Devletçiliğin yeni adı tekno-endüstriyel devlet mi?-Füsun Sarp Nebil-
ABD'nin CFR raporu, ekonomik gücün artık ulusal güvenlikle iç içe geçtiğinin altını çiziyor; geleneksel "ekonomi" ve "asker ve politika" ayrımı artık geçerliliğini yitirmiş durumda. Türkiye açısından bakarsak, ABD'nin müttefikleri ve ortakları "güvenilir tedarik zinciri" çerçevelerine çekilecek; standartlar ve yönetişim rejimleri değişecek. Biz burada nasıl bir yer bulacağız şimdilik bilinmiyor.

Ekim 2025’te ABD Dış İlişkiler Konseyi (CFR) Görev Gücü "ABD Ekonomik Güvenliği: Geleceğin Teknolojileri Yarışını Kazanmak" başlıklı bir rapor yayımladı. Raporda, yeni nesil teknolojiler (özellikle yapay zekâ, kuantum teknolojileri ve biyoteknoloji) üzerindeki stratejik rekabetin halihazırda devam ettiği ve ABD'nin bu alanlardaki liderliğinin, özellikle Çin Halk Cumhuriyeti'nden gelen tehditler nedeniyle gerçek bir tehdit altında olduğu kaydediliyor.
Üç temel güvenlik açığı kategorisi vurgulanıyor:
Yatırım eksikliği: ABD, uzun vadeli ufuklar ve yüksek risk nedeniyle özel sermayenin çekimser davranması nedeniyle önemli alanlarda (örneğin kuantum, biyoteknoloji) geride kalıyor.
Tedarik zinciri bağımlılıkları: Kritik girdiler (yarı iletkenler, biyoteknoloji, nadir toprak elementleri vb. için) dost olmayan veya düşman (özellikle Çin) bölgelere aşırı derecede bağımlı.
Kontrol ve yönetişim boşlukları: İhracat kontrolleri, yatırım taraması ve özel sektör ile hükümet arasındaki koordinasyon, hızla gelişen teknoloji ve tartışmalı tedarik zincirleri karşısında yetersiz kalmaktadır.
Raporda, ABD ve müttefiklerinin öncülük etmesi halinde, yapay zekâ, kuantum ve biyoteknolojinin birlikte 2040 yılında yıllık 29 trilyon dolara kadar gelir sağlayabileceğini tahmin ediyor.
Geride kalmanın yalnızca pazar payı kaybı olmadığı, aynı zamanda rakiplere küresel standartları şekillendirme, tedarik zincirlerine hâkim olma ve hatta askeri veya çift kullanımlı avantajlar elde etme olanağı verme riski taşıdığına dikkat çekiliyor.
Rapordaki öneriler
Raporun ilginç olan yönü, öneriler kısmı. Bir süredir gördüğümüz ABD'nin küreselleşmeyi tersine döndüren çeşitli yaklaşımlarını somutlaştırıyor. Raporda, kritik girdilerin (örneğin, yarı iletkenler, baskılı devre kartları, kimyasallar) üretiminin ABD'de yerelleştirilmesi ve çeşitlendirilmesi, böylece ABD'nin tek bir tedarikçiye daha az bağımlı olması önerisi başta olmak üzere, devlet alımları ve özel sektör kapasitesinin artırılması yoluyla kamu hizmeti ölçeğinde bir kuantum bilgisayarının geliştirilmesinin hızlandırılması, ulusal bir gelişmiş biyoüretim merkezleri ağı kurulması, temel biyoteknoloji ve tıbbi girdilerin stoklanması ve özellikle Çin'den temin edilen API ve KSM'lerde (aktif ilaç bileşenleri ve temel başlangıç malzemeleri) dışa bağımlılığın azaltılması, ulusal savunma stoklarının genişletilmesi, izinlerin hızlandırılması ve kaynakların haritalanması ve ikame teknolojilerinin geliştirilmesi için müttefiklerle birlikte çalışılması yoluyla kritik minerallerin güvence altına alınması, bu temel sektörleri desteklemek için ticaret ve STEM (makineciler, elektrikçiler, teknoloji işgücü) alanlarında işgücü kapasitesinin oluşturulması gibi öneriler yer alıyor.
Bütün bunların uygulanması için ise, Ticaret Bakanlığı bünyesinde, "Ekonomik Güvenlik Merkezi" adında özel bir kurumsal mekanizma oluşturulması öneriliyor. Bu merkezin hükümet ve özel sektör sinerjisini, tedarik zinciri istihbaratını, ihracat kontrol uygulamalarını ve sanayi politikasını koordine etmesi isteniyor.
ABD küreselleşmeyi ve kapitalizmi tamamen terk mi ediyor?
Bu rapordan ve önerilerden de gördüğümüz şey şu; ABD kendi içine kapanıyor. Öncüsü olduğu kapitalizmin kendisi ya da şekli değişiyor, küreselleşme terk ediliyor ve II. Dünya Savaşı'ndan bu yana hiç olmadığı kadar devlet odaklı, stratejik ve endüstriyel politika odaklı bir modele doğru ilerliyor.
Gerçi Nvidia, OpenAI, Intel, Microsoft, Amazon, Apple, biyoteknoloji şirketleri, kuantum girişimleri vb. özel şirketler hâlâ mevcut ama bunların üzerindeki devlet baskısı ya da desteği de ortada. Örneğin Apple'a üretimi ülkeye geri getir diyorlar. Ya da mobil sektörü göremediği için geride kalan ve yapay zekâ sektörüne de adapte olamadığı için zor duruma düşen Intel'i kurtarmak adına yüzde 10 hissesini görülmemiş bir şekilde bizzat ABD devleti aldı. Nvidia'nın Çin satışlarından yüzde 15 pay istendi. Ya da AB, Google'a, Apple'a rekabet cezası verdiğinde, Trump soruşturma açtırıyor. Aynı şekilde Twitter'a mahremiyet cezası verdiğinde bir bakıyoruz, ABD sopa gösteriyor. Yani bu şirketler özel mi? Ya da devlet kontrolünde özel mi?
Amerikalı uzmanlar bunu "ABD, serbest piyasa köktenciliğinden, stratejik kapitalizme" geçiyor şeklinde süslüyorlar. Oysa ABD Yönetimi, 40 yıl boyunca (1980'ler-2020) arasında, şunları söylüyordu:
- Piyasa kaynakları en iyi şekilde yönetir
- Hükümet asgari düzeyde müdahale etmelidir.
- Küreselleşme herkesi daha zengin yapacaktır.
Şimdi CFR raporu ve daha geniş kapsamlı ABD politikası büyük bir değişimi gösteriyor. Yani ABD artık şunlara inanıyor:
- Piyasalar tek başına yapay zekâ, çipler, kuantum ve biyoteknoloji alanlarında liderliği güvence altına alamaz.
- Devlet, stratejik endüstrileri finanse etmeli, koordine etmeli ve korumalıdır.
- Serbest ticaret, Çin'e bağımlılık yaratırsa tehlikelidir.
- Ulusal güvenlik ve endüstriyel rekabet, salt piyasa mantığının önüne geçer.
"Bu devletçiliğe doğru gidiş değil mi?” diye sorulduğunda ABD'li yetkililer, “Değil. Bu, 1980'lerin Amerikan kapitalizminden çok Güney Kore, Japonya ve hatta Çin'in "kalkınmacı devlet" modellerine benziyor. Bu; tedarik zinciri milliyetçiliği, stratejik devlet müdahalesi ya da teknoloji odaklı korumacılık şeklinde adlandırılabilir" gibi ne anlama geldiği tartışılacak kavramları kullanarak, sorudan kaçıyorlar.
Nvidia, Apple, Microsoft, Intel, OpenAI, hâlâ özel sektör şirketi mi?
Bu şirketler yasal olarak hâlâ özel şirketler; ancak stratejik olarak giderek daha fazla "devlet destekli özel kuruluşlar" (Goverment-backed private enterprises - GBPE'ler) gibi davranıyorlar. Devlet mülkiyetinde değiller, tamamen piyasa odaklı değiller (rekabete karşı korunuyorlar), devlet tarafından yönlendirilen bir teknolojik ekosistemin parçası haline geldiler, geliyorlar. Buna "stratejik kapitalizm" veya "tekno-endüstriyel devlet kapitalizmi" ismi takılıyor.
Kağıt üzerinde hâlâ özel sektör firmaları durumunda. Hissedarları var, hisse senedi ihraç ediyorlar, yönetim kurulları özel, kârları özel yatırımcılara ait. Ama ABD hükümetinin artık "ulusal kritik teknolojiler" olarak adlandırdığı sektörlerde faaliyet gösteriyorlar. Ve bir sektör "kritik" hale geldiğinde, devlet kuralları değiştirebilir deniliyor.
Yani ABD hükümeti ve Kongre, Apple'a Çin'den üretimi geri getirmesi için açıkça baskı yapıyor. Apple yasal olarak mecbur olmasa da stratejik olarak başka seçeneği yok. Ya da Intel yüzde 10 devlet mülkiyetinde bir şirket haline geldi. ABD hükümeti, özünde 50-60 yıl bilişimi yönlendiren ama yeni teknolojilere ayak uydurmakta geç kalan Intel'in hala hayatta kalmasına yatırım yapıyor. Çünkü Intel, ABD için Boeing veya Lockheed Martin gibi stratejik bir ulusal varlık anlamına geliyor. Bunlar özel şirket gözükse de, kaderleri tamamıyla ticari değil, politik olarak yönlendiriliyor.
Başka bir örnek, eylül ayında AB, Google'a, Apple'a rekabet cezası verdiğinde, Trump soruşturma açtırıyor. Aynı şekilde Twitter'a mahremiyet cezası verdiğinde bir bakıyoruz, ABD yetkilileri AB yetkililerini azarlıyor. Çünkü "Büyük Teknoloji (Big Tech) şirketleri artık sadece özel bir şirket" değil. "Donanma veya Hazine Bakanlığı gibi ulusal gücün bir yansıması" olarak tanımlanıyor. Bu nedenle AB, Meta, Amazon, Apple veya Google'a ceza verdiğinde, sadece bir şirketi cezalandırmıyor. ABD'nin stratejik nüfuzuna meydan okumuş oluyor. Buna da jeoekonomik devlet yönetimi deniliyor.
Ve bunun artık bir Biden veya Trump meselesi olmadığı, ABD seçimlerini kim kazanırsa kazansın artık bu politikaların geçerli olacağı konuşuluyor. Yani ABD ile birlikte artık Tekno-Endüstriyel Devlet çağı denilen bir dönemi konuşuyoruz. Çünkü ABD artık fena halde korkuyor.
Devlet destekli yüksek teknoloji ekonomisi mi?
ABD korkuyor çünkü Çin bazı alanlarda öne geçmiş gibi duruyor. ABD bu nedenle içer kapanıyor ve "devlet destekli bir yüksek teknoloji ekonomisi" yaratıyor. Yakından bakarsak son dört yılda;
- CHIPS Yasası ile yarı iletken endüstrisine 52 milyar dolar destek açıklandı. Yani fabrikaların nereye gideceğini piyasa güçleri değil, devlet sübvansiyonları belirliyor.
- IRA yani temiz teknoloji için 369 milyar dolar planlandı. Devlet öncülüğündeki devasa fonlama özel yatırımı şekillendiriyor.
- Yapay zeka kararnameleri de bilgisayar politikasının millileştirilmesini getiriyor. ABD Hükümeti artık GPU'lara erişimi stratejik bir varlık gibi düzenliyor.
- Çin'e ihracat kontrolleri ile "piyasalar, gelişmiş çipleri kimin satın alacağına karar veremez; kararı Washington verir" diyorlar.
- Çipler, ilaçlar ve malzemeler için Savunma Üretim Yasası çıkarıldı yani üretime doğrudan devlet müdahalesi var.
Bunlar genellikle devlet öncülüğündeki ekonomilerle ilişkilendirilen araçlar. CFR raporu açıkça "Piyasalar stratejik teknolojilere yeterince yatırım yapmayacak. ABD hükümeti müdahale etmeli." diyor. Bu "devletçilik" mi? Kesinlikle evet çünkü ABD hükümeti; bir yandan ulusal teknoloji şampiyonlarına sahip olurken, diğer yandan üretimin yeniden yerelleştirilmesi ve tedarik zinciri kontrolünü sağlıyor, devlet öncülüğünde Ar-Ge, jeopolitik olarak uyumlu ticaret ağları, "güvenilir ortaklar" ve "stratejik rakipler" konularını masaya koyuyor.
Kelime dağarcığımıza ve dünyanın ekonomik yönetimine yeni kelimeler katılıyor. Akademisyenler artık ABD modelini farklı farklı kelimelerle tanımlıyor:
- "Demokratik Endüstriyalizm"
- "Ulusal Güvenlik Kapitalizmi"
- "Tekno-Endüstriyel Devlet"
- "Çin Özelliklerine Sahip Kapitalizm" (yarı şaka, ancak politika çevrelerinde giderek daha fazla kullanılıyor)
Sonuçta ABD'nin CFR raporu, ekonomik gücün artık ulusal güvenlikle iç içe geçtiğinin altını çiziyor; geleneksel "ekonomi" ve "asker ve politika" ayrımı artık geçerliliğini yitirmiş durumda.
Türkiye açısından bakarsak, ABD'nin müttefikleri ve ortakları "güvenilir tedarik zinciri" çerçevelerine çekilecek; standartlar ve yönetişim rejimleri değişecek. Biz burada nasıl bir yer bulacağız, şimdilik bilinmiyor.
/././
Armut.com engellemesi kalktı ama zaten neden engellendi ki?-Füsun Sarp Nebil-
Hakimliğin karar kaldırma gerekçesi, aslında ilk kararın baştan hukuka aykırı olduğunu kendi sözleriyle ortaya koyuyor.

Dün akşam(10/12/2025) saatlerinde, ülkemizin ve 14 ülkede de iş yapan önemli portallerinden birisi olan Armut.com'un aniden engellendiğini gördük ve şaşırdık. O saatte bilgi de alamadığımız (ki firmanın kendisine de sorduk, onlar da o saatte bilmiyorlardı) için haklarında ne şikayetler var diye baktık ve 150'ye yakın "Armut.com'a ulaşamıyorum, param içeride kaldı" şeklinde şikayetle karşılaştık.
Bizim, Armut.com'un ve bu şikayetleri yazanların ortak noktası, "ne olduğunu anlayamamak" idi. Kimseye bir açıklama yapılmamış. Düşünün ki, armut.com üzerinde hizmet alan ve hizmet veren yüzbinlerce kişi var. Hiçbir açıklama olmadan birden bire bir dükkanı kapatma hakkını, kim, nasıl buluyor?
Olayda baştan aşağıya bir sürü hata var.
- Sağlık Bakanlığı başvurusu ile İstanbul Anadolu 7.Sulh Ceza Hakimliği 4 aralıkta 5651 sayılı kanunun 8/A maddesine göre erişim engelleme kararı vermiş. Ama Sağlık Bakanlığı’nın böyle bir yetkisi yok. Çünkü 8/A maddesi kapsamında engelleme sadece BTK tarafından re'sen ve acil durumlarda yapılabilir ama görülen o ki, engelleme BTK'dan değil hakimlikten gelmiş durumda. Acaba İstanbul Anadolu 7. Sulh Hakimliği bu kanunu tam olarak bilmiyor mu?
- Karar 4 Aralık’ta verilmiş ama 8 Aralık’ta uygulandı. Hani acil bir kaldırma ama aradan geçen dört günde neden armut.com ile bu kadar büyük iş hacmi olan bir firma ile temasa geçilmemiş. Hem firmanın hem de üzerinden hizmet alan-verenlerin kısa da olsa bu erişim engelleme sürecindeki zararını kim tazmin edecek?
- Üstelik engellenmek istenen içeriğin linki de verilmemiş. Dolayısıyla sitenin tamamı engellenmiş.
- Bu arada sitenin müşterileri, hizmet verenleri -ki yukarıda belirttiğimiz gibi, bir sürü usta, hizmet sağlayıcı, bu site üzerinden hizmet veriyor ve ücret alıyor. Bir anda paralarına ulaşamaz olunca, herkes endişelendiler- ve yayıncıları olmak üzere büyük bir grubun hakları hiçe sayılmış oldu. Bunun sorumlusu kimdir?
Hakimliğin karar kaldırma gerekçesi, aslında ilk kararın baştan hukuka aykırı olduğunu kendi sözleriyle ortaya koyuyor. Ek kararda açıkça, engel talebinin alt URL bazında yapılması gerektiği, sayfanın hangi içeriği sebebiyle engellendiğinin belirli olmadığı, başvurunun eksik yapıldığı yazılmış.
Dolayısıyla, hata farkedilmiş ve site erişime geri açılmış durumda. Konuyu İfade Özgürlüğü Derneği’nden (İFÖD) Prof. Dr. Yaman Akdeniz'e sorduk. Şunları söyledi:
"Bir gece ansızın Armut gibi bir platformun topyekûn erişime engellenmesi her bakımdan sorunlu. Kaldı ki başından sonuna hukuka aykırı bir süreç söz konusu. Talep Sağlık Bakanlığı tarafından yapılmış ve yasal dayanak olarak da 5651 sayılı Yasanın 8/A maddesi kullanılmış.
Bakanlık talebi doğrudan İstanbul Anadolu 7. Sulh Ceza Hakimliği’ne yapmış. Hakimlik de bakanlıktan gelen talebi aynen kabul etmiş ve platformu engellemiş. Halbuki, bakanlığa, 8/A maddesi kapsamında doğrudan hakimliklerden erişimin engellenmesi talebinde bulunma yetkisi verilmemiş.
Yasa gereği, ancak gecikmesinde sakınca bulunan bir durum söz konusu olduğunda Bakanlık erişim engelleme veya içerik çıkartma talebini BTK'ya göndermek zorunda. BTK'nın da talebi onaylatmak üzere Ankara’daki nöbetçi sulh ceza hakimliğine göndermesi gerekiyor. Sistemin böyle işlemesi gerekirken, keyfi bir şekilde bakanlık talebini doğrudan İstanbul Anadolu 7. Sulh Ceza Hakimliği’ne yapıyor.
Hakimlik, usule aykırı bu talebi reddetmesi gerekirken kabul edip BTK'ya gönderiyor. BTK'nın da bu karara itiraz etmesi gerekirken, sorgulamadan uyguluyor. 8/A hükmü 2015'ten bu yana, yani 10 senedir yürürlükte ve hala yetkililer ve uygulayıcılar bu hükmün nasıl işlediğini öğrenemedi."
Bu kararın düzeltilmiş olması sevindirici. Ancak aynı hatanın tekrar yaşanmaması için, erişim engeli süreçlerinin yetki, usul ve içerik bazlı denetim ilkelerine uygun hale getirilmesi zorunludur. Aksi hâlde Türkiye’de dijital girişimciler için en büyük tehdit, rekabet değil, öngörülemeyen kararlarla duran bir hukuk sistemi olacaktır. Zaten ülkeye yatırım için çağrılan pek çok firmanın da ilk sözü “hukuk” ve özellikle de “5651 sayılı kanun” oluyor. Artık bu garabetin ele alınması ve düzeltilmesi lazım.
/././
Zorba keşke sadece eski bir roman kahramanının adı olsaydı -Mine Söğüt-
Etimolojik olarak kanıtlanmış bilimsel bir bağ olmasa da Türkçeye Farsçadan geçen zorba kelimesi ile Yunanca’daki zorbas kelimesi arasında rastlantısal bir kültürel anlam bağı vardır. Zorbalık tüm feodal toplumlarda fiili olarak uygulanan eril şiddetin dilidir. Sistem, kendini zorbalığa karşı savunurken bile zorbalaşabilen insana zorbalıkla kazanılan başarıların reklamını yaparak kendini güçlendirmeyi sürdürüyor.

Yunanca da “zorbas” kelimesi yaşamdan zevk almasını bilen güçlü erkek anlamına gelir. Kazancakis’in romanından sinemaya aktarılan filmin kahramanı coşkulu, içgüdüsel davranan, özgürlükçü, hayata tutkuyla bağlı bir erkektir. Ama “erkektir.”
Feodal bir dünyada erkeğin bu görece pozitif özellikleri aslında erkekliğin temsil ettiği tüm negatif özelliklerin de başlıca müsebbibidir.
Etimolojik olarak kanıtlanmış bilimsel bir bağ olmasa da Türkçeye Farsçadan geçen zorba kelimesi ile Yunanca’daki zorbas kelimesi arasında rastlantısal bir kültürel anlam bağı vardır.
Zorbalık tüm feodal toplumlarda fiili olarak uygulanan eril şiddetin dilidir. Erkin şuursuz mutluluğu diğerlerinin taammüden mutsuzluğu anlamına gelir.
Tıp çok geç tespit etti ama artık sırf fiili değil psikolojik zorbalığın da tanımı var ve sadece güçlülerle güçsüzler arasında değil eşitler arasında da yaşanabildiği biliniyor. O eşitler bu yöntemi muktedirlerden, otoritelerden, iktidarların kadim dilinden öğreniyor.
İnsanın hayatındaki en küçük ama önemli otorite figürü ailesi, en büyük ve önemli otorite figürü ise devlet. Hayata gözünü açtığı anda ebeveynleri tarafından psikolojik şiddet yöntemleriyle eğitilen çocuk, yetişkinliğe geçtiğinde artık devlet tarafından uygulanan psikolojik şiddetleri olağan olarak görüyor ve hayatta kalmak için gücünü ispat etmekten başka bir yol bilmiyor.
O yüzden hep büyük balık küçük balığı yutuyor. Devletin yuttuğu birey çocuğunu yiyor. Ebeveyni tarafından yiyilen çocuk devletin onu yutmasını kanıksıyor. Ezenlerin ve ezilenlerin dünyasında fırsatını bulduğu anda kendinden ezik gördüğü bir diğerini ezmeye başlayan insanlık döngüsünde o yüzden zorbalananla zorbalayanı birbirinden ayırmak güçleşiyor.
“Baban duyarsa seni öldürür” ya da “Beni konu komşuya rezil mi edeceksin” ile başlayan cümlelerin, “Yine mi beceremedin” serzenişlerinin, “Sen kendini ne sanıyorsun” tıslamalarının, “Seni herkese rezil ederim” tehditlerinin, bir insanın boyuyla posuyla, fiziksel görünüşüyle, heyecanıyla, heyecansızlığıya, becerikliliğiyle, beceriksizliğiye, aklıyla, akılsızlığıyla ilgili yapılan şaka yollu imaların hepsinin psikolojik bir şiddet olduğunu çok geç fark eden insan tüm uygarlığını zorbalıkla biçimlendirmiş olduğunu itirafta zorlanıyor.
Biriyle alay etmenin, onu aşağılamanın, dışlamanın, küçültmenin, birini tehdit etmenin de şiddet olabileceğini fark edene kadar geçen zaman sürecinde varlığı neredeyse baştan sona şiddet yoluyla edinilen kazanımlarla zenginleştiği için anca yeni yeni yüzleştiği “psikolojik şiddet” kavramıyla baş etmesi güç. Zorbalıkla elde edilen başarılar tadından yenmediğinden olsa gerek zorbalığı hayatından çıkarması da kolay değil.
Çünkü sistem, kendini zorbalığa karşı savunurken bile zorbalaşabilen insana zorbalıkla kazanılan başarıların reklamını yaparak kendini güçlendirmeyi sürdürüyor.
Televizyonlardaki gündüz kuşağı kadın programlarından yarışmalara, sosyal medyadaki bireysel gösterilerden, dizilerdeki ikon karakterelere, siyaset arenasından dini söylemlere kadar her yerde zorbalığın propogandası yapılıyor. Bu propagandaların etkisiyle kalabalıklar korku salmayı, ses yükseltmeyi, rakibine bel altı yöntemlere yüklenmeyi başarının altın anahtarı olarak kodluyorlar.
Sesini daha yüksek çıkaranın hayatta kalacağına ikna olan insanların faklı desibellerde birbirlerine bağırarak cehenneme dönüştürdüğü bu dünyada suç nedir ve suçlu kimdir ayırt etmek gittikçe zorlaşıyor. Çünkü dünyayı, yaşamdan bireysel olarak zevk almayı ve zevki de sadece para kazanmakta tatmayı marifet bilen eril muktedirler yönetiyor. Herkes o irili ufaklı muktedirleri rol model olarak benimsiyor.
Sistemi demokratik yollarla zorba hükümdarlara, zorba ekonomilere ve zorba bir ahlaka teslim ederseniz, çocuklar arasında yükselen akran zorbalığından endişelenme hakkını en baştan yitirirsiniz.
Zorba keşke sadece eski bir roman kahramanının adı olsaydı.
/././
Vergi dairesi müdürleriyle çalışanlarının sessiz çığlığını duyan var mı?-Murat Batı-
Vergi dairelerine tüm vergi işlemlerini yükleyip yıl sonunda bu dairelerin aracılığıyla 13,7 trilyon vergi toplayın, sonra da konu zam olayına gelince de bu insanları unutun… İşin özünde vergisel sürecin bu kadar içinde ve mutfağında olup da tahsil edilen tutardan bu kadar mahrum bırakılan başka bir meslek grubu daha yoktur sanıyorum.
2026 Bütçe Kanun teklifine kamuda bulunan daire başkanı ve üstünde bulunan yöneticiler ile müfettiş, denetçi ve kariyer uzmanlarına yaklaşık 30 bin lira zam yapılması yönünde bir önerge eklendi.
Sunulan önergenin içeriğinde önemli bir eksiklik var, o da; başta vergi dairesi müdürleri olmak üzere sosyal güvenlik denetmenleri, gelir uzmanları gibi birçok kariyer meslek mensuplarının dışarda tutulmasıydı.
Birçok meslek mensubu sosyal medyada seslerini çıkarmaya çalışsalar da herkesi sağduyulu olmaya çağıran Vergi Dairesi Müdürleri ve Müdür Yardımcıları Derneği sevimsiz tartışmalardan sakınmayı tercih etti ki doğru olan da buydu.
Sosyal medyada oluşan tartışmaların temel nedeni ise yapılacak 30 bin liralık zammın kamudaki her kariyer mesleğini kapsamamasıydı. Çünkü devletin kendi çalışanlarını merkez ve taşra; kamuya yararlı, az yararlı; daha vazgeçilmez ya da değil şeklinde ayırması doğru değildir.
Daha da önemlisi Vergi İdaresinde zam alması gereken grupların başında vergi dairesi müdürleri, uzmanlar ve vergi müfettişleri gelmektedir. Ama nedense kanun teklifine eklenen hükümde vergi dairesi müdürleri, müdür yardımcıları ve gelir uzmanları bulunmamaktadır.
Vergi dairesi müdürlük mesleği nedir?
Vergi dairesi müdürü; vergi dairesinin yöneticisidir. Vergi dairesi, mükellefi tespit eden, vergiyi tarh eden, tahakkuk ettiren ve tahsil eden dairedir. Bu tanımlamaya göre vergi dairesi müdürü, bu iş ve işlemlerin tamamını birlikte çalıştığı vergi dairesi müdür yardımcısı ve idari amiri olarak sorumlu olduğu şef, gelir uzmanı ve gelir uzman yardımcıları ile birlikte yürütür.
Vergi dairesi müdürü, 5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na istinaden muhasebe yetkilisi sıfatıyla, idaresindeki muhasebe biriminin harcamalarını gerçekleştirilen ve yapılan harcamadan dolayı Sayıştay’a karşı hesap vermekle sorumlu olan kişidir.
Vergi dairesi müdürü ve vergi dairesi müdür yardımcısı; unvanını Hazine ve Maliye Bakanlığı bünyesinde çok kapsamlı vergi mevzuatından sorumlu olduğu yazılı ve sözlü olmak üzere en az 8 ayrı sınava/mülakata girmek suretiyle almış, alnının teriyle hak etmiş kişidir.
Ayrıca vergi daireleri, haciz ve satış işlemleri, kamu gelirlerinin muhasebeleştirilmesi, vergi iş ve işlemlerinden kaynaklı davalarla ilgili olarak savunmaların hazırlanması ve bir nevi hukuki hizmetlerin verilmesi, mükelleflerle alakalı olarak mükellefin mevcut durumları ve vergisi işlemleri açısından tespitlerin ve yoklamaların yapılması gibi sayamadığım yüzlerce sorumluluk gerektiren iş ve işlemleri yapar.
Yani iş ve iş yükü ziyadesiyle fazla ama karşılığı…..
Ancak gelelim işin özüne…
Ülkemizde mükellef kayıtlarını açan, onları takip eden, vergi beyannamelerini alıp onlar üzerinden vergiyi hesaplayan, varsa vergi/ceza borcunu tebliğ eden, gelen itirazları kabul edip değerlendiren ve en nihayetinde vergi ve cezaları tahsil eden yegâne kurum vergi dairelerdir.
En küçük bir aksaklık dahi tüm ülkenin harcamalarını finanse eden vergilerin tahsilatını sekteye uğratacak küçük ama nitelik itibariyle bi’ o kadar büyük devlerden bahsediyorum: vergi daireleri.
Bu insanlar, devlet kademesinde mesailerine en fazla riayet edenlerin başında gelmektedir. Hatta çoğu zaman özellikle beyan ve ödeme dönemlerinde hafta sonu dahi tam tekmil olarak hazır ve nazır şekilde vazifelerinin başlarında bulunmaktadırlar.
İlaveten başta müdür ve müdür yardımcıları olmak üzere genel olarak vergi dairesi çalışanları bilindiği üzere hazineye karşı sorumludurlar. Bu sorumluluk zamanaşımına uğratılan ve zamanaşımı süresi içerisinde tarh ve tahsil edilemeyen vergi alacaklarına karşı şahsen ve tüm mal varlığıyla sorumludurlar. Hiçbir kamu kurumunda böyle geniş ve ağır bir sorumluluk bulunmamaktadır. Bu görevin sorumluluğuyla verilen ücretin orantısızlığı günümüzde daha da artmıştır.
Nitekim 2026 yılı için Hazinemiz 13 trilyon 783 milyar lira vergi geliri tahsil etmeyi hedeflemekte ve Hazine, bu vergi gelirlerinin hemen hemen tamamını vergi dairesi aracılığıyla yapacaktır. Bu durum önceki yıllar için de böyleydi.
Gel gelelim siz tüm vergi işlemlerini bu dairelere yükleyip yıl sonunda bu dairelerin aracılığıyla 13,7 trilyon vergi toplayıp sonra da konu zam olayına gelince de bu insanları unutun… Bu, takdir edersiniz ki pek de kabul edilebilir bir durum değildir.
Bakınız 2025 Aralık ayında bir gelir uzmanı aylık 69 bin lira, vergi dairesi müdür yardımcısı 71 bin lira ve tüm vergi dairesini idare eden vergi dairesi müdürü ise 73 bin lira aylık maaş almaktadır. Bu hem trajikomik hem de dramatik bir durumdur.
İstanbul’da depreme dayanıklı bir konut kira tutarı, beslenme, giyim gibi parametrelerin fiyatları göz önüne alınarak vergi dairesi müdür ve yardımcıları ile uzmanlarının maddi koşullarının ivedilikle düzeltilmesi bugünlerde zorunluluk halini almıştır.
İşin özünde vergisel sürecin bu kadar içinde ve mutfağında olup da tahsil edilen tutardan bu kadar mahrum bırakılan başka bir meslek grubu daha yoktur sanıyorum. Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın pamuklara sarması gerektiği vergi dairesi müdür ve çalışanlarını bu denli görmezden gelmesi de kabul edilebilir bir durum değildir.
Ezcümle kamu kariyer mesleklerinde zammın konuşulduğu şu günlerde metanetlerini koruyan vergi dairesi müdürü ve yardımcıları ile uzmanlarının hakkettikleri zam ve özlük haklarının ivedilikle kendilerine teslim edilmesi gerekmektedir. Bu hem işe hem de mesleğe olan aidiyeti artıracaktır.
/././
Belediye gelirlerini kısıtlayan madde, 31 Aralık’ta sona eriyor; tekrar uzayacak mı?-Murat Batı-
6360 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesinde belirtilen süre 31 Aralık 2025 günü sona eriyor. Meclis'te bu tarihi uzatacak herhangi bir düzenleme çalışması şu an bulunmuyor. Ancak torba yasalardan birine son anda eklenir mi, bilemiyorum ama eklenmezse belediyelerin geliri artacaktır.
2012 yılında yapılan bir kanuni düzenlemeyle belediyeler, bazı yerlerde emlak vergisi, harç gibi gelirlerinden mahrum bıraktırılmış ve ayrıca bu bölgelerdeki işletmelerden alınması gereken su bedellerinin de dörtte bir oranında alınması sağlanmıştı.
Belediyeleri bu gelirden mahrum kılan bu düzenleme uzatılmıştı. Son uzatılma tarihi ise 31 Aralık 2025 idi.
Bu sürenin tekrar uzatılmasına ilişkin şu an meclis gündeminde herhangi bir çalışma olmadığından bu uygulama 31 Aralık’ta sona erecek ve belediyeler gelirlerine kavuşmuş olacaklar gibi aması da var bu işin elbette…
Öncelikle bu uygulamanın seyrine bi’ bakalım isterseniz…
Tarihsel seyri
6 Aralık 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6360 sayılı Kanun ile köyden mahalleye dönüşen yerlerden alınması gereken emlak vergisi ile Belediyeler Kanunu uyarınca alınması gereken bir kısım vergi, harç ve katılma paylarının 31 Aralık 2022’ye kadar alınmaması sağlanmıştı.
Bu şekilde bir vergisel kolaylık getirilmesindeki ana amaç mahalleye dönüşen köyler, belediye hizmetlerinden tam olarak yararlanamayacakları için 31 Aralık 2022’ye kadar bu bölgelerden vergi ve harç alınmayarak bir tür adalet sağlamaktı. O dönem ve kısıtlı süre için oldukça makul bir gerekçeydi bu.
Alın(a)mayan bu vergi ve harçlar şunlardır; emlak vergisi, eğlence vergisi, haberleşme vergisi, elektrik ve hava gazı tüketim vergisi, yangın sigortası vergisi, çevre temizlik vergisi, işgal harcı, tatil günlerinde çalışma ruhsatı harcı, kaynak suları harcı, tellallık harcı, hayvan kesimi muayene ve denetleme harcı, ölçü ve tartı aletleri muayene harcı, bina inşaat harcı, kayıt ve suret harcı, altyapı kazı izin harcı, imar ile ilgili harçlar, işyeri açma izin harcı, muayene, ruhsat ve rapor harcı, sağlık belgesi harcı ve harcamalara katılma paylarından oluşmaktadır.
Ayrıca bu yerlerde içme ve kullanma suyu tarifesi de diğer yerlerde belirlenen tarifenin dörtte biri oranında alınacaktı. Yani 100 TL’lik su kullanım faturası bu yerlerde 25 TL olarak ödenecekti. Böylece bu yerlere büyük oteller ve iş yerleri vs kurulacak ve 2022 yılı sonuna kadar da mis gibi bu vergi ve harçlar ödenmeyecekti. Nitekim de öyle oldu….
Daha sonra af kanunu olarak bilinen 7440 sayılı Kanun, 12 Mart 2023 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı gün yürürlüğe girmişti.
7440 sayılı Kanun m.23 ise aynen şu şekildedir “12/11/2012 tarihli ve 6360 sayılı On Dört İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Yedi İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun geçici 1 inci maddesinin onbeşinci ve yirmidokuzuncu fıkralarında yer alan “31/12/2022” ibareleri “31/12/2025” şeklinde değiştirilmiştir.”
Böylelikle bu düzenleme ile belediyelerin alması gereken vergilerin alınmama süresi 31 Aralık 2025’e uzatılmış oldu.
Ve dolayısıyla da muhalefetin elinde olan Ege ve Akdeniz’in eşsiz koylarının bulunduğu belediyeler bu gelirden mahrum bırakılmış oldu.
Bu yerlerde bulunan belediyeler, önceki yıllarda bütçe hedeflerini bu maddenin uzatılmayacağı düşüncesiyle belirlemişti. Ancak yürürlüğe giren bu madde ile belediyeler bu gelirlerden mahrum bırakılmıştı.
Bodrum, Datça, Çeşme, Kaş ve doğası müthiş bu bölgelerin bakir alanlarına kurulan devasa otel ve tesisler bugüne kadar hem yukarıda saydığım vergileri ödemedi hem de kullanılan suyu yüzde 75 eksik ödediler.
Daha da önemlisi birçok belediye 31.12.2022’de biten uygulama için 2022’de 2023 yılı bütçelerini yapıp kesinleştirdi ama 12 Mart 2023’te yapılan düzenlemeyle bir anda geçmişe uygulandığından tüm hesapları altüst etmişti. Umarım bir daha böyle olmaz…
Yeni bir düzenleme şu an için yok ama…
6360 sayılı Kanun’un geçici 1. maddesinde belirtilen süre 31 Aralık 2025 günü sona eriyor. Meclis'te bu tarihi uzatacak herhangi bir düzenleme çalışması şu an bulunmuyor. Ancak torba yasalardan birine son anda eklenir mi, bilemiyorum ama eklenmezse belediyelerin geliri artacaktır. Ve belediyeler 2026 bütçelerini bu sürenin uzamayacağı ihtimaline binaen yaptılar ancak süre uzarsa yine tüm hesaplar karışacak.
Nitekim en son düzenleme 12 Mart 2023’te yapılmış ve 31.12.2022’de biten süreyi uzatmıştı. O yüzden ne olacağını bekleyip birlikte göreceğiz.
/././
e-İmza çetesine “örgüt” davası: “Depremi dahi suistimal ettiler, kamuyu tehdit eder hale geldiler”-Asuman Aranca-
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, kamu kurumu yöneticilerinin e-imzalarını kopyalayarak sahte diploma, ehliyet ve resmi belgeler ürettikleri ortaya çıkan çete hakkında bu kez de “örgüt kurma ve yönetme” iddiasıyla dava açtı. 123 kişinin sanık olarak yer aldığı iddianame birleştirme talebiyle diğer davaların da görüldüğü Ankara 23. Asliye Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. İddianamede, Ziya Hoca lakaplı Ziya Kadiroğlu örgüt liderliği ile suçlanırken, uyuşturucu kullanıcısı olduğu ortaya çıkan Mıhyettin Yakışır, Alex kod adlı Gökay Celal Gülen, Zeynep Karacan, Ayhan Ateş ve Yalçın Maraşlı gibi isimler de örgüt üyesi olarak gösterildi. İddianamede, şüphelilerin 6 Şubat depreminde hayatını kaybeden vatandaşların bilgileri üzerinden dahi menfaat temin etmeye çalıştıkları belirtilerek, “(Örgütün) Türk Milletinin en zor dönemlerinde dahi bu durumu suistimal ederek veri ve bilgileri menfaat temininde kullanma eğilimi gösterdiği, bu hali ile örgüt yapısının tüm kamuyu tehdit eder hale geldiği gözlemlenmiştir” değerlendirmesi yapıldı.
19 şüpheliye örgüt suçlaması
Ankara Başsavcılığı, çok sayıda kamu kurumundaki yetkilinin e-imzasının kopyalanarak sahte üniversite ve lise diploması ile sürücü belgesi üretilmesine ilişkin soruşturma kapsamında yeni bir iddianame daha düzenledi.
Başsavcılıkça 123 şüpheli hakkında düzenlenen iddianamede 19 şüpheli “örgüt kurmak ve yönetmek” ile “örgüte üye olmak” ile suçlanırken, diğer şüphelilere de “E-İmza Kanunu’na muhalefet, ÖSYM Kanunu’na muhalefet, bilişim sistemine hukuka aykırı müdahale suretiyle haksız çıkar sağlama, bilişim sistemindeki verileri bozma, resmi belgede sahtecilik, kişisel verileri hukuka aykırı olarak ele geçirmek veya yaymak” gibi suçlamalar yöneltildi.
Örgütü “Ziya Hoca” kurdu
İddianamede, örgüt liderliği ile suçlanan Ziya Kadiroğlu’nun “Elektronik imza suç örgütünü” bizzat kurup yönettiği, örgüt üyelerini bir hiyerarşik ilişki içerisinde yönlendirdiği, örgüt üyelerinin de kendilerine iş bölümü içerisinde verilen talimatları yerine getirdikleri anlatıldı. Kadiroğlu’nun talimatları çerçevesinde Mıhyedin Yakışır, Gülseren Üstün, Aydın Üstün, Ayhan Ateş ve Yelda Boğa gibi örgüt üyelerinin, elektronik imza şirketlerinin bayilerine giderek sahte e-imza ürettikleri, örgütün iş bölümünde kendilerine verilen görevi bu şekilde yerine getirdikleri ifade edilen iddianamede, “somut olaylar incelendiğinde örgüt lideri ve üyeleri arasında çok sıkı bir hiyerarşiden bahsedilemese dahi, Yargıtay kararlarında belirtildiği gibi örgüt yöneticisi ve üyeleri arasında gevşek de olsa hiyerarşik bağ bulunduğunun anlaşıldığı” kaydedildi.
İş bölümü oluşturdu
İddianamede Kadiroğlu’nun, “kurmuş olduğu örgütte açık ve anlaşılır bir iş bölümü oluşturduğu, bazı örgüt üyelerini canlı kurye olarak kullandığı, bazı örgüt üyelerinin kendilerine ait iş yeri yahut ikametleri örgütün toplantılarını gerçekleştirmek ve kararlarını almak üzere kullandığı, bazı örgüt üyelerini ise belge temin etmek isteyen şahıslara ulaşmak amacıyla görevlendirdiği ve böylece kurmuş olduğu örgütün etki alanını genişlettiği” belirtildi.
Dosyadaki diğer şüphelilerin Kadiroğlu hakkındaki beyanlarına da yer verilen iddianamede, şüphelinin “örgüt kurma” suçu dışında “resmi belgede sahtecilik, bilişim sistemindeki verileri bozma, kişisel verileri ele geçirme, ÖSYM ve e-İmza kanunlarına muhalefet” suçlarından yargılanması istendi. Kadiroğlu örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen tüm suçlardan da sorumlu tutuldu.
“Örgütün teknik sorumlusu delil kararttı”
Şüphelilerden Alex kod adlı Gökay Celal Gülen’in örgütün teknik işlerinden sorumlu olduğu ve örgüt içerisinde gerçek ismi ile bilinmediğine dikkat çekilen iddianamede, elde edilen yazışmalardan Gülen’in yasa dışı sorgulamalar yaparak üçüncü şahıslara ait kimlik bilgilerini elde ettiği ve örgüt liderine gönderdiğinin anlaşıldığına yer verildi.
Gülen’in, soruşturma kapsamında gerçekleştirilen eş zamanlı operasyonda yakalanmadan hemen önce örgüt üyesi Zeynep Karacan’a suç konusu materyalleri güvenli bir yere taşıyarak delilleri karartması için talimat verdiği anlatılırken, “Bahse konu yazışmaların akabinde örgüt üyesi Zeynep Karacan’ın örgüte ait kimlik basım makinesi ve diğer dijital materyalleri aynı bölgede bulunan başka bir iş yerine teslim ettiği ve bu cihazların operasyon sonrasında ihbar üzerine belirtilen iş yerinde ele geçirildiği, böylece şüpheli Gökay'ın örgüt liderinin talimatlarını örgütün diğer üyelerine ulaştırarak verilen emirlerin yerine getirilmesinde aktif rol oynadığı anlaşılmıştır” denildi.
İddianamede, Gülen’in Zeynep Karacan ile operasyon tarihinde yaptığı yazışmalarda yakalanmaları halinde nasıl bir yol izleyeceklerine dair önceden planlama yaptıklarına da vurgu yapılarak, her iki şahsın da örgüt içerisinde aktif rol aldıklarının anlaşıldığı belirtildi.
“Örgüt liderine en yakın isim Mıhyeddin”
Şüphelilerden Mıhyeddin Yakışır’ın, örgüt lideri Kadiroğlu’na en yakın isimlerden biri olduğu ve canlı kuryelik yaptığı kaydedilen iddianamede, “Yakışır’ın örgüt liderinin emir ve talimatları doğrultusunda sahte kimlikler kullanarak elektronik imza oluşturduğu ve bu token cihazlarını örgüt liderine teslim ettiği, böylece hem örgüt içerisindeki görevini yerine getirdiği hem de örgüt liderinin emir ve talimatlarına uyduğu” aktarıldı.
İddianamede Yakışır’ın e-imza alabilmek için üretilen sahte kimliklerden bazılarına kendi fotoğrafını yerleştirdiğine de değinilirken, “Şahsın örgüt faaliyetleri kapsamında gizliliğin ve iletişim güvenliğinin sağlanması adına yabancı uyruklu şahıslar adına açık hat olarak tabir edilen GSM hatlarını kullandığı, üçüncü şahıslar adına yasa dışı belgelerin oluşturulması konusunda aktif rol oynadığı, telefonunda kamu görevlileri adına düzenlenmiş sahte kimlik belgelerinin fotoğraflarının bulunduğu ve sahte belgeler için yapılan ödemelerin Yakışır’a ait hesaplara gönderildiği” vurgulandı.
“Canlı bir organizma”
İddianamenin değerlendirme kısmında ise, “örgütün işleyişi açısından toplantı ve karar alma merkezleri bulunan canlı bir organizma olduğuna” dikkat çekilerek, “Tüm örgüt üyelerinin gerçekleşen eylemlerin bilincinde olarak daha fazla menfaat temin etmek amacıyla kendilerine verilen görevleri yerine getirdikleri, örgüt içerisindeki hiyerarşinin bozulduğu yahut verilen talimatlarda aksama meydana geldiği dönemlerde örgüt lideri tarafından tam bir baskı mekanizması uygulanarak düzenin sağlandığı, örgüt liderinin gerektiğinde üyeleri uyararak, gerektiğinde şiddet uygulayarak otoritesini üyeler üzerinde her zaman hissettirdiği, liderin uyguladığı baskı ve kontrol biçimlerinin örgüt içi uyumu sağladığı, bu yöntemlerin üyelerin itaatini pekiştirdiği ve örgütsel sürekliliği koruduğu…
“Depremde hayatını kaybedenlerin bilgilerini dahi kullandılar"
Örgüt üyeleri arasındaki mesaj kayıtları bir bütün olarak incelendiğinde, üyelerin ve liderin kendilerini sürekli güncelleme çabasında oldukları, 3. Kişilerden gelen talepleri karşılamak amacıyla örgütün etki alanını genişleterek kendileri tarafından sahte olarak oluşturulamayan ancak talebi çok olan belgeleri de oluşturmak amacıyla farklı yöntemler deneyen, gerektiğinde talebi karşılamak amacıyla 6 Şubat depreminde hayatını kaybeden vatandaşlarımızın bilgileri üzerinden dahi menfaat temin etmeyi dahi amaçlayan bir yapılanma içerisinde olduğu,
“Örgüt yapısı tüm kamuyu tehdit eder hale gelmiş”
Mesajlaşma ve iletişim kayıtları ışığında; örgütün teknik ve operasyonel yöntemlerini sürekli geliştirdiği, talebe uygun belge üretimi için çeşitli usulsüzlük tekniklerini sürekli olarak denediği, Türk Milletinin en zor dönemlerinde dahi bu durumu suistimal ederek veri ve bilgileri menfaat temininde kullanma eğilimi gösterdiği, bu hali ile örgüt yapısının tüm kamuyu tehdit eder hale geldiğinin gözlemlendiği, (…) bu tespitler doğrultusunda elektronik imza suç örgütünün yapısı, işleyişi, maksatları ve etkinlikliğinin örgüt suçuna ilişkin yasal tanımlarla örtüştüğü ve böylece suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçunun tüm yasal ve zorunlu unsurları ile ortaya çıktığı anlaşılmıştır”

