Bağışlar nerede?-İsmail Arı-
Kızılay İstanbul İl Merkezi Şubesi’nin hesaplarını inceleyen müfettişler, yurttaşların Gazze ve Suriye gibi ülkelere insani yardım yapılması için bağışladığı paraların genel merkeze gönderilmediğini belirledi.
Depremde çadır satması ile gündem olan ve uzun yıllardır yolsuzluk iddiaları ile anılan Kızılay’ın başmüfettişleri, Kızılay İstanbul İl Merkezi Şubesi’ni denetledi.
BirGün’ün ulaştığı teftiş raporunda yer alan bilgilere göre, yurttaşların Filistin-Gazze, Suriye, Afganistan, Pakistan ve Ukrayna’ya insani yardım için yaptığı bağışlar ile fitre, zekat ve kurban bağışları Kızılay Genel Merkezi’ne gönderilmedi. Müfettişler gönderilmeyen paranın, 2 milyon 837 bin TL olduğunu belirledi.
Müfettiş raporunda, Bağış ve Bağışçı İşlemleri Yönetmeliği’ne atıf yapılarak, “Yönetmeliğin ilgili maddesinde ‘Genel Merkez tarafından gerçekleştirilen ulusal proje, kampanya ve faaliyetlerde bağışın Şubeler tarafından kabul edilmesi durumunda, bağış tutarı bağışçı bilgileri ile birlikte tahsilatı takip eden iş gününde Genel Merkez bağış hesaplarına gönderilir’ denilmektedir. Bu hüküm gereğince şartlı bağışların Genel Merkeze aktarılması gerekmektedir” ifadeleri yer aldı. Raporda, Endonezya Devleti’nin deprem felaketinde kullanılması için Kızılay İstanbul İl Merkezi Şubesi’ne yaptığı yaklaşık 1 milyon TL’lik bağışın da “şartlı bağış” olarak kaydedilmediği belirtildi.
Raporun bir başka dikkati çeken kısmı ise 6 Şubat 2023’teki deprem felaketinde yapılan döviz bağışlarıyla ilgili bölümü oldu. Raporda, Kızılay İstanbul İl Merkezi’nin döviz hesaplarında yer alan paranın TL’ye çevrildiği ve 2023 Ekim tarihli döviz kuruna göre toplam 25 milyon 800 bin TL’ye denk gelen “depremde kullanılması şartlı ile yapılan bağışlara” dair işlemlere için 5 Kasım 2024 tarihinde soruşturma başlatıldığı ifade edildi. 25,8 milyon TL’nin nerede olduğu ve soruşturmanın akıbeti ise açıklanmadı.
GENEL MERKEZ DOĞRULADI
Kızılay Genel Merkezi’nden BirGün’e yapılan açıklamada ise “Kızılay yönetmeliklerinde şartlı ve şartsız bağışların nasıl kullanılacağı net bir şekilde belirlenmiştir. Tarafımıza gönderdiğiniz inceleme raporunda da Kızılay Şubesi’nin şartlı bir bağış aldığı görülmektedir. İlgili şube hiçbir şekilde söz konusu bağışı şartı dışında kullanma imkanına sahip değildir. Ancak söz konusu belgede ilgili şubenin kendisine yapılan şartlı bir bağışı süresi içerisinde Genel Merkez hesaplarına aktarmadığı anlaşılmaktadır. Bu eksikliğin de yine Kızılay yönetmeliklerinde yaptırımı net olarak belirlenmiştir. Söz konusu bağışın kaybolması gibi bir durum asla söz konusu olamaz. İnceleme belgesinden de görüleceği gibi Kızılay iç denetim mekanizmalarıyla her türlü eksikliği tespit etmekte ve gerekli yaptırımı hayata geçirmektedir” denildi.
PARALEL ŞUBE OLARAK BİLİNİYOR
Kızılay’ın İstanbul’da iki merkezi şubesi bulunuyor. İmza attığı tüm skandallara rağmen uzun yıllar Kızılay Başkanlığı koltuğunda oturan önceki Kızılay Başkanı Kerem Kınık’ın kararı ile İstanbul’da kurulan ikinci şube "paralel şube" olarak isimlendiriliyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a en yakın isimlerden biri olan Binali Yıldırım’ın kardeşi İlhami Yıldırım, 2009 yılında Kızılay Çekmeköy Şube Başkanlığı ve 2013 ile 2019 yılları arasında da Kızılay İstanbul Şube Başkanlığı görevlerini yürüttü. Kerem Kınık ise 2019’da Kızılay’ın İstanbul Şubesi’ni yeniden İlhami Yıldırım’a ve ekibine teslim etmek istemedi. Ancak İlhami Yıldırım, 2019 yılında üçüncü defa Kızılay İstanbul Şube Başkanlığı görevine seçildi. Kerem Kınık ise bu gelişmenin ardından İstanbul’da bir şube daha kurdu. İstanbul İl Merkezi Şubesi ismi verilen Kızılay şubesinin başına da dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin AKP’li Meclis Üyesi Kadem Ekşi getirildi. Tüm ilçe şubeleri, İstanbul İl Merkezi Şubesi’ne bağlandı, Kızılay Genel Merkezi de tüm iş ve işlemleri bu şube üzerinden yürütmeye başladı.
***
Tüketim boykotu başarılı olabilir mi?-Önder KULAK - Kurtul GÜLENÇ-
Bir ekonomik mücadele olarak tüketim boykotu, belirli bir sermayedara ait metaların tüketiminin topluca reddedilmesi ve böylece talebin düşürülmesiyle beraber sermayenin yeniden üretiminin sekteye uğratılmasıdır. Görsel yapay zekâyla üretilmiştir
Tüketim boykotu, toplumsal hoşnutsuzluğun yüksek olduğu ülkelerde, bir süredir en sık tartışılan eylem biçimlerinden biri. Tartışmalarda ise hemen herkesin aklında, tüketim boykotunun başarılı olup olamayacağı sorusu var. Tarihsel örneklere bakıldığında, disiplinle uygulanıp başarı kazanan pek çok tüketim boykotundan bahsetmek mümkün. Hatta bunlardan kimileri, otoriter ve faşist iktidarlar karşısında yıkıcı birer araca dahi dönüşmüştür.
DOĞRUDAN BOYKOT
Başlı başına bir ekonomik mücadele fiili olarak tüketim boykotu, belirli bir sermayedara ait metaların tüketiminin halk tepkisi dolayısıyla topluca reddedilmesi ve böylece talebin düşürülmesiyle beraber sermayenin yeniden üretiminin sekteye uğratılmasıdır. Bu fiil karşısında sermayedarın boykota konu olan nedenleri ortadan kaldırması ve boykotu örgütleyen öznelerle sessiz de olsa bir anlaşmaya varması beklenir. Aksi takdirde ya boykot yıkıcı olur, azalan taleple üretim durur ve üretime koşulan sermaye zarara uğrar ya da sermayedar boykotu aşmayı sağlayan başka yollar bulur ve boykot başarısız olur.
Tarihte halkın sahiplendiği birçok başarılı boykot örneği sayılabilir. Bunlardan Apartheid sermayesine yönelik ANC ve SACP’ın çağırısıyla örgütlenen ve özellikle 1980’li yılların ikinci yarısında etkili olan tüketim boykotu, Güney Afrika ekonomisi üzerindeki görece yıkıcılığı düşünüldüğünde, son derece önemli bir örnektir.1 Boykot, halkın büyük kesiminin ırkçı burjuva kesimine ait metaları tüketmeyi reddetmesi ve ihtiyaçlarını küçük üreticiler, tüketim kooperatifleri ve dayanışma ağlarından karşılaması sayesinde dikkate değer bir başarı sağladı. Başarılı olan boykot, daha sonra yabancı sermayenin ülkeden çekilmesi konusunda dünya halklarının desteğini de pekiştirmiş ve bu destek GM, Ford ve IBM gibi onlarca markanın ülkeyi terk etmesinde etkili olmuştur.
GREV BAĞLANTILI BOYKOT
İşçiler grev ilan edip üretimi bıraktıklarında, ilgili ürün veya hizmet üretilmediğinden değişim sürecine de aktarılamaz. Böylece meta namevcut olduğu sürece, giderlerini karşılamayı sürdüren sermaye zarar etmeye başlar. Bu noktada sermayedarın işçilere karşı alacağı önlemler arasında, ekonomik açıdan lokavttan grev kırıcılığına ve siyasal açıdan grev erteleme kararından kolluk kuvvetleri saldırısına kadar pek çok koşul bulunur. Bunlardan hangilerine ne ölçüde başvurulabileceği mevcut ve potansiyel işçi sınıfı örgütlülüğü ve mücadelesinin ivmesine doğrudan bağlıdır. Harvey tam burada, sermayedara karşı bir hamle olarak tüketim boykotunun da dikkate alınabilecek bir eylem olduğunu anımsatır.2
Belirtildiği üzere, işçilerin greviyle birlikte üretimin konusu olan metanın arzı da kesilir. Ne var ki meta ürün formundaysa, marketlerden/mağazalardan üretim depolarına kadar belirli bir nicelik satıştaki varlığını korumayı sürdürür. Hatta ürün talebi yüksek bir ürünse, arzın düşmesinden ötürü fiyatlarda kısa süreli bir artış dahi yaşanabilir. Burada grev, eğer bir tüketim boykotuyla örtüşebilirse, karşılıklı olarak hem grevin hem de boykotun başarı şansı artar. Metaya ilişkin talebin durmasıyla, üretilse dahi tüketilmeyecek bir meta söz konusudur çünkü. Böylece sermayenin yeniden üretimi adeta felce uğrar. Sermayedar zamana karşı bir yarışa girmek zorunda kalır.
Güney Afrika’daki tüketim boykotu birçok grevle örtüşmüş ve böylece hem grevlerin hem de boykotların başarı oranı artmıştır. Ayrıca işçi sınıfı ve halkın diğer kesimlerinin ortak çıkarlar etrafında bir araya geldiği yeni olanaklar doğmuştur.
TÜKETİM KOOPERATİFLERİ
Boykotların uzun süreli olması halkın ihtiyaçlarını karşılamadaki alternatiflere de bağlıdır. Neticede meta üretiminin büyük kısmı “sermayedarlar” elindedir ve bir sermayedardan bir başkasına yönelmek nihai bir çözüm değildir. Bu nedenle özellikle büyük boykotlar sırasında başvurulan tüketim kooperatifleri burada daha kalıcı bir çözüm olarak ortaya çıkar. Böylesi kooperatifler siyasi parti ve sendikalar gibi emek merkezli kurumlarca kurulup yönetilerek, (varsa) işçilerin ortak mülkiyetindeki fabrikalardan ve üretim kooperatifleri ya da kırda ve kentte küçük üreticilerden doğrudan aldıkları ürünleri, kar amacı gütmeden halka ulaştırmayı amaçlarlar. Halka ihtiyaç duyduğu tüketim metalarını ucuz ve kaliteli biçimde ulaştırırken, işçi sınıfı ve alt ara sınıfları ortak çıkarlar etrafında bir araya getirirler.
Güney Afrika örneğinde, boykotla koşut olarak pek çok tüketim kooperatifinin kurulduğuna rastlanır. Bu kooperatifleri ANC ama daha çok da SACP ve etkisi altındaki sendika konfederasyonu COSATU örgütlemiştir.
Kaynaklara göre kooperatiflerin ilk işi, üyelerinden topladıkları küçük katkılarla ortak bir bütçe oluşturmaktı. Bu bütçeyle kırda ve kentte küçük üreticilerden doğrudan ürün tedariği gerçekleştirdiler. ANC, SACP ve COSATU, bu sırada arka planda kooperatiflerin lojistiğini destekliyordu. Kooperatiflerde un, şeker, meyve, sebze gibi temel gıdalardan giyecek ve yakacak gibi farklı ihtiyaçlara değin ürünler bulunuyordu. Kooperatiflerin işleyişten ürün seçimine kadar tüm yönetimi, üye ve çalışanlarının doğrudan katılımıyla gerçekleşiyordu. Bütün bütçe akışı şeffaf biçimde halka açık bir noktada paylaşılmaktaydı.
Güney Afrika örneğinin de gösterdiği üzere, bir boykotun doğru örgütlendiğinde ve yönetildiğinde, bırakalım başarılı olmayı, tüketim kooperatifleri gibi uzun süreli ve daha kalıcı çözümlere dahi kapı aralayabileceği aşikardır.
------
1 Bkz. J. N. Wilhelm de Jager, “Political Consumerism in the South African and British Anti-Apartheid Movements”, Political Consumerism içinde, OUP, 2019, ss. 58-63.
2 David Harvey, Marx, Capital, and the Madness of Economic Reason, OUP, 2018, s. 76.
***
Kuzey Kıbrıs’ta da eğitim gericileştirilmek isteniyor -Berkay Sağol-
Kuzey Kıbrıs’ta Disiplin Tüzüğü’nde yapılan değişiklikle, 18 yaş altı öğrenci kız çocuklarının türbanla okula gelmelerinin yani çocuklar üzerinden din istismarının önünü açtı. Tepkilerden sonra ise ilgili madde kaldırıldı.
Kıbrıs Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı ile Bakanlar Kurulu, Disiplin Tüzüğü‘nde yaptıkları değişiklikle, 18 yaş altı öğrenci kız çocuklarının türbanla okula gelmelerinin önünü açtı. Çocuklar üzerindeki din istismarının önünü açan değişiklikte 18 yaş altı çocukların soyut kavramlar olan dini inanç seçimi için yeterli gelişimlerini tamamlamış olduğu ve kendi seçimlerini yapabileceği şeklinde bir fikir ortaya çıktı.
Ancak öğretmenlerden, siyasi partilerden ve milletvekillerinden gelen tepkilerden sonra ise tüzükte ilgili madde kaldırıldı. Maddenin kaldırılmasına rağmen, okullarda bu baskının ve dayatmanın devam ettiği belirtildi.
Disiplin Tüzüğüne eklenip çıkarılan maddede şu ifadeler yer aldı: “Öğrencilerin dini inançlarından dolayı başlarını örtmek istemeleri halinde, yalnızca bone üzerinde bandana yerleştirerek başlarını örtebilirler. Bone ve bandana üzerinde herhangi bir şekil, desen, yazı, sembol ve işaret bulunamaz. Bone ve bandana okul üniforması ile uyumlu renkte, düz ve sade olmalıdır.”
Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası (KTOEÖS) Başkanı Selma Eylem, tüzüğe eklenmek isteyen sonradan çıkarılan ve yaratılan baskı ortamına tepki gösterdi. Eylem, ilahiyat koleji, Kuran kursları, tarikat yapılanmaları, zikir evleri, kültür anlaşmaları adı altında yürütülen misyonerlik çalışmaları ve dini sembol takan öğretmen atamalarıyla eğitimin bilinçli bir şekilde dini muhafazakârlaştırılmaya çalışıldığını söyledi.
Eylem, “AKP’nin Türkiye’de olduğu gibi ülkemizde de yapmak istediği, eğitimde dinî muhafazakârlaştırma, dindar nesil yetiştirme, sorgulamayan, biat eden bir toplum modeli yaratmaktır; bu hedefle ortaya koyduğu ideolojik politikalardır. Tüm okullar imam hatipleştirilmeye çalışılmakta, Kıbrıs Türk toplumuna dayatılan ekonomik, siyasi, sosyal politikaların kalıcılaşması için Türkiye’de olduğu gibi burada da toplumsal farklılıkları ve hoşgörüyü yok etmeye, bölmeye, halkı birbirine düşman etmeye uğraşılmaktadır” dedi.
Eğitim sisteminin dini motiflerle dizayn edilmesinin bir özgürlük meselesi değil, toplumu kutuplaştırma çabası olduğunu belirten Eylem, “Bilimsel, laik eğitim sistemine sahip çıkmak için mücadeleye devam edeceğiz ve toplumun desteğini bekliyoruz. Koltuk uğruna boyun eğen, geleceğimize, çocuklarımıza ihanet eden kuklalara karşı da, talimatları veren ve organize edip dayatanlara karşı da öğretmenlerimiz ve sendikamız, boyun eğmeyecek, geleceğimiz, çocuklarımız, toplumumuz için her türlü mücadeleye devam edecektir” diye konuştu.
ÖĞRETMENLERE TEHDİT
Kıbrıs’ta Hak ve Özgürlük Platformu ile bir camii imamı öğretmenleri tehdit etti. Hak ve Özgürlük Platformu Başkanı Mustafa Tıngır, yaptığı açıklamada, “Öğretmen kimliği adı altında yapılan bu vandallıkları kabul etmiyoruz. Okul da bizim, cami de bizim, üniversiteler de bizim. Aidiyet hissetmeyen Rum tarafına gidebilir” dedi.
Hamitköy Camii imamı İbrahim Damar’ın da sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımda, “ Benim dinime hakaret eden, devleti bile okula sokmayan bu zihniyeti öldüğü vakit ben de camiye sokmayacağım. Selasını vermeyeceğim. Cenaze namazını kıldırmayacağım. Açık söylüyorum, başörtüsüne karşı gelen kafirdir. Kafirin cenaze namazı kılınmaz” ifadelerini kullandı.
***
Yangında önce arabaları kurtarmışlar
Bolu’daki 78 kişinin hayatını kaybettiği Grand Kartal Otel’deki yangın faciasına ilişkin bilirkişi raporu, yaşanan ihmaller ortaya koydu. Oksijen’de yer alan habere göre, oteldeki görevlilerin yangını haber aldıktan sonra otoparka koşarak arabaları kurtarmaya çalıştığı tespit edildi.Raporda 12 dakika boyunca kimsenin uyandırılmadığı, bu süre zarfında herkesin otelden çıkmasının mümkün olabileceği vurgulandı. Raporda ayrıca zorla açılan otopark kapısının yangının söndürülmesinin önüne geçtiği bildirildi.
***
Binlerce tarla borca karşılık satışa çıktı
Bankalara borcunu ödeyemeyen çiftçiler, ellerindekini de ipotek altında kaybediyor. Ürettiğinden kazanamayan çiftçilerin tarlaları, borçları karşılığında bankalar tarafından birer birer satılıyor. Üreticinin bankalara borcu da artışta.
Çiftçilerin bankalara olan borçları, 2024 yılı sonunda 868 milyar 627 milyon 299 bin lira iken bu yılın ocak ayında 899 milyar 745 milyon 729 bin liraya çıktı. 2025 Şubat ayında ise 935 milyar 936 milyon 324 bin liraya yükseldi. Takipteki borçlar yüzde 37 arttı. Çiftçi borçları, yalnızca iki ayda 67 milyar lira yükseldi. CHP Niğde Milletvekili ve Tarım Orman ve Köyişleri Komisyonu Üyesi Ömer Fethi Gürer, çiftçilerin borçlarını ödeyememesi nedeniyle tarlaların icra yoluyla satışa çıkarıldığına dikkati çekti, bu durumun tarım sektörü için ciddi bir tehdit oluşturduğunu ifade etti.Gürer’in paylaştığı verilere göre, sadece mart ayında toplam 2 bin 937 tarla, icra daireleri ve sulh hukuk mahkemeleri tarafından satışa çıkarıldı. Mart ayının ilk 24 gününde 1959 tarlanın satış ihalesi yapılırken, 24-31 Mart arasında 978 tarla daha satışa açılacak. Tarlaların ihale yoluyla en çok satışa çıkarıldığı kent Kayseri oldu. Kayseri’de 42, Balıkesir’de 41, Eskişehir’de 40, Kırklareli’de 33, Afyon’da 32, Ankara’da 30, Bursa’da 29 tarla satışa çıktı. Çiftçilerin bankalara olan borçlarını ödeyememesi nedeniyle takibe düşen borç tutarının hızla arttığını belirten Gürer, “2024 Aralık ayında 3 milyar 621 milyon 920 bin TL olan takipteki borç tutarı, 2025 Ocak ayında 4 milyar 480 milyon 112 bin TL’ye, Şubat 2025’te ise 4 milyar 969 milyon 351 bin TL’ye ulaştı. Bu artış, iki aylık süreçte takipteki borç tutarının 1 milyar 347 milyon 431 bin TL arttığını göstermektedir. 2 ayda çiftçilerin bankalara zamanında ödeyemediği için takibe alınan borçları yüzde 31 artış gösterdi. Takibe düşen borçlardaki bu artış, daha fazla çiftçinin artık borçlarını ödeyemediğini ve bankalar tarafından takibe alındığını gösteriyor” diye konuştu. Gürer, açıklamasında çiftçilerin borçlarının ilk taksitlerinin 2027 yılına ertelenmesi ve borç faizlerin silinmesi için verdiği kanun teklifinin Meclis’te görüşülmesi çağrısında bulundu.
***
Marx’ın 11. Tezi -Önder KULAK - Kurtul GÜLENÇ-
Marx, on birinci tezde ilan ettiği düşünceyle eylem arasındaki sürekliliği materyalist tarih kavramsallaştırmasıyla somutlaştırmış olur. Düşünce ile eylem arasındaki diyalektik birliğin nihai amacı ise insanlığın özgürleşmesidir.
Karl Marx Feuerbach Üzerine Tezler’in on birincisinde felsefi literatüre damga vuracak o ünlü sözü söyler: “Filozoflar dünyayı yalnızca farklı şekillerde yorumlamışlardır, mesele onu değiştirmektir.”1 Bu tezin okuyucuya ilettiği iki argüman vardır. Bunlardan ilki Marx’ın düşünce ile eylem arasında tezat bir ilişki kurmadığı, başka bir ifadeyle ikili arasında bir sürekliliğe işaret ettiğidir. İkinci argüman ise filozofların daha en başından Varlığın en genel zeminini keşfetme çabası olarak felsefeyi bir yorumlama etkinliği formunda inşa etmiş olmalarıdır ve artık bunun değiştirilme zamanı gelmiştir.
Kuşku yok ki Marx bu konuda haklıdır. Felsefi düşünce daha en başından Varlığın en genel zeminini keşfetme çabası olarak parıldamıştır. Batı düşünce tarihi kitaplarında çoğunlukla ilk filozof olarak aktarılan Miletli Thales’in arkhe (ilk neden, başlangıç) problemini ele alması ve Thales sonrasında pre-Sokratik filozofların bu problemi derinlemesine işlemeye devam etmesi bu iddianın tarihsel kanıtlarından biri olarak gösterilebilir. Kozmolojiden ontolojiye geçişi tamamlayan en önemli unsurlardan biri ilk neden probleminin rasyonel bir söylem eşliğinde yanıtlanmaya çalışılmasıdır. Bu eksende, aklın, felsefi düşüncenin temel, hatta tek kategorisi olduğu ileri sürülebilir. Varlık zemininde söz konusu yorumlama çabasına eşlik eden ve onun merkezini işgal eden akıl kategorisi altında tüm önemli ikiliklerin (bilinç-varlık, özne-nesne, öz-görünüş, zorunluluk-özgürlük) uzlaştırılmaya çalışıldığı bir çerçeve yapılandırılmıştır. Felsefe tarihi akla dayalı bu yapılandırmanın tarihidir. Var olanın özünde rasyonel olmadığı ve akla doğru getirilmesi gerektiği iddiası bu çabadan kaynaklanır. Akıl ile var olan uyum içine sokulduğunda artık dünya akla karşıt bir konumda yer almayı bırakır, daha çok düşünce tarafından kavranır ve bir Kavram olarak tanımlanır.2 Böylece maddi nesnelliğin düşünce karşısındaki görece dışsal karakteri aşılmış ve dünya, düşüncenin mutlaklığına doğru çekilmiş olur.
Felsefe tarihinde açığa çıkan bu girişimin en üst noktasında Alman İdealist felsefesinin olduğu söylenebilir. Modern felsefede ortaya çıkan iki temel gelenek, rasyonalizm (akılcılık) ve empirizm (deneycilik), bilinç ile var olan arasındaki gerilimi incelemenin en önemli iki kaynağıdır. Empirizm bir yandan bilince dışsal bir dünyanın varlığını temellendirirken, diğer yandan bu dünyadaki farklı sosyal grupların çatışan çelişkilerini bize göstermiş, rasyonalizm ise bu çelişkilerin hangi ide (kavram) dolayımıyla aşılabileceğini, potansiyel düzlemde insanlar arasında inşa edilebilecek dayanışmanın ve olası yeni bir yaşamın imkanını rasyonel ilkelerle gerekçelendirmeye çabalamıştır. Sonrasında Kant bu iki geleneği eleştirel felsefe başlığı altında uzlaştırmaya niyetlenmiş, ama var olan çatallanmalar felsefesinde tam anlamıyla aşılamadığı için bu görevi tamamlamak Hegel’e düşmüştür. Hegel aklı ve özgürlüğü bir arada düşündüğünde modern Batı felsefesi geleneğinden önemli bir sonuç çıkarır: özgürlük rasyonalitenin öğesidir, aklın içinde bulunabileceği tek formdur.3 Felsefe düşünüre göre tinin (yani kendisinin bilincinde olan aklın) tek ve zorunlu hakikatinin özgürlük olduğu bilgisini bize verir. Başka bir ifadeyle, felsefi tarih tinin tüm özelliklerinin özgürlük dolayımıyla var olduğunu, her şeyin özgürlüğün dolayımı olduğunu bize anlatır. Tam da bu sebeple insani özgürleşmenin tarihi ile aklın tarihi aynıdır. Özgürlük olarak akıl kavrayışıyla felsefe de sınırına ulaşmış görünür. Hegel tam da bu aşamada felsefe tarihinin nihai sonunu ilan etmiştir.
BİLİNCİN EN GELİŞMİŞ FORMU OLARAK FELSEFE
Bu sebeple 19. yüzyılın otuzlar ve kırklarında Almanya’da felsefe, bilincin en gelişmiş formlarından birisi olarak değerlendirilmiştir ve ilginçtir ki o dönem Avrupa’sının pek çok bölgesindeki somut maddi koşullar bu bilincin çok gerisindedir. Başka bir ifadeyle, bilinç maddi koşulları öncelemiştir. Tam da bu sebeple yerleşik düzenin eleştirisi o bilincin eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi çalışması bunun en nitelikli örneğidir. Eserin iki temel sorusu vardır. Kitap ilk olarak felsefenin temel problemine, yani varlık ile bilinç ilişkisi meselesine materyalist bir yanıt verme uğraşı içindedir. Bu bağlamda ekonomik ilişkilerin temelinde yatan unsurların neler olduğu gösterilmeye çalışılır. Böylelikle tarihsel gelişim sürecinin temeline daha derinlemesine girilmekte, bir toplum formundan diğerine geçişin arka planındaki maddi ilişkiler ve güçler açığa çıkarılmaktadır. Kitap ikinci olarak Alman felsefesinin (Alman ideolojisi) bir eleştirisi olarak formüle edilmiştir. Bu polemikteki başlıca problem mevcut gerçekliğin nasıl değiştirilebileceği sorusuyla alakalıdır.
Düşünürler bu çalışmayla birlikte iki yeni iddiayı düşünce tarihine taşımışlardır. Bunlardan ilki, felsefe, bilincin en gelişmiş formlarından biri olduğu için böyle bir bilinç formunun eleştirisinin yapılabilmesinin yeni bir teorik hattı gerektiriyor oluşudur. Marx’ın sosyal teorisinin ekonomik koşulların yerleşik düzendeki bütünlüğüne ve rolüne karşı eleştirel sorumluluğunu beyan etmesi bu yeni hatla ilgili bize ipucu vermektedir. Felsefe ekonomik-sosyal teoriye eklemlenmiştir. Ön plana çıkan ikinci iddia ise sınırına ulaşmış olarak görünen felsefenin artık yorumlayıcı etkinlik olmaktan çıkarak dünyayı değiştirme eylemine katılacak olmasıdır. Böylece Marx on birinci tezde ilan ettiği düşünceyle eylem arasındaki sürekliliği materyalist tarih kavramsallaştırmasıyla somutlaştırmış olur. Düşünce ile eylem arasındaki diyalektik birliğin nihai amacı ise insanlığın özgürleşmesidir.
-----
1 Hayalet Karl Marx: Seçme Yazılar, çev. Volkan Çıdam, ed. Güçlü Ateşoğlu, Ayrıntı Yay.,
s. 200.
2 Herbert Marcuse, Olumsuzlamalar, çev. Kurtul Gülenç, Ayrıntı Yay., 2020, s. 139.
3 Georg W. F. Hegel, Vorlesungen über die Philosophie der Geschichte, Werke, XIII, 1840-47, s. 34.
/././
(BİRGÜN)