tarihi Zeki Paşa Yalısı


İstanbul Boğazı’ndaki Zeki Paşa Yalısı’nın satışa çıktığına dair haberleri görmüşsünüzdür.

Benzer haberler bundan altı yıl önce de ortalığa dökülmüş lakin belli ki bu tarihi yalı sahibini bir türlü bulamamıştı.

Zenginin malı züğürdün çenesini yorar misali yalıyla ilgili her satış girişiminde rakamlar konuşuyor. 23 odası varmış, 5 salonu, 8 banyosu… İki bin küsur metrekare kapalı alan… Tahmini değeri 2 ila 6 milyar liraymış. Dünyanın en pahalı gayrimenkullerindenmiş.

Oysa bir de hikâyesi var o yalının. O hikâye yalıya eli değenlerle zenginleşiyor ve anlam kazanıyor. Bu tarihi eseri hikâyesi değerli kılıyor.

Bir Boğaz Yalısı’nın tarihini kazınca bakın altından kimler çıkıyor:

Alexandre Vallaury

Zeki Paşa Yalısı’nın mimarı. Türkiye’de modern mimarlık eğitiminin de bir bakıma babası. Bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi olarak bildiğimiz bina vaktiyle Osman Hamdi Bey’in girişimiyle Sanayi-i Nefise Mektebi olarak kullanılıyordu. Vallaury o binayı Osman Hamdi’nin arzusu üzerine inşa etmekle kalmadı, mimarlık bölümünün kurucusu olarak orada tam 25 yılını geçirdi.

İstanbul’da doğdu ve öldü Vallaury. Sadece mimarlık eğitimi için Fransa’ya gidip döndü. Fransa kökenli bir levanten olan babası Edouard, 1806’da Fransız elçiliğinde çalışmak üzere İstanbul’a gelmiş, görevi bitince dönmeyip kalmış bir mutfak ustasıydı. Uzmanlığı pasta, şekerleme ve tatlılardı.

Osmanlı padişahları için tatlı ve pastalar hazırlardı. Dükkânı meşhur Çiçek Pasajı’ndaydı. (O zamanki adı Hristaki Pasajı.) Sonra çok meşhur olacak Lebon Pastanesi’nin (profiterolde İnci Pastanesi’yle yarışırdı bir zamanlar) kurucusu Bay Lebon sadece Edouard Usta’nın çırağı değil aynı zamanda damadıydı. Alexandre’ın ise kayınbiraderi.

Dünyanın sayılı güzel sanat okullarından Ecoles des Beaux-Arts’tan mezun olan Alexandre Vallaury mimarlık eğitimi vermenin yanı sıra İstanbul’un -özellikle büyük 1894 depreminden sonra- yeniden inşasında da büyük rol aldı.

Rumeli Hisarı’ndan Baltalimanı’na ilerlerken gözünüze çarpan Zeka Paşa Yalısı da bu depremin hemen ardından inşasına başlanan bir yapı. Aynı sahilde, sadece birkaç kilometre ötedeki Afif Paşa Yalısı’nda da onun imzası var. Keza Pera Palas, Büyükada Rum Yetimhanesi, Haydarpaşa Lisesi gibi İstanbul’un en göze çarpan yapılarında da…

İtalyan mimar Raimondo D’Aranco’yla birlikte “Mimar-ı Şehir” olarak anıldılar. Yani bu şehrin mimarları…

Tophane Müşiri Mustafa Zeki Paşa

Osmanlı’nın en yüksek rütbeli komutanlarından. (Müşir mareşal anlamına geliyor.) Özellikle Padişah 2. Abdülhamid’in yakın ekibinden. Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra ismi değişen Topçu Ocağı’nın ve askeri okulların baş komutanı.

                                                                         Mustafa Zeki Paşa

Yalıyı haremi Ayşe Hanım için yaptırıyor. Fakat içinde oturmak kısmet olmuyor. 2. Meşrutiyet’in ardından İttihatçılar tarafından tutuklanıp önce Büyükada’ya, sonra Rodos’a sürgüne gönderiliyor.

Pınar Çelik Azap’ın “Müşirlikten Sürgüne Bir Hayat: Mustafa Zeki Paşa (1908-1914)” makalesi dönemin gazetelerinde Zeki Paşa aleyhine çıkan yazıların ve suçlamaların dökümünü detaylı bir şekilde anlatıyor. Zeki Paşa’ya yöneltilen en önemli suçlama Abdülhamid adına İttihatçıları fişleyen bir casus ağı kurması. Padişaha hemen her gün istihbarat bilgi notu gönderiyor. Öyle bir tane de değil, bazı günler notların sayısı yirmiye çıkıyor.

Bir de yolsuzluk suçlaması var. Özellikle Tanin Gazetesi, Paşa’yı görevini kullanarak kamu ve vakıf mallarını üzerine geçirmekle ve hızla zenginleşmekle suçluyor.

Gazetede Zeki Paşa’nın mal varlığı kalem kalem yazılıyor. Üstelik en kıymetli varlığı da malum yalı değil. Beyoğlu’nda bir apartman, Bursa’da bir balık çiftliği, Aydın’da çiftlik, Galata’da bir han ve iki mağaza, Şehzadebaşı’nda bir konak, Perşembe Pazarı’nda mağazalar, arsalar, daireler… Liste uzun. Yalıya ve diğer mal varlıklarına İttihatçılar tarafından en konuluyor. Paşa Rodos’taki sürgünden döndükten birkaç yıl sonra zatürreeden ölüyor. Yalı o içinde yaşayamadan el değiştiriyor.

Ömer Faruk Efendi

Son Osmanlı halifesi Abdülmecid Efendi’nin oğlu ve son padişah Vahdeddin’in damadı. Mustafa Kemal’in genç bir subayken izdivacına talip olduğu Sabiha Sultan’la evlenen kişi. Zeki Paşa Yalısı’nı satın alıyor ve yeni Cumhuriyet’in yöneticileri tarafından sürgüne gönderilene dek burada karısı Sabiha ve çocuklarıyla birlikte kalıyor.

Uzun boylu, yakışıklı bir adam. Sabiha Sultan o esnada Ömer Faruk Efendi’ye âşık olduğu için Mustafa Kemal’i reddettiğini söylüyor. Mustafa Kemal ona çok âşık olduğundan olsa gerek evlat edindiği çocuklardan birine onun adını veriyor: Sabiha (Gökçen).

Yine belki de Sabiha’ya olan aşkından belki de payitahttan birinin böyle bir girişimini uygun görmediğinden, Mustafa Kemal Anadolu Hareketi’ne katılmak üzere İstanbul’dan yola çıkan Ömer Faruk’u yolda geri çeviriyor. Mustafa Kemal’in telgrafı İnebolu dolaylarında Ömer Faruk Efendi’ye ulaştırılıyor:

“Yüce şahsiyetinizin Anadolu’ya gelmeniz, tarihteki acı örneklerin de gösterdiği üzere, yüksek saltanat erkânı arasında bazı yanlış anlamalara yol açabileceği ve şu anda tam bir birlik içinde bulunan millî kamuoyunu yeniden karışıklığa sürüklemek suretiyle olağanüstü sakıncalı sonuçlar doğuracağı muhakkak olduğundan; vatan ve milletin, hanedan-ı saltanat-ı seniye mensuplarının hizmetlerinden faydalanacağı zaman gelene kadar, şimdilik İstanbul’da ikametinizi uzatmanızın, sahip olduğunuz vatanseverlik duygularının bir gereği olduğu kanaatiyle, saygıyla arz olunur efendim.”

Ömer Faruk’la Sabiha’nın evliliği epey uzun sürse de yaklaşık otuz yıl sonra, 1948’de boşanmayla sona eriyor. Ömer Faruk 1969’da sürgünde ölüyor.

Sabiha Sultan ve Ömer Faruk Efendi

Ali Kemal

Yalının ilk sahibi Zeki Paşa’nın damadı sıfatıyla bu binada bir süre ikamet eden isimlerden. Siz onu İngiltere’nin eski başbakanı Boris Johnson’ın büyük dedesi olarak da tanıyorsunuz. Zira bir yaz tatili için gittiği İngiltere’de yaptığı evlilikten doğan iki çocuğundan biri olan Osman Kemal Wilfred Johnson, Boris’in dedesi olan Stanley’in babası.

Ali Rıza olan ismini Namık Kemal hayranlığı nedeniyle Ali Kemal olarak değiştirmesine rağmen Cumhuriyet’in hafızasında “hain” olarak kalmış biri Ali Kemal. Jön Türk hareketinde yer alsa da bir süre sonra ayrılması ve hakkında ortaya çıkan “padişahın Jön Türkler içindeki casusuydu” haberleri, İttihat ve Terakki’ye duyduğu nefret, Milli Mücadele’ye karşı çıkışı, Damat Ferit Hükümeti’nde dahiliye ve maarif nazırlığı görevlerinde bulunması ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucularından biri olması… Milli Mücadele başarılarla ilerlerken Ali Kemal hep karşı cephede yer alıyor.

Tüm bunların ardından İstiklal Mahkemesi’ne çıkarılacağı söylenerek gözaltına alındıktan sonra İzmit’te kumandanlık karargahının önünde halk tarafından linç ediliyor. Öldükten sonra asıldığı darağacında göğsünde şöyle yazıyor: “Hain-i din ve vatan Artin Kemal.”

Zeki Baştımar

Zeki Paşa Yalısı’yla ilgili haberlerde yalının bugünkü sahiplerinin Baştımar Ailesi olarak geçtiğini görmüşsünüzdür. Bir de isim zikrediliyor: Meliha Baştımar. Meliha Hanım’ın kim olduğuna dair pek bir bilgi yok. Zeki Paşa’nın ailesiyle akrabalık bağları olduğu da vurgulanıyor ama bunun detayını da bulamıyoruz.

Lakin 1960 ve 1970’lerin Türkiyesi’nde güçlü sol rüzgarlar eserken yalının önünden geçen çeşitli örgütlerden militanların birbirlerine yalıyı göstererek “Bak, bu Zeki Baştımar’ın ailesinin yalısıymış” dediğini biliyoruz.

1962-1973 yılları arasında Türkiye Komünist Partisi’nin liderliğini üstlenen Zeki Baştımar, Türkiye sol hareketi içinde en önemli figürlerden biri. Trabzon’un Sürmene ilçesine bağlı Baştımar köyünden. Soyu meşhur Hacı Yakupoğulları ailesine dayanıyor ve bu aileden çok farklı dünya görüşlerinden isimler çıkmış. Mesela dayısı Hafız Mehmet Bey, İzmir Suikastı sonrası idam edilen bir mebus.

Zeki Baştımar ailenin “zengin” kanadından gelmiyor ama yalı sahipliği onun da üstüne kalıyor. Hikmet Kıvılcımlı, Mihri Belli, Nazım Hikmet, Reşat Fuat Baraner gibi dönemin ünlü komünistleriyle bazen hapishane arkadaşı oluyor, bazen birlikte siyaset yapıyor, bazen de kanlı bıçaklı oluyor. Sovyetler Birliği’ndeki eğitimi sonrası Sovyet çizgisindeki Marksist-Leninist ideolojiye bağlılığından ömür boyu vazgeçmiyor. 60’ların siyasi hayatında etkili olan TKP Dış Büro’nun Nazım Hikmet ve Abidin Dino gibi isimlerle birlikte kurucuları arasında yer alıyor. Yedi Gün Yayınevi’yle Tolstoy ve Çehov gibi isimlerin Türkçeye ilk çevirilerini yapıyor. Hayatı sürgünde, Doğu Almanya’da son buluyor.

İşte böyle… Yolları bir yalıda kesişmiş beş adam, her biri roman yahut film olabilecek beş insan öyküsü…

Kuvvetle muhtemel hiçbirinin adını daha önce duymadınız.

En iyi ihtimalle Zeki Paşa bir yalının ismiydi, Ali Kemal de meşhur bir haindi. O kadar.

Oysa mesela sadece bu beş isim üzerinden nefis bir Cumhuriyet okuması yapabilirsiniz.

Farkında mısınız ne çok hikayeyle dolu memleket. Tarihimizde irili ufaklı kahramanlar ve anti-kahramanlardan geçilmiyor.

Ama işte bilgiyle, geçmişle, tarihle ve buralardan çıkarılabilecek derslerle ilgilenmiyoruz.

Merak etmiyoruz aslında. Böylesi kolayımıza geliyor.

“Kediyi merak öldürür” diye bir lafımız var ya… Sanki bizi meraksızlık öldürüyor.

 Nvidia balon mu, değil mi?-Füsun Sarp Nebil- 

Geçen hafta çeyrek sonuçları açıklandıktan sonra, bir grup Nvidia'yı adeta Ponzi dolandırıcılığı ile suçladı. Kısa sürede bu dolandırıcılık analizi çeşitli gruplarda köpürtülmeye başlandı. İlginç bir hikâye olduğu için hem analizi hem de karşı cevabı inceledik.

Nvidia balon mu, değil mi?

Bugünlerde dünyanın en değerli şirketi, 4,3 trilyon dolar değer biçilen GPU şirketi Nvidia. CEO Jensen Huang'ın, iki arkadaşı ile birlikte 1993'de kurduğu ve oyun, profesyonel görselleştirme, veri merkezleri ve otomotiv alanında yongalı (çip) sistemler üreten firma yapay zekânın yükselişi ile birlikte inanılmaz bir şekilde değerini katladı ve zirveye oturdu. Hatta ekim sonunda firmanın değerinin 5 trilyon doları da aştığını gördük. Doğal olarak bir firmanın böylesine başdöndürücü yükselişinin getirdiği pek çok tartışma ve görüş var. Bu tartışma ve görüşlerin ortasında, cumadan bu yana dedikodu çarkları yürüyor. İlginç bir tartışma olması nedeniyle detayını veriyoruz.

Intel gerilerken, ARM, AMD ve Nvidia yükseldi

Yarı iletken sektöründe (çip) 60 yıl kadar sadece Intel'in sözü geçerdi. Moore Kanunu ile tüm bilgisayar üretimini de fiyat ve performans açısından yönlendirdi. Ama tekel olmanın getirdiği körlükle, dijital alanda yanından gelip geçen gelişmeleri, yani cep telefonlarını, oyun sektörünü, kripto sektörünü ve uzantısında yapay zekâyı ıskaladı. Önce mobil sektörü ARM bazlı ürünlere kaybetti, 2000’lerden sonra hızla gelişen oyun sektörünü ve arkasından gelen kripto pazarını yakalayamadı. 2010'lardan itibaren, tek ümidi olarak kalan veri merkezi sektörünü de yapay zekânın öne çıkmasıyla birlikte, arkadan gelen bu firmaların ellerine bırakmış oldu.

Öyle ki, geçen yıl Quallcomm, ARM gibi sonradan kurulan firmaların Intel'i satın alma görüşmelerini gördük. İşten çıkarmalar duyuruldu. Sonunda Trump iktidara geldi. Kapitalist ABD adeta Komünist oldu ve devlet Intel'in yüzde 9,9'unu satın aldı. Arkasından da -muhtemelen baskı sonucu- Softbank ve Nvidia vs'nin Intel'den hisse satın aldığı görüldü. Çünkü ABD çip konusunda ana şirket olarak Intel'i görüyor.

Ama değerinden de anlaşılacağı üzere Nvidia, teknolojinin motoru olan yongalar konusunda çok önde. Bu nedenle Nvidia'nın bugünkü değerine şaşmamak lazım derken, geçen haftanın sonunda Nvidia çeyrek sonuçlarını açıkladığında önemli bir çalkalanma meydana geldi.

Bir grup, Nvidia'yı adeta dolandırıcılıkla suçladı.  Kısaca özetlersek, Nvidia Corporation'ın yapay zekâ sektöründe "610 milyar dolarlık bir Ponzi şeması"nın parçası olduğu yönünde bir analiz yayınlandı. Kısa sürede bu analiz çeşitli gruplarda köpürtülmeye başlandı. Ancak hemen belirtelim ki: Bu iddiayı destekleyecek SEC, Audit benzeri güvenilir bir kanıt yok. 

Peki neden böyle bir iddia var?

Nvidia, yapay zekâ sektörünün gerektirdiği veri merkezlerinde kullanılan GPU ürünlerine olan yüksek talep nedeniyle oldukça güçlü bir büyüme kaydediyor. Bağımsız analistler tarafından değerlemeler, çip envanter seviyeleri, sipariş defterleri ve nakit akışı zamanlamaları konusunda bazı endişeler dile getiriliyor. Örneğin: şu anda yayından moderatörler tarafından kaldırılmış olan bir Reddit gönderisinde, Nvidia'nın "nakit dönüşümünün" benzer şirketlerden daha zayıf olduğunu iddia ediliyordu.

Bazı başka internet gönderileri ise, Nvidia'yı ve aslında "yapay zekâ patlaması"nı -2001'deki dot.com krizini hatırlatarak- "aşırı abartılmış" olarak nitelendiriyor ve değerlemelerin, gerçeklerle uyuşmadığını öne sürüyor. Ancak abartılmak ve Ponzi şeması olmak çok farklı şeyler.

Ponzi şeması, yeni yatırımcı parasının, altında gerçek bir iş olmadan önceki yatırımcılara getiri sağlamak için kullanılması anlamına gelir. Bu, hileli muhasebe, kayıp varlıklar ve yatırımcıları sermaye iadesi için bilerek kandıran operatörler anlamına gelir. Oysa Nvidia'nın değerlemesi borsada oluşuyor ve "610 milyar dolarlık Ponzi" gibi iddialar, denetlenmiş raporlardan veya ana akım analistlerden değil; forum gönderilerinden, sosyal medya başlıklarından ve spekülatif "araştırma" yazılarından geliyor.

Bu gönderilerdeki iddiaların çoğu kanıtlanmamış durumda: örneğin, "33,4 milyar dolarlık ödenmemiş fatura", "19,8 milyar dolarlık satılmamış çip" gibi rakamlar için doğrulanabilir bir kaynak yok.

Gerçi Nvidia bir Ponzi olmasa bile, bu risksiz olduğu anlamına gelmez. Uzmanlar şunların sorun olabileceğini düşünüyor;

"Yapay zekâ patlaması" fiyata yansıyor. Büyüme yavaşlarsa veya marjlar daralırsa, hisse fiyatlarındaki düşüşler büyük olabilir.

Bazı analizler, kârlar artarken nakit akışı dönüşümünün gecikebileceğini öngörüyor.

Müşteriler satın alımlarını geciktirirse veya envanter birikirse, sorun yaşanabilir.

Yapay zekâ altyapısı sermaye yoğundur, ancak artış maliyetleri çok yüksektir ve rekabet kâr marjlarını aşındıracaktır.

Çipler ihracat kontrollerine (ABD/Çin), tedarik zinciri kesintilerine, düzenleyici değişikliklere tabi olduğu için şirketin gelirlerini ve büyümesini etkileyebilir.

Değerin büyük bir kısmı hisse senedi olarak çalışanlara gidiyor. Bu durum kazançları ve hissedarların değer kaybını etkiler. Bazı yorumcular bunu "gizli maliyet" olarak vurguluyor.

X'de bir kullanıcı, iddialara bir analiz ile cevap vermiş. Analizi okuyunca, hem durumu anlamak ve iddianın nereden kaynaklandığı çok iyi bir şekilde anlaşılıyor.

"Nvidia, saadet zinciri gibi bir şey değil.

Bu tam bir saçmalık. İşte nedeni.

Hisse senedi Çarşamba günü mesai saatleri dışında yüzde 5 yükseldi, ardından Perşembe günü yüzde 3 düşüşle kapandı. Algoritmalar dolandırıcılık tespit etmedi. Altı çeyrek boyunca yüzde 100'ün üzerinde gelir artışı sağlayan Nvidia'nın, brüt kâr marjının yüzde 75'ten yüzde 73,6'ya düşmesiyle sadece yüzde 62 büyüme bildirdiğini tespit ettiler. Büyüme çılgınlıktan mükemmelliğe doğru yavaşladı. 52 kat kazanç artışına sahip bir hisse senedi için bu önemli.

Alacak hesapları paniği, yarı iletkenlerin gerçekte nasıl çalıştığını göz ardı ediyor. Nvidia'nın alacaklar için vadesi 53 gün. Intel'in ortalama vadesi 35 gün. AMD'nin ortalama vadesi 68 gün. Nvidia, normal sektör aralığının tam ortasında yer alıyor. 33,4 milyar dolarlık alacak, gelirin yıllık yüzde 62 artması nedeniyle arttı. Matematik böyle işliyor.

Döngüsel finansman iddiası, sermaye yoğun altyapıyı anlayana kadar kulağa çok kötü geliyor. Nvidia, xAI'nin 20 milyar dolarlık turuna 2 milyar dolarlık sermaye yatırımı yaptı. Özel amaçlı şirket (SPV), Nvidia GPU'larını satın alıp beş yıl boyunca xAI'ye kiralıyor. Bu dolandırıcılık değil. Tedarikçi finansmanı. TSMC, onlarca yıldır dökümhane kapasitesini güvence altına almak için peşin ödemeler kullanıyor. Müşteriler, kıtlık dönemlerinde tedariki güvence altına almak için öödeme yapıyor. 1990'lardan beri standart uygulama.

Envanter argümanı, temel ürün geçiş ekonomisi kapsamında çöküyor. Jensen Huang'ın satışların "grafiklerin dışında" olduğunu ve bulut GPU'larının "tükendiğini" söylediği Blackwell'deki yükseliş döneminde envanter, çeyrekten çeyreğe yüzde 32 arttı. Yeni nesil çipler için lansmandan önce envanter oluşturmak şüpheli değil. Bu, tedarik zinciri yönetimi.

Peter Thiel, Kasım ayında 100 milyon dolar sattı. Tweet, bunu yaklaşan çöküşe dair içeriden bilgi olarak çerçeveliyor. Thiel'in fonu, ikinci çeyreğin sonunda portföyünün yüzde 40'ını Nvidia'da tutuyordu. Bir yıldan kısa bir sürede yüzde 150'den fazla kazanç elde etti. Bu getirilerden sonra yüzde 40'lık bir konsantrasyon pozisyonundan çıkmak bir dolandırıcılık sinyali değil. Bu bir risk yönetimi. Dünyadaki her portföy yöneticisi aynısını yapardı.

Michael Burry, Nvidia'nın Mart 2026'ya kadar 140 dolara düşeceğine dair bahis oynayarak put satın aldı. Burry ayrıca Tesla'yı 1.200 dolara düşmeden önce 180 dolardan açığa sattı. Konut krizini çağırdı. Ayrıca 15 yıldır Japonya'daki deflasyon işlemleri konusunda da yanıldı. Bir hedge fon yöneticisinin düşüşe bahis oynaması dolandırıcılık iddialarını doğrulamaz. Aksine, bir anlaşmazlığın varlığını doğrular.

Nakit dönüşüm metriğinin bağlamı olmalı. Nvidia, kârının yüzde 75'ini nakde çevirirken, TSMC ve AMD için bu oran yüzde 95. Ancak CFO Colette Kress, kazanç görüşmesinde Blackwell üretimini ölçeklendirdikçe girdi maliyetlerinin arttığını belirtti. Bu, bir ürün geçişi sırasında ortaya çıkan marj baskısıdır. Gizli muhasebe dolandırıcılığı değil.

Wall Street'in boğuştuğu asıl sorun dolandırıcılık değil. Huang'ın 2026'ya kadar Blackwell ve Rubin GPU'ları için bahsettiği 500 milyar dolarlık siparişlerin gerçek bir bilgi işlem talebi mi yoksa aşırı altyapı inşası mı olduğu sorusu. Bu, talebin sürdürülebilirliğiyle ilgili bir soru. Cisco'nun 2000 yılında 50 milyar dolarlık birikmiş işi vardı ve bu, işletmeler yönlendirici satın almayı bıraktığında buharlaştı. Bu karşılaştırma yerinde.

Ancak tedarikçi finansmanını bir saadet zinciri olarak adlandırmak, yaratıcı sermaye yapısıyla döngüsel muhasebeyi karıştırıyor. Tarihteki her altyapı inşası bu yapıları gerektirdi. 1800'lerde demiryolları. 1990'larda telekomünikasyon. 2010'larda bulut. Pahalıdırlar. Bazen aşırı inşa ederler. Bu onları dolandırıcı yapmaz.

Eylül ayındaki güçlü istihdam raporunun Aralık ayında Fed'in faiz indirimi olasılığını düşürmesi nedeniyle hisse senedi Perşembe günü düşüşe geçti. Teknoloji sektörü genel olarak satış yaptı. Bu, Nvidia'ya özgü bir durum değildi.

Tweet'te, "algoritmalar bunu gerçek zamanlı olarak tespit ederken, gerçek yatırımcılar 90 gün geride kaldı" iddiası yer alıyor. Algoritmalar yavaşlayan büyümeyi ve daralan marjları tespit etti. Bu, değerlemenin yeniden ayarlanmasıdır. Dolandırıcılık tespiti değil.

Adil değer 186 dolardan düşük olabilir. Ancak 71 dolar, her müşterinin temerrüde düştüğünü, her siparişin iptal edildiğini ve her çipin satılmadığını varsaymayı gerektirir. Bu analiz değil. Felaket tellallığıdır."

610 milyar dolarlık iddia neydi?

Şimdi de Nvidia hakkında yayılan iddiayı Reddit'ten kaldırmışlar ama ilk yazan kişi aynı yerde tutuyor:

"SON DAKİKA: 610 Milyar Dolarlık Yapay Zekâ Ponzi Şeması Çöktü

Dün akşam saat 16.00 ESTde eşi görülmemiş bir şey oldu.

Nvidia hissesi kazanç açıklamasıyla yüzde 5 yükseldi, ardından 18 saat içinde negatife düştü. Wall Street algoritmaları insanların göremediğini gördü: rakamlar birbirini tutmuyor.

Buldukları şey şu:

Nvidia, 33.4 milyar dolarlık ödenmemiş fatura bildirdi — bu, bir yılda yüzde 89 artış. Çip satın alan müşteriler henüz ödeme yapmamış. Ortalama ödeme süresi 46 günden 53 güne çıktı. Bu ekstra 1 haftalık gecikme 10.4 milyar dolar demek — belki de hiç ödenmeyecek.

Bu sırada Nvidianın elinde satılmamış 19.8 milyar dolarlık çip stoğu birikti — üç ayda yüzde 32 artış. Ama yönetim hâlâ talebin “çılgın” ve arzın kısıtlı” olduğunu söylüyor. İkisi birden doğru olamaz. Ya müşteri almıyor ya da parasız alıyor.

Gerçek tablo nakit akışında ortaya çıkıyor:

Nvidia 14.5 milyar dolar nakit üretti ama 19.3 milyar dolar kâr açıkladı. Aradaki fark 4.8 milyar dolar.

TSMC ve AMD gibi sağlıklı çip şirketlerinde kârın nakde dönüşümü yüzde 95 üzerindeyken, Nvidiada bu oran yüzde 75 — tehlike seviyesi.

İşin suç kısmı burada başlıyor:

Nvidia, xAIa 2 milyar dolar verdi.

xAI, Nvidia çipleri almak için 12.5 milyar dolar borç aldı.

Microsoft, OpenAIa 13 milyar dolar verdi.

OpenAI, Microsoft bulutuna 50 milyar dolar harcayacağını açıkladı.

Microsoft, o bulut için 100 milyar dolarlık Nvidia çipi sipariş etti.

Oracle, OpenAIa 300 milyar dolar bulut kredisi verdi.

OpenAI, Oracle veri merkezleri için yine Nvidia çipleri sipariş etti.

Aynı para farklı şirketlerin içinde dolaşıyor ve her seferinde gelir gibi kaydediliyor. Nvidia satış yazıyor fakat kimse gerçek parayı ödemiyor. Faturalar bekliyor, stoklar büyüyor, nakit gelmiyor.

Geçen hafta AI şirket CEOları bunu kendileri itiraf etti:

Airbnb CEOsu buna vibe revenue” (hissiyat geliri) dedi.

OpenAI yılda 3.7 milyar kazanıp 9.3 milyar harcıyor 6 milyar dolar zarar.

157 milyar dolarlık değerleme, gelecekte 3.1 trilyon dolar kâr gerektiriyor — MIT araştırmalarına göre AI projelerinin yüzde 95i bu kârı asla üretemeyecek.

Büyük yatırımcılar kaçmaya başladı:

Peter Thiel  9 Kasımda 100 milyon dolarlık Nvidia sattı.

SoftBank  11 Kasımda 5.8 milyar dolar sattı.

Michael Burry  Nvidianın 2026 Martta 140 dolara düşmesine bahis açtı.

Bitcoin de AI spekülasyonunu takip ediyor:

Ekimde 126.000$  bugün 89.567$  yüzde 29 düşüş

AI girişimleri 26.8 milyar dolar BTCyi kredi teminatı olarak tutuyor.

Nvidia yüzde 40 daha düşerse, bu krediler patlayacak,

23 milyar dolarlık Bitcoin satılacak, fiyat 52.000$a düşecek.

Zaman çizelgesi:

Şubat 2026  Nvidia fatura yaşlarını açıklayacak

Mart 2026  kredi notu düşecek

Nisan 2026  muhasebe düzeltmesi başlayacak

18 ayda kurulan yapı 90 günde çökecek

Nvidianın adil değeri: 71 dolar.  Mevcut fiyat: 186 dolar. Matematik basit.”

Bu, tarihin en hızlı çöken finansal dolandırıcılığı çünkü algoritmalar bunu gerçek zamanlı tespit etti. İnsan yatırımcılar 90 gün geriden geliyor."

 Selçuk ve hapis yatabilmek -Fikret İlkiz- 

Kaç kişi hapis “yattı” ve kaç kişi hapis yatıyor hâlâ... Onlar içeride bizler dışarıda misali... Hapislik zor! Mahpus olmak değil esas mesele! Hapis yatabilmektir, çentik atabilmektir hayata...

selçuk kozağaçlı

Sayıların gerçekleri bazen acıdır ve bazen zordur.

Sayı sayıcılar arasından kimler unutmaz! En iyi sayı sayanlar...

Özgürlükleri ellerinden alınan, dört duvar içinde gökyüzleri tel örgülerle kapatılanlar...

Hapishane duvarlarındaki çentikleri açanlar şiir yazanlar, ağıt yakanlar, sözlere can katanlardır. Duvara bir çentik daha atmak eksilen sayılardır. Türkü dinlemek, türkü söylemek gibi bambaşka bir iştir bir çentik atmak!

Ve aslında bu çentiklerin derinliklerinde saklı olan; dışarıdakiler mahpus, içeridekilerin özgürlüğüdür.

Onları hapsettik zanneden tiranlar mumları söndürebilirler...

Ama gökyüzüne gerili teller arkasından gözüken ayı söndüremezler...

Marmara Cezaevi'nde mahpus Avukat Selçuk’a iki defa bir günlük özgürlük verildi, geri alındı... İki kez özgürlük, iki kez tutuklama verilen hapisteki “siyasal muhalif”...

Henüz hiçbir şey bitmedi, hatta yeni başlıyor.” diyor...

İki kez tahliye edildi, iki kez hemen ertesi gün tekrar cezaevine konuldu.

En son 16 Nisan’da tahliye edildi, 17 Nisan’da yeniden tutuklandı.  

Duvarlar; çentikçisini bekler...

12 Kasım 2025 Çarşamba günü Selçuk Kozağaçlı yazdı. Tarihi, bilinsin diye yazdı. 

Çıkarma, toplama yapılacak... 

"Dünya Zamanı"... Bu yazısının arkasında Av. Selçuk Kozağaçlı’nın silüeti var. 

Sadece silüeti değil, gülümsemesi, duruşu var ve o yazısının arkasında sekiz yıl var…

2013 yılındaki yattığı ondört ayı eklerseniz eğer, etti mi hapiste 10 yılın içinde olmak gibi bir mahpusluk…

Böyle bir zamana ne dersiniz? Ne denir?

“DÜNYA ZAMANI

''Mahpushane kapısı gülüm

Bir elvan geçit

Gelene açılır, gidene kilit...''

Ben birkaç kez "gidene kilit" kısmını açtırmayı başarmış da olsam, güzel türkünün söylediği gibi, hapishaneye girmek çıkmaktan daha kolay bu aralar.

Bugün bir kez de benim için dinlerseniz mutlu olurum; ilk olacaksa, seversiniz.

Sekizinci yılımı doldurdum.

Aynı "suçlama" nedeniyle 2013’te yatılmış on dört ayı da eklersek, hapishanede onuncu yılımın içindeyim.

Siyasal muhalifini kilit altında tutmak gayet işlevsel iktidar pratiğidir; işin o kısmına söylenecek bir şey yok, boşa sızlanmış oluruz. Bütün o yılları sızlanarak değil çok okuyarak, biraz yazarak, kapı döverek, slogan atarak, açlık grevi yaparak, gencecik avukatlarla ve tutsaklarla sohbet ederek geçirdim. Kötü değildi.

Adaletin -hukukla değilse bile- siyasetle, estetikle ve belki etikle ilişkisi bende hala gayet canlı; kapatılarak yıldırılmam veya susturulmam söz konusu olamaz.

Nefes almaya devam ettikçe direneceğim.

Ancak, bu iktidarda doğan, bu devrin çirkinliğinden, zulmünden ve yoksulluğundan payına düşeni aldıktan sonra daha yirmili yaşlarını tamamlayamadan iş cinayetlerinde, yangınlarda, patlamalarda katledilen kuşak için çok öfkeliyim.

Onlar için "dünya zamanı" bu aşağılamayla başlayıp bitmiş oldu, işte buna katlanmak çok zor.

Bu sene elli dört yaşıma girdim. Yani daha iyisini, daha kötüsünü gördüm. Benim onlardan öncem vardı ve belki bu sayede yıkılıp gidecekleri günü doğallıkla tasavvur edebiliyorum. Sizin yoksa bile, madem yaşıyoruz, geleceğimizi, yaşamlarımızı daha fazla teslim almalarına izin vermeyin.

Korkmayın, yılmayın, vazgeçmeyin. Henüz hiçbir şey bitmedi, hatta yeni başlıyor. Elbette bir kez daha görüşecek, omuz omuza dövüşecek ve geleceğimizi birlikte inşa edeceğiz.

Herkesi sevgiyle kucaklıyorum. Biz kazanacağız!

Selçuk Kozağaçlı”

İşte böyle bir şey… İçeriden dışarıya yazılmış, birkaç söz, birkaç çentik…

Dile kolay…Yazıya zor!

Yazıya kolay, dile zor!

Yoksa yazılanları yaşamak mı daha zor?

Pakistanlı Şair Faiz Ahmed Faiz’in “Hapishanede Bir Akşam Üstü”[i] şiirini Av. Selçuk Kozağaçlı’ya gönderelim ve “nefes aldıkça direnişin” armağanı olsun!

“Bir düşünce dolanıp duruyor yüreğimde-

Öyle bir bengi sudur ki hayat bu anda

Ona zehirlerini katan tiranlar

Ne bu gün ne yarın, asla kazanamayacaklar.

Ne çıkar aşkın taht odasını aydınlatan

Mumu söndürseler de? Güçlüyseler

Ayı söndürsünler, görelim hele”    

Neyse...

Mapushane duvarında bir çift güvercin  Bugün efkârlı yârime haber verin 

Mapushane kapısı gülüm bir elvan geçit  Gelene açılır gidene kilit 

Mahpushanelerin orta avlusu artık çeşme yok ve yandan akmıyor.

Ama sevdiklerimize hasret, “bir ince sızı”  içimizi yakıyor. 

Sayıları çentiklere dönüştürenlerden olmak değil; yaşamı çentiklere dönüştürenlerden olabilmektir esas yaşamak...

Kaç kişi hapis “yattı” ve kaç kişi hapis yatıyor hâlâ... Onlar içeride bizler dışarıda misali...

Hapislik zor!

Mahpus olmak değil esas mesele!

Hapis yatabilmektir, çentik atabilmektir hayata...

[i] Dünya Şiiri Antolojisi 4. Ataol Behramoğlu/Özdemir İnce. Sosyal Yayınlar. Sayfa 1372. Faiz Ahmet Faiz “Hapishanede Bir Akşam” Türkçesi Halil Köksal.
/././

T-24

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -24 Kasım 2025-

 Dünya savaşlarının gizli paydası -Akdoğan Özkan-  I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı sonuçlar önemli ölçüde II. Dünya Savaşı’nın sebepleri olar...