soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Aralık 2025-

Hatay'da Erdoğan ziyareti öncesi 'film seti' hazırlığı: Yıkım saklandı, nehre su verildi, vinçler söküldü -Özkan Öztaş- 

Erdoğan’ın Hatay’a yapacağı ziyaret öncesinde kentte hummalı bir çalışma başlatıldı. Ancak bu çalışma depremin yaralarını sarmayı değil, yıkımı Erdoğan’ın gözünden kaçırmayı hedefliyor. Erdoğan’ın geçeceği güzergah adeta bir film setine dönüştürülürken, enkazların üzeri apartman görünümlü brandalarla örtülüyor, kurumuş nehre su pompalanıyor, şantiye görünümü olmasın diye vinçler sökülüyor.

Hatay, depremin üzerinden geçen zamana rağmen barınma, altyapı ve sağlık sorunlarıyla boğuşmaya devam ederken, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kente yapacağı ziyaret bürokrasiyi "makyaj" telaşına soktu. 

Kentin genelinde devam eden sorunlar çözülmezken, Erdoğan'ın geçiş güzergahı üzerinde yapılan çalışmalar "bu kadarına da pes" dedirtti. 

Tüm belediye ekipleri, işçiler ve kurumlar kenti Erdoğan'a kusursuz göstermek için seferber edildi. Ancak yapılanlar iyileştirmeden çok, gerçeği gizleme çabasına dönüştü.

Erdoğan görmesin diye depremzedeler saklanıyor

Ziyaret öncesi en çok tartışılan konulardan biri, Erdoğan'ın konvoyunun geçeceği yol kenarındaki konteyner kentlerin "görüntü kirliliği" oluşturduğu gerekçesiyle kapatılması oldu.

Özellikle "Türkiye-Kore Dostluk Konteyner Kenti"nin önüne bariyerler yığılarak dev brandalar çekilmesi, depremzedelerin yaşam alanlarının protokolden saklanması olarak yorumlandı.

Gazeteci Mustafa Dilek’in görüntülediği o anlar, kentteki "makyajlama" faaliyetinin boyutunu gözler önüne serdi. https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-12/a.mp4

'Dezenformasyon' savunması ve gerçekler

Konunun sosyal medyada gündem olması üzerine İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi bir açıklama yaparak, "Enkaz alanlarının panellerle gizlendiği iddiası manipülasyon içermektedir" ifadelerini kullandı. 

Ancak sahadan gelen görüntüler resmi açıklamaları yalanlar nitelikte.

Hatay'da gündeme gelen "Konteyner kentlerin üzeri kaplanıyor" gündemi Dezenformasyonla Mücadele Merkezi tarafından "Manipülasyon amaçlı paylaşımlar" olarak yorumlanmış ve reddedilmişti. Oysa sahadaki gerçekler daha farklı.

Görüntüleri ortaya çıkaran gazeteci Mustafa Dilek, manipülasyon iddialarına sert yanıt verdi. Dilek, sosyal medyada yaptığı açıklamada Hatay Valisi Mustafa Masatlı'nın "Bana 10 gün süre verin" talimatıyla sürecin başladığını belirterek şu soruları yöneltti: 

Aylarca çukur ve çamur içinde görünmeyen yerler bir anda görünmeye başlandı. Habere konu olan yerlere 2 yıldır uygulanmayan kapatma işlemi, bir 'aydınlanma' ile neden son 10 günde yapıldı? Eğer maksat çevre kirliliğini azaltmaksa, rutin bir uygulama ise 2 yıldır neyi beklediler?

Şantiyelerin üstü apartman, Asi Nehri'nin köprüsü akarsu görseliyle kaplandı

Hatay'dan gelen görüntüler, yapılan çalışmanın bir illüzyondan ibaret olduğunu kanıtlıyor.

Bitmeyen inşaatların dış cephelerine "bitmiş apartman" görselleri içeren brandalar asıldı. Daha da ileri gidilerek, Asi Nehri üzerindeki köprülerin kenarlarına nehrin dolu göründüğü su görselleri yerleştirildi ve normalde su seviyesi düşük olan nehre bir anda su verilmeye başlandı.

Yapılan tüm bu süslemeler sadece Erdoğan'ın göreceği açılarla sınırlı kalırken, brandaların hemen arkasında çamur, şantiye ve depremin çıplak gerçeği durmaya devam ediyor.

Kentte iyileştirme çalışmaları devam eden Asi Nehri'ne, üzerinde nehir akıntısı görseli olan bir pankart asıldı. Islah çalışmaları kapsamında kesilen su yeniden verildi. Fotoğraf: Mustafa Dilek

Yolu olmayan kente bisiklet yolu

Hataylıların uzun süredir araçlarının lastiklerini patlatan, yürümeyi dahi imkansız kılan bozuk yollara isyanı sürerken, ziyaret güzergahına yapılan "bisiklet yolu" halkın tepkisini çekti. 

Trafiğin kilit olduğu, ana yolların dahi çamur deryasına döndüğü bir ortamda, Erdoğan'ın geçeceği yola yapılan bu makyaj, yurttaşlar tarafından alay konusu oldu. Depremzedeler, "Şehirde yol yok ama bisiklet yolumuz var" diyerek yapılan göstermelik düzenlemeye tepki gösterdi.

Şu an hiç kimsenin yaşamadığı bir bölge olan Atatürk Caddesi güzergahındaki şantiye alanına bisiklet yolu yapılması ve yolun bisiklet yolunu gösteren işaretlerle boyanması sosyal medyada tepkilere neden oldu. Görüntü: Bisiklet Hatay İnfo

Kaldırımlara çiçek, esnafa tahliye

Kaldırım düzenlemesi adı altında yollara saksılar yerleştirilerek peyzaj çalışmaları yapılırken, bu "film setinin" içinde kalan esnaf ise mağdur edildi.

Güzergah üzerinde bulunan ve ekmek teknesi olan konteyner işyerlerine "acil kaldırın" talimatı gitti. Esnafa sadece 1 gün süre verilirken, Erdoğan gittikten sonra her şeyin eski haline dönüp dönmeyeceği ise belirsizliğini koruyor. 

Şantiye görüntüsü olmayacak: Vinçler söküldü, işçiler işten çıkarıldı

Valiliğin "şantiye görüntüsü olmasın" talimatı, inşaat çalışmalarını da durdurdu. 

Erdoğan'ın geçeceği bölgelerdeki kule vinçler söküldü. İddiaya göre, vinçlerin sökülmesiyle birlikte bazı vinç operatörleri ve işçiler işten çıkarıldı. 

Hatay, Erdoğan ziyareti öncesi koca bir dekora dönüşürken, depremzede yurttaşlar perdenin arkasındaki yaşam mücadelesiyle baş başa bırakıldı.

https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-12/filmim_0.mp4

***

11. Yargı Paketi'nin getirdikleri: Aşınan temel ilkeler, hak ihlali riskleri, zayıflatılan savunma -Aslı İnanmışık- 

11. Yargı Paketi'yle yargı bağımsızlığı yeniden ve daha büyük bir tartışma konusu olacak gibi görünüyor. Savunma bağımsızlığını daha da zayıflatacak maddelerin yer aldığı düzenleme, pek çok yeni hak ihlaline kapı aralıyor. İnfaz rejimindeki değişikliklerse hem yeni sorunlara gebe hem de mevcut problemleri çözmekten çok uzakta.

Kamuoyunda “11. Yargı Paketi” olarak anılan ve çok sayıda temel kanunda değişiklik içeren torba yasa kabul edildi. 

Paketin ilk halinde yer alan deprem suçlularıyla ilgili madde çok gündem oldu. Kamuoyunun tepkisi ve depremzedelerin mücadelesi sayesinde yasa taslağından söz konusu maddenin çıkarılması deprem mağdurları için büyük bir kazanım oldu. 

Ancak torba yasayla geçen bazı maddeler yargı sisteminde önemli sorunlar yaratacak, mevcut sorunları da derinleştirecek gibi görünüyor.

Konuyla ilgili değerlendirmelerine başvurduğumuz Avukat Özge Fındık, düzenlemelerin savunma makamının konumu, ceza adaletinin temel ilkeleri, mülkiyet hakkı, kişi özgürlüğü ve infaz rejimi bakımından yeni belirsizlikler ve hak ihlali riskleri doğurduğuna dikkat çekiyor.

Paketin yasalaşmasıyla binlerce hükümlü serbest kalmaya başladı. Fotoğraf: DHA, Yer: Kocaeli

‘Savunmanın bağımsızlığı zayıfladı’

Avukatlık Kanunu’nda disiplin hükümlerine ilişkin yapılan değişiklikler, belirlilik ve öngörülebilirlik ilkeleri yönünden ciddi sakıncalar içerdiğini söyleyen Fındık, “Disiplin fiillerinin kalemler hâlinde sayılması biçimsel olarak Anayasa Mahkemesi kararlarının gereği gibi görünse de kullanılan kavramların geniş ve yoruma açık niteliği disiplin hukukunun istisnai karakteriyle bağdaşmıyor” diyor.

Özge Fındık şöyle devam ediyor:

Avukatların yargı mensuplarıyla ilişkileri ve savunma sırasında kullandıkları ifade biçimleri, mesleğin doğası gereği eleştirel ve çatışmalı olabiliyor. Bu alanın disiplin tehdidiyle çevrelenmesi, savunmanın bağımsızlığını zayıflatıyor ve oto-sansür riskini artırıyor. Avukatın mesleki kimliği ve güvenceleri, kamu gücünün takdirine açık hâle geliyor; bu durum doğrudan yurttaşın adalete erişim hakkını etkiliyor.

Ödeme kuruluşlarının hesabı yargı kararı olmadan sınırlandırılacak

Ceza muhakemesi alanında yapılan değişikliklerin de benzer şekilde hak temelli bir yaklaşım ortaya koymadığını vurgulayan Özge Fındık, banka ve ödeme kuruluşlarına, yargısal bir karar olmaksızın hesaplara erişimi sınırlandırma yetkisi tanındığını hatırlatıyor. 

Bunun mülkiyet hakkına yönelik ağır bir müdahale alanı yarattığına işaret ediyor:

Özel hukuk tüzel kişilerinin fiilen tedbir uygulayan aktörlere dönüştürülmesi, hukuk devleti ilkesinin temel güvenceleriyle bağdaşmıyor. Bu tür müdahalelere karşı başvuru yollarının etkili ve bağımsız yargısal denetimden yoksun bırakılması, hak arama özgürlüğünü zayıflatıyor.

Yargılama ilkeleri zedelenecek, hak ihlalleri riski artacak

Hakaret suçuna ilişkin yapılan düzenlemeyse kamu görevlileri lehine daha ağır bir “usul rejimi” öngörüyor. Bu da “ifade özgürlüğü” ve “eşitlik” ilkeleri bakımından yeni sorunlar yaratıyor. 

Fındık, burada “kamu gücü kullanan kişilerin eleştiriye daha açık olması gerektiği” yönündeki anayasal ve uluslararası standartların gözetilmediğine dikkat çekiyor.

İstinaf mahkemelerinin bozma yetkisinin genişletilmesi ise Anayasa Mahkemesi’nin adil yargılanma ve mahkemeye erişim hakkına ilişkin içtihatlarıyla uyumlu bir yaklaşım sergilemiyor.

Özge Fındık “Bu düzenleme, yargısal uygulamaların yol açtığı hak ihlallerini gidermek yerine, mevcut pratikleri normatif düzeye taşıma eğilimini yansıtıyor. Uzun vadede hukuk birliği ve yargılamanın makul sürede sonuçlanması ilkeleri bakımından ciddi riskler barındırıyor” diyor.

Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün 1 Eylül 2025 itibarıyla yayımladığı güncel verilere göre toplam mahpus sayısı 419 bin 194 kişiye ulaşmıştı. Bu sayı cezaevleri kapasitelerinin yaklaşık 100 bin kişi üzerindeydi. 11. Yargı Paketi'yle yaklaşık 50 bin kişinin tahliye edilmesi bekleniyor. Fotoğraf: Anadolu Ajansı
İnfaz hukukunda değişiklikler: ‘Cezanın ne zaman ve nasıl sona ereceği belirsiz hale geldi’

“İnfaz hukukunda yapılan değişiklikler, açık biçimde “af” kavramından kaçınılarak kurgulanmış; cezaevlerindeki yoğunluk ve infaz sistemindeki tıkanıklık, denetimli serbestlik ve koşullu salıverme rejimlerinin genişletilmesi yoluyla giderilmeye çalışılmış” diyen Özge Fındık, öte yandan bu yaklaşımın infaz rejimini “geçici rahatlama sağlayan bir yönetim aracına” indirgediğinin altını çiziyor ve ekliyor: 

Cezanın öngörülebilirliği, eşit uygulanması ve adalet duygusu üzerinde kalıcı bir belirsizlik yaratıyor. İnfaz sisteminde yıllardır süregelen parçalı değişiklikler, hem mahpuslar hem de toplum açısından cezanın ne zaman ve nasıl sona ereceğini belirsiz hâle getirmiş durumda.

Avukat Özge Fındık, cezaevlerindeki yapısal sorunların, infaz koşullarının insan onuruna uygun olup olmadığının, sağlık ve psikososyal destek, eğitim ve iyileştirme mekanizmalarının bu düzenlemelerde bütüncül biçimde ele alınmadığına da dikkat çekiyor. 

“İnfaz rejiminin yalnızca nüfus azaltmaya odaklanan değişikliklerle şekillendirilmesi, suçun tekrarını önleme ve topluma yeniden kazandırma hedeflerini zayıflatıyor” diyor.

‘Cezanın kişiselleştirilmesi ilkesi zayıflatılıyor, ceza otomatik bir yaptırım mekanizmasına dönüştürülmek isteniyor’

Ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerinse suç ve ceza arasındaki dengeyi, kusur ilkesini ve yargısal denetim mekanizmalarını zayıflatan nitelikte değişiklikler içerdiğini belirten Özge Fındık, şöyle devam ediyor: 

"Yapılan müdahaleler, ceza hukukunun temel ilkeleri yerine idari kolaylık ve kontrol odaklı bir yaklaşımın benimsendiğini gösteriyor.

Akıl hastalığına ilişkin düzenlemeler, ceza hukukunun en temel prensiplerinden biri olan kusur ilkesinden ciddi bir sapmaya işaret ediyor. ‘Tam ve kısmi akıl hastalığı’ kapsamında değerlendirilen kişilere yönelik olarak, hâkimlerin ve uzmanların tedaviye ilişkin takdir alanı daraltılmış; akıl hastalığı bulunan bireylerin cezalandırılmasına ilişkin zorunlu ve katı sonuçlar öngörülmüş halde. Oysa ceza hukuku, failin cezai sorumluluğunu değerlendirirken soyut normlar kadar bireysel özellikleri, psikiyatrik durumu ve somut olayın koşullarını da gözetmek zorunda. 

Bu alandaki takdir yetkisinin daraltılması, cezanın kişiselleştirilmesi ilkesini zayıflatıyor; cezalandırmayı bir iyileştirme ve koruma aracı olmaktan çıkararak otomatik bir yaptırım mekanizmasına dönüştürüyor. Bu yaklaşımın, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı bakımından demokratik toplumda gerekli olmayan müdahalelere yol açabileceği ve ileride hak ihlali kararlarına konu olabileceği açık."

Kurumlara tedbir uygulama ve kolluk yetkisi: ‘Anayasal güvencelerin devre dışı bırakılması demektir’

Ceza Muhakemesi Kanunu’na eklenen 128/A maddesini de yorumlayan Fındık, bu maddenin ceza muhakemesi sisteminde yargısal denetimi en fazla zayıflatan düzenlemelerden biri olduğunu vurguluyor. 

“Bu hükümle banka ve ödeme kuruluşlarına, kolluk veya Cumhuriyet savcısının talebi dahi olmaksızın, tamamen kendi değerlendirmeleriyle hesaplara erişimi sınırlandırma yetkisi tanınıyor. Böylece idari veya özel hukuk tüzel kişisi niteliğindeki kurumlara, fiilen tedbir uygulama ve kolluk yetkisi devrediliyor” diyen Özge Fındık, ceza muhakemesinde mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin ancak yargı kararıyla, istisnai ve ölçülü koşullar altında mümkün olabileceğini hatırlatıyor. 

“Herhangi bir yargısal karar olmaksızın hesaplara erişimin kısıtlanabilmesi, anayasal güvencelerin devre dışı bırakılması anlamına geliyor” diye de ekliyor.

Aynı düzenleme ile banka ve ödeme kuruluşları lehine bir “hukuki sorumsuzluk” rejimi öngörülmesini ise bu yetkilerin “hak ihlali doğurma potansiyeli”nin yasa koyucunun farkında olmasına bağlıyor. 

“Bu yaklaşım, mülkiyet hakkına yönelik ağır müdahalelerin olağan ve denetimsiz bir uygulamaya dönüşmesi riskini artırıyor” diyen Fındık şu değerlendirmeyi yapıyor:

Ayrıca erişim sınırlandırma kararlarına karşı başvuru yolunun hâkimlikler yerine Cumhuriyet savcılarına bırakılması, etkili başvuru hakkı ve yargısal denetim bakımından ciddi bir zafiyet yaratıyor. Savcılık makamının soruşturmanın tarafı olduğu bir süreçte, bu tür müdahalelere karşı tarafsız ve bağımsız bir denetim sağlanması mümkün değildir.

Depremzede ailelerin itirazlarıyla iktidar geri adım attı ve deprem suçları 11. Yargı Paketi’nden çıkarıldı. Depremzedeler Meclis yakınındaki bir parkta günlerce nöbet tutmuştu. Fotoğraf: Özkan Öztaş
Hakaret suçunda 'kamu görevlisi' ayrımı: 'İfade özgürlüğü bakımından sorunlu'

Hakaret suçuna ilişkin yapılan değişiklikse Özge Fındık'a göre, ceza hukukunda eşitlik ve tutarlılık ilkeleriyle bağdaşmayan yeni bir ayrım yaratıyor. 

TCK’nin 75. maddesinde yapılan düzenleme ile hakaret suçu, "kamu görevlisine karşı görevinden dolayı işlenmesi" hâli dışında "ön ödeme" kapsamına alınıyor. Oysa Fındık'a göre hakaret suçunda korunan hukuki değer, kişinin şeref ve saygınlığı ve bu değerin mağdurun kamu görevlisi olup olmamasına göre farklı bir usul rejimine tabi tutulmasını haklı kılacak nesnel ve makul bir gerekçe bulunmuyor. Fındık bu durumu şöyle anlatıyor:

Aksine, kamu gücü kullanan kişilerin daha geniş bir eleştiri ve denetime açık olmaları gerekirken, bu kişilere yönelen ifadelerin daha ağır bir usule tabi tutulması ifade özgürlüğü bakımından sorunlu. Bu düzenleme, Anayasa Mahkemesi’nin içtihatlarında ortaya koyduğu ilkelerle de uyumlu değil.

'İstinaf mahkemeleri adeta bölgesel Yargıtaylar gibi hareket edebilecek'

İstinaf mahkemelerinin bozma yetkisinin genişletilmesi de torba yasada yer alan düzenlemelerden biri. Bunun ceza muhakemesi sisteminde hak arama yollarının etkinliğini azalttığına dikkat çeken Özge Fındık, "Anayasa Mahkemesi, istinaf mahkemelerinin kendi görmeleri gereken dosyaları ilk derece mahkemelerine iade etmesini, mahkemeye erişim hakkı kapsamında adil yargılanma hakkının ihlali olarak değerlendirir. Buna rağmen yapılan yeni düzenleme, yargısal uygulamaların Anayasa’ya uygun hâle getirilmesi yerine, hukukun uygulamaya uydurulması anlayışını yansıtıyor" diyor. Fındık şöyle devam ediyor:

İstinaf mahkemelerinin adeta bölgesel Yargıtaylar gibi hareket etmesi ve bozma kararlarına karşı direnme imkânının bulunmaması, hukuk birliği ve öngörülebilirlik bakımından ciddi riskler doğuruyor.

Avukat Özge Fındık, bu çerçevede ceza hukukuna ilişkin değişikliklerin, hak ve özgürlükleri güçlendiren bir reform perspektifi yerine; yargısal denetimi daraltan, idari ve özel aktörlere geniş takdir alanları tanıyan ve ceza adaletinin temel ilkelerini aşındıran bir yönelim ortaya koyduğunu da vurguluyor.

İnfaz hukuku: 'Kısa vadede cezaevi nüfusu azalsa da orta vadede durum değişebilir'

Fındık, infaz hukukuna ilişkin değişiklikleri de yorumlayarak yapısal sorunların çözülmediğini hatta yeni risk alanları yaratıldığını belirtiyor:

İnfaz hukukuna ilişkin düzenlemeler, denetimli serbestlik ve koşullu salıverme rejimlerinin kapsamının genişletilmesi yoluyla ceza infaz sistemindeki tıkanıklığı gidermeyi hedefliyor. Ancak bu yaklaşım, ceza adalet sisteminin kronik ve yapısal sorunlarını çözmekten uzak olduğu gibi, infaz hukukunun temel ilkeleri ve insan hakları standartları bakımından yeni risk alanları yaratıyor. İnfaz rejiminde yapılan bu tercihin, cezanın niteliği ve öngörülebilirliği üzerinde doğrudan etkileri bulunuyor.

Kamuoyunda “kuyu tipi” cezaevleri olarak bilinen yüksek güvenlikli infaz kurumlarında yaşanan ağır ve süreklilik arz eden yapısal sorunları hatırlatan Fındık, söz konusu cezaevlerinin insan onuruna dayalı infaz anlayışı bakımından uzun süredir ciddi endişelere yol açtığını ifade ediyor.

Buna rağmen, "yargı reformu" iddiasıyla hazırlanan düzenlemede bu sorunların bütüncül biçimde ele alınmadığının altını çizen Fındık, "Bir yandan infaz rejimi gevşetilirken, diğer yandan bazı suç tiplerine ilişkin cezaların artırılması, ceza politikasında tutarlılık ve ölçülülük ilkelerini zedeliyor. Bu yaklaşım, kısa vadede cezaevi nüfusunun azalmasına yol açsa da orta vadede yeniden aşırı doluluk sorununu üretme potansiyeli taşıyor" diyor.

Türkiye genelinde 11 yüksek güvenlikli, 6 Y tipi ve 7 S tipi cezaevi bulunuyor. Bu cezaevleri, F tipi ve T tipi cezaevlerine kıyasla çok daha ağır izolasyon koşullarına sahip. Mahpuslar, “güneşin, havanın, yağmurun, rüzgarın olmadığı yerler” diyerek bu hapishaneleri “kuyu”ya benzetiyor. Fotoğraf: Adalet Bakanlığı
'Cezanın caydırıcılık ve adalet duygusu üzerindeki etkisi giderek aşınıyor'

İnfaz Kanunu’nda uzun yıllardır sürdürülen parçalı ve geçici nitelikteki değişikliklerin, "hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik ilkesini" ciddi biçimde aşındırdığını kaydeden Özge Fındık, şunları vurguluyor: 

Denetimli serbestlik ve koşullu salıverme koşullarının sık aralıklarla değiştirilmesi, cezanın ne olduğu ve ne zaman sona ereceği sorusunu belirsiz hâle getiriyor. Bu belirsizlik, yalnızca mahpuslar açısından değil; mağdurlar ve toplum bakımından da ceza adaletine duyulan güveni zayıflatıyor. Cezanın caydırıcılık ve adalet duygusu üzerindeki etkisi, bu öngörülemez yapı nedeniyle giderek aşınıyor.

İnfaz rejiminin karmaşık ve sürekli değişen bir yapıya kavuşturulduğuna dikkat çekerek, bu durumun mahpusların etkili başvuru ve hukuki yardım haklarını da fiilen zayıflattığına işaret eden Fındık, hukukçuların dahi takip etmekte zorlandığı bir infaz sisteminde şeffaf ve güvenilir infaz süreleri öngörmenin mümkün olamayacağını belirtiyor. 

"Bu durum, hukuki belirlilik, erişilebilirlik ve etkili başvuru ilkeleriyle bağdaşmıyor" diyen Avukat Özge Fındık, infaz hukukunun yapısal sorunlarının parçalı ve geçici müdahalelerle çözülemeyeceğine dikkat çekiyor: 

İnfaz düzenlemelerinin, cezaevi nüfusunu geçici olarak azaltmaya odaklanan niceliksel bir rahatlama hedefiyle ele alınması, infaz hukukunun temel amaçlarını işlevsiz hâle getiriyor. Islah, yeniden topluma kazandırma ve yeniden suç işlenmesini önleme hedefleri, yalnızca infaz süresini kısaltmaya yönelik düzenlemelerle gerçekleştirilemez. Bu yaklaşım, infazı bir sosyal politika ve insan hakları meselesi olmaktan çıkararak, kısa vadeli idari bir yönetim aracına indirgiyor.

"İnsan haklarına dayalı bir infaz rejimi; cezaevlerinin doluluk oranlarını geçici olarak düşürmeye yönelik düzenlemelerle değil, mahpusların insan onuruna uygun koşullarda barındırılması, sağlık ve psikososyal destek hizmetlerine etkin erişim sağlanması, eğitim ve mesleki gelişim olanaklarının güçlendirilmesi ve etkili, şeffaf, denetlenebilir denetimli serbestlik mekanizmalarının kurulmasıyla mümkündür" diyen Fındık, bu unsurlar sağlanmadan yapılan infaz düzenlemelerinin, suçun tekrarını önlemek bir yana, toplumsal güvensizliği ve cezasızlık algısını derinleştirme riski taşıdığını ifade ediyor.

11. Yargı Paketi: Adaletin değil, itaatin yasası -Özge Fındık-https://haber.sol.org.tr/haber/11-yargi-paketi-adaletin-degil-itaatin-yasasi-402621

/././

Patronlar halkla alay ediyor: 960 milyon dolar serveti olan Ali Sabancı geçinemiyormuş! + Kemal Okuyan'dan 'Ali Sabancı' yorumu: 'Masayı devirmeyi düşleyenlerin sayısı çoğalmaktadır'-soL-

Patronlar halkla alay ediyor: 960 milyon dolar serveti olan Ali Sabancı geçinemiyormuş! 

960 milyon dolarlık serveti bulunan, 9 milyar dolarlık bir parayı yönettiğini açıklayan Ali Sabancı, milyonların açlık sınırının altında yaşam mücadelesi verdiği Türkiye'de, kendisinin de "arzu ettiği kadar geçinemediğini" söyledi.

ESAS Yönetim Kurulu Başkanı Ali Sabancı, Fast Company Türkiye'nin İstanbul’da düzenlediği “CEO Council” etkinliğinde konuştu.

Burada Rauf Ateş’in sorularını yanıtlayan Sabancı, yaptığı konuşmada  “Yönettiğimiz 9 milyar dolarlık varlığın yüzde 50'si yurt dışında” dedi.

Böyle bir parayı yöneten Sabancı, “Herkesin maddi emelleri var, benim de var. Ben geçinemiyorum. Arzu ettiğime kıyasla ben geçinemiyorum” ifadesini kullandı.

Arzu ettiği kadar geçinemediğini söyleyen Sabancı, Türkiye’nin en zenginleri listesinde 34. sırada yer alıyor. Toplam servetinin de 960 milyon dolar olduğu bilgisi yer alıyor bu listede.

Asgari ücretin patronların talebiyle açlık sınırının dahi altına, 28 bin 75 lira olarak sabitlendiği bir tabloda yapılan bu açıklama, soL’da daha önce yer verdiğimiz “İki sınıftan manzaralar ve asgari ücret: Türkiye’de gerçek bir savaş var!” başlıklı haberimizin teyidi niteliğinde.

Sabancı da o savaşın bir tarafı olarak kendi sınıfının cephesinden, halkla alay etme cüreti gösteriyor.

***

Kemal Okuyan'dan 'Ali Sabancı' yorumu: 'Masayı devirmeyi düşleyenlerin sayısı çoğalmaktadır' 

960 milyon dolarlık serveti bulunan Ali Sabancı'nın geçinemediği açıklamasını değerlendiren TKP Genel Sekreteri, "Küstahça insanların gözünün içine soktukları servetlerini bir kesim olağan karşılarken, 'o kadar da uzun boylu değil' deyip masayı devirmeyi düşleyenlerin sayısı çoğalmaktadır" diye vurguladı.

ESAS Yönetim Kurulu Başkanı Ali Sabancı, bugün yaptığı açıklamada "Yönettiğimiz 9 milyar dolarlık varlığın yüzde 50'si yurt dışında” ifadelerini kullanıp, “Herkesin maddi emelleri var, benim de var. Ben geçinemiyorum. Arzu ettiğime kıyasla ben geçinemiyorum” diye ekledi.

Arzu ettiği kadar geçinemediğini söyleyen Sabancı, Türkiye’nin en zenginleri listesinde 34. sırada yer alıyor. Toplam serveti ise 960 milyon dolar.

'İnsanlar arası eşitsizliklerin kanıksanmasını ister'

Kendi sınıfının cephesinden, halkla alay etme cüreti gösteren Sabancı'nın bu ifadelerine ilişkin TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan'dan açıklama geldi.

Ali Sabancı'nın iş başvuranlardan ücret aldığını, uçakta yolculara suyu parayla satmaya öncülük ettiğini hatırlatan Okuyan, şunları söyledi:

"Bu lafın tepki çekeceğini pekala bilir. Ancak insanlar arası eşitsizliklerin de başka bir sürü melanet gibi normalleşmesini, kanıksanmasını ister.

'Benim beklentilerime göre geçinemiyorum' diyerek kendi standartlarının herhangi bir yurttaşımızla kıyaslanmaması gerektiğini de ima etmiş."

'İhtiyatı elden bırakmaları iyidir'

Bütçe görüşmelerine 9 milyonluk saat takarak gelen milletvekilini de hatırlatan Okuyan, şöyle devam etti:

"Her tür rezalet meşrulaştı, “şimdi tam zamanıdır” diyor ve onca yoksulluk varken muazzam servetlerini halkın gözünün içine sokuyorlar.

İhtiyatı elden bırakmaları iyidir. Çürürken çürüttükleri toplumun içinde çüremeye direnci de güçlendiriyorlar. Küstahça insanların gözünün içine soktukları servetlerini bir kesim olağan karşılarken, 'o kadar da uzun boylu değil' deyip masayı devirmeyi düşleyenlerin sayısı çoğalmaktadır."

***

soL

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -26 Aralık 2025-

AYM’nin Tayfun Kahraman kararı: Çanlar kimin için çalıyor?-Rıza Türmen- 

AYM kararının İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedilmesi, yasa dışı bahis oynayan hakemler, futbolcular ya da uyuşturucu işine bulaşan ünlüler kadar kamuoyunun dikkatini çekmedi. AYM kararları ilk derece mahkemesi tarafından uygulanmamaya devam ederse AİHM, AYM’nin etkili bir iç yargı olmadığı yolunda karar verecek. AYM’nin Tayfun Kahraman kararının uygulanmasının ilk derece mahkemesi tarafından reddedilmesi karşısında, Türkiye’yi bekleyen tehlike budur. Böyle bir gelişmeyi önlemek, başta HSK olmak üzere, herkesin sorumluluğudur. HSK, bu konuda soruşturma açma yetkisine sahiptir.

Tayfun KahramanMeriç Demir Kahraman, Vera Kahraman ve Tayfun Kahraman

Gezi davasında hükümlü bulunan Tayfun Kahraman’ın başvurusuyla ilgili olarak Anayasa Mahkemesi (AYM) Genel Kurulu Temmuz 2025’te adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini ve yeniden yargılanması gerektiğine karar verdi. Gerekçeli karar 17 Ekim 2025’te Resmî Gazete’de yayınlandı.

Bu karara uygun olarak Tayfun Kahraman’ı yeniden yargılaması gereken İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi AYM kararını ve yeniden yargılamayı reddetti. Buna karşı 14. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yapılan itiraz da reddedildi. Böylece adil olmadığı AYM kararıyla saptanan bir yargılama sonucunda Tayfun Kahraman cezaevinde yatmaya devam etti. Bir AYM kararı daha birinci derece mahkemesi tarafından tanınmadı ve uygulanmadı. Böylelikle Türkiye’nin bir hukuk devleti olmaktan ne denli uzak olduğu, “herkes adil yargılanma hakkına sahiptir” diyen Anayasa’nın 36. Maddesiyle “Anayasa Mahkemesi kararları… yasama, yürütme ve yargı organlarını … bağlar” diyen Anayasa’nın 153. Maddesinin son fıkrasının geçersiz olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

Şimdi yapılması gereken Anayasa’nın uygulanmayan 153. Maddenin son fıkrası yerine “Anayasa Mahkemesi’nin yetki alanı, alt mahkemeler tarafından çizilir, Yargıtay tarafından denetlenir.” şeklinde bir hüküm koymak! Böylece Anayasa ile gerçek durum arasındaki fark da kapatılmış olur!

Bu arada AYM, MS hastası olan Tayfun Kahraman’ın sağlık sorunları nedeniyle tahliye edilmesi için tedbir kararı verilmesi talebini reddetti. Sağlık durumunun sürekli izlenmesi yolunda bir karar aldı.

AYM kararının İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedilmesi, yasa dışı bahis oynayan hakemler, futbolcular ya da uyuşturucu işine bulaşan ünlüler kadar kamuoyunun dikkatini çekmedi. Sessiz sedasız bir biçimde geçiştirildi. İnsanlar AYM kararlarının uygulanmamasını kanıksadılar, “ne var bunda? Uygulanmayan bir AYM kararı daha” mı dediler, bilemiyorum.

Ancak bilinmesi gerekir ki ortada herkesi ilgilendiren, çok vahim, çok ciddi bir durum var. Hukuk devletinin çöküşünü, hukuksuzluk devletinin doğuşunu ellerimiz böğrümüzde seyredemeyiz. Can Atalay davasında AYM kararının alt mahkeme ve Yargıtay tarafından uygulanmamasının doğurduğu tepki sonucu değiştiremediği içindir ki bugün Kahraman davasında aynı sorunla karşı karşıyayız. AYM kararlarının uygulanmamasına karşı güçlü bir toplumsal itiraz gelmezse, bu gidişe ‘dur’ denmezse AYM’nin saygınlığının ağır bir darbe alması, anayasa yargısının etkililiğini yitirmesi, anayasada yazılı hak ve özgürlüklerin hukuk güvencesinden yoksun kalması kaçınılmaz olacaktır.

AİHM’in Şahin Alpay kararında belirttiği gibi “Anayasa Mahkemesi’ne verilen yetkilerin başka bir mahkeme tarafından sorgulanması, hukuk devleti ve hukuk güvenliğinin temel ilkelerine aykırıdır. Bu ilkeler, keyfiliğe karşı sağlanan korumanın temel taşlarıdır... AYM’nin başvurucunun tutukluluğunun Anayasa 19/3 maddesinin ihlali olduğu yolundaki açık kararından sonra tutuklamanın hala devam etmesi, bunu hukuka uygun ve yasayla öngörülen bir prosedür olmaktan çıkarmaktadır.” (parag.118)

AİHM’in Şahin Alpay / Türkiye (2018) kararından yapılan bu alıntılar Tayfun Kahraman için de geçerlidir. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin AYM kararını uygulamayı reddetmesiyle hukuk devleti ilkeleri zarar görmüş, keyfi uygulamalara kapı açılmıştır. Öte yandan Tayfun Kahraman’ın AYM kararına karşın cezaevinde bulunmasının hukuksal temeli ortadan kalkmış, fiili bir durum ortaya çıkmıştır. Tıpkı Can Atalay’da olduğu gibi. Can Atalay’dan farklı olarak, Tayfun Kahraman bir de ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşmaktadır.

AYM neden Tayfun Kahraman’ı 18 yıla mahkûm eden yargılamanın adil yargılanma olmadığına karar verdi? Karara yol açan en önemli etken, nedensellik (illiyet bağı) unsurunun bulunmaması. Ceza hukukunda suçu oluşturan en önemli unsurlardan biri, bir insanın davranışıyla dış dünyada meydana gelen değişiklik arasında bir bağlantı bulunmasıdır. Bu davranış olmasaydı olay yine de gerçekleşecekse, bu sonuç o kişiye yüklenemez.

Gezi yargılamalarının ortak özelliği nedensellik bağı (illiyet bağı) kurulmadan hüküm verilmesi. Örneğin, Kavala davasında TCK md. 312’deki hükümeti devirmeye teşebbüs suçunun oluşması için gereken cebir ve şiddet unsuru ile Kavala’nın eylemleri arasında bir bağlantı bulunmadığı AİHM kararlarında ve AYM başkanın muhalefet görüşünde belirtilmekte.

Tayfun Kahraman davasında da AYM şu hususların altını çiziyor:

  1. Mahkûmiyet kararına esas oluşturan çok sayıda medya paylaşımından hangisinin şiddeti teşvik eden ya da şiddete özendiren ya da cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmeye yönelen ifadeleri içerdiği belirtilmemiştir. Medya paylaşımlarıyla şiddet içeren olay arasında illiyet bağı kurulmamıştır. Bir toplantı ve gösteri sırasında ortaya çıkan şiddet olaylarının varlığı, kendi eylemleriyle şiddet olayları arasında illiyet bağı kurulmadığı sürece kişileri doğrudan sorumlu tutmak için yeterli değildir.
  2. Mahkûmiyet gerekçelerinden biri Tayfun Kahraman’ın Gezi Parkı olaylarının öncesinde bir plan ve organizasyon dahilinde hareket etmiş olması savı. AYM’ye göre Mahkeme’nin bu sonuca varması için yeterli bulgu yok. Gezi parkı olaylarından önce Kahraman’ın diğer sanıklardan yalnızca biriyle (o da beraat etmiş) iletişimi var. Bu bulgu, bir plan çerçevesinde hareket ettiği sonucuna ulaşmak için yeterli değil.
  3. İlk derece mahkemesi ve Yargıtay, başvurucunun Gezi Parkı olaylarının devam ettirilmesi amacıyla kurulan Park Forumları’nın eşgüdümünü sağladığını belirttiler. AYM’ye göre başvurucunun somut olarak ne zaman hangi toplantılara katıldığı ne kararlar alındığı, alınan kararlar ve bu forumlarla şiddet eylemi arasında nasıl bir bağlantı bulunduğu konusunda bir açıklık bulunmamakta.
  4. Yargıtay, başvurucunun Taksim Dayanışması’nın sosyal medya hesaplarında yapılan paylaşımlarla olan bağlantısını, A.B.A’dan sosyal medya şifresini istediği yönündeki iletişime dayandırdı. Ancak Yargıtay, Taksim Dayanışması’nın sosyal medya hesaplarından hangisinin başvurucuyla bağlantılı olduğunu belirlememiştir. Kaldı ki, şifre talebi 2 Ekim 2013 tarihlidir. Oysa Gezi Parkı olayları 2013 Mayıs-Haziran aylarında meydana gelmiştir.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, AYM’nin adil yargılanma hakkının ihlali ve başvurucunun yeniden yargılanması kararına karşın tahliye ve yeniden yargılanma taleplerini reddetti. Mahkemenin red gerekçeleri Can Atalay davasındaki red gerekçelerinden farklı değil. 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne göre, AYM’nin görevi Yargıtay ve ilk derece mahkemelerince yapılan değerlendirmelerin ve varılan sonuçların hukuka uygunluğunu denetlemek değildir. AYM hem Anayasa’ya hem de kanunun emredici hükmüne açıkça aykırı hareket ederek yetki gaspında bulunmuştur. Delilleri değerlendirme ve delilin davayla ilgili olup olmadığına karar verme yetkisi, ilk derece mahkemesine aittir.

  1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne yanıtı AİHM, Şahin Alpay davasında zaten vermişti. AİHM’e göre, başvurucunun tutuklamayla ilgili şikayetinin, iddianamedeki kanıtların içeriğine girmeden incelenmesi olanaksız. Aynı gerekçe Kahraman’ın davası için de geçerli. Tayfun Kahraman’ın yargılanmasının adil olmadığı şikâyeti kanıtlar değerlendirilmeden incelenemez.
  2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin göz ardı ettiği başka Anayasa maddeleri de var. Anayasa md. 158’e göre, “Diğer Mahkemelerle Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında Anayasa Mahkemesi kararı esas alınır.” Ayrıca, Anayasa’yı yorumlama yetkisi ilk derece mahkemesine değil, AYM’e aittir. Kaldı ki Anayasa 153. Maddesi, açık hükmü karşısında yoruma yer bulunmamakta.

AİHM, 2018 yılında kabul ettiği Şahin Alpay kararında, AYM’nin kararına karşın başvurucunun tutukluluğunun hala devam etmesinin, AYM’nin etkili bir iç yargı yolu olduğu konusunda ciddi kuşkular doğurduğunu belirtmekte. AİHM, şimdilik AYM’nin etkili bir yargı yolu olduğu görüşünden vazgeçmeyeceğinin, ancak ilk derece mahkemelerinin kararlarını dikkate alarak, bireysel başvuru sistemi çerçevesinde, AYM’nin ne denli etkili bir yargı yolu olduğunu inceleme hakkını saklı tutacağının altını çizdi.

Başka bir deyişle, AYM kararları ilk derece mahkemesi tarafından uygulanmamaya devam ederse AİHM, AYM’nin etkili bir iç yargı olmadığı yolunda karar verecek.

AYM’nin Tayfun Kahraman kararının uygulanmasının ilk derece mahkemesi tarafından reddedilmesi karşısında, Türkiye’yi bekleyen tehlike budur. Kahraman kararı büyük olasılıkla AİHM başvurusuna konu olacaktır. Böyle bir başvuruda AİHM önce ilk derece mahkemesinin tutumu sonucu AYM’nin etkili bir iç yargı yolu olup olmadığını inceleyecektir. Etkili bir yargı yolu olmadığı sonucuna varırsa, AYM’e gitmeden doğrudan AİHM’e başvurma yolu açılacaktır. Bunun anlamı, Anayasa 148. Maddede düzenlenen bireysel başvuru hakkının de facto ortadan kalkmasıdır.

Bir Anayasa hükmünün, ilk derece mahkemesinin tutumu sonucu uygulanmayan bir maddeye dönüşmesine izin verilmemesi gerekir. Bireysel başvuru sistemi Türkiye’de bireylerin hak ve özgürlüklerinin önemli bir güvencesidir. Bunun ortadan kalkması temel hak ve özgürlükleri ulusal düzeyde güvencesiz bırakacak, insan hakları alanında büyük bir geri adım oluşturacaktır.

Böyle bir gelişmeyi önlemek, başta HSK olmak üzere, herkesin sorumluluğudur. HSK, bu konuda soruşturma açma yetkisine sahiptir.

Ancak AYM de, sistemin baş oyuncusu olarak, sistemin ortadan kalkmasına seyirci kalmamalı. Kahraman kararında AYM, “Hukuk devleti ilkesi, yargı organlarının aynı maddi veya hukuki olgularla ilgili olarak çelişkili kararlar vermekten... kaçınmasını gerekli kılar... (bu) kişilerin hukuka olan güvenlerinin sarsılmaması için hayati öneme sahiptir” demekte. Bu böyleyse, o zaman AYM’nin de bu durumu önleyecek önlemler alması gerekir. AYM’nin kuruluş yasası, temel hakların korunması için gereken önlemleri alma yetkisini vermekte. AYM, yargı organlarının çelişkili kararlar vermelerini önlemek, bireysel başvuru sistemini kurtarmak için bu yetkilerini kullanmalı, gerekirse içtüzüğünde değişiklik yapmalı.

Tayfun Kahraman kararıyla AİHM’de Türkiye için tehlike çanları çalıyor. Hükümet çan seslerini duyuyor mu acaba?

/././

Yıl biterken emniyet ne durumda?-Tolga Şardan- 

Yeni yıla yaklaşırken, Emniyet Genel Müdürlüğü 235 polis müdürünü emekliliğe sevk etti. Yasaya göre, yılda birden fazla kez toplanıp karar alabilme yetkisi olan YDK, 2025 yılı emeklilik işlemlerini yılın son günlerine öteledi. Bu durumun gerekçesi; İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın TBMM’ye gönderdiği, ancak yükselen tepkiler sonrasında geri çekmek zorunda kaldığı teşkilatı yeniden biçimlendirmeyi amaçlayan yasa değişikliği tasarısı...

emniyet

Emniyet Genel Müdürlüğü, taşradaki birimlerinin en tepe yöneticileri konumundaki 81 kentin il emniyet müdürlerini Ankara’da bir araya getirdi.

Yıl içinde video konferans sistemi (VKS) üzerinden merkez ve taşra birimlerini buluşturan toplantılar periyodik olarak gerçekleştirilse de geçen haftaki iki günlük seminer, polis müdürlerinin yüz yüze görüşmesi bakımından önemli.

Coğrafyanın çok farklı köşelerinde, ellerindeki olanaklarla, iktidarın ortaya koyduğu bürokrasi politikaları çerçevesinde kamu güvenliğini sağlamaktan sorumlu olan il emniyet müdürleri, iki günlük seminerde İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ve Emniyet Genel Müdürü Mahmut Demirtaş ile Bakan Yardımcısı Mehmet Sağlam’ın konuşmalarını izledi.

Ayrıca, yine merkezdeki birimlerin sorumluluk alanları kapsamında hazırlanan sunumları dinlediler.

Seminerde teşkilatın mevcut durumunun röntgeni çekildi.

Kamuoyuna yansıdığı şekliyle Yerlikaya, Sağlam ve Demirtaş’ın açıklamaları klasik protokol konuşmasının ötesine geç(e)medi. Konuşmalar, teşkilatın sorunlarının tespiti ve çözüm önerilerinin uzağında kaldı maalesef.

Gelişmeleri yakından takip edenlerin bildiği üzere; Yerlikaya ile Demirtaş’ın konumları ortada. Kabine değişikliğinde yerinde kalıp kalmayacağı henüz belli olmayan İçişleri Bakanı ile odasını topladığı iddia edilen Emniyet Genel Müdürü’nün, teşkilata vereceği “gerçek ve somut” mesajları görmek mümkün değildi.

Örneğin, bu sene de teşkilat gündeminde olan polis intiharları konusunda çözüm odaklı bir yaklaşımın mesajı verilemedi.

Örneğin, bir süreden beri İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın gündeminde olan ancak pek mesafe alınamayan emniyet müdürlerinin özlük hakları konusunda tatmin edici bir açıklama yoktu. Oysa, toplantıya katılan il emniyet müdürlerinin merakla beklediği konulardan birisi buydu.

Örneğin, polis memurlarının özlük hakları, maaşları ve çalışma sisteminin iyileştirilmesine dönük görüş sunulamadı.

Örneğin, Cumhur İttifakı’nın yürüttüğü Terörsüz Türkiye projesinin geleceği hakkında bilgilendirme yapılamadı.

Örneğin, teşkilatın personel politikasının yeniden elden geçirilmesi, yaklaşık 350 bin olan personelin daha etkin nasıl çalışabileceği konusunda herhangi bir yaklaşım ortaya konamadı.

235 emniyet müdürüne yeni yıl hediyesi: Emekli edildiniz!

Yeni yıla yaklaşırken, Emniyet Genel Müdürlüğü 235 polis müdürünü emekliliğe sevk etti.

Olağan olarak Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek Değerlendirme Kurulu (YDK) haziranda toplanıp amir ve müdür rütbesindeki terfileri ve emeklilik tablolarını değerlendirir.

Yasaya göre, yılda birden fazla kez toplanıp karar alabilme yetkisi olan YDK, 2025 yılı emeklilik işlemlerini yılın son günlerine öteledi.

Bu durumun gerekçesi; İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın TBMM’ye gönderdiği, ancak yükselen tepkiler sonrasında geri çekmek zorunda kaldığı teşkilatı yeniden biçimlendirmeyi amaçlayan yasa değişikliği tasarısı.

Genel Müdür Mahmut Demirtaş’ın başkanlığı bir araya gelen YDK üyeleri Personel Başkanlığı’nın hazırladığı emeklilik listesini imzalayıverdi.

YDK üyeleri, 18 merkez emniyet müdürü, 77 ikinci sınıf emniyet müdürü ile 40 üçüncü ve dördüncü sınıf emniyet müdürünün emekli edilmesine karar verdi.

Ayrıca daha önce emekli edilen fakat idare mahkemesine başvurup “göreve dönüş kararı” alan ve “göreve dönmesine Emniyet Genel Müdürlüğü’nün karar vermesi tavsiye edilen” polis müdürleri de yine YDK tarafından emekli edildi.

Mahkeme kararı çerçevesinde emekli edilen polis müdürü sayısı 100.

Böylece YDK, 2025 yılında farklı rütbelerde toplamda 235 emniyet müdürünü emekli etti.

Sürecin uzaması ya da diğer bir değişle son ana bırakılması, yıllarını teşkilata vermiş kimi polis müdürlerinin unutamayacakları yeni yıl hediyesi almalarına sebep oldu!

Emeklilik işleminin haziranda yapılması zaten beklenen gelişmelerden. Fakat takvim dışına çıkılıp yeni yıla günler kala emekli edildikleri bilgisini kendilerine gelen mesajla öğrenen polis müdürlerinde doğal olarak burukluk oluştu.

Bu durumda lojmanda oturan polis müdürleri mevzuat gereğince üç ay içinde lojmanı boşaltmak zorunda.

Kış mevsiminin ortasında, hele ki, illerde görev yaparken emekli edilen polis müdürlerinin lojmanı boşaltıp başka kente taşınmaları, çocuklarının okul durumları gözetilmeksizin zor durumda bırakılmalarının yılbaşı hediyesi olarak dönüşü, kurumsal yaklaşımın ne olduğunu işaretidir.

İşin dikkat çekici bir başka yönü, haklarını mahkeme kararıyla arayan polis müdürlerinin aldıkları geri dönüş kararıyla bir kez daha emekli edilmesi.

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın göreve geldikten sonra verdiği ilk talimatlardan birisi, personelin lehine olan mahkeme kararlarının idarece uygulanmasını sağlamak yönündeydi.

Buna karşın, aradan geçen süreçte köprünün altından akan su, tam tersi işlemlerin yürürlüğe konulmasının önünü açtı.

Aldığım bilgiye göre; özellikle geçen yıl verilen emeklilik kararları sonrasında idare mahkemelerinde açılan göreve dönüş davalarının artması üzerine, davaların takibinden sorumlu Emniyet Genel Müdürlüğü Hukuk Müşavirliği, kurum aleyhine karar veren idare mahkemeleri nezdinde girişimde bulunmaya başladı.

Mahkeme heyetleriyle yapılan görüşmelerde, dava açan personel lehine verilecek kararların kadro sorununa neden olduğu belirtildi. İdare mahkemelerinin son dönemdeki kararlarında ise “geri dönüş kararının Emniyet Genel Müdürlüğü’nün takdirine bırakılması” hükmünün ağırlıkta olması dikkati çekiyor.

Son atamalarda bir de ödüllendirme yapıldı. Hukuk Müşaviri, İçişleri Bakanlığı’nca gerçekleştirilen il emniyet müdürleri ataması çerçevesinde önemli bir kente il emniyet müdürü olarak atandı!

Torlak’ın kaymakam adaylarına verdiği ders!

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın uyuşturucu kullanımıyla ilgili son soruşturmada adı öne çıkan isimlerdendi Furkan Torlak.

Dosyanın önemli isimlerinden Mehmet Akif Ersoy’un bağlantıları çerçevesinde ismi duyulan ve sonrasında İletişim Başkanlığı’ndaki görevinden istifa eden Torlak’ın, geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanlığı’nın davetlisi olarak ders verdiği ortaya çıktı.

Torlak’ın, İletişim Başkanlığı bünyesindeki Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’ndeki görevi sırasında, İçişleri Bakanlığı’nda kursta olan 110. Dönem kaymakam adaylarına yönelik “Dezenformasyonla Mücadele Farkındalık Eğitimi” başlığıyla eğitim verdiği görüldü.

Torlak’ın verdiği eğitimin, İçişleri Bakanlığı resmi internet sitesinde de yer alması dikkati çekti.

Ancak, yine kolayca tahmin edileceği üzere, skandalın patlamasıyla birlikte paylaşım internetten kaldırıldı.

NOT: BÜYÜTEÇ’TE 6 OCAK 2026 GÜNÜ BULUŞMAK ÜMİDİYLE. YENİ YILINIZI KUTLARIM.

/././

2025, 2026 ve 2027 yıllarında şartların oluşup oluşmadığına bakılmaksızın, enflasyon düzeltmesi yapılmayacak!-Erdoğan Sağlam- 

Umarım sonraki yıllarda enflasyon oranları düşürülerek enflasyon düzeltmesi gereği ortadan kalkar. Bence uygun bir zamanda enflasyon düzeltmesi kalıcı olarak kaldırılmalıdır!

enflasyon

Değerli okurlar, Hazine ve Maliye Bakanlığınca, 24 Aralık 2025 tarihli ve 33117 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 587 sıra no.lu Genel Tebliğ ile 2025 yılının dördüncü geçici vergi döneminde kapsam dâhilindeki mükelleflerin enflasyon düzeltmesi yapmaması düzenledi.

2025 yılsonu itibariyle enflasyon düzeltmesinin yapılmayacağı da dünkü (25 Aralık 2025 tarihli) Resmî Gazete’de yayımlanan 7571 sayılı Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 631 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 34. maddesi ile Vergi Usul Kanununa eklenen geçici 37. madde ile kesinleşti.

Söz konusu geçici madde ile 2026 ve 2027 yıllarında da enflasyon düzeltmesi yapılmayacağı hükme bağlandı.

Bu değişiklik 7571 sayılı Kanunun Genel Kurulda görüşülmesi sırasında verilen bir önergenin kabul edilmesi ile sağlandı. Önerge teklifinde değişiklik gerekçesi aşağıdaki şekilde açıklanmış bulunuyor:

“…Gelişen süreçte Vergi Usul Kanununda yapılan düzenlemeler ile mükelleflere sürekli yeniden değerleme imkânı getirilmiş olması, 2023 ve 2024 hesap dönemlerinde enflasyon düzeltmesinin uygulanması sonucu mali tablolarının enflasyon etkisinden arındırılmış olması ve mükelleflerin bu yöndeki talepleri dikkate alınarak, şartlar oluşsa dahi 2025, 2026 ve 2027 hesap dönemlerinde enflasyon düzeltmesi uygulamasının ertelenmesi önerilmektedir.”

Geçici madde ile yapılan düzenlemeye göre:

* Enflasyon düzeltmesi şartları oluşup oluşmadığına bakılmaksızın, 2025 yılı ile 2026 ve 2027 yıllarına ilişkin mali tablolar enflasyon düzeltmesine tabi tutulmayacak.

* 2026 ve 2027 yıllarında, şartların oluşup oluşmadığın bakılmaksızın geçici vergi dönemleri için de enflasyon düzeltmesi yapılmayacak.

* Kendilerine özel hesap dönemi tayin edilenlerde 2026, 2027 ve 2028 yılında biten hesap dönemleri için enflasyon düzeltmesi yapılmayacak.

* Cumhurbaşkanı, enflasyon düzeltmesi uygulanmayacak dönemleri geçici vergi dönemleri de dahil olmak üzere üç hesap dönemine kadar uzatmaya yetkili.

* Münhasıran sürekli olarak işlenmiş altın, gümüş alım-satımı ve imali ile iştigal eden mükellefler, şartlara bakılmaksızın (her geçici vergi dönemi sonu itibarıyla) enflasyon düzeltmesi yapma zorunlulukları bulunduğundan 2025, 2026 ve 2027 hesap dönemlerinde de enflasyon düzeltmesi yapmaya devam edecekler. Bu husus, geçici 37. maddede açıkça hükme bağlanmış bulunuyor.

* Bu madde hükümleri, geçici 33. maddenin dördüncü fıkrası kapsamında olan mükellefler hakkında da uygulanacak. Söz konusu fıkra; bankalar, 6361 sayılı Finansal Kiralama, Faktoring, Finansman ve Tasarruf Finansman Şirketleri Kanunu kapsamındaki şirketler, ödeme ve elektronik para kuruluşları, yetkili döviz müesseseleri, varlık yönetim şirketleri, sermaye piyasası kurumları, sigorta ve reasürans şirketleri, emeklilik şirketleri, tasfiye ve iflas hallerindeki şirketler, 233 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname kapsamındaki iktisadi devlet teşekkülleri ile kamu iktisadi kuruluşları tarafından geçici vergi dönemleri de dahil olmak üzere 2024 ve 2025 hesap dönemlerinde yapılan enflasyon düzeltmesinden kaynaklanan kâr/zarar farkının, kazancın tespitinde dikkate alınmayacağını düzenliyor. Buna göre, sayılan bu kurumlar da yukarıda belirtilen dönemlerde enflasyon düzeltmesi yapmayacaklar.

* 7571 sayılı Kanun yürürlüğe girmeden önce işi bırakma, tasfiye, devir ve tam bölünme gibi nedenlerle kıst dönem için enflasyon düzeltmesi yaparak gelir veya kurumlar vergisi beyannamesi vermiş olanların bu beyannamelerini düzeltmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü söz konusu Kanunla 2025 yılı için enflasyon düzeltmesi uygulaması kaldırılmıştır. Bu çerçevede ödeyeceği kurumlar vergisi artanlara, vergi ziyaı cezası ve gecikme faizi yürütülmemesi gerektiği kanaatindeyim.

* Enflasyon düzeltmesi yapılmayacağı belirtilen dönemler (yetki kapsamında uzatılan dönemler dahil) enflasyon düzeltmesi şartlarının gerçekleşmediği dönem olarak değerlendirildiğinden, bu dönemler için VUK’un mükerrer 298 inci maddenin (Ç) fıkrası uyarınca amortismana tabi iktisadi kıymetler için yeniden değerleme yapılabilecek.

Bu yazı için son sözlerim…

Bugüne kadar enflasyon düzeltmesi ile ilgili düzenlemelerin geç yapılması ve yaratılan belirsizlik ortamı nedeniyle sürekli eleştiri yapmak durumunda kaldım.

Bu defa gerek dördüncü dönem geçici vergi beyannamesinde enflasyon düzeltmesi yapılmayacağına ilişkin tebliğin, gerekse 2025, 2026 ve 2027 yıllarında enflasyon düzenlemesi yapılmayacağına ilişkin yasal düzenlemenin çok hızlı bir şekilde yıl bitmeden yayımlanmış olmasını çok kıymetli buluyorum. Tüm emeği geçenlerin eline sağlık…

Böylece, Cumhurbaşkanına verilen üç yıllık uzatma yetkisi ile birlikte altı yıl sorun ortadan kaldırılmış oldu. Umarım sonraki yıllarda enflasyon oranları düşürülerek enflasyon düzeltmesi gereği ortadan kalkar.

Bence uygun bir zamanda enflasyon düzeltmesi kalıcı olarak kaldırılmalıdır!

/././

Ergin Yıldızoğlu + Mehmet Ali Güller -CUMHURİYET-

Yeni ‘model’ arayışında bir seçenek

Dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin’in neoliberalizmden farklı modeli, büyük güç rekabetine bakışı, “Çin mi kazanacak ABD mi” sorusunun ötesinde uzun vadeli bir stratejiyi yansıtıyor. 2026’ya girerken Çin modeli yalnızca çevre ülkelerin değil, merkez ülkelerin liderliklerinin de ilgisini çekiyor.

Çin’in ekonomik modeli, serbest piyasa ile siyasi kontrolü birleştiren parti-devlet kapitalizmi olarak özetlenebilir. Stratejik sektörlerdeki kamu şirketleri, devlet yönlendirmeli bankalar ve sanayi politikalarıyla büyüme; salt kâr mantığına değil, siyasi önceliklere göre yönlendiriliyor. Batı’da egemen bakış, bu modelin bir gün mutlaka, borç, emlak balonu ve demografik yaşlanma gibi sorunların etkisiyle “çökeceğine” inanıyor. Ancak bu beklentiler 200 yıllık Batı egemenliğinin ürünü liberal demokrasinin, bireysel özgürlüklerin serbest piyasanın, evrensel biçimler olduğunu varsayan ve ilk kez beyaz olmayan bir gücün yükselmesinden kaynaklanan ırkçı/varoluşsal bir korkuyla düzenlenmiş patolojik bir zihinsel haritaya dayanıyor.

Halbuki, Pekin’in asıl hedefinin, şirket kârlılığından ziyade kaosu önlemek, iktidarın sürekliliğini korumak, sistematik çöküş ihtimalini bastırmak olduğu kolaylıkla görülebilir: Finansal şoklar devlet bankaları eliyle içeride emilirken “panik”, bir piyasa bilgisi değil, bastırılması gereken bir güvenlik riski olarak ele alınıyor. Böylece Çin, krizleri Lehman tipi patlamalar yerine yönetilebilir “yavaş ateşlere” dönüştürerek zararı yıllara yayıyor. Çin, demografik yaşlanma eğiliminin zirvesinden henüz uzak ama otomasyon da dahil türlü önlemler alarak uyum sağlamak için hazırlanıyor. Çin’in ABD ile rekabete bakışının da bu mantıkla uyumlu olduğu söylenebilir. Washington ilişkiyi yükselen bir güç ile gerileyen bir güç arasındaki klasik bir “Thukidides Tuzağı” senaryosu olarak görürken Pekin, bu ikiliğin tehlikeli bir savaşa yol açabileceğini öngörüyor. ABD kadar geniş ittifaklardan, şimdilik, yoksun olan Çin’in stratejisi Amerika’yı doğrudan yenmekten çok, oyunun kurallarını ve sahasını değiştirmeye odaklanıyor. Çin, Kuşak-Yol, Asya Altyapı Yatırım Bankası, dijital yuan ve teknoloji tedarik zincirleriyle ABD önderliğindeki dolar merkezli düzenin etrafına paralel bir sistem örüyor. Ticaret savaşları ve Tayvan krizleri gibi sert gerilimlerin ötesinde Çin, enerjisini; altyapı bağımlılıkları, teknoloji standartları, veri ağları, pil ekosistemi ve nadir madenler üzerinden uzun dönemli bir mimari kurmaya harcıyor. Küresel liderlik maliyetini Amerika için ekonomik ve siyasi olarak taşınamaz hale getirmeyi, rakibini “büyük zaferlerle” değil, yıpratma yoluyla dengelemeye çalışıyor.

Neoliberalizm 2008’den bu yana finansallaşmayı besleyen dar bir modele dönüşerek tükenirken Çin’in artık-değer üretimine, teknolojik gelişmeye, uzun dönemli dayanıklılığa önem veren modeli ilgi çekiyor. Özellikle BRICS grubu ve emperyalist borç ve ekstraksiyon kapitalizmi kapanından kurtulmaya çalışan çevre ülkeler için bu model bir alternatif sunuyor. Çin modeli bu ülkelere; krizlerde devlet tamponu, dolar disiplininden kurtuluş (BRICS bankası, yerel parayla ticaret), sanayi politikasıyla, altyapı yatırımlarıyla hızlı kalkınma, iç işlerine karışmayan, bir işbirliği vaat ediyor.

Ancak bu model de kusursuz değil. Emlak krizi, yerel yönetim borçları, inovasyonu sınırlayan siyasi kontrol ve yaşlanan nüfus iç gerilimleri besliyor. Ayrıca Kuşak-Yol ülkelerindeki “borç tuzağı” eleştirileri ve şeffaflık sorunları Pekin’in siyasi risklerini artırıyor.

Diğer taraftan, neoliberalizm yapısal krizi yönetemiyor, liberal demokrasi toplumsal uzlaşmayı, bireysel özgürlükleri koruyamıyor, beyaz olmayan bir göçmen nüfusun demografik/kültürel etkileri, beyaz olmayan bir süper gücün yükselmesi Batı’da ırkçılığı ve yeni bir model arayışı içinde, Çin modelinin kimi otoriter, devletçi unsurlarını kopyalama eğilimini güçlendiriyor.

Neoliberalizm geride kalırken bu tablo ne “Çin yakında çöker” fantezisini ne de “kaçınılmaz Çin hegemonyası” anlatısını destekliyor. Rekabetin kaderi, tarafların kendi iç zayıflıklarını dönüştürme hızına bağlı. Çin’in planlama kapasitesi ile Amerika’nın yeni koşullara adaptasyon çabaları arasında bizi uzun bir sürtünme dönemi bekliyor.

***

‘Ruh mühendisliği’ 

Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor. Prof. Örsan K. Öymen’in de belirttiği gibi “Müzisyenlerin sahnedeki kıyafetleri ve dansları yüzünden gözaltına alındığı, tutuklandığı, hapse mahkûm edildiği; müzik festivallerinin ve konserlerin iptal edildiği, yasaklandığı ve insanların yaşam tarzlarına doğrudan baskı uygulandığı bir ülkede, ‘uyuşturucuya karşı mücadele’ adıyla yürütülen operasyonların gerçekten uyuşturucuyla mücadele amacı taşıyıp taşımadığı en azından tartışmalıdır.” (Cumhuriyet. 20.12)

AKP iktidarı, Cumhuriyet döneminin biriken estetik mirasla rekabet edebilecek bir “alternatif” üretmeyi başaramıyor; bu kısırlık, rekabet edemediği bir sanat alanının varlığına katlanamıyor, baskıyla susturmayı tek çare olarak görüyor. Bugün sahnelerden dijital platformlara uzanan sansür dalgası; hangi arzuların meşru, hangi kimliklerin görünür, hangi duyguların saygın sayılacağına dair kapsamlı bir “ruh mühendisliği” projesi olarak işliyor.

Bu “ruh mühendisliği” eğitimi, aileyi, bedeni ve cinselliği aynı ideolojik şema içine yerleştiriyor; “2025 Aile Yılı” ilanı da bu çerçevede LGBTİ+ varoluşunu bir sapma, bir “tehdit” olarak kodlayan siyasal dilin aracı haline geliyor. Böylece devlet, yurttaşı yalnızca hukuken değil; arzuları, sevgisi ve beden dili üzerinden de biçimlendirmeye çalışan bir “biyopolitik” yürütüyor.

İktidarın, seküler cumhuriyetçilere karşı ilan ettiği “kültür savaşları”nda örneğin “milli ve manevi değerler”, “toplumun hassasiyetleri” gibi, siyasal İslamcı bir azınlık tarafından tanımlanan muğlak kavramlar, gerçekte ataerkil ve Sünni-muhafazakâr bir “dinci hakikat rejimi”ni topluma dayatmanın ideolojik araçları olarak kullanılıyor.

Bu yeniden şekillendirilen toplumda sanatçıdan, siyasal İslamın “hakikat rejimi”nin çizdiği siyasal, ideolojik, kültürel, hatta dilsel sınırları ve “biyopolitiğin” cinsiyet kodlarını (beden estetiğini, üreme normlarını) asla zorlamaması bekleniyor. Peki sanatçı ne yapacak? Eğlendirecek, “eğitecek” ama yönetenleri ve toplumsal düzeni eleştirmeden; yaratma özgürlüğünü terk ederek iktidarın ayakta kalmak için kullandığı estetik objeleri üreten bir zanaatkâra, salt icracıya dönüşecek.

Bu “deli gömleği” yalnızca sanatsal objelerle sınırlı değil. Rejim, hegemonyasının gerilemesini durduramadığı için sürekli yeni düşmanlar yaratmaya çalışıyor; bu bağlamda özellikle LGBTİ+ temsillerini, “queer bedenleri” ve onların hikâyelerini, kurmak istediği “makbul vatandaş” imgesinin tam karşısına yerleştirerek ötekileştiriyor. Böylece hedef alınan sadece sahneler, resimler, görüntüler, anlatılar ya da ekrandaki bir öpüşme, ilişki veya kimlik değil; toplumun kendi çoğulluğunu tanıma özgürlüğü, bu çoğullukla barışabilme şansı oluyor. Toplum, patolojik bir kutuplaşmayla boğucu bir totaliter arzu arasına sıkışıyor.

Tüm bu tablo, aslında yeni bir “sanat rejimi” kurma girişimine de işaret ediyor: Neyin sanat sayılacağını, kimin konuşabileceğini, neyin söylenebilir, gösterilebilir olduğunu, kısacası duyumsanabilir olanın sınırlarını siyasal iktidarın belirlemesi isteniyor. “Aile yılı”, “milli değerler”, “ahlak” gibi kavramlar, bu yeni “sanat rejimi” için bir anayasa gibi çalışıyor; sanatçıdan, Platoncu anlamda “eğiten” ama asla yönetenleri, düzeni ve cinsiyet rejimini sorgulamayan steril bir estetik üretmesi bekleniyor.

Ortaya çıkan manzara, Hitler Almanya’sının ya da totaliter, teokratik rejimlerin sanatla kurduğu ilişkinin güncellenmiş bir versiyonudur. Kutsal mesaja sadakat ve “artık değer” sömürüsü, sanatın hareket alanını parantez içine alıyor.

İnsan adalete dair sorunlarını konuşabilme kapasitesiyle hayvanlardan ayrılır (Aristoteles). Türkiye’de konuşulabilir, duyumsanabilir olanın sınırları hızla daralırken sanatın ve sanatçının saldırı altında, adaletin ve yargının derin bir krizin içinde olması hiç de bir rastlantı değildir.

PS: Özgür Özel CHP’sinin ekonomi politikasının neoliberalizme “patika bağımlılığı” bir ölçüde (İmamoğlu bağlamında) anlaşılabilir. Ama hiç olmazsa parti programında, bu “ruh mühendisliği” karşısında bir direnç, toplumu bu deli gömleğinden kurtarma konusunda bir kararlılık olmalıydı.

***

‘Erkeklik krizi’!? 

Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.

Geçen hafta Oksijen’de yayımlanan bir yorum, İstanbul Erkek Lisesi’ndeki bir olayı merkeze alarak “erkeklik krizini”, “algoritmaların ebeveynliği” kavramıyla açıklamaya çalışıyor; çocukların sosyal medyada nefret, kadın düşmanlığı içeriğiyle beslendiğini vurguluyordu. Bu tespit önemli: Gerçekten de dijital platformlar nefret söylemi, cinsiyetçilik için yankı odası işlevi görüyor, özellikle genç erkekleri keskin kutuplaşmalara, toksik erkeklik modellerine itiyor. Ancak bu çerçevede algoritmaları “tehlikeli bir teknoloji” olarak anlatırken dikkatli olmak gerekir. Çünkü algoritmaların neyi öne çıkaracağı, egemen siyasal iklim, kültürel arzular tarafından belirleniyor. Toplumda güçlenmekte olan bir kadın düşmanlığı, homofobi, şoven milliyetçi erkeklik ideali olmasaydı algoritmalar bu kadar hızlı, yaygın nefret üretemezdi.

FANTEZİNİN SİYASALLAŞMASI

Modern faşist hareketlerin neredeyse tamamında, erkeklik bir “restorasyon projesi” olarak kurgulanır: Kadınların özgürleşmesine, LGBTİ+ varoluşuna, çoğulculuğa karşı “kaybedilmiş iktidarı geri alma” vaadi, ekonomik baskılardan, yalnızlıktan bunalan erkeklere bir tür duygusal kaçış sunar. Bu siyaset, erkek şiddetini, kadın bedenini kontrol etme arzusunu “ahlak”, “gelenek”, “milletin bekası” gibi kavramlarla kutsallaştırarak en radikal erkek fantezilerini bile normalleştiren bir atmosfer yaratır.

Bu atmosferde genç erkekler, yalnızca algoritmaların sürüklediği pasif tüketiciler değildir; tersine, faşizan erkeklik mitolojilerine aktif bir biçimde özne olarak davet edilirler. “Gerçek erkek olma”, “kadını yerine döndürme”, “ülkeyi/ırkı kurtarma” gibi sloganlarla örülen bu mitoloji, dijital ortamda yalnızca çoğaltılır; kaynağı ise sokakta, ailede, okulda, camide zaten yıllardır dolaşımda olan erkek egemen dildir.

Türkiye bağlamında “erkeklik krizini” konuşurken siyasal İslamın rejimini, kültürel hegemonyasını dışarıda bırakmak analitik bir körlüktür. Yıllardır tekrar edilen “ailenin korunması”, “fıtrat”, “neslin devamı”, “kadının annelikle tanımı” gibi söylemler, erkek şiddetinin çoğu kez cezasız kalmasını, erkeklerin kendini evin reisi, kadını ise denetlenmesi gereken bir “mal” olarak görmesini kültürel/eril-siyasal bir norm haline getirmedi mi?

Bu norm, okul koridorlarından televizyon dizilerine kadar uzanan geniş bir alanda yeniden üretilirken İstanbul Erkek Lisesi gibi kurumlarda ortaya çıkan “krizleri” yalnızca dijital algoritmalarla açıklamak, bu siyasal kültürü gizlemeye hizmet ediyor. Çünkü bir kız öğrencinin yılbaşı kutlama fotoğrafı üzerine yağdırılan hakaret, tehditler, yalnızca internet anonimliğinden değil, yıllardır sahneden, kürsüden beslenen erilahlakçı nefret dilinden de cesaret alıyor.

‘KRİZİ’ NEREYE YERLEŞTİRMELİ? 

Yazar, okulu, algoritmaları tartışırken toplumsal cinsiyet eşitliğini cesaretle savunuyor ancak erkekliği daha geniş bir iktidar rejiminin parçası olarak ele almayınca önemli bir fırsatı kaçırıyor. “Erkeklik krizi”, yalnızca “kontrolsüz teknoloji” sorunu değil, “süreç olarak faşizmin” şoven milliyetçi, dindar, egemen erkek tipini ideal vatandaş modeli olarak dayatan yapısal bir dönüşüm sürecinin ürünü.

Çözüm, yalnızca “okul iklimini dönüştürmek”, “ebeveynleri, çocukları algoritma okuryazarlığı konusunda eğitmek”ten ibaret olamaz. Bu, siyasal iktidarın -yazarın unuttuğu- özelliklerini düşününce olanaklı da değildir. Siyasal iktidarın erkeklik kurgusunu, hukuktan müfredata, medyadan dini söyleme kadar her düzeyde tartışmak gerekir, yoksa algoritmalar değişse bile fanteziler yerli yerinde kalır. “Erkeklik krizini” ciddiye alan bir politika, önce mutlaka erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist, siyasal İslamcı dili sorgulamalıdır.

Sonuçta, “erkeklik krizini” anlamak için önce siyasal iktidarın, devletinin kadın tasarımı üzerinde odaklanmak gerekiyor. Algoritmalar yalnızca bir dışbükey ayna tutuyor; aynada, büyüyerek görünen yansıma ise yıllardır faşist, siyasal İslamcı söylemlerin yoğurduğu, iktidar kaybı paranoyasıyla saldırganlaşan bir erkeklik figürüdür.

Ergin Yıldızoğlu 

/././ 

Türkiye test mi ediliyor? 

Libya Genelkurmay Başkanı Haddad ve ekibini taşıyan uçağın Ankara’da düşmesi, son dönemdeki soru işaretli gelişmelerin üzerine yeni ve daha büyük bir soru işareti ekledi.

Anımsayalım: Azerbaycan’dan dönen askeri uçağımız Gürcistan’da düştü ve 20 askerimiz şehit oldu. Bir haftadır sınırlarımızı aşarak çeşitli illerimize kadar gelen İHA sorunu var. Karadeniz’de ticari gemilerimiz hedef alındı. Hatta ticari gemilerimiz Afrika kıyılarında bile hedef alındı. Vurulan geminin sahibi, Rusya’yla ticareti durdurduklarını açıkladı. Ve şimdi de Libya Genelkurmay Başkanı Haddad ile kara kuvvetleri komutanı dahil askeri ekibini taşıyan “özel jet” Ankara’da düştü.

BARRACK’IN S400 MESAJININ ANLAMI

Tüm bunlar tesadüf mü? Ve bu kadar tesadüf fazla değil mi? Belki bazıları tesadüf ama bazılarının “test” amacı taşıdığı yüksek olasılık.

Özellikle hava sahasını ilgilendiren konuların, ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın “S400’ler dört ile altı ay içinde çözülecek” açıklamasının işaret ettiği zeminden bağımsız olabilmesi pek olası değil. Çünkü sorun S-400 olunca haliyle konu Türkiye’nin hava savunma meselesi oluyor.

Bir haftada birkaç İHA olayının birden yaşanması, Türkiye’nin hava savunmasının test edilmesi olasılığını akla getiriyor. Peki bu testi kim yapıyor olabilir? İHA’ların menşei yanıltıcı olabilir, hele de resmi İHA’da olmayan yıldızın kullanılması,  adres şaşırtma anlamına gelebilir.

HARMONY JETS’İN SİCİLİ

Libya Genelkurmay Başkanı Haddad’ın uçağıyla ilgili Ankara’dan “elektrik arızası” açıklaması geldi. Kara kutu çözüldüğünde netleşir ama yine de bazı ilginçlikler var. Şöyle ki uçak resmi bir uçak değil, askeri uçak değil, Harmony Jets isimli bir şirketten kiralanmış özel bir jet.

Ancak bu şirketin sicili sorunlu görünüyor. İngiliz gazeteci Hannah Lucinda Smith’in yazdığına göre bu şirket, Ağustos 2023 ile Eylül 2024 arasında Avrupa’dan Halife Hafter’in kontrolündeki Bingazi’ye onlarca uçuşta İrlandalı paralı askerler taşımış. BM’nin 2701 sayılı kararını ihlal eden bu uçuşlar, BM uzmanlar heyetinin raporuyla da resmileştirilmiş. (Harici, 24.12.2026.)

TÜRKİYE’Yİ HEDEF ALAN CEPHELER

Tek tek incelenmesi gereken tüm bu olayların, şu kritik siyasal gelişmeler zemininde yaşanması önemli:

Doğu Akdeniz’de İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Türkiye’ye karşı askeri ve güvenlik işbirliğini derinleştirme kararı alıyor. Üç ülkenin Doğu Akdeniz için “Ortak Müdahale Gücü” kurması gündemde.

- İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs, rafa kaldırılan iki projeyi ABD’nin desteğiyle yeniden hayata geçirmek istiyor: 1) İsrail gazını Kıbrıs, Girit ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya taşıyacak East-Med projesi. 2) Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Koridoru IMEC.

- ABD-İsrail ikilisi Güney Kafkasya’nın jeopolitiğine müdahale ediyor: İsrail Azerbaycan’la askeri ilişkilerini geliştiriyor, ABD Zengezur Koridoru’nu Trump Koridoru’na dönüştürüyor. 

- ABD-İsrail destekli SDG’nin Şam’la entegrasyonu Suriye’de Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. 

- İsrail Golan’da genişlettiği işgali sürdürüyor ve kurduğu askeri üslerle bunu kalıcılaştırmaya çalışıyor. İlginçtir, Suriye dışişleri bakanlığı ilk kez bu süreçte Golan Tepelerini içermeyen Suriye haritası yayımladı. (Serbestiyet, 21.12.2024)

- Ve tüm bunların bağlandığı en önemli konu: ABD, İsrail hegemonyasında yeni Ortadoğu düzeni kurmaya çalışıyor.

HEDEF TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ Mİ?

Türkiye’yi ilgilendiren tüm bu stratejik ve taktik gelişmelerin yaşandığı süreçte de uçaklar düşüyor, İHA’lar sınırları deliyor, gemiler hedef alınıyor... 

Açık ki bu siyasi gelişmelerin aktörleri, öncelikle Türkiye-Rusya ilişkilerini hedef alıyor. Türkiye, Rusya ve İran’ın oluşturduğu Astana Platformu’nun işlevsiz hale gelmesiyle yetinmeyen ABD-Tel Aviv ikilisi, Türkiye-Rusya ilişkilerini tümden sabote etmek istiyor.

Ve asıl acısı da şu: Türkiye bu çok boyutlu güvenlik problemlerine odaklanmak yerine, ne yazık ki enerjisini içeride, iç politik güç mücadelesine harcıyor.

***

Fidan neden hedef? 

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan açılımı sabote mi ediyor? DEM Partili Cengiz Çandar bu gerekçeyle Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı ağır sözlerle hedef aldı. Çandar TBMM’deki konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a seslenerek “Dışişleri bakanınıza ayar verin” dedi!

Çandar, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın “Tekrar askeri yollara başvurmak istemiyoruz ancak SDG, ilgili aktörlerin sabrının tükenmekte olduğunu anlamalıdır” sözlerini anımsatarak bunun Erdoğan ve Bahçeli’nin çizgisine aykırı olduğunu savundu. (Cumhuriyet, 19.12.2025)

ENSARİOĞLU DA FİDAN’I HEDEF ALDI 

Erdoğan-Bahçeli ile Fidan’ın açılım tutumları bu denli farklı olabilir mi? Bu iki tutum farkı, iktidarın siyaset yapma tarzı ya da müzakere yürütme yöntemi olamaz mı? Genel kanaat Fidan’ın elbette Erdoğan’ın tutumuna rağmen farklı bir tutum alamayacağı şeklinde.

Peki o zaman DEM’liler gibi kimi AKP’lilerden de Fidan’a benzer tepki gelmesi ne anlama geliyor?

Örneğin, AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu’nun Hakan Fidan’a gösterdiği tepkinin düzeyi, DEM’li Çandar’ınkinden aşağı kalır değil. Ensarioğlu, Rudaw TV’deki programda, Fidan’ın SDG’yi hedef alan sözlerine tepki göstererek “Cumhurbaşkanı’nın iradesine aykırı tavır gösteren kişi ya görevi bırakır ya da görevden alınır” dedi. (Cumhuriyet, 21.12.2025)

YAŞAR GÜLER’E NEDEN SESSİZLER?

DEM’li Cengiz Çandar Erdoğan’dan Fidan’a ayar vermesini, AKP’li Galip Ensarioğlu da Fidan’ın ya istifa etmesini ya da görevden alınmasını istiyor.

DEM’li ve AKP’li iki isimden gelen bu sert tepkiler, ikilinin “açılım sürecini koruma” isteğinden mi? Elbette böyle düşünülebilir. Ama aynı ikili en az Hakan Fidan kadar SDG konusunda sert açıklamalar yapan Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler için neden benzer şeyler söylemiyorlar?

Örneğin Yeni ŞafakYaşar Güler’in SDG’yi hedef alan sözlerini “Bakan Güler’den SDG’ye net mesaj: Kimseye sormaz gerekeni yaparız” başlığıyla dün birinci sayfadan önce çıkardı.

Güler’in sözleri Fidan’ınkinden daha mı hafif? Neden Çandar-Ensarioğlu ikilisi Güler’i değil de Fidan’ı hedef alıyor? Eski genelkurmay başkanı da olan Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in etkisinin Fidan’ınkinden daha mı zayıf olduğunu düşünüyorlar? Güler’in sözlerinin ağırlığının Fidan’ınkinden daha hafif olduğunu mu değerlendiriyorlar?

AKP İÇİNDE KLİKLER ÇARPIŞMASI MI?

Anadolu halkı “Osmanlı’da oyun çok” derdi. Yavuz-Kürt İdris ittifakının modern versiyonunun sahnelendiği şu süreçte, benzer değerlendirmeyi yapabiliriz. Zira iktidarın açılım politikası ile iktidar içindeki güç merkezlerinin birbiriyle mücadelesi iç içe yürüyor gibi. Ankara kulislerinde “Erdoğan sonrası” için güç çarpışması yaşandığı konuşuluyor.

Örneğin Fidan’ın medya ve sosyal medya üzerinden parlatma ve öne çıkma çalışması yaptığı iddia ediliyor. Bu nedenle Fidan’a “TikTokçu” diyenler bile var.

Diğer yandan Bilal Erdoğan’ın son bir iki aydır öne çıkmasına ve yaptığı açıklamaların alt mesajlarına önemle dikkat çekiliyor.

En ilginci de şu: Merkezinde Habertürk’ün olduğu medya-sanat dünyasına yapılan operasyonların bayraktarlığını Sabah gazetesi yürütüyor. Muhafazakâr mahalleye sıçrayan, dolayısıyla iktidara da bir ölçüde zarar veren bu operasyonlarda Sabah neden bayraktarlık yapıyor? Yoksa bu operasyonların aynı zamanda AKP içindeki “hedef” bir güç merkezini zayıflatacağı mı hesaplanıyor? Sabah grubu Habertürk grubunu hedef alarak aslında damat Berat Albayrak’a alan açmaya mı çalışıyor?

Ankara kulislerine yansıyan bu değerlendirmeler, oyun içinde oyun olduğuna işaret ediyor. Mesele bazı muhalif kesimlerin iddia ettiği gibi “İBB kumpas davasını kamuoyunun gündeminden düşürmek için medya-sanat dünyasına uyuşturucu operasyonu yapıyorlar” basitliğinde ele alınmamalıdır. Tersine muhalefet bu operasyonlar ile klikler çarpışması arasında bir bağ olup olmadığının üzerinde önemle durmalıdır.

***

İki entegrasyon, iki idari yapı 

Suriye’den gelen bilgiler, Şam ile SDG’nin entegrasyonda bir orta yol bulmaya yakın olduklarına işaret ediyor.

ABD’nin Suriye’nin geçici cumhurbaşkanı Ahmet eş-Şara ile SDG Komutanı  Mazlum Abdi’ye imzalattığı 10 Mart mutabakatına göre, SDG’nin 31 Aralık’a kadar Suriye ordusuna entegrasyonu gerekiyor.

Peki nasıl?

İKİ MODEL 

Türkiye ve Şam yönetimi, SDG’nin kendini dağıtarak her SDG’linin tek tek Suriye ordusuna entegre edilmesini savunuyor.

ABD, İsrail ve SDG yönetimi ise SDG’nin birincisi tek tek değil blok halinde, ikincisi kendi komutası altında ve üçüncüsü kendi bölgesinde Suriye ordusuna entegre olmasını savunuyor.

Bu pratikte iki farklı entegrasyon, iki farklı model, hatta Suriye açısından iki ayrı idari model demek.

SGD’lilerin tek tek Suriye ordusuna entegre olmasının pratik sonucu “üniter Suriye” demektir. SDG’lilerin blok halinde kendi bölgesinde Suriye ordusunun bir parçası olması ise SDG bölgesinin özerkliği ve Suriye’nin ademi merkeziyetçiliği demektir.

UZLAŞI İÇİN ARA FORMÜL 

Şam’ın ve HTŞ’nin SDG’yi “zorla” kendi istediği modele göre entegre etme şansı yok. Şara’nın Suriye’yi yönetebilmesi, ABD’nin yaptırımlarının kalkmasına ve Washington’un desteğine bağlı. Diğer yandan İsrail de Şam’ı askeri basınç altında tutuyor.

HTŞ’nin SDG’yi “zorla” tek tek entegre edebilmesi ya da dağıtabilmesinin tek yolu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu güçlerinin doğrudan SDG’ye müdahalesinden geçiyor.

Ancak bu durum AKP hükümeti açısından Washington’la açtığı yeni beyaz sayfanın tekrar kapanmasından içerideki açılım sürecinin tıkanmasına kadar birçok riski barındırıyor.

ABD Büyükelçisi Tom Barrack’ın bu nedenle bir ara formülü uygulatmaya çalıştığı anlaşılıyor: SDG’nin tamamı değil ama üç tümeni korunsun, kendi bölgesinde bloklar halinde Suriye ordusunun parçası olsun. Bu ara formülün gereği olan idari yapıyı zaten “federasyon değil ama ona en yakın sistem” diye tanımlamıştı.

ŞAM’IN İKİ TALEBİ 

Şam’dan gelen bilgiler, bu formülün genel bir uzlaşının zeminini oluşturduğu şeklinde ama -belki de Ankara’nın etkisiyle- Şara yönetimi bazı ek taleplerde  bulunuyor.

Örneğin Reuters’in iddiasına göre Şam yönetimi “50 bin SDG’linin üç tümen halinde yeniden yapılandırılmasına” prensipte açık ancak iki talebi var: 1) SDG bazı komuta pozisyonlarından vazgeçmeli. 2) Kontrol ettiği bölgeler, Suriye ordusunun diğer birliklerine de açılmalı.

Şam’ın bu talepleri SDG tarafından kabul görür mü? Reuters’e konuşan bir SDG’li yetkili, “Bir anlaşmaya hiç bu kadar yakın olmamıştık” diyor.

YANLIŞ SURİYE POLİTİKASININ MALİYETLERİ 

Belki de uzlaşıya yaklaşılması nedeniyle olsa gerek, DEM Parti milletvekili Cengiz Çandar, TBMM’de yaptığı konuşmada, Erdoğan’dan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a SDG konusundaki sözleri nedeniyle “ayar vermesini” istedi!

Anlaşılan o ki Öcalan’ın TBMM heyetine yaptığı ama sadece 4 sayfalık özeti açıklanan 16 sayfalık görüşleri, devlet içinde farklı yorumlanıyor. Fidan’ın kimi sözlerinin işte o farka işaret ettiği düşünülüyor.

DEM de, Bahçeli’nin “Diyarbakır’da Öcalan’a özgürlük mitingi yapılmasını demokrasinin gereği sayan” tutumundan anlaşıldığı kadarıyla MHP de Suriye’deki bu uzlaşıya yakınlığın, içerideki açılım sürecinin önünü açacağını düşünüyor. O nedenle Öcalan’ın 16 sayfalık açıklaması bir süre daha kamuoyundan gizlenecek büyük olasılıkla. Çünkü Öcalan SDG’nin Suriye’de silah bırakmasını kabul etmiyor.

Burada bir sürpriz yok, Öcalan süreç başlarken nerede duruyorsa bugün de orada duruyor. 2014’teki açılımda “Ağırlık merkezi Kuzey Irak değil, Kuzey Suriye” demişti, 2025’te de “Türkiye’de devlet, federasyon, özerklik istemiyorum ama Suriye’de istiyorum” diyor özetle.

Yani Öcalan değil, AKP ve MHP durduğu yeri sürekli değiştiriyor. Bunun Türkiye’ye ağır maliyetlerini daha yaşamaya başlamadık bile.

***

Güney Amerika için iki zıt program 

ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesinden sonra Çin de Güney Amerika için bir strateji belgesi yayımladı. İki strateji belgesi, bölge için birbirine zıt iki program ortaya koyuyor.

Geçen hafta ilkini incelemiştik: ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Strateji belgesi, birincil önemli bölge olarak Batı yarımküreyi belirlemiş durumda. Washington, kuzeyden güneye Grönland, Kanada, Panama diye inerek Güney Amerika dahil kıtayı kendisi adına bir nevi “münhasır bölge” ilan ediyor ve burada yeni-Monroe doktrini uygulayacağını belirtiyor.

ABD Atlantik ve Pasifik okyanusları arasındaki bu bölgede, “Yarımküre dışındaki rakiplerin, yarımkürede kuvvet veya diğer tehdit edici yetenekler konuşlandırmasını veya stratejik açıdan hayati önem taşıyan varlıklara sahip olmasını veya bunları kontrol etmesini” engellemeyi önüne temel hedef koymuş durumda. Kim bu yarımküre dışı kuvvet? Çin.

Özetle ABD Çin’le hem Asya’da hem Güney Amerika’da ve hem de Ortadoğu ile Afrika’da bir büyük mücadele stratejisi belirlemiş durumda.

ÇİN’DEN ABD’YE YANIT

Çin, ABD’nin Ulusal Güvenlik Strateji belgesinin yayımlamasının hemen ardından Güney Amerika ve Karayipler bölgesiyle ilişkilerini tanımlayan kapsamlı bir strateji belgesi yayımladı. Belge, Çin’in 2016 yılında yayımladığı strateji belgesinin güncellenmiş hali. Pekin yönetimi bölgeye beş başlıkta derin işbirliği öneriyor.

Belge öncelikle bölgeyi Küresel Güney’in ayrılmaz bir parçası olarak tanımlıyor. Çok kutuplu dünya düzeni inşasına işaret ederek “tek taraflı zorbalığa ve hegemonya kullanımına” karşı çıkıyor.

Burada bir parantez açalım: Yeni Ulusal Güvenlik Stratej belgesinde, ABD’nin Güney Amerika’daki hedeflerine ulaşmak için iki araca başvuracağı yazıyor: Birincisi, “Bölgenin, ABD’yle uyumlu hükümetlerini, siyasi partilerini ve hareketlerini ödüllendireceğini ve teşvik edeceğini”, ikincisi de bunun kaldıracı olarak, Batı yarımküredeki askeri varlığını artıracağını belirtiyor.

İşte Çin’in strateji belgesinde işaret ettiği zorbalık ve hegemonya budur.

ÇİN’İN STRATEJİ BELGESİ 

Peki Çin’in strateji belgesinde neler var?

- Çin öncelikle siyasi güvenin önemine işaret ediyor. Egemenlik ve toprak bütünlüğünün desteklenmesini savunuyor. Hükümetler arası diyalog merkezlerinin güçlendirilmesini öneriyor.

- Çin ticaretin ötesine geçen yapısal öneriler sunuyor. Kuşak ve Yol kapsamında altyapı projelerinin hızlandırılmasını ve tedarik zincirlerinin güvence altına alınmasını amaçlıyor.

ABD Doları’na bağımlılığı azaltacak finansal adımları büyütmeyi öneriyor. İkili ticaretlerde ulusal paralarla ticareti savunuyor ve bunun gereği olan ödeme sistemlerinin entegrasyonunu öneriyor.

- Çin askeri alanda Güney Amerika ülkeleriyle savunma işbirliği ilişkilerini geliştirmek istiyor ve Küresel Güvenlik Sistemi çerçevesinde birlikte hareket etme niyetini ortaya koyuyor.

- Çin Güney Amerika ülkeleriyle yüksek teknoloji ve uzay çalışmaları alanlarında ortaklıkları derinleştirmek istiyor.

- Çin ayrıca “Uygarlık Programı” başlığı altında bölge ülkeleriyle kültürel diplomasiyi geliştirmeyi ve insani bağları güçlendirmeyi hedefliyor.

ABD SAVAŞ, ÇİN KAZANÇ VAAT EDİYOR

Görüleceği üzere Güney Amerika konusunda birbirine zıt iki program var.

ABD, Güney Amerika ülkelerini sömürmek için yeni-Monroe doktrini uygulayacağını, kendisiyle uyumlu hükümetleri işbaşına getirmeye çalışacağını ve bölgeyi askerileştireceğini söylüyor özetle. Ki Trump Beyaz Saray’a oturduğu günden bu yana Grönland’ı ve Panama’yı açıkça istediğini ortaya koydu, bazı Güney Amerika ülkelerindeki seçimlere doğrudan müdahil oldu ve Venezüella’ya da saldırı arayışında.

Çin ise tersine Güney Amerika ülkeleriyle daha önce başlattığı ve bu ülkelerin memnun kaldığı kazan-kazan ilişkilerini geliştirmeyi vaat ediyor.

İşte ABD’nin yeni-Monroe doktrininin zayıf karnı tam da budur: Güney Amerika ülkelerinin Çin’le işbirliğinden kazancı ve mennuniyeti...

Mehmet Ali Güller

Cumhuriyet


Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -27 Aralık 2025-

Hatay'da Erdoğan ziyareti öncesi 'film seti' hazırlığı: Yıkım saklandı, nehre su verildi, vinçler söküldü -Özkan Öztaş-  Erdoğan...