soL "Köşebaşı" -8 Aralık 2025-

 Asgari ücret kiraya bile yetmiyor!-Atilla Özsever- 

Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 12 Aralık’ta toplanacak. Bu ücret, yüzde 25 artışla 27 bin lira düzeyine bile çıksa kirayı karşılamaya yetmeyecek. Emekçilerin oturduğu büyük şehirlerde kiralar 30 bin lira civarında. Türkiye, son beş yılda 12 kat kira artış oranıyla Avrupa şampiyonu oldu!

Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 12 Aralık 2025 günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda ilk toplantısını yapacak. Komisyonun yapısıyla ilgili nasıl bir gelişme sağlandı, henüz belli değil.

Türk-İş, 5 işçi, 5 işveren ve 5 hükümet temsilcisinden oluşan mevcut yapıya karşı çıkıyor. Çalışma Bakanlığı da, Türk-İş’e ilettiği öneride komisyonun yeni yapısının 5 işçi, 5 işveren ve 1 hükümet temsilcisinden oluşabileceğini bildirdi.

Aslında bu öneride de, yine hükümet ve işveren işbirliği ile işçi tarafının asgari ücretin saptanmasında bir etkisi olmayacak, işçi tarafı 6’ya 5 “yenik düşecek”. Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay da, son önerinin “bir şey değiştirmeyeceğini” söyledi.

Kiralar uçuyor!

İstanbul Gayrimenkul Değerleme ve Danışma Şirketi’nin “ilandaki konutlar” üzerinden yaptığı Eylül 2025 ayı analizine göre, Türkiye genelinde ortalama kira bedeli 22 bin TL’ye yükseldi. Yani mevcut asgari ücretle eşitlenmiş durumda.

Emekçilerin ikamet ettiği sanayi kentlerinde, büyük şehirlerde ise, kiralar asgari ücretin üstünde seyrediyor. Gayrimenkul Değerleme Şirketi’nin yaptığı analize göre, kiraların en yüksek olduğu bazı illerdeki kira miktarları şöyle:

İstanbul: 33.000 TL, Muğla: 30.000 TL, Ankara: 27.000 TL, İzmir: 25.000 TL, Antalya: 24.000 TL, Kocaeli: 23.000 TL, Diyarbakır: 22.500 TL, Çanakkale: 22.000 TL.

Halen 22 bin 104 lira olan asgari ücret, 2026’da yüzde 25’lik bir artışla 27 bin 630 liraya çıkabilecek. Büyük şehirlerde 25-30 bin lira dolayında olan kira miktarları, 2026’da daha da artacağından yeni asgari ücret de yine kiraların altında kalmış olacak.

Türkiye, Avrupa şampiyonu (!)

Avrupa Birliği İstatistik Ofisi (Eurostat) verilerine göre, son beş yılda (2020-2024) kira artış oranları üzerinden Türkiye, birinci sırada bulunuyor. Son beş yılda Türkiye’deki kiralar yüzde 1.233 oranında, yani 12 kat artmış. İşte Avrupa’daki kira artış tablosu:

  1. Türkiye……………%1.233
  2. Macaristan……….%101,7
  3. Bulgaristan……….%84,1
  4. Litvanya…………...%81,5
  5. Estonya…………….%74,7
  6. Hırvatistan………..%71.3
  7. İzlanda……………..%67,9
  8. Portekiz……………%67,7

Görüldüğü gibi ikinci sıradaki Macaristan’da bile kiralar ancak yüzde 101,7 oranında artmış, yani sadece bir kat yükseliş var. Kira artış oranı açısından Türkiye ile Macaristan arasında 10 kattan fazla bir fark var. Bizde kira fiyatlarının “uçtuğu” gözüküyor.

25. sıradaki Fransa’da kiralar, son beş yılda sadece yüzde 9,3 oranında artmış. Son sıradaki (26. sıra) Finlandiya’da ise eksi yüzde 4,6 oranında artmış, yani yüzde 4,6 oranında gerilemiş.

Asgari ücret ne olmalı?

Asgari ücret, hiç olmazsa kiraları karşılamak için ne olmalı, diye sorduğumuzda öncelikle sendikaların bu konuya yaklaşımını gündeme getirelim.

Türk-İş’in verilerine göre, Kasım 2025 itibariyle açlık sınırı (dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcaması) 29 bin 828 TLyoksulluk sınırı ise (gıda ile birlikte diğer temel harcamalar) 97 bin 159 TL oldu.

Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, asgari ücretlinin 2024 yılından yüzde 14 alacaklı olduğunu belirtiyor. 2024’te asgari ücret yüzde 30 oranında artırıldı, oysa enflasyon yüzde 44 çıktı. Buradan işçinin yüzde 14‘lük bir alacağı gözüküyor.

Türk-İş, bu yılki enflasyonun da yüzde 31’i bulduğuna göre en az ücretin yüzde 45’lik bir artışa denk gelmesi gerektiğini savunuyor. Yüzde 45’lik bir artış, asgari ücretin 32 bin 51 liraya gelmesi demek.

DİSK’in önerisi

DİSK ise, iki kişinin çalıştığı bir aileye en az yoksulluk sınırı kadar gelir girmesi gerektiğini öngördüğünden asgari ücretin 48 bin 560 lira olması görüşünü benimsiyor.

Aslında bu rakamlar, kiraları karşılayabiliyor ama diğer ihtiyaçları karşılama açısından yine düşük kalacaktır. Yoksulluk sınırı düzeyinde, yani 100 bin lira dolayındaki bir ücret bir ailenin asgari geçim koşullarını karşılayabilir.

Genel kabul gören bir prensibe göre, kiralar bir emekçinin gelirinin dörtte biri ya da en fazla üçte biri oranında olmalıdır. Daha fazlası için geçim zorlaşacaktır.

AKP Hükümeti’nin “emekçiler rahat geçinsin” diye bir derdi olmadığı için, yani düşük ücret politikasının devamından yana bir politika izlediği için 2026 asgari ücretinin yüzde 25 dolayında artması öngörülebilir. İş, emekçilerin ve sendikaların mücadelesine kalıyor…

/././

 Plan değil, pilav!-Engin Solakoğlu- 

Trump’ın Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi “plan değil, pilav” diyor.

ABD’nin Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi yayınlandı. 33 sayfalık belgenin tam başlığı  “National Security Strategy of The United States of America – November 2025”. Belgenin orijinaline şuradan ulaşılabiliyor.

Bu yazıda kolaylık olması bakımından UGSB kısaltmasını kullanacağım. UGSB’nin Türkiye’yi ve bölgemizi ilgilendiren yönlerine değinenler oldu. Büyük olasılıkla önümüzdeki günlerde bu boyutlarıyla enine boyuna tartışılacak.

Benim niyetim ise belgenin bütününe bakmak.

Devletlerin ulusal güvenlik stratejilerine dair bu tür belgeler genellikle birkaç yılda bir özellikle de stratejide önemli bir değişiklik planlandığı dönemlerde yayınlanır.

30 yıla yaklaşan diplomatik kariyere rağmen sözü çok dolandırmamak ve en sonda söyleneceği en başta söylemek gibi mesleki bakımdan kötü alışkanlıklarım var. Yine öyle yapacağım.

Trump’ın UGSB “plan değil, pilav” diyor. Meş’um Türk büyüklerinden Morrison Süleyman Bey’in söylediği bu sözü ben hep iki türlü anlamışımdır. Birincisi muhtemelen Süleyman Demirel’in de kastettiği gibi “planlamaya ne gerek var piyasa her işi halleder”, ikincisi ise hesap kitap yapmayı önemsemeyen bir tür ciddiyetsizlik.

Sonuçta kapitalizmin en çirkin ürünlerinden biri olan Trump’ın belgesi her iki anlayışı da kısmen yansıtıyor ama sanki ikincisi daha ağır basıyor.

İçerikten önce üsluba değinerek başlayalım. UGSB’de felsefeden çok slogan var. Bu yönüyle de öncelikle iç kamuoyuna hitap eden bir tür seçim bildirgesini çağrıştırıyor. Sözcüklerle ifade edilmese de belgenin her tarafından “MAGA - Make America Great Again1” ve “America First2” mottoları fışkırıyor.
Şimdi biraz içeriğe bakabiliriz.

UGSB’yi kabaca Monroe Doktrini'nin3 21. yüzyıl ve Trump’ın yandan çarptığı versiyonu olarak nitelemek mümkün. Belge Batı Yarımküre diye adlandırılan Kuzey, Orta ve Güney Amerika’ya geniş yer ayırıyor. Bu bağlamda, göçün durdurulması, “narko-terörizm”le mücadele ve bölgede ABD hegemonyasının yeniden tesisi öne çıkıyor ve  tehditlere askeri karşılık verilmesi gereği vurgulanıyor. Buraya baktığınızda ABD’nin Venezuela, Kolombiya, Küba gibi ülkelere doğrulttuğu silahı açıkça görebiliyorsunuz. Daha ileri giderek belgenin ABD’nin güney komşusu Meksika açısından da kaygı verici bir içerik taşıdığını söylemek mümkün. Trump bu belge aracılığıyla Batı yarımküreye şu mesajı gönderiyor: “Ya benimsin, ya toprağın!”

19. yüzyıldaki Monroe Doktrini Avrupalı sömürgeci devletlerin bölgeden süpürülmesini ve ABD’nin yapacağı yağmaya ortak olmalarının engellenmesini öngörürken, Trump’ın UGSB’si benzer bir uyarıyı isim vermeden Çin’e ve Rusya’ya yapıyor ve 19. yüzyıldaki durumdan farklı olarak bölgedeki sosyalist, sol veya halkçı diyebileceğimiz iktidarları da bu ülkelerle gelişen ilişkileri yüzünden tehdit sayıyor.

Belgeyi öncüllerinden ayıran önemli bir fark da, ABD’nin bölgesel çıkarları ve küresel bakımından rakip olarak görülen Çin veya Rusya’nın değil eski ABD yönetimlerinin ve Avrupa’nın suçlu sandalyesine oturtulması. Trump’ın veya yardımcısı Vance’in Avrupa’ya “bittiniz oğlum siz!” makamından yaptıkları çağrılara belgede “strateji” süsü verilmiş gibi.

Biraz daha kurcalarsak belgenin Atlantik düzeninin sona erdiği anlamına gelecek bir içerik taşıdığı söylenebilir. Bu da II. Dünya Savaşı’nda başlayan bir dönemin kapandığı şeklinde yorumlanıyor. NATO’nun “habire genişleyen bir örgüt” olmaktan çıkacağı söyleniyor. Trump belgesi şimdiden Atlantik’in karşı kıyısında ciddi bir şok dalgası yaratmış gibi. ABD cephesinden zaman zaman gelen hakaretleri iç tüketime yönelik fevri söylemler olduğu düşüncesiyle çok da ciddiye almayan Avrupa devletleri, şimdi bunları enikonu resmi bir ABD belgesinde görmenin şaşkınlığını yaşıyorlar.

USGB Avrupa’ya deyim yerindeyse tahtakurusu istilasına uğramış eski bir karyola muamelesi yapıyor. Avrupa’nın ekonomik gelişme konusunda yerinde saymasından, askeri alandaki zayıflığından ve “medeniyetinin aşınması”ndan söz edilen belgede ulusal kimliklerin göç ve düşük doğum oranları yüzünden tahrip olduğu ileri sürülüyor. Burada doğrudan bir melezleşerek çürüme suçlaması görüyoruz. Bu da Trump/Vance ekibinin dünyaya bakışına hâkim olan “beyaz üstünlükçü (white supremacist)” yaklaşımla uyumlu.

Belgede Avrupa Birliği de özel olarak hedef alınıyor. Birliğin siyasal özgürlükleri ve ulusal egemenlikleri aşındırdığı tespitinden hareketle, Avrupa uluslarının Birliğe karşı mücadelesine destek verileceği söyleniyor. Bunun araziye Avrupa’da zaten yükselen aşırı sağ ve göçmen karşıtı siyasi akımların açıktan destekleneceği şeklinde yansıyacağına kuşku yok.

Trump belgesi Avrupa’nın ABD’nin rekabet gücünün korunması bakımından için hayati bir rol üstlenebileceğini söylüyor ama bunu yaparken bölgeyi kabaca ikiye ayırıyor. Belge Orta, Doğu ve Güney Avrupa’da “sağlıklı” milletler bulunduğuna ve Çin’in ticari etkisinin buralarda göğüslenebileceğine işaret ederken, Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerini Çin’le ekonomik işbirliklerinin geri dönülmez bir noktada bulunduğu gerekçesiyle geri plana atıyor.

Avrupa’dan Rusya’ya geçelim. USGB’deki Rusya atıfları, Trump yönetiminin Ukrayna-Rusya savaşına müdahalesinin “samimiyeti” konusunda benim aklımdaki soru işaretlerini azalttı. “Trumpizm”in o süreçte Rusya’yı kollar gibi görünen tutumunun bir tuzak olma ihtimalini de zayıflattı. USGB Ukrayna meselesinde çuvaldızı açıkça Avrupa’ya batırıyor ve Avrupalı yöneticilerin, halklarının arzularının hilafına, barışı engellemeye çalıştıkları tespitini yapıyor.

Rusya’ya yönelik herhangi bir eleştirinin bulunmadığı veya düşman nitelemesinin kullanılmadığı belge bu ülkeyle ilişkilerin bir tür süper güçler diyaloğu seviyesinde yürütülmesi ve stratejik istikrarın korunması gereğini öne çıkartıyor.

Bir başka önemli nokta da belgenin Çin Halk Cumhuriyeti’ne bakışı. 2017 yılında yine Trump yönetimi sırasında yayınlanan USGB Çin’i “dünyayı ABD çıkar ve değerlerine karşıt biçimde dönüştürme amacı taşıyan revizyonist bir güç” olarak tanımlamıştı. Yeni belge ise ekonomiyi jeopolitik mücadelenin önüne koyan bir bakışa sahip. Belgede Çin’in stratejik niyetlerinden ziyade bu ülkeyle ekonomik ve ticari ilişkilerin dengelenmesine vurgu yapılıyor. Çin dünya düzeni bakımından bir düşman değil, iki tarafın da çıkarına olabilecek bir ilişki tesis edilmesi gereken ekonomik bir rakip olarak tasvir ediliyor. 2017’deki belgede vurgulanan “özgür dünya/baskıcı yönetim” ikiliği, 2025 tarihli belgede yok. Buna karşılık Çin-ABD ilişkileri bakımından en hassas nokta sayılan Tayvan konusunda silahlanmayı öne alan bir dil kullanılıyor ve Tayvan’a yönelik olası bir Çin saldırısını önlemenin tek yolu “askeri caydırıcılığı güçlendirmektir” deniliyor. Bu da belgenin ciddiyeti ve genel tutarlılığı konusunda soru işareti yaratan bir nokta.

Yukarıda da belirttiğim gibi, Türkiye’de en çok tartışılan ve daha da çok tartışılacak olan Ortadoğu kısmına dair bölümü kısa geçeceğim. USGB ABD’nin artık Ortadoğu’yu öncelikli bir bölge olarak görmediği tespitine yer veriyor. Yalnız buradan çekip gidiyorlar sonucu çıkartmak için hiçbir sebep yok. Özel Temsilci Barrack’ın şu sıralar pek sıklaşan demeçleriyle de örtüşen “Biz gidiyoruz, ne haliniz varsa görün!” sloganı  gerçekçi bir beyandan çok bir dilek olma özelliği taşıyor.

Bu dilekle karışık beyanın dayandığı iki temel var. Birinci temel, bölgenin küresel enerji kaynakları denkleminde başat belirleyici olmaktan çıktığı. Bu ana hatlarıyla doğru. İkinci temel ise bölgede “işlerin zaten yoluna girdiği” varsayımı. Bu net bir şekilde yanlış.

ABD’nin bölgeyi İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın oluşturacağı bir sacayağının üstüne oturtmak niyetini biliyoruz. Daha önce çok yazdığım için ayrıntısına girmeyeceğim ama plan kurmak başka hayata geçirmek başka.

Rusya ve Çin dahil uluslararası sermayenin neredeyse bütün bileşenlerinin katkısıyla Suriye’de “şavulladıkları” yapı hâlâ “dingildaynıyor”! Aynı toplamın ölen çocuklara bile aldırmadığı Filistin veya direnişten arındırılmaya çalışılan Lübnan’da taşların yerine oturduğunu kimse söyleyemez. Türkiye ve bölgedeki Kürt silahlı/siyasi hareketine biçilen rol bağlamında bir yandan yönetici kademesinde tam bir itaat mevcut ama bir yandan da bölgenin siyasi anlamla en bilinçli iki halkı olan Türk ve Kürt halklarının iradesi Öcalan’ın da, Bahçeli’nin de, Erdoğan’ın da cebinde değil. Trump veya Barrack’ın cebinde hiç değil. O yüzden çok uzatmadan şunu söylemek gerek USGB’deki varsayıma cevaben: “yavaş gel aslanım, hayvan terli!”

Bir de şu soru var. ABD’nin Ortadoğu’da her geçen gün artan bir askeri yığınağı varken belgede “bye bye” denmesi ne kadar ciddiye alınabilir?

Yukarıda özetlemeye çalıştığım çerçevede, USGB hakkında net bir yargı oluşturabilmek için yanıt bulması gereken birçok soru ortada duruyor. Bunların en önemlisi aslında belgenin niteliğiyle ilgili. UGSB önümüzdeki dönemde ABD’nin izleyeceği politikaların çerçevesini çizen gerçek bir strateji belgesi mi, yoksa bir sürü çelişki barındıran içeriğinin verdiği izlenim doğrultusunda, “laf olsun, torba dolsun” kabilinden çiziktirilmiş ve altı ay sonra kısmen veya tamamen kadük olacak politik bir niyet torbası mı?

İzleyip göreceğiz. “İzlemek” eylemi yanlış anlaşılmasın.

Eskisiyle, yenisiyle, ciddi veya gayri ciddi emperyalizmin ülkemiz ve dünya üzerine kurduğu her planı bozmak için mücadeleyi yükselteceğiz.

1Amerika’yı Yeniden Harika Yap

2Önce Amerika

3https://en-wikipedia-org.translate.goog/wiki/Monroe_Doctrine?_x_tr_sl=en&_x_tr_tl=tr&_x_tr_hl=tr&_x_tr_pto=wa

/././

Hayali ihracattan hayali öğrenciye -Berkay Kemal Önoğlu- 

Eğitim sistemi bizzat sorumlu bakanlık tarafından patronlar için bir rant mekanizmasına dönüştürülünce öğrenciliğin de “hayalisi” peyda oluyor.

Önümüze bir Türkiye fotoğrafı konuluyor. Ancak bu karede ne bir umut ışığı ne de geleceğe dair bir çıkış noktası var. Gördüğümüz şey, bu fotoğraftan fayda sağlayanların, holding ve tarikat egemenliğinin ülkeyi sürüklediği, temelleri çürümüş, kolonları çatlamış devasa bir enkazın, bir büyük çöküşün anlık görüntüsü. Bu fotoğrafı doğru okumadan, sadece kadrajın bir köşesini düzelterek bütünü kurtarmanın imkanı yok. Dolayısıyla bu fotoğrafı yırtıp atmalı ve bu güzel ülkeye, insanımıza, kaynaklarımıza hakim, geleceğe uzanan yeni bir fotoğraf çekmeli…

Daha önce bu köşede defalarca değindiğimiz çocuk emeği sömürüsü ve MESEM başlıkları bu yırtıp atmamız gereken fotoğrafın belki de en can yakıcı karesi. Ama bu bile tek başına bir yere kadar anlam ifade ediyor. Çocuk işçilik bir sonuç ve bu sonuca yol veren etmenler başka bir dizi ağır sonuç daha doğuruyor. Elimizi nereye atarsak atalım, hangi konuyu gündeme getirirsek getirelim bir şekilde yine o büyük fotoğrafa ulaşıyoruz. Bu çöküşün toplumda yarattığı tahribattan faydalanan hep aynı bir avuç kesim geliyor gözümüzün önüne. Holdingler ve tarikatlar düzeninin sahipleri Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alıyor.

Sokaktaki vatandaş için Türkiye ekonomisi artık problemlerin alışıldık "enflasyon" veya "kur farkı” gibi olgularla açıklanamayacağı devasa bir soygun düzeni görüntüsünü çoktan aldı. Soygun Türkiye için hiçbir zaman yeni bir olgu olmadı elbette. Ama sistemin kurumları sürmekte olan soygunu görünmez kılma becerilerini de iyiden iyiye tükettiler.

Zengin ile yoksul arasındaki makas, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir hızla açılırken, Küresel Organize Suç Endeksi verilerine göre Türkiye, Avrupa'da organize suç oranının en yüksek olduğu ülke konumuna yerleşti. Ülke uyuşturucu baronlarının cirit attığı, sanal kumardan fuhuş sektörüne kadar her türlü kayıt dışı ekonominin GSYH içinde devasa yer kapladığı bir "suç cennetine" evrildi. İktidar bağlantılı kara para aklama operasyonları, altın kaçakçılığı iddiaları, devletin kurumsal yapısının nasıl bir çeteleşme eğilimiyle iç içe geçtiğini gösteriyor. Sadece son bir yılda sosyal medya fenomenlerinden futbol dünyasına uzanan fon skandalları ve lüks araçlarla, şatafatlı sosyal medya paylaşımlarıyla sergilenen kara para şovları, devletin sözde denetim mekanizmalarının tamamen çöktüğünü ve güvenlik bürokrasisinin sokaktaki vatandaşı değil, adeta bu kirli para trafiğini koruyan bir yapıya büründüğünü açıkça ortaya koyuyor.

İşte paranın tek belirleyen olduğu, sermayesi olanın borusunun öttüğü, kuralsızlığın kural haline geldiği ve halk çocuklarının çıkışsızlığa itildiği bir tabloya yerleşiyor çocuk işçiliğini normalleştirme adımları. Çocukların karıştığı adli vakalarda görülmedik bir artış yaşanıyor ve eş zamanlı olarak çocuklar sömürü mekanizmaları içinde acımasızca öğütülüyor.

Çürümenin, çöküşün de bir sonu olur diyeceksiniz ama 1,5 milyona dayanan MESEM’li içinde sayısını bilmediğimiz oranda “hayali öğrenci” olabileceğini de hesaba katmamız gerekiyor. Evet, hayali ihracattan sonra sermaye düzeni şimdi de hayali öğrencilik müessesesi ile çıkıyor karşımıza. Eğitim sistemi bizzat sorumlu bakanlık tarafından patronlar için bir rant mekanizmasına dönüştürülünce öğrenciliğin de “hayalisi” peyda oluyor.

Geçen yıl Kocaeli’de bir okul müdürü ve müdür yardımcısının MESEM’e sahte öğrenci kaydederek 700 milyon lira yolsuzluk yaptığı ortaya çıkmıştı. Biliyorsunuz MESEM sisteminde öğrenciler işletmelere stajyer/çırak olarak kaydediliyor ve devlet bu öğrenciler için patronlara ödeme yapıyor. “Hayali öğrenci” kavramı ise gerçekte hiçbir eğitim almayan, okula gitmeyen, işletmede çalışmayan ancak kayıtlarda varmış gibi gösterilen kişiler için kullanılıyor. Devletin patronlara bu muhteşem kıyağından faydalanmak isteyen ancak işçiye ihtiyacı da olmayan işletme veya aracılar oluşturdukları sahte kayıtlarla devlet tarafından verilen öğrenci destek ödemelerini ceplerine indiriyor. Ya da örneğin işletmede çalıştırılan gerçek işçiler kayıtlarda öğrenci gibi gösterilip asgari ücret altı maliyet yaratılmış oluyor.

Devletin malı deniz derler ya… Bu durum hem büyük kamu zararına, hem çocuk işçiliğinin gizlenmesine, hem de kayıt dışı istihdamın süratle genişlemesine yeni bir alan açmış oluyor.

Fabrikada çalışıyor görünüp devletten maaş alan ama aslında ortada olmayan “öğrenciler” üzerinden devşirilen rant devletin kaynaklarının nasıl hortumlandığının belki de en somut göstergesi. Yani sistem o kadar denetimsiz ki, bırakın çocukların çalışma koşullarını düzenlemeyi, devletin kasası patronlar ve bazı organize yapılar tarafından "çırak teşviki" adı altında güpegündüz soyulabiliyor…

Sadece MESEM kapsamında çalıştırılırken pres makinelerine sıkışan, inşaattan düşen veya yanarak can veren çocukların (Arda Tonbul, Eren Eroğlu ve niceleri) sayısı ise günden güne artmaya devam ediyor. Bu bir eğitim modeli değil, bu bir suç. Ve elbette suçun sorumluları, çocukların katilleri bir gün cezalarını alacaklar.

/././

 Araba yürüyor mu, yol mu çöküyor?-Aydemir Güler- 

Geniş kitleler mekanizmayı çözecek bilgiden yoksun olabilir, ama emperyalizmden ve yüz küsur yıl öncede kalmış “eski düzenden” medet umulamayacağı, toplumsal bir tarih bilincidir.

Bahçeli-Öcalan sürecinin son etabında “her an, her şey olabilir” noktasına geldik. Hele Öcalan’ın “darbe mekaniği” kavramını siyaset literatürüne armağan etmesinden beri başlıktaki sorulardan kaçılması olanaksız.

Ne olacak sorusuna, çoğu yorumcunun etrafından dolandığı, Bahçeli ve Öcalan’a dönük övgülerle üstünü örttüğü, ama herkesin adı gibi bildiği bir gerçekten hareketle yaklaşmalıyız: Yolun da arabanın da imalatçısı emperyalizmdir, başta ABD’dir!

Dolayısıyla ilk saptama sürecin arkasındaki kuvvetin çok büyük olduğudur. Başlığı hatırlayacak olursak; bu yol kolay kolay çökmez…

Ancak salt kuvvet yetmiyor... “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz”ı, bu örnekte, “Türkiye’de Amerika’yı överek iş görülmez” diye geliştirebiliriz. Trump’ın mimarı olduğu barış listesine bir de Kürt sorununun eklenmesi, Nobel jürisini bilmem, ama bizim buralarda hoş karşılanmayacaktır. 

Yani, ilk saptamaya yapılması zorunlu bir ek var: Sürecin arkasındaki kuvvet, kamuoyu veya kitle desteği söz konusu olduğunda bir handikapa dönüşmektedir.

Handikap deyince ilk akla gelen “Türk kamuoyu” oluyor. Buna göre toplumsal ortalamayı Türk milliyetçiliği baskılıyor; Batı karşıtlığı da buradan çıkıyor… Konu liberallerin bu varsayımından daha derindir. Batı’nın emperyalizmle özdeşleştirilmesi modern Türkiye’nin canlılığını koruyan hafızasıdır. Bu hafıza yerine göre milliyetçi veya yurtsever, sağ veya sol ideolojiler tarafından şekillendirilse de, tema sabittir. Bu tema Türk etnisitesine ve onun ideolojisine daraltılamaz. Örneğin Kürt nüfusu içinde başat konumda olan siyasi hareket ne derse desin, Kürt toplumu da Batı emperyalizmine mesafelidir. 

Özetle sözünü ettiğimiz handikabın etrafından dolanarak yola devam etmek güçtür. “Bu işin arkasında ABD var” diye övünmeye hiç gelmez. Yani yol ne denli sağlam olursa olsun arabanın devrilmeyeceğinin garantisi yoktur.

İktidarın bunu bildiğini, uluslararası bağlamın özüne değil, çarpıtılmış bir parçasına işaret etmesinden anlıyoruz: İsrail’le girilen ölümcül rekabetten sağlam çıkmak için Kürt ve Arap (Suriye) faktörleriyle genişletilmiş bir İslam Türkiye’sine, yani Yeni-Osmanlı’ya vurgu yapıldı. Yeni-Osmanlı’nın bir dış politika yönelimi olmanın ötesinde modern Cumhuriyet’in yerine konacak bütünlüklü yapı olarak tasarlandığı unutulmamalıdır. 

Tekil parçalarıyla veya bir bütün olarak bu gerici projenin önündeki toplumsal direnç veya ikna olmama hali, iktidarı çok zamandır tedirgin ediyordu. Bahçeli’ye ve bir kez daha heyecanlanan liberal kesimlere göre “barışın”, “terörsüzlüğün” yaratacağı enerji bu engelleri önüne katıp süpürecekti… 

Bu yönde çok adım atıldı, sürece yönelik kaygı belirten, soru soranlar bile ciddi baskı altına alındı. Komisyonda “top çevirme” aşaması tamamlanıp sıra Öcalan’ı dinlemeye gelene kadar…

Meğer, değil Öcalan’ın Meclis kürsüsünden konuşması, TBMM’den birkaç kişinin kapalı kapılar ardında, kayıt almadan, fotoğraf çektirmeden, görüşme bilgisinin de üstüne yatmak üzere Adaya gitmesi bile, Türkiye’nin dokularına uymuyormuş! Bu noktada toplumsal ortalamanın doğru mu yanlış mı olduğunun bir önemi bulunmuyor. Potansiyel tepki, bugünkü siyasi iktidarın çevresinden dolanamayacağı bir gerçekliktir; önemli olan budur. “Ben gittim, o gitti” falan derken arabanın bir tekeri yoldan çıktı!

Arkasında koskoca emperyalist sistemin durduğu, onca propagandisti, ajitatörü bulunan bir süreç, ancak bu kadar kötü yönetilebilirdi. Ama sorun bir teknik hatayla, yeterince cesur davranamamakla falan açıklanamaz. Mesele Öcalan’ın sözleri de dahil olmak üzere sürecin bütününe yüklenen içeriğin üstündeki örtünün kaldırılamayacak olmasıdır. 

Bu örtüyü kaldıramazlar, çünkü kurgu mantıksal olarak, tam da ABD’nin sömürge valisi kılıklı elçisinin söylediği gibi, bölgemizde tarihin saatini geriye sarmaya gitmektedir. Modernite gömülecek, bütün gericilik kaynakları canlanacak. Ulusal devlet yerini aşiret yapısına, laiklik siyasal İslama bırakacak. Cumhuriyet ve Lozan açıkça lanetlenecek, Atatürk yerinden indirilecek… Olmaz.

Barışa ancak bu yoldan ulaşılacağı iddia edilse de, sonucun bir facia olacağı kesindir. Geniş kitleler mekanizmayı çözecek bilgiden yoksun olabilir, ama emperyalizmden ve yüz küsur yıl öncede kalmış “eski düzenden” medet umulamayacağı, toplumsal bir tarih bilincidir.

Sürecin ilerletilebilmesi için denenebilecek tek şey, örtüyü kaldırmak, baştan çıkartıcı renklere boyanmış sahte doğruları -kuşkusuz diğer elde sopa- memleketin üstüne boca etmek. Başka yol yok. Ancak bunun tutacağına AKP’de kimse güvenememiş olsa gerek, süreç ıssız bir araziye terk edildi. Son haftalarda olan budur.

Buraya kadar anlatmaya çalıştığım, sorunun basit bir arıza değil, yapısal bir bozukluk olduğu. Bu bozukluk Türkiye’nin kriz dinamikleriyle doğrudan bağlantılıdır. Örneğin AKP iktidarından kaynaklanan dertlerde boğulan bir toplumun böyle bir altüst oluşa ikna olma olasılığı neredeyse sıfırdır…

Son olarak, süreç durduğu yerde kalmıyor, kaçınılmaz biçimde geri kayıyor. İster iktidarın açmazlarını görüp avantaj sağlamak için, ister bastırıp tıkanmayı aşmak niyetiyle yapılsın, diğer taraf pazarlık maddelerini masanın üstüne çıkartıverdi. Sanılıyordu ki, Öcalan “kültüralist” isteklerden vazgeçtiyse, geriye sadece Rojava’nın Suriye’ye nasıl eklemleneceğini yanıtlamak kalmıştı... Şimdi Öcalan’ın özgürlüğü, PKK kadrolarına güvence ve Anayasal düzenleme talepleri perdenin arkasından sahnenin ortasına taşınmış bulunuyor. Süreç adının tersine çözümsüzlük üretiyor.

Ama dedik ya, yol da araba da emperyalist yapımı. Tekrar deneyecekler. 

Bu kez karşılarında sadece ikna olmamış bir toplum değil, başka bir yola örgütlenmeye koyulmuş bir halk bulmalılar.

/././

 Tarih ne zaman tekerrür etmez? Avrupa Savaşı -Erhan Nalçacı- 

Şimdi 8 sene önce savaşın çıkacağına inanmayan bazı okurlar Avrupa’nın tekrar bir devrim kuşağına dönebileceğine de inanmayacaktır. Yaşayıp görelim o zaman. 

Bundan 8 sene kadar önce dünyanın yeni bir paylaşım savaşına gebe olduğunu yazdığımızda okuyucu inanmakta zorlanıyordu buna. Çünkü özellikle Avrupa yanılsamalı olarak istikrar ve barış coğrafyası olarak kabul ediliyordu. 
Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa barışı Sovyetler Birliği’nin askeri güç dengesini sağlamış olmasına bağlıydı ve kapitalist devletler uluslararası sınıf savaşının korkusuyla kendi aralarında bir paylaşım savaşına cesaret edemiyorlardı.
Şimdi duruma bakın bir kez; Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’ndakine benzer şekilde 1000 km uzunluğunda bir cephede üç yıldan fazladır kanlı bir savaş sürüyor. Emperyalist devletlerin oluk oluk taşıdığı silahlara bir milyon civarında insan yaşamını yitirdi, bunun kim bilir kaç katı insan sakat kaldı. Her iki taraf da kayıplarını dünyadan ve kendi halklarından sakladıkları ve savaşmayı teşvik ettikleri için savaşın korkunç boyutlarını göremiyoruz.
Geçen hafta Karadeniz’de Türkiye karasularına yakın bir yerde Rusya ile ilişkili üç ticari gemi insansız hava araçları tarafından vuruldu. Solda çıkan haberde ayrıntısını bulabilirsiniz. https://haber.sol.org.tr/haber/itiraf-geldi-karadenizdeki-saldirilarin-… Kısa bir süre önce önleyici saldırı taktiğini benimseyen NATO saldırıyı şüpheye yer bırakmayacak şekilde üstlendi. Muhtemelen Hakan Fidan’ın katıldığı NATO toplantılarında bu konunun görüşüldüğü ve benimsediği verilen demeçlerin satır aralarını okuyunca anlaşılıyor.
Putin bunun üzerine, eğer Avrupa savaş istiyorsa savaşmaya hazır olduklarını ama bunun Ukrayna savaşına benzemeyeceğini, muhtemelen karşı tarafta müzakere edecek kimse kalmayacağını bildirdi.
Rusya bunu bir süredir yapıyor, NATO’ya üye devletler güçlerini birleştirdiğinde sonucu ne olursa olsun Rusya için bu yıkıcı bir savaş olacaktır. Rusya sermaye sınıfı bu durumda nükleer silah kullanacağını bir tehdit unsuru olarak bir süredir masaya koymuş durumda.
Bunu Sovyetler Birliği hiçbir zaman yapmamış, ilk nükleer silah kullanan ülke olmayacağını ilan etmişti. Bir şekilde barışı korumaya gerçekten bağlıydılar ve başka ülkelerdeki emekçi halka karşı bir cinayeti akıllarına hiç getirmediler.
Tekrar konuya dönelim. Rusya’nın taşıdığı yayılmacı eğilimler bir kenarda dursun Ukrayna savaşını kışkırtan şey Batı emperyalizmi tarafından Ukrayna’nın NATO’ya alınmak istenmesi olmuştu. Eğer Ukrayna NATO’ya girseydi, Rusya’nın böğrüne yerleşen NATO Rusya’nın bütün güvenlik anlayışını yok edecekti.
Özellikle Rusya’yı kışkırtan Batı emperyalizmi, Ukrayna’yı ve Belarus gibi diğerlerini aralarında paylaşmanın ötesinde Rusya’yı Çin’in yanında savaşamayacak kadar tüketmeyi amaçlıyordu. Ukrayna’ya savaş boyunca kendi cephaneliklerini boşaltacak şekilde silah yolladılar, Ukrayna Genel Kurmayı NATO subayları tarafından yönlendirildi, eğitildi, paralı asker temin ettiler, istihbarat sağladılar… 
Ama şimdi NATO Karadeniz’de ticari gemileri ahlaksızca vururken adeta doğrudan Rusya’ya savaş açıyor.
Ve Avrupa savaşa hazırlanıyor. Medya Avrupa’nın 2029’a kadar bir savaş için hazırlandığı ile yıkılıyor.
Başta Almanya olmak üzere, Fransa, Hollanda, Polonya, Belçika hızla ekonomilerini, sosyal yapılarını ve bütün ideolojik araçlarını askerileştiriyor. 
Almanya’da kabul edilen askerlik yasası ordu mevcudunu 80 binden 260 bine çıkarmayı hedefliyor. Bu ülkeler zorunlu askerliği geri getirmeyi amaçlıyorlar. Bu ülkelerin içinde en radikal savaş yanlısı Polonya sermaye sınıfı orduyu 300 bin kişiye taşımayı hedeflerken 14-16 yaş grubundaki çocuklara haftada bir saat silah kullanma eğitimi veriyor.
2025’te NATO zirvesinde üyelerin ulusal gelirlerinin %5’ini silahlanmaya ayırması kararlaştırılmıştı. Fransa Genel Kurmay Başkanı geçen ay “evlatlarımızı kaybetmeyi göze alma hazırlığını yeniden kazanmalıyız” dedi.
Hitler’in zamanında Almanya’da otobanların savaş uçakları kullanabilsin diye tasarlandığı bilinir. Şimdi bütün Avrupa’nın altyapısını, otoyollar, limanlar, nehirler, enerji tesislerini savaşa hazırlık mantığıyla yeniden ele alıyorlar. Almanya’da sızan OPLAN DEU Planı 2029’a kadar 800 bin askerin doğuya doğru sevk edilmesi için kapsamlı bir çalışmayı yansıtıyor.
1756-1763 yılları arasındaki Yedi Yıl Savaşı İngiltere ve Fransa arasında sömürgelerin yeniden paylaşımına dayandığı için ilk dünya çapında paylaşım savaşıydı. Birinci Dünya Savaşı Avrupa devletlerinde tekelci sermaye iktidarlarının rekabeti yüzünden çıktı ve milyonlarca emekçinin kendine ait olmayan bir savaşta ölmesine neden oldu. İkincisi emperyalist rekabetin yanı sıra Sovyetler Birliği’ni haritadan silmeyi amaçlamıştı.
Şimdi neden tarih tekerrür ediyor ve Avrupa sermayesi milyonları katletmek için savaşa hazırlanıyor?
Bir kere başta Avrupa Birliği’nin motoru Almanya’da olmak üzere Avrupa’da sermaye düzeni geriliyor. Ekonomik hegemonya alanlarını ve pazarlarını kaybediyorlar, ucuz hammaddeye ulaşım olanakları kısıtlanıyor, ihracat gelirleri azalıyor. Tablo 1’de Almanya’nın büyüme ve işsizlik oranlarına bakabilirsiniz. Bu sarmaldan çıkmak için savaşa gereksinimleri var. Savaş ekonomisinin sanayiyi canlandıracağını umuyorlar.

Tablo 1: Almanya’nın 2021 ve 2025 arasında yıllık büyüme ve işsizlik oranları

Tabloda Almanya’nın son üç yıldır büyüme oranlarının sıfıra yakın seyrettiği izleniyor. İşsizlik oranı ise 2025’te aniden katlanıyor.

İşsiz kitleleri askere alarak onları kendi kirli çıkarları için istihdam etmeyi planlıyorlar.

Ama en önemlisi bu devletlerin emperyalist dünyadaki payları giderek küçüldü, bu şekilde düzeni sürdüremeyeceklerini biliyorlar. Asya’nın doğusundaki sermaye birikimi ve teknoloji gelişimi ile başa çıkamıyorlar, burada şansları kalmadı. Latin Amerika’yı ABD tekrar arka bahçesi ilan etti, burada da yerleri yok.

Avrupa sermayesine Orta Avrupa, Kafkasya ve Afrika kalıyor ve her üçünde de karşısına Rusya çıkıyor. Afrika’da esas hegemonya kurma unsurunun Çin’in sermaye ihracatı olduğunu görüyoruz. Ancak Rusya burada da askeri gücü ve operasyonları ile hegemonya değişiminde önemli bir rol oynuyor.

Trump’ın “Barış Planıyla” Ukrayna’nın kendileri dışlanarak ABD ve Rusya arasında pay edilmesini de sindiremiyorlar içlerine.

Bu nedenlerle Avrupa sermaye iktidarlarının Ukrayna’daki vekâlet savaşıyla diz çöktüremediği Rusya’ya karşı topyekûn bir savaşa hazırlandığı anlaşılıyor. ABD’nin bu savaştaki rolünü başka bir yazıda ele alalım.

Gelelim tarihin nasıl tekerrür etmeyeceğine.

Bir kere Avrupa halkları artık köylülük tarafından değil kentli işçi sınıfı tarafından belirleniyor ve bu kesim çoğunlukla savaşa karşı bulunuyor.

Tablo 1’de Almanya’daki işsizlik oranının nasıl fırladığını fark etmişsinizdir. Alman sanayisi içinde bulunduğu kriz nedeniyle büyük bir yapısal dönüşümün içinde bulunuyor ve bütün şirketler hızla işçi çıkartıyorlar.

Hem insanları işsiz ve yoksul bırakacaksın hem onları kendilerine ait olmayan bir savaşa sürükleyeceksin.

Yok öyle yağma!

Tarihin tekerrürünü önleyecek tek sınıf olarak işçi sınıfının örgütlülüğü, siyasi bilinci, sermayeden bağımsızlaşması büyük önem kazanıyor.

Bu savaşı önleyecek veya önleyemezse sermayeyi iktidardan indirerek cezalandıracak bir sınıf hareketinden bahsediyoruz.

Şimdi 8 sene önce savaşın çıkacağına inanmayan bazı okurlar Avrupa’nın tekrar bir devrim kuşağına dönebileceğine de inanmayacaktır.

Yaşayıp görelim o zaman.

Ama yaşanacakları Türkiye’de sınıfın seyredeceğini kimse beklemesin!

/././

soL



Zabıtalar altı kadının yandığı gün sahte tutanak mı tuttu? -İsmail Saymaz/halkTV-

Dilovası’nda, yedi işçinin can verdiği parfüm atölyesi faciasına ilişkin bilirkişi raporu açıklandı.

Bilirkişiler AK Partili Dilovası Belediyesi’ni tali kusurlu kabul ediyor.

Öyle bir gerekçe yazmışlar ki…

Belediye avukatları böyle candan savunma yapamazdı.

Rapora göre…

Belediye yıkım kararı almış ancak ‘ekonomik koşullar, bütçe kısıtları, pandemi, kaçak yapı stoğu ve yıkım ihalelerine ilişkin operasyonel güçlükler nedeniyle öngörülen hızda’ icra edilemiş.

Ellerinden gelse “Ne kusuru, kusur-musur yok” diyeceklermiş, cüret edememişler.

Ne ruhsat var ne iskan

Dilovası Belediyesi, gerçekten kusursuz mu?

Bu sorunun yanıtını belediyenin faciadan bir gün sonra, 9 Kasım’da, Kocaeli Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdiği yazıda buluyoruz.

Belediye Başkan Yardımcısı Hüseyin Öztürk’ün imzasını taşıyan yazıya göre Ravive Kozmetik’in bulunduğu binanın iki girişi var.

Zemin katın girişi caddeye açılıyor ve ‘Mimar Sinan Mahallesi Mimar Sinan Caddesi No: 12’ diye geçiyor.

Belediyenin 5 Kasım 2024 tarihli iş yeri açma ve çalışma ruhsatında bu adres yazıyor.

Ancak Ravive Kozmetik, kaçak olarak inşa edilen ikinci katta faaliyet gösteriyor. Bu kata yan sokaktan giriliyor. Adres olarak ‘513/3 Sokak No 11’ beyan edilmiş.

İş yeri açma ve çalışma ruhsatı yok.

Hüseyin Öztürk’ün yazısında şu itiraflar yer alıyor: “Yangının Mimar Sinan Mahallesi 513/3 Sokak No: 11’de gerçekleştiği, bu adrese belediyemizce iş yeri açma ve çalışma ruhsatı düzenlenmediği… Yapı ve iskan ruhsatı yoktur. Yapı ve iskan ruhsatı bulunmadığından elektrik tesisat projesi, mimari projesi, itfaiye onay ruhsatı bulunmamaktadır.”

Yıkım bütçesi Türkkan için var

Yazıda, kaçak yapıya ilişkin belediyenin işlemleri sıralanıyor.

Görüyoruz ki 2021’deki yıkım kararı dört yıl boyunca uygulanmamış.

Yazıdan: “Yapıyla ilgili durdurma tutanağı düzenlenmiş olup idari para cezası kesilmiş ve TCK 184. madde (Ruhsatsız bina yapma) kapsamında suç duyurusunda bulunulmuş, yasal hale getirilmesi için bir ay süre verilmiş, bu süre zarfında ruhsata bağlanmadığı için yıkım kararı alınmış, yüksek ve nitelikli yapı olması nedeniyle belediyemizin mevcut makine ekipmanlarıyla yıkım yapılması mümkün olmadığından benzer yapılarla birlikte yıkımının gerçekleştirilmesi için ihaleye çıkılmış, katılımcı olmadığından yıkım işlemi yapılamamıştır.”

Bilirkişiler ‘ekonomik koşulları ve bütçe kısıtlarını’ da bahaneler arasında sayıyor.

Ravive’nin kaçak binasını yıkmaya yetmeyen bütçe ve makine ekipmanları, aynı ay iktidarın hışmına uğrayan İyi Parti Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan’ın çiftliğindeki iskanlı ahırı yıkmaya elveriyor!

Tarihsiz tutanak

Öztürk, zabıtanın faciadan iki hafta önce, 24 Ekim’de iş yerine rutin denetime gittiğini, herhangi bir faaliyet olmadığının görüldüğünü iddia ediyor. İş yeri sahibinin ruhsatını ve gerekli izin belgelerini ibraz edemediğini ileri sürüyor.

saymaz-belge-1.jpeg

Bu satırları okuyunca gözlerime inanamadım.

Dosyaya baktım; böyle bir tutanak var.

Zabıta Müdür Vekili Nizamettin Balcı ve zabıta Ömer Kocabay imzalı tutanakta saat belirtiliyor, tarih yazmıyor.

İş yeri sahibi Kurtuluş Oransal ile görüşüldüğünden söz edilen tutanakta şu ifadeler yer alıyor:

“Belediyemiz zabıta ekipleri tarafından yapılan rutin denetimlerde… iş yerine girilerek işletme evrakları ve izinleri talep edilmiş, ancak herhangi bir belge olmadığı, içeride herhangi bir çalışma olmadığı görüldü. İş yeri sahibi olduğunu söyleyen şahıs mülk sahibiyle sorunlar yaşadığını, o yüzden başka sanayi bölgesine 15.11.2025 tarihine kadar taşınacağını, buradaki faaliyetine son vereceğini beyan etmiştir.”

saymaz-belge-2.jpeg

Tutanakta iki zabıtanın imzası var.

Oransal’ın adının üstünde “İş yeri sahibi imzadan imtina” diye yazıyor. Buna rağmen çalakalem imza atılmış.

Olay günü mü hazırlandı?

Tutanağın belediyeyi sorumluluktan kurtarmak için facia günü tutulduğu ve bu yüzden tarih atılmadığı ileri sürülüyor.

Bu doğruysa hem kanunlara göre…

Hem de halkın vicdanında korkunç bir suçtur.

Yok eğer zabıtalar 24 Ekim’de Ravive Kozmetik’e gitmişlerse, o zaman rüşvet veya menfaat karşılığında sahte rapor düzenledikleri anlamına gelir.

Zaten yaralı kurtulan Gülhan Bendi, zabıtaların rüşvet aldığını iddia ediyor ve şöyle diyordu: “Zabıtalar denetleme adı altında gelirdi. Patronum Kurtuluş Oransal’la bir müddet oturup çay içerlerdi. Kurtuluş, zabıtalara parfüm, krem ve ne isterlerse vermemi söylerdi. Ben de zabıtalara verilmesi için hazırladığım paketi Kurtuluş’a teslim ederdim. Zabıtalar denetleme yapmadan işyerinden ayrılırdı.”

Bu verilere ışığında bilirkişilere soruyorum.

Dilovası Belediyesi, sahiden sadece tali kusurlu mu?

Yanan binayı AK Partili milletvekili ve başkan ziyaret etti

Dilovası Belediyesi’nin Ravive Kozmetik faciasındaki dahli ve rolü bilirkişilerin yansıttığı kadar masum değil.

Bakın…

Ravive Kozmetik’in bulunduğu bina üç parselden oluşuyor. Üç parselden biri ticari, ikisi konut alanı olarak ayrılmış.

Eski mülk sahibi Güven Demirbaş, 2017 yılında binayı inşa ediyor.

Belediye ‘dur’ demiyor.

Demirbaş, 2019 yılında kaçak şekilde lazer kesim ve levha sac imalatına başlıyor. Dönemin AK Partili Belediye Başkanı Hamza Şayir, akrabası Demirbaş’a yol veriyor.

Belediye 1 Haziran 2021’de kaçak kat atıldığını tespit ediyor. Bina mühürlenerek, 89.047 TL ceza kesiliyor.

Ruhsat için bir ay süre veriliyor.

Demirbaş, kılını bile kıpırdatmıyor.

Belediye 25 Ağustos 2021’de yıkım kararı alıyor, uygulamıyor.

Demirbaş’a ruhsatsız inşaattan dava açılıyor. İki yıl sonra mahkeme tarafından yapılan bilirkişi incelemesinde binanın kaçak ve yıkım kararının hala yürürlükte olduğu ortaya çıkıyor. Demirbaş’a 10 ay hapis cezasına veriliyor ve bu ceza erteleniyor.

Türkiye, 2023 yılının sonunda yerel seçim atmosferine giriyor.

AK Partililer Demirbaş’ı iş yerinde ziyaret ediyor.

Bu ziyaretin fotoğrafı var üstelik.

Sol baştan dördüncü kişi, Demirbaş’a yol veren Başkan Hamza Şayir. Soldan altıncı, AK Parti Kocaeli Milletvekili İlyas Şeker. Yanındaki AK Parti İlçe Başkanı İlhan Yıldırım. Sekizinci kişi, Demirbaş. Yanındakiler belediye meclis üyeleri. En sonda Fen İşleri Müdürü Halil Turgut var.

AK Partililer yıkmaları gereken kaçak binayı ziyaret edip önünde fotoğraf çektirmiş.

Demirbaş, ziyaret sonrası ikinci katı inşa ediyor ve 18 Ağustos 2023’te Ravive’ye kiralıyor. Ravive, 1 Ocak 2024’te üretime başlıyor. İş yeri açma ve çalışma ruhsatını mevcut Başkan Ramazan Ömeroğlu döneminde, 5 Kasım 2024’te alıyor.

Demirbaş, binayı 30 Aralık 2024’te satıyor.

Bilirkişi raporunda tali ağır kusurlu kabul edilen Demirbaş, 4 Aralık’ta savcılıkta ifade verdi. Ravive’ye zemin katı kiraladığını, girişi yan sokaktan olan birinci katta parfüm imalatı yapıldığından haberinin olmadığını savundu.

Demirbaş, kaçak katı babasının inşa ettiğini, onun da 2023’te öldüğünü belirterek, şunları söyledi:

“Yıkımla alakalı belediyede bir müracaatım olmadı. Belediyeden herhangi bir suretle taşınmazıma kimse gelmedi.”

Demirbaş, tutukladı.

Ancak hiçbir belediye yetkilisi hakkında işlem yapılmış değil.

***

İmralı’nın ham tutanakları 62, tashihli hali 17 sayfa

TBMM’de kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu adına AK Parti, MHP ve DEM Partili üç üyenin Öcalan’la görüşmesinin yankıları sürüyor.

Görüşme sonrası dört sayfalık özet metin komisyonda okundu ve kamuoyuna açıklandı.

DEM Parti, özetin Öcalan’ın görüşlerini yansıtmadığını belirterek, tüm tutanakların açıklanmasını istedi.

DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, T24’ten Cansu Çamlıbel’le yaptığı söyleşide, İmralı’ya giden üç milletvekili olarak 16 sayfalık tutanağın altına imza attıklarını söyledi. Koçyiğit, Öcalan’ın SDG’ye silah bırakma çağrısı yapmadığını da kaydetti.

Koçiyiğit’in sözleri Beştepe’yi kızdırdı.

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum, sosyal medyada PKK’lıları ve DEM Partilileri ‘Terörsüz Türkiye’ sürecini sabote etmekle suçladı.

Görüşme 2 saat 50 dakika

Bu arada Beştepe’ye yakın kaynaklardan öğrendiğim kadarıyla Öcalan’la yapılan görüşme 2 saat 50 dakika sürmüş.

Görüşmenin ham tutanağı 62 sayfa tutuyor.

Tekrar ifadeler ayıklandıktan ve metin tashih edildikten sonra 17 sayfaya inmiş.

Yani, Koçyiğit, yanlış hatırlıyor.

Tutanaklar 16 değil, 17 sayfaymış.

Beştepe’ye yakın çevreler 17 sayfada toplumu rahatsız edecek bir ifadenin bulunmadığında ısrar ediyor. Ancak devletin yasadışı örgütün lideriyle yapılan mahrem görüşmeyi yayınlama gibi tavrının olamayacağı savunuyorlar.

2019’da tekrarlanan İstanbul seçimi öncesi Öcalan’ın HDP’lilere yönelik tarafsız kalma çağrısının devlet görevlileri eliyle duyurulduğunu hatırlattığımda, “İki örnek aynı değil” yanıtı aldım.

Beştepe çevreleri, Öcalan’ın İmralı’da CHP’yi de eleştirdiğini ancak Koçyiğit’in yaptığı açıklamalarda bu eleştirilere yer vermediğini söylüyorlar. Koçyiğit’e kızgınlık var.

Halen uzlaşmaya varılamadı

Öcalan ile müzakerede geçiş süreci hukuku üzerinde uzlaşmaya varılmış değil. Dağdakilerin ne şekilde döneceği ve hangi yasal işleme tabi tutulacağı netleşmedi. Üst düzey PKK’lıların üçüncü ülkelere gönderileceği söyleniyordu. Ancak şimdi Bese Hozat, kendilerinin de Türkiye’ye dönerek, siyasete katılacağını ifade ediyor. Cezaevindeki PKK’lıların durumu da belirsizliğini koruyor.

Kandil’den duyulan tehditkar söylemler ve el yükselten istekler devleti rahatsız ediyor. Bugüne kadar isimleri bilinmeyen, örneğin ‘Amed Malazgirt’ ya da ‘Zagros Hiwa’ kod adlı PKK’lıların açıklamaları tansiyonu yükseltiyor.

Örgütten silah bırakmaya yönelik daha güçlü teyitler de gelmiyor. Sembolik silah yakma eylemi hariç, adım atılmış değil.

Yeni anayasa

Beştepe’ye yakın çevreler geçiş süreci ile demokratikleşmenin ayrı aşamalar olduğunu; silahların bırakılması, örgütün feshi ve terörün tasfiyesinden sonra demokratikleşme faslının açılacağını söylüyor. Bu fasıl yeni anayasa çalışması çerçevesinde planlanıyor.

Hatta tarih veriliyor.

Gelecek yıl 1 Ekim’den sonra…

İsmail Saymaz/halkTV

 

Bir özelleştirmenin öyküsü: Şaka değil, gaflet...+ Bilal Erdoğan'ın gözünden Türkiye: 'Eğitim ve sağlıkta altın standarttayız, yalnız biraz daha özel yatırım lazım' -soL-

 Bir özelleştirmenin öyküsü: Şaka değil, gaflet...-Canan Işık-

'Bu karar, bilirkişinin teknik uyarılarının neden görmezden gelindiğine değil, şehircilik bilgisinin neden siyasal bir tehdide dönüştüğüne işaret eder; çünkü bilimsel analiz, rant üretimine dayalı mekânsal müdahaleleri görünür kılar. Böylece yargı, bilimsel planlama ilkelerini korumak yerine, sermaye yönelimli mekânsal tasarrufu hukuki kılıfa büründürmüş olur.'

“Bir kereden bir şey olmaz” mottosuyla yolunu alan Demirel ve Özal'ın miras olarak aldığı ve elek haline getirdikleri bir anayasa bıraktığını unutmamak gerek. Kentsel imar uygulamaları delik deşik edildi, yargı da buna eşlik etti.

Ankara'nın en değerli kamu arazilerinden biri olan Çayyolu'ndaki arazinin satışının öyküsünü dün soL'da oldukça ayrıntılı şekilde aktarmıştık. Bugün ise ilgili imar planı değişikliği ile ilgili kararın meslek odaları tarafından yargıya taşınmasını ve yargının bu süreçte patronların yanında nasıl saf tuttuğunu detaylarıyla anlatacağız.

Danıştay Altıncı Daire imar hukuksuzluğunun kitabını yazıyor

Danıştay 6. Daire’nin bu dosyada aldığı tutum, Türkiye’de şehircilik disiplininin nasıl siyasal kararlarla bastırıldığını açık biçimde gösteriyor. Çünkü bilirkişi raporunun ortaya koyduğu tüm tespitler —vadi tabanı niteliği, ekolojik sürekliliğin kopması, yoğunluk artışının plan bütünlüğünü bozması, ulaşım–donatı yetersizliği, jeolojik ve topografik riskler— şehircilik biliminin temel kabulleri ve yönetmeliklerle birebir uyumluyken, Danıştay bu bilimsel tespitlerin hiçbirini esas almadı. 

Dahası, teknik uzmanlık gerektiren sorulara kendi yorumuyla hüküm kurarak, adeta bilirkişi yerine geçip şehircilik biliminin yerine kendi değerlendirmesini koydu. Oysa şehircilik; plan hiyerarşisi, mekânsal analiz, taşıma kapasitesi, donatı standardı, ekolojik eşikler ve ulaşım bütünlüğü gibi kavramlarla çalışan disiplinlerarası bir bilimdir. 

Mahkemenin, bu bilimsel metodolojiyi dikkate almadan “planlamanın dinamikliği” gibi muğlak bir ifadeyle yoğun yapılaşmayı meşrulaştırması, bilimsel bilgi karşısında siyasal tercihin üstün kılındığını gösteriyor. 

Bu karar, bilirkişinin teknik uyarılarının neden görmezden gelindiğine değil, şehircilik bilgisinin neden siyasal bir tehdide dönüştüğüne işaret eder; çünkü bilimsel analiz, rant üretimine dayalı mekânsal müdahaleleri görünür kılar. Böylece yargı, bilimsel planlama ilkelerini korumak yerine, sermaye yönelimli mekânsal tasarrufu hukuki kılıfa büründürmüş olur. Bu durum yalnızca bir bilirkişi raporunun reddi değil; Türkiye’de şehircilik disiplininin yargı eliyle etkisizleştirilmesidir.

Özelleştirme İdaresi ve yargı ortaklığıyla kent suçları...

Şaka gibi değerlendirme

İmar planlamalarında bilim insanlığı yapan kişilerden oluşan bilirkişi; "1/25.000 ölçekli 2023 Başkent Ankara Nazım İmar Planında dava konusu taşınmazında içinde bulunduğu alanın vadi ile birleşen yeşil alan sürekliliğinin olduğu bir alan olduğu ve planın açık ve yeşil alanlar ile vadi tabanlarının korunması ilkesini benimsediği, dava konusu 1/25.000 ölçekli plan değişikliğinin yeşil alan sürekliliğini bozarak yoğun yapılaşma getirmesinin 1/25.000 ölçekli 2023 Başkent Ankara Nazım İmar Planının ilgili hükümlerine ve plan bütününe ilişkin ilkelerine aykırılık taşımaktadır” derken; Danıştay Altıncı Daire; 1/25000, 1/5000 ölçekli nazım imar planları ve 1/1000 ölçekli uygulama imar planı değişikliklerinin birbiriyle uyumlu olduğunu söylüyor. Bu bir şaka gibi…

Bilirkişi raporuna itibar etmedik itirafı

Hızlarını kesmiyorlar, dava konusu alanın Milli Savunma Bakanlığına tahsisli iken artık ihtiyaç kalmaması nedeniyle plan değişikliğinin yapıldığı, dolayısıyla plan değişikliğini gerekli kılan unsurların oluştuğu ifade ediliyor.

"Planlama yapıldıktan sonraki süreçte değişen şartlar nedeniyle artık ihtiyaç kalmayan tahsisli alanların boş ve atıl bırakılmasının kamu yararına aykırı olacağı açıktır" deniliyor. 

"Planlamanın dinamik yapısı gereğince değişen şartlar ve koşullara göre artık ihtiyaç duyulmayan bu alanların çevresiyle uyumlu olarak planlanarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu itibarla, dava konusu alanın çevresinde yapılaşmış konut alanlarının bulunduğu görüldüğünden 1/25000 ölçekli nazım imar planı değişikliğiyle orta yoğunlukta gelişme konut alanı olarak belirlenmesinin bölgedeki yapılaşmalar ile uyumlu olduğu sonucuna varılmaktadır" diyor.

Bu durumda, planlamanın dinamik yapısı göz önüne alındığında sınırlı bir alanda ve bölgesiyle uyumlu olacak şekilde yapılan plan değişikliğinin 1/25000 ölçekli nazım imar planı hükümleri ve genel ilkelerine aykırı olduğundan bahsedilemeyeceği sonucuna ulaşıldığından bilirkişi raporundaki "BU KONUDAKİ TESPİTLERE İTİBAR EDİLMEMİŞTİR" deniliyor. 

Bilirkişi raporunda, "Dava konusu 1/5000 ölçekli plan ve 1/1000 ölçekli plan aynı ayrıntı düzeyinde oluşturulduğu, oysa uygulama imar planları, nazım imar planlarının ayrıntılandırılarak, sürecin pratik yönünün ağır bastığı, ölçü alınabilecek ayrıntıda geliştirilen, biçim, büyüklük gibi mekânsal unsurları ayrıntılı olarak içeren planlar olarak geliştirilmesi gerektiği" tespitine dikkat çekerken; Danıştay Altıncı Daire; dersine iyi çalışmış bir örnek daha veriyor ve "1/5000 ölçekli nazım imar planında genel kullanış biçimleri gösterilirken 1/1000 ölçekli uygulama imar planında emsal değeri, kat yüksekliği, kullanım fonksiyonlarının içinin doldurulması gibi düzenlemelerin yer aldığı görüldüğünden planların birbirinin aynısı olmadığı, uygulama imar planı ve plan notlarında uygulamaya yönelik düzenlemelerin yer aldığı ve uygulama imar planının yeterli ayrıntıda düzenlendiği anlaşıldığından bilirkişi raporundaki bu TESPİTE İTİBAR EDİLMEMİŞTİR." diyor. 

Bilim insanları ne diyorsa yargı tek tek itiraz ediyor

Bilim insanları, “Plan değişikliği ile getirilen ilave nüfus için mahalledeki eğitim ve sağlık alanlarının yeterli olup olmadığı, sosyo-kültürel tesis alanları ile ibadet alanlarının yeterli olup olmadığı gibi konulara ilişkin olarak imar planı değişikliği sosyal ve teknik altyapı etki değerlendirme raporu kapsamında altyapı yeterlik analizi yapılmadığı, mevcut planlarla oluşmuş olan yapılı çevredeki nüfusun gereksinimi dikkate alınarak sosyal donatı alanları ve altyapıya ilişkin bir yeterlilik analizi yapılmamış olmasının Mekânsal Planlar Yönetmeliği kapsamında bir eksiklik ve yönetmeliğe aykırılık anlamına geldiği" tespitlerine  yer verirken; Danıştay Altıncı Daire; "Özelleştirme kapsam ve programına alınan taşınmazlara yönelik her tür ve ölçekte plan ve/veya plan değişikliğini yapma yetkisinin 3194 sayılı Kanunun 9. maddesinin 2. fıkrası uyarınca Özelleştirme İdaresi Başkanlığına ait olması ve bu yetkinin yalnızca özelleştirme programına alınan taşınmazlarla sınırlı bir yetki olması karşısında, plan açıklama raporunun ve plan değişikliğinin gerekçelerinin bu kapsamda değerlendirilmesi gerekmektedir. 214.220,57 m2'lik planlama alanının 74.050,80 m2'lik kısmının sosyal ve teknik altyapı alanı olarak ayrıldığı bu itibarla dava konusu imar planı değişiklikleri ile alana getirilen yoğunluğun çevredeki sosyal donatı dengesini bozmadığı, donatı alanları açısından ilave bir artış gerektirmediği ve ihmal edilebilir boyutta olduğu" sonucuna ulaşılmıştır.

Danıştay'ın aldığı karar hukukun kent yağmasını durdurma rolünün nasıl askıya alındığını da gösteriyor

Yer seçimine bilimsel itiraza ilginç yargı yorumu

Bilim insanları, "taşınmazda öngörülen konut alanı yapılaşma koşulları çevrede öngörülenler ile farklılaşma göstermese de, planlama alanında öngörülen diğer kullanımlardaki belirsizlikler, üst ölçekli planda yeşil alan sürekliliğinin kurgulandığı bir alanda yapılaşmanın öngörülmesi plan sürekliliğini ve bütünlüğünü, dolayısıyla çevre ve imar bütünlüğünü olumsuz etkilediği, planlama alanında bir vadinin bulunduğu, jeomorfolojik özellikleri nedeniyle de konut gelişme alanı kullanımı açısından davaya konu taşınmazın doğru bir yer seçimi olmadığı, yüksek eğime sahip olan bu alanda yapılaşma yerine açık alan kullanımı şehircilik ilkeleri ve sağlıklı kentleşme açısından daha doğru bir yaklaşım olduğu" tespitlerine yer verirken; İmar uygulama planlarının teknik bilirkişisi gibi davranan yargı; "Bilirkişi raporunda, planlama alanı içinde vadi bulunduğu belirtilmiş ise de, dava konusu planlarda bu kısma rekreasyon alanı kullanımı getirildiği, bunun yanı sıra 28/09/2011 tarihinde onaylanan jeolojik ve jeoteknik raporda, çalışma alanının önlemli alan (ÖA-2.1:önlem alınabilecek nitelikte stabilite sorunlu alanlar) olarak sınıflandırıldığı ve bu alanlarda her tür bina için parsel bazında zemin etüdü raporu hazırlanacağının, yer altı su seviyesine, zeminin oturma, şişme, sıvılaşma, taşıma gücü özellikleri ile diğer jeoteknik özelliklerine yönelik hesaplamaların yapılacağının belirtildiği, ancak yapılaşma koşullarına yönelik herhangi bir sınırlamaya yer verilmediği görüldüğünden YER SEÇİMİNİN UYGUN OLDUĞU SONUCUNA VARILMIŞ OLUP TESPİTLERE İTİBAR EDİLMEMİŞTİR" deme gafletinde bulunmuştur yargı. 

Yargı bilimin de yerini aldı, patronlar ne isterse o

"Dava konusu plan değişikliği kararları ile bölgeye gelecek olan ek nüfusun araç kullanımı ve bunun ulaşım sitemine etkisine yönelik bir değerlendirme plan açıklama raporunda ve imar planı değişikliği sosyal ve teknik altyapı etki değerlendirme raporu yer almadığı, 1/1000 ölçekli uygulama imar planında araçların giriş-çıkış açısından çevredeki şebekeye nasıl bağlanacağı, diğer bağlantılarla nasıl ilişkileneceği konuları çözümlenmediği dolayısıyla taşıt sistemi ve dolaşımı açısından uygulama imar planındaki ulaşım şeması da yetersiz kalmaktadır" bilimsel bilgisini vermesine rağmen, Danıştay Altıncı Daire Yargı mensupları; "sadece özelleştirme kapsamında bulunan taşınmazlarla sınırlı şekilde planlama yapılması mümkün olduğundan, bölgede onaylı imar planlarında öngörülen ve taşınmazlarda son bulan taşıt yollarının, dava konusu 1/5000 ölçekli nazım ve 1/1000 ölçekli uygulama imar planı sınırları içinde devam ettirilerek erişim sağlayacak şekilde sürekliliğinin sağlandığı görüldüğünden, planlama alanında ayrılan yolların planlama tekniklerine ve ulaşım planlamasına uygun olduğu anlaşılmıştır" diyerek  ihtisasları olmadığı halde verilen bu şehircilik kararı akıl durgunluğudur.

Yargının trajikomik hali

"İmar planlarının şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına uygun olduğu sonucuna varıldığından yürütmenin durdurulması isteminin yerinde olmadığı sonucuna varılmıştır" derken yargı mensuplarının şehircilik ilkeleri ve planlama esasları konusundaki ihtşisaslaşmış(!) hali trajikomik bir durumdur. 

Danıştay’ın, alanında uzman bilirkişilerin bilimsel ve teknik değerlendirmelerini göz ardı ederek aldığı karar, şehircilik disiplininin birikmiş deneyimini ve kamu yararı kavramını görmezden gelen bir tutumun göstergesidir. Bu yaklaşım, kentsel mekânın kolektif bir yaşam alanı değil, hukuki yorumların dar çerçevesine sıkıştırılmış bir “arazi parçası” olarak ele alınmasına yol açmaktadır. Oysa şehircilik, kent hakkını, ekolojik dengeleri, toplumsal ihtiyaçları ve mekânsal adaleti önceleyen bütüncül bir kamusal iradeyi temsil eder. Bilimsel bilginin yerine idari takdirin geçirilmesi, karar üretim süreçlerini demokratik ve toplumsal denetimden uzaklaştırmakta; kentlerin sermaye baskısıyla biçimlenen neoliberal dönüşüm dinamiklerine zemin hazırlamaktadır. Bu nedenle söz konusu karar, sadece teknik bir uyuşmazlığın değil, kente ilişkin kamusal değerlerin, toplumsal ortak yararın ve kolektif yaşam hakkının geriye itilmesinin somut bir örneği olarak okunmalıdır.

/././

 Bilal Erdoğan'ın gözünden Türkiye: 'Eğitim ve sağlıkta altın standarttayız, yalnız biraz daha özel yatırım lazım' 

AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan, ülkenin çöken eğitim ve sağlık altyapısının "altın standart"a kavuştuğunu iddia etti. Bilal Erdoğan deprem konutları ihalelerin verildiği yandaş inşaat şirketlerininse "hayrına" çalıştığını öne sürdü.

Girişimci İşadamları Vakfı (GİV) tarafından düzenlenen Türkiye Girişimci Buluşması-Fikirden Girişime 2025 ve 12. GİV Girişimcilik Ödülleri, İstanbul Eyüpsultan'daki Bahariye Mevlevihanesi'nde gerçekleştirildi.

Programa, Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı, İstanbul Valisi Davut Gül, AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan katıldı.

Yoksulluk derinleşirken ekonomik büyümeyi ve babasını övdü

Bilal Erdoğan, burada yaptığı konuşmada, ülkede yoksulluk derinleşmiyormuş gibi ülke ekonomisinin büyüme verilerinden bahsetti.

Programın başında izletilen kısa filme değinen Bilal Erdoğan "Videoda da, 'Her iş günü 1 milyar dolar ihracat neredeyse oraya geleceğiz' demişiz. Oraları kırdık geçtik. Şu anda 275 milyar dolara geldik. Türkiye ekonomisinin büyümesini konuştuğumuz zaman bir şey görüyoruz. Türkiye'de 75 yılda kişi başına milli gelir aşağı yukarı 6-7 kat büyümüş. Son 23 yılda da 6-7 kat büyümüş. Yani son 23 yıldır yüzde 5,4 büyümüşüz" diye konuştu.

Bu büyümenin dünyada ve Türkiye'de yaşanan birçok olumsuz duruma rağmen sağlandığını savunan Bilal Erdoğan "Recep Tayyip Erdoğan'ın kıymetini, bu kadar hızlı büyüyemediğimiz, ekonominin katlanarak gitmediği zamanlarda anlayacağız. Ne zamanlar yaşamışız, ne kadar hızlı büyümüşüz, ne kadar hızlı gelişmişiz" ifadelerini kullandı.

Çöken sağlık ve eğitim altyapısına övgüler

"Girişimcilik ekosistemi" kavramından bahseden Bilal Erdoğan, bunun ülkede güçlü bir altyapı olmadığı takdirde mümkün olmadığını Türkiye'nin bu alanda hiçbir eksiği olmayan bir ülke olduğunu ve her köyde elektrik, su, internet ve yol gibi fiziki altyapıların tamamladığını iddia etti.

Erdoğan, ülkenin yerlerde sürünen sağlık altyapısına övgüler düzdü:

"İnsanımıza nasıl yatırım yapmışız? Eğitim, sağlık. Bugün Türkiye sağlık sistemi itibarıyla bu milli gelir düzeyinde dünyada en mükemmel sağlık hizmetini veren ülkedir. Türkiye'de devlet, Cumhurbaşkanımızın özel hassasiyeti sayesinde bunu başarmıştır. Yoksa 30 yıl önce hastaneden hastasını alamayan bir Türkiye vardı. Değil üç gün, üç ay, üç yıl sonrasına randevu alınamayan Türkiye vardı. Bugün gerçekten artık sağlık turizminin önemli destinasyonlarından biri olmaya uğraşan bir Türkiye söz konusu. Milyarlarca doları sadece dışarıdan ameliyat, fizik tedavi veyahut da estetik, diş ameliyatları, diş bakımı için kazanan bir ülke durumuna geliyoruz."

Ancak, ülkedeki sağlık altyapısının mevcut hali hiç de öyle parlak değil.

Ülkede doktor randevusu almak artık neredeyse imkânsız hale geldi. MHRS'de aylarca randevu bulunamayan branşlar, kapalı poliklinikler varken, hastalar acile yığılmış vaziyette. Sistemin çöktüğü Sağlık Bakanı tarafından bile kabul edildi.

Bununla birlikte, şehir hastaneleriyle kamunun kasasını boşaltan bir model yürürlüğe sokuldu. Kamu-özel işbirliği modeliyle yapılan şehir hastaneleri, devlet bütçesini yıllarca sürecek kira yüküne soktu. Bu hastaneler için kapatılan şehir içi devlet hastaneleri, sağlık erişimini birçok kentte zorlaştırdı.

Bu yıl yalnızca ilk 11 ayda 4 binden fazla hekim yurt dışına çıktı.

MESEM'de çocuklar ölürken 'eğitimde altın standart' yalanı

Bilal Erdoğan, Türkiye'nin eğitim altyapısını övmekten de geri durmadı. 

Erdoğan, "Eğitimde nasılız peki? Eğitimde sınıf başına düşen öğrenci sayısı 35-40'larda olan bir ülkeden 20'ye geldik toplamda. Öğretmen başına düşen öğrenci sayısı. Bir göstergede budur. Bugün Türkiye'de 1,1 milyonun üzerinde öğretmenimiz var. 17 milyon civarında öğrencimiz var. Şu anda birinci sınıfa başlayan öğrenci sayısı 1 milyonun altına düştü. Altın standarttayız şu anda biz. Devlet girişimcilik ekosisteminin gereksinimi olan her şeyi tamamlamış" diye devam etti.

Bilal Erdoğan'ın bu iddiası da palavradan ibaret. Türkiye'de eğitim sistemi son yılların en ağır çöküş sürecinden geçiyor. 

MESEM projeleriyle çocuklar ağır sanayi ortamlarında iş güvenliği önlemleri alınmadan çalıştırılıyor. Sadece son iki yılda çok sayıda çocuk iş cinayetinde hayatını kaybetti. Bu ölümlerin tamamı “devlet denetimi var” denilen bir model içinde gerçekleşti.

Çocuk işçi ölümlerini protesto edenler ise tutuklanıyor.

Eğitimde kamunun tasfiyesi de değinilmesi gereken bir konu. 

Ülkede bugün okulların bakım-onarım bütçeleri kaybolmuş durumda. Öğretmen açığı yüz binlerle ifade edilirken, iktidar ısrarla kadrolu öğretmen alımını kısmaya devam ediyor.

Ayrıca milyonlarca aile, devlet okullarında temel ihtiyaçların dahi velilere yüklendiği bir sistemle baş başa.

'Daha fazla piyasacılık lazım'

Konuşmasında "genç girişimcilere" de seslenen Bilal Erdoğan, ülkede özel yatırımların eksik olduğunu ve bunun halkın zararına olduğunu iddia etti: 

"Teknofest'te en son 1,5 milyonun üzerinde öğrenci, teknoloji takımlarında yarışmalara katılıyor. O çocuklar yarının girişimci adayları. Yani buralardaki başvuruların yüzlerle, yüz binlerle artacağını şimdiden hayal edebilirsiniz. Bizde eksik olan taraf özel finansman. Yani illa devlet verecek. Artık öyle bir devre geldi ki Türkiye, bu kadar altyapı yatırımını gerçekleştirdikten sonra artık vatandaşın 'Sıra bende ben ne yapacağım' diyor olması lazım.

Bilal Erdoğan, buradaki ifadesiyle piyasacılığın 40 yıllık yalanını devreye sokmuş oldu.

Bilal Erdoğan’ın “özel yatırım artarsa ülke kazanır” iddiası, Türkiye’deki tüm yapısal krizlerin merkezindeki piyasa politikalarının başarıya ulaşmış olduğu varsayımına dayanıyor. Oysa özel sektörün büyüdüğü her alanda, eğitimde, sağlıkta, barınmada, enerjide, hizmetler daha pahalı, daha güvencesiz ve daha eşitsiz hale geliyor. Devlet çekildikçe halkın payına düşen yalnızca artan faturalar, çöken sistemler ve güvencesizlik oluyor.

Yandaşlar milyarlarca liralık deprem konut ihalesi alıp 'vatandaşın yardımına koşmuş'!

Bilal Erdoğan, konuşmasının sonunda ise halen teslim edilemeyen deprem konutları üzerinden "yandaş"ları övdü.

6 Şubat depremleri sonrası yapılacak konutlar için milyarlarca liralık ihale yandaşlara verildi. 

Bilal Erdoğan "KOBİ'lerimiz, Anadolu kaplanlarımız" diyerek deprem sonrası aldıkları ihalelerle zenginleşmeye devam eden "yandaş"ların vatandaşın yanında yer alıp vatandaşın konutlarını yapmaya koştuklarını iddia etti.

Yandaşlar deprem konutu ihalelerini "hayrına" almış gibi bir çarpıtmaya imza atan Bilal Erdoğan AKP iktidarında sömürü olanakları alabildiğine genişleyen, özelleştirmelerle ülkenin en büyük zenginliklerine el koyan ve "altın çağ"ını yaşayan TÜSİAD'ın aynı "hayırseverliği" yapmadığını savunarak bir karşıtlık kurmaya çalıştı. Ortada bir eksiklik olduğunu savunan Bilal Erdoğan'a göre "bu eksikliğin biraz giderilmesine" ihtiyaç varmış!

Bilal Erdoğan şöyle konuştu:

"Türkiye'de son 23 yılda yapılan yatırımlara baktığımız zaman ya devlet eliyle yapılmış ya da devlet teşvikleri kadar yapılmış. Onun ötesinde yapan varsa yoksa bizim KOBİ'lerimiz, Anadolu kaplanlarımız. Yani büyük sermaye maalesef biriktirdiği parayı biriktirmeye devam ediyor. Asrın felaketi olduğunda TÜSİAD neredeydi? TÜSİAD çıkıp da 'Biz de şöyle 50 bin konutu TÜSİAD üyeleri olarak yapıyoruz' diyemez miydi? Ne oldu, biriktirdiğiniz paralar nereye gitti? Yatırım yapmıyorsun. Hadi gel bu memlekette depremzedenin 50 bin tane konutunu sen yap, bak devlet 500 bin tane konutu yapıyor. Yine elini cebine daldıranlar bir şekilde 'yandaş' diye yaftalananlar. Onlar yine gelip vatandaşın yanında yer alıp, vatandaşın konutlarını yapmaya koştular. Dolayısıyla bu ülkede sermaye sahibi, özellikle büyük sermaye sahibinin günahı, vebali çok. Ne fakir fukaranın, garip gurabanın yanında dururlar, ne devletin yanında dururlar, ne de girişimcinin yanında dururlar. Oradaki eksikliğin biraz giderilmesine ihtiyacımız var."

Erdoğan, ek olarak "Ülke geliştikçe sivil toplum da güçlenir, söz sahibi olur, siyasete daha fazla yön verir. Dolayısıyla işte size girişimcilikle ilgili bir sivil toplum kuruluşu, bence sermaye sahiplerine de lobi yapması, baskı yapması lazım" dedi.

"Devlet yatırımları" yalanı bir yana, deprem felaketinin üzerinden neredeyse iki yıl geçmiş olmasına rağmen, depremzedelerin önemli bir bölümü hâlâ konteynerlerde, hatta çadırlarda yaşıyor.

Bölgede altyapı eksikliği de kronikleşti. Su kesintileri, kanalizasyon sorunları, ısınma ve enerji yetersizliği rutin hale geldi.

***

soL


Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı" -8 Aralık 2025-

 Asgari ücret kiraya bile yetmiyor!-Atilla Özsever-  Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 12 Aralık’ta toplanacak. Bu ücret, yüzde 25 artışla 27 b...