BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -16 Eylül 2025-

 Akbelen’in dört yanı kuşatıldı: Gözaltına alınanlar serbest bırakıldı

Sabah saatlerinde kamyonlar, kesim ekipleri ve çok sayıda jandarma sevk edilen Muğla’nın Milas ilçesine bağlı İkizköy yakınlarındaki Akbelen Ormanı’nda direniş başladı. Giriş çıkışların kapatıldığını ve köylülerin engellendiğini belirten yaşam savunucuları acil yürütmeyi durdurma istedi. Zeytinliklerin kesimini engellemek üzere alana giden yurttaşlar gözaltına alınmaya başladı. Gözaltına alınan Nejla Işık, Halil Şallı, Seçil Şallı ve Serpil Şallı serbest bırakıldı.

Muğla Milas’a bağlı İkizköy yakınlarındaki Akbelen Ormanı’nda sabah erken saatlerde zeytinliklere yönelik yeni bir müdahale başlatıldı.

Bölgeye kamyonlar ve kesim ekipleriyle birlikte çok sayıda jandarma personeli sevk edildi. Köylüler, “Zeytinlerimiz için buradayız, kıyıma izin vermeyeceğiz” dedi.

İkizköy Muhtarı Nejla Işık tarafından yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Tüm Türkiye’ye çağrımızdır: şu an İkizköy’de, Akbelen’in kenarında, içinde sabahın erken saatlerinde zeytin sökümü başladı. Zeytinleri üzerindeki meyve ağaçlarıyla birlikte söküyorlar. Şu an bu kıyımı göstermek için alana gidiyoruz. Alana gitmeye çalışıyoruz, arkamızda bir sivil araç bizi takipte. Akbelen civarı her yer jandarma. Herkese çağrımızdır, zeytini olan, zeytinden geçinen bizler yeni yasayla birlikte bunun olacağını biliyorduk. Bu yasayı bu yüzden çıkardılar. Ama 10 köyden 72 köylü bu zeytinlere dokunulmaması için dava açtık biz. Bakın bu zeytinler hepimizin geleceği. Bunu yapmayın ülkemize. Bunu bizlere yapmayın. Tek bir zeytin ağacına dokundurtmayacağız. Gerekirse hepimizi alın gözaltına, tek bir ağaca dokundurtmayacağız. Tüm herkesi dayanışmaya çağırıyoruz!”

JANDARMA KUŞATMASI

Öte yandan köylüler açtıkları davada acil yürütmeyi durdurma talep etti.

Konuya ilişkin açıklamalarda bulunan Esra Işık, “Meclisten geçen torba yasadaki zeytinliklerle ilgili olan maddeye, zeytinlerin taşınması konusuna karşı Muğla’da yaklaşık 10 farklı köyden 77 kişi açmış olduğumuz davaya dair avukatlarımız acil yürütmeyi durdurma talebinde bulundu. Köylüler bir şekilde sökümün yapıldığı alana ulaşmaya çalışıyor fakat Akbelen’in tüm tepeleri, dağları jandarmalar tarafından tutulmuş, kuşatılmış durumda. Şu an zeytinlerin söküldüğü alana gizlice varıp oturmuş durumdalar köylüler. Her taraf sarılmış durumda” dedi.

Zeytinliklerin kesimini engellemek üzere alana giden yurttaşlar gözaltına alınmaya başladı. Akbelen Yuvamız Vermeyeceğiz adlı X hesabı üzerinden yapılan açıklamada, “Akbelen’de tüm tepeler jandarmalar tarafından kuşatılmış durumda. Zeytinlerin kesildiği alana ulaştık. Bu katliam bitene kadar gitmeyeceğimizi söyledik, gözaltındayız” denildi.

Gözaltına alınan yurttaşların Milas Jandarma Komutanlığı'na götürüldüğü öğrenildi.

Gözaltına alınanların isimleri şu şekilde: •Halil Şallı , •Seçil Şallı , •Serpil Şallı , •Nejla Işık

GÖZALTILAR SERBEST

Gözaltına alınan İkizköylülerden Nejla Işık, Halil Şallı, Seçil Şallı ve Serpil Şallı ifadelerinin alınmasının ardından serbest bırakıldı.

"ŞİRKETLERE YEDİRMEYİZ"

Yapılan açıklamada, “Köylülerimizi gözaltından aldık. Biz suçlu değiliz. Asıl suçlu köyümüzde zeytinleri kesen şirkettir. Köyümüz, topraklarımız, zeytinlerimiz bize atalarımızdan kaldı. Asla bu aç gözlü şirketlere vermeyiz, yedirmeyiz. Sonuna kadar mücadeleye devam edeceğiz” denildi.

İZMİR BAROSU'NDAN AÇIKLAMA

İzmir Barosu’ndan yaşananlara ilişkin yapılan yazılı açıklamada, Zeytincilik Yasası'na işaret edilerek, yapılan işlemin suç teşkil ettiği belirtildi.

Baro tarafından yapılan açıklamada, şu ifadelere yer verildi:

"Akbelen direnişinin sembol ismi Zehra Nine’nin ölümünün ertesi günü, şafak vakti jandarma eşliğinde Akbelen’e girilerek zeytin ağaçları kökünden kesilmeye başlanmıştır. Bu vahim müdahale, yalnızca doğaya değil, hukuka ve toplumsal vicdana da yapılmış ağır bir saldırıdır. Üstelik bugün yapılan işlem, zeytin ağaçlarının sökülüp yeniden dikilmesine uygun olmayan bir dönemde gerçekleştirilmiş, böylece 'yeniden dikeceğiz' söyleminin bir yalandan ibaret olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Mahkeme süreci beklenmeden, köylünün ve halkın iradesi hiçe sayılarak gerçekleştirilen bu katliam, doğa, hukuk ve vicdan katliamıdır. Zehra Nine’nin mirasına, köylülerin iradesine ve toplumun geleceğine yönelmiş bu saldırı asla kabul edilemez.

Üstelik Akbelen’de yaşanan bu hukuksuzluk sırasında Milas Jandarma Komutanlığı tarafından Nejla Işık, Halil Şallı, Seçil Şallı ve Serpil Şallı gözaltına alınmıştır. Zeytin ağaçlarını savunan köylülerin susturulmaya çalışılması, yaşanan doğa kıyımına bir de hukuk dışı baskı eklemiştir.

Zeytin, bu toprakların bereketi ve yaşam kaynağıdır. Onu yok etmek; köylünün ekmeğini, halkın geleceğini yok etmektir. İzmir Barosu olarak altını çiziyoruz: Anayasa’nın 56. ve 169. maddeleri ile 3573 sayılı Zeytincilik Yasası hiçe sayılarak yapılan bu yok ediş, suçtur. Doğaya, köylünün iradesine ve hukuka yönelen bu saldırının karşısında durmaya; hem yargı önünde hem kamuoyu nezdinde mücadele etmeye devam edeceğiz."

                                                           ***

Sit alanına tatil köyü -Aycan Karadağ-

Muğla Bodrum’da hazineye ait 204 bin 569 metrekarelik denize sıfır arazi, beş yıldızlı tatil köyü projesi için tahsis edildi. Bölge, “doğal sit alanı” statüsünde.

Ülkenin kıyıları yeni projelerle birer birer yapılaşmaya açılıyor. Bu kez adres  Muğla’nın Bodrum ilçesi, Kızılağaç Mahallesi. Mülkiyeti hazineye ait 204 bin 569 metrekarelik denize sıfır arazi, İSPA İnşaat Sanayi ve Pazarlama A.Ş.’ye 49 yıllığına tahsis edildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 23 Temmuz 2024’te verdiği ön izinle şirket proje için ilk adımı attı.

ÖNEMLİ DOĞA ALANI

Ön izin sürecinin ardından firma, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na başvurarak çevresel etki değerlendirme (ÇED) sürecini başlattı. 978 milyon TL maliyetle planlanan projede, toplamda 248 oda ve 1200 yatak kapasiteli bir tatil köyü yapılması planlandı.

Kuaför, lokanta, çok amaçlı salon, balık restoranı, 250 kişilik oturma salonu, kapalı yüzme havuzu, çocuk havuzu, bilardo oyun odası, aletli jimnastik salonu, masa tenisi, vitamin bar, kids Club, masaj odası, buhar odası, Türk Hamamı, toplantı salonu yer alacak. Projede patlayıcı madde olarak dinamit kullanılacağı kaydedildi. Alanın “önemli doğa alanı”, “makilik, fundalık-çalılık” ve “doğal sit alanı” statüsünde bulunuyor. Öte yandan İSPA İnşaat, sektörde Kalyon Grubu ile bağlantılı yöneticilerin görev aldığı bir şirket olarak biliniyor.

                                                       ***

Kanalizasyonsuz binalar yükseliyor -İsmail Arı-

TOKİ’nin Kanal İstanbul bölgesindeki inşaatları hızla tamamlanıyor. Ancak İSKİ, konutlar kaçak olduğu için su ve kanalizasyon bağlantısı yapmıyor. Buna rağmen birçok konutun kaba inşaatının tamamlanması dikkat çekiyor.

İktidarın milyarlarca lira harcayarak TOKİ eliyle Kanal İstanbul güzergâhındaki Sazlıdere Barajı havzasına yaptırdığı kaçak konutlar hızla tamamlanıyor.

İnşaatlar Havza Koruma Yönetmeliği’ne aykırılığı sebebiyle İstanbul Su Kanalizasyon İdaresi (İSKİ) tarafından ‘kaçak yapılaşma’ statüsüne alındı. İSKİ şantiyeye, “25 Mayıs 2025’e kadar yapılaşmayı kaldırmazsanız yıkım kararı uygulanacak, yıkım ücreti de sizden tahsil edilecektir” şeklinde tebligat gönderdi ama buna rağmen inşaatlar devam etti. TOKİ’nin başvurusuyla da İstanbul 14. İdare Mahkemesi İSKİ’nin verdiği yıkım kararı için yürütmeyi durdurma kararı verdi.

İNŞAATLAR SÜRÜYOR

İSKİ yetkilileri ise kaçak yapılara mevzuat gereği su verilmesinin ve kanalizasyon bağlantısı yapılmasının mümkün olmadığını vurguluyor. Buna rağmen birçok konutun kaba inşaatı tamamlandı. Konut projesinin bazı etaplarının yılsonu tamamlanacağı iddia edilse de konutların hâlâ kanalizasyon ve temiz su bağlantısı yok.

BÖYLE BİR KAPASİTEMİZ YOK

Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, TOKİ ve Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürlüğü yetkilileri ise krize karşı çözüm arıyor. İSKİ yetkilileri, bölgeye yaklaşık 75 bin konut yapılmasının planladığını, kaçak konutların atık suyunun taşınacağı bir arıtma tesisinin bulunmadığını ifade ediyor. Yetkililer 75 bin konuta verilecek temiz su kapasitelerinin bulunmadığını da vurguluyor.

MÜDAHALE EDEMEZLER

Yetkililer, “Kaçak yapılara hizmet verirsek suç işleriz. Bu yapılar kaçak olmasaydı temiz su ulaştırmak ve atık suyu arıtma tesisine taşımak için ihale şartnamesi hazırlamamız, ihaleye çıkmamız ve yüklenici firmanın da bu çalışmaları tamamlaması gerekirdi. Bu da haliyle çok uzun bir süreç. Ayrıca bu bölgedeki arıtma tesislerimizin 75 bin konuttan gelen atık suyu arıtacak kapasitesi yok. Bu nedenle bir de yeni arıtma tesisi inşa edilmesi ve bunun için yine uzun bir ihale sürecine girilmesi gerekirdi. İlgili kurumların yöneticileri bizim atık ve temiz su hatlarımıza müdahale edip bu konutlara bağlantı götüremez. Bunu yaparlarsa suç işlerler. Suç işlemeyi göze alarak bunu yaparlarsa da yeni bir krize neden olurlar. Örneğin temiz su hattımıza müdahale ederlerse birçok mahalle, binlerce insan susuz kalacak. Yani onların suyunu almış olacaklar. Atık su için kanalizasyon hattımıza müdahalede bulunma şansları ise hiç yok” diyor.

BirGün’ün edindiği bilgilere göre, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, TOKİ ve DSİ yetkilileri bir araya geldi ancak konutlar kaçak olduğu için çözüm bulunamadı. Şantiyedeki inşaat işçileri için tankerlerle su taşındığı ve işçilerin temizlik ihtiyaçlarını su depolarındaki sular ile karşıladığı, tuvaletler için de foseptik çukurları açıldığı belirtiliyor.

∗∗∗

ÖMERLİ’DEKİ KAÇAK YAPILAR YIKILDI

İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi (İSKİ), kentin içme ve kullanma suyunu sağlayan en önemli alanlardan biri olan Ömerli Havzası’nın koruma alanındaki Pendik Kurtdoğmuş Mahallesi’nde tespit edilen 37 kaçak yapıyı yıktı. Ekipler geçen hafta da Terkos Havzası’nda 46 kaçak yapıyı kaldırmıştı.  Son 6 yılda Avrupa Yakası’nda bin 406, Anadolu Yakası’nda bin 816, Melen Havzası’nda ise 59 kaçak yapı tespit edildi. Tespit edilen yapılardan bin 398 yapı kaldırıldı.

                                                                  ***

Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller -CUMHURİYET

İsrail Gazze’de ne yapıyor?-Ergin Yıldızoğlu-

Geçmişte, bir soykırım kurbanı olarak görülen bir halkın yaşadığı İsrail’in; Gazze’de, dünyanın gözleri önünde uyguladığı soykırımın arkasındaki mantığı anlamak da zor. İsrail her gün biraz daha yalnızlaşıyor. Filistin’i, Lübnan’ı, Suriye’yi içeren, Katar’ın başkentini bombalamaya kadar gelen fantastik “Büyük İsrail” projesi bu gaddarlığı açıklamaya yetmiyor.

Bu problem üzerinde düşünmeye çalışırken Çinli akademisyen Prof. Jiang Xueqin’in “Predictive History” kanalından, Amerikalı Yahudi gazeteci Katie Halper’in DDN’deki konuşmasında rastladığım ilginç yorumlar “jeopolitik” analizlerin ötesinde, daha derin, tarihsel ve dini (eskatolojik) faktörlere dikkat çekiyorlardı.

RİTÜEL KURBANLAR

Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor. Prof. Xueqin, bu soykırımın gizlice değil, tüm dünyanın gözü önünde, adeta bir festival sevinci ile gerçekleştirildiğine, kimi İsrailli siyasi liderler tarafından açıkça savunulduğuna dikkat çekiyor. Bu, tıpkı Azteklerin, Fenikelilerin veya Romalıların savaş öncesi ya da sonrası yaptıkları gibi, kendi toplumlarını birleştirmek ve dış dünyadan tamamen izole etmek için gerçekleştirilen bir kurban etme (Gazze nüfusunun yarısının 18 yaş altında olduğu düşünülürse çocukları kurban etme) ritüeline benziyor.

Gazze’deki soykırımın kasıtlı olarak dünyanın gözü önünde yapılması, İsrail toplumunu “dönüşü olmayan bir yola” sokma amacını taşıyor. Bu, Çin askeri tarihinde bilinen, ordunun arkasında bir nehir varken savaşa zorlanması stratejisine benziyor. Askerler kaçamayacakları için sonuna kadar savaşır, bu da onları birleştirir, cesaretlendirir. Gazze’de çocukların öldürülmesi gibi en büyük tabu olarak görülen bir şeyin açıkça yapılması, İsrail toplumunu, geri dönüşü olmayan bir duruma geldiklerine, ya “sonuna kadar gitmeye” ya da yok olmaya mahkûm olduklarına inandırmayı amaçlıyor. Prof. Xueqin bu durumu, Yahudi eskatolojisinin “İsrail tüm dünyaya karşı savaşacak ve Tanrı’nın yardımıyla kazanacak” inancıyla ilişkilendiriyor.

VE NAZİLER

Öte yandan, Yahudi gazeteci Katie Halper, konuşmasına, İsrail’in eylemleri ile Nazilerin yaptıklarını karşılaştırmaktan kaçınmanın artık olanaksızlığını vurgulayarak başlıyor: Gazze’de yaşananlar, Nazilerin gettolar, açlık, toplama kampları ve sistematik yok etme pratikleriyle örtüşüyor. Gazze’deki aç kalmış Filistinli çocukların görüntüleri, Holokost’taki Yahudi mahkûmların görüntülerini akıllara getiriyor. Ancak Nazi Almanya’sının aksine, İsrail eylemlerini gizlemiyor; hatta eylemlerinden “sevinç” duyuyor; kimi İsrailli askerler kendi eylemlerini Nazilerinkilerle kıyaslıyor. Bu da Uluslararası Holokost Anma Birliği’nin antisemitizm tanımına göre bu askerleri Yahudi düşmanı yapıyor.

Halper, Naziler yaptıklarını saklamaya çalışsa da Almanya içinde bir miktar direniş vardı ancak Gazze’de olanların ana akım ve sosyal medyada belgelenmesine karşın İsrail’deki halkın çoğunluğunun hükümetin uyguladığı şiddeti ya yeterli, hatta bazen yetersiz bulduğunu vurguluyor.

Halper, Hitler’in “Lebensraum” (yaşam alanı) teriminin bir İsrailli gazeteci tarafından kullanılması, “Büyük İsrail” çağrılarının sömürgeci ve faşist bir dil taşıması, bazı Siyonist liderlerin söylemlerinin faşist dile ürkütücü bir benzerlik göstermesi gibi paralelliklere de dikkat çekiyor. Bir farkla, Nazi liderliği “tüm insanlık adına hareket etme” (soykırım uygulama) cesaretini gösteriyoruz gibi etik bir fantezinin arkasına saklanmaya çalışıyordu. İsrail liderliği “bunlar insan değil” gibi bir müstehcen ifadeyi açıkça, haz alarak dile getirmekten çekinmiyor.

Özetle, Gazze’de yaşanan felaketi, sadece siyasi veya askeri bir olay olarak değil, aynı zamanda tarihi, ideolojik ve ahlaki açıdan daha derin bir sorun olarak ele almak gerekiyor. Bir yanda modern bir “ritüel kurban” eylemi olarak yorumlanan soykırım, diğer yanda tarihi bir Nazi soykırımının unsurlarıyla örtüşen bir “olay” söz konusu.

Halper, konuşmasını sonunda, “Bir daha asla” (Never again) sloganının sadece Yahudiler için değil, herkes için geçerli olduğunu, bu duruma sessiz kalmamak gerektiğini vurguluyor.

1/9/01: Nereden nereye?

ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı. Bu aslında, bir imparatorluk projesiydi. O zaman, imparatorluk projelerinin iflas edeceğini, liberal demokrasiyi öldüreceğini vurgulamıştık. O günlerden bugüne, özellikle Trump’ın 2. döneminde yaşananlar korkularımızın haklı olduğunu gösterdi.

QDR-2001

QDR-2001 ABD’nin 11 Eylül saldırılarından az önce şekillenmiş bir güvenlik vizyonunu tanımlıyordu. Bu rapor, ABD’nin çıkarlarının küresel nitelik taşıdığını belirtiyor, belirsizlikleri, sürprizleri merkeze alan yeni bir paradigma sunuyordu. QDR-2001 için ABD hegemonyası kalıcı ve “benzersiz” bir gerçeklikti: Kara, deniz, hava ve uzay dahil tüm alanlar ABD’ye açık olacaktı. Bu çerçevede ABD, kapalı ya da kısıtlı alanlara erişim sağlama, gerektiğinde rejim değişikliği, her bölgede hazır kuvvet bulundurma, gelişmiş gözetim ve “önleyici saldırı” kapasitesini güçlendirmeyi hedefliyordu.

Yeni caydırıcılık prensibi, mevcut bir düşman yerine gelecekteki olası tehditlere karşı hazırlanmayı, özellikle ABD’ye rakip olacak yeni bir hegemonya adayının yükselmesini önlemeyi amaçlıyordu. Bu da kalıcı bir militarizmi, teknolojik silahlanma programını beraberinde getiriyordu. Henüz gelişim aşamasında olan nano teknoloji, kuantum bilgisayarlar gibi unsurlar bile uzun vadeli güvenlik stratejisinin parçası olarak görülüyordu. Ayrıca Batı Avrupa ve Kuzey Asya ile sınırlı kalan mevcut konuşlanmanın yetersiz olduğu, farklı coğrafyalarda yeni üslerin gerektiği ifade ediliyordu.

QDR-2001, ABD’nin ulusal çıkarlarını dünya ölçeğinde tanımlayarak, hiçbir coğrafyanın erişime kapalı olamayacağını ileri sürerken, diğer devletlerin ulusal egemenliklerini de ikinci planda görüyordu. Bu, rıza almaya dayanan bir hegemonya projesinin aksine, şiddete ve tehdide dayalı bir imparatorluk projesiydi. Bu projede kalıcı ittifaklar (örneğin Avrupa) artık geçerli değildi, geçici duruma göre değişen birliktelikler söz konusuydu. 11 Eylül’ün ardından ortaya çıkan bu yaklaşım, ABD’yi sadece bir ulus devlet değil, küresel güvenliğin ana aktörü olarak konumlandıran bir stratejiyi benimsiyordu. Birçok analist uyarıyordu: Bu strateji diğer ülkeleri, ABD karşısında, bloklaşmaya itecek.

YENİ PARADİGMA

Geçen hafta, savunma bakanına sunulan yeni Ulusal Savunma Stratejisi taslağı, yurtiçi ve bölgesel güvenlik görevlerini, Çin ve Rusya gibi rakiplere karşı durma görevlerinin önüne koyuyor. ABD yönetimi, QDR-2001’in, “ABD’ye rakip yeni bir gücün yükselmesini önleme” amacından vazgeçerek iç güvenliğe öncelik vermeye yöneliyor.

Pentagon da askeri gücü ulusal ve bölgesel krizlerde yoğunlaşmaya yöneltiyor. Ulusal muhafızların Amerikan şehirlerinde güvenliği sağlamak üzere konuşlandırılması, güney sınırında militarize bölgeler kurulması ve Karayipler’de uyuşturucu trafiğine karşı operasyonlar, savunmanın odağının tipik dış cephelerden içe ve “yakın çevreye” kaydığını gösteriyor.

QDR-2001’in küresel imparatorluk projesi ve “her yere erişim” yaklaşımı ile bugünkü “önce vatan güvenliği, sonra dış tehditler” politikası arasında belirgin bir fark daha var. Yeni politika, müttefiklerin kendi güvenliklerini üstlenmelerini, ABD’nin ise askeri yüklerini azaltmasını öngörüyor. Bu da ABD’nin geleneksel liderliğinin sorgulanmasına ve Çin’in diplomatik ve askeri anlamda çekici bir merkez konumuna yükselmesine yol açıyor.

Sonuç olarak 2001’den bu yana ABD’nin imparatorluk projesinin, Ortadoğu’yu ateşe verdikten, İsrail’de dinci soykırımcı, faşist bir rejimin önünü açtıktan sonra iflas etti. İmparatorluk projesinin “demokrasi götürme” iddiaları çöktü. Bu madalyonun öbür yüzünde, içeride süreç olarak faşizmin başını kaldırması, MAGA ile kitleselleşmesi, “Project 2025” ile kadrolaşması, Trump ile devlete ulaşması var. Şimdi iç güvenliğin öne çıkması, göçmenlik kurumunun (ICE) maskeli personelinin,  Gestapo gibi, insanları derdest edip kamplara doldurması, Trump’ın anayasaya aykırı kararnameler çıkartmaya devam ermesi, yalnızca imparatorluk fantezisinin öldüğünü değil, aynı zamanda, biraz da bu ölüme bağlı olarak liberal demokrasinin de öldüğünü gösteriyor: Artık faşizmin zamanlarındayız.

                                                           /././

Çin karşıtlığının zemini -Mehmet Ali Güller-

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın kapsamlı bir söyleşisi vardı dün Sözcü’de. Saygı Öztürk’ün İsrail ve Kürt devleti sorusuna Özdağ’ın verdiği yanıt, olguları tersyüz edip Çin karşıtlığı (ek olarak İran karşıtlığı) zeminine oturmuş ne yazık ki.

Şöyle diyor Özdağ“İsrail’in ve Amerika’nın 20. yüzyıla takılmış bu jeopolitik projesi 21. yüzyılda geçerli değildir. Kürdistan kurulursa bu İsrail’in müttefiki olmaktan önce Çin’in Akdeniz’e açılan kapısı olacaktır.

Afganistan’ı stratejik alanı içerisine almış ve şimdi İran’ın üzerinden Akdeniz’e çıkış aramaktadır. Bunun için en uygun çıkış gördüğü gibi Kürdistan projesi olarak görülmektedir.” Desenize, meğer Trump, Obama, Clinton, Bush’lar, hepsi aslında Çin’e çalışmış; meğer Kürdistan Çin’in Akdeniz’e açılan kapısı olacakmış!

ÇİN’İN DEĞİL ABD’NİN PROJESİ

Büyük Kürdistan bir ABD-İsrail projesidir; ilk kez 1965’te, sonra 1973’te, ardından 1986’da Ankara’nın önüne kondu. ABD ve İsrail’in stratejistleri Körfez’den Akdeniz’e Kürdistan hedeflerini açık açık yazdılar, haritalandırdılar. 

ABD Irak’ı işgal ederek ilk parçasını oluşturdu. İkinci parçası için 15 yıl Suriye’ye saldırdılar, Esad yönetimini yıktılar ve şimdi inşası için uğraşıyorlar. Doğrudan ABD Başkanı Obama Suriye’deki PKK kolu için “kara ordumuz” dedi. 

Ama nasıl oluyorsa Özdağ konuyu Çin’e bağlayabiliyor. Tıpkı kimi konuların da dönüp dolaşıp Rusya karşıtlığı zeminine oturtulması gibi.

SORUNUN ZEMİNİ ATLANTİKÇİLİK

Çin karşıtlığının iki temel zemini var: Atlantikçilik ve antiemperyalist olmayan milliyetçilik. Ki ikincisi birincisinin sonucudur aynı zamanda.

Atlantikçi Türk milliyetçiliği, ne yazık ki döner dolaşır, Çin karşıtı olur, Rusya karşıtı olur, Asya karşıtı olur, hatta bölge karşıtı olur, ihtiyaca göre yabancı düşmanı olur.

Hatta ABD karşıtı olduğu halde NATO yanlısı olan türden “yüksek doz” milliyetçilik de döner dolaşır, kişiyi Çin ve Rusya karşıtlığı tuzağına düşürür.

Tarihin kuyusundan çıkamayıp gökyüzünün maviliğini doyasıya göremeyenlerin sendromudur bu. Hun-Çin savaşları, Çin seddi, hatta kurgulanmış Kürşad karakterine saplanarak iki bin yıl sonrayı iki bin yıl öncenin gözlüğüyle yorumlarlar. Osmanlı-Rus savaşlarını esas alarak günceli analiz etmeye çalışırlar.  

Oysa Türk milliyetçisi Mustafa Kemal, tarihin kuyusuna saplanmamış bir “tarihselci” olarak bu türden milliyetçiliği elinin tersiyle itmiştir. Osmanlı-Rus savaşlarına takılmadan, İngiliz emperyalizmine karşı Sovyetler Birliği ile ittifak kurmuştur. Bunu yapabildiği için de Lenin-Atatürk ortaklığı tarih yapabilmiştir.

Türkiye bugün ABD-NATO eliyle Atlantik’te adım adım boğulurken, ABD ve NATO’nun hedef aldığı Çin’e karşı olmak, hatta ABD ve NATO’nun suçlarını, yukarıdaki örnekte olduğu gibi Çin’e atfetmek, tarihsel ve siyasal bir “hatadan” fazlasıdır elbette. Çin ne tarihte hegemonyacılık yaptı ne de Afrika ve Latin Amerika’da görüldüğü gibi günümüzde hegemonyacılık yapıyor. 

TRUMP NATO’YA ÇİN’İ HEDEF GÖSTERDİ

Özdağ’ın ABD-İsrail projesini Çin projesi gibi sunduğu gün, ABD Başkanı Donald Trump’ın Türkiye’yi yakından ilgilendiren iki mesajı vardı: 

- “Tüm NATO ülkeleri Rusya’dan petrol alımını durdurur ve bunu uygulamaya başlarsa, ben de büyük yaptırımlar için hazırım. Bazı müttefik ülkelerin hâlâ Rusya’dan petrol alıyor olması şoke edici ve bu durum NATO’nun pazarlık gücünü zayıflatıyor.”

“NATO ülkeleri Çin’e yüzde 50 ila yüzde 100 oranında gümrük vergisi koymalı. Çin’in Rusya üzerindeki etkisi çok büyük, hatta neredeyse hâkimiyet kurmuş durumda. Uygulanacak sert gümrük vergileri, bu hâkimiyeti kırmada etkili olacaktır.”

Trump’ın bu iki mesajı şu iki anlama gelmektedir:

1) Trump, Atlantik dünyası ile Çin’in bağını zayıflatarak/keserek, Atlantik dünyası üzerindeki hâkimiyetini yeniden eskisi oranında tesis etmeyi hedefliyor. 

2) ABD’nin asıl hedefi Çin’dir, Rusya değil.

Ancak Türkiye başta bazı ülkeleri önümüzdeki süreçte ilgilendirecek asıl sonuç ise şudur: Trump’ın Çin’e ticaret savaşı, Atlantik içinde zorunlu “bağlantısız” olma sonuçları doğuracaktır.

“Önce Amerika”, aynı zamanda yalnızlaşacak Amerika’dır.

Operasyon 2028

Şu an ülkemizde yaşanan hemen her siyasi, ekonomik ve askeri konu, doğrudan ya da dolaylı olarak “operasyon 2028” kapsamındadır.

Operasyon 2028, anayasaya rağmen üçünkü kez cumhurbaşkanı durumunda olan Erdoğan’ı ya yeni anayasa ile ya da yine mevcut anayasaya rağmen, dördüncü kez cumhurbaşkanı yapma operasyonudur.

CHP’ye operasyonlardan teğmenlere operasyona ve aile merkezli ulusal savunma propagandasına kadar hemen her konu, operasyon 2028 içindedir.

KARANLIKTA SAKLANMAYA ÇALIŞILAN GERÇEK

Elbette operasyonların kamuoyunda etkili olabilmesi için torbaya her zaman çürükler de atılır. Kamuoyunun bir bölümü bu tuzağa Ergenekon-Balyoz operasyonlarının ilk döneminde de düşmüştü. Hatta torbaya atılan kimileri, operasyonun asıl hedefini anlayamadığından, “Biz onlardan değiliz” dilekçeleri vermişti. Neyseki kamuoyunun çoğunluğu asıl amacı gördü ve ağır hasar alınmasına rağmen süreç atlatıldı.

CHP’ye operasyonlar da böyledir. Yolsuzluk iddialı bu operasyon davalarında elbette sıfır yolsuzluk yoktur, elbette “bir miktar” yolsuzluk vardır. Üstelik varlığı “bir miktarı” geçemediği için, sürekli yeni operasyonlara ihtiyaç duymaktadırlar. Ama bu durum, davaların asıl amacının operasyon 2028 olduğu gerçeğini değiştirmez. Tersine operasyonun sahibi, ışığı yolsuzluğa tutarak operasyon 2028’i karanlıkta bırakmak istemektedir.

Bugün sistem/düzen partilerinin tamamında, büyüklü küçüklü yolsuzluk vardır. Çünkü sistem böyledir, çünkü sistem yolsuzluk, haksızlık, adaletsizlik üstüne inşa olmuştur. Kir tüm sistem partilerine, o partilerin sistemle ilişkisinin çapına göre nüfuz eder. O nedenle asıl büyük mesele, sistemin dışına çıkabilme meselesidir.

ESKİ İŞLERE YENİ AKTÖR: BAHÇELİ

Devlet Bahçeli, Saray’a yakın gazeteden “Sayın cumhurbaşkanımız görevine 2028’de de devam etmeli” mesajı vererek operasyon 2028’in baş aktörlüğünü yaptığını bir kez daha sergiledi.

Oysa aynı Bahçeli, Erdoğan’ın daha ilk cumhurbaşkanı adaylığını bile ülkenin geleceği açısından beka sorunu görmüş, karşı çıkmış ve çok ağır sözler kullanmıştı. Peki ne değişti? Erdoğan mı değişti, Bahçeli mi? Erdoğan çizgisini korumakta, davasının yolunda yürümekte ve asıl hedefine varabilmek için taktik manevralarla herkesi kullanmaya çalışmaktadır.

Dahası, Erdoğan eski işlerini artık “yeni müttefiklerine” yaptırtmaktadır; bu da kendisine siyasi esneklik kazandırmakta, istediği an manevra yapma özgürlüğü sağlamaktadır.

Örneğin Erdoğan daha önce birkaç kez sosyal medyayı kısıtlamaya çalışmıştı. O süreçte kendisine en sert karşı çıkanların başında  Bahçeli geliyordu. Bahçeli Erdoğan’ı internete deli gömleği giydirmekle, Twitter kuşunun kanadını kırmakla, ifade özgürlüğünü yontmakla suçluyordu. Aynı Bahçeli şimdi Erdoğan’dan da ileri gidiyor ve “sosyal medyanın tamamını kapatmayı” savunuyor.

Anayasa Mahkemesi de öyle değil mi? Kürt açılımı da öyle değil mi? Erdoğan’ın her Kürt açılımına kategorik olarak karşı çıkan Bahçeli, pozisyonunu değiştirince, bizzat Erdoğan’ın yerine Kürt açılımını başlatmış olmadı mı?

DAR KORİDORUN DIŞINDAN BAKABİLMEK

AKP saflarına devşirilmemiş tüm siyasi partiler, günlük dar siyaset koridorunun dışına çıkmalıdır; taktik seviyeden değil, stratejik düzeyden bakmalıdır.

Operasyon 2028 gerçeğini görmeden ne belediyelere operasyonlar anlaşılır ne de açılım; ne medyaya operasyon anlaşılır ne de gazetecilere tutuklamalar; ne finans kapitale tavizleri anlaşılır ne de işletme hakkının devri adı altında yeni satış hazırlıkları; ne en yüksek vergi ödeyenlerin neden isimlerini gizlediği anlaşılır ne de büyük sermaye transferlerinin amacı; ne iç güç mücadeleleri anlaşılır ne de pasif görevlendirmeler; ne dün ihale verdiklerine bugün operasyon yapmaları anlaşılır ne de kullan-at hamleleri; ne kayyumculuk anlaşılır ne de bölümünü birincilikle bitiren öğrencinin aynı bölümde yüksek lisans yapma başvurusunun reddedilmesi...

ABD ‘dostluğunun’ maliyeti

Türkiye’de planlı yazı yazmak ne mümkün!

Önceki yazımı, “Çin’in Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ne yaptığımız geziyle ilgili izlenimlerime devam edeceğim” diye bitirmiştim. Çin’den döner dönmez, CHP’ye polis ablukası nedeniyle, kendimi Tele1’de 5 saatlik canlı yayında buldum.

İsrail’in Katar’da Hamas’ı vurması, ABD’nin Venezüella’ya saldırmaya hazırlanması başta birçok önemli dış konu da var. O nedenle hepsini birden yorumlamaya çalışacağım.

ABD-İSRAİL TUZAĞI

İsrail, Katar’da Hamas heyetini vurdu. Ama asıl büyük alçaklık, ABD-İsrail işbirliğiyle kurulan tuzaktı!

Trump’ın son ateşkes önerisini konuşmak üzere Hamas Siyasi Bürosu yetkilileri Katar’ın başkenti Doha’ya davet ediliyor. Haberli İsrail, Doha’da Hamas yöneticilerini vuruyor. ABD ise Katar savunmasını engelleyerek İsrail’in saldırısını kolaylaştırıyor.

Böylece ABD ve İsrail ikilisi, dünyanın görüp görebileceği en ahlaksız, en alçak ikilisi konumuna iyice yerleşmiş oluyor!

PATRİOT’LA SAVUNMA OLMAZ

Bu alçaklığın bizi ilgilendiren kısmı ise şu: Biliyorsunuz, ABD’nin Katar-Doha’daki askeri varlığı oldukça büyük. Patriot füze savunma sistemleri de var, uçaklar da binlerce asker de...

Ama İsrail’in bu saldırısı sırasında hiçbiri Katar topraklarını savunmadı, tersine Katar’ın savunma yapabilmesini önledi. Benzer durumu ABD’nin her an her “müttefiki” yaşayabilir.

Örneğin Türkiye parasıyla Patriot almış olsa, ABD, istemediği takdirde onların harekete geçmesi mümkün değil. İşte S-400 bu nedenle önemliydi. Dahası, ilk ihale iptal edilmese ve Çin’in füze savunma sistemi alınmış olsaydı, teknoloji transferi de alınmış olacaktı. Böylece Türkiye kendi savunma sistemini daha kolay yoldan yapabilecekti. Çünkü son tahlilde Türkiye’nin en iyi savunması, ulusal savunma sistemleriyle yapılabilir.

Gerçi Kissinger’in 1968’de Nixon’un başkan seçilmesinin ardından, ülkesi ABD’nin Vietnam’daki rolüne dair bir göndermeydi şu sözü ama çok şey anlatır: “ABD’nin düşmanı olmak tehlikeli olabilir ama dostu olmak ölümcüldür.”

ABD’NİN VENEZÜELLA YALANI

İşte “dostluğunun” maliyeti böylesine yüksek olan ABD, şimdilerde çok önemli bir isimlendirme değişikliğine gitti. Trump yönetimi Savunma Bakanlığı’nın ismini Savaş Bakanlığı diye değiştirdi. Elbette ABD açısından Savaş Bakanlığı, Savunma Bakanlığı’na göre daha gerçekçi ama en doğrusu “Saldırı Bakanlığı”dır!

Emperyalist ABD, bugünlerde Venezüella’ya saldırı hazırlığında. ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth, bölgeye gönderilen ABD deniz piyadelerine şöyle seslendi: “Karayipler’e eğitime değil, cephe hattına gidiyorsunuz.”

Emperyalist ABD’nin Venezüella’ya saldırı gerekçesi ise sözde uyuşturucuyla mücadele! Oysa dünyanın en büyük uyuşturucu mafyası CIA’dır; uyuşturucu baronları CIA’nın kontrolündedir.

Ama son olarak Doha’da “alçaklık” yapan bu emperyalist güç için yalan söylemek, sıradan bir durumdur. Irak’ı “Iraklılara demokrasi getirmek” yalanıyla işgal etmedi mi? Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları olduğu yalanını söylemedi mi?

ABD-İNGİLTERE’NİN UYGUR YALANLARI

Uygur yalanları da ABD imalatıdır. ABD-İngiltere ikilisi Uygurların dilini konuşamadığını dünyaya servis eder, ibadetlerini yapamadığını propaganda eder. Uygur Türklerinin Çin’den ayrılmasını ister ama Rumlardan ayrılmış Kıbrıslı Türklerin Rumlarla birlikte yaşamasını zorlar. Çünkü derdi Türklerin durumu değildir, emperyalist çıkarlarıdır. Doğu Akdeniz’deki çıkarı Kıbrıs Türklerinin Rumlarla yaşamasıdır ama Asya’daki çıkarı Uygur Türklerinin Çin’den kopmasıdır.

Nedeni için haritaya bakmanız yeterli: Uygur bölgesi ve Kaşgar, Çin’in Batı kapısıdır. Ortadoğu körfezinden çıkan Çin petrol gemileri, körfezin hemen ağzındaki Pakistan’ın Gwadar Limanı’na petrolü boşaltmaktadır. Petrol, boru hattıyla Gwadar’dan doğrudan Kaşgar’a çıkmaktadır. Böylece ABD’nin Hint Okyanusu’nda kurduğu çeşitli barikatlar gereksiz hale gelmektedir.

ABD, bu başta birkaç nedenle, Uygur ayrılıkçılığı kışkırtmaya çalışmakta, Çin’i bu yolla zayıflatmak istemektedir. Nafile! Atlantik’in kırk yalanı, Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ndeki tek gerçeğin üstünü örtemez!

                                                       /././

Cumhuriyet

 

                           

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı + Gündem" -16 Eylül 2025-

  Akbelen’in dört yanı kuşatıldı: Gözaltına alınanlar serbest bırakıldı Sabah saatlerinde kamyonlar, kesim ekipleri ve çok sayıda jandarma s...