İngiliz edebiyatı profesörü, “Bir Dinazorun Anıları” kitabının yazarı Mina Urgan, “Gençliğimde solcuydum. İhtiyarlığımda solculuğum daha da arttı” diyordu. 25 yıl önce 84 yaşında kaybettiğimiz bu değerli insanın sosyalist dünya görüşüne sadakatini ve hayata dair görüşlerini hatırlamakta yarar var…
Burjuva siyasetçilerine, düşünürlerine atfen şöyle bir söz söylenir: “Bir insan yirmisinde komünist değilse kalpsizdir, otuzunda hala komünistse akılsızdır”. Bu söz amiyane tabirle şöyle de ifade edilir: “Yirmisinde komünist olmayanın kalbi yoktur, otuzunda hala komünist olanın kafası yoktur”.
Bu söz bir şekilde, liberal ya da sosyalizmden vazgeçen “döneklerin” gençliği sonrasında da komünizme devam edenler için “alaycı” anlamda kullandığı bir ifadedir.
Kendi dönekliklerini kamufle etmek için hala solculuk yapanlara “böyle” derler. Çıkarlarını düşünen ve bu sömürü düzeninde avantajlı konuma gelenler, aslında vicdanlarının bir tarafından gelen itirazı küllendirmek, kendilerini ikna edebilmek için bu tür “kelime cambazlıklarına” başvururlar.
Ayrıca iş adamları, burjuva siyasetçileri de gençlerin daha sonraki hayatlarında komünizmle ilgilenmemeleri, bu yoldaki bir mücadeleye katılmamaları için böyle bir iddiayı/savı ortaya atarlar.
'Bir Dinazorun Anıları'
Şimdi, bu pazar günü yaşamı ile böyle bir anlayışı reddeden değerli bir bilim insanından söz etmek istiyorum. 1916 doğumlu olan İngiliz edebiyatı profesörü Mina Urgan, 2000 yılında 84 yaşında iken vefat etti. (Kendisi 1916 doğumlu olduğunu ancak nüfus kağıdında 1915 yazıldığını söylüyor)
Mina Urgan, kendisini açıkça bir ateist, bir sosyalist olarak ifade etmesine rağmen “Bir Dinazorun Anıları” (Yapı Kredi Yayınları) isimli kitabı, Haziran 2025 itibariyle tam 108 baskı yaptı. İlk baskısı 1998’de olan kitabın kısa sürede onlarca baskı yapması karşısında Mina Urgan bile şaşırdığını söylemişti…
Anılarını 82 yaşında yazmaya başladığını söyleyen Mina Urgan, “Bir hayli dirençli, iyimser bir insan olduğum için bu uzun ömrüm boyunca başıma gelen felaketlere dayanabildim” diyordu. Cumhuriyetin ilk döneminde yetişmek suretiyle iyi bir eğitim aldıklarına vurgu yapıyordu.
İnsanın en güzel yıllarının gençlik değil 35 ile 45 yaş arası olduğunu belirten Urgan, 60’ından sonra güç dönemin başladığını, sağlık sorunlarına rağmen insanın pek yakınmaması gerektiğini söylüyor ve “’Aslan gibiyim diye böbürlenerek ağır bronşitlerle, hatta yüksek ateşlerle denize girdim” demekten de kendini alamıyordu.
'İhtiyar yiğit olmalı'
Mina Urgan 1 Mayıs 1978 yürüyüşünde
Mina Urgan, “iyi ihtiyarlamak için yiğit olmak gerekir” sloganını benimsediğini ifade ediyor. Sağlık konusunda fazla “dırdır” etmeden yaşlanmayı kabul etmeyi ancak yirmili yaşlarının da umutlarını, coşkuların, duyarlılıklarını elden bırakmamayı savunuyor.
Gençlerle iletişim kurmanın da insanın iç dünyasını genç tuttuğunu belirten Mina hoca, siyasal görüşünü de şöyle açıklıyor:
“Ben yirmi yaşında benimsediğim siyasal inançlara hala bağlıyım… gençliğimde de solcuydum, ihtiyarlığımda da solcuyum. Hatta solculuğum daha da arttı… kimi eski solcular benim gibi dinazoru umutsuz bir vaka sayıp fena halde küçümseyeceklerdir. Ama onların karşısında yılmak niyetinde değildir bu dinazor”…
Mina Urgan, kitabının ileri sayfalarında da dünya görüşünü daha net ifade eder:
“Yobazlığa karşıyım, ırkçılığa karşıyım, gericiliğe karşıyım. İnsanların sömürülmesine ve savaşa karşıyım. Sosyalizmden, sevgiden, kardeşlikten, aydınlıktan yanayım”.
Gericilik hoş görülemez!
“Dinazor Mina”, çocuklara, gençlere karşı hoşgörülü olmayı savunuyor ama 40 yaşına gelmişler için de şöyle diyor:
“Nerdeyse 40 yaşına gelmiş bir adam hala ırkçıysa, hala faşistse; liberal ekonomiyi sömürüp dalavereyle muazzam servetler yığıyorsa; her gün yalan söylemeyi hakkı sayıyor ve her gün ağız değiştiriyorsa; hala köktendinci bir yobazsa; kadınlara toplumda yer vermeye yanaşmıyorsa;
1400 yıl önceki yaşam biçimini özlüyorsa; kendi dininden ve soyundan olmayanları kıtır kıtır kesmeye hazırsa; asıl amacı demokrasiden işine geldiği kadarıyla yararlanıp sonra demokrasiyi ortadan kaldırmaksa; bizler demokrasi adına böyle bir adama neden hoşgörü gösterelim?”
Urgan, kimlerle consensusa (uzlaşmaya, anlaşmaya) varabileceğimizi, varamayacağımızı iyice düşünmek gerektiğini belirterek “Çoğunluk yanlış bir tutum benimsemişse o çoğunluğa boyun eğmek, o çoğunlukla anlaşmak zorunda değiliz” diyor.
Gülmek ve dostluk üzerine
Mina Urgan, yaşam ve insan mutluluğu üzerine de özgün görüşleri ileri sürüyor. İnsanın gülümseyerek mutsuzluklarını hem gizleyip hem yenmesini bilebileceğini, başkasından çok kendi haline gülebilen, kendisiyle “dalga” geçebilenlerin “tam insan” olduğunu savunuyor.
Aşk da olduğu gibi dostlukta da insanların birbirine özen göstermesi gerektiğini benimseyen Mina Urgan, “dostluklarımızı da sürekli onarım halinde tutmalıyız. Çünkü dostluklar ihmale gelmez” diyor.
İnsanın üstün zekalı ve bilgili olmasından çok duyarlı olması gerektiğine vurgu yapan Mina hocamız, bencilliği, hep kendini düşünenleri, yüksek egolu olmayı kabul etmez. Bir amaç uğruna çalışmanın önemine değinir.
“Bir Dinazorun Anıları”, Mina hocanın çocukluğundan başlayıp Necip Fazıl’la tanışıklığı olmasına rağmen ondan pek hazzetmediğine, Falih Rıfkı Atay’ın üvey babası olduğuna, 11 yaşında iken Mustafa Kemal Paşa ile dans ettiğine, Halide Edip, Abidin Dino, Sait Faik, Yahya Kemal, Orhan Veli, Aziz Nesin gibi pek çok isimle ilgili hatıralarına kadar zengin bir yaşamı anlatıyor.
Sınıfta komünizm
Mina Urgan’ın Cahit Irgat’la evliliği, annesi ve çocuklarıyla ilişkisi, akademik yaşamı da bu kitapta yer alıyor. Yazımızı Mina hocanın komünistliği ile bitirelim. Öğretim üyesi olduğu dönemde, bir meslektaşının kendisini “sınıfta komünizm propagandası yapıyor” diye ihbar ettiğinden de bahsediyor.
Bakın Mina hocamız ne yapmış:
“Elime fırsat geçtikçe sınıfta da, sınıf dışında da biraz komünist propagandası yapardım mutlaka. Yapmamayı da ahlaka aykırı bir korkaklık sayardım…
Ne gariptir ki, öğrencilerim, böyle ileri geri konuşmama itiraz etmezlerdi. Ancak bir tek öğrencim dersten çıktıktan sonra bu konuda bana çatmıştı. O da Türk değil, Amerikalı bir gençti.”
Yaşam dersleriyle dolu 321 sayfalık “Bir Dinazorun Anıları”nı okumadıysanız, okumanız dileğiyle ya da okuduysanız ikinci kez de okumanızda yarar vardır temennisiyle…
Sudan'da iç savaş -(I) / Eski silah arkadaşları nasıl düşman oldu?
İki buçuk yılı aşkın Sudan'da devam eden iç savaşta kritik günler yaşanıyor. Öne çıkan iki isim var: el-Burhan ve Hemedti. Aslında bu ikilinin ilişkisi geçmiş yıllara dayanıyor. Beraber aynı cephede mücadele ettiler, beraber darbeyi organize ettiler ve beraber iktidarı paylaşamadılar…
Sudan’da iki buçuk yılı aşkın süredir devam eden iç savaşta yeni bir kırılma yaşandı. Hızlı Destek Kuvvetleri, Kuzey Darfur eyaletinde kontrolü sağlayamadığı tek şehir Faşir'i de ele geçirdi.
Peki, Sudan’daki bu iç savaş nasıl başladı? Niye başladı?
Sudan’da bugün yaşananları anlamak için önce bağımsızlığın kazanıldığı döneme, ardından 2003’e ve 2019 yıllarına gitmemiz gerekiyor.
Yıllar önce aynı cephede savaşan, birlikte katliamlara ve insan hakları ihlallerine imza atan, darbeler planlayan iki silah arkadaşı nasıl karşı kaşıya geldi? İktidarı niye paylaşamadı?
Sudan: Darbeler ve iç savaşların gölgesindeki ülke
Önce Osmanlı, sonra İngiltere. 100 yılı aşkın süre işgal edilen Sudan, 1956’da bağımsızlığını kazandı.
Bağımsızlığın ardından Sudan için yeni bir dönem başladı: Darbeler, iç savaşlar ve bölünme… Hatta son gelişmelerle birlikte, belki de önümüzdeki günlerde yeni bölünmeler…
1956 yılındaki bağımsızlık ilanından kısa bir süre önce başlayan ilk iç savaş, yaklaşık 17 yıl sürdü. Kuzey ve güneyin yönetim krizine dayanan savaşta yaklaşık 1 milyon kişi hayatını kaybetti. 1972 yılında imzalanan Addis Ababa Anlaşması’yla savaş sona erdi. Ancak kısa süreliğine…
Savaş 1983’te yeniden patlak verdi ve bu sefer 22 yıl devam etti. 2. Dünya Savaşı’nın ardından en fazla kaybın yaşandığı savaşlardan biri olarak kayıtlara geçti ikinci iç savaş.
İkinci Sudan İç Savaşı’nda 2 milyon kişinin çatışmalar, kıtlık ve hastalıklar nedeniyle hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. Savaş ayrıca, kölelik ve toplu katliamlar da dahil olmak üzere çok sayıda insan hakları ihlalleriyle anılıyor.
2005 yılında Nairobi Anlaşması imzalandı ve bu savaş da son buldu. Anlaşma kapsamında taraflar, Güney Sudan’a altı yıl boyunca özerklik tanınması ve akabinde ayrılık için referanduma gidilmesi üzerinde ortaklaştı.
2011 yılında düzenlenen referandumda yüzde 98,8’lik kesim ayrılıktan taraf oldu ve 9 Temmuz 2011’de Güney Sudan Cumhuriyeti resmen kuruldu.
Referandumla birlikte Sudan topraklarının yaklaşık yüzde 25'i Güney Sudan Cumhuriyeti'nin kontrolüne geçti. Öte yandan Güney Kurfudan ve Mavi Nil eyaletleri için yapılması planan ayrılık referandumu askıya alındı. Söz konusu eyaletler hala Sudan'ın kontrolü altında. Bu durum bağımsızlığın ardından kimi çatışmalara neden oldu.
Sakin dönem kısa sürdü: Yeni krizi başlatan olay 2019 yılında yaşandı
Güney Sudan Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte Sudan'da görece sakin bir dönem başladı. Ancak bu sakin dönem pek uzun sürmedi. Şu anda ülkede yaşanan iktidar mücadelesinin fitilini ateşleyen olay 2019 yılında yaşandı. Önce darbeler ardından yeni bir iç savaş…
Merkezi Sudan yönetimi ve Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasındaki savaş 2,5 yılı aşkın süredir devam ediyor. Savaşın merkezinde ise iki komutan yer alıyor: Abdülfettah el-Burhan ve Muhammed Hamdan Dagalo ya da bilinen adıyla Hemedti. el-Burhan Sudan Silahlı Kuvvetleri’nin lideri ve Sudan Egemenlik Konseyi’nin başkanı, Hemedti ise HDK’nin komutanı ve lideri.
Aslında bu ikilinin ilişkisi geçmiş yıllara dayanıyor. Beraber aynı cephede mücadele ettiler, beraber darbeyi organize ettiler ve beraber iktidarı paylaşamadılar…
Sudan’da şu anda yaşananları anlamak için eskiye, önce 2003'e ardından 2019 yılına gitmemiz gerekiyor.
Hemedti (solda) ve el-Burhan (sağda) bir arada.
İlişkileri 2003 yılına dayanıyor
İkinci Sudan İç Savaşı’nın cephelerinden biri de 2003 yılında ülkenin batısındaki Darfur’da açılmıştı. Gerekçeyse Sudan yönetiminin Arap olmayan nüfusa yönelik baskılarıydı. El-Burhan isyanı bastırmak için gönderilen ordunun, Hemedti ise hükümetin isyanı bastırmak için devreye soktuğu cancavid olarak bilinen yerel Arap milislerinden oluşan çetenin başındaydı.
İsyan bastırıldı bastırılmasına ama ardından çok ağır suçlamalar kamuoyu gündemine geldi. Birleşmiş Milletler’in tahminine göre yaklaşık 300 bin kişi hayatını kaybetti, toplu tecavüzler ve köy yakmalar isyanı bastırma stratejisi olarak kullanıldı, Arap olmayan halka karşı etnik temizlik faaliyetine girişildi.
1989'da yaptığı darbeyle yönetimi ele geçiren, 1993'te askeri yönetimin feshedilmesiyle devlet başkanlığına gelen Ömer el-Beşir, Darfur Savaşı'nda yapılanlardan sorumlu tutuldu. Uluslararası Ceza Mahkemesi, el-Beşir'i yaşananların sorumlusu olarak soykırımla suçladı.
İsyanın bastırılmasının ardından el-Burhan’ın da Hemedti’nin de yıldızı parlamaya başladı. 2013 yılında Hemedti kontrolündeki cancavidlerden oluşan çete kurumsallaşmaya gitti ve Hızlı Destek Kuvvetleri kuruldu.
Hatta bunun ardından Ömer el-Beşir, yönetimini güvence altına almak için Hızlı Destek Kuvvetleri’ni orduya karşı denge unsuru olarak konumlandırmaya başladı.
Önce darbe ardından katliam ortağı oldular
Bu sefer de 2018 yılında ülkede kitlesel eylemler patlak verdi. Gerekçe bozulan ekonomiydi ve yaklaşık 30 yıldır iktidarı elinde tutan el-Beşir’in istifası talep ediliyordu. Protestolar devam ederken 2019 yılının Nisan ayında el-Beşir’e karşı askeri bir darbe yapıldı.
İktidarı ele geçiren Geçiş Askeri Konseyi’nin başına kısa bir süre sonra el-Burhan getirildi, konseyin ikinci lideri yani başkan yardımcısı ise Hemedti oldu. Böylece el-Beşir’in yaptığı denge stratejisine yönelik planların gerçekçi olmadığı ortaya çıktı.
Askeri cuntaya karşı çıkan halkın protestoları devam etti. Talep, askeri yönetimin derhal ve koşulsuz şekilde kenara çekilmesi ve iktidarın sivil bir geçiş hükümetine bırakılmasıydı. Protestolar kanla bastırıldı ve sahnede yine eski iki silah arkadaşı vardı: el-Burhan ve Hemedti.
Tarihe Hartum Katliamı olarak geçen olaylarda ülke genelinde internet kesildi, daha sonrasında cesetleri Nil Nehri'nden çıkacak 100'ü aşkın kişi öldürüldü, yüzlerce sivil yaralandı, en az 70 kişiye tecavüz edildi, muhaliflerin evlerine baskınlar düzenlendi.
Sudan halkı, katliamın ardından da eski rejimin kamudan tamamen tasfiye edilmesi için Hartum'da protestolara devam etti.
İktidarı paylaşamadılar: Fitili ateşleyen tartışma orduya entegrasyon oldu
Fakat protestoların devam etmesi üzerine yeni bir anlaşma yapılmak zorunda kalındı ve başında el-Burhan ile Hemedti’nin olduğu Geçiş Egemenlik Konseyi kuruldu. Konsey, anlaşma kapsamında Abdullah Hamduk’u başbakan olarak atadı.
Hamduk’un hükümette, Geçiş Egemenlik Konseyi’nin ise denetimde olduğu bu askeri-sivil ortak yapı iki yıl boyunca devam etti. Bu süreç Ekim 2021’de yapılan askeri darbeyle son buldu ve darbenin başında yine iki tanıdık isim vardı: el-Burhan ve Hemedti.
el-Burhan ve Hemedti için bu yıla kadar her şey yolundaydı. En azından yeni adıyla Sudan Egemenlik Konseyi, faaliyetlerine başlayana kadar böyle düşünülüyordu. Ancak Baas Partisi’nin Sudan bölgesi üyelerinden ve 2019 ila 2021 yıllarında arasında Geçiş Egemenlik Konseyi üyeliği yapan Sıddık Taver ikili arasındaki gerilim şöyle anlatıyordu:
2021'de herhangi bir anlaşmazlık belirtisi görmedim. Daha sonra General Burhan, İslamcıları ve eski rejim mensuplarını eski konumlarına döndürmeye başladı. General Burhan'ın planının, Ömer el-Beşir'in eski rejiminin yeniden iktidara getirmek olduğu anlaşılıyordu. Hemedti'nin bu noktada şüphe duymaya başladığını, çünkü el-Beşir'in yandaşlarının kendisine hiçbir zaman tam olarak güvenmediğini hissediyordu.
İkili arasında yaşanan asıl anlaşmazlık ise Hızlı Destek Kuvvetleri’nin orduya entegre edilmesi oldu. El-Burhan da Hemedti de öne çıkan figürlerdi ve güç kaybetmek istemiyorlardı.
Entegrasyon krizi devam ederken Hemedti el yükseltti ve HDK milislerini ülke genelinde konuşlandırmaya başladı. Bu adım 15 Nisan 2023’te başlayan iç savaşın başlangıcı oldu.
Sudan'da iç savaş -(II) / Diğer aktörler: Altın kaçıranlar, fon sağlayanlar, İHA satanlar...
Sudan'daki iç savaş her ne kadar merkezi yönetim ile Hızlı Destek Kuvvetleri arasında sürüyor gibi dursa da bu 2,5 yılda birçok aktör savaşa dahil oldu. Kimi altın kaçırıp fon sağladı, kimi arabuluculuk rolünü üstlenemeyince İHA satmaya başladı. Fakat yaşanan son gelişmelerin herkesi etkileyeceği aşikar.
Darbeler ve savaşların gölgesinde şekillenen Sudan tarihi, yine bir iç savaşla yazılmaya devam ediyor.
2,5 yılı aşkın süredir devam eden Sudan iç savaşı, yalnızca Sudan Silahlı Kuvvetleri ile Hızlı Destek Kuvvetleri arasında gerçekleşmiyor.
Savaşa resmi olarak hiçbir yabancı güç katılmamış olsa da ülkenin ekonomik ve jeopolitik konumu nedeniyle çeşitli devletlerin Sudan topraklarında rekabeti sürüyor.
HDK’nin Kuzey Darfur eyaletinde kontrolü sağlayamadığı tek şehir Faşir'i de ele geçirmesi, aktörlerin aldıkları pozisyonları ve faaliyetlerini etkileyecek gibi duruyor.
Sudan'da iç savaş başlarken
2003 yılında Darfur’da yaşanan çatışmalarda birlikte savaş suçları işlediler. Ömer el-Beşir’in 30 yıllık iktidarını sonlandıran 2019 yılındaki darbede birlikte rol aldılar. Aynı yıl askeri yönetimin son bulmasını talep eden halkı Hartum’da birlikte katlettiler. 2021’de sivil siyasetin tasfiye edildiği darbeyi birlikte düzenlediler.
Sudan Silahlı Kuvvetleri’nin lideri Abdülfettah el-Burhan ve Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK) lideri Muhammed Hamdan Dagalo ya da bilinen adıyla Hemedti, darbenin ardından 2023 yılına kadar ülkeyi birlikte yönetti.
Fakat kısa sürede anlaşmazlık derinleşti, gerilim yükseldi…
el-Burhan HDK'nin iki yıl içerisinde tamamen orduya entegre edilmesini istedi, Hemedti ise söz konusu entegrasyonun yaklaşık 10 yıla yayılan bir süreçte gerçekleşebileceğini söyledi.
HDK önce ülke genelinde konuşlanmaya başladı, ardından Hartum’daki ordu karargâhını kuşattı. Bu başarısız darbe girişimi ise 15 Nisan 2023’te başlayan Sudan İç Savaşı’nın fitilini ateşledi.
Geçiş Egemenlik Konseyi Başkanı el-Burhan (solda) ve Geçiş Egemenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Hemedti (sağda).
Batıyı Hemedti, doğuyu el Burhan yönetiyor
Sudan Silahlı Kuvvetleri resmi komutayı elinde tuttu, ancak HDK de oldukça hızlı aksiyon aldı. HDK militanları, başkent Hartum'u ele geçirmek için kentsel savaş ve sokak taktikleri kullandı, böylelikle başkent haftalar içinde yönetilemez hale geldi.
Bu süreçte Port Sudan fiili başkent, ülkenin batısı ise etnik katliamlara sahne oldu. Hartum'un düşüşünden bu yana 150 binden fazla insan öldürüldü ve 12 milyondan fazla insan yerinden edildi.
Sudan artık fiilen iki idareye bölünmüş durumda. Ülkenin doğusu el-Burhan’ın, batısı ise Hemedti’nin kontrolünde.
HDK son iki yılda, Güney Darfur eyaletinin merkezi Nyala'yı, Batı Darfur eyaletinin merkezi Cuneyne'yi, Orta Darfur eyaletinin merkezi Zalince'yi ve Doğu Darfur eyaletinin merkezi Dain'i ele geçirdi. Mayıs 2024’ten bu yana abluka altına aldığı Kuzey Darfur eyaletinin merkezi Faşir’de ise geçtiğimiz haftalarda kontrolü sağladı.
Batı Sudan'ın çoğunu ve o bölgenin sınırları kontrol eden HDK’nin, bölgesel avantajından da kaynaklı olarak gücünü kaçakçılık, altın madenleri ve yabancı ülkelerin desteğiyle sağlamlaştırdığı biliniyor. HDK’nin kendi lojistik ağları, hava sahası ve komuta zinciri bulunuyor.
Onlarca yıl süren iki iç savaşın ardından yapılan ayrılık referandumuyla Güney Sudan devleti resmen 2011 yılında kuruldu. HDK'nin Faşir'de kontrolü ele sağlamasının ardından Sudan'da yeni bir bölünmenin yaşanıp yaşanmayacağına ilişkin tartışmalar gündeme geldi.
Savaş eski iki silah arkadaşıyla sınırlı değil
Sudan’ın coğrafi ve ekonomik açıdan stratejik bir öneme sahip olması ise söz konusu savaşın Sudan Silahlı Kuvvetleri ile Hızlı Destek Kuvvetleri’yle sınırlı kalmasına olanak sağlamıyor.
Her ne kadar Sudan’daki savaşa resmi olarak hiçbir yabancı güç katılmamış olsa da çeşitli devletlerin de Sudan’daki mücadelesi kızışıyor.
En önemli deniz ticareti güzergahlarından olan Kızıldeniz’e 800 kilometrelik kıyı şeridi bulunan Sudan, aynı zamanda su diplomasisinde kritik öneme sahip Mavi Nil’in de 640 kilometrelik kısmına ev sahipliği yapıyor. Fakat bununla da sınırlı değil. Sudan geniş altın rezervlerine ve nadir toprak elementlerine sahip.
Ülke, adeta diğer birçok gücü de içine çeken bölgesel bir soğuk savaşın sahnesi haline geldi.
HDK her ne kadar altın madenlerinin kontrolünü 2017 yılında tamamen ele geçirmiş olsa da el-Beşir kendisini 2019 yılında darbeyle iktidardan indirecek isimlerden biri olan Hemedti'ye öncesinde birçok imtiyaz tanımıştı. Hemedti ve ailesi, bu imtiyazlar sayesinde 2017 yılından önce de altın rezervleri üzerinde büyük bir kontrol gücüne sahipti.
En önemli aktörlerden biri Birleşik Arap Emirlikleri
2013 yılında kurulan Hızlı Destek Kuvvetleri’nin başına getirilen Hemedti, arkasına aldığı güçle birlikte Darfur’daki altın madenlerinin çoğunu ele geçirdi. İlerleyen yıllarda çıkacak iç savaşta adı sıkça anılacak olan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile Hemedti’nin ilişkisi de ele geçirilen bu altın madenleri vasıtasıyla başladı.
HDK'nin savaşın ilk aylarında kullandığı stratejilerin başında açlığı silah olarak kullanmak, çeşitli yardım rotalarını ve ekonomik güzergahları kesmek, stratejik kasabaları ele geçirmek gibi yöntemler yer almıştı. Fakat bu stratejinin de kimi sınırları vardı, çünkü HDK'nin uzun menzilli yetenekleri yoktu.
Burada devreye “eski” ticaret ortağı BAE girdi. 2023 yılının sonlarında HDK’nin insansız hava araçları kullanmaya başladığı tespit edildi. Uluslararası Af Örgütü tarafından yapılan soruşturmada, Birleşmiş Milletler tarafından uygulanan silah ambargosuna karşı Çin yapımı güdümlü bombalar ve İHA’ların Darfur’a sokulduğu tespit edildi. Rapora göre söz konusu ekipmanlar BAE tarafından Çin’den yasal olarak satın alınıyor, ardından Somaliland ile Çad üzerinden geçirilerek HDK kontrolündeki Darfur’a ulaştırılıyordu. Ayrıca HDK bağlantılı bir uçak enkazında çıkan BAE pasaportları iddiaları daha da güçlendiriyordu.
BAE iddiaları reddetti ve tarafsızlığını açıkladı. Ancak savaşta kilit bir rol üstlendi. Çünkü hali hazırda Somaliland'daki Berbera, Eritre'deki Assab ve Yemen'deki Socotra Adası’na yaptığı yatırımlar göz önüne alındığında Kızıldeniz’e yönelik planları için Sudan oldukça önemli bir stratejik noktaydı.
BAE’nin Port Sudan’a sağlayacağı erişimle zinciri tamamlamayı ve Kızıldeniz'i kendi koridoru haline getirerek dünyanın en stratejik deniz yollarından biri üzerinde önemli bir aktör olmayı hedeflediği biliniyor.
Öte yandan BAE’nin amacının yalnızca deniz ticaretiyle de sınırlı olmadığı gündeme gelen yorumlardan biri. BAE’nin HDK ile güçlerini birleştirerek altın madenlerine, nadir toprak minerallerine ve dahası Libya ve ötesine uzanan kaçakçılık yollarına erişim sağladığı öne sürülen iddialar arasında.
HDK'nin madencilik faaliyetlerine izin verdiği ve bunun karşılığında BAE’den ekipman, fon ve silah tedarik ettiği bildiriliyor. Yetkililerse bu ilişkiyi “kazan-kazan durumu” olarak yorumluyor.
Önce arabulucu olmak istedi, ardından İHA'larla oyuna dahil oldu: Türkiye
Savaştaki bir diğer aktör, Sudan Silahlı Kuvvetleri’nin HDK’nin kurduğu İHA filosuna karşı bir güç oluşturma arzusu sayesinde sahneye çıktı: Türkiye.
Afrika kıtasına yönelik faaliyetlerine hız veren Türkiye, Kızıldeniz’de stratejik bir nokta elde etmek için iç savaştan önce kimi girişimlerde bulundu. Türkiye bu kapsamda 2017 yılında Sevakin kentindeki limanı rehabilite etmek amacıyla Sudan'la 99 yıllık bir kira sözleşmesi imzaladı. Ancak Sudan’daki çalkantılı atmosfer nedeniyle anlaşma iptal edildi.
İç savaş döneminde arabulucu rolüne soyundu ama bu da hüsranla sonuçlandı. BAE’nin HDK’yi silahlandırması Türkiye’nin bölgeye müdahale etmesi için bilet görevi gördü. Tarafsızlık planı işe yaramayan Türkiye taktik değiştirdi ve açıkça Sudan Silahlı Kuvvetleri’ni desteklemeye başladı.
AKP hükümetinin destekleriyle büyüyen Baykar, 2024 yılında Sudan Silahlı Kuvvetleri’yle 120 milyon dolar değerinde İHA anlaşması imzaladı. Kamuoyuna yansıyan haberlere göre teslimat, kargo kayıtları, uydu görüntüleri ve sızdırılan gümrük verileriyle onaylandı. Teslimat haberlerinden kısa bir süre sonra Baykar’a ait İHA’lar HDK kontrolündeki hava sahasında görülmeye başlandı.
HDK'ye ait hava savunma sistemi tarafından düşürülen Baykar tarafından üretilen Akıncı.
BAE ve Türkiye gerilimi
İki ülke kendi aralarında bir süre denge politikası güttü. Fakat Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türkiye’nin savaşa müdahalesinden rahatsız olduğu biliniyordu ve bu kaçak dövüş çok uzun sürmedi.
Uluslararası medya kuruluşlarının aktardığına göre, Sudan ordusu içinde savaşan Türk personeller tarafından işletilen İHA’lar, Nyala Havaalanı’ndaki bir askeri kargo uçağına saldırdı. Uçağın HDK için dronlar, mühimmat ve radar sistemleri taşıdığından şüpheleniliyordu, fakat edinilen istihbarat eksikti. Uçak silahların yanı sıra BAE'den subaylar ve askerler de dahil olmak üzere yabancı paralı askerler taşıyordu. Saldırı sonucu düzinelerce HDK milisinin yanı sıra 4 BAE vatandaşı da hayatını kaybetti.
Saldırıya bir gün sonra yanıt geldi. Resmi yönetimin kontrolünde olan Port Sudan, 3 günden uzun süren bir dizi hassas saldırıyla vuruldu. Havalimanı, elektrik santrali ve askeri üssün hedef alındığı saldırılarda ayrıca Türkiye yapımı insansız hava araçlarının depolandığı askeri hangarlar da hedef alındı. Türk destek ekibinden kişilerin yaralandığı bildirildi.
Port Sudan, ülkenin geri kalanına kıyasla iç savaştan etkilenmemişti. Resmi hükümete ve yabancı büyükelçiliklere ev sahipliği yapan şehir, Sudan'ın uluslararası ticaret ve insani yardımla tek gerçek bağlantı noktası olarak hizmet ediyordu. Tarafsızlığı stratejikti, ancak yapılan saldıyla bu kentin bu özelliği sona erdi.
Ve daha niceleri: Mısır, Rusya, ABD, Suudi Arabistan...
Savaşa taraf olan yabancı güçler, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle de sınırlı değil.
Sudan’ın kuzey komşusu Mısır, el-Burhan ve Hemedti’nin 2019’da el-Beşir’i devirdiği darbeyi destekledi. El-Burhan ve Hemedti’nin karşı kaşıya geldiği savaşta ise tarafını açıkça Sudan Silahlı Kuvvetleri’nden yana belirledi. Mısır hem uzun süredir gerilim yaşadığı Etiyopya’nın güç kazanmasını istemiyor hem de Nil Nehri üzerine inşa edilen Rönesans Barajı nedeniyle su krizi yaşadığı Etiyopya’ya karşı müttefik arıyor.
Suudi Arabistan ise tarafsız olduğunu vurgulasa da el-Burhan’dan yana tutum sergiliyor. Suudi Arabistan da BAE gibi ekonomik ve stratejik nedenlerden dolayı Kızıldeniz’e önem atfediyor. Ayrıca bölgede birçok yatırımı bulunuyor. Bu nedenle BAE'nin karşısında konumlanıyor.
Bir diğer ülke de Rusya. Yıllardır Sudan’daki altın madenlerinde varlık gösteren Moskova’nın, bir yandan Port Sudan’da deniz üssü kurmak istediği belirtiliyor. Rusya’nın, 2023 yılındaki isyanın ardından kendisine bağladığı paralı asker grubu Wagner’in Sudan’da faaliyet gösterdiği çeşitli haberlere konu oluyor. Wagner ile bağlantılı ajanların Orta Afrika Cumhuriyeti'nde konuşlanmış durumda olduğu ve HDK’ye lojistik destek sağladığı bildiriliyor. Ayrıca Wagner’e dair bir diğer iddia ise HDK’ye Libya, Suriye ve Orta Afrika üzerinden füze tedarik ettiği yönünde.
ABD ise özellikle son dönemlerde açıktan Sudan Silahlı Kuvvetleri’ni destekliyor ve HDK’nin eylemlerini “soykırım” olarak tanımlıyor. Her ne kadar resmi bir açıklama gelmese de bu tutumun nedeninin nadir toprak mineralleri olduğu belirtiliyor. Nadir toprak minerali rezervleri içinde büyük payı Çin’in elinde bulundurmasını ulusal güvenlik riski olarak gören ABD, minerallere erişim için başta Afrika kıtası olmak üzere faaliyetlerini hızlandırıyor.
Sudan’daki iç savaş yabancı ülkelerin de müdahalesiyle 2,5 yılı aşkın süredir devam ediyor. Fakat geçtiğimiz haftalarda yaşanan kırılma, yani HDK’nin Kuzey Darfur eyaletinde kontrolü sağlayamadığı tek şehir Faşir'i de ele geçirmesi aktörlerin aldıkları pozisyonları ve faaliyetlerini etkileyecek gibi duruyor.
Sudan'da iç savaş -(III) / Ülke fiilen ikiye bölündü, milisler ilerleyişi sürdürüyor
2023 yılında başlayan Sudan iç savaşında yaşanan son gelişmeler, "Ülkede yeni bir bölünme mi yaşayacak?" sorusunu gündeme getirdi. Çünkü Hızlı Destek Kuvvetleri'nin son hamleleri ülkeyi fiili olarak ikiye böldü. HDK ilerleyişini sürdürürken, merkezi yönetim ateşkesi kabul etmiyor. Peki, Sudan'ı önümüzdeki günlerde ne bekliyor?
İki yılın geride kaldığı Sudan iç savaşında kritik günler yaşanıyor.
Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK), beş eyaletten oluşan Darfur bölgesinde kontrolü sağlayamadığı tek şehir Faşir'i de ele geçirdi.
Artık ülke fiili olarak ikiye bölünmüş durumda. 18 eyaletin 5'inde tam kontrol sağlayan HDK, ablukalarını ve saldırılarını devam ettiriyor. Ateşkesi kabul etmeyen Sudan Geçici Egemenlik Konseyi ise zor günler yaşıyor.
Faşir neden kritik öneme sahip, HDK şehri nasıl ele geçirdi, bu süreçte sivil halk neler yaşadı, uluslararası aktörler ne tepki verdi, Sudan iç savaşı nereye gidiyor?
HDK'nin ele geçiremediği tek eyalet merkezi: Faşir
Hızlı Destek Kuvvetleri başarısız darbe girişiminin ardından ülkenin batı ve güney batı kesimlerini içine alan Darfur bölgesine konuşlandı.
Kuruluşu söz konusu bölgedeki Arap kabilelerden devşirilen cancavid milislerine dayanan Hızlı Destek Kuvvetleri, halihazırda Darfur’daki en etkili güç konumundaydı.
Ayrıca "Hemedti" adıyla bilinen HDK lideri Muhammed Hamdan Dagalo, yıllardır ailesiyle birlikte bölgedeki altın madenlerini de kontrol ediyordu. Bu da HDK’nin altın karşılığında silaha erişmesine olanak sağladı.
Çad, Orta Afrika Cumhuriyeti ve Güney Sudan sınırında bulunan bölge beş eyaletten oluşuyor: Kuzey, güney, doğu, batı ve orta Darfur.
Savaş başladıktan sonra HDK; Orta Darfur eyaletinin merkezi Zalince'yi, Doğu Darfur eyaletinin merkezi Dain'i, Batı Darfur eyaletinin merkezi Cuneyne'yi ve Güney Darfur eyaletinin merkezi Nyala'yı kısa sürede ele geçirdi ve kontrolü ele aldı.
Geriye ele geçirilmesi gereken tek bir eyalet ve o eyaletin merkezi şehri kalmıştı. Ancak HDK ne kadar çabalasa da uzun bir süre Kuzey Darfur’un merkezi Faşir’i ele geçiremedi. Aynı zamanda Darfur’un idari merkezi de olan Faşir’de bir türlü kontrolü sağlayamayan HDK, şehri kuşatma altına aldı.
Kuşatma 2024 yılının Mayıs ayında başladı. Geçici Egemenlik Konseyi'ne bağlı Sudan ordusu bu stratejik şehre yönelik ablukayı kırmaya çalışsa da başarılı olamadı. Çünkü merkezi yönetim bölgede oldukça zayıflamış, HDK ise gözünü karartmıştı.
Beş eyaletten oluşan Darfur'un Sudan haritasındaki konumu. (K: Kuzey Darfur, B: Batı Darfur, O: Orta Darfur, G: Güney Darfur, D: Doğu Darfur)
18 aylık mücadele: Kum setleri, açlık, saldırılar...
Ele geçirmeyi hedeflediği stratejik bölgelerde yardım rotalarını ve ekonomik güzergahları kesme stratejisi, HDK’nin savaş boyunca sıkça başvurduğu yöntemlerden oldu. HDK’nin Faşir’e 18 ay boyunca uyguladığı abluka da bu stratejiye dayandı.
Ancak bu strateji yeterli olmadı ve HDK, şehrin dış dünyayla etkileşimini tamamen kesmek için daha radikal bir yönteme başvurdu: Şehrin etrafına kum setleri örmeye başladı.
HDK’nin Faşir’in etrafına inşa ettiği devasa kum seti Eylül ayında tamamlandı. HDK bununla da yetinmedi ve şehrin yakınındaki yerleşim merkezlerini de setlerle abluka altına aldı.
Böylece şehre giden tüm yollar ve yardım hatları kapatılmış oldu. Faşir artık HDK’nin karantinası altına alınmıştı.
Kuşatma nedeniyle yaklaşık 130 bini çocuk olmak üzere yüz binlerce kişi şehirde mahsur kaldı. Dünyayla bağlantısı koparılan şehirde kısa sürede açlık krizi yaşanmaya başladı. Önce gıdalar tükendi, ardından hayvan yemleri… Depolanan kimi gıdalar ise astronomik fiyatlara satılmaya başladı. HDK, Faşir’de açlığı silah olarak kullanıyordu.
HDK’nin şehre yönelik adımları kuşatmayla da sınırlı kalmadı. Eylül ve Ekim aylarında kamusal alanlara saldırılar düzenlenmeye başlandı. İnsansız hava araçları ve topçu saldırılarında yüzlerce kişi hayatını kaybetti.
HDK, Faşir’de istediği koşulları yaratmıştı ve artık ilerleyebilirdi. İlerledi de... Sokak sokak, mahalle mahalle…
26 Ekim sabahı Hızlı Destek Kuvvetleri, Sudan ordusunun şehirdeki ana üssü olan 6. Piyade Tümeni'ne ait karargâhı ele geçirdi.
18 aylık abluka sonuç vermişti. Faşir ele geçirilmiş, HDK Darfur’daki egemenliğini resmen ilan etmişti.
Uydu görüntüsü HDK tarafından inşa edilen setleri gösteriyor. İnşasına başlanan ilk set mavi hatla (Yaklaşık 7 kilometre) gösteriliyor. Ardından inşa edilen yaklaşık 9 kilometrelik set ise yeşil hatla sembolize ediliyor. Bir sonraki set inşaatı mavi ve yeşil hatları bağlayan yaklaşık 6 kilometre uzunluğundaki sarı hat. Uydu görüntüsü çekildiğinde yaklaşık 9 kilometre uzunluğa erişen kırmızı hattın inşaatı ilerleyen günlerde mavi hatta doğru devam ettirildi.
Kameralara gülümseyen milisler ve katledilen insanlar
Sonrası mı?
Arkasına aldığı cesetlerin önünde konuşan bir HDK milisi kameralara gülümsüyor:
Soykırım istediler ve soykırımı aldılar. Onları diri diri yaktık, onları mangalda pişirdik.
Bir başka HDK milisi, kamyonetin içine yerleştirilen cansız bedenleri kamerasıyla kaydediyor:
Şu işe bak, şu soykırıma bak. İşte hepsi böyle ölecek.
Üst üste yığılmış cesetler arasında seğiren bir bacağı fark eden bir başka milis, silah arkadaşını şöyle uyarıyor:
Bu adam neden hâlâ hayatta? Vurun onu.
HDK, Faşir’i ele geçirdikten sonra birçok video ortaya çıktı. Siviller ölüyor, milisler gülümsüyor, gerçekleşmesi çok muhtemel tehditler havada uçuşuyordu. Öne çıkan isimse HDK komutanlarından Fatih Abdullah İdris’ti. İdris “Ebu Lulu” ismiyle tanınıyordu fakat şehirde yaptıklarından sonra “Faşir Kasabı” olarak anılmaya başlandı.
Yere sıralanmış silahsız sivilleri azarlıyor, tecavüz tehditlerinde bulunuyor, yalvarışları keyifle dinliyor, otomatik silahındaki mermiler tükenene kadar tetiğe basıyor ve gülümsüyordu.
Bu anlara ait görüntüleri ise Tiktok hesabı üzerinden tüm dünyayla paylaşıyordu. Ebu Lulu yine aynı platformda canlı yayınlar açıyor, öldürdüğü insan sayısını unuttuğunu söylüyor, ancak tahminlerine göre yaklaşık 2 bin kişinin canını almış olabileceğini anlatıyordu.
Ebu Lulu “şöhretinden” memnundu ama onun bu şöhreti HDK’yi zor durumda bırakan ilk olaylardan oldu.
Merkezi Sudan yönetimi uluslararası arenadaki meşruluğunu halihazırda HDK’nin savaş suçları işlediğine yönelik söylemlerle kazanmaya çalışıyordu. Başta Ebu Lulu olmak üzere HDK milisleri ise merkezi yönetimin bu isteğini adeta altın tepside sundu.
Oysa Geçici Egemenlik Konseyi Başkanı ve Sudan Silahlı Kuvvetleri’nin lideri Abdülfettah el-Burhan da HDK’nin başındaki Hemedti gibi sivillerin hayatını önemsemiyordu, önemli olan eski silah arkadaşına karşı iktidarı ele geçirmekti. Sonuçta bundan 22 yıl önce Hemedti ve el-Burhan yine aynı topraklarda, Darfur’da etnik katliama girişmemiş miydi?
Ebu Lulu'nun sosyal medya platformu üzerinden paylaştığı bir infaz videosundan kesitler.
Uydu görüntüleri ortaya çıktı: Nesne kümeleri ve kırmızı karaltılar
HDK milislerine ait videoların dolaşıma girmesiyle çeşitli ülkelerden ve kuruluşlardan tepkiler gelmeye başladı.
Bunun üzerine Hemedti, askerlerine yağma girişiminde bulunmamaları ve sivilleri hedef almamaları için çağrı yaptığı videoyu dolaşıma soktu. HDK ise sivillerin öldürüldüğü ve Arap olmayan etnik grupların hedef alındığına yönelik suçlamaları kesin bir dille reddetti.
Ancak bu sefer de ortaya uydu görüntüleri çıktı.
Yale Üniversitesi’nin Halk Sağlığı Fakültesi’ne bağlı İnsani Araştırmalar Laboratuvarı, HDK’nin Faşir’i ele geçirmeden önce ve sonrasında çekilen uydu görüntüleri üzerinden bir rapor yayımladı.
Uydu görüntülerinin analiz edildiği raporda şehrin ele geçirildiği tarihten sonra, daha önceki görüntülerde olmayan “nesne kümeleri” tespit edildi. Bu kümeleri oluşturan nesneler ise insan vücudunun boyutuyla örtüşüyordu.
Söz konusu “nesneler” sivillerin sığındığı bölgelerde, araçlar tarafından kapatılan sokaklarda kümeleniyordu ve bu kümelenmelerin etrafı kırmızı karaltılarla çevrelenmişti. Rapora göre kırmızı karaltıların görüldüğü bu “kümelerin” cansız insan bedenleriyle oluştuğu tespit edildi.
Ancak bu “kümelere” yalnızca şehirde değil, Faşir halkının kaçmaya çalıştığı güzergahlarda da rastlandı. HDK güçlerinin bir kısmı şehir içinde ilerlerken, bir diğer kısmı ise kenti çeviren kum setlerinin etrafına konuşlanmıştı. Şehirden kaçmaya çalışanlar infaz edilmiş ve cesetleri kum setinin yanına açılan hendeklere atılmıştı.
Yale Üniversitesi tarafından yayımlanan raporda yer verilen uydu görüntülerinden biri.
Tepkiler arttı, soruşturma başlatıldı
Birleşmiş Milletler ve bağımsız insan hakları kuruluşlarına göre HDK milisleri, Faşir’i ele geçirdikten sonra 48 saat içinde 2 binden fazla sivili öldürdü.
Videolar ve uydu görüntüleriyle birlikte uluslararası kamuoyunda da tepkiler arttı. Bunun üzerine Uluslararası Ceza Mahkemesi, 3 Kasım'da bir açıklama yaptı ve HDK’nin "savaş suçu ve insanlığa karşı suç" işleyip işlemediğine dair soruşturma başlattığını duyurdu.
Tüm bu süreçte savaş suçlarını reddeden HDK lideri Hemedti, tepkiler üzerine milislerinin kimi ihlallerde bulunduğunu kabul etmek zorunda kaldı, yaşananlara ilişkin soruşturma başlatıldığını duyurdu.
Kısa bir süre sonra Hızlı Destek Kuvvetleri tarafından kimi milislerin tutuklandığına dair açıklamalar ve görüntüler servis edilmeye başlandı.
Tutuklananlardan birisi de “Faşir Kasabı”ydı. HDK tarafından sosyal medya üzerinden paylaşılan görüntülerle, Ebu Lulu’nun Faşir çevresindeki bir cezaevine götürüldüğü ve hücreye kapatıldığı aktarıldı.
Ancak Ebu Lulu’nun HDK’ye bağlı olmadığı, ittifak halinde bulunulan bir “koalisyon gücüne” liderlik yaptığı öne sürüldü.
HDK tarafından servis edilen görüntülerde, Ebu Lulu'nun elleri kelepçeli şekilde milisler tarafından hücreye kapatıldığı görüldü.
HDK kontrolü sağlayıp ateşkesi kabul etti, merkezi yönetim reddetti
Her ne kadar Sudan’daki iç savaşa hiçbir yabancı devlet resmi şekilde dahil olmasa da birçok ülke fiili olarak savaşta yer aldı. Kimi silah tedarik etti, kimi İHA sattı, kimi ekonomik faaliyetler yürüttü…
Hızlı Destek Kuvvetleri’yle ilişki geliştiren hiçbir devlet halihazırda bu ilişkiyi aleni şekilde sürdürmemişti, fakat Faşir’de yaşananlar uluslararası baskıyı daha da arttırdı.
Faşir ele geçirilmeden önce -hepsi savaşta farklı cepheleri destekliyor olsa da- ABD, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır taraflara ateşkes önerisinde bulunmuştu. Üç aşamalı bu önerinin ilk adımı üç aylık insani ateşkes, ikinci adımı kalıcı ateşkes, son adımı ise sivil yönetime geçişten oluşuyordu.
Eylül ayında yapılan bu öneriye iki taraftan da yanıt gelmedi. Fakat HDK, Faşir’i ele geçirip Darfur bölgesinde kontrolü sağladıktan ve uluslararası kamuoyunda tepki gördükten sonra bir açıklama yaptı. HDK yaptığı açıklamayla ateşkesi kabul ettiğini duyurdu.
“Savaşın yıkıcı insani sonuçlarıyla başa çıkmak" ve "acil yardım teslimatına izin vermek” gibi gerekçelerle söz konusu öneriyi kabul ettiğini öne süren HDK, “adil, kapsamlı ve kalıcı” bir barış istediğini deklare etti. Ayrıca açıklamada, düşmanlıkların sona erdirilmesine ilişkin tartışmaların taraflarınca “sabırsızlıkla” beklendiğini öne sürdü.
HDK’nin bu adımına karşılık Sudan Geçici Egemenlik Konseyi Başkanı ve Sudan Silahlı Kuvvetleri lideri el-Burhan da bir açıklama yaptı. el-Burhan, HDK’nin silah bırakmaması halinde ateşkes veya barış anlaşmasının mümkün olmadığını şöyle aktardı:
İsyancılar silahlarını bırakmazlarsa ne diyalog ne de barış olur. Onları ve onlarla birlikte olanları Sudan'da kabul etmeyeceğiz. Ya onları ortadan kaldıracağız ya da canımızı verene kadar onlarla savaşmaya devam edeceğiz. Onlarla ne ateşkes ne görüşme ne de barış yapacağız.
Sudanlılar bu isyancıların elinden çok acı çekti; öldürdüler, işkence ettiler, yağmaladılar ve vahşice davrandılar. Bizden onlara acıyı tattıracağımız şeylerden başka hiçbir şey almayacaklar.
Barış istiyorsanız, bu paralı askerleri tek bir yerde toplayın ve silahlarını teslim alın. Bu olmadan kimse onlarla konuşmayacak. Bu savaş müzakerelerle veya ateşkesle değil, isyanın yenilgiye uğratılmasıyla sona erecek.
Çatışmalar devam ediyor: HDK'nin hedefi komşu eyalet
Öte yandan HDK’nin beş eyaletten oluşan Darfur bölgesinde kontrolü tamamen ele geçirmesi, Sudan’ın bölünebileceğine yönelik tartışmaları da beraberinde getirdi.
Ayrıca şu anda yaşananlar HDK’nin beş eyaletle yetinmek gibi bir planı olmadığına işaret ediyor.
18 eyaletten oluşan Sudan’ın 13 eyaleti Sudan Geçici Egemenlik Konseyi’nin kontrolünde. Ancak HDK stratejik eyaletlere yönelik harekâtlarını sürdürüyor.
Darfur’a komşu olan Kurfudan bölgesi, HDK’nin ilerleyişi için stratejik öneme sahip. Kuzey, güney ve batı olmak üzere üç eyaletten oluşan bölgede şiddetli çatışmalar yaşanıyor.
Özellikle Batı Kurfudan eyaletinde her an bir kırılma yaşanabilir, çünkü eyaletin önemli şehirlerinden olan Babanusa aylardır HDK kuşatması altında ve kuşatma her geçen gün ağırlaşıyor. Kuşatmaya takviye birlikler gönderen HDK, geçtiğimiz hafta şehirdeki Sudan Silahlı Kuvvetleri’ne teslim olma çağrısında bulundu.
Deva Hamamı, bir zamanlar salgın hastalıkları önlemek için kente girenlerin temizlendiği bir mekandı. Bugünse 500 yıllık tarihi dokusuyla sanat ve kültürün buluşma noktasına dönüşmeyi bekliyor.
Diyarbakır – Bilen bilir, Diyarbakır deyince ilk akla gelen Sur ilçesidir. İlçe tam 12 bin yıllık tarihe sahip. Diyarbakır’ın ilk yerleşim yeri olan Sur aynı zamanda kentin en önemli belleği. Bu bellek fazlasıyla tahrip edilmiş olsa da bugün halen ayakta kalmaya çalışıyor.
Sur’daki önemli tarihi yapılardan biri de hamamlar. Kentte bulunan 30 tarihi hamamın yarısı yıkılmış, yarısı da bakımsızlıktan harabe halde. Osmanlı döneminde salgın hastalıkları önlemek, kentte yaşayanları korumak için dışarıdan gelenlerin hamama girmesi zorunlu tutulur, kente gelenler hamamda bir güzel temizlendikten sonra kente alınırmış. Kente girişi sağlayan sur kapılarına yakın hamamların olması da bu yüzdenmiş. Bu hamamlardan biri de 500 yıllık tarihe tanıklık eden Deva Hamamı.
Tarihin kalbinde bir yapı
Sur kapılarından biri olan Mardin Kapı tarafında bulunan ve 1520-1540 yılları arasında (16. yüzyıl) inşa edildiği söylenen, Evliya Çelebi’nin “Seyahatname”sinde öve öve bitiremediği Deva Hamamı bölgenin en büyük hamamlarından biri. Eski adı Hamamıkebir (Büyük Hamam) olan hamam, vilayet salnamesindeki kayıtlarda ise “Deve (Deva) Hamamı” olarak yer alıyor.
Diyarbakır’ın en büyük hamamı olması nedeniyle büyük hamam deniyor Deva Hamamı’na. Şifa kaynağı olması nedeniyle ise “Deva” ismini alıyor. Rivayet odur ki kervandan kaybolan bir devenin birkaç gün arandıktan sonra burada bulunması nedeniyle halk arasında Deve Hamamı olarak da söylenegeliyor. Dikdörtgen planlı olan hamam bazalt ve moloz taştan yapılmış, 500 metrekare alana sahip. Hamamın iki girişi var. Sekiz köşeli bir kubbesi var, kubbeye geçişler tromplarla sağlanmış. Soğukluk yan yana iki kubbe ve yarım kubbeyle örtülmüş.
Deva Hamamı yeniden hayata döndü
Fotoğraf: Elif Ekin saltık
Uzun yıllar bakımsız kalarak harabeye dönen ve defineciler tarafından tahrip edilen Deva Hamamı, 2018 yılından itibaren Cuma Akgün tarafından devralınmış. Akgün, büyük bir emek ve fedakarlıkla hamamı temizleyerek atıl durumdan kurtarıp halkın ziyaretine açtığını anlatıyor: “Çöple dolmuştu. 40 traktör çöp çıkardık. Uyuşturucu bağımlıları giriyordu. Bu tür mekanlar kültürel mirasımız. Tescilli bir yapı. Yetkililerin buraya gelip görmesini istiyorum. Restore edilip turizme kazandırılmalı.”
Hamamdan sanat mekanına dönüşüm
Deva Hamamı, günümüzde geleneksel bir hamam işlevinden ziyade, tarihi atmosferini koruyan bir kafe olarak hizmet veriyor. Ziyaretçiler, hamamın otantik atmosferinde çaylarını ve kahvelerini yudumlarken, aynı zamanda bu tarihi mekanı gezme ve tanıma fırsatı buluyor. Cuma Akgün, mekanı bir yandan işletirken diğer yandan da ziyaretçilere hamamın tarihi ve mimari özellikleri hakkında bilgi vererek bir nevi gönüllü rehberlik yapıyor.
Hamam bugün görsel ve işitsel sanat yapanların en uğrak yerlerinden biri. Müthiş bir akustiğe sahip, bu nedenle de konserlerin verildiği, tiyatro gösterilerinin yapıldığı, sergilerin açıldığı önemli bir kültür sanat alanı aynı zamanda. Hamamın yazın serin kışın da sıcak olduğunu söyleyen Akgün devam ediyor: “Hamamın mimari yapısı özellikle fotoğrafçıların ilgisini çekiyor.” Öğle saatlerinde içeri giren güneş ışınları şahane bir görsellik oluşturuyor gerçekten de. Hamam şu anki haliyle bile yerli ve yabancı turistlerin ilgisini çekerken Diyarbakır’ın kültürel mirasının bir parçası olarak yaşamaya devam ediyor.
"Türkiye'de yaşamak benim için yeni bir dünyaydı ama değişik demek daha doğru olabilir. Çünkü daha önce başka yerlerde yaşamıştım ama İstanbul’da insanların yaşayışları benim için farklıydı. Türkiye diğer gördüğüm ülkelerden daha farklıydı. Diğer ülkeler belki daha düzenliydi. İnsanlar dedim ya, çok arkadaş canlısıydılar. Ve bu benim için çok önemliydi. Çünkü İngiltere’de insanlar genellikle çok soğuk değil ama bireysel yaşıyorlardı"
Büşra Sanay (solda) ve Anne Clare
“İnsana insan gerek.” Ne güzel bir laf. Derin, gerçek ve İonna Kucuradi’nin dediği gibi insanın içini sıcacık yapar. Sizlere, tanışalı neredeyse iki yıl olan ve çok güzel paylaşımlar, sohbetler yaptığım bir arkadaşımı anlatmak istiyorum. Anne Clare. Londra’da onu ilk gördüğümde mevsimlerden bahardı, hava ne soğuk ne sıcaktı. Mahallede çok sevdiğim kahve dükkanındaydım ve mekanın sahibi Sami abiyle kahve içiyorduk. Ki, kendisi tam bir İstanbul beyefendisidir. Bilahare ondan da söz etmek isterim. Her sohbetimizde, çocukluğundan gençliğinden aklında kalanları anıları, mekanları anlatan tam bir kitap ve İstanbul kurdu kendisi. Tam da o esnada kapı açıldı ve biri içeri girdi, bir kadındı. Sami abiyle konuşmaya başladılar ve sohbet Türkçe ilerliyordu. Burada sorun yok ama sohbetin İngiliz aksanıyla şahane bir Türkçe olarak devam etmesi dikkatimi çekmişti. Kimin bu denli konuştuğunu merak ettim, arkamı döndüm ve sordum;
“Merhaba, acaba nerede öğrendiniz bu Türkçeyi? Çok güzel konuşuyorsunuz.” Cevap şöyleydi:
“Ben uzun yıllar Darüşşafaka’da İngilizce öğretmenliği yaptım!”
“Ne zaman?”
“1972-1979 yılları arasında…”
Anne Clare ile arkadaşlığımız o gün başladı. Genelde bende buluşuyoruz, hava güzelse yürüyoruz. Her gün 5-6 km yürüyor. Haftada iki gün koroda şarkı söylüyor, beş ya da altı dil konuşuyor ve son öğrendiği dil de İtalyanca. Mutlaka her gün en az yarım saat İtalyanca romanından bir kuple okuyor. Ayrıca çok British bir tatlı olan Apple Crumble çok seviyor, benim de bunu çok iyi yaptığımız söylüyor. Bir ara ona, İstanbul’da yaşarken çektiği fotoğraflar olup olmadığını sormuştum. Bana 70’lerde İstanbul’da, hatta Türkiye’nin başka şehirlerini ziyaretinde çektiği fotoğrafları gösterdi. Yazıda onlardan bazılarını da göreceksiniz. Sohbetlerimizde Anne’e, İstanbul’a ve Darüşşafaka’ya dair çok soru soruyordum, sanırım onun anlatması özellikle çok hoşuma gidiyordu. Hem bir yabancının gözünden İstanbul’u yaşama deneyimi hem de ben doğmadan öncesi. Anne’i insanların tanımasını ve eğer bu yazıya denk gelirlerse de, öğrencilerinin onu hatırlamasını isterim. Sorularım onu 20li yaşlarına götürdü. Şimdi 79 yaşında ve hatırlayabildiği kadarıyla o günleri konuştuk.
Anne Clare
- Anne, biraz kendinden söz etmeni isteyeceğim. Kaç yılında nerede doğdun? Ne eğitimi aldın?
1946 Temmuz ayında Londra’da, güney Norwood’da doğdum. İlkokulda evimize yakın olduğu için bir kilisenin okuluna gittim. Sonra ortaokulda iyi bir okula gitmek için geçmem gereken bir sınav vardı, maalesef geçemedim ama yine de gittiğim ortaokul özel okul olmamasına rağmen özellikle İngilizce ve Fransızca eğitimi açısından çok iyiydi. Sınavlardan da çok iyi sonuçlar alıyordum. 16 yaşıma gelince de iyi bir liseye başladım. Orada da İngilizce, Almanca ve Fransızca öğrendim, ardından öğretmenler okulu maceram başladı (Teachers Training Collage). Burası Cambridge’deydi ve çok iyi bir öğretmenler okuluydu. Bu okul o zamanlar değil ama şimdi Cambridge Üniversitesi’nin bir parçası oldu. Okul bittiğinde hem Fransızca hem İngilizce öğretmeni oldum. Hemen Fransa’ya gittim öğretmenlik yapmak için. Bir okulda stajer öğretmen olarak göreve başladım, İngilizce öğretiyordum büyük öğrencilere. Fransa’yı çok seviyordum, orada daha uzun kalmak isterdim ama İngiltere’ye dönmem gerekiyordu. İki sene İngiltere’de öğretmenlikten sonra Almanya’ya gittim.
- Almanya’da hangi dil üzerine öğretmenlik yaptın?
Almanya’da, tercümanlık okulunda İngilizce öğretiyordum. İki sene vergi ödemeden kalabiliyordun ama sonrasında tüm vergileri ödemen lazımdı. O yüzden oradan da ayrıldım.
- Peki Türkiye hikâyen nasıl başladı?
Almanya sonrası İngiltere’ye dönüp, burada çalışmak istemiyordum ve o yüzden başka ülkelerde iş arıyordum. Aslında Brezilya’ya gitmekti amacım çünkü, o dönem Portekizce öğreniyordum. Ama İngilizce öğretmeni aramıyorlardı, yani bana göre bir iş yoktu. Tam da o günlerde gazetede bir ilan gördüm. İş İstanbul’daydı ve her şey böyle başladı.
Fotoğraf: Anne Clare
- Yıl kaçtı İstanbul’a gittiğinde ve kaç yaşındaydın?
1972’de 26 yaşımdaydım İstanbul’a Darüşşafaka’ya öğretmen olarak gittiğimde ve 1979 senesinde de ayrıldım Türkiye’den.
- Gitmeden evvel, Türkiye hakkında bir bilgin fikrin var mıydı ve gördüğün ilanda ne yazıyordu?
O zaman Türkiye ve İstanbul hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bu iş ise, British Council destekli bir işti. Konaklama ve yol masraflarının bir kısmını destekledikleri yazıyordu. Kazanacağım para da fena değildi. İşi aldım. Ama nasıl bir yer olduğunu bilmediğim için de biraz korkuyordum açıkçası. İstanbul’a, Atatürk Havalimanı’na indiğimde, Darüşşafaka’dan birkaç öğretmen beni karşıladı ve bana yardımcı oldu. İngilizce öğretmeni değillerdi ama oldukça iyi İngilizce konuşuyorlardı. Her şey çok iyi geçti. Okula vardık ve bir odaya yerleştim.
- Okulda yatılı olarak ne kadar kaldın?
Yalnızca ilk sene okulda yatılı kaldım. İstanbul’a alışmam biraz zaman aldı çünkü bazı şeyler bana değişik bazı şeyler ise zor geliyordu. Ama İstanbul’u çok sevdim. Okuldaki insanlar çok iyi niyetlilerdi.
- Ailene, İstanbul’a gideceğini söylediğinde ne dediler?
Tabii ki kabul ettiler. Çünkü zaten daha önce de farklı ülkelerde de kalmıştım.
Fotoğraf: Anne Clare
- İstanbul’un çok neyi şaşırttı, büyüledi seni? Nesi değişik geldi. Hiç Türkçe bilmiyorsun, İstanbul’a dair bir şey bilmiyorsun. Kimseyi de tanımıyorsun. İlk günlerini hatırlıyor musun insanları, çevreyi, sokaktaki hayvanları?
Mesela dolmuş vardı, Londra’da yoktu öyle bir şey. Ayrıca, sokakta meyve sebze satılıyordu ve bu insanlarla herkes pazarlık yapıyordu. Bu çok enteresandı. İngiltere’de öyle bir şey yoktu görmemiştim. Ve Darüşşafaka, Fatih’te çarşıya yakın bir yerdeydi. Orada yollar çok kötüydü, hep çukurlar vardı. Yağmurlu bir gündü okula gidiyordum, o yollardan birinde düşmüştüm her yanım çamur olmuştu. Böyle bir anı da hatırlıyorum.
- Şimdi hâlâ dolmuşlar var ve pazarlık yapılıyor. Sen de yaptın mı pazarlık?
Nasıl yapıldığını öğrenmiştim ve evet en sonunda ben de pazarlık yapıyordum. Fakat her şeyi net hatırlamıyorum.
- Darüşşafaka’yı biraz anlatabilir misin? Nasıl bir okuldu, öğrenciler derslerde nasıldı, eğitim sistemi üzerine neler hatırlıyorsun hepsini çok merak ediyorum.
Çocukların bu okula girmek için yapılan sınavı kazanmaları lazımdı tabi. Hepsi Anadolu’dan gelmiyordu. Öğrenciler genellikle uslu ve çok akıllıydılar. 11 -16 yaş arası çocuklardı. Hakikaten öğrenmek istiyorlardı ve iyi çalışıyorlardı. Bazıları çok çok iyi sonuç alıyordu. Okulda benden başka İngiliz ve Amerikalı öğretmenler de vardı. Matematik ve fen dersleri İngilizce öğretiliyordu. Mesela bir kız öğrenci Harvard Üniversitesi’nden burs kazanmıştı. Ama bir tek sınıf vardı ki çok yaramazdı. Bazı öğretmenler okuldan ayrıldı sırf bu yüzden. Okul bir ara yalnız erkek okuluydu ve bu yaramaz sınıf, son erkek sınıftı. Sonraki sınıflar kız ve erkek karışıktı. Çünkü eğer bir disiplin problemi olursa bir okulda, işte orada çok büyük sıkıntılar yaşanıyor. Ben de sınıfa İngilizce öğretiyordum ve bu sınıftaki çocuklar yüzünden ben de okuldan ayrılmayı düşünüyordum ama ayrılmadım. Tam hatırlamasam da şimdi, beni deli ettiklerini söyleyebilirim. Ama sonra, kalmaya karar verdim çünkü bir sonraki sene onlara ders vermeyecektim. Genel olarak, çok çalışkandılar. Okul binası ise fena değildi ama eskiydi. Şimdi yeni bir yerde olduğunu biliyorum ama nerede olduğunu bilmiyorum.
Darüşşafaka'da derste...
- Senin adın Anne ve Türkçede de biliyorsun ismin “anne”ye çok benziyor. Bununla ilgili anın var mı?
İsmimle dalga geçmemişlerdi ama söylediğim başka şeylerle ilgili oluyordu. Mesela sınıftayken, onlar sık sık bana bir şey soruyorlardı ve ben de genelde “well” diyordum. Onu hep taklit ediyorlardı “weelllll” diye.
- Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de öğretmenlik yaptın ve sonra Türkiye’ye gittin. Türkiye’de o dönem yani 1972’deki eğitim sistemi ile diğer ülkelere baktığında nasıl bir fark vardı?
Darüşşafaka özel bir okuldu ve çok çok iyiydi. İngilizce dersleri çok önemliydi. Çocuklar iyi çalışıyorlardı ve bunun sonunda da iki senede İngilizceyi hakikaten çok iyi konuşuyorlardı. Matematik ve fen bakımından harikaydı. Tarih, coğrafya gibi dersler ise zaten Türkçe öğretiliyordu. Bence çok çok iyi bir okuldu.
- Peki Türkçeyi nasıl öğrendin?
Çok zordu ilk üç sene. Sıkıntı çektim. Çalışıyordum ama zordu. Bir kitap almıştım Türkçe öğrenmek için. Ama şimdi adını ve yazarını hatırlamıyorum. Onu okumaya çalışıyordum, başladığımda çok az anlıyordum, devam ve tekrar ettikçe kitabın sonuna doğru çok daha iyi anlamaya başlamıştım. Sonra başka kitaplar okumaya devam ettim, bu sistem benim için çok kullanışlıydı. Hatırladığım kadarıyla Türkçe kurslar da yoktu Türkiye’de. Türkçeyi gerçekten kursa giderek öğrenmeyi çok isterdim ama kurs bulamamıştım. Fakat en önemlisi şuydu ki Türklerle konuşmağa çalışıyordum ve çoğu arkadaşlarım ise Türk’tü.
Büşra Sanay (solda) ve Anne Clare
- Kitap hâlâ seninle mi? Saklıyor musun hatıra olarak?
Kim bilir nerede!
- Türkiye’de yaşarken İngiltere’ye ne kadar sıklıkta gidip gelirdin?
Her sene bir ya da iki kez giderdim.
- Türkiye’de yaşadığın dönem sosyal hayattan, insanlarda söz etmeni istesem nasıl anlatırsın? Neler kaldı aklında?
Türkler çok kibar ve arkadaş canlısıydı. Londra’da insanlar öyle değildi maalesef. Çok soğuklardı bence. Mesela İstanbul’da insanlar beni bazen evlerine davet ediyorlardı çay içmeye. Tamam bir çay içerim ama ısrar ederlerdi, “lütfen burada kalın, yemek de yiyin” derlerdi ve bana hep bir şeyler verirlerdi. Sonra o akşam orada kalırdım. Ve bu insanlar yakın arkadaşım değillerdi, tanıdıklardı. Ayrıca sokaktaki kedi köpekler çok güzeldi. Londra’da sokakta kedi köpek yoktu ve onları her yerde görmek beni mutlu ediyordu ama bazen üzülüyordum. Çünkü her zaman yemek bulamıyorlardı.
- O dönem İstanbul huzurlu ve güvenilir miydi?
Bana hiçbir şey olmadı, başıma bir şey gelmedi. Eve bazen akşamları geç dönerdim, hatta evim bir yokuşun üstündeydi sonra taşındığım ev de başka bir yokuştaydı. Hiçbir zaman bir problem yaşamadım. Ama Londra’da dört defa sokakta başıma olay geldi. Apartmandaki komşularla da iyiydik.
Fotoğraflar: Anne Clare
- Nerede yaşadın İstanbul’da?
Beşiktaş, Serencebey Yokuşu’nda oturuyordum. Oturduğum ev Boğaz’ı görüyordu. Çok güzel bir manzarası vardı.
- Akşamları dışarı çıkıyor muydunuz arkadaşlarınla? Nerelere giderdiniz?
Yemek yemeğe çıkıyorduk. Beyoğlu’na giderdik. Konserlere gidiyorduk.
- Kimleri izledin?
Zeki Müren, Ajda Pekkan.
- En sevdiğin Türkçe şarkılar neler?
Nazlı Dilber, Üsküdar’a Gideriken, Hadi Bakalım Kolay Gelsin, daha çok var ama hepsini hatırlamıyorum. Çok seviyordum Türk müziğini. İlk gittiğimde kulağım alışık değildi hatta düşünüyordum ki bu sesler bana karmaşık ve bağırışımalar gibi geliyordu. Ama iki sene sonra çok alıştım ve sevdim. Çok sık dinliyordum. (Anne ve ben bir araya gelince mutlaka Türkçe şarkılar açıyoruz ve benim bilmediklerimi biliyor.)
- İzin günlerinde, çalışmadığın zamanlarda neler yapardın?
Niye bilmiyorum ama fazla yürümüyordum İstanbul’da. Genellikle restoranlara gidiyordum. Ama iş yüzünden çok meşgul olduğumu hatırlıyordum ve gerçekten yorucuydu öğretmenlik. Hafta sonları evde çocuklara ders hazırlıyordum. Ama bazen dolmuş ve otobüse binip bir yerlere gidiyordum. Fotoğraf çekmeyi çok seviyordum.
Fotoğraf: Anne Clare
- İstanbul’da kadın ve erkek giyimini, modasını nasıl bulurdun?
Bölgeye bağlı. Doğu İstanbul’da daha çok başörtülü kadınlar vardı. Ama Taksim tarafları öyle değildi. Genellikle İstanbul’dakiler İngilizler gibi görünüyordu kıyafet bakımından. Bazıları çok şıktı. Mesela bazı öğretmeler tam batıdaki insanlar gibiydi. Okulda hiç başörtülü öğretmen yoktu ya da çocuklar yoktu.
- Adalar’a gittin mi?
Tabii. Adalar’ı çok seviyordum. Arkadaşlarımızla gidiyorduk.
- Türkiye’de yaşadığın dönemde çok fazla şehir gezmişsin. En çok nereleri sevdin?
O zamanlar Marmaris, Alanya, Kaş çok güzeldi ama Fethiye beni çok etkilemişti. Kaş’ta kalamazdın o zamanlar, çok küçük bir yerdi. Ayrıca Dalaman’da çok güzel bir yerdi, Kral Mezarları vardı yakınlarda. Karadeniz bölgesi çok güzel ve yeşildi.
- En sevdiğin Türk yemekleri nelerdi?
Sanırım en çok mezeleri seviyordum.
- Türkiye’de yaşamak sana neler kattı?
Benim için yeni bir dünyaydı ama değişik demek daha doğru olabilir. Çünkü daha önce başka yerlerde yaşamıştım ama İstanbul’da insanların yaşayışları benim için farklıydı. Mesela aile yaşantıları gibi. Değişik geliyordu. Örneğin 18 yaşındaki bir çocuğun hâlâ ailesiyle yaşaması gibi. Türkiye diğer gördüğüm ülkelerden daha farklıydı. Diğer ülkeler belki daha düzenliydi. Oralarda pazarlık yapılmazdı, daha bireysel yaşarlardı ama Türkiye çok fazla kültürün olduğu bir yerdi. Akdeniz ve Ege kültürleriyle beraber. Dolayısıyla Türkiye komşuluğuyla, yemekleriyle, sokaktaki hayvanlarıyla, etrafıyla başka bir yer. İnsanlar dedim ya, çok arkadaş canlısıydılar. Ve bu benim için çok önemliydi. Çünkü İngiltere’de insanlar genellikle çok soğuk değil ama bireysel yaşıyorlardı. Değişik insanları tanıdım, farklı müzikler öğrendim. Farkları çok seviyordum.
Fotoğraf: Anne Clare
- Türkiye’nin diğer ülkelerden farkı neydi senin için?
Her şey daha doğaldı. Sokaklar, İstanbul’un dışındaki yerler. Bazen güzel değildiler ama ben değişimi seviyorum. Mesela ben İstanbul’da oturduğum zaman çok eşek vardı sokaklarda. Çok vardı. Ve onlara eşya taşıtıyorlardı. O hayvanlar bir şeyleri getirip götürüyordu. Sokaklarda birtakım insanlar da bazı şeyleri satıyorlardı. Ve onlar da sırtında büyük kutularla sepetlerle taşıyorlardı. Bunlardan çok görüyordum.
- Türkiye’de yaşarken sana en çok neler sorulurdu İngiltere’yle ilgili?
İnsanlar, Kraliçeyi görüp görmediğimi soruyorlardı. Bir de “evli misin?”, “çocuğun var mı?” diye çok soruyorlardı, nefret ediyordum bu sorulardan. Okuldaki insanlar değildi bunu soranlar. Ama biriyle biraz sohbet ettiğin zaman biriyle hemen öyle şeyleri merak ediyorlardı. Başta garipsedim, çünkü bu sorular özel sorulardır ve İngiltere’de öyle şeyler sormazlar. Ama sonra alıştım tabi.
- Türkiye’ye yerleşmeyi düşündün mü hiç?
Hayır öyle şeyler düşünmüyordum. Ama Türkiye’yi çok seviyordum. Her şeyini çok seviyordum. Şehir çok güzeldi bir kere, yemekler şahaneydi. Okulu çok seviyordum.
Fotoğraf: Anne Clare
- Türkiye ye giderken hiç fikrin yoktu ama yedi sene yaşadıktan ve çalıştıktan sonra Türkiye’yi çok seven biri olarak ayrıldın. Ne hissettin?
Hayatta bazı şeyler öyle. Bilmediğin ve yeni bazı şeyler daha güzel oluyordu öteki şeylerden. Ben hiç öğretmen olmak istemiyordum. Ama uzun lafın kısası hayatın karşıma çıkardığı fırsatlar ve insanlar, olaylar öğretmen olmama vesile oldu. Öğretmen olarak çalışmaya başladığım zaman çok korkuyordum. Fakat tuhaf bir şekilde çocuklarla iyi anlaştım. Öğretmenliğe burada başladım. 22 yaşımda öğretmen oldum ve 60 yaşımda bıraktım. 19 sene önce bıraktım. 36 yıl öğretmenlik yaptım. Bu memlekette 26 sene. Türkiye’den ayrılırken de buruk hissetmiştim.
- Darüşşafaka’dan ayrılmaya nasıl karar verdin?
Özel bir nedenim vardı. Ve oradan ayrılınca üzüldüm gerçekten. Bir veda partisi yapmışlardı bana, hediyeler verdiler.
- Peki döndükten sonrası?
İngiltere ye dönünce Londra’da SOAS’da üç sene Türkçe okudum. Maalesef sadece Türkçe değildi. Osmanlı tarihi dersimiz vardı, İslam tarihi ve İslam sanatı eğitimi aldım.
- Neden dönünce bu eğitimleri aldın?
Çünkü ilgileniyordum.
Fotoğraf: Anne Clare
- Türkiye’de yaşamasaydın bununla ilgilenmeyecek miydin sence?
Hayır ilgilenmezdim.
- İstanbul deyince aklına ne geliyor? İstanbul senin için ne demek?
Çok güzel bir şehir, eski binalar, yalılar, güzel yemekler…
- Türkiye’ye gittin mi bir daha?
Evet birkaç defa gittim yaz tatillerinde ama turlarla. İstanbul’a gitmedim.
- Belki beraber gideriz ne dersin?
Neden olmasın.
- Son olarak dil öğreten bir insana klasiktir ama sormak isterim, bir dil nasıl öğrenilir?
Temel grameri öğrenmek, o dilde konuşan insanlarla sohbet etmek ve o dilde kitap okumak.