Şüpheli para trafiğinin kilit ismi Kasım Garipoğlu! - Bahadır Özgür /halkTV-

Karmaşık olaylar olduğunda hep denir ya, “cambaza bakma” diye. Bu sefer gerçekten cambaza bakmak lazım sanırım. Zira, Habertürk merkezli uyuşturucu operasyonundaki kilit isimlerden birisi Kasım Garipoğlu. Onun bir işi de cambazların olduğu sirk gösterileri düzenlemek!

90’lardan beri ne vakit karanlık ilişkiler ortaya dökülse, karşımıza muhakkak bir Garipoğlu ailesi mensubu çıkıyor: Sümerbank, Türk Ticaret Bankası, Nesim Malki cinayeti, Münevver Karabulut’un katli…
Bugün de Kasım Garipoğlu sahnede işte!

kasim-garipoglu-1.jpg

Hakkında yakalama kararı var. İddiaya göre, ‘dumanlı’ partilerin organizatörü.  Lüks yaşamıyla sürekli haber oluyor. Ama Kasım’ın gizemi bambaşka işlerden geliyor. Cumhuriyet gazetesinden Miyase İlknur da 20 Aralık günkü yazısında dikkat çekti.

Onun esas mahareti, uluslararası çapta şüpheli görülen bir para trafiğini kurup yönetmekti. Karmaşık şirketler ağı ve finansal işlemlerle, Türkiye-Asya-Londra arasında milyon dolarları gezdiriyordu. İşin garibi gizli saklı yapmıyordu bunu. İki büyük davada olayın merkezinde olmasına rağmen, kimse üzerine gitmedi. Neydi bunlar?

İlki; Paramount Otel skandalıyla herkesin tanıdığı Sezgin Baran Korkmaz (SBK) davasıydı. Malum, Habertürk ile arası bayağı iyiydi. Dönemin Habertürk Genel Müdürü Veyis Ateş ile arasında geçen ‘10 milyon Euro rüşvet’ iddiası hala gizemini koruyor.

ABD Hazinesi’ni dolandırdığı için suçlanan SBK’nın parayı Türkiye’de akladığı ortaya çıkmıştı. Utah’ta açılan davada aklamada kullanılan şirketlerden birisinin GKFX olduğu belirtiliyor. Sahibi Kasım Garipoğlu.

kasim-garipoglu-2.jpgKasım Garipoğlu’nun ilişkileri magazin basınının en sevdiği haberlerden. Hülya Koçyiğit’in torunu Aslışah Alkoçlar ile beraberliği de epey olay olmuştu.

KAYIP 30 MİLYON DOLAR

GKFX, İngiltere’de bulunan GKFX Financial Services Ltd. adlı şirketin Türkiye şubesi olarak 2014’te açıldı. Türkiye’de lisansı yok. Asya piyasalarında kaldıraçlı işlemler yapmak isteyenlere Metatrader Platformu (forex işlemleri yapılan yazılımsal altyapı) üzerinden hizmet sunan bir aracı kurum.

2020’de bir skandala daha karıştı adı. Kasım Garipoğlu kendi şirketindeki 6 üst düzey çalışanı, müşterilerin 30 milyon dolarını çalmakla suçladı. Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı. İlginçtir, parası çalındığı söylenen müşteriler müdahil olmadılar, şikayet etmediler hatta.

Duruşması önümüzdeki haftalarda yapılacak davanın iddianamesine göre Kasım Garipoğlu, 30 milyon doların kaybolmasının ardından üst düzey yöneticilerinin peş peşe istifa ettiklerini, ortak şirket kurduklarını savundu. Savcılığın tayin ettiği bilirkişiler de 2019’da kasada olması gereken nakit 20 milyon 95 bin doların, 2020’de de 10.1 milyon doların bulunamadığını tespit etti. Davanın özü bu.
Oysa dosyaya giren çok daha önemli bilgiler söz konusu. İfadelere bakılırsa, izaha muhtaç milyonlarca dolarlık bir para trafiği görülüyor.

VALİZLERLE TAŞINAN PARALAR…

Dosyada GKFX’e para veren 5 şirket yer alıyor: Azco İnşaat Turizm Tekstil Otomotiz AŞ, Tera Menkul Değerler, Doğuş Gold, Venbey Yatırım Menkul Değerler’e ait REM, Haşimoğlu Döviz ve Altın AŞ’ye ait Kutup ve MG.
Savcılığın incelemesinde Azco’nun toplam 70 milyon 400 bin dolar, Tera’nın 44 milyon 950 bin dolar, Doğuş’un 500 bin dolar, Kutup’un 6 milyon 326 bin, REM’in 4 milyon 100 bin ve MG’nin de 164 bin 800 dolar para yatırdığı belirlendi.

Sorun burada başlıyor. Çünkü tanık olarak dinlenen bir şirket çalışanı paraları valizlerle yatırımcı şirketlerden alıp GKFX’e getirmekle ve daha sonra yine valizlerle şirketlere götürmekle görevli olduğunu söylüyor. Sanıklardan bir diğeri de valizlerle elden nakit almanın doğru olmadığını defalarca yönetime bildirip uyardığını anlatıyor.

Yani Kasım Garipoğlu’nun BDDK’dan lisansı olmayan şirketine milyonlarca dolar valizlerle taşınmış! Kimse de “Bu nasıl oluyor?” dememiş. Hala da demiyor. Yargı olayı yalnızca şirket içi yolsuzluk olarak soruşturuyor.

Peki neden? Yanıtını bilemiyoruz. Oysa elden para veren şirketler sonradan borsaya açıldı. Ciddi yatırımcıya sahipler. Mesela; muazzam bir büyüme gösteren Tera, geçen ay yönetimine Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Fecir Alptekin’i almasıyla haber oldu.
Neyse, biz konumuza dönelim. Gelelim karmaşık şirket ağına…

ÇİN’DEN LONDRA’YA KARMAŞIK AĞ

Dosyadaki tanıklar ve sanıklar Kasım Garipoğlu’nun bir çok şirketi kendi üzerlerine kurduğunu söylüyor. Çin’de bile 4 şirketi var. Ayrıca Vietnam, Kamboçya’da da şirketler kurulduğu ileri sürülüyor. Bütün şirketler Londra’da bulunan GKFX Financial Services Ltd. ile bağlantılı. O da bir offshore cenneti olan Virgin Adaları’ndaki International Finance House Ltd. ile ilişkili. Ve hepsinin tepesinde ABD’deki Miami merkezli Global Kapital Group (GKG) duruyor.

GKG’nin faaliyet alanları gayrimenkul, finansal hizmetler ve eğlence sektörü. Eğlence sektöründeki markası Divine Cirsus.

ABD’nin Delaware eyaletindeki GKG International Holding LLC, 2023’te İstanbul’da da Divine Circus Eğlence Yatırımları AŞ’yi kurdu. Bildiğimiz sirk gösterileri de düzenleyen şirketin özellikle Kapadokya’daki açık hava, Bodrum’daki yat partileri meşhur. Ayrıca televizyon programları, menajerlik vs. işleri de yapıyor.

kasim-3.jpgDivine Circus, sirk gösterileri de dahil eğlence organize ediyor

Bu arada GKFX, 2016’da İtalyan futbol kulübü Milan ile 3 yıllık sponsorluk anlaşması yaptığında epey ses getirmişti. Fakat forex şirketlerinin güvenilirliğini araştıran WikiFX adlı internet sitesinin 2021’de yayınladığı rapora göre, yerinde yapılan tespitlerde adres verilen ofisin bile boş olduğu ortaya çıktı.

Yani Kasım Garipoğlu’nun iş hayatı oldukça karışık. Ancak sadece ona değil, şirketin parasını çalmakla suçladığı isimlere bakınca karmaşa daha da artıyor. Üç yöneticisinin ortak olduğu ABK Holding AŞ’nin bir dönem yöneticiliğini yapan kişi de Gökalp İçer. Onu nereden hatırlıyoruz?

kasim4.jpgGKFX, 2016’da Milan ile yaptığı sponsorluk anlaşmasıyla adını duyurmuştu.

Geçen aylarda operasyon yapılan kripto para borsası Icrypex’in sahibi. Müebbet hapsi istenen İçer hakkındaki suçlamalar uyuşturucu, kara para aklama ve bir kadın avukatın ölümüne sebep olma.

Son bir sıcak bilgiyi daha aktaralım...

Uyuşturucu operasyonu başladıktan sonra bir iş insanı savcılığa başvurarak, Kasım Garipoğlu’nun karmaşık finansal işlemler ile 30 milyon doları Londra’ya kaçırdığına dair şikayette bulundu. Garipoğlu’nun “Müşterilerimden çaldılar” dediği 30 milyon dolar şimdi büsbütün gizemli hale geldi.

***

Özetle Habertürk merkezli uyuşturucu vakası nereye çeksen oraya gidecek kadar esnetiliyor. Artık kim nereye çekerse…

Çuvalın içine o kadar fazla şey atılmaya başlandı ki, aralarında bir tek para yok. Meselenin akçeli kısmı bir iki spikerin maaşı ile sınırlı olamayacağına göre, bu işten kimlerin cebini doldurduğunu da merak ediyoruz.

Bahadır Özgür /halkTV

Trump, "İsrail'e verdim" demişti: Golan Tepeleri, yeni Suriye haritasından çıkarıldı-BİRGÜN-

Suriye Dışişleri’nin Sezar Yaptırımları'nın kaldırılmasına ilişkin paylaşımında Golan Tepeleri’nin haritada yer almaması dikkat çekti. ABD Başkanı Donald Trump, sadece birkaç gün önce "Golan Tepeleri'ni İsrail'e devrettim" demişti.

Suriye Dışişleri Bakanlığı’nın ABD’nin Suriye’ye yönelik Sezar Yaptırımları'nın kaldırılmasıyla ilgili yaptığı paylaşımda dikkat çeken bir detay ortaya çıktı.

Paylaşımda yer verilen haritada, Suriye toprağı olan ve 1967'den bu yana İsrail'in işgali altında bulunan Golan Tepeleri'ne yer verilmedi.

Söz konusu paylaşımda "Sezar Yaptırımı olmayan Suriye" ifadesi kullanıldı.

Öte yandan geçmişte Suriye haritalarında yer alan Hatay'ın da yeni paylaşılan haritada yer almadığı görüldü.

Paylaşımın, ABD Başkanı Donald Trump'ın "Golan Tepeleri'ni İsrail'e devrettim" sözlerinin ardından gelmesi de dikkat çekti.

GOLAN TEPELERİ İŞGAL ALTINDA

İsrail, Suriye'ye ait Golan Tepeleri'ni 1967'den bu yana işgal altında tutuyor.

İsrail ile Suriye arasında 1974'te imzalanan Kuvvetlerin Çekilmesi Anlaşması ile tampon bölge ve silahtan arındırılmış bölgenin sınırları belirlenmişti.

Suriye'de 8 Aralık 2024 Beşar Esad'ın devrilmesiyle birlikte İsrail ordusu, Suriye toprağı olan Golan Tepeleri'ndeki işgalini genişletmişti.

Golan Tepeleri civarındaki tampon bölgeye giren İsrail ordusu, işgali daha ileriye taşıyarak başkent Şam’ın 25 kilometre yakınlarına kadar gelmişti.

TRUMP: GOLAN TEPELERİ'Nİ, İSRAİL'E DEVRETTİM

ABD Başkanı Donald Trump, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, birinci başkanlık döneminde Golan Tepeleri'ni "İsrail toprağı" olarak tanıyan kararı, Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak kabul etmesi ve ABD'nin büyükelçiliğini buraya taşıması gibi siyasi adımlarını hatırlatmıştı.

Trump, şunları söylemişti:

"Golan Tepeleri'ne dair pek çok kişiden pek çok şey duydum. Esasını David Friedman'a sordum. 'David, bana Golan Tepeleri'ni beş dakika veya daha kısa süre içinde anlat' dedim. İki dakika sonra, 'Anlıyorum. Buraya birçok başka nedenden ötürü fazlasıyla ihtiyacınız var. Burası size lazım. Savunma için burası size gerek' dedim.

Yeteri kadarını öğrendim ve Golan Tepeleri'ni İsrail'e devrettim. Kimse bunun mümkün olabileceğini zannetmiyordu. 70 yıldır buna çalışıyorlardı. Ben de onlara 'İyi şanslar' dedim."

Trump: Golan Tepeleri'ni İsrail'e verdim  

https://www.birgun.net/haber/trump-golan-tepeleri-ni-israil-e-verdim-677331

BİRGÜN

Cambaza bakma: Asgari ücrette 'komisyon' tartışması neyi örtüyor?-Emre Alım/soL-

Asgari ücret masasında bu yıl işçi tarafının koltuğu boş. Tartışma da bu noktada düğümlendi. Oysa masanın görünen üyeleri değişse de, kararı verenler aynı kaldı. Hükümet, patronlar ve uluslararası finans tekelleri milyonlarca emekçinin açlık sınırının altında tutulmasında uzlaştı.

Asgari ücret tartışması Türkiye’de her yıl aynı sahneyle açılıyor.

Bir masa kuruluyor, sandalyeler sayılıyor, kim geldi kim gelmedi üzerinden uzun bir tartışma başlatılıyor. Kameralar masaya çevriliyor, kamuoyu orada olup bitenlerin milyonların hayatını belirleyeceğine ikna edilmeye çalışılıyor. Oysa bu sahnede asıl iş, çoğu zaman masanın dışında çoktan görülmüş oluyor.

2026 yılı asgari ücretini belirlemek üzere Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun yaptığı ilk toplantılar da bu açıdan bir istisna değil. Bu yıl farklı olan, işçi tarafını temsil ettiği iddia edilen Türk-İş’in masaya hiç oturmaması. Bu tercih ilk bakışta “itiraz” gibi sunulsa da, daha yakından bakıldığında başka bir işlev görüyor.

Cambaza bakma

Asgari Ücret Tespit Komisyonu, ilk toplantısını 12 Aralık, ikincisiniyse 16 Aralık’ta düzenledi. Bu yılki süreci önceki yıllardan ayıran en dikkat çekici gelişme, masanın "işçi tarafını" temsil eden Türk-İş heyetinin toplantılara katılmaması oldu. Türk-İş Başkanı Ergun Atalay, bu tavrı "konu mankeni olmamak" ve "komisyonun antidemokratik yapısına tepki" olarak sunsa da, madalyonun öbür yüzü oldukça farklı bir tabloyu işaret ediyor.

Bugüne kadar hükümetin çizdiği sınırların dışına çıkmayan, pek çok kritik eşikte işçinin değil iktidarın yanında saf tutan sarı sendikalar, bu yıl asgari ücrette yaşanacak tarihi reel kaybın faturasından kaçmaya çalışıyor. Masada yer almayarak sorumluluğu üzerinden atan Türk-İş, aslında gündemi komisyonun yapısı üzerine bir tartışmaya kilitleyerek, işçinin asıl meselesi olan sefalet ücretini ve arkadaki büyük soygunu gölgeliyor. Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan’ın Türk-İş ve Hak-İş’i sırayla ziyaret ederek "görüşlerini aldık" açıklaması yapması da "usulün yerini bulması"ndan ibaret.

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde asgari ücret masasında patronları temsil eden TİSK'in Genel Kurul toplantısına katılıp yaptığı konuşmada, "Kefenin cebi yok. Öbür dünyaya mal mülk değil, adalet ve dürüstlük üzerine yaşanmış bir hayat götüreceğiz" demişti. Ancak kulislere göre Erdoğan'ın fetvası patronlar üzerinde etkili olmamış gibi görünüyor. İktidara yakın gazeteler asgari ücrete mevcut enflasyondan düşük bir zam yapılacağını açıkça dile getiriyor. İstanbul Sanayi Odası (İSO) Yönetim Kurulu Başkanı Erdal Bahçıvan'ın “Asgari ücrette gerçekler doğrultusunda memnun edecek bir karar çıkacaktır” sözleriyle kendilerini mutlu edecek bir tabloya duyduğu iyimserlik de bunu doğruluyor.

Komisyonun varlığı da yokluğu da bir 

Bu yıl kurulan masada işçi kesiminin iktidara yakın konfederasyonlar tarafından temsil edilip, edilmemesi sonucu değiştirmeyecek. Çünkü bizzat Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan bunu itiraf etti. Geçtiğimiz hafta Türk-İş ve Hak-İş'i ziyaret eden Bakan, sonrasında gazetecilere "İşçi kesiminin komisyonda yer almaması çok büyük bir eksiklik değil" dedi.   

Asgari Ücret Tespit Komisyonu yıllar içinde göstermelik de olsa işleyen bir "müzakere organı" olmaktan tamamen çıkarıldı. 2018 yılında başkanlık sistemine geçişle birlikte, komisyon sessiz sedasız bir biçimde İş Kanunu kapsamından çıkarılarak doğrudan Cumhurbaşkanlığı teşkilat yapısı içine alındı. Bu idari değişiklik, komisyonun yapısının bir gece yarısı kararnamesiyle değiştirilebilmesinin önünü açtı ve asgari ücret tespit sürecini fiilen "cumhur hukukuna" uyarladı.

Bu süreçte komisyon fiilen lağvedildi, asgari ücret iktidar tarafından tek taraflı belirlenip komisyona sadece onaylatılan bir noter belgesine dönüştü. Nitekim 1974’ten bu yana yapılan 50 görüşmenin 27’sinde işçi tarafının muhalefetine rağmen, hükümet ve patron blokunun ittifakıyla kararların alınmış olması, komisyonun kimin lehine işlediğinin en somut kanıtı. 2018'den bu yana ortaya çıkan tablodaysa patronların hiçbir itirazının olmadığı görülüyor. 

1Kaynak: DİSK-AR

Masanın 'gizli' üyeleri

Asgari ücret masasında sadece hükümet, patron ve sendika bürokratları oturmuyor. Masanın asıl iradesini belirleyen "gizli" üyeler, uluslararası sermaye merkezleri. 

Finans tekelleri Şimşek Programıyla beraber başladıkları "hedef enflasyon" dayatmasını sürdürüyor. Enflasyonu "zamların" tetiklediğini savunan finans tekelleri, bu yüzden zamların gerçekleşen enflasyon yerine hükümetin gelecek yıl gerçekleşmesini umduğu hedef enflasyona göre yapılmasını dayatıyor.

IMF Türkiye Misyonu Başkanı Jim Walsh "yüksek artışın bu yıl olmamasını umuyoruz" diyerek niyetini açıkça ifade ederken, Moody’s "geriye dönük endekslemeye son verilmeli" çıkışında bulunuyor, Deutsche Bank ise "yüzde 25 artış idealdir" raporlarıyla koroya eşlik ediyor. JP Morgan, Morgan Stanley ve Fitch gibi uluslararası finans merkezleri yüzde 31'lik enflasyona rağmen asgari ücrete yüzde 20-25 zam yapılması gerektiğini dillendiriyor. 

Hedeflenen enflasyon oyunu, işçinin bugün yaşadığı gerçek hayat pahalılığını değil, hükümetin kağıt üzerindeki (ve çoğu zaman gerçekleşmeyen) pembe tablolarını esas alarak ücretlerin sistematik olarak eritilmesi anlamına geliyor.

Komisyon aldatmacası kayıpları gizliyor

"Cambaza bak" oyunu sürerken işçinin gerçek kaybı giderek büyüyor. 2025 yılında asgari ücrete ara zam yapılmaması, yüksek enflasyon koşullarında işçinin alım gücünü önemli ölçüde buharlaştırdı. DİSK-AR verilerine göre, 2025 yılı boyunca asgari ücretlinin birikimli alım gücü kaybı toplam 50 bin lirayı aşmış durumda. 

Ekim 2025 itibarıyla net 22 bin 104 lira olan asgari ücret, BİSAM’ın belirlediği 26 bin 925 liralık açlık sınırının dahi yüzde 18 altında. 93 bin lirayı aşan yoksulluk sınırıysa artık ulaşılamaz noktada. Patronlara bütçeden 67 milyar dolar SGK prim desteği sağlanırken, işçinin üzerine yıkılan vergi ve enflasyon faturası 1,8 trilyon lirayı buluyor.

Ücretin miktarı değil, düzenin kendisi sorun

Cambaza bakarken, cebimizden çıkanın ne olduğu görünmez kılınıyor.

Oysa asgari ücret süreci, sendikaların katılım düzeyiyle ya da komisyonun sembolik meşruiyetiyle açıklanamayacak kadar çıplak bir gerçekliği barındırıyor. Masaya oturulsun ya da oturulmasın patronlar ne kadar vereceğini, iktidar ne kadarına izin çıkacağını, uluslararası finans çevreleri de bu sınırların nerede başlayıp nerede biteceğini baştan ilan ediyor. Geriye, bu kararı “müzakere edilmiş” gibi gösterme işi kalıyor.

Öte yandan asgari ücret süreci, teknik bir “fiyat belirleme” meselesi değil, aynı zamanda milyonlarca emekçinin yaşam hakkının hangi sınırlar içinde tutulacağına dair siyasal bir karar süreci. Bu yüzden tartışmayı birkaç puanlık zam oranlarına ya da komisyonun biçimsel yapısına sıkıştırmak, asıl meseleyi ıskalamak anlamına geliyor.

Bugün asgari ücret, çoktan bir “taban” olmaktan çıkıp fiili bir ortalama ücrete dönüşmüş durumda. Toplumun yarısından fazlası bu ücretle yaşıyor, daha doğrusu yaşamaya çalışıyor. Bu tablo, sorunun yalnızca yoksulluk değil, sistematik bir sömürü olduğunu açıkça gösteriyor. Ücretler baskılanırken sermaye destekleniyor, enflasyonun ve verginin yükü işçinin sırtına bindiriliyor.

Oysa yaşam pazarlık konusu yapılamaz. Yaşamın fiyatı olmaz, hakkı olur.

Emre Alım/soL

Açlık sınırının altında, kâr hırsının kıskacında: Asgari ücretlinin kaybı ne?-Emre Alım-https://haber.sol.org.tr/haber/aclik-sinirinin-altinda-kar-hirsinin-kiskacinda-asgari-ucretlinin-kaybi-ne-404293

Işığı kazımak: Çin hurdalardan yarattığı dev çip makinesiyle ABD ambargosunu nasıl deldi?-Emre Alım/soL-

Neredeyse 80 yıl sonra New Mexico çöllerinin yerini Shenzhen’in gizli laboratuvarları, atom bombasının yerini silikon plakalar aldı. Batı’nın teknolojik kuşatmasını, hurdalardan ve eski parçalardan yarattığı "Frankenstein" makinesiyle yaran Çin, emperyalist güç paylaşımında kendine yeni bir cephe açıyor.

ABD, 1942 yılında New Mexico çöllerinde gizli operasyonlarından birini başlattı. "Manhattan Projesi" adını taşıyan bu çalışma binlerce bilim insanı ve mühendisi tek bir hedef için bir araya getirmişti: Atomu parçalamak ve dünyanın gördüğü en yıkıcı silahı inşa etmek. 

Bugün hâlâ "savaşı bitirmek için yapıldı" yalanıyla servis edilse de, projenin asıl derdi çoktan teslim olmuş bir Japonya üzerinden Sovyetler Birliği’ne gözdağı vermek ve yeni bir dünya düzeni kurmaktı.

Bugün, dünya benzer bir gizlilikle yürütülen yeni bir "Manhattan Projesi"ne tanıklık ediyor. Ancak bu kez sahnede New Mexico çölleri değil, Shenzhen’deki yüksek güvenlikli teknokentler var. Hedef ise atomu parçalamak değil, ışığı "kazımak". 

Çin, Batı’nın teknolojik ambargosunu kırmak ve yapay zekanın kalbi olan çiplerin üretiminde tam bağımsızlık kazanmak için tarihin en büyük teknolojik seferberliğini yürütüyor.

Hollanda'dan getirilen mühendisler ve yedek parçalarla ürettiler

ABD’nin 2019 yılında ve yıllar içinde genişleyen çip ambargosu, Çin’in yükselişini durdurmayı amaçlayan teknolojik bir "Soğuk Savaş" ilanıydı. Ancak kısıtlamalar, beklendiği gibi Çin’i felç etmedi, aksine ülkenin kendi kendine yetme çabalarını körükledi.

Reuters’ın ulaştığı son bilgilere göre, Shenzhen’deki gizli bir laboratuvarda çalışan ekip, 2025 başlarında Batı’nın "ulaşılamaz" dediği EUV (Ekstrem Ultraviyole) litografi makinesinin çalışan bir prototipini tamamlamayı başardı. Hollandalı dev ASML’nin tekelinde olan bu teknoloji, bir insan saçından binlerce kat ince devreleri silikon plakalara işleyebilen, dünyanın en karmaşık üretim araçlarından biri.

ASML’nin en gelişmiş EUV sistemleri yaklaşık 180 ton ağırlığında ve Zeiss gibi Alman optik şirketlerinin ürettiği hassas aynalar sayesinde bir otobüs boyutuna sığdırılabiliyor. Ancak Çin, Batı’nın optik ambargosunu aşamayınca "ölçeklendirme" yoluna gitti, yani parçaları küçültemeyince makineyi büyüttü. Gücü artırmak için fiziksel alanı genişleten ekibin ürettiği makine bir fabrika büyüklüğüne ulaştı.

Üretim sürecindeki en dikkat çekici unsur ise makinenin "Frankenstein" yöntemiyle bir araya getirilmiş olması. Çin, yeni parça tedarik edemediği için ikincil piyasaları, Alibaba gibi platformlar üzerinden yapılan açık artırmaları ve eski ASML makinelerini "parçalayarak" elde ettiği kritik bileşenleri kullandı. Reuters’a konuşan kaynaklar, makinenin ASML versiyonlarına kıyasla "kaba" göründüğünü ancak testlerde ihtiyaç duyulan ekstrem ultraviyole ışığı üretmeyi başardığını belirtiyor.

1ASML'nin ürettiği bir litografi makinesi.

Proje gizlilikle yürütülüyor

Bu devasa makineyi inşa edenler arasında ASML’den ayrılan mühendisler de bulunuyor. Projenin gizliliği o kadar ileri düzeyde ki, tesise giren mühendislere sahte isimlerle düzenlenmiş kimlik kartları veriliyor. Hatta bazı mühendislerin, tesiste eski iş arkadaşlarını gördüklerinde şaşırdıkları ancak gizlilik protokolü gereği birbirlerini tanımazlıktan gelerek takma isimlerle çalışmaya devam ettikleri anlatılıyor.

Huawei’nin koordinatörlüğünde yürütülen projenin çalışanları tesis içerisinde yatıp kalkıyor, hafta içi evlerine gitmiyor. Birçok noktada telefona erişimleri de kısıtlı.

Çin anlık değil, uzun vadeli düşünüyor

Çin halihazırda birçok türde çip üretiyor ama karşısındaki en büyük engel, üretim teknolojisindeki "nanometre" farkı. Nvidia gibi devler bugün yapay zeka çiplerinde 2 nanometre seviyesine ulaşmışken, Çin’in üretim kapasitesi henüz 20-40 nanometre bandında yoğunlaşıyordu. Ancak Shenzhen’de üretilen son litografi makinesi Çin'in bugün olmasa da birkaç yıl içerisinde ambargoya rağmen ABD ile aynı seviyeyi yakalayacağına işaret ediyor.

Çin sermayeli bir teknoloji şirketinde çalışan bir çip tasarım uzmanı, sürecin mutfağını soL'a anlattı. Uzmana göre, Çin’in stratejisi sadece en tepeye ulaşmak değil, aynı zamanda endüstrinin her aşamasında Batı bağımlılığını adım adım bitirmek.

Çip üretimindeki tekel yapısına dikkat çeken uzman, tasarım ve üretim arasındaki makasın Çin için en büyük sorun olduğunu belirtiyor:

"ASML bu işte yıllardır tekel. TSMC, Intel, Samsung gibi firmaların hepsi son model litografi cihazlarını onlardan alıyor. Biz tasarımcılar olarak bilgisayarda devre tasarımı yapıyoruz ancak bu tasarımların gerçeğe dönüşmesi için TSMC gibi yerlerde üretilmesi gerekiyor."

Ancak Çin, sadece en gelişmiş yapay zeka çiplerine odaklanmıyor, sanayideki tedarik yapısını da hedef alıyor. Bu alanda sadece Türkiye'de son 10 yılda kurulan 300’e yakın şirketin milyon dolarlık cirolara ulaştığını aktaran uzman, üretim hattındaki dönüşümü şu örnekle açıklıyor:

"Mesela bizim şirketimiz motor kontrol çipleri satıyor. Bir Çinli beyaz eşya üreticisi, daha önce Amerika’dan aldığı çipi artık bizden alıyor. Çin yıllardır çipleri hep Amerika ve Avrupa’dan alıyordu, şimdi ise bu çipleri kendi yerli ürünleriyle değiştirmeye başladılar. Bir atılım var ve son teknolojiye gelmeden önceki o büyük boşluğu bu şekilde kapatmaya çalışıyorlar."

Donanım yetersizliğine yazılım çözümü

Konu yapay zeka olunca söz konusu ihtiyaç yalnızca çip tasarımı ve üretimiyle sınırlı değil, bir de yazılım boyutu devreye giriyor. Çin bu konuda da sınırları zorluyor.

2025 yılının Ocak ayında DeepSeek adlı Çinli girişim, Nvidia’nın son teknoloji çiplerine erişimi olmadan geliştirdiği yapay zeka modeliyle dünyayı şaşkına çevirmişti. Bu başarı, Çin’in sadece donanımda değil, elindeki imkanları en verimli kullanma konusunda da ustalaştığını gösterdi.

Örneğin, Huawei’nin CloudMatrix sistemi 384 adet yerli çipi birbirine bağlayarak Nvidia’nın en güçlü ürünleriyle rekabet edebiliyor. Yani Çin, daha zayıf makinelerle daha akıllı işler yaparak Batı’nın kuşatmasını yan yollardan deliyor.

KayKaynak: Yarı İletken Endüstrisi Derneği (ABD)

Hollanda'yla ipler kopma seviyesine gelmişti

Çin'in adımları, ABD ve Avrupa hattında da çatlaklara neden oluyor. Bunun son örneği geçtiğimiz aylarda yaşanan Nexperia krizi olmuştu. Hollanda hükümeti, ABD’nin baskısıyla Çinli çip üreticisi Nexperia’nın ülkedeki bazı tesislerine el koymaya çalışmış, ancak bu hamle Avrupa otomotiv sanayisini felç etme riskiyle karşı karşıya bırakmıştı.

Reuters’ın haberindeki “Hollandalı mühendisler” detayı da bu krizin yalnızca ticari rekabetle sınırlı olmadığını doğruluyor. Çin’in bir çeşit “tersine mühendislik” girişiminde bulunduğu, bu adımın Hollanda ve ABD’yi kızdırdığı anlaşılıyor. Ancak otomotiv sanayinde yaşandığı gibi Çin’e uygulanacak yaptırımın bir bedeli bulunuyor. Çip piyasasında en büyük dilime sahip olmasa da önemli bir hacme sahip olan Çin’le ticareti aksatmak henüz göze alınabilir seçenek değil.  

ABD'nin bir gözü hâlâ Çin pazarında

Peki, ABD bu gelişmelere nasıl bakıyor? Donald Trump yönetimi, geçtiğimiz günlerde Nvidia’nın en güçlü çiplerinden biri olan H200’lerin Çin’e satışına yüzde 25 ek ücretle izin verilebileceğini duyurdu. Bu ilk bakışta bir kazanç gibi görünse de, aslında bir itiraf niteliğinde. Çin o kadar büyük bir pazar ki, ABD devleri bile bu pazardan kopmayı göze alamıyor.

Ancak Çinli şirketler temkinli. Alibaba ve ByteDance gibi şirketler, Nvidia siparişleri verse de, bir yandan yerli çip alımlarını artırmak için hükümetle görüşmeler yapıyor. 2026 yılına gelindiğinde, Çin’in yapay zeka çipi pazarının yarısından fazlasının yerli üreticiler tarafından karşılanması bekleniyor.

Shenzhen'de açılan yeni cephe

Bugün çip teknolojisi olmaksızın üretimi sürdürebilmek çok zor. Doğrudan tüketilen ürünlerde çip bulunmasa bile, bu ürünlerin üretildiği makinelerin tamamına yakını çipler ve yapay zeka ile çalışıyor. Bu da çip üretimi ve yapay zeka kullanımını, mülkiyet ilişkilerine yani kapitalizm ve emperyalizme içkin bir sorun haline getiriyor.

Dar bir sermaye grubunun elinde toplanmış olan bu teknoloji, yalnızca üretim için değil, savaş ve savaş dışı baskı mekanizmaları için de kritik öneme sahip.

Bu nedenle çip teknolojisi, dünyadaki hegemonya mücadelesinin merkezine yerleşmeye aday. ABD’nin çip üretimini kendi sınırlarına çekmeye çalışması ve Çin’in bu alandaki ilerlemesini sınırlama girişimleri, bu mücadeleyi doğruluyor. Buna karşın Çin, devlet destekli yatırımlar, enerji kapasitesi ve stratejik hammaddeler üzerindeki hakimiyeti sayesinde ABD ile arasındaki farkı kapatıyor.

Shenzhen’deki gizli laboratuvarlarda üretilen, bir fabrika büyüklüğüne ulaşan ve Frankenstein'ı andıran o devasa makine, bu hegemonya savaşının somut bir cephesini oluşturuyor. Batı’nın “ulaşılamaz” diyerek mühürlediği teknolojiyi, hurdalardan ve eski parçalardan yarattığı dev bir makineyle aşmaya çalışan Çin, aslında sadece bir litografi cihazı inşa etmiyor, yeni bir cephe hattını o laboratuvarın karanlığında çiziyor.

Emre Alım/soL

Kapitalizmin bunalımı çip üretimi ve kullanımına nasıl yansıyor?-Erhan Nalçacı-https://haber.sol.org.tr/yazarlar/erhan-nalcaci/kapitalizmin-bunalimi-cip-uretimi-ve-kullanimina-nasil-yansiyor-403553

Devri sabık yaratmak (I+II) -Özdemir İnce / Cumhuriyet-

 

(I)

Devri sabık yaratmak, Türkiye siyasi tarihinde yeni gelen yönetimin/iktidarın, kendinden önceki dönemi sorgulaması, hesap sorması vb. anlamında kullanılan ifadedir. Türk siyasetinde genellikle, çok partili döneme geçilmesiyle birlikte 1950 genel seçimlerinde iktidara gelen Demokrat partinin kendinden önceki 23 yıllık Cumhuriyet Halk Partisi dönemine yönelik “Devri sabık yaratmayacağız” açıklaması ile bilinir.

İKİNCİ MEŞRUTİYET 

İkinci Meşrutiyet’in 1908’de ilan edilmesi ile birlikte İttihat ve Terakki Fırkası mensupları meşrutiyeti koruma çabası içinde olmuş ve bunun için girişimlerde bulunmuşlardır. Bunlardan birisi de kendinden önceki 2. Abdülhamit dönemi ile hesaplaşarak saraya yakınlığı ile bilinen ya da jurnalci olan kişilerin devlet kadrolarından uzaklaştırılması beklentisiydi. Bu beklenti kısa süre içinde gerçekleşmiş ve İttihat ve Terakki’nin uygun görmediği devlet personeli görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Bu durum en alt kademeden üst kademelere kadar her alanda memurlar için uygulanmıştır.

DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİ 

Türkiye’de çok partili döneme kadar CHP iktidardaydı ve devletin bütün kurum ve kademelerinde tek parti döneminin izleri vardı. 1950 genel seçimleri öncesinde DP, “Devri sabık yaratmayacağız” açıklamasında bulunmasına karşın, DP’nin iktidara gelmesi ile birlikte eski döneme yönelik nasıl bir siyaset izleyeceği kamuoyunda tartışma konusu olmuştur.

DP iktidarı döneminde CHP’nin mal varlığı ve Halkevleri’nin durumu tartışmaya açılmıştır. Refik Şevket İnce ve yedi DP’li milletvekilinin girişimi ile TBMM’de 8 Ağustos 1951 tarihinde kabul edilen ve 11 Ağustos 1951 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5830 sayılı kanun ile Türkiye genelindeki bütün Halkevleri kapatılarak malları Hazine’ye devredilmiştir.

14 Aralık 1953’te DP’nin girişimi ile “Cumhuriyet Halk Partisi’nin Haksız İktisaplarının İadesi Hakkında Kanun” teklifi Meclis Genel Kurulu’na getirilmiş ve onaylanan kanun 16 Aralık 1953’te yürürlüğe girmiştir. Kanun ile CHP teşkilatının kullandığı Türkiye genelindeki çok sayıda bina Hazine’ye devredilmiştir.

Önümüzdeki ilk genel seçimde iktidara gelmesi durumunda CHP’nin ilk yapması gereken en önemli iş mutlaka katı bir devri sabık yaratmak olmalıdır ve olacaktır. Yöneticilerinin konuşmalarına bakılırsa CHP’den esaslı bir “geçmiş iktidar dönemi”ne hesap sorma siyaseti beklemeliyiz, bekleyebiliriz. İktidara geldiğinden bu yana bütün Cumhuriyet ilke ve yapılarına karşı düşmanca davranan AKP iktidarının dut ağacı silkeler gibi silkelenmesi gerekmektedir.

***

Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Cumhuriyeti kuran partinin kuruluş program ve planlarını tekrar yürürlüğe koyup ayarlarına dönmek için AKP saltanat döneminin uygulamalarını tartması ve elekten geçirmesi kaçınılmaz bir zorunluluk olmalı. Ta ki anayasanın başlangıç ilkeleri eksiksiz uygulanana kadar.

BAŞLANGIÇ İLKELERİ 

(Değişik: 23.07.1995-4121/1 md.)

Türk vatanı ve milletinin ebedi varlığını ve yüce Türk devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda;

Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ebedi varlığı, refahı, maddi ve manevi mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;

Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;

Kuvvetler ayrımının, devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip belli devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak anayasa ve kanunlarda bulunduğu;

(Değişik: 03.10.2001-4709/1 md.)

Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;

Her Türk vatandaşının bu anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu; Topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve yurtta sulh, cihanda sulh arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;

Fikir, inanç ve kararıyla anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere, Türk milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.

***

Cumhuriyetin kuruluş ilkelerini tekrar hayata geçirmek ve eksiksiz uygulamak vatandaşlık görevidir.

(II)

Cumhuriyet Halk Partisi genel başkanı genç Özgür Özel’in, Çatalca’daki açık hava konuşmasında, “coşkun kalabalığa seslenirken” rütbeleri sökülerek TSK’den atılan teğmenler hakkında “Teğmenlere rütbelerini takacağız” dediğini televizyonda duyunca şimdi yazdığım gibi “Aferin aslanım” dedim ve alkışladım. Bu tavıra dobra dobra “devri sabık yaratmak” denir. Şu zamanda en çok istediğim ve beklediğim şey! Uluslararası kullanım dilinde buna restorasyon (la restauration) denir ki dilimizde “1. Onarım, onarma, onarıp ilk durumuna getirme. 2. Yeniden tahta çıkarma. 3. Canlandırma, diriltme” anlamlarına gelir. Fransa’da özel anlamı vardır: Napolyon’dan sonra tekrar başlayan krallık yönetimi... Kemalist Cumhuriyetin iktidara gelmesi!...

Bu bilgiçliği bir yana bırakıp Özgür Özel’in ne demek istediğini açıklayalım: CHP iktidara geldiği zaman emsalleri hangi rütbede (yüzbaşı, yarbay, albay...) ise TSK’den sokağa atılan ilgili Kemalist, demokrat ve cumhuriyetçi teğmenlerin omuzlarına o rütbenin simgeleri takılacak, emeklilik süreleri eklenecek ve aradan geçen süre içinde almaları gereken maaş kendilerine toptan ödenecek. Atma kararı verenler hakkında gereken yapılacak (mı?)... Özgür Özel bunu yapabilir mi? TBMM’de çoğunluk (tek başına ya da ortaklarıyla birlikte) CHP’de olursa elbette yapar ve vicdansız bir haksızlığın öcü alınmış olur. Dilerim, bu işlemi ölmeden görürüm. “Karakuşi yönetim” de hak ettiği cevabı almış olur.

Devlet hizmetinde görev yapan, evrak memurundan genel müdürlere ve hatta bakanlara kadar bütün görevlilerin kulaklarına küpe, gözlerine de dağ olur. “Haksız ve yasasız işlemlerin hesabı bir gün mutlaka sorulur. Emekli olsan bile!...” Devlet hizmeti yapanlar bu yasal tehdit karşısında hükümetlerin değil, devletin memuru olduklarını unutmazlar: Hükümet fani, devlet ebedidir! Devlet olan devlet mutlaka hesap sorar; ölülerden bile hesap sorar. Utanmaları gerekenler ölmüşse ailesi utanmak zorunda kalır.

Bir “devri sapık” yaratması gereken örnek olarak 11 Aralık 2025 tarihli basından aktarıyorum:

[TBMM’de bütçe görüşmeleri sürerken AKP ve CHP sıraları arasında liyakat tartışması büyüdü. CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın, iktidarın mülakatsız ve sınavsız işe alımlarını eleştirerek “Utanmıyor musunuz” diye çıkıştı.

AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin ise “Evet utanmıyoruz, yaptığımız işten gurur duyuyoruz” sözleriyle yanıt verdi.

Gökhan Günaydın, Meclis’te pek çok emekçinin güvencesiz koşullarda çalıştığını ifade ederek iktidarın AKP’li isimlerin yakınlarını kamuya sınavsız şekilde yerleştirdiğini öne sürdü.

AKP’li eski milletvekili Necdet Ünüvar’ın Ankara Üniversitesi rektörlüğüne atanmasını hatırlatan Günaydın, “Onun oğlu mezun olur olmaz Enerji Bakanlığı’na müşavir yapılmış, şimdi Ticaret Bakanlığı’nda genel müdür yardımcısı. Kızı da tıpkı oğlu gibi sınavsız, mülakatsız Meclis’e alınmış” dedi.

Özlem Zengin’in yeğeni Mehmet Arif Dağhan, adli yargı hâkim ve savcı kura töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ile tanıştırılmış, daha sonra Konya hâkimliği görevine atanmıştı.

Binlerce kişi iş bulamazken iktidara yakın isimlerin yakınlarının kolaylıkla kadro aldığını belirten Günaydın sözlerini şöyle sürdürmüş:

“Hiç mi utanmıyorsunuz be kardeşim? Türkiye bunları aşacak, liyakat ve adalet düzeni mutlaka kurulacak.”

Özlem Zengin ise üslup eleştirisi getirerek şunları söylemiş:

“Arka arkaya ‘Utanmıyor musunuz’ diye soruyorsunuz, nasıl bir cevap bekliyorsunuz? Evet utanmıyoruz, gurur duyuyoruz yaptığımız işten. Neyinden utanalım? Bu nasıl bir üslup?”]

***

Aşk olsun vallahi! Buna sadece “utanmazlık” sıfatı yetmez. Hırsıza  “hırsız” diyorsun; namussuza “namussuz” diyorsun, adam ya da kadın “İftira atma, ayıptır, günahtır” diyeceğine ya da “Söylediklerini sana aynen iade ediyorum” diyeceğine, “Bu ne biçim üslup” diye karşı çıkıyor edebiyat eleştirmeni gibi.

Kadın yolsuzluğa, adaletsizliğe, adam kayırmacılığa itiraz etmiyor ama  “Utanmıyor musunuz” sorusundaki “utanmak” fiiline itiraz ediyor.  “Utanmak” fiilinin karşılığını Ali Püsküllüoğlu’nun Türkçe Sözlük’ünde arayalım: “Onursuz sayılacak ya da gülünç olacak duruma düşmek nedeniyle bundan üzüntü duymak, utanç duyumsamak.”

Bu tanıma göre “utanmayan kişi”ye “utanmaz” denmez mi?  “Yüzsüz”  denmez mi?

İlkokulda öğrenciyken “Tek Kutsal” Kevser halamın kocası Koca Çizmeli Ormancı Ahmet Efendi, Karagöz adlı gazeteyi bana okutup dinlerdi. Ben de heceleye heceleye, kekeleye kekeleye okurdum. Yazıyı sonlandıran  “Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az” cümlesini okumak çok hoşuma giderdi.

Bundan dolayı da “Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az”. “Devri sabık yaratmak”, her yeni hükümetin ilk işi olmalıdır. “Devri sabık yaratmak”  demokrasinin tuzu ve biberidir.

Özdemir İnce / Cumhuriyet

Öne Çıkan Yayın

Şüpheli para trafiğinin kilit ismi Kasım Garipoğlu! - Bahadır Özgür /halkTV-

Karmaşık olaylar olduğunda hep denir ya,   “cambaza bakma ” diye. Bu sefer gerçekten cambaza bakmak lazım sanırım. Zira,   Habertürk   merke...