halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür- 

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İBB iddianamesinde bir avukatın ilişkileri ve ‘iş yapma tarzı’ dikkat çekici. Avukat Selcen Akar, etkin pişmanlıktan yararlanan bazı kişilerin savunmasını üstlendi. Ancak Akar’ı daha önce hiç tanımadığını söyleyen kimi itirafçılar, onun üzerlerinde baskı kurduğunu, tehditte bulunduğunu ve ifadeleri organize ettiğini ileri sürdüler.

İddianamede ismi bazı yerlerde ‘Selcan’ olarak da yazılan bu avukat niye dikkat çekici?

Başsavcı Akın Gürlek’in 1 Eylül’de gazetecilere yaptığı bir açıklamayı hatırlayalım hemen. Gürlek, “itirafçı olmak isteyen bazı isimlere özellikle İBB avukatlarınca baskı yapıldığını ve söz konusu avukatların tutuklandığını” söylemişti. Dolayısıyla Gürlek’in hazırladığı ve yaklaşık 3 bin 800 sayfalık iddianameye de aynen giren Akar için ileri sürülen ‘baskı, tehdit’ vb. iddiaları için bir soruşturma açılıp açılmadığı merak konusu.

İlginç ilişkilere sahip olduğu anlaşılan bu avukat, bakın iddianamede nasıl geçiyor…

‘BANA BASKI KURUP TEHDİT ETTİ’

Başsavcısı Gürlek, İBB operasyonunu ilk öğrenen kişinin iş insanı Murat Kapki olduğunu kamuoyuna açıklamıştı.

Soruşturma sırasında operasyondan yaklaşık 3 ay önce mal varlıklarını iktidara yakınlığıyla bilinen bir iş insanına geçirdiği tespit edilen Kapki’nin kuzeni Berat Kapki de tutuklandı. Berat Kapki, hazırlık soruşturması sırasında savcılığa yaptığı başvuruyla beraber etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanarak tahliye edildi.

İddianamedeki bilgi ve belgelere göre Berat Kapki, 23 Haziran 2025’de tarihinde etkin pişmanlık kapsamında savcılıkta ‘avukatsız’ olarak verdiği ifadesinde, “gözaltındayken kendisine gelen Avukat Selcen Akar’ın emniyetteki ifadesini organize ettiğini” öne sürdü.

Berat Kapki’nin iddianamedeki anlatımı şöyle: “Bana ‘kendisinin Feyza Kapki ve Serkan Balbal tarafından gönderildiğini’ söyledi. Hiçbir şey bilmediğimi, sadece para çektiğimi söyleyebileceğimi söyledi. Bunları söylemem için bana baskı kurdu, hatta tehdit etti. Ferko isimli iş yerine ve Murat Kapki'ye ait Acankent'te bulunan villaya götürdüğüm valizlerin içinde kuru temizlemeden gelen giysiler olduğunu söylememi tembihledi. Halbuki bu valizlerin içleri para doluydu.

Gözaltındayken Şeyhmus Sarıboğa'nın, Güngör Gürman'ın ve benim ifademi Selcen isimli avukat organize etti. Amacı Şeyhmus Sarıboğa'nın serbest bırakılmasını sağlayarak şirketlerdeki işlerinin devam ettirilmesiydi. Bu sebeplerden dolayı avukatlara güvenmediğim için bu ifademi avukatsız olarak vermekteyim.”

Berat Kapki’nin eşi şüpheli Elif Kapki de 26 Haziran’da savcıya verdiği ifadede Avukat Akar hakkında şunları söyledi: “Bizim İBB ile alakamız olmaması sebebiyle gönderilen avukatın yardım talebini kabul etmedik. Bir müddet sonra beni Selcan Akar isimli avukat arayarak ‘Feyza Kapki ve Serkan Balbal'ın kendisini gönderdiğini şu an Vatan Emniyet’e gittiğini, Berat'a güzel bir ifade hazırlayacağını’ söyledi. Eşim tutuklamaya sevk edilince Avukat Akar tekrardan beri arayarak ‘dosyada başka birinin avukatlığının yaptığını çıkar uyuşmazlığı nedeniyle Sulh Ceza'daki duruşmaya kendisini giremeyeceğini bir arkadaşının gireceğini’ bana söyledi.”

‘YANLIŞ İFADE VERMEME SEBEP OLDU’

Savcılık ifadesinde etkin pişmanlık kapsamında ifade verenlerden birisi de Murat Kapki’nin çalışanı Güngör Gürman.

Gürman’ın İBB soruşturması çerçevesinde iddianameye yansıyan ifadesinde de yine Avukat Akar’ın yer alması dikkati çekti. Gürman vereceği ifadeyi Avukat Akar’ın organize ettiğini ileri sürdü.

Gürman’ın “Benim yanlış ifadeler vermeme neden oldu” dediği ve iddianamede yer alan ifadesi şöyle: “Avukat Selcen Akar yanıma gelerek bana ‘Kapki ailesinin avukatı olduğunu’ söyledi. Berat Çağrı Kapki, Şeyhmus Sarıboğa ve benim avukatlığımızı yapacağını söyledi. Ayrıca Murat Kapki'nin eşi olan Feyza Kapki'nin ifadelerde ‘Güngör Bey, Şeyhmus'u öne çıkarmasın, Şeyhmus'u para ve çanta ilişkilerine sokmasın, Berat Kapki hakkında da bankaya gidip geliyordu desin’ dediğini söyledi. Ben de ‘Neden Şeyhmus'u koruyorsunuz?’ diye sorduğumda bana ‘Şeyhmus'un BFK Şirketi'nin yarı ortağı olduğu için işleri yürütmesi adına onun serbest kalması gerektiğini’ söyledi. Avukat Selcen Akar, bahsetmiş olduğum ben dahil üç şüphelinin vereceği beyanı tamamen kendisi kurgulayarak organize etti. Bu suretle benim aslına uygun olmayan yanlış ifadeler vermeme sebep oldu.”

AVUKATI İTİRAFÇI BALBAL ÖNERMİŞ

İddianameye göre Avukat Akar, aynı zamanda etkin pişmanlık kapsamında ifade veren oyuncu Serkan Balbal’ın da avukatı. Balbal iddianameye giren savcılık sorgusunda Akar ile ilgili şunları söyledi: "Selcen Akar benim şu an devam etmekte olan boşanma dava avukatımdır. Şeyhmus Sarıboğa, Güngör Gürman ve Berat Kapki'ni gözaltına alındıkları gün Murat Kapki'nin eşi Feyza Kapki beni arayarak dosya kapsamında menfaat çatışması olmaması için farklı avukatlar görevlendirilmesi gerektiğinden benden bir tanıdığım avukat olup olmadığını sordu. Ben de Selcen Akar'ın adını verdim."

ADEM SOYTEKİN’İN DE AVUKATI ÇIKTI

İddianamede, mayıs ve haziran aylarında alınan şüpheli ifadelerinde hakkında “baskı” ve “ifade yönlendirme” gibi iddialar ortaya atılan avukat Selcen Akar’ın, aynı zamanda itirafçı konumundaki Adem Soytekin’in kasım ayında savcılığa verdiği son ifade de hazır bulunduğu ortaya çıktı.

Daha önce etkin pişmanlık hükümlerinden faydalanarak tahliye edilen ancak ifadeleri “tutarsız” olduğu gerekçesiyle kasımda savcılık talebi doğrultusunda mahkemece yeniden tutuklanan Adem Soytekin’in, 4 Kasım’da verdiği ve iddianamede yer alan ifadesinde şu cümle yer aldı:

“Etkin pişmanlık yolunda tekrar tutuklanmama sebep olduğunu düşündüğüm eksik hususları huzurunuzda bulunan Avukat Selcen Akar eşliğinde anlatmak istiyorum.”

“SÖYLENMEMESİ GEREKENLER VAR”

Öte yandan, itirafçı iş insanı Adem Soytekin’e bağlı hareket ettiği ve Soytekin’e ait şirketlere gelen paraların kontrolünü sağladığı öne sürülen şüpheli Serpil Altıntaş’ın materyal inceleme raporunda da Avukat Akar’ın mesajları İBB iddianamesinde yer aldı.

Söz konusu rapora göre, Avukat Akar, şüpheli Altıntaş’a gönderdiği mesajlarda “Sende bir görüş Adem beyle (Adem Soytekin) Bülent beyin söylemesi ya da söylememesi gereken neler var” ve “Genel müdür adam onu zorlayacaklardır” dediği anlaşıldı.

Savcılık iddianamede bu raporu da göz önünde bulundurarak şu değerlendirmeyi yapıyor: “Söz konusu mesajlardan anlaşılacağı üzere soruşturma dosyası kapsamında ifadesine başvurulacak ya da gözaltına alınacak şahısların beyanlarında söylemesi ya da söylememesi gerekenleri konuştuklarına dair görüşmelerin olduğu, devam eden incelemede materyalin resimler kısmında ASOY GROUP unvanlı firmanın ajanda kağıdına yazılı soruşturma dosyası kapsamında yapılacak olan operasyonlar ya da işlemlere yönelik ne tür tedbirlerin uygulanması yönünde yazıların olduğu değerlendirilmiştir.

 “Israrlılar”, “vazgeçmiyorlar”… Saraçhane Dayanışması’nda bir gün -Mustafa K.Erdemol- 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) soruşturması kapsamında tutuklu belediye başkanları ile bürokratlarının aileleri tarafından kurulan Aile Dayanışma Ağı’nın 21 Kasım Cumartesi günü gerçekleştirilen 14’üncü buluşmasında, davetli olarak,  “nöbetçi gazeteci”ydim, üç meslektaşımla birlikte. Etkinliğe tutuklu yakınlarının yanısıra CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik, İBB Başkanvekili Nuri Aslan ile bazı milletvekilleri de katıldı.

Aileler hem birbirileriyle dayanışmak hem de yakınlarının karşılaştıkları hukuksuzlukları gündemde tutmak için uzun zamandır bu buluşmalarda bir araya geliyorlar. Öncekiler de olduğu gibi Dilek Kaya İmamoğlu 14’üncü buluşmada da açılış konuşmasını yaptı. Elbette konu, yaklaşık 4 bin sayfalık iddianameydi. İmamoğlu iddianamenin taraflı olduğunu savunarak bunun “masumiyet karinesi ve aklanma reçetesi” niteliği taşıdığını belirtip, “Bizi aslında bilmeden aklıyorlar” dedi.

Buluşmanın en duygulu konuşmasını Bayrampaşa Belediye Başkanı Hasan Mutlu’nun eşi Safiye Mutlu yaptı. Yıllar boyunca onbinlerce öğrenci yetiştirdiğini belirttiği öğretmen eşinin belediye sosyal tesislerinde 3 TL’ye çay sattırdığı için ‘kamu zararı’ iddiasıyla tutuklanmasının adaletsiz olduğuna dikkat çekti, yürek yakan cümlelerle.

Benim için hayli öğretici bir buluşma oldu bu. Kimi gözlemlerimi paylaşmak isterim. Sadece bana özgü bir öngörü olmadığına eminim, Dilek İmamoğlu’nun bir “doğal lider” olarak öne çıktığına tanık oluyoruz sanki. Son derece zarif, sakin biri olmasına ragmen aynı derecede, hem de gittikçe kararlı olduğunu görmek mümkün. Modernitenin temsilcisi olarak ortaya çıkmasına şaşıracak kimse olacağını da sanmam.

Benzetme aşırı bulunabilir, ama söylemeliyim; Filipinler’de, suikast sonucu ortadan kaldırılan muhalefet lideri eşinin mücadelesini bıraktığı yerden sürdürerek cumhurbaşkanı olmayı başaran Corazan Aqino’yla benzer tarafları var Dilek hanımın. Benzerlik ürkütücü, farkındayım. Dilek hanım da Aqino da (onunki daha trajik bir engellemeydi elbette) eşleri siyaset yapma olanaklarından mahrum bırakılan kadınlar olarak bir benzerlik taşıyorlar sadece. Ekrem İmamoğlu’nun  “siyaset dışı” kalmasının kalıcılaşması durumunda Dilek hanımın bir Aqino’a dönüşmesi sürpriz olmaz. Benzerlikten kastım bu.

Haftalardır bir araya gelen Saraçhane dayanışmacıları iki konuda, yani  “Israr”  ile “vazgeçmeme” konusunda topluma örnek oldular bence. Malum, “ısrar etmeyen”“kolay vazgeçen” bir toplum özelliği gösteriyoruz. Bu nedenle bu iki konuda geri atmamaları hayli öğretici.

Bir konuda önemli bir iş daha yapıyorlar. Uzun bir “sahte mağduriyetler” dönemi yaşadık bilindiği gibi. Şiir okuduğu için atıldığı hapishanede geçirdiği dört ayı siyasi ranta çevirip iktidar olanlardan haberdarız. Bunlardan biri iyice uçup, “yukarı kattaki laik komşum eşim tesettürlü diye balkondan halkı silkeliyor”  diyerek  “sahte mağduriyet”te çığır da açmıştı. Saraçhane dayanışmacıları, yakınlarının uğradığı açık haksızlıklar yüzünden “mağdur olmakla, sahtesiyle oyalandığımız  mağduriyeti gerçek/soylu anlamına kavuşturmuş oldular. Anlamak isteyen bu toplantılara gelmeli. Duyulan acının, öfkenin plastik olmadığını görecekler.

“Sahte mağduriyet”“boynu eğik” tipler de üretti, biliniyor. Vıcık vıcık bir  “acındırma hali”ne büründüler o tipler. Saraçhane dayanışmacıları ise mağdur olmanın “boynu eğik” olmak anlamına gelmediğini de gösterdiler.  “Dik” durduklarına tüm ülke tanıktır.

Şu da söylenmeli. En azından toplantıda konuştuklarımın büyük bir bölümünün  “sistemle” bir sorunları yok. Başlarına bu hukuksuzluk gelmeseydi, belki çoğu hallerinden memnun da olabilirlerdi. Ama artık “rejim”e dönüşmüş iktidarın kurbanı olarak son derece politikleşmiş bireylere döndüler, bu kesin. Rütbeli asker eşini hapishanede kalp krizinden kaybeden hanımefendinin “artık daha da solcu olmam gerekiyor” demesi örnek sayılabilir buna. “Solculuktan” belki de sadece daha kararlı olmayı anlıyordur. Olsun.

Biz beceremedik ama “sistem” hepsini solcu yapacak. Öyle görünüyor.

Uzun soluklu bir dayanışma örneği olarak Saraçhane Dayanışmacıları ısrarın, vazgeçmemenin yerleşik bir tutum haline gelmesinde büyük pay sahibi olacak gibi görünüyorlar.

Dayanışmanın zamanla mağduriyet kaynaklı olmaktan çıkıp dönüştürücü bir hale gelmesi durumunda sistemde ciddi bir gedik açılmayacağını da kimse söyleyemez.

“Dayanışma yaşatır” diyenleri haklı çıkardıkları için hepsine teşekkür borçluyuz.

 Bu kadarı da fazla ama Devlet Bey!-Ayşenur Arslan- 

Ben yazımın başlığını genellikle yazı bittikten sonra atarım.

Bu kez önce başlığı yazdım. Zira düşünce ve duygularımı yeterince ifade ediyordu.

Ancak yine de -başa dönerek- yazmam gerektiğini hissettim.

Başa döndüm.

***

Anlı şanlı gazeteciler, Kürt sorunu ile üniversite yıllarında tanıştığını anlatır ya.. Benim miladım Van Atatürk Lisesi birinci sınıftır.

Harp Okulu mezunu babam, doktorların neredeyse umut kestiği kanser vakası nedeniyle “çürüğe çıkmamak” için TSK’dan istifa etmiş.. Sümerbank, Çimento fabrikası derken 1960’ların ikinci yarısında MİT’e girmiş.. Kurumdaki ilk görev yeri de Van olmuştu.

Okumaya, öğrenmeye aç zihnimle Kürt sorununa balıklama atlamıştım. Aynı ülkede yaşıyorduk ama birbirimizi anlayamıyor, sanki paralel evrenlerde salınıp duruyorduk.

Üç yılın sonunda Ankara’ya döndük. Babam MİT Okulu diyebileceğim birime atandı.

Van izlenimlerini de işte o sırada hazırlayıp müsteşarlığa sundu. Aydın Çineli Hüseyin, “Kürtlere düşman gibi yaklaşılıyor. Özellikle görevlilerin kötü muamelesine maruz kalıyor” diye yazmıştı raporunda.

Önce rapor yüzünden mimlendi. Sonra MİT Okulu’nun başına bir MHP’linin getirilmesine itiraz ederek! Elbette bu tavrı “cezasız” kalmadı. Doğu’ya sürgün gibi zamansız bir tayinle gönderildi. Danıştay’a başvurdu. Avukatları Uğur Mumcu ve Uğur Alacakaptan’ın muhteşem savunmalarıyla tayin durduruldu.

Bu kez resen emekli edildi.

Bir süre sonra Ecevit seçimi kazanıp Başbakan olunca MİT’e döneceğini umuyordu. Olmadı. Ecevit yıllar sonra Can Dündar ve Rıdvan Akar’a konuşurken, -babamın ismini sadece baş harfleriyle zikrederek- “Gladio’yu aşamadım” diye itiraf etmişti.

***

Benim MHP ile temasım ise, 12 Eylül öncesi TRT’de Milliyetçi Cephe iktidarı sırasında olmuştu.

Haber Merkezi’nin bulunduğu kattaki koridorda sık sık ülkücü tosunlarla karşılaşırdık. Her seferinde de kim kenara çekilecek oyunu oynardık. Bir kez bile kenara çekilmedim. Saçma ama o günlerin koşullarında insana gurur duygusu veren bir “zafer” olurdu.

Birkaç kez de başta “7 TİP’li gencin katlinde” adını duyduğum ama o sıralarda savcı Doğan Öz’ü öldürmekten yargılanan ülkücü İbrahim Çiftçi’nin duruşmasında tattım zaferi!!

Mahkeme salonu çıkışında ülkücüler kovaladı.. Ben Olimpiyat seçmelerinde derece almaya yakın bir koşuyla TRT arabasına binip uzaklaşabildim.

***

Devlet Bey’i ise, TRT’den gönderildikten sonra ve O da henüz bir akademisyen iken tanıdım. Annemlerle aynı sitede evi vardı.

Datça’da bebek oğlumla hayatımın en sakin tatilini yaparken tanıştık. Siyaset konuşup tartıştık. O döneme dair aklımda kalan, insanlara mesafeli oluşu, hatta sevmeyişiydi! Doğrusu ben de cahil ve aptallara tahammül edemediğim için pek insan sever sayılmam.

Yine de MHP’nin başına geçtiğinde en azından “mış gibi” yapar zannediyordum.

Üç beş kişi dışında yapmadı.

O kadar ki, 6 Şubat deprem faciasında Osmaniye’deki “DEVLET BEY KONAĞI” depremzedelere açılmadı. O günlerde bile “mış gibi” yapamadı.

***

Bir yanda cezaevinden kurtardığı katiller.. Bir yanda fotoğraf albümünde eksik olmayan mafya babaları.. Kürt düşmanlığı.. Öcalan için kürsüden fırlatılan ip.. Nasıl olduysa Devlet Bey birden bire “BİLGE İNSAN” oluverdi.

Olur mu olur! Hatta iyi olur..

“Terörsüz Türkiye” projesiyle de alkış alır mı alır!

Nelere tanık olmadık ki bu süreçte, değil mi!

Öcalan “PKK’nın kurucu önderi” oldu. DEM milletvekilleriyle el ele samimi fotoğraflar çekildi. Selahattin Demirtaş’ın tahliyesi için, neredeyse DEM’den daha fazla çaba harcandı..

Bu arada, hatırlatmama bile gerek yok aslında, CHP’ye her fırsatta hücum edildi.

Doğrusu ben bunları siyasetin cilveleri diye niteledim: Terörsüz Türkiye projesiyle iktidarın büyük ortağına ayar veriliyor.. CHP’ye yönelik tutumla da MHP seçmenine “ben aslında hep aynı yerdeyim” mesajı veriliyordu.

Amaaaaa…

Meclis Komisyonu’nun İmralı ziyaretiyle ilgili olarak söyledikleri ile bu sefer daha da şaşırttı:

“İmralı’ya gidişi savunmamı eleştiriyorlar. Önünüze bir Türkiye haritası açın. Parmağınızı Silivri’nin üstüne koyun. Bakın Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde. Sonra parmağınızı İmralı Adası’nın üstüne koyun. O da Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde. Silivri’ye gidişle İmralı Cezaevi’ne gidiş arasında ne fark var? Yok. Silivri’ye gidiliyorsa İmralı’ya da gidilir. Bu mesele emperyalist-siyonist saldırgan politikalardan bağımsız düşünülemez.”

Bu, tipik bir Bahçeli retoriği deyip geçilebilecek bir şey değil. Zira:

* Silivri’de tutsak alınanların henüz yargılanmaları bitmiş değil. Mahkeme bitinceye.. Hatta hukuki süreç tamamlanıncaya kadar hepsi masumiyet karinesinden yararlanmalıdır. Bakın, Demirtaş için bile AİHM tarafından ‘hak ihlali’ hükmü veriliyor. Siz ve kurmaylarınız da buna dayanarak ‘hemen tahliye’ talep ediyorsunuz. “

* Öcalan ise ağırlaştırılmış müebbetle mahkum.”

*  Kaldı ki, İBB operasyonundan Merdan Yanardağ’ı tutuklanan absürt -ve delilden yoksun- casusluk öyküsüne.. Fatih Altaylı’nın Erdoğan’ı ölümle tehdit ettiği saçmalığına kadar Silivri’de neyin ne olduğunu biliyorsunuz.

* Eğer bildiğiniz halde İmralı ile eşitliyorsanız ayıp! Bilmiyorsanız çok ayıp!

***

Gelelim konunun en hassas yerine.. Belki de Bahçeli’nin ifadesiyle emperyalist politikalardan bağımsız düşünülemeyecek İmralı ziyaretiyle ilgili “bomba habere”..

Halk TV internet sitesinde okumuşsunuzdur: “Komisyonun bir önceki toplantısına ilişkin tutanaklar Meclis'in web sitesinde yer aldı. 18 Kasım salı günü yapılan 17. toplantıda MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın kapalı oturumda yaptığı sunum dikkat çekti. Kalın’ın, komisyonun İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan’ı dinlemesinin "gerekli" olduğuna dair ifadeler kullandığı CHP'li komisyon üyesi Sezgin Tanrıkulu tarafından yapılan konuşma ile ortaya çıktı.”

Neymiş?

MİT Başkanı “Komisyonun İmralı’ya giderek Öcalan’ı dinlemesi GEREKLİ” buyurmuş.

Şimdi gel de yazma!

2005 yılında MİT müsteşarlığından emekli olan Şenkal Atasagun’un Bahçeli’nin danışmanı olduğu Ankara’da herkesin bildiği sırlardan. MHP’nin gizli gücü diye tanımlanıyor. Hatta hakkında, “MİT’ten emekli olunca sıkılmasın diye MHP’ye perde arkasındaki lider olarak atandı” esprileri bile yapılıyor.

Günün birinde gerçeğe ulaşabilir miyiz bilmiyorum.. Öcalan idam edilmesin diye Bahçeli’yi yasa değişikliğine ikna edenin de yine Atasagun olduğu tarihin müsvedde defterinde bir yerde duruyor.

Doğrusu, çocuklara tecavüz edip öldürenler dışında idam cezasına karşıyım. Öcalan idam edilseydi çatışmanın boyutunun nerelere varacağının da farkındayım.

Ama öyle bir ihtimalden İmralı’ya zıplamak. Hele hele “Silivri’ye gidiliyorsa İmralı’ya da gidilir” demek..

MİT’in geçmişteki ve bugünkü ısrar ve katkılarını.. Erdoğan’ın gerçek tutumunu henüz bilmiyoruz..

Sanki demokrasi fazlamız varmış gibi İmralı ziyaretini “olağan” gösterip Silivri ile aynı kefeye koymak..

Bu kadarı gerçekten fazla Devlet Bey!!!

halkTV

1848 Devrimi ve gerçekçilik -Fide Lale Durak / soL-


Courbet, seyirciyi portrelerle etkileşime sokmak istemez. Acıma, empati, öfke duyma ya da oluşabilecek herhangi aşırı duygu yerine, nesnelliğin çıplak gerçekliğini tercih eder.

Gustave Courbet’nin “Taş Kırıcılar” resmi hemen herkesin aşina olduğu ve sanat tarihinde de önemli bir çalışmadır. Ne yazık ki resim, İkinci Dünya Savaşında isabet eden bir bombasıyla yok olduğu için ancak fotoğraflarından görebiliyoruz.  Realist akımın ilk örneklerinden olan “Taş Kırıcılar” ile Fransa’ya, bıraktığımız yere yani İkinci Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına dönüyoruz.undefinedGustave Courbet, 1849, Taş Kırıcılar, 1945’e kadar Dresden’de 

Fransız halkı şimdiye kadar 1789 Devrimi ile Birinci Cumhuriyetini kurmuş ama çok geçmeden Napolyon’a iktidarı kaptırmış; ardından 1830 ayaklanmalarıyla iktidarı alaşağı etse de peşine kurulan Geçici Hükümet ve hemen sonra Anayasal Monarşi ile istediği eşitliği bulamazken liberallerin etki alanı artmıştı. 

1848’e doğru tüm Avrupa’da ekonomik bunalım kendini göstermeye başlar. Marx’a göre devrimin ortaya çıkışını hızlandıran iki önemli kriz vardır. Birincisi, halktaki genel huzursuzluğun artması: 1845 ve 1846 yıllarında patates hastalığı ile kötü hasatlar elde edilmiş, 1847 yılındaki fiyat artışlarıyla da kıtanın geri kalanında olduğu gibi Fransa’da da kanlı çatışmalar yaşanmıştı. Açlığa karşı ayaklananlar idam edilirken karınları tıka basa dolu dolandırıcılar ise kraliyet ailesi tarafından mahkemelerden kaçırılmıştı. İkincisi, İngiltere’de yaşanan ama tüm Avrupa’yı etkileyen genel bir ticaret ve sanayi bunalımıydı: 1845 ve 1846’da nüveleri ortaya çıkan ama ertelenen bunalım, sonunda 1847 sonbaharında, Londra’daki büyük sömürge malları tüccarlarının iflası ile ortaya çıkmıştı. Önce emlak bankaları iflas etmiş ardından fabrikalar kapanmaya başlamıştı.[1]

Tüm bunların Fransa üzerinde etkisi henüz devam ederken 1848 yılında Şubat Devrimi patlak verir. Barikatlar üzerinde verilen kavganın sonucundan Temmuz Monarşisi yerini Geçici Hükümete bırakmak zorunda kalır. Geçici Hükümet, farklı sınıfların uzlaşısı anlamındadır ve burjuvazinin cumhuriyetçi olanları ile olmayanları dışında işçi sınıfından yalnızca iki temsilci vardır. Dolayısıyla Şubat Devriminin sözcüsü, nicel olarak baskın oldukları gibi görüşleriyle de burjuvazidir. Ama işçiler cumhuriyeti 1830’da olduğu gibi kaptırma niyetli değildir. Bu yüzden işi garantiye alıp silah zoruyla kabul ettirmeye karar verirler. Paris proletaryası adına Geçici Hükümete bir mesaj gönderilir. Mesajda, iki saat içerisinde cumhuriyet ilan edilmezse, iki yüz bin kişiyle kapılarına dayanacaklarını söylerler ve bir taraftan da henüz sokaklardan kaldırmadıkları barikatlarla göz dağı verirler. İşte, Fransız halkı İkinci Cumhuriyeti böyle kazanır.

Ne var ki, işçilerin ve burjuvazinin çıkarları asla ortak olamayacağı için sınıf uzlaşısına dayalı hükümet ile varılan nokta devrimin yenilgisi olur. Bu yazıda yenilginin detaylarına giremeyeceğimizden, ömrü 4 yıl olan İkinci Cumhuriyetin işçilerin örgütlülüğünü ve bilincini artırdığını vurgulayarak devam edelim.

Her toplumsal değişimin sanata mutlaka bir etkisi olur. 1848 Devriminin ve kendini bir sınıf olarak hissettirmeye başlayan işçilerin sanattaki yansımasının da gerçekçilik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. “Taş Kırıcılar” da gerçekçilik akımının ilk ve en önemli eserlerinden biri olarak tam da devrimin ardından,1849 yılında yapılır. Resim, bir taraftan işçilerin artık kendi konularını meclisin gündemi yapacak kadar görünür hale gelmelerinin, diğer taraftan ressamı Courbet’nin yaşadığı aydınlanmanın simgesi olarak görülebilir.

Courbet resmi yapmaya karar verme hikayesini şöyle anlatır:

“Bir manzara yapmak için arabamızla Saint-Denis Şatosu’na gidiyorduk. Maisières yakınlarında, yolda taş kıran iki adamı görmek için durdum. Bu kadar yoksulluk ifadesiyle nadiren karşılaşılır; bu yüzden tam orada, o anda bir tablo fikri aklıma geldi. Onlarla ertesi sabah stüdyomda buluşmak için sözleştim ve o zamandan beri resmimi yapıyorum.” [2]  

Courbet devamında resimdeki detayları betimlemeye başlar.

“Bir tarafta yetmiş yaşında, işine eğilmiş bir yaşlı adam var; balyozu havada, güneşten derisi kurumuş, başı saman şapkayla gölgelenmiş; kaba kumaştan pantolonu tamamen yamalı; çatlamış sabolarında (tahta ayakkabı), bir zamanlar mavi olan çoraplarından dışarı çıkan çıplak topuklarını görebiliyorsunuz. Diğer tarafta ise esmer tenli, başı toz içinde bir genç adam var; pislik içindeki gömleği tamamen yırtık pırtık, kollarını ve sırtının bazı kısımlarını ortaya çıkarıyor; pantolonunun kalan kısmını deri bir askı tutuyor ve çamurla kaplanmış deri botları delik deşik. Yaşlı adam diz çökmüş, genç adam ise arkasında ayakta duruyor ve enerjik bir şekilde kırılmış taşlarla dolu bir sepet taşıyor. Ne yazık ki! Bu sınıfta işte, böyle başlanır ve böyle bitirilir.”[3] 

Courbet, yazdığı bir mektupta resimdeki yaşlı adamı “eğilmiş” olarak tanımlar ki bu Fransızca’da “courbé”dir, yani sanatçı kendi soyadıyla bir kelime oyunu oluşturarak resimle nasıl özdeşlik hissettiğine dair ipucu verir.[4]

Aslında Courbet’nin taş kırıcıları ile karşılaşması tesadüf sayılmaz. Çünkü İkinci Cumhuriyet, işsiz köylülerin Paris’e akın etmesini önlemek için kırsaldaki yol çalışmalarını finanse etmeye başlamıştır. Bu yüzden kırsal bölgelerde yol tabanı için taş kırmak, özellikle başlıca tarım işleri bittiğinde ve ek gelir gerektiğinde, mevsim dışında yapılan bir iş olarak yaygındır. Calvados Belediyesi de, işsizlere yardım sağlamak için yerel bir soylunun şatosuna yan yol inşa ettirmektedir ve bu şato Courbet’nin manzara resmi yapmak için gittiği Saint-Denis’dir.

Taş kırma işinde, kayalar yol kenarından çıkarılır ve yeni yolları döşemek veya kışa hazırlık için eski yolları onarmak üzere, kırılıp mıcır haline getirilirdi. İşçiler açısından sıradan sayılabilecek bu faaliyetin resme taşınması bugünden bakıldığında olağan sayılabilir ama 1848 yılı için oldukça radikal bir yaklaşımdır. Çünkü, “Taş Kırıcılar” resimlerden dışlananların başrole geçmesidir. Modern öncesi dönemde, istisnaları dışında bırakırsak dinsel anlatıların resmin ana konusu olduğunu söyleyebilir ve bir analojiyle özetleyecek olursak, işçilerin Son Akşam yemeğinde sofraya davet edilmediğini söyleyebiliriz. Modern dönemin öncülleri dahil olmak üzere 19. yüzyılın ortalarına kadar, şimdiye kadar ele aldığımız resimlerden yola çıkarsak; David’in “Marat’nın Ölümü”, Géricault’nun “Medusa’nın Salı”, Delacroix’in “Halka Yol Gösteren Özgürlük” ve Goya’nın “3 Mayıs 1808” resimlerinde, dışlananların bulunduğunu ama anlatım biçiminin ya klasik dönem alegorileri ve idealizmi ya da kahramanlık vurgusu içeren bir destansılık ile yapıldığını vurgulayabiliriz. Kuşkusuz burada, dönemin akımlarını en iyi temsil eden resimler üzerinden bir genelleştirme yapıyoruz. Çünkü örneğin Goya’nın, bu tespitleri aşan ve herhangi bir akımla ifade edemeyeceğimiz sayısız çalışması vardır. 

Courbet ile farklılaşan ise, işçi sınıfının gündelik hayatının sıradan bir karenin resme konu olmaya değer hale gelmesi ya da aynı analojiye devamla işçilerin davet edilmedikleri sofraya kapıyı kırarak girmelidir. Courbet’nin katkısı, bu sıradanlığı idealize etmeyen, aşırı duygusallıktan kaçınan ve ön yargı barındırmayan bir dilin oluşturmasıdır. Kıyafetleri tüm detaylarıyla resmedilen bu iki işçinin yüzünü görmememizin bir nedeni de budur. Courbet, seyirciyi portrelerle etkileşime sokmak istemez. Acıma, empati, öfke duyma ya da oluşabilecek herhangi aşırı duygu yerine, nesnelliğin çıplak gerçekliğini tercih eder. Çünkü zaten 1849 yılında nesnelliğin kendisi yeterince duygu barındırmaktadır. Diğer bir nedeni de yüzsüz figürlerle anonim işçilerin ortaya çıkması ve bu yolla işçi sınıfının tamamının simgelenmesidir. 

undefined
Gustave Courbet, Ornans’ta Cenaze, 1849-1850, 315x660 cm, Orsay Müzesi-Paris

“Taş Kırıcılar” ve “Ornans’ta Cenaze” resimleri, 1850-51 Salon sergisine kabul edilir. Doğal olarak, yol kenarında çalışan işçilerin görüntüsü, yüksek sanat meraklılarını ve Salon sergilerinin sosyete havasının sınırlarını zorlar. Eleştirmenler hem “Ornans’ta Cenaze”ye hem de “Taş Kırıcılar” resmine öfke yağdırırlar. Özellikle büyük boyutlarıyla da dikkat çeken “Ornans’ta Cenaze” aşağılamalardan nasibini daha fazla alır çünkü, dinsel bir ritüel olan cenazenin ayaklar altına alındığı iddia edilir ve resim, çirkinliğin ve bayağılığın yüceltildiği din karşıtı bir karikatür olarak eleştirilir.[5]

Courbet, tıpkı Caravaggio’nun 17. yüzyılda yaptığı gibi sanatın katı kurallarını çiğneyerek seyircinin önüne “aşağı sınıftan” insanları çıkarmış ve bu tavır, sanat eleştirmeni Peisse için sanatı alçaltmak olarak yorumlanmıştı. Courbet’nin yanıtı ise netti: 

“Evet, Monsieur Peisse, sanatı alçaltmalıyız. Çok uzun zamandır, sizler yağlanmış ve 'iyi zevkli' sanatı alkışlıyorsunuz.” 

Courbet sosyalist düşüncelerini saklamaz. Sanatında onu ilgilendiren şeyin “gerçek, var olan” şeyler olduğunu söyler. Tıpkı Peisse gibi birçok kişi Courbet’yi çirkinlik kültürünü benimsemek ve yerleşik toplumsal normlara saldırmakla suçlar. Diğer taraftan Courbet’yi savunacak dostları da vardır. Örneğin, Pierre-Joseph Proudhon “Taş Kırıcılar”ın kapitalizmin ve onun aç gözlülüğünün görsel bir kınaması olduğunu söyler.[6]

Courbet, sanat tarihindeki en ilginç insanlardan biri olarak gerçekçilik akımının da isim babasıdır. 1855 Paris Uluslararası Sergisi’ne kabul edilmediğinde kendi pavyonunu açar ve bu kişisel sergisine Gerçekçilik, G. Courbet (Le Réalisme, G. Courbet) adını verir.[7]

Felling of the Vendôme Column1871 Paris Komünü sırasında Vendome Sütunu’nun yıkılışı

Courbet, 1870’lerde halen sosyalist siyasetin içindedir. 1871 Paris Komünü’ne katılır ve devrim sonrasında üstlendiği sanatçılar federasyonu başkanlığı görevinde aldığı ilk kararlardan biri, Napolyon’un zaferini simgeleyen Vendome Sütununu yıktırmak olur. Ancak komün yenilgiye uğradıktan sonra Courbet bu kararı nedeniyle ve Paris Komünü’ne karıştığı için hem para, hem de altı ay hapis cezasına çarptırılır. Hapisten çıktığında Paris bıraktığı şehir değildir. Courbet, 1873’te İsviçre’ye yerleşir, bu bir nevi zorunlu sürgündür. 1877’de, ülkesinde genel af çıkmadan üç yıl önce burada ölür.

Courbet’nin yıktırdığı Vendome Sütunu yeniden inşa edilse de tuvallere bir kez giren işçiler başka ülkelerde de kapıları kırarak davet edilmedikleri sofralara oturdular. Bugün ise tarihten şunu hatırlatmamız gerekiyor. İşçi sınıfının sanatı mevcut düzenin sınırlarını zorlamalı ve unutulmamalı: kimse işçileri sofraya davet etmeyecek.

Fide Lale Durak / soL

[1] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850, 2009, Yazılama Yayınevi, s. 15-16

[2] Albert Boime, Art in Age of Civil Struggle 1841-1871, 1992, The University of Chicago Press, s.158-159

[3] A.g.e. s.158-159

[4] A.g.e. S.161

[5] Jules Baillods, Courbet Yaşıyor, 2008, Chivi Yayınevi, S.37-38

[6] Bruce Cole, Adelheid Gealt, Art of the Western World From Ancient Greece to Post-Modernism, 1989, Summit Books, S.238-239

[7] S. 511

‘İhtiyarlığımda daha da solcuyum’ -Atilla Özsever / soL-

İngiliz edebiyatı profesörü, “Bir Dinazorun Anıları” kitabının yazarı Mina Urgan, “Gençliğimde solcuydum. İhtiyarlığımda solculuğum daha da arttı” diyordu. 25 yıl önce 84 yaşında kaybettiğimiz bu değerli insanın sosyalist dünya görüşüne sadakatini ve hayata dair görüşlerini hatırlamakta yarar var…

Burjuva siyasetçilerine, düşünürlerine atfen şöyle bir söz söylenir: “Bir insan yirmisinde komünist değilse kalpsizdir, otuzunda hala komünistse akılsızdır”. Bu söz amiyane tabirle şöyle de ifade edilir: “Yirmisinde komünist olmayanın kalbi yoktur, otuzunda hala komünist olanın kafası yoktur”.

Bu söz bir şekilde, liberal ya da sosyalizmden vazgeçen “döneklerin” gençliği sonrasında da komünizme  devam edenler için “alaycı” anlamda kullandığı bir ifadedir. 

Kendi dönekliklerini kamufle etmek için hala solculuk yapanlara “böyle” derler. Çıkarlarını düşünen ve bu sömürü düzeninde avantajlı konuma gelenler, aslında vicdanlarının bir tarafından gelen itirazı küllendirmek, kendilerini ikna edebilmek için bu tür “kelime cambazlıklarına” başvururlar.

Ayrıca iş adamları, burjuva siyasetçileri de gençlerin daha sonraki hayatlarında komünizmle ilgilenmemeleri, bu yoldaki bir mücadeleye katılmamaları için böyle bir iddiayı/savı ortaya atarlar.

'Bir Dinazorun Anıları'

Şimdi, bu pazar günü yaşamı ile böyle bir anlayışı reddeden değerli bir bilim insanından söz etmek istiyorum. 1916 doğumlu olan İngiliz edebiyatı profesörü Mina Urgan, 2000 yılında 84 yaşında iken vefat etti. (Kendisi 1916 doğumlu olduğunu ancak nüfus kağıdında 1915 yazıldığını söylüyor) 

Mina Urgan, kendisini açıkça bir ateist, bir sosyalist olarak ifade etmesine rağmen “Bir Dinazorun Anıları” (Yapı Kredi Yayınları) isimli kitabı, Haziran 2025 itibariyle tam 108 baskı yaptı. İlk baskısı 1998’de olan kitabın kısa sürede onlarca baskı yapması karşısında Mina Urgan bile şaşırdığını söylemişti…

Anılarını 82 yaşında yazmaya başladığını söyleyen Mina Urgan, “Bir hayli dirençli, iyimser bir insan olduğum için bu uzun ömrüm boyunca başıma gelen felaketlere dayanabildim” diyordu. Cumhuriyetin ilk döneminde yetişmek suretiyle iyi bir eğitim aldıklarına vurgu yapıyordu.

İnsanın en güzel yıllarının gençlik değil 35 ile 45 yaş arası olduğunu belirten Urgan, 60’ından sonra güç dönemin başladığını, sağlık sorunlarına rağmen insanın pek yakınmaması gerektiğini söylüyor ve “’Aslan gibiyim diye böbürlenerek ağır bronşitlerle, hatta yüksek ateşlerle denize girdim” demekten de kendini alamıyordu.

'İhtiyar yiğit olmalı'
                               
Mina Urgan 1 Mayıs 1978 yürüyüşünde

Mina Urgan, “iyi ihtiyarlamak için yiğit olmak gerekir” sloganını benimsediğini ifade ediyor. Sağlık konusunda fazla “dırdır” etmeden yaşlanmayı kabul etmeyi ancak yirmili yaşlarının da umutlarını, coşkuların, duyarlılıklarını elden bırakmamayı savunuyor.  

Gençlerle iletişim kurmanın da insanın iç dünyasını genç tuttuğunu belirten Mina hoca, siyasal görüşünü de şöyle açıklıyor:

“Ben yirmi yaşında benimsediğim siyasal inançlara hala bağlıyım… gençliğimde de solcuydum, ihtiyarlığımda da solcuyum. Hatta solculuğum daha da arttı… kimi eski solcular benim gibi dinazoru umutsuz bir vaka sayıp fena halde küçümseyeceklerdir. Ama onların karşısında yılmak niyetinde değildir bu dinazor”…

Mina Urgan, kitabının ileri sayfalarında da dünya görüşünü daha net ifade eder:

“Yobazlığa karşıyım, ırkçılığa karşıyım, gericiliğe karşıyım. İnsanların sömürülmesine ve savaşa karşıyım. Sosyalizmden, sevgiden, kardeşlikten, aydınlıktan yanayım”.

Gericilik hoş görülemez!

“Dinazor Mina”, çocuklara, gençlere karşı hoşgörülü olmayı savunuyor ama 40 yaşına gelmişler için de şöyle diyor:

“Nerdeyse 40 yaşına gelmiş bir adam hala ırkçıysa, hala faşistse; liberal ekonomiyi sömürüp dalavereyle muazzam servetler yığıyorsa; her gün yalan söylemeyi hakkı sayıyor ve her gün ağız değiştiriyorsa; hala köktendinci bir yobazsa; kadınlara toplumda yer vermeye yanaşmıyorsa;

1400 yıl önceki yaşam biçimini özlüyorsa; kendi dininden ve soyundan olmayanları kıtır kıtır kesmeye hazırsa; asıl amacı demokrasiden işine geldiği kadarıyla yararlanıp sonra demokrasiyi ortadan kaldırmaksa; bizler demokrasi adına böyle bir adama neden hoşgörü gösterelim?”

Urgan, kimlerle consensusa (uzlaşmaya, anlaşmaya) varabileceğimizi, varamayacağımızı iyice düşünmek gerektiğini belirterek “Çoğunluk yanlış bir tutum benimsemişse o çoğunluğa boyun eğmek, o çoğunlukla anlaşmak zorunda değiliz” diyor.   

Gülmek ve dostluk üzerine

Mina Urgan, yaşam ve insan mutluluğu üzerine de özgün görüşleri ileri sürüyor. İnsanın gülümseyerek mutsuzluklarını hem gizleyip hem yenmesini bilebileceğini, başkasından çok kendi haline gülebilen, kendisiyle “dalga” geçebilenlerin “tam insan” olduğunu savunuyor. 

Aşk da olduğu gibi dostlukta da insanların birbirine özen göstermesi gerektiğini benimseyen Mina Urgan, “dostluklarımızı da sürekli onarım halinde tutmalıyız. Çünkü dostluklar ihmale gelmez” diyor.

İnsanın üstün zekalı ve bilgili olmasından çok duyarlı olması gerektiğine vurgu yapan Mina hocamız, bencilliği, hep kendini düşünenleri, yüksek egolu olmayı kabul etmez. Bir amaç uğruna çalışmanın önemine değinir. 

“Bir Dinazorun Anıları”, Mina hocanın çocukluğundan başlayıp Necip Fazıl’la tanışıklığı olmasına rağmen ondan pek hazzetmediğine, Falih Rıfkı Atay’ın üvey babası olduğuna, 11 yaşında iken Mustafa Kemal Paşa ile dans ettiğine, Halide Edip, Abidin Dino, Sait Faik, Yahya Kemal, Orhan Veli, Aziz Nesin gibi pek çok isimle ilgili hatıralarına kadar zengin bir yaşamı anlatıyor.

Sınıfta komünizm 

Mina Urgan’ın Cahit Irgat’la evliliği, annesi ve çocuklarıyla ilişkisi, akademik yaşamı da bu kitapta yer alıyor. Yazımızı Mina hocanın komünistliği ile bitirelim. Öğretim üyesi olduğu dönemde, bir meslektaşının kendisini “sınıfta komünizm propagandası yapıyor” diye ihbar ettiğinden de bahsediyor.

Bakın Mina hocamız ne yapmış:

“Elime fırsat geçtikçe sınıfta da, sınıf dışında da biraz komünist propagandası yapardım mutlaka. Yapmamayı da ahlaka aykırı bir korkaklık sayardım…

Ne gariptir ki, öğrencilerim, böyle ileri geri konuşmama itiraz etmezlerdi. Ancak bir tek öğrencim dersten çıktıktan sonra bu konuda bana çatmıştı. O da Türk değil, Amerikalı bir gençti.”

Yaşam dersleriyle dolu 321 sayfalık “Bir Dinazorun Anıları”nı okumadıysanız, okumanız dileğiyle ya da okuduysanız ikinci kez de okumanızda yarar vardır temennisiyle…

Atilla Özsever / soL

Sudan'da iç savaş (I+II+III)-Yalçın Çuğ/soL-

 Sudan'da iç savaş -(I) / Eski silah arkadaşları nasıl düşman oldu? 

İki buçuk yılı aşkın Sudan'da devam eden iç savaşta kritik günler yaşanıyor. Öne çıkan iki isim var: el-Burhan ve Hemedti. Aslında bu ikilinin ilişkisi geçmiş yıllara dayanıyor. Beraber aynı cephede mücadele ettiler, beraber darbeyi organize ettiler ve beraber iktidarı paylaşamadılar…

Sudan’da iki buçuk yılı aşkın süredir devam eden iç savaşta yeni bir kırılma yaşandı. Hızlı Destek Kuvvetleri, Kuzey Darfur eyaletinde kontrolü sağlayamadığı tek şehir Faşir'i de ele geçirdi.

Peki, Sudan’daki bu iç savaş nasıl başladı? Niye başladı?

Sudan’da bugün yaşananları anlamak için önce bağımsızlığın kazanıldığı döneme, ardından 2003’e ve 2019 yıllarına gitmemiz gerekiyor.

Yıllar önce aynı cephede savaşan, birlikte katliamlara ve insan hakları ihlallerine imza atan, darbeler planlayan iki silah arkadaşı nasıl karşı kaşıya geldi? İktidarı niye paylaşamadı?

Sudan: Darbeler ve iç savaşların gölgesindeki ülke

Önce Osmanlı, sonra İngiltere. 100 yılı aşkın süre işgal edilen Sudan, 1956’da bağımsızlığını kazandı.

Bağımsızlığın ardından Sudan için yeni bir dönem başladı: Darbeler, iç savaşlar ve bölünme… Hatta son gelişmelerle birlikte, belki de önümüzdeki günlerde yeni bölünmeler…

1956 yılındaki bağımsızlık ilanından kısa bir süre önce başlayan ilk iç savaş, yaklaşık 17 yıl sürdü. Kuzey ve güneyin yönetim krizine dayanan savaşta yaklaşık 1 milyon kişi hayatını kaybetti. 1972 yılında imzalanan Addis Ababa Anlaşması’yla savaş sona erdi. Ancak kısa süreliğine… 

Savaş 1983’te yeniden patlak verdi ve bu sefer 22 yıl devam etti. 2. Dünya Savaşı’nın ardından en fazla kaybın yaşandığı savaşlardan biri olarak kayıtlara geçti ikinci iç savaş.


İkinci Sudan İç Savaşı’nda 2 milyon kişinin çatışmalar, kıtlık ve hastalıklar nedeniyle hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Savaş ayrıca, kölelik ve toplu katliamlar da dahil olmak üzere çok sayıda insan hakları ihlalleriyle anılıyor.

2005 yılında Nairobi Anlaşması imzalandı ve bu savaş da son buldu. Anlaşma kapsamında taraflar, Güney Sudan’a altı yıl boyunca özerklik tanınması ve akabinde ayrılık için referanduma gidilmesi üzerinde ortaklaştı. 

2011 yılında düzenlenen referandumda yüzde 98,8’lik kesim ayrılıktan taraf oldu ve 9 Temmuz 2011’de Güney Sudan Cumhuriyeti resmen kuruldu.

Referandumla birlikte Sudan topraklarının yaklaşık yüzde 25'i Güney Sudan Cumhuriyeti'nin kontrolüne geçti. Öte yandan Güney Kurfudan ve Mavi Nil eyaletleri için yapılması planan ayrılık referandumu askıya alındı. Söz konusu eyaletler hala Sudan'ın kontrolü altında. Bu durum bağımsızlığın ardından kimi çatışmalara neden oldu.

Sakin dönem kısa sürdü: Yeni krizi başlatan olay 2019 yılında yaşandı

Güney Sudan Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte Sudan'da görece sakin bir dönem başladı. Ancak bu sakin dönem pek uzun sürmedi. Şu anda ülkede yaşanan iktidar mücadelesinin fitilini ateşleyen olay 2019 yılında yaşandı. Önce darbeler ardından yeni bir iç savaş…

Merkezi Sudan yönetimi ve Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasındaki savaş 2,5 yılı aşkın süredir devam ediyor. Savaşın merkezinde ise iki komutan yer alıyor: Abdülfettah el-Burhan ve Muhammed Hamdan Dagalo ya da bilinen adıyla Hemedti. el-Burhan Sudan Silahlı Kuvvetleri’nin lideri ve Sudan Egemenlik Konseyi’nin başkanı, Hemedti ise HDK’nin komutanı ve lideri.

Aslında bu ikilinin ilişkisi geçmiş yıllara dayanıyor. Beraber aynı cephede mücadele ettiler, beraber darbeyi organize ettiler ve beraber iktidarı paylaşamadılar… 

Sudan’da şu anda yaşananları anlamak için eskiye, önce 2003'e ardından 2019 yılına gitmemiz gerekiyor.

Hemedti (solda) ve el-Burhan (sağda) bir arada.

İlişkileri 2003 yılına dayanıyor

İkinci Sudan İç Savaşı’nın cephelerinden biri de 2003 yılında ülkenin batısındaki Darfur’da açılmıştı. Gerekçeyse Sudan yönetiminin Arap olmayan nüfusa yönelik baskılarıydı. El-Burhan isyanı bastırmak için gönderilen ordunun, Hemedti ise hükümetin isyanı bastırmak için devreye soktuğu cancavid olarak bilinen yerel Arap milislerinden oluşan çetenin başındaydı.

İsyan bastırıldı bastırılmasına ama ardından çok ağır suçlamalar kamuoyu gündemine geldi. Birleşmiş Milletler’in tahminine göre yaklaşık 300 bin kişi hayatını kaybetti, toplu tecavüzler ve köy yakmalar isyanı bastırma stratejisi olarak kullanıldı, Arap olmayan halka karşı etnik temizlik faaliyetine girişildi.

1989'da yaptığı darbeyle yönetimi ele geçiren, 1993'te askeri yönetimin feshedilmesiyle devlet başkanlığına gelen Ömer el-Beşir, Darfur Savaşı'nda yapılanlardan sorumlu tutuldu. Uluslararası Ceza Mahkemesi, el-Beşir'i yaşananların sorumlusu olarak soykırımla suçladı.

İsyanın bastırılmasının ardından el-Burhan’ın da Hemedti’nin de yıldızı parlamaya başladı. 2013 yılında Hemedti kontrolündeki cancavidlerden oluşan çete kurumsallaşmaya gitti ve Hızlı Destek Kuvvetleri kuruldu. 

Hatta bunun ardından Ömer el-Beşir, yönetimini güvence altına almak için Hızlı Destek Kuvvetleri’ni orduya karşı denge unsuru olarak konumlandırmaya başladı. 

Önce darbe ardından katliam ortağı oldular

Bu sefer de 2018 yılında ülkede kitlesel eylemler patlak verdi. Gerekçe bozulan ekonomiydi ve yaklaşık 30 yıldır iktidarı elinde tutan el-Beşir’in istifası talep ediliyordu. Protestolar devam ederken 2019 yılının Nisan ayında el-Beşir’e karşı askeri bir darbe yapıldı. 

İktidarı ele geçiren Geçiş Askeri Konseyi’nin başına kısa bir süre sonra el-Burhan getirildi, konseyin ikinci lideri yani başkan yardımcısı ise Hemedti oldu. Böylece el-Beşir’in yaptığı denge stratejisine yönelik planların gerçekçi olmadığı ortaya çıktı.

Askeri cuntaya karşı çıkan halkın protestoları devam etti. Talep, askeri yönetimin derhal ve koşulsuz şekilde kenara çekilmesi ve iktidarın sivil bir geçiş hükümetine bırakılmasıydı. Protestolar kanla bastırıldı ve sahnede yine eski iki silah arkadaşı vardı: el-Burhan ve Hemedti. 

Tarihe Hartum Katliamı olarak geçen olaylarda ülke genelinde internet kesildi, daha sonrasında cesetleri Nil Nehri'nden çıkacak 100'ü aşkın kişi öldürüldü, yüzlerce sivil yaralandı, en az 70 kişiye tecavüz edildi, muhaliflerin evlerine baskınlar düzenlendi.

Sudan halkı, katliamın ardından da eski rejimin kamudan tamamen tasfiye edilmesi için Hartum'da protestolara devam etti.

İktidarı paylaşamadılar: Fitili ateşleyen tartışma orduya entegrasyon oldu

Fakat protestoların devam etmesi üzerine yeni bir anlaşma yapılmak zorunda kalındı ve başında el-Burhan ile Hemedti’nin olduğu Geçiş Egemenlik Konseyi kuruldu. Konsey, anlaşma kapsamında Abdullah Hamduk’u başbakan olarak atadı.

Hamduk’un hükümette, Geçiş Egemenlik Konseyi’nin ise denetimde olduğu bu askeri-sivil ortak yapı iki yıl boyunca devam etti. Bu süreç Ekim 2021’de yapılan askeri darbeyle son buldu ve darbenin başında yine iki tanıdık isim vardı: el-Burhan ve Hemedti.

el-Burhan ve Hemedti için bu yıla kadar her şey yolundaydı. En azından yeni adıyla Sudan Egemenlik Konseyi, faaliyetlerine başlayana kadar böyle düşünülüyordu. Ancak Baas Partisi’nin Sudan bölgesi üyelerinden ve 2019 ila 2021 yıllarında arasında Geçiş Egemenlik Konseyi üyeliği yapan Sıddık Taver ikili arasındaki gerilim şöyle anlatıyordu:

2021'de herhangi bir anlaşmazlık belirtisi görmedim. Daha sonra General Burhan, İslamcıları ve eski rejim mensuplarını eski konumlarına döndürmeye başladı. General Burhan'ın planının, Ömer el-Beşir'in eski rejiminin yeniden iktidara getirmek olduğu anlaşılıyordu. Hemedti'nin bu noktada şüphe duymaya başladığını, çünkü el-Beşir'in yandaşlarının kendisine hiçbir zaman tam olarak güvenmediğini hissediyordu.

İkili arasında yaşanan asıl anlaşmazlık ise Hızlı Destek Kuvvetleri’nin orduya entegre edilmesi oldu. El-Burhan da Hemedti de öne çıkan figürlerdi ve güç kaybetmek istemiyorlardı.

Entegrasyon krizi devam ederken Hemedti el yükseltti ve HDK milislerini ülke genelinde konuşlandırmaya başladı. Bu adım 15 Nisan 2023’te başlayan iç savaşın başlangıcı oldu.

 Sudan'da iç savaş -(II) / Diğer aktörler: Altın kaçıranlar, fon sağlayanlar, İHA satanlar... 

Sudan'daki iç savaş her ne kadar merkezi yönetim ile Hızlı Destek Kuvvetleri arasında sürüyor gibi dursa da bu 2,5 yılda birçok aktör savaşa dahil oldu. Kimi altın kaçırıp fon sağladı, kimi arabuluculuk rolünü üstlenemeyince İHA satmaya başladı. Fakat yaşanan son gelişmelerin herkesi etkileyeceği aşikar.


Darbeler ve savaşların gölgesinde şekillenen Sudan tarihi, yine bir iç savaşla yazılmaya devam ediyor.

2,5 yılı aşkın süredir devam eden Sudan iç savaşı, yalnızca Sudan Silahlı Kuvvetleri ile Hızlı Destek Kuvvetleri arasında gerçekleşmiyor.

Savaşa resmi olarak hiçbir yabancı güç katılmamış olsa da ülkenin ekonomik ve jeopolitik konumu nedeniyle çeşitli devletlerin Sudan topraklarında rekabeti sürüyor.

HDK’nin Kuzey Darfur eyaletinde kontrolü sağlayamadığı tek şehir Faşir'i de ele geçirmesi, aktörlerin aldıkları pozisyonları ve faaliyetlerini etkileyecek gibi duruyor.

Sudan'da iç savaş başlarken

2003 yılında Darfur’da yaşanan çatışmalarda birlikte savaş suçları işlediler. Ömer el-Beşir’in 30 yıllık iktidarını sonlandıran 2019 yılındaki darbede birlikte rol aldılar. Aynı yıl askeri yönetimin son bulmasını talep eden halkı Hartum’da birlikte katlettiler. 2021’de sivil siyasetin tasfiye edildiği darbeyi birlikte düzenlediler.

Sudan Silahlı Kuvvetleri’nin lideri Abdülfettah el-Burhan ve Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK) lideri Muhammed Hamdan Dagalo ya da bilinen adıyla Hemedti, darbenin ardından 2023 yılına kadar ülkeyi birlikte yönetti.

Fakat kısa sürede anlaşmazlık derinleşti, gerilim yükseldi… 

el-Burhan HDK'nin iki yıl içerisinde tamamen orduya entegre edilmesini istedi, Hemedti ise söz konusu entegrasyonun yaklaşık 10 yıla yayılan bir süreçte gerçekleşebileceğini söyledi. 

HDK önce ülke genelinde konuşlanmaya başladı, ardından Hartum’daki ordu karargâhını kuşattı. Bu başarısız darbe girişimi ise 15 Nisan 2023’te başlayan Sudan İç Savaşı’nın fitilini ateşledi. 

Geçiş Egemenlik Konseyi Başkanı el-Burhan (solda) ve Geçiş Egemenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Hemedti (sağda).

Batıyı Hemedti, doğuyu el Burhan yönetiyor

Sudan Silahlı Kuvvetleri resmi komutayı elinde tuttu, ancak HDK de oldukça hızlı aksiyon aldı. HDK militanları, başkent Hartum'u ele geçirmek için kentsel savaş ve sokak taktikleri kullandı, böylelikle başkent haftalar içinde yönetilemez hale geldi. 

Bu süreçte Port Sudan fiili başkent, ülkenin batısı ise etnik katliamlara sahne oldu. Hartum'un düşüşünden bu yana 150 binden fazla insan öldürüldü ve 12 milyondan fazla insan yerinden edildi. 

Sudan artık fiilen iki idareye bölünmüş durumda. Ülkenin doğusu el-Burhan’ın, batısı ise Hemedti’nin kontrolünde.

HDK son iki yılda, Güney Darfur eyaletinin merkezi Nyala'yı, Batı Darfur eyaletinin merkezi Cuneyne'yi, Orta Darfur eyaletinin merkezi Zalince'yi ve Doğu Darfur eyaletinin merkezi Dain'i ele geçirdi. Mayıs 2024’ten bu yana abluka altına aldığı Kuzey Darfur eyaletinin merkezi Faşir’de ise geçtiğimiz haftalarda kontrolü sağladı.

Batı Sudan'ın çoğunu ve o bölgenin sınırları kontrol eden HDK’nin, bölgesel avantajından da kaynaklı olarak gücünü kaçakçılık, altın madenleri ve yabancı ülkelerin desteğiyle sağlamlaştırdığı biliniyor. HDK’nin kendi lojistik ağları, hava sahası ve komuta zinciri bulunuyor.

Onlarca yıl süren iki iç savaşın ardından yapılan ayrılık referandumuyla Güney Sudan devleti resmen 2011 yılında kuruldu. HDK'nin Faşir'de kontrolü ele sağlamasının ardından Sudan'da yeni bir bölünmenin yaşanıp yaşanmayacağına ilişkin tartışmalar gündeme geldi.

Savaş eski iki silah arkadaşıyla sınırlı değil

Sudan’ın coğrafi ve ekonomik açıdan stratejik bir öneme sahip olması ise söz konusu savaşın Sudan Silahlı Kuvvetleri ile Hızlı Destek Kuvvetleri’yle sınırlı kalmasına olanak sağlamıyor.

Her ne kadar Sudan’daki savaşa resmi olarak hiçbir yabancı güç katılmamış olsa da çeşitli devletlerin de Sudan’daki mücadelesi kızışıyor.

En önemli deniz ticareti güzergahlarından olan Kızıldeniz’e 800 kilometrelik kıyı şeridi bulunan Sudan, aynı zamanda su diplomasisinde kritik öneme sahip Mavi Nil’in de 640 kilometrelik kısmına ev sahipliği yapıyor. Fakat bununla da sınırlı değil. Sudan geniş altın rezervlerine ve nadir toprak elementlerine sahip.

Ülke, adeta diğer birçok gücü de içine çeken bölgesel bir soğuk savaşın sahnesi haline geldi.

HDK her ne kadar altın madenlerinin kontrolünü 2017 yılında tamamen ele geçirmiş olsa da el-Beşir kendisini 2019 yılında darbeyle iktidardan indirecek isimlerden biri olan Hemedti'ye öncesinde birçok imtiyaz tanımıştı. Hemedti ve ailesi, bu imtiyazlar sayesinde 2017 yılından önce de altın rezervleri üzerinde büyük bir kontrol gücüne sahipti.

En önemli aktörlerden biri Birleşik Arap Emirlikleri

2013 yılında kurulan Hızlı Destek Kuvvetleri’nin başına getirilen Hemedti, arkasına aldığı güçle birlikte Darfur’daki altın madenlerinin çoğunu ele geçirdi. İlerleyen yıllarda çıkacak iç savaşta adı sıkça anılacak olan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile Hemedti’nin ilişkisi de ele geçirilen bu altın madenleri vasıtasıyla başladı.

HDK'nin savaşın ilk aylarında kullandığı stratejilerin başında açlığı silah olarak kullanmak, çeşitli yardım rotalarını ve ekonomik güzergahları kesmek, stratejik kasabaları ele geçirmek gibi yöntemler yer almıştı. Fakat bu stratejinin de kimi sınırları vardı, çünkü HDK'nin uzun menzilli yetenekleri yoktu.

Burada devreye “eski” ticaret ortağı BAE girdi. 2023 yılının sonlarında HDK’nin insansız hava araçları kullanmaya başladığı tespit edildi. Uluslararası Af Örgütü tarafından yapılan soruşturmada, Birleşmiş Milletler tarafından uygulanan silah ambargosuna karşı Çin yapımı güdümlü bombalar ve İHA’ların Darfur’a sokulduğu tespit edildi. Rapora göre söz konusu ekipmanlar BAE tarafından Çin’den yasal olarak satın alınıyor, ardından Somaliland ile Çad üzerinden geçirilerek HDK kontrolündeki Darfur’a ulaştırılıyordu. Ayrıca HDK bağlantılı bir uçak enkazında çıkan BAE pasaportları iddiaları daha da güçlendiriyordu.

BAE iddiaları reddetti ve tarafsızlığını açıkladı. Ancak savaşta kilit bir rol üstlendi. Çünkü hali hazırda Somaliland'daki Berbera, Eritre'deki Assab ve Yemen'deki Socotra Adası’na yaptığı yatırımlar göz önüne alındığında Kızıldeniz’e yönelik planları için Sudan oldukça önemli bir stratejik noktaydı.

BAE’nin Port Sudan’a sağlayacağı erişimle zinciri tamamlamayı ve Kızıldeniz'i kendi koridoru haline getirerek dünyanın en stratejik deniz yollarından biri üzerinde önemli bir aktör olmayı hedeflediği biliniyor.

Öte yandan BAE’nin amacının yalnızca deniz ticaretiyle de sınırlı olmadığı gündeme gelen yorumlardan biri. BAE’nin HDK ile güçlerini birleştirerek altın madenlerine, nadir toprak minerallerine ve dahası Libya ve ötesine uzanan kaçakçılık yollarına erişim sağladığı öne sürülen iddialar arasında. 

HDK'nin madencilik faaliyetlerine izin verdiği ve bunun karşılığında BAE’den ekipman, fon ve silah tedarik ettiği bildiriliyor. Yetkililerse bu ilişkiyi “kazan-kazan durumu” olarak yorumluyor.

Önce arabulucu olmak istedi, ardından İHA'larla oyuna dahil oldu: Türkiye

Savaştaki bir diğer aktör, Sudan Silahlı Kuvvetleri’nin HDK’nin kurduğu İHA filosuna karşı bir güç oluşturma arzusu sayesinde sahneye çıktı: Türkiye.

Afrika kıtasına yönelik faaliyetlerine hız veren Türkiye, Kızıldeniz’de stratejik bir nokta elde etmek için iç savaştan önce kimi girişimlerde bulundu. Türkiye bu kapsamda 2017 yılında Sevakin kentindeki limanı rehabilite etmek amacıyla Sudan'la 99 yıllık bir kira sözleşmesi imzaladı. Ancak Sudan’daki çalkantılı atmosfer nedeniyle anlaşma iptal edildi.

İç savaş döneminde arabulucu rolüne soyundu ama bu da hüsranla sonuçlandı. BAE’nin HDK’yi silahlandırması Türkiye’nin bölgeye müdahale etmesi için bilet görevi gördü. Tarafsızlık planı işe yaramayan Türkiye taktik değiştirdi ve açıkça Sudan Silahlı Kuvvetleri’ni desteklemeye başladı.

AKP hükümetinin destekleriyle büyüyen Baykar, 2024 yılında Sudan Silahlı Kuvvetleri’yle 120 milyon dolar değerinde İHA anlaşması imzaladı. Kamuoyuna yansıyan haberlere göre teslimat, kargo kayıtları, uydu görüntüleri ve sızdırılan gümrük verileriyle onaylandı. Teslimat haberlerinden kısa bir süre sonra Baykar’a ait İHA’lar HDK kontrolündeki hava sahasında görülmeye başlandı.

HDK'ye ait hava savunma sistemi tarafından düşürülen Baykar tarafından üretilen Akıncı.

BAE ve Türkiye gerilimi

İki ülke kendi aralarında bir süre denge politikası güttü. Fakat Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türkiye’nin savaşa müdahalesinden rahatsız olduğu biliniyordu ve bu kaçak dövüş çok uzun sürmedi.

Uluslararası medya kuruluşlarının aktardığına göre, Sudan ordusu içinde savaşan Türk personeller tarafından işletilen İHA’lar, Nyala Havaalanı’ndaki bir askeri kargo uçağına saldırdı. Uçağın HDK için dronlar, mühimmat ve radar sistemleri taşıdığından şüpheleniliyordu, fakat edinilen istihbarat eksikti. Uçak silahların yanı sıra BAE'den subaylar ve askerler de dahil olmak üzere yabancı paralı askerler taşıyordu. Saldırı sonucu düzinelerce HDK milisinin yanı sıra 4 BAE vatandaşı da hayatını kaybetti. 

Saldırıya bir gün sonra yanıt geldi. Resmi yönetimin kontrolünde olan Port Sudan, 3 günden uzun süren bir dizi hassas saldırıyla vuruldu. Havalimanı, elektrik santrali ve askeri üssün hedef alındığı saldırılarda ayrıca Türkiye yapımı insansız hava araçlarının depolandığı askeri hangarlar da hedef alındı. Türk destek ekibinden kişilerin yaralandığı bildirildi.

Port Sudan, ülkenin geri kalanına kıyasla iç savaştan etkilenmemişti. Resmi hükümete ve yabancı büyükelçiliklere ev sahipliği yapan şehir, Sudan'ın uluslararası ticaret ve insani yardımla tek gerçek bağlantı noktası olarak hizmet ediyordu. Tarafsızlığı stratejikti, ancak yapılan saldıyla bu kentin bu özelliği sona erdi.

Ve daha niceleri: Mısır, Rusya, ABD, Suudi Arabistan...

Savaşa taraf olan yabancı güçler, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle de sınırlı değil.

Sudan’ın kuzey komşusu Mısır, el-Burhan ve Hemedti’nin 2019’da el-Beşir’i devirdiği darbeyi destekledi. El-Burhan ve Hemedti’nin karşı kaşıya geldiği savaşta ise tarafını açıkça Sudan Silahlı Kuvvetleri’nden yana belirledi. Mısır hem uzun süredir gerilim yaşadığı Etiyopya’nın güç kazanmasını istemiyor hem de Nil Nehri üzerine inşa edilen Rönesans Barajı nedeniyle su krizi yaşadığı Etiyopya’ya karşı müttefik arıyor. 

Suudi Arabistan ise tarafsız olduğunu vurgulasa da el-Burhan’dan yana tutum sergiliyor. Suudi Arabistan da BAE gibi ekonomik ve stratejik nedenlerden dolayı Kızıldeniz’e önem atfediyor. Ayrıca bölgede birçok yatırımı bulunuyor. Bu nedenle BAE'nin karşısında konumlanıyor.

Bir diğer ülke de Rusya. Yıllardır Sudan’daki altın madenlerinde varlık gösteren Moskova’nın, bir yandan Port Sudan’da deniz üssü kurmak istediği belirtiliyor. Rusya’nın, 2023 yılındaki isyanın ardından kendisine bağladığı paralı asker grubu Wagner’in Sudan’da faaliyet gösterdiği çeşitli haberlere konu oluyor. Wagner ile bağlantılı ajanların Orta Afrika Cumhuriyeti'nde konuşlanmış durumda olduğu ve HDK’ye lojistik destek sağladığı bildiriliyor. Ayrıca Wagner’e dair bir diğer iddia ise HDK’ye Libya, Suriye ve Orta Afrika üzerinden füze tedarik ettiği yönünde.

ABD ise özellikle son dönemlerde açıktan Sudan Silahlı Kuvvetleri’ni destekliyor ve HDK’nin eylemlerini “soykırım” olarak tanımlıyor. Her ne kadar resmi bir açıklama gelmese de bu tutumun nedeninin nadir toprak mineralleri olduğu belirtiliyor. Nadir toprak minerali rezervleri içinde büyük payı Çin’in elinde bulundurmasını ulusal güvenlik riski olarak gören ABD, minerallere erişim için başta Afrika kıtası olmak üzere faaliyetlerini hızlandırıyor.

Sudan’daki iç savaş yabancı ülkelerin de müdahalesiyle 2,5 yılı aşkın süredir devam ediyor. Fakat geçtiğimiz haftalarda yaşanan kırılma, yani HDK’nin Kuzey Darfur eyaletinde kontrolü sağlayamadığı tek şehir Faşir'i de ele geçirmesi aktörlerin aldıkları pozisyonları ve faaliyetlerini etkileyecek gibi duruyor.

 Sudan'da iç savaş -(III) / Ülke fiilen ikiye bölündü, milisler ilerleyişi sürdürüyor 

2023 yılında başlayan Sudan iç savaşında yaşanan son gelişmeler, "Ülkede yeni bir bölünme mi yaşayacak?" sorusunu gündeme getirdi. Çünkü Hızlı Destek Kuvvetleri'nin son hamleleri ülkeyi fiili olarak ikiye böldü. HDK ilerleyişini sürdürürken, merkezi yönetim ateşkesi kabul etmiyor. Peki, Sudan'ı önümüzdeki günlerde ne bekliyor?

İki yılın geride kaldığı Sudan iç savaşında kritik günler yaşanıyor.

Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK), beş eyaletten oluşan Darfur bölgesinde kontrolü sağlayamadığı tek şehir Faşir'i de ele geçirdi.

Artık ülke fiili olarak ikiye bölünmüş durumda. 18 eyaletin 5'inde tam kontrol sağlayan HDK, ablukalarını ve saldırılarını devam ettiriyor. Ateşkesi kabul etmeyen Sudan Geçici Egemenlik Konseyi ise zor günler yaşıyor. 

Faşir neden kritik öneme sahip, HDK şehri nasıl ele geçirdi, bu süreçte sivil halk neler yaşadı, uluslararası aktörler ne tepki verdi, Sudan iç savaşı nereye gidiyor?

HDK'nin ele geçiremediği tek eyalet merkezi: Faşir

Hızlı Destek Kuvvetleri başarısız darbe girişiminin ardından ülkenin batı ve güney batı kesimlerini içine alan Darfur bölgesine konuşlandı.

Kuruluşu söz konusu bölgedeki Arap kabilelerden devşirilen cancavid milislerine dayanan Hızlı Destek Kuvvetleri, halihazırda Darfur’daki en etkili güç konumundaydı. 

Ayrıca "Hemedti" adıyla bilinen HDK lideri Muhammed Hamdan Dagalo, yıllardır ailesiyle birlikte bölgedeki altın madenlerini de kontrol ediyordu. Bu da HDK’nin altın karşılığında silaha erişmesine olanak sağladı.

Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Güney Sudan sınırında bulunan bölge beş eyaletten oluşuyor: Kuzey, güney, doğu, batı ve orta Darfur.

Savaş başladıktan sonra HDK; Orta Darfur eyaletinin merkezi Zalince'yi, Doğu Darfur eyaletinin merkezi Dain'i, Batı Darfur eyaletinin merkezi Cuneyne'yi ve Güney Darfur eyaletinin merkezi Nyala'yı kısa sürede ele geçirdi ve kontrolü ele aldı.

Geriye ele geçirilmesi gereken tek bir eyalet ve o eyaletin merkezi şehri kalmıştı. Ancak HDK ne kadar çabalasa da uzun bir süre Kuzey Darfur’un merkezi Faşir’i ele geçiremedi. Aynı zamanda Darfur’un idari merkezi de olan Faşir’de bir türlü kontrolü sağlayamayan HDK, şehri kuşatma altına aldı.

Kuşatma 2024 yılının Mayıs ayında başladı.  Geçici Egemenlik Konseyi'ne bağlı Sudan ordusu bu stratejik şehre yönelik ablukayı kırmaya çalışsa da başarılı olamadı. Çünkü merkezi yönetim bölgede oldukça zayıflamış, HDK ise gözünü karartmıştı.

Beş eyaletten oluşan Darfur'un Sudan haritasındaki konumu. (K: Kuzey Darfur, B: Batı Darfur, O: Orta Darfur, G: Güney Darfur, D: Doğu Darfur)

18 aylık mücadele: Kum setleri, açlık, saldırılar...

Ele geçirmeyi hedeflediği stratejik bölgelerde yardım rotalarını ve ekonomik güzergahları kesme stratejisi, HDK’nin savaş boyunca sıkça başvurduğu yöntemlerden oldu. HDK’nin Faşir’e 18 ay boyunca uyguladığı abluka da bu stratejiye dayandı. 

Ancak bu strateji yeterli olmadı ve HDK, şehrin dış dünyayla etkileşimini tamamen kesmek için daha radikal bir yönteme başvurdu: Şehrin etrafına kum setleri örmeye başladı.

HDK’nin Faşir’in etrafına inşa ettiği devasa kum seti Eylül ayında tamamlandı. HDK bununla da yetinmedi ve şehrin yakınındaki yerleşim merkezlerini de setlerle abluka altına aldı.

Böylece şehre giden tüm yollar ve yardım hatları kapatılmış oldu. Faşir artık HDK’nin karantinası altına alınmıştı.

Kuşatma nedeniyle yaklaşık 130 bini çocuk olmak üzere yüz binlerce kişi şehirde mahsur kaldı. Dünyayla bağlantısı koparılan şehirde kısa sürede açlık krizi yaşanmaya başladı. Önce gıdalar tükendi, ardından hayvan yemleri… Depolanan kimi gıdalar ise astronomik fiyatlara satılmaya başladı. HDK, Faşir’de açlığı silah olarak kullanıyordu.

HDK’nin şehre yönelik adımları kuşatmayla da sınırlı kalmadı. Eylül ve Ekim aylarında kamusal alanlara saldırılar düzenlenmeye başlandı. İnsansız hava araçları ve topçu saldırılarında yüzlerce kişi hayatını kaybetti.

HDK, Faşir’de istediği koşulları yaratmıştı ve artık ilerleyebilirdi. İlerledi de... Sokak sokak, mahalle mahalle… 

26 Ekim sabahı Hızlı Destek Kuvvetleri, Sudan ordusunun şehirdeki ana üssü olan 6. Piyade Tümeni'ne ait karargâhı ele geçirdi.

18 aylık abluka sonuç vermişti. Faşir ele geçirilmiş, HDK Darfur’daki egemenliğini resmen ilan etmişti. 

Uydu görüntüsü HDK tarafından inşa edilen setleri gösteriyor. İnşasına başlanan ilk set mavi hatla (Yaklaşık 7 kilometre) gösteriliyor. Ardından inşa edilen yaklaşık 9 kilometrelik set ise yeşil hatla sembolize ediliyor. Bir sonraki set inşaatı mavi ve yeşil hatları bağlayan yaklaşık 6 kilometre uzunluğundaki sarı hat. Uydu görüntüsü çekildiğinde yaklaşık 9 kilometre uzunluğa erişen kırmızı hattın inşaatı ilerleyen günlerde mavi hatta doğru devam ettirildi. 

Kameralara gülümseyen milisler ve katledilen insanlar

Sonrası mı?

Arkasına aldığı cesetlerin önünde konuşan bir HDK milisi kameralara gülümsüyor:

Soykırım istediler ve soykırımı aldılar. Onları diri diri yaktık, onları mangalda pişirdik.

Bir başka HDK milisi, kamyonetin içine yerleştirilen cansız bedenleri kamerasıyla kaydediyor:

Şu işe bak, şu soykırıma bak. İşte hepsi böyle ölecek.

Üst üste yığılmış cesetler arasında seğiren bir bacağı fark eden bir başka milis, silah arkadaşını şöyle uyarıyor:

Bu adam neden hâlâ hayatta? Vurun onu.

HDK, Faşir’i ele geçirdikten sonra birçok video ortaya çıktı. Siviller ölüyor, milisler gülümsüyor, gerçekleşmesi çok muhtemel tehditler havada uçuşuyordu. 
Öne çıkan isimse HDK komutanlarından Fatih Abdullah İdris’ti. İdris “Ebu Lulu” ismiyle tanınıyordu fakat şehirde yaptıklarından sonra “Faşir Kasabı” olarak anılmaya başlandı.

Yere sıralanmış silahsız sivilleri azarlıyor, tecavüz tehditlerinde bulunuyor, yalvarışları keyifle dinliyor, otomatik silahındaki mermiler tükenene kadar tetiğe basıyor ve gülümsüyordu. 

Bu anlara ait görüntüleri ise Tiktok hesabı üzerinden tüm dünyayla paylaşıyordu. Ebu Lulu yine aynı platformda canlı yayınlar açıyor, öldürdüğü insan sayısını unuttuğunu söylüyor, ancak tahminlerine göre yaklaşık 2 bin kişinin canını almış olabileceğini anlatıyordu. 

Ebu Lulu “şöhretinden” memnundu ama onun bu şöhreti HDK’yi zor durumda bırakan ilk olaylardan oldu.

Merkezi Sudan yönetimi uluslararası arenadaki meşruluğunu halihazırda HDK’nin savaş suçları işlediğine yönelik söylemlerle kazanmaya çalışıyordu. Başta Ebu Lulu olmak üzere HDK milisleri ise merkezi yönetimin bu isteğini adeta altın tepside sundu.

Oysa Geçici Egemenlik Konseyi Başkanı ve Sudan Silahlı Kuvvetleri’nin lideri Abdülfettah el-Burhan da HDK’nin başındaki Hemedti gibi sivillerin hayatını önemsemiyordu, önemli olan eski silah arkadaşına karşı iktidarı ele geçirmekti. Sonuçta bundan 22 yıl önce Hemedti ve el-Burhan yine aynı topraklarda, Darfur’da etnik katliama girişmemiş miydi?

Ebu Lulu'nun sosyal medya platformu üzerinden paylaştığı bir infaz videosundan kesitler. 

Uydu görüntüleri ortaya çıktı: Nesne kümeleri ve kırmızı karaltılar

HDK milislerine ait videoların dolaşıma girmesiyle çeşitli ülkelerden ve kuruluşlardan tepkiler gelmeye başladı.

Bunun üzerine Hemedti, askerlerine yağma girişiminde bulunmamaları ve sivilleri hedef almamaları için çağrı yaptığı videoyu dolaşıma soktu. HDK ise sivillerin öldürüldüğü ve Arap olmayan etnik grupların hedef alındığına yönelik suçlamaları kesin bir dille reddetti.

Ancak bu sefer de ortaya uydu görüntüleri çıktı.

Yale Üniversitesi’nin Halk Sağlığı Fakültesi’ne bağlı İnsani Araştırmalar Laboratuvarı, HDK’nin Faşir’i ele geçirmeden önce ve sonrasında çekilen uydu görüntüleri üzerinden bir rapor yayımladı.

Uydu görüntülerinin analiz edildiği raporda şehrin ele geçirildiği tarihten sonra, daha önceki görüntülerde olmayan “nesne kümeleri” tespit edildi. Bu kümeleri oluşturan nesneler ise insan vücudunun boyutuyla örtüşüyordu. 

Söz konusu “nesneler” sivillerin sığındığı bölgelerde, araçlar tarafından kapatılan sokaklarda kümeleniyordu ve bu kümelenmelerin etrafı kırmızı karaltılarla çevrelenmişti. Rapora göre kırmızı karaltıların görüldüğü bu “kümelerin” cansız insan bedenleriyle oluştuğu tespit edildi. 

Ancak bu “kümelere” yalnızca şehirde değil, Faşir halkının kaçmaya çalıştığı güzergahlarda da rastlandı. HDK güçlerinin bir kısmı şehir içinde ilerlerken, bir diğer kısmı ise kenti çeviren kum setlerinin etrafına konuşlanmıştı. Şehirden kaçmaya çalışanlar infaz edilmiş ve cesetleri kum setinin yanına açılan hendeklere atılmıştı. 

Yale Üniversitesi tarafından yayımlanan raporda yer verilen uydu görüntülerinden biri.

Tepkiler arttı, soruşturma başlatıldı

Birleşmiş Milletler ve bağımsız insan hakları kuruluşlarına göre HDK milisleri, Faşir’i ele geçirdikten sonra 48 saat içinde 2 binden fazla sivili öldürdü. 

Videolar ve uydu görüntüleriyle birlikte uluslararası kamuoyunda da tepkiler arttı. Bunun üzerine Uluslararası Ceza Mahkemesi, 3 Kasım'da bir açıklama yaptı ve HDK’nin "savaş suçu ve insanlığa karşı suç" işleyip işlemediğine dair soruşturma başlattığını duyurdu.

Tüm bu süreçte savaş suçlarını reddeden HDK lideri Hemedti, tepkiler üzerine milislerinin kimi ihlallerde bulunduğunu kabul etmek zorunda kaldı, yaşananlara ilişkin soruşturma başlatıldığını duyurdu. 

Kısa bir süre sonra Hızlı Destek Kuvvetleri tarafından kimi milislerin tutuklandığına dair açıklamalar ve görüntüler servis edilmeye başlandı.

Tutuklananlardan birisi de “Faşir Kasabı”ydı. HDK tarafından sosyal medya üzerinden paylaşılan görüntülerle, Ebu Lulu’nun Faşir çevresindeki bir cezaevine götürüldüğü ve hücreye kapatıldığı aktarıldı. 

Ancak Ebu Lulu’nun HDK’ye bağlı olmadığı, ittifak halinde bulunulan bir “koalisyon gücüne” liderlik yaptığı öne sürüldü. 

HDK tarafından servis edilen görüntülerde, Ebu Lulu'nun elleri kelepçeli şekilde milisler tarafından hücreye kapatıldığı görüldü.

HDK kontrolü sağlayıp ateşkesi kabul etti, merkezi yönetim reddetti

Her ne kadar Sudan’daki iç savaşa hiçbir yabancı devlet resmi şekilde dahil olmasa da birçok ülke fiili olarak savaşta yer aldı. Kimi silah tedarik etti, kimi İHA sattı, kimi ekonomik faaliyetler yürüttü…

Hızlı Destek Kuvvetleri’yle ilişki geliştiren hiçbir devlet halihazırda bu ilişkiyi aleni şekilde sürdürmemişti, fakat Faşir’de yaşananlar uluslararası baskıyı daha da arttırdı.

Faşir ele geçirilmeden önce -hepsi savaşta farklı cepheleri destekliyor olsa da- ABD, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır taraflara ateşkes önerisinde bulunmuştu. Üç aşamalı bu önerinin ilk adımı üç aylık insani ateşkes, ikinci adımı kalıcı ateşkes, son adımı ise sivil yönetime geçişten oluşuyordu.

Eylül ayında yapılan bu öneriye iki taraftan da yanıt gelmedi. Fakat HDK, Faşir’i ele geçirip Darfur bölgesinde kontrolü sağladıktan ve uluslararası kamuoyunda tepki gördükten sonra bir açıklama yaptı. HDK yaptığı açıklamayla ateşkesi kabul ettiğini duyurdu.

“Savaşın yıkıcı insani sonuçlarıyla başa çıkmak" ve "acil yardım teslimatına izin vermek” gibi gerekçelerle söz konusu öneriyi kabul ettiğini öne süren HDK, “adil, kapsamlı ve kalıcı” bir barış istediğini deklare etti. Ayrıca açıklamada, düşmanlıkların sona erdirilmesine ilişkin tartışmaların taraflarınca “sabırsızlıkla” beklendiğini öne sürdü.

HDK’nin bu adımına karşılık Sudan Geçici Egemenlik Konseyi Başkanı ve Sudan Silahlı Kuvvetleri lideri el-Burhan da bir açıklama yaptı. el-Burhan, HDK’nin silah bırakmaması halinde ateşkes veya barış anlaşmasının mümkün olmadığını şöyle aktardı:

İsyancılar silahlarını bırakmazlarsa ne diyalog ne de barış olur. Onları ve onlarla birlikte olanları Sudan'da kabul etmeyeceğiz. Ya onları ortadan kaldıracağız ya da canımızı verene kadar onlarla savaşmaya devam edeceğiz. Onlarla ne ateşkes ne görüşme ne de barış yapacağız.

Sudanlılar bu isyancıların elinden çok acı çekti; öldürdüler, işkence ettiler, yağmaladılar ve vahşice davrandılar. Bizden onlara acıyı tattıracağımız şeylerden başka hiçbir şey almayacaklar.

Barış istiyorsanız, bu paralı askerleri tek bir yerde toplayın ve silahlarını teslim alın. Bu olmadan kimse onlarla konuşmayacak. Bu savaş müzakerelerle veya ateşkesle değil, isyanın yenilgiye uğratılmasıyla sona erecek.

Çatışmalar devam ediyor: HDK'nin hedefi komşu eyalet

Öte yandan HDK’nin beş eyaletten oluşan Darfur bölgesinde kontrolü tamamen ele geçirmesi, Sudan’ın bölünebileceğine yönelik tartışmaları da beraberinde getirdi.

Ayrıca şu anda yaşananlar HDK’nin beş eyaletle yetinmek gibi bir planı olmadığına işaret ediyor.

18 eyaletten oluşan Sudan’ın 13 eyaleti Sudan Geçici Egemenlik Konseyi’nin kontrolünde. Ancak HDK stratejik eyaletlere yönelik harekâtlarını sürdürüyor.

Darfur’a komşu olan Kurfudan bölgesi, HDK’nin ilerleyişi için stratejik öneme sahip. Kuzey, güney ve batı olmak üzere üç eyaletten oluşan bölgede şiddetli çatışmalar yaşanıyor. 

Özellikle Batı Kurfudan eyaletinde her an bir kırılma yaşanabilir, çünkü eyaletin önemli şehirlerinden olan Babanusa aylardır HDK kuşatması altında ve kuşatma her geçen gün ağırlaşıyor. Kuşatmaya takviye birlikler gönderen HDK, geçtiğimiz hafta şehirdeki Sudan Silahlı Kuvvetleri’ne teslim olma çağrısında bulundu.

Yalçın Çuğ / soL



Öne Çıkan Yayın

halkTV "Köşebaşı" -23 Kasım 2025-

 İddianamedeki ‘sır’ avukat: Baskı kurdu tehditle ifademi organize etti -Bahadır Özgür-  İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı İB...