Asgari ücret kiraya bile yetmiyor!-Atilla Özsever-
Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 12 Aralık’ta toplanacak. Bu ücret, yüzde 25 artışla 27 bin lira düzeyine bile çıksa kirayı karşılamaya yetmeyecek. Emekçilerin oturduğu büyük şehirlerde kiralar 30 bin lira civarında. Türkiye, son beş yılda 12 kat kira artış oranıyla Avrupa şampiyonu oldu!
Asgari Ücret Tespit Komisyonu, 12 Aralık 2025 günü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda ilk toplantısını yapacak. Komisyonun yapısıyla ilgili nasıl bir gelişme sağlandı, henüz belli değil.
Türk-İş, 5 işçi, 5 işveren ve 5 hükümet temsilcisinden oluşan mevcut yapıya karşı çıkıyor. Çalışma Bakanlığı da, Türk-İş’e ilettiği öneride komisyonun yeni yapısının 5 işçi, 5 işveren ve 1 hükümet temsilcisinden oluşabileceğini bildirdi.
Aslında bu öneride de, yine hükümet ve işveren işbirliği ile işçi tarafının asgari ücretin saptanmasında bir etkisi olmayacak, işçi tarafı 6’ya 5 “yenik düşecek”. Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay da, son önerinin “bir şey değiştirmeyeceğini” söyledi.
Kiralar uçuyor!
İstanbul Gayrimenkul Değerleme ve Danışma Şirketi’nin “ilandaki konutlar” üzerinden yaptığı Eylül 2025 ayı analizine göre, Türkiye genelinde ortalama kira bedeli 22 bin TL’ye yükseldi. Yani mevcut asgari ücretle eşitlenmiş durumda.
Emekçilerin ikamet ettiği sanayi kentlerinde, büyük şehirlerde ise, kiralar asgari ücretin üstünde seyrediyor. Gayrimenkul Değerleme Şirketi’nin yaptığı analize göre, kiraların en yüksek olduğu bazı illerdeki kira miktarları şöyle:
İstanbul: 33.000 TL, Muğla: 30.000 TL, Ankara: 27.000 TL, İzmir: 25.000 TL, Antalya: 24.000 TL, Kocaeli: 23.000 TL, Diyarbakır: 22.500 TL, Çanakkale: 22.000 TL.
Halen 22 bin 104 lira olan asgari ücret, 2026’da yüzde 25’lik bir artışla 27 bin 630 liraya çıkabilecek. Büyük şehirlerde 25-30 bin lira dolayında olan kira miktarları, 2026’da daha da artacağından yeni asgari ücret de yine kiraların altında kalmış olacak.
Türkiye, Avrupa şampiyonu (!)
Avrupa Birliği İstatistik Ofisi (Eurostat) verilerine göre, son beş yılda (2020-2024) kira artış oranları üzerinden Türkiye, birinci sırada bulunuyor. Son beş yılda Türkiye’deki kiralar yüzde 1.233 oranında, yani 12 kat artmış. İşte Avrupa’daki kira artış tablosu:
- Türkiye……………%1.233
- Macaristan……….%101,7
- Bulgaristan……….%84,1
- Litvanya…………...%81,5
- Estonya…………….%74,7
- Hırvatistan………..%71.3
- İzlanda……………..%67,9
- Portekiz……………%67,7
Görüldüğü gibi ikinci sıradaki Macaristan’da bile kiralar ancak yüzde 101,7 oranında artmış, yani sadece bir kat yükseliş var. Kira artış oranı açısından Türkiye ile Macaristan arasında 10 kattan fazla bir fark var. Bizde kira fiyatlarının “uçtuğu” gözüküyor.
25. sıradaki Fransa’da kiralar, son beş yılda sadece yüzde 9,3 oranında artmış. Son sıradaki (26. sıra) Finlandiya’da ise eksi yüzde 4,6 oranında artmış, yani yüzde 4,6 oranında gerilemiş.
Asgari ücret ne olmalı?
Asgari ücret, hiç olmazsa kiraları karşılamak için ne olmalı, diye sorduğumuzda öncelikle sendikaların bu konuya yaklaşımını gündeme getirelim.
Türk-İş’in verilerine göre, Kasım 2025 itibariyle açlık sınırı (dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcaması) 29 bin 828 TL, yoksulluk sınırı ise (gıda ile birlikte diğer temel harcamalar) 97 bin 159 TL oldu.
Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, asgari ücretlinin 2024 yılından yüzde 14 alacaklı olduğunu belirtiyor. 2024’te asgari ücret yüzde 30 oranında artırıldı, oysa enflasyon yüzde 44 çıktı. Buradan işçinin yüzde 14‘lük bir alacağı gözüküyor.
Türk-İş, bu yılki enflasyonun da yüzde 31’i bulduğuna göre en az ücretin yüzde 45’lik bir artışa denk gelmesi gerektiğini savunuyor. Yüzde 45’lik bir artış, asgari ücretin 32 bin 51 liraya gelmesi demek.
DİSK’in önerisi
DİSK ise, iki kişinin çalıştığı bir aileye en az yoksulluk sınırı kadar gelir girmesi gerektiğini öngördüğünden asgari ücretin 48 bin 560 lira olması görüşünü benimsiyor.
Aslında bu rakamlar, kiraları karşılayabiliyor ama diğer ihtiyaçları karşılama açısından yine düşük kalacaktır. Yoksulluk sınırı düzeyinde, yani 100 bin lira dolayındaki bir ücret bir ailenin asgari geçim koşullarını karşılayabilir.
Genel kabul gören bir prensibe göre, kiralar bir emekçinin gelirinin dörtte biri ya da en fazla üçte biri oranında olmalıdır. Daha fazlası için geçim zorlaşacaktır.
AKP Hükümeti’nin “emekçiler rahat geçinsin” diye bir derdi olmadığı için, yani düşük ücret politikasının devamından yana bir politika izlediği için 2026 asgari ücretinin yüzde 25 dolayında artması öngörülebilir. İş, emekçilerin ve sendikaların mücadelesine kalıyor…
/././
Plan değil, pilav!-Engin Solakoğlu-
Trump’ın Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi “plan değil, pilav” diyor.
ABD’nin Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi yayınlandı. 33 sayfalık belgenin tam başlığı “National Security Strategy of The United States of America – November 2025”. Belgenin orijinaline şuradan ulaşılabiliyor.
Bu yazıda kolaylık olması bakımından UGSB kısaltmasını kullanacağım. UGSB’nin Türkiye’yi ve bölgemizi ilgilendiren yönlerine değinenler oldu. Büyük olasılıkla önümüzdeki günlerde bu boyutlarıyla enine boyuna tartışılacak.
Benim niyetim ise belgenin bütününe bakmak.
Devletlerin ulusal güvenlik stratejilerine dair bu tür belgeler genellikle birkaç yılda bir özellikle de stratejide önemli bir değişiklik planlandığı dönemlerde yayınlanır.
30 yıla yaklaşan diplomatik kariyere rağmen sözü çok dolandırmamak ve en sonda söyleneceği en başta söylemek gibi mesleki bakımdan kötü alışkanlıklarım var. Yine öyle yapacağım.
Trump’ın UGSB “plan değil, pilav” diyor. Meş’um Türk büyüklerinden Morrison Süleyman Bey’in söylediği bu sözü ben hep iki türlü anlamışımdır. Birincisi muhtemelen Süleyman Demirel’in de kastettiği gibi “planlamaya ne gerek var piyasa her işi halleder”, ikincisi ise hesap kitap yapmayı önemsemeyen bir tür ciddiyetsizlik.
Sonuçta kapitalizmin en çirkin ürünlerinden biri olan Trump’ın belgesi her iki anlayışı da kısmen yansıtıyor ama sanki ikincisi daha ağır basıyor.
İçerikten önce üsluba değinerek başlayalım. UGSB’de felsefeden çok slogan var. Bu yönüyle de öncelikle iç kamuoyuna hitap eden bir tür seçim bildirgesini çağrıştırıyor. Sözcüklerle ifade edilmese de belgenin her tarafından “MAGA - Make America Great Again1” ve “America First2” mottoları fışkırıyor.
Şimdi biraz içeriğe bakabiliriz.
UGSB’yi kabaca Monroe Doktrini'nin3 21. yüzyıl ve Trump’ın yandan çarptığı versiyonu olarak nitelemek mümkün. Belge Batı Yarımküre diye adlandırılan Kuzey, Orta ve Güney Amerika’ya geniş yer ayırıyor. Bu bağlamda, göçün durdurulması, “narko-terörizm”le mücadele ve bölgede ABD hegemonyasının yeniden tesisi öne çıkıyor ve tehditlere askeri karşılık verilmesi gereği vurgulanıyor. Buraya baktığınızda ABD’nin Venezuela, Kolombiya, Küba gibi ülkelere doğrulttuğu silahı açıkça görebiliyorsunuz. Daha ileri giderek belgenin ABD’nin güney komşusu Meksika açısından da kaygı verici bir içerik taşıdığını söylemek mümkün. Trump bu belge aracılığıyla Batı yarımküreye şu mesajı gönderiyor: “Ya benimsin, ya toprağın!”
19. yüzyıldaki Monroe Doktrini Avrupalı sömürgeci devletlerin bölgeden süpürülmesini ve ABD’nin yapacağı yağmaya ortak olmalarının engellenmesini öngörürken, Trump’ın UGSB’si benzer bir uyarıyı isim vermeden Çin’e ve Rusya’ya yapıyor ve 19. yüzyıldaki durumdan farklı olarak bölgedeki sosyalist, sol veya halkçı diyebileceğimiz iktidarları da bu ülkelerle gelişen ilişkileri yüzünden tehdit sayıyor.
Belgeyi öncüllerinden ayıran önemli bir fark da, ABD’nin bölgesel çıkarları ve küresel bakımından rakip olarak görülen Çin veya Rusya’nın değil eski ABD yönetimlerinin ve Avrupa’nın suçlu sandalyesine oturtulması. Trump’ın veya yardımcısı Vance’in Avrupa’ya “bittiniz oğlum siz!” makamından yaptıkları çağrılara belgede “strateji” süsü verilmiş gibi.
Biraz daha kurcalarsak belgenin Atlantik düzeninin sona erdiği anlamına gelecek bir içerik taşıdığı söylenebilir. Bu da II. Dünya Savaşı’nda başlayan bir dönemin kapandığı şeklinde yorumlanıyor. NATO’nun “habire genişleyen bir örgüt” olmaktan çıkacağı söyleniyor. Trump belgesi şimdiden Atlantik’in karşı kıyısında ciddi bir şok dalgası yaratmış gibi. ABD cephesinden zaman zaman gelen hakaretleri iç tüketime yönelik fevri söylemler olduğu düşüncesiyle çok da ciddiye almayan Avrupa devletleri, şimdi bunları enikonu resmi bir ABD belgesinde görmenin şaşkınlığını yaşıyorlar.
USGB Avrupa’ya deyim yerindeyse tahtakurusu istilasına uğramış eski bir karyola muamelesi yapıyor. Avrupa’nın ekonomik gelişme konusunda yerinde saymasından, askeri alandaki zayıflığından ve “medeniyetinin aşınması”ndan söz edilen belgede ulusal kimliklerin göç ve düşük doğum oranları yüzünden tahrip olduğu ileri sürülüyor. Burada doğrudan bir melezleşerek çürüme suçlaması görüyoruz. Bu da Trump/Vance ekibinin dünyaya bakışına hâkim olan “beyaz üstünlükçü (white supremacist)” yaklaşımla uyumlu.
Belgede Avrupa Birliği de özel olarak hedef alınıyor. Birliğin siyasal özgürlükleri ve ulusal egemenlikleri aşındırdığı tespitinden hareketle, Avrupa uluslarının Birliğe karşı mücadelesine destek verileceği söyleniyor. Bunun araziye Avrupa’da zaten yükselen aşırı sağ ve göçmen karşıtı siyasi akımların açıktan destekleneceği şeklinde yansıyacağına kuşku yok.
Trump belgesi Avrupa’nın ABD’nin rekabet gücünün korunması bakımından için hayati bir rol üstlenebileceğini söylüyor ama bunu yaparken bölgeyi kabaca ikiye ayırıyor. Belge Orta, Doğu ve Güney Avrupa’da “sağlıklı” milletler bulunduğuna ve Çin’in ticari etkisinin buralarda göğüslenebileceğine işaret ederken, Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerini Çin’le ekonomik işbirliklerinin geri dönülmez bir noktada bulunduğu gerekçesiyle geri plana atıyor.
Avrupa’dan Rusya’ya geçelim. USGB’deki Rusya atıfları, Trump yönetiminin Ukrayna-Rusya savaşına müdahalesinin “samimiyeti” konusunda benim aklımdaki soru işaretlerini azalttı. “Trumpizm”in o süreçte Rusya’yı kollar gibi görünen tutumunun bir tuzak olma ihtimalini de zayıflattı. USGB Ukrayna meselesinde çuvaldızı açıkça Avrupa’ya batırıyor ve Avrupalı yöneticilerin, halklarının arzularının hilafına, barışı engellemeye çalıştıkları tespitini yapıyor.
Rusya’ya yönelik herhangi bir eleştirinin bulunmadığı veya düşman nitelemesinin kullanılmadığı belge bu ülkeyle ilişkilerin bir tür süper güçler diyaloğu seviyesinde yürütülmesi ve stratejik istikrarın korunması gereğini öne çıkartıyor.
Bir başka önemli nokta da belgenin Çin Halk Cumhuriyeti’ne bakışı. 2017 yılında yine Trump yönetimi sırasında yayınlanan USGB Çin’i “dünyayı ABD çıkar ve değerlerine karşıt biçimde dönüştürme amacı taşıyan revizyonist bir güç” olarak tanımlamıştı. Yeni belge ise ekonomiyi jeopolitik mücadelenin önüne koyan bir bakışa sahip. Belgede Çin’in stratejik niyetlerinden ziyade bu ülkeyle ekonomik ve ticari ilişkilerin dengelenmesine vurgu yapılıyor. Çin dünya düzeni bakımından bir düşman değil, iki tarafın da çıkarına olabilecek bir ilişki tesis edilmesi gereken ekonomik bir rakip olarak tasvir ediliyor. 2017’deki belgede vurgulanan “özgür dünya/baskıcı yönetim” ikiliği, 2025 tarihli belgede yok. Buna karşılık Çin-ABD ilişkileri bakımından en hassas nokta sayılan Tayvan konusunda silahlanmayı öne alan bir dil kullanılıyor ve Tayvan’a yönelik olası bir Çin saldırısını önlemenin tek yolu “askeri caydırıcılığı güçlendirmektir” deniliyor. Bu da belgenin ciddiyeti ve genel tutarlılığı konusunda soru işareti yaratan bir nokta.
Yukarıda da belirttiğim gibi, Türkiye’de en çok tartışılan ve daha da çok tartışılacak olan Ortadoğu kısmına dair bölümü kısa geçeceğim. USGB ABD’nin artık Ortadoğu’yu öncelikli bir bölge olarak görmediği tespitine yer veriyor. Yalnız buradan çekip gidiyorlar sonucu çıkartmak için hiçbir sebep yok. Özel Temsilci Barrack’ın şu sıralar pek sıklaşan demeçleriyle de örtüşen “Biz gidiyoruz, ne haliniz varsa görün!” sloganı gerçekçi bir beyandan çok bir dilek olma özelliği taşıyor.
Bu dilekle karışık beyanın dayandığı iki temel var. Birinci temel, bölgenin küresel enerji kaynakları denkleminde başat belirleyici olmaktan çıktığı. Bu ana hatlarıyla doğru. İkinci temel ise bölgede “işlerin zaten yoluna girdiği” varsayımı. Bu net bir şekilde yanlış.
ABD’nin bölgeyi İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın oluşturacağı bir sacayağının üstüne oturtmak niyetini biliyoruz. Daha önce çok yazdığım için ayrıntısına girmeyeceğim ama plan kurmak başka hayata geçirmek başka.
Rusya ve Çin dahil uluslararası sermayenin neredeyse bütün bileşenlerinin katkısıyla Suriye’de “şavulladıkları” yapı hâlâ “dingildaynıyor”! Aynı toplamın ölen çocuklara bile aldırmadığı Filistin veya direnişten arındırılmaya çalışılan Lübnan’da taşların yerine oturduğunu kimse söyleyemez. Türkiye ve bölgedeki Kürt silahlı/siyasi hareketine biçilen rol bağlamında bir yandan yönetici kademesinde tam bir itaat mevcut ama bir yandan da bölgenin siyasi anlamla en bilinçli iki halkı olan Türk ve Kürt halklarının iradesi Öcalan’ın da, Bahçeli’nin de, Erdoğan’ın da cebinde değil. Trump veya Barrack’ın cebinde hiç değil. O yüzden çok uzatmadan şunu söylemek gerek USGB’deki varsayıma cevaben: “yavaş gel aslanım, hayvan terli!”
Bir de şu soru var. ABD’nin Ortadoğu’da her geçen gün artan bir askeri yığınağı varken belgede “bye bye” denmesi ne kadar ciddiye alınabilir?
Yukarıda özetlemeye çalıştığım çerçevede, USGB hakkında net bir yargı oluşturabilmek için yanıt bulması gereken birçok soru ortada duruyor. Bunların en önemlisi aslında belgenin niteliğiyle ilgili. UGSB önümüzdeki dönemde ABD’nin izleyeceği politikaların çerçevesini çizen gerçek bir strateji belgesi mi, yoksa bir sürü çelişki barındıran içeriğinin verdiği izlenim doğrultusunda, “laf olsun, torba dolsun” kabilinden çiziktirilmiş ve altı ay sonra kısmen veya tamamen kadük olacak politik bir niyet torbası mı?
İzleyip göreceğiz. “İzlemek” eylemi yanlış anlaşılmasın.
Eskisiyle, yenisiyle, ciddi veya gayri ciddi emperyalizmin ülkemiz ve dünya üzerine kurduğu her planı bozmak için mücadeleyi yükselteceğiz.
1Amerika’yı Yeniden Harika Yap
2Önce Amerika
3https://en-wikipedia-org.translate.goog/wiki/Monroe_Doctrine?_x_tr_sl=en&_x_tr_tl=tr&_x_tr_hl=tr&_x_tr_pto=wa
/././
Hayali ihracattan hayali öğrenciye -Berkay Kemal Önoğlu-
Eğitim sistemi bizzat sorumlu bakanlık tarafından patronlar için bir rant mekanizmasına dönüştürülünce öğrenciliğin de “hayalisi” peyda oluyor.
Önümüze bir Türkiye fotoğrafı konuluyor. Ancak bu karede ne bir umut ışığı ne de geleceğe dair bir çıkış noktası var. Gördüğümüz şey, bu fotoğraftan fayda sağlayanların, holding ve tarikat egemenliğinin ülkeyi sürüklediği, temelleri çürümüş, kolonları çatlamış devasa bir enkazın, bir büyük çöküşün anlık görüntüsü. Bu fotoğrafı doğru okumadan, sadece kadrajın bir köşesini düzelterek bütünü kurtarmanın imkanı yok. Dolayısıyla bu fotoğrafı yırtıp atmalı ve bu güzel ülkeye, insanımıza, kaynaklarımıza hakim, geleceğe uzanan yeni bir fotoğraf çekmeli…
Daha önce bu köşede defalarca değindiğimiz çocuk emeği sömürüsü ve MESEM başlıkları bu yırtıp atmamız gereken fotoğrafın belki de en can yakıcı karesi. Ama bu bile tek başına bir yere kadar anlam ifade ediyor. Çocuk işçilik bir sonuç ve bu sonuca yol veren etmenler başka bir dizi ağır sonuç daha doğuruyor. Elimizi nereye atarsak atalım, hangi konuyu gündeme getirirsek getirelim bir şekilde yine o büyük fotoğrafa ulaşıyoruz. Bu çöküşün toplumda yarattığı tahribattan faydalanan hep aynı bir avuç kesim geliyor gözümüzün önüne. Holdingler ve tarikatlar düzeninin sahipleri Türkiye’nin geleceğini ipotek altına alıyor.
Sokaktaki vatandaş için Türkiye ekonomisi artık problemlerin alışıldık "enflasyon" veya "kur farkı” gibi olgularla açıklanamayacağı devasa bir soygun düzeni görüntüsünü çoktan aldı. Soygun Türkiye için hiçbir zaman yeni bir olgu olmadı elbette. Ama sistemin kurumları sürmekte olan soygunu görünmez kılma becerilerini de iyiden iyiye tükettiler.
Zengin ile yoksul arasındaki makas, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir hızla açılırken, Küresel Organize Suç Endeksi verilerine göre Türkiye, Avrupa'da organize suç oranının en yüksek olduğu ülke konumuna yerleşti. Ülke uyuşturucu baronlarının cirit attığı, sanal kumardan fuhuş sektörüne kadar her türlü kayıt dışı ekonominin GSYH içinde devasa yer kapladığı bir "suç cennetine" evrildi. İktidar bağlantılı kara para aklama operasyonları, altın kaçakçılığı iddiaları, devletin kurumsal yapısının nasıl bir çeteleşme eğilimiyle iç içe geçtiğini gösteriyor. Sadece son bir yılda sosyal medya fenomenlerinden futbol dünyasına uzanan fon skandalları ve lüks araçlarla, şatafatlı sosyal medya paylaşımlarıyla sergilenen kara para şovları, devletin sözde denetim mekanizmalarının tamamen çöktüğünü ve güvenlik bürokrasisinin sokaktaki vatandaşı değil, adeta bu kirli para trafiğini koruyan bir yapıya büründüğünü açıkça ortaya koyuyor.
İşte paranın tek belirleyen olduğu, sermayesi olanın borusunun öttüğü, kuralsızlığın kural haline geldiği ve halk çocuklarının çıkışsızlığa itildiği bir tabloya yerleşiyor çocuk işçiliğini normalleştirme adımları. Çocukların karıştığı adli vakalarda görülmedik bir artış yaşanıyor ve eş zamanlı olarak çocuklar sömürü mekanizmaları içinde acımasızca öğütülüyor.
Çürümenin, çöküşün de bir sonu olur diyeceksiniz ama 1,5 milyona dayanan MESEM’li içinde sayısını bilmediğimiz oranda “hayali öğrenci” olabileceğini de hesaba katmamız gerekiyor. Evet, hayali ihracattan sonra sermaye düzeni şimdi de hayali öğrencilik müessesesi ile çıkıyor karşımıza. Eğitim sistemi bizzat sorumlu bakanlık tarafından patronlar için bir rant mekanizmasına dönüştürülünce öğrenciliğin de “hayalisi” peyda oluyor.
Geçen yıl Kocaeli’de bir okul müdürü ve müdür yardımcısının MESEM’e sahte öğrenci kaydederek 700 milyon lira yolsuzluk yaptığı ortaya çıkmıştı. Biliyorsunuz MESEM sisteminde öğrenciler işletmelere stajyer/çırak olarak kaydediliyor ve devlet bu öğrenciler için patronlara ödeme yapıyor. “Hayali öğrenci” kavramı ise gerçekte hiçbir eğitim almayan, okula gitmeyen, işletmede çalışmayan ancak kayıtlarda varmış gibi gösterilen kişiler için kullanılıyor. Devletin patronlara bu muhteşem kıyağından faydalanmak isteyen ancak işçiye ihtiyacı da olmayan işletme veya aracılar oluşturdukları sahte kayıtlarla devlet tarafından verilen öğrenci destek ödemelerini ceplerine indiriyor. Ya da örneğin işletmede çalıştırılan gerçek işçiler kayıtlarda öğrenci gibi gösterilip asgari ücret altı maliyet yaratılmış oluyor.
Devletin malı deniz derler ya… Bu durum hem büyük kamu zararına, hem çocuk işçiliğinin gizlenmesine, hem de kayıt dışı istihdamın süratle genişlemesine yeni bir alan açmış oluyor.
Fabrikada çalışıyor görünüp devletten maaş alan ama aslında ortada olmayan “öğrenciler” üzerinden devşirilen rant devletin kaynaklarının nasıl hortumlandığının belki de en somut göstergesi. Yani sistem o kadar denetimsiz ki, bırakın çocukların çalışma koşullarını düzenlemeyi, devletin kasası patronlar ve bazı organize yapılar tarafından "çırak teşviki" adı altında güpegündüz soyulabiliyor…
Sadece MESEM kapsamında çalıştırılırken pres makinelerine sıkışan, inşaattan düşen veya yanarak can veren çocukların (Arda Tonbul, Eren Eroğlu ve niceleri) sayısı ise günden güne artmaya devam ediyor. Bu bir eğitim modeli değil, bu bir suç. Ve elbette suçun sorumluları, çocukların katilleri bir gün cezalarını alacaklar.
/././
Araba yürüyor mu, yol mu çöküyor?-Aydemir Güler-
Geniş kitleler mekanizmayı çözecek bilgiden yoksun olabilir, ama emperyalizmden ve yüz küsur yıl öncede kalmış “eski düzenden” medet umulamayacağı, toplumsal bir tarih bilincidir.
Bahçeli-Öcalan sürecinin son etabında “her an, her şey olabilir” noktasına geldik. Hele Öcalan’ın “darbe mekaniği” kavramını siyaset literatürüne armağan etmesinden beri başlıktaki sorulardan kaçılması olanaksız.
Ne olacak sorusuna, çoğu yorumcunun etrafından dolandığı, Bahçeli ve Öcalan’a dönük övgülerle üstünü örttüğü, ama herkesin adı gibi bildiği bir gerçekten hareketle yaklaşmalıyız: Yolun da arabanın da imalatçısı emperyalizmdir, başta ABD’dir!
Dolayısıyla ilk saptama sürecin arkasındaki kuvvetin çok büyük olduğudur. Başlığı hatırlayacak olursak; bu yol kolay kolay çökmez…
Ancak salt kuvvet yetmiyor... “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz”ı, bu örnekte, “Türkiye’de Amerika’yı överek iş görülmez” diye geliştirebiliriz. Trump’ın mimarı olduğu barış listesine bir de Kürt sorununun eklenmesi, Nobel jürisini bilmem, ama bizim buralarda hoş karşılanmayacaktır.
Yani, ilk saptamaya yapılması zorunlu bir ek var: Sürecin arkasındaki kuvvet, kamuoyu veya kitle desteği söz konusu olduğunda bir handikapa dönüşmektedir.
Handikap deyince ilk akla gelen “Türk kamuoyu” oluyor. Buna göre toplumsal ortalamayı Türk milliyetçiliği baskılıyor; Batı karşıtlığı da buradan çıkıyor… Konu liberallerin bu varsayımından daha derindir. Batı’nın emperyalizmle özdeşleştirilmesi modern Türkiye’nin canlılığını koruyan hafızasıdır. Bu hafıza yerine göre milliyetçi veya yurtsever, sağ veya sol ideolojiler tarafından şekillendirilse de, tema sabittir. Bu tema Türk etnisitesine ve onun ideolojisine daraltılamaz. Örneğin Kürt nüfusu içinde başat konumda olan siyasi hareket ne derse desin, Kürt toplumu da Batı emperyalizmine mesafelidir.
Özetle sözünü ettiğimiz handikabın etrafından dolanarak yola devam etmek güçtür. “Bu işin arkasında ABD var” diye övünmeye hiç gelmez. Yani yol ne denli sağlam olursa olsun arabanın devrilmeyeceğinin garantisi yoktur.
İktidarın bunu bildiğini, uluslararası bağlamın özüne değil, çarpıtılmış bir parçasına işaret etmesinden anlıyoruz: İsrail’le girilen ölümcül rekabetten sağlam çıkmak için Kürt ve Arap (Suriye) faktörleriyle genişletilmiş bir İslam Türkiye’sine, yani Yeni-Osmanlı’ya vurgu yapıldı. Yeni-Osmanlı’nın bir dış politika yönelimi olmanın ötesinde modern Cumhuriyet’in yerine konacak bütünlüklü yapı olarak tasarlandığı unutulmamalıdır.
Tekil parçalarıyla veya bir bütün olarak bu gerici projenin önündeki toplumsal direnç veya ikna olmama hali, iktidarı çok zamandır tedirgin ediyordu. Bahçeli’ye ve bir kez daha heyecanlanan liberal kesimlere göre “barışın”, “terörsüzlüğün” yaratacağı enerji bu engelleri önüne katıp süpürecekti…
Bu yönde çok adım atıldı, sürece yönelik kaygı belirten, soru soranlar bile ciddi baskı altına alındı. Komisyonda “top çevirme” aşaması tamamlanıp sıra Öcalan’ı dinlemeye gelene kadar…
Meğer, değil Öcalan’ın Meclis kürsüsünden konuşması, TBMM’den birkaç kişinin kapalı kapılar ardında, kayıt almadan, fotoğraf çektirmeden, görüşme bilgisinin de üstüne yatmak üzere Adaya gitmesi bile, Türkiye’nin dokularına uymuyormuş! Bu noktada toplumsal ortalamanın doğru mu yanlış mı olduğunun bir önemi bulunmuyor. Potansiyel tepki, bugünkü siyasi iktidarın çevresinden dolanamayacağı bir gerçekliktir; önemli olan budur. “Ben gittim, o gitti” falan derken arabanın bir tekeri yoldan çıktı!
Arkasında koskoca emperyalist sistemin durduğu, onca propagandisti, ajitatörü bulunan bir süreç, ancak bu kadar kötü yönetilebilirdi. Ama sorun bir teknik hatayla, yeterince cesur davranamamakla falan açıklanamaz. Mesele Öcalan’ın sözleri de dahil olmak üzere sürecin bütününe yüklenen içeriğin üstündeki örtünün kaldırılamayacak olmasıdır.
Bu örtüyü kaldıramazlar, çünkü kurgu mantıksal olarak, tam da ABD’nin sömürge valisi kılıklı elçisinin söylediği gibi, bölgemizde tarihin saatini geriye sarmaya gitmektedir. Modernite gömülecek, bütün gericilik kaynakları canlanacak. Ulusal devlet yerini aşiret yapısına, laiklik siyasal İslama bırakacak. Cumhuriyet ve Lozan açıkça lanetlenecek, Atatürk yerinden indirilecek… Olmaz.
Barışa ancak bu yoldan ulaşılacağı iddia edilse de, sonucun bir facia olacağı kesindir. Geniş kitleler mekanizmayı çözecek bilgiden yoksun olabilir, ama emperyalizmden ve yüz küsur yıl öncede kalmış “eski düzenden” medet umulamayacağı, toplumsal bir tarih bilincidir.
Sürecin ilerletilebilmesi için denenebilecek tek şey, örtüyü kaldırmak, baştan çıkartıcı renklere boyanmış sahte doğruları -kuşkusuz diğer elde sopa- memleketin üstüne boca etmek. Başka yol yok. Ancak bunun tutacağına AKP’de kimse güvenememiş olsa gerek, süreç ıssız bir araziye terk edildi. Son haftalarda olan budur.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığım, sorunun basit bir arıza değil, yapısal bir bozukluk olduğu. Bu bozukluk Türkiye’nin kriz dinamikleriyle doğrudan bağlantılıdır. Örneğin AKP iktidarından kaynaklanan dertlerde boğulan bir toplumun böyle bir altüst oluşa ikna olma olasılığı neredeyse sıfırdır…
Son olarak, süreç durduğu yerde kalmıyor, kaçınılmaz biçimde geri kayıyor. İster iktidarın açmazlarını görüp avantaj sağlamak için, ister bastırıp tıkanmayı aşmak niyetiyle yapılsın, diğer taraf pazarlık maddelerini masanın üstüne çıkartıverdi. Sanılıyordu ki, Öcalan “kültüralist” isteklerden vazgeçtiyse, geriye sadece Rojava’nın Suriye’ye nasıl eklemleneceğini yanıtlamak kalmıştı... Şimdi Öcalan’ın özgürlüğü, PKK kadrolarına güvence ve Anayasal düzenleme talepleri perdenin arkasından sahnenin ortasına taşınmış bulunuyor. Süreç adının tersine çözümsüzlük üretiyor.
Ama dedik ya, yol da araba da emperyalist yapımı. Tekrar deneyecekler.
Bu kez karşılarında sadece ikna olmamış bir toplum değil, başka bir yola örgütlenmeye koyulmuş bir halk bulmalılar.
/././
Tarih ne zaman tekerrür etmez? Avrupa Savaşı -Erhan Nalçacı-
Şimdi 8 sene önce savaşın çıkacağına inanmayan bazı okurlar Avrupa’nın tekrar bir devrim kuşağına dönebileceğine de inanmayacaktır. Yaşayıp görelim o zaman.
Bundan 8 sene kadar önce dünyanın yeni bir paylaşım savaşına gebe olduğunu yazdığımızda okuyucu inanmakta zorlanıyordu buna. Çünkü özellikle Avrupa yanılsamalı olarak istikrar ve barış coğrafyası olarak kabul ediliyordu.
Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa barışı Sovyetler Birliği’nin askeri güç dengesini sağlamış olmasına bağlıydı ve kapitalist devletler uluslararası sınıf savaşının korkusuyla kendi aralarında bir paylaşım savaşına cesaret edemiyorlardı.
Şimdi duruma bakın bir kez; Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı’ndakine benzer şekilde 1000 km uzunluğunda bir cephede üç yıldan fazladır kanlı bir savaş sürüyor. Emperyalist devletlerin oluk oluk taşıdığı silahlara bir milyon civarında insan yaşamını yitirdi, bunun kim bilir kaç katı insan sakat kaldı. Her iki taraf da kayıplarını dünyadan ve kendi halklarından sakladıkları ve savaşmayı teşvik ettikleri için savaşın korkunç boyutlarını göremiyoruz.
Geçen hafta Karadeniz’de Türkiye karasularına yakın bir yerde Rusya ile ilişkili üç ticari gemi insansız hava araçları tarafından vuruldu. Solda çıkan haberde ayrıntısını bulabilirsiniz. https://haber.sol.org.tr/haber/itiraf-geldi-karadenizdeki-saldirilarin-… Kısa bir süre önce önleyici saldırı taktiğini benimseyen NATO saldırıyı şüpheye yer bırakmayacak şekilde üstlendi. Muhtemelen Hakan Fidan’ın katıldığı NATO toplantılarında bu konunun görüşüldüğü ve benimsediği verilen demeçlerin satır aralarını okuyunca anlaşılıyor.
Putin bunun üzerine, eğer Avrupa savaş istiyorsa savaşmaya hazır olduklarını ama bunun Ukrayna savaşına benzemeyeceğini, muhtemelen karşı tarafta müzakere edecek kimse kalmayacağını bildirdi.
Rusya bunu bir süredir yapıyor, NATO’ya üye devletler güçlerini birleştirdiğinde sonucu ne olursa olsun Rusya için bu yıkıcı bir savaş olacaktır. Rusya sermaye sınıfı bu durumda nükleer silah kullanacağını bir tehdit unsuru olarak bir süredir masaya koymuş durumda.
Bunu Sovyetler Birliği hiçbir zaman yapmamış, ilk nükleer silah kullanan ülke olmayacağını ilan etmişti. Bir şekilde barışı korumaya gerçekten bağlıydılar ve başka ülkelerdeki emekçi halka karşı bir cinayeti akıllarına hiç getirmediler.
Tekrar konuya dönelim. Rusya’nın taşıdığı yayılmacı eğilimler bir kenarda dursun Ukrayna savaşını kışkırtan şey Batı emperyalizmi tarafından Ukrayna’nın NATO’ya alınmak istenmesi olmuştu. Eğer Ukrayna NATO’ya girseydi, Rusya’nın böğrüne yerleşen NATO Rusya’nın bütün güvenlik anlayışını yok edecekti.
Özellikle Rusya’yı kışkırtan Batı emperyalizmi, Ukrayna’yı ve Belarus gibi diğerlerini aralarında paylaşmanın ötesinde Rusya’yı Çin’in yanında savaşamayacak kadar tüketmeyi amaçlıyordu. Ukrayna’ya savaş boyunca kendi cephaneliklerini boşaltacak şekilde silah yolladılar, Ukrayna Genel Kurmayı NATO subayları tarafından yönlendirildi, eğitildi, paralı asker temin ettiler, istihbarat sağladılar…
Ama şimdi NATO Karadeniz’de ticari gemileri ahlaksızca vururken adeta doğrudan Rusya’ya savaş açıyor.
Ve Avrupa savaşa hazırlanıyor. Medya Avrupa’nın 2029’a kadar bir savaş için hazırlandığı ile yıkılıyor.
Başta Almanya olmak üzere, Fransa, Hollanda, Polonya, Belçika hızla ekonomilerini, sosyal yapılarını ve bütün ideolojik araçlarını askerileştiriyor.
Almanya’da kabul edilen askerlik yasası ordu mevcudunu 80 binden 260 bine çıkarmayı hedefliyor. Bu ülkeler zorunlu askerliği geri getirmeyi amaçlıyorlar. Bu ülkelerin içinde en radikal savaş yanlısı Polonya sermaye sınıfı orduyu 300 bin kişiye taşımayı hedeflerken 14-16 yaş grubundaki çocuklara haftada bir saat silah kullanma eğitimi veriyor.
2025’te NATO zirvesinde üyelerin ulusal gelirlerinin %5’ini silahlanmaya ayırması kararlaştırılmıştı. Fransa Genel Kurmay Başkanı geçen ay “evlatlarımızı kaybetmeyi göze alma hazırlığını yeniden kazanmalıyız” dedi.
Hitler’in zamanında Almanya’da otobanların savaş uçakları kullanabilsin diye tasarlandığı bilinir. Şimdi bütün Avrupa’nın altyapısını, otoyollar, limanlar, nehirler, enerji tesislerini savaşa hazırlık mantığıyla yeniden ele alıyorlar. Almanya’da sızan OPLAN DEU Planı 2029’a kadar 800 bin askerin doğuya doğru sevk edilmesi için kapsamlı bir çalışmayı yansıtıyor.
1756-1763 yılları arasındaki Yedi Yıl Savaşı İngiltere ve Fransa arasında sömürgelerin yeniden paylaşımına dayandığı için ilk dünya çapında paylaşım savaşıydı. Birinci Dünya Savaşı Avrupa devletlerinde tekelci sermaye iktidarlarının rekabeti yüzünden çıktı ve milyonlarca emekçinin kendine ait olmayan bir savaşta ölmesine neden oldu. İkincisi emperyalist rekabetin yanı sıra Sovyetler Birliği’ni haritadan silmeyi amaçlamıştı.
Şimdi neden tarih tekerrür ediyor ve Avrupa sermayesi milyonları katletmek için savaşa hazırlanıyor?
Bir kere başta Avrupa Birliği’nin motoru Almanya’da olmak üzere Avrupa’da sermaye düzeni geriliyor. Ekonomik hegemonya alanlarını ve pazarlarını kaybediyorlar, ucuz hammaddeye ulaşım olanakları kısıtlanıyor, ihracat gelirleri azalıyor. Tablo 1’de Almanya’nın büyüme ve işsizlik oranlarına bakabilirsiniz. Bu sarmaldan çıkmak için savaşa gereksinimleri var. Savaş ekonomisinin sanayiyi canlandıracağını umuyorlar.
Tablo 1: Almanya’nın 2021 ve 2025 arasında yıllık büyüme ve işsizlik oranları
İşsiz kitleleri askere alarak onları kendi kirli çıkarları için istihdam etmeyi planlıyorlar.
Ama en önemlisi bu devletlerin emperyalist dünyadaki payları giderek küçüldü, bu şekilde düzeni sürdüremeyeceklerini biliyorlar. Asya’nın doğusundaki sermaye birikimi ve teknoloji gelişimi ile başa çıkamıyorlar, burada şansları kalmadı. Latin Amerika’yı ABD tekrar arka bahçesi ilan etti, burada da yerleri yok.
Avrupa sermayesine Orta Avrupa, Kafkasya ve Afrika kalıyor ve her üçünde de karşısına Rusya çıkıyor. Afrika’da esas hegemonya kurma unsurunun Çin’in sermaye ihracatı olduğunu görüyoruz. Ancak Rusya burada da askeri gücü ve operasyonları ile hegemonya değişiminde önemli bir rol oynuyor.
Trump’ın “Barış Planıyla” Ukrayna’nın kendileri dışlanarak ABD ve Rusya arasında pay edilmesini de sindiremiyorlar içlerine.
Bu nedenlerle Avrupa sermaye iktidarlarının Ukrayna’daki vekâlet savaşıyla diz çöktüremediği Rusya’ya karşı topyekûn bir savaşa hazırlandığı anlaşılıyor. ABD’nin bu savaştaki rolünü başka bir yazıda ele alalım.
Gelelim tarihin nasıl tekerrür etmeyeceğine.
Bir kere Avrupa halkları artık köylülük tarafından değil kentli işçi sınıfı tarafından belirleniyor ve bu kesim çoğunlukla savaşa karşı bulunuyor.
Tablo 1’de Almanya’daki işsizlik oranının nasıl fırladığını fark etmişsinizdir. Alman sanayisi içinde bulunduğu kriz nedeniyle büyük bir yapısal dönüşümün içinde bulunuyor ve bütün şirketler hızla işçi çıkartıyorlar.
Hem insanları işsiz ve yoksul bırakacaksın hem onları kendilerine ait olmayan bir savaşa sürükleyeceksin.
Yok öyle yağma!
Tarihin tekerrürünü önleyecek tek sınıf olarak işçi sınıfının örgütlülüğü, siyasi bilinci, sermayeden bağımsızlaşması büyük önem kazanıyor.
Bu savaşı önleyecek veya önleyemezse sermayeyi iktidardan indirerek cezalandıracak bir sınıf hareketinden bahsediyoruz.
Şimdi 8 sene önce savaşın çıkacağına inanmayan bazı okurlar Avrupa’nın tekrar bir devrim kuşağına dönebileceğine de inanmayacaktır.
Yaşayıp görelim o zaman.
Ama yaşanacakları Türkiye’de sınıfın seyredeceğini kimse beklemesin!
/././
soL

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder