8 Mayıs 2024 Çarşamba

KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI ( 8 Mayıs 2024)

Bakanlık randevuda çözümü buldu! Hastaya ayrılan süre 1 dakikaya düştü: Adını öğrenmeden muayene bitecek (Sibel BAHÇETEPE-Birgün)

AKP’nin sağlık politikaları kamu sağlık sistemini işleyemez hale getirdi. Muayene sürelerinin 2 dakikaya kadar düştüğü ortaya çıktı. Hekimler: Muayene süreleri en az 20 dakika olmalı. 2 dakikalık muayene kabul edilemez.(https://www.birgun.net/haber/hastaya-ayrilan-sure-1-dakikaya-dustu-adini-ogrenmeden-muayene-bitecek-527375)

Öğrenci, okul müdürünü öldürdü: Öğretmen sendikalarından iş bırakma kararları! (Cumhuriyet)

İstanbul’da okuldan atılan yabancı uyruklu bir öğrencinin okul müdürünü öldürmesinin ardından öğretmen sendikaları iş bırakma kararı aldı.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/ogrenci-okul-mudurunu-oldurdu-ogretmen-sendikalarindan-is-birakma-2204274)

Zonguldak’ta kaçak maden ocakları önlenemiyor: 10 yılda 44 madenci yaşamını yitirdi (Cumhuriyet)

Zonguldak'ta, resmi kayıtlara göre son 10 yılda, ruhsatsız işletilen, gerekli güvenlik tedbirlerinden yoksun kaçak maden ocaklarında 44 madenci çeşitli iş kazalarında hayatını kaybetti. Son 3 ayda yapılan operasyonlarda 157 kaçak kömür ocağı kapatıldı ya da patlayıcı madde kullanılarak imha edildi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/zonguldakta-kacak-maden-ocaklari-onlenemiyor-10-yilda-44-madenci-2204260)

Soma maden katliamı: 28 kamu görevlisi hakim karşısında (Birgün)

Manisa’nın Soma ilçesinde 301 kişinin hayatını kaybettiği maden katliamının üzerinden 10 yıl geçti. Hakkında iddianame düzenlenen 28 kişinin ilk duruşması Soma Adliyesi’nde başladı.(https://www.birgun.net/haber/soma-maden-katliami-28-kamu-gorevlisi-hakim-karsisinda-527390)

Amasra Maden Katliamı davasında yedinci duruşma: Ara karar bekleniyor (Birgün)
2022 yılında Amasra'da 43 maden işçisinin hayatını kaybettiği maden patlamasına ilişkin görülen davanın 7'nci duruşması başladı. Duruşmada, mahkeme heyetinin ara kararını açıklaması bekleniyor.(https://www.birgun.net/haber/amasra-maden-katliami-davasinda-yedinci-durusma-ara-karar-bekleniyor-527462)

Özgür Özel’e şaibeli misafir (Birgün)

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, muhaliflere yönelik saldırgan tutumuyla bilinen ve kamuoyu tarafından “troll” olarak tanımlanan eski Yeni Şafak çalışanı Taha Hüseyin Karagöz’ü ağırladı. Görüşmeyi, “Siyasette ortamı yumuşatacak adımların yenilerini planlıyor” ifadeleriyle duyuran Karagöz, BirGün başta olmak üzere 6 yaşındaki kız çocuğunun evlendirilmesini gündeme getiren medya organlarını ve konuyu eleştiren yurttaşları İslam düşmanlığıyla suçlamış, İBB’de “terörist” çalıştığına dair paylaşımlar yapmıştı.(https://www.birgun.net/haber/ozgur-ozele-saibeli-misafir-527447)

Birgün KÖŞEBAŞI (8 MAYIS 2024)

 

Sopayı kırmadı, ardına sakladı (Berkant Gültekin)

Yerel seçim sonrası iktidarın yeni dönemde nasıl bir rota izleyeceği merak konusu. Erdoğan, kutuplaşma esaslı, sert ve yıkıcı stratejide ısrar mı edecek yoksa sonu MHP ile vedalaşmaya varan daha normalleşmeci bir sürecinin kapısını mı aralayacak diye düşünülürken karşımızda “yumuşama” vaadi belirdi. Seçimden zaferle çıkan CHP lideri Özgür Özel’in Erdoğan ve Bahçeli’yi yaptığı ziyaretler de medyayı ve kamuoyunun kimi kesimlerini bazı beklentiler içine soktu.

Erdoğan, Özgür Özel’in ziyaretini “olumlu” bir gelişme olarak nitelendirdi ve “Bu adımın atılmasıyla siyasetin ülkemizde çok daha yumuşama dönemine girdiğini görüyoruz. Türkiye’nin, Türk siyasetinin buna ihtiyacı var. Türkiye’de siyasetin yumuşama sürecini başlatalım istiyorum” dedi. Bu ziyaretin iki taraf için de olumlu görünen tarafları var. Özgür Özel artık yenilgi döneminin özgüvensiz refleksleriyle hareket etmeyeceklerini söyleyerek iktidara talep taşıma hamlesini yerel seçim zaferinin bir devamı olarak anlamlandırdığını göstermiş oldu. Aynı zamanda kutuplaştırmaya son verme çabasının ve bu çabanın şekillendireceği siyasi dilin, CHP’nin muhafazakâr taban nezdindeki meşruiyetini artıracağını düşünüyor. Eleştirilere ise “Müzakere de mücadelenin bir parçasıdır” sözleriyle yanıt verdi.

Peki Özel’e iadeiziyarette bulunacağını söyleyen Erdoğan ne murat ediyor? Niyeti, TV kanallarında “Türkiye’nin normalleşmeye ihtiyacı var, halk bu görüntüleri özledi” diyen yorumcuların anlattığı kadar masum bir çerçeveden okunabilir mi?

“YUMUŞAMA” NEDEN ŞİMDİ?

Öncelikle Erdoğan’ın elinde nasıl bir siyasi bakiye var ona bakalım: Yerel seçim mağlubiyeti, ilk kez ikinci parti konumuna gerileme sendromu, partisinin kaybolmaya yüz tutan toplumsal karşılığı, baş aşağı giden ekonomi ve yurttaşın her gün derinleşen geçim sıkıntısı… Erdoğan bugünlerde en fazla, durumu nasıl toparlayabileceğine kafa yoruyor. Bunun için koltuk değneklerine ihtiyacı olduğunu biliyor. Artık, geçen yıl seçimi kazanmak için devreye aldığı ekonomi programını uygulayamıyor çünkü deniz bitti, iktisadi kaynaklar tükendi. Seçim rüşvetleri kısa süreli göz boyama taktiğiydi, sürekliliği olmayacağı belliydi.

İktidar ekonomiyi toparlamanın tek yolunun dışarıdan gelecek sıcak para ve iç talebi boğmak olduğuna inanıyor. Mehmet Şimşek’in dümenin başına getirilmesi de bu yüzdendi. Tabii bu plan “Gelin bize yatırım yapın” deyince çalışmıyor. Batılı kapitalistlerden döviz almak için, ülke içinde “uygun” koşulların oluştuğuna onları inandırabilmeniz gerekir. Üstelik Türkiye’de uygulanan kemer sıkma politikalarının da önümüzdeki süreçte toplumsal huzursuzluğu artıracağı aşikâr. Yılbaşından bu yana fiyatlardaki yükselişe, hayat pahalılığının katlanılmaz boyutlara ulaşmasına rağmen asgari ücrete temmuzda zam yapılmayacağı anlaşılıyor. Sefalete mahkûm edilen ve adeta gözden çıkarılan emeklilerin durumu da malum.

İşte Erdoğan’ın dilinden dökülen “yumuşama” tam da buraya oturuyor. Erdoğan istiyor ki ekonomiyi düzeltip siyasi gücünü taarruz edebilir düzeye getirene kadar kendisi fazla hırpalanmasın; muhalefet de Saray’ın çizdiği oyun alanının dışına çıkıp tansiyonu yükseltmesin. Görüşülsün, müzakere edilsin, karşılıklı fikir alışverişlerinde bulunulsun ama halkın tepkisi sokağa taşmasın, emekçiler grev dalgası başlatmasın, örgütlü bir halk muhalefeti büyüyüp serpilmesin... Bunun için ortaya “yumuşama” ve “anayasa” gündemlerini atıyor. Türkiye’nin acil sorunlarını gözlerden, akıllardan ve dillerden ırak tutmak Saray’ın işine geliyor.

Erdoğan’ın seçim sonrası dönemde sertlik uygulayabilecek gücü yok ama “yumuşayabilecek” alanı da çok geniş sayılmaz. Çünkü iktidar, ortağını ezip geçemiyor. Buradaki sıkışmayı, Osman Kavala üzerinden başlayan ve pek çok AKP’linin de dahil olduğu tartışmayla görebiliyoruz. İktidar içinde bir kanat, Kavala’nın tahliye edilmesi gerektiğini söylerken, bunun yumuşamaya ve Batı ile daha ılımlı bir sürecin geliştirilmesine katkı sunacağını düşünüyor. Devlet Bahçeli ise dünkü grup konuşmasında, “Sıkılı yumrukların açılması, çatık kaşların normalleşmesi, sertlik yerine yumuşamanın hakim olması, bunun da sürdürülebilirliği halisane dileğimizdir” dese de Kavala’nın hapisten çıkarılmasına karşı olduğunu ilan etti. Açık açık, Kavala’nın yeniden yargılanması formülünü tartışmaya açan Abdülkadir Selvi’ye yüklendi. Bu hadise, iktidar cephesinde “yumuşama” planının karakteristik özellikleri üzerinde henüz mutabakat sağlanmadığını kanıtlıyor. Yine de bu, “yol ayrılığının güçlü bir işareti” olarak değerlendirilmemeli. MHP kolay kolay bu ittifakın dağılmasından yana olmayacağı gibi, Erdoğan’ın dilindeki “yumuşama” lafının da bir nefes aralığı kazanmak için tedavüle sokulduğunu biliyor.

UZUN VADELİ BİR PLAN MI?

İktidar üzerindeki baskıyı hafifletmek isterken CHP’nin alacağı tutum önemli. Muhalefet içinde “yumuşama” vaadine anlam yükleyen bir yaklaşım var. Bir perspektife göre, yerel seçimde CHP’nin birinci parti olmasının sebebi, kutuplaşmanın gevşemesi nedeniyle AKP tabanından CHP’ye yönelen oy hareketliliği. Bunun devam etmesi için iktidarla gerilimli bir ilişki kurulmaması gerektiği savunuluyor. CHP içinde de bu tahlilin kısmen kabul gördüğü anlaşılıyor.

Ancak iktidarın “yumuşama” iklimini, MHP’yi ikna edip bu iklimi algısal düzeyde besleyecek adımları atabilse bile, uzun erimli bir stratejiden çok zaman kazanma taktiği olarak kullanacağı göz ardı edilmemeli. MHP ile yaşadığı düşük yoğunluklu gerilim, bu palyatif planın nasıl işleyeceğiyle ilgili ayrıntılardan ibaret. Artık 15 yıl önceki Türkiye’de değiliz; AKP’nin geleceğe dair bir hikâyesi yok ve kendisine yüzde 60’lara yaklaşan seçmen desteği getirecek yerel ve küresel dinamiklerden yoksun. MHP ile kurduğu ittifakın ideolojik/politik yörüngesinin dışına çıkma kabiliyetini çoktan yitirdi. Şimşek programı beklenen getiriyi sağlayabilirse, vitesi tekrar yükseltmesi muhtemel. Erdoğan için Şimşek de bir enstrüman, zira onun gözetiminde izlenen IMF programıyla başarılı bir seçim kampanyası yürütme şansı zayıf.

Dolayısıyla CHP’nin kendi planını, “yumuşamaya” odaklanarak değil yine sert bir kutuplaşma ortamına göre yapması gerekebilir. Çünkü Türkiye’de ne demokratik anayasa yapılabilir ne de tek adam yönetimi altında ferah bir atmosfere doğru gidilebilir. Erdoğan ardında sakladığı sopasını günü geldiğinde çıkaracaktır.

                                                                 /././

‘Yumuşama’ çıkışıyla Batı’ya verilen mesaj (İbrahim Varlı)

Ekonomik kriz, seçim yenilgisi ana etmenler olsa da Erdoğan’ın "yumuşama" hamlesini sadece iç dinamiklerle açıklamak eksik kalır. Meselenin uluslararası boyutu da var: Gelmeyen dış destek, aşınan meşruiyet hepsi birer etken.

Dış politikada olmasa da içeride oyun kurmakta -ki bunda muhalefetin çok katkısı var- pek bir mahir olan AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, seçim yenilgisinin etkisiyle birden bire “normalleşmeyi” keşfetti. “Türkiye’nin yumuşamaya ihtiyacı var” diyerek yeni dönemin işaretlerini verdi.

Her sıkıştığında bir toplumsal/siyasal aktörü kendisine yedekleyerek/eklemleyerek yol almayı başaran Erdoğan’ın kurduğu tek adam rejiminin bekası ve meşruiyeti açısından bu manevralar şaşırtıcı değil.

Ekonomik ve toplumsal kriz, ağır seçim yenilgisi ana etmenler olsa da Erdoğan’ın "yumuşama" hamlesini sadece iç dinamiklerle açıklamak eksik kalır. Meselenin bir de dış ayağı, uluslararası boyutu var.

Malum, AKP tarikat-cemaatler, İslamcılar, liberaller ve sermaye koalisyonunun bir ürünü. Ama aynı zamanda ABD, AB, Körfez ülkeleri ve uluslararası finans çevrelerinin desteğiyle/yol vermesiyle 2002’de işbaşına geldi.

22 yıllık tek parti iktidarının otoriter bir rejim inşasına girişmesi, krizler, dış politikadaki çıkar çatışmaları derken AKP’yi iktidara getiren hem iç hem de dış ittifakta çatlaklar oluştu. AKP kredisini tüketti. Seçmen AKP/Erdoğan’ı terk etmeye başlarken Batılı başkentler, uluslararası toplum Erdoğan’la arasına mesafe koymaya, küresel finans çevreleri muslukları kesmeye başladı.

REJİM NE YAPMAK İSTİYOR?

Saray rejimi hiç olmadığı kadar darda. İçeride de dışarıda da kımıldayacak alanı gün geçtikçe daralıyor. Ne finans çevrelerinden ne de Batılı liderlerden dilediğini alamıyor. 31 Mart yenilgisi, Beyaz Saray’a ziyaretinin iptali, gelmeyen dış kaynak derken üst üste binen bu etmenler Saray’a manevra yaptırdı.

SERMAYE, PARA, DIŞ KAYNAK ARAYIŞI

Erdoğan dış kaynak arayışı için uluslararası çevrelere selam çakıyor. Malum ekonomi derin krizde. İktidar dört bir koldan sıcak para ve yatırımcı arayışında. Mehmet Şimşek aylardır finans merkezlerinin kapılarını çalsa da nafile. Uluslararası finans çevreleri kredi musluklarını gevşetmiş değil, para gelmiyor. Körfez Arap ülkelerinden dahi para akışı sağlanamıyor.

AB İLE İLİŞKİ GELİŞTİRMEK

Mayıs seçimlerinin ardından ülkenin koordinatlarını yeniden Batı’ya endeksleyen rejim, uluslararası arenadaki yalnızlığını giderme peşinde. AB ile ilişkiler resmen kopmuş halde. Bu durum sermaye akışını engellediği gibi siyaseten de fiili bir tecrit durumu yaratmış bulunuyor. İktidar cephesi AB ile ilişkiyi yumuşatmak, aradaki gerilimi gidermek istiyor.

ABD İLE ‘NORMALLEŞMEK’

Ankara, İsveç’in NATO üyeliğine “evet” dese de karşılığında istediği ödünleri tam olarak alabilmiş değil. F16’lardan F35 savaş uçaklarına ve diğer savunma sanayi projelerine pek çok pürüz söz konusu. İkinci kez başkanlığa hazırlanan Joe Biden, dört yıllık ilk döneminde Tayyip Erdoğan’ı Beyaz Saray’a çağırmadı. Bu ayın başlarında yapılması planlanan Beyaz saray ziyareti de son anda iptal edildi. Kasım’da seçime gidilecek ABD’de bir başkan NATO müttefiki Türkiye’nin liderini Beyaz Saray’da ağırlamayarak “tarihe” geçecek bu gidişle.

GÜÇ KAYBEDİNCE DIŞARIDAN GELEN BASINÇ ARTTI

Prof. Dr. Barış Doster de Erdoğan’ın “normalleşme” daha doğrusu “yumuşama” hamlesinin arka planında bu üç etmenin bulunduğu görüşünde. Prof. Dr. Doster, “İktidar ekonomik kriz nedeniyle dış kaynak arayışında, “değerli yalnızlık” söylemleriyle yol alınamayacağını görüldü. Uluslararası çevreler de yumuşama olmazsa sana kredi, kaynak yok, para muslukları açılmaz dedi” ifadelerini kullanıyor. Prof. Dr. Doster, Batı’dan yani uluslararası toplumdan bu süreçte gelen basıncın nedeni olarak da iç siyasette iktidar blokundaki gerilemeyi işaret ediyor. Ve ekliyor, “İktidar bloku eğer güç kaybetmeseydi yumuşama için bir dayatma da olmazdı” diyor.

KÖKLÜ DEĞİŞİKLİKLER OLMAZSA KAPILAR AÇILMAZ

Peki siyasetin varsayıldığı gibi “yumuşama dönemi”ne geçişi ne getirir? İddia edildiği üzere bu görüşme trafiği iktidarın yarattığı kutuplaşmayı törpüler mi?

Emekli Büyükelçi Faruk Loğoğlu, iktidarın dışarıda hamle yapma imkânını sıfırladığını, Ukrayna’da oynayacağı rolün kalmadığını, İsrail-Filistin meselesinde de yanlış kararlar nedeniyle rolünü sıfırladığını söylüyor. Köklü değişiklikler olmazsa ABD-AB’nin tatmin olmayacağını ve kapıların açılmayacağını kaydeden Loğoğlu, Kavala-Demirtaş tutukluluklarının her platformda Ankara’nın karşısına çıktığını belirtiyor. Kavala-Demirtaş meselesinde adım atılırsa bunun dışarda göreceli bir etkisinin olacağı kanaatinde. Loğoğlu, “yumuşama” adımının bir oyun olduğunu ileri sürerek muhalefetin ülkenin ciddi yaşamsal sorunlarına yoğunlaşması gerektiğini ifade ediyor.

CHP lideri Özgür Özel de geçen günlerde Strasburg’da Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde (AKPM) Türkiye heyetiyle görüştüğünü ve heyetin orada sürekli kendilerine Osman Kavala’nın hatırlatıldığını ve Türkiye heyetine adım attırılmadığını söylemişti. AKP’nin milliyetçi milletvekili Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi üyesi Tuğrul Türkeş de Özel’i teyit ederek Kavala çıkışı yapmış ve “Türkiye’nin büyümesi özgürlükle olur, cezayla değil” açıklamasıyla bu duruma dikkat çekmişti.

AB’DEN GELEN MESAJLAR ETKİLİ OLDU

Strasburg Üniversitesi’nden Prof. Dr. Samim Akgönül de Demirtaş ve Kavala’nın AİHM kararına rağmen bırakılmamasının, AİHM’de Türkiye aleyhine çıkan insan hakları kararlarına uyulmamasının her alanda Ankara’nın karşısına çıktığını belirtiyor. Hem Avrupa Parlamentosu’nda hem de AK’de bu konuların sürekli gündeme geldiğini kaydeden Akgönül, “normalleşme” hamlesinde AB’nin belirleyici etkisine vurgu yapıyor. AB’den Türkiye’nin evrensel hukuk normlarına uyulması için uzun bir süredir basınç olduğunu belirten Prof. Dr. Akgönül, “AB’nin normalleşme üzerinde doğrudan etkisi var. Buradan gelen mesajlar etkili oldu. Erdoğan uluslararası bir meşruiyet, saygınlık peşinde. Bunun için de içeride normalleşmeye ihtiyacı var. Normalleşme sinyalleri verirse ya da bu yönde adımlar atarsa yeniden popülist liderler tarafından ağırlanmayı bekliyor. AKP içinde de bir tartışma var, Tuğrul Türkeş gibi bir kesim Kavala, Demirtaş kararlarından, AİHM kararlarına uyulmamasından rahatsız” ifadelerini kullanıyor.

ATMOSFERİ KİM ZEHİRLİYOR?

Siyasal İslamcı rejimler/yönetimler her tarafta kaybettiler. Bu rejimlerin Türkiye ayağında da durum farklı değil. Bunun pekala farkındalar. Siyasal İslamcı rejim için hem bölgesel gelişmeler, hem ekonomik koşullar, hem de toplumsal etkenler nedeniyle çember daralıyor.

“Yumuşama” adı altında rejimin restorasyonu sağlanmak isteniyor. Tam da bu nedenle “yeni açılım”a mesafeli duranlar, eleştirel gözle bakanlar hedefe konuyor. Erdoğan siyasette yumuşama istemeyenlerin yapıcı atmosferi zehirlemek için uğraştığını söylerken bu durumdan duyduğu rahatsızlığı açıkça dile getiriyor.

Çanlar Saray rejimi için çalıyor. Rejim çözülmeye başladı. Erdoğan kendi iktidarının tahkimatı için tüm olanakları zorluyor. Bunu yaparken de hem iç hem de dış destek peşinde. “Yumuşama” hamlesi ile bir taşla birden fazla kuş vurmanın peşinde.

                                                               /././

Normalleştirebileceklerimizden misiniz? (Kaan Sezyum)

Normalleşme yükleniyor… İyi güzel de nereye yükleniyor? Kim normalleşecek, o da önemli. Malum ülkemizde çok tercih edilen bir karakter çizgisi olan can çıkar huy çıkmaz felsefesine karşı mı geleceğiz yoksa? Bütün psikolojik bozukluklarımız, hırslarımız, şatafat sevgimiz, mantıksızlığımız, “ben yaptım oldu”cu anlayışımız, tuhaf halka tepeden bakan kibrimiz, itibardan tasarruf olmazımız mı normalleşecek?

Hangi sihirli değnek dürttü de aniden normalleştik? Bayram değil, seyran değil, eniştem neden iki gün öncesinden daha normal? Bizi normale yaklaştıran şey ne? Normalleşen biz miyiz yoksa çevremiz mi? Biz normaliz de çevremiz mi anormal? Hiç aklımın ermediği şeyler…

Halk olarak lafı çok seviyoruz. İki tatlı söze, bir güler yüze hasret kalmışız haliyle. Yıllardır suratsızlardan suratsız, asıklardan asık, kesiklerden kesik, külhanbeylerinden külhanbeyi, adamlardan daha adam tavırlar görmüş bu halk. Bir şey istediğinde, kafasına sürekli odunu, plastik mermiyi, basınçlı suyu, tekmeyi, biber gazını yemiş. Bunca yıldır bazen sokakta yürümesi bile zor hale gelmiş, bazense koskoca bir şehrin yarısı herkese yasaklanmış, güvenlikçi politikaların ve en anti demokratik duyguların demir yumruğu masaya vurulmuş. Tarih bilinciyle oynanmış, aklıyla alay edilmiş, gerçekler çarpıtılmış… Hepsinin belgeleri cumaya gelecek dendi, gele gele bizim de şansımıza normalleşme geldi.

∗∗∗

Neler oldu da yandaşların yandaşı, iktidardan daha iktidarcı plastik kalemler bile normalleşme çığlıkları atmaya başladı? Dediğim gibi bizim memlekette lafı çok severiz. Kimse işe bakmak, herkes laf yapar. Konuşunca mangalda da kül bırakmayız. Bu can bu bedende oldukça daha ne laflar edeceğiz, daha ne geri vitesler basacağız belli değil. Diyeceğim o ki en normale yakın normalleşme, lafa değil de icraata baktığımızda başlar. İlk normalleşmeyi Gezi davasında mı göreceğiz, yoksa artık kasıtlı olarak acı çeksinler diye içeride tutulan insanların mı acılarını dindireceğiz? Diyelim ki aniden bir normalleşme dalgası yaşandı, kim bunun sürekli olacağını söyleyebilir, kim normalleşme adımları atan aklın normal bir akıl gibi çalışabileceğini öngörebilir?

Bir yandan da Anadolu’yu yeniden keşfetmek için çok da geç kalmadık. Aklın yolu bir, tabii ki ortada konuşabileceğiz, uzlaşabileceğimiz, diyalog kurup derdimizi anlatabileceğimiz ve derdimizi de dinleyebilecek bir “akıl” bulabilirsek. Onca yıllık haşin pratiklerden birden bire vazgeçip de normalleştiğini söyleyen bir dostunuz olsa, size ne kadar inandırıcı gelir?

Mesela alkolik bir arkadaşınız var, bir gün diyor ki “Ben içkiyi ve sigarayı bırakıyorum”... Sizce arkadaşınız dediği gibi bu alışkanlıklarını bir anda bırakır mı? Yoksa geceleri yine gizli gizli, tekel mi arar? Bağımlılıklarda ve bağımlılarda bazı şeyler söylenildiği gibi kolay olmayabilir. “Bırak” demekle bırakılmayabilir, “bal bal” demekle de ağız tatlanmayabilir.

∗∗∗

Normalleşeceğiz de biz mi normalleşeceğiz acaba? AİHM kararlarını aniden uygulamaya mı başlayacağız? Hadi diyelim ki uyguladık, şimdi boş yere yatanlara kaybolan yıllarını kim verecek? Zaman makinesi sadece ileri doğru işliyor henüz maalesef. Zaten olması gereken, kanunların, kuralların söylediği şeyleri yapmak ne zamandan beri normalleşme oldu? Bir yandan da böyle açıklamalar yaparak da çok uzun süredir “anormal” bir şekilde takıldığımızı da ikrar etmiş olmuyor muyuz? Kasıtlı olarak anormal davranan bünyeler, birden normali nasıl kaldıracak?

Anayasa Mahkemesi kararlarına uymak mı bizi aniden normal yapacak? Belki de bir bebeğin yürümesi gibi önce emekleyeceğiz, sonra ilk adımlarımızı atmaya çalışacağız, sonra da belki yürüyebiliriz tekrar. Aslında şu anda ayakta bile durmak bizim için çok büyük bir adım olur. Normalimizi sürünmek olmuş zaten. En baştan yine bebeklere yürüme öğreteceğiz, giden yıllara, yiten canlara selam olsun.

Zamanında Bülent Ortaçgil de aynı normalleşme adımlarını hissetmiş:

Biri anlatsın hemen nedir bu normal

Canım sıkıldı yoksa ben miyim anormal?

Peki dedim Türkiye? Dedi ki normal

Ya AB? Bilmem! Normal

Ya ABD dedim? Dedi ki çok normal

Peki dedim ya DGM? Dedi ki normal

Ya OHAL, o kadar yıl? Bilmem! Normal

Peki GAP, ZAP, Hasankeyf? Hepsi normal…

                                                                /././

Durma ‘‘yumuşa’’ (Nurcan Gökdemir)

Halk desteği azalan Erdoğan’ın yumuşama söylemi, siyaseti domine etmenin, gerçek sorunları gölgelemenin çabası… Erdoğan’ın kurnaz siyaseti ile belirlediği senaryodan zaman kaybetmeden çıkmak gerekiyor.

31 Mart yenilgisinden sonra ülkeye “yumuşama” söylemini hakim kılan Erdoğan’ın, siyasi iklimi yumuşatmak için karar vermesi ve adım atması yetiyor. “Bunun için CHP’ye ihtiyacı var mı?”…  Bu soruya “Hayır” diyorsak o zaman amacı ne? Kendisine oy vermeyen ve desteği de giderek azalan halktan ve onların çoğunluğunun temsilcisi olarak görülen CHP’den geride kalan görev süresinde “Anlayış mı bekliyor?” Bununla amaçladığı “Emekliliğe huzurlu geçiş mi yoksa totaliter rejimini sürdürmek için güç toplamak mı?”

Bugüne kadar siyasetini “unutturma, maniple etme, zamana yayarak yok saydırma” üzerine kuran ve bundan da sonuç alan Erdoğan’ın bugün karşısında artık bu kurnaz siyaseti şifrelerine kadar çözen ve inandırıcılığının olmadığını gören milyonlar var. Bu milyonlar varlığını 31 Mart yerel seçimlerinde iktidar partisinin karşısındaki muhalefet adaylarını destekleyerek gösterdi.

İKTİDAR KARŞITLIĞI ARTIYOR

Seçim sonrası kamuoyuna açıklanan kamuoyu araştırmaları da iktidar karşısındaki partilerin seçmen desteğinin ya da daha doğru ifade ile iktidar karşıtlığının arttığını gösterdi.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel de bu tespitleri doğrulayan son araştırmayı partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada kürsüden dillendirdi. CHP’nin yukarıya doğru ivmelendiğine de Recep Tayyip Erdoğan ile kamuoyuna açıklamalar yapan AKP’lileri tanık göstererek “Hakkımızı teslim etmeyen kimse yok gibi” dedi. Kamuoyu araştırmalarının “31 Mart seçimleri bir yerel seçimdir, genele yansımaz” diyenlerin yanıldığını gösterdiğini ifade eden Özel, “Şu ana kadar CHP’nin bu pazar milletvekili seçimleri olsa oyunuzu kime verirsiniz sorusunda birinci parti olmadığı hiçbir anket yok. Kimi anket firması yüzde 37’yi teyit ederken kimi yüzde 35 ölçmüş. Daha düşüğü yok. İkinci parti ile aramızdaki farkı 8 puan ölçen de var, 5 puan ölçen de var. Daha azı yok” vurgusu yaptı.

Özel’in sözünü ettiği araştırmaya göre, seçmenlerin yüzde 57’si Türkiye’nin kötü yönetildiğini düşünüyor. Seçim sonrası bu görüşte olanlarda 5.5 puanlık bir artış görülüyor. Türkiye’nin iyi yönetildiğini düşünenlerin oranında ise 2023 yılı Aralık ayına göre yaklaşık 4 puanlık bir gerileme tespit ediliyor.

AKP ANKETLERİ DE SARAY’I SEVİNDİRMİYOR

Tam da kamuoyu araştırmalarının yansıttığı gibi mi, değil mi, değişik rakamlar ifade edilebilir ama Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na ulaşan anketlerin sonuçlarının da yaklaşık olarak bu yönde olduğu kulislerde konuşuluyor.

“Yumuşama” söyleminin boşuna dillendirilmediğini bu sonuçlar da gösteriyor. Erdoğan halk desteğinin kendi deyimiyle “güneşi gören buz” gibi eridiğinin, yerelde kaybettiği iktidarın onu “topal ördek” konumuna ittiğinin, “Her an heybeden bir sürpriz çıkartması muhtemel” partneri Devlet Bahçeli ile yürüdüğü yolda sıkıntılar yaşayabileceğinin çok farkında…

Geriye “kucaklayıcı, sorun çözücü lider” kimliğine sahip olacağı bir ortamı inşa etmesi kalıyor. Resmi tarihi 2028 olan seçimler öncesi güç toplayarak ya koltuğunu korumak ya da kendi belirlediği bir ismin bu koltuğa oturmasını sağlayarak iktidarını her türlü sürdürme hayali olduğu biliniyor.

ÖZEL ZİYARETİ ERDOĞAN’A YARAMADI

Özgür Özel’in ziyaretinden sonra da Erdoğan için “sorun çözümü için başvurulan makam, kucaklayan lider” imajı yansımadı kamuoyuna… Yumuşama söylemi kurnaz siyasetinin bir yansıması, kucaklayıcılığı da geçmişteki sayısız örnekte olduğu gibi söylemine küfürle yansıyan öfkesi, tahammülsüzlüğü, kibri nedeniyle samimi bulunmadı.

Ancak “yumuşama” söyleminde ısrarcı olacağı görünüyor. Şu an elinde daha güçlü bir enstrüman yok, en azından kamuoyuna “Ben istedim onlar istemedi” diyebilecek kadar malzeme toplama peşinde.

YUMUŞAMA SÖYLEMDE

Şimdi ülkenin karşılıklı ziyaretlerle süren bu yalancı iklimin ülkenin gerçek sorunlarını gölgelemesine, Erdoğan karşıtlığının vücut bulduğu CHP’nin enerjisini boşa tüketmesine, bu arada mümkün görünmemekle birlikte Erdoğan’ın yeniden güç toplamasına fırsat vermemek için şu soruların yanıtlarını unutmamak gerekiyor: 

• 1 Mayıs’ta işçilerin Taksim yolunu kim kapattı?

• Yerel seçimlerde halkın oylarıyla seçilen belediye başkanlarının yerine kayyum atamaya hazırlanan kim?

• Can Atalay’ın seçilme, ona oy verenlerin seçme hakkını kim elinden aldı?

• AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamayan kim?

• “Mülakat sürecek” diyen kim?

• Çevre yağmasına kim yol veriyor?

• Gazetecileri kim tehdit ediyor, kim cezalandırıyor?

• Gezi tutukluları, Selahattin Demirtaş neden hala cezaevinde?

• Kamu Özel İşbirliği projeleri ile yandaş şirketlere döviz hesabıyla yapılan garanti ödemelerinde kim ısrar ediyor?

Bunlar güncel ve ilk akla gelenler, 2002’de başlayan AKP iktidarları boyunca yaşananlara ilişkin sorulacak milyonlarca soru var. Her yurttaşın sadece kendisi için soracağı onlarca sorusu var. Bütün bunlar orta yerde iken yumuşamaya kim inanır?

Şimdi önce şunu görelim, siyasi iklimi yumuşatmak için CHP’nin desteği şart mı, AKP’nin Anayasa ve yasaların da üzerine çıkarak ülkeyi sürüklediği karanlığa bir ışık tutmasının önünde ne engel var.

Ülke bir baskı rejimi altında karanlığı yaşarken demokrasi, özgürlükler, barışma, "yumuşama" ya inanmak mümkün mü?

Totaliter rejim tüm kurumları ile hüküm sürüyor, demokrasinin kurumsallaşması, hukukun hakim kılınması ile sadece söylemde. Erdoğan kitabı bildiği yerden bildiği gibi okumayı sürdürüyor...

                                                               /././

Mekânlar ve tanıklıkları (Şükrü Aslan)

Geçtiğimiz hafta sonu bir grup Tıp doktoru ile birlikte Dersim’in Ovacık ilçesinde, Munzur Gözelerini ziyaret ettik. Gruptaki çoğu kişi, bu müstesna mekânı ilk kez görüyordu ve bu nedenle Munzur Gözeleri merak konusuydu. Gerçi gezi Dersim coğrafyasına dair sert askeri müdahale kararının alındığı 4 Mayıs 1937’nin yıldönümüne denk gelince, ‘politik kontrol ve gerilim’ daha net izlenebiliyordu ama yine de bir bahar gününde, yeryüzünün bu müstesna coğrafyasında, gözelerin gözleriyle buluşmak güzeldi.

Yıllar önce yaşlı bir Dersimli Munzur Gözelerini “Xızır’ın yeri” olarak nitelemişti. Tam da bu yüzden yüzyıllar boyu oraya yıkıcı bir duygu ile dokunmak, kötü ve tehlikeli bir girişim olarak algılanmıştı. Bu söylem aynı zamanda bu müstesna mekânı koruyan bir yasasız güç demekti. Zira Xızır’ın hatırasına saygı-itimat Dersim Alevilerinde çok güçlü bir inançtı. Fakat zaman içinde politik müdahalelerin konusu oldukça bu müstesna mekân türlü-kötü vakalara tanıklık etmiş ve öyküsü de giderek karmaşık hale gelmişti. 20. yüzyılın ilk yarısında bu coğrafyaya dışarıdan gelenler mekânı ‘Allah’ın millete bahşettiği bir güzellik’ olarak tarif etmişlerdi. Eh, millete bahşedildiğine ve milleti de onlar temsil ettiğine göre, mekâna her türlü müdahaleleri için yollar açılmıştı. Yegâne engel ‘yerliler’di.

∗∗∗

‘Yerlilik’, kolonyalist eğilime işaret eden modern terminolojinin bir sözcüğüydü. Dersim’de yerli geleneklere ve nüfusa müdahalenin neticelerinden biri, Xızır’ın yeri olan ve bu nedenle yıllar boyu dua edilen, mum yakılan, niyaz dağıtılan bu mekânın dönüşümüydü. Gözeler giderek yoğun bir şekilde asker-sivil devlet yöneticilerinin uğrak yerine dönmüştü. Belgelere göre 1930’lu yıllarda Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Komutanlar, Sağlık Bakanı, İçişleri Bakanı, Valiler, müsteşarlar ve daha pek çok kişi Munzur Gözeleri’ni görmeye gelmişti. Onların gelişlerini kolaylaştırmak için daha 1929 yılında Hozat’ı Ovacık’a bağlayan bir de karayolu yapılmıştı. 18 yaşına gelmiş erkek vatandaşları yol, tünel ve köprü yapımında çalışmaya mecbur eden ‘Şoseler ve Köprüler Kanunu’ da o yıl çıkarılmıştı.

Devlet yetkililerinin Munzur coğrafyasına ilgisi nedeniyle daha 1925’te gözelerin etrafındaki köylerde ‘Türk nüfusun’ kayıtları da tutulmuş, raporlara yazılmıştı. Gözelere dair yeni ‘milli ve dini’ söylem de büyük ölçüde o süreçte üretilmişti. Mesela çoban Munzur’un ‘ağa’sının Hac’ca gittiğine dair tevatür, o söylemin bir örneğiydi. Gerçekle ilgisi yoktu elbette. Çünkü ‘Munzur’un ağası’ da, başkaları da inanç gelenekleri gereği ‘Hacca zaten yabancıydılar.

∗∗∗

Yönetici zevatın Munzur Gözelerine yönelik ilgisi 1937-1938’de topyekûn bir kıyım-kırım harekâtına dönüşmüştü. Sözlü anlatılara göre Munzur’a asker akıyordu. Gazeteler 1937’de 25 bin askerin Dersim’e geldiğini yazmışlardı.1938’de hem asker sayısı çok daha artmış hem de yapılanlar tam bir vahşete dönüşmüştü. Xızır’ın yeri olarak Munzur Gözeleri’ni, gözleri gibi koruyanlar kuytu köşelerde süngülerle, silahlarla ya da kayalıklardan atılmak suretiyle topluca öldürülmüşlerdi. Tarihte örneği az görülen bir vahşet zamanıydı ki bir hatıratta yazıldığı gibi ‘Tanrı bile korkup saklanmıştı’. Bu kırımda Ovacık’ın 85 köyünden 43’ü haritadan silinmişti.

Katliamın komutanı Abdullah Alpdoğan 1938 yılı sonbaharında yeniden Munzur Gözelerine gelmiş ve burayı ‘Türkiye’nin kür yuvası yapacağını’ söylemişti. Ülkenin ve hatta dünyanın pek çok ülkesinden insanlar buraya gelerek iki üç hafta tedavi olacak ve şehirlerine, işlerine sağlıklı olarak döneceklerdi. Nasıl olsa bu coğrafyanın kadim kültürleri, yani ‘yerlileri’ artık neredeyse yoklardı. 

Gözelerin gözleri kim bilir daha neler görmüş, nelere tanıklık etmişti. Bu kıyım tarihini biraz bilenler için, Munzur’un gözeleri, aslında sürekli akan gözyaşları gibidir. Gözyaşlarının hazin öyküsünü bilemeyince, gözelerin ruhunu hissetmek de zordur. Herhalde bu sebeptendir, gözelerin bulunduğu alan iyi bir mesire yeri olarak düzenlenmiş görünüyor ama mekânda geleneğin ruhu yok, tanıklıklarından ise herhangi iz bile yok. Tarihinden azade sanki…

(BİRGÜN)

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (8 Mayıs 2024)

 

O MHP’li cinayete nasıl yardım etti?(Barış Pehlivan)

Sadece Bolu’ya gitmenin cezası 20 yıl hapis midir? 

Ne garip bir soru, demeyin. Zira gözümüzün içine baka baka, aklımıza hakaret ediliyor

Kuşku yok ki Sinan Ateş iddianamesine dair çok haber okudunuz ve analiz dinlediniz. Son olarak MHP lideri Devlet Bahçeli de sessizliğini bozdu ve şöyle dedi: “Kimin elinde hangi belge ve bilgi varsa mahkemeye sunmalıdır. Hatta şahit olarak dinlenmek isteyenlere mahkeme kapısı açılmalıdır.”

Cinayet iddianamesindeki tutuklu sanıklardan biri de Serdar Öktem. Avukat olan Öktem’in önemli bir MHP’li olduğu sır değil. Sır olan ise bu iddianamede neden yer aldığı...

Evet, iddianamede Öktem “cinayete yardım” ile suçlanıyor. Evet, bundan dolayı 20 yıla kadar hapsi isteniyor. Evet de... Ne yapmış da bu suçu işlemiş, işte o yazmıyor.

Bir defa da bin defa da okusanız, yok.

İddianameye göre; Serdar Öktem cinayet günü olan 30 Aralık 2022’de Bursa’dan Ankara’ya, oradan da Bolu’ya geçmiş. Yılın son günü de Bolu’daki bir otelden çıkmış, bir yayla yoluna sapmış, 26 dakika sonra da oradan dönmüş.

Peki, bu bilgiler ne anlama geliyor? Yok. Savcı hiçbir şey yazmıyor. Hiçbir açıklama getirmiyor.

O halde neden var bu bilgi?

“Cinayete yardım” gibi çok ağır bir suçlama yapıp buna delil olan eylemi neden yazmazsınız?

Yoksa?

Acaba MHP’li Serdar Öktem, cinayet günü Bolu’ya kiminle birlikte gitti? Ankara Ülkü Ocakları Başkanı Ömer Şanlı ile birlikte olabilir mi? İkisinin aracının plakaları neydi?

Ve sahi Serdar Öktem Bolu’da kiminle görüştü? Cinayeti işleyen tetikçi Eray Özyağcı ile olabilir mi? Cinayet gecesi tetikçi de Bolu’da bir yaylada kaldı mı? O konaklamayı sahi kim organize etti?

O PLAKALI ARACI KİM KULLANDI

Bakınız...

Bu sorular o kadar kritik ki...

Yanıtlarının hepsi aslında dava dosyasında var. Ancak savcı bunların hiçbirini iddianameye yazmıyor. Haliyle tutuklu sanık Serdar Öktem’in suçunun “sadece Bolu’ya gitmek” olduğunu sanıyoruz.

Halbuki...

Soruşturma dosyasına hâkim herkes biliyor ki Serdar Öktem cinayet anını organize eden İstanbul’daki ekiple, tetikçiyi kaçıran Ankara’daki ekip arasındaki kilit ve ortak isim.

Haliyle... Siz o kilidi koparırsanız, sanki birbirinden haberi olmayan ama aynı kişiyi öldürme suçunda rol alan insanlar yığınının günlüklerini “iddianame” diye önümüze koyarsınız. Tam da budur yargılamaya esas teşkil edecek 145 sayfa.

Demem o ki Serdar Öktem’in “suçsuzluğu” cinayetin örgütlü olmadığına kapı aralıyor.

Bakın, tetikçinin lideri Doğukan Çep’e para gönderen Ufuk Köktürk ile avukat Serdar Öktem’in arasındaki 22 ayrı telefon trafiğine girmiyorum bile. Cinayetten bir gün önce yapılan ama silinen WhatsApp yazışmasına da..

Ve çok daha çarpıcısı...

Savcı, Serdar Öktem’in “06 DB 7018” plakalı bir araçla Bolu’ya gittiğini yazıyor. Halbuki, o araç Öktem’e ait değil. Acaba o plakalı aracı şüphelilerden Ömer Şanlı kullanıyor olabilir mi? Eğer öyleyse, savcı neden bu “hatayı” yapar? Yoksa, Ankara Ülkü Ocakları başkanının ismi “geçmesin” diye bilinçli mi yapıldı?

Sorular çok, yanıtlar henüz yok. Lakin, tarih çok kez öğretti ki sakladığınızı sandığınız sır gözlerimize vuruyor. 

                                                    /././

Ekonominin bir sorunsalı TCMB (Öztin Akgüç)

Merkez Bankası’nın temel görevi, fiyat, finansal, genelde ekonomik istikrarı, kararlılığı sağlamaktır; korumak, sürdürmektir. Ancak MB’ler izledikleri yanlış politikalarla, geciken önlemlerle ekonomik krizi tetiklemekte, derinleştirmekte istikrar sağlayıcı değil istikrar bozucu da olmaktadır. Bu bağlamda neoliberal politikaların izlendiği dönemde TCMB tipik örnek olmaktadır. 1994, 2020-2021 günümüz ekonomik bunalımlarında TCMB’nin katkısı belirleyicidir. 1994 yılında da enflasyon hızlanır, kur yükselir, cari işlemler açığı büyürken, TCMB’nin faiz indirerek genişletici para politikası izlemesi krizi tetiklemiştir. 2000 yılında uygulamaya konulan “Enflasyonu Düşürme Programı”nda, IMF’nin telkinleri doğrultusunda strateji olarak döviz kuru hedeflenmesi izlenmiş, “ABD doları +0.77 Avro”dan oluş döviz sepeti çapa olarak kullanılmış, TCMB’nin iç varlık toplamı sınırlanmış, parasal genişleme bankanın dış varlık, artışına bağlanmış, sonunda ekonomi likidite bunalımıyla krize sokulmuştur. 2017 sonrası enflasyon hızlanır, kur yükselir, yurtdışına sermaye çıkışı olur, cari işlemler açığı büyürken faiz indirimi, döviz satarak kuru korumaya kalkışmak, KKM diye faiz yükü üstlenmek, ekonomik istikrarsızlığı şiddetlendirme bir yana TCMB’nin mali yapısını da bozmuş, itibarını zedelemiştir.

Sözel olmaktan çok finansal tablolar, açıklayıcı nesnel bilgiler verir. Bilanço, izlenen politikaları taşınan riskleri, risk yönetim anlayışını da yansıtır. TCMB’nin 31/12/2023 tarihli bilançosunda 2 trilyon 424 milyar TL varlığın, 1 trilyon 636 milyar TL’lik bölümü gerçek değer değil, TCMB’nin hesap planından kaynakların (dönem zararı+değerleme hesabı) UFRS (Uluslararası Finansal Raporlama Standardı) ve tek düzen hesap planına göre zarar, özkaynaktan kayıp olduğundan eksi (-) işaretle bilançonun pasifinde özkaynak tutarından indirilmesi gerekirken TCMB’nin hesap planında (A.15) bir değer gibi varlıklar arasında gösterilmektedir.

Yabancı para varlık ve yükümlülüklerin altın mevcudunun, bilanço günü itibarıyla değerlendirilmesinden kaynaklanan, lehe ve aleyhe farklar bankanın hesap planında “değerleme hesabı”nda izlenmektedir. Banka aleyhine oluşan değerleme farkı, bir değer gibi bilançonun varlık bölümünde (A.14) gösterilmektedir. UFRS ve tek düzen hesap planına göre değerleme farkının bilançoda değil, kapsamlı kâr-zarar tablosunda yer alması gerekir. TCMB’nin 2023 yılı zararı 818.2 milyar değil, UFRS ve tekdüzen hesap planına göre kapsamlı zararı, dönemin aleyhe hesabındaki 489.3 milyar TL fark da eklendiğinde 1 trilyon 307 milyar TL olmaktadır.

TCMB, 25 bin TL sermayeli anonim şirket olarak kurulmuş olup kuruluş kanununda açıklık bulunmayan hallerde özel hukuk hükümlerine tabidir. Türk Ticaret Kanunu’na göre (md.603) “şirket esas sermayesi ile kanuni yedek akçeler toplamının şirketin zararını karşılayamaması” halinde ortaklardan ek ödeme yükümlülüğü istenebilir. Kuruluş kanununda bu bağlamda açık hüküm olmamakla beraber, Hazine’nin zarar ve değerleme farkını üstlenerek karşılığında düşük faizli uzun vadeli devlet tahvili vermesi yalnız özü itibarıyla değil bilançonun yapısının muhasebe kurallarına uyması açısından da uygundur.

Para basma (seigniorage) hakkı devletindir. Hazine dolanıma banknot çıkarma hakkını, kâr Hazine’ye devredilmek üzere uzun süreli sözleşmeler ile Merkez Bankası’na vermektedir. MB’lerin dolanıma banknot çıkardıklarında faiz geliri elde etmektedirler. MB’ler kâr amaçlı olmamakla beraber doğaları gereği kâr sağlarlar. MB de zarar, olağandışı bir sonuçtar, özel “beceri” gerektirir.

TCMB’nin net rezervi olmaması nedeniyle kur riski, döviz likidite riski daha vahim. Yönetim riski vardır. Bu risk ülke genelindeki yönetim riskinden kaynaklanmaktadır.

(Cumhuriyet)

AKP’nin ‘maarif modeli’: Yeni müfredat taslağı ne getiriyor? (II) - DOSYA - soL/Özel

 TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu - soL işbirliğiyle hazırladığımız Yeni Müfredat Dosyası’nın ikinci bölümünde okul öncesi dönem ve ilkokul derslerine odaklanıyoruz.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" adını verdiği yeni müfredat programı 26 Nisan’da açıklandı. Bakanlık, yeni müfredatı bir öğretim programları ortak metninde taslak olarak eğitimcilerin ve kamuoyunun incelemesine sundu.


Taslağa ilişkin kapsamlı bir inceleme farklı alanlardan 10'un üzerinde eğitimcinin oluşturduğu TKP’li Eğitim Emekçileri Müfredat Komisyonu ve soL’un işbirliğiyle bir dosya haline getirildi.

Dosyanın ilk bölümünde MEB’in Öğretim Programları Ortak Metni’ne ve Türkçe, Matematik ve Fen Bilimleri derslerine ilişkin program taslağına odaklanmıştık. Dosyanın bu bölümündeyse okul öncesi dönem ve ilkokul derslerini ele alıyoruz.

Dini bayramlara okulda kutlama 

“Türkiye Yüzyılı Maarif” modeli ilkokul müfredatı açısından değerlendirildiğinde, geçmişten bugüne geriye giden eğitim müfredatlarında konu içeriklerinde bazı azalmalar veya yer değişiklikleri yapılmış, dinselleşme adına meşruluk kazandıran yeni güncellemeler gelmiş, yanında da piyasacılık unutulmamıştır diyebiliriz.

İncelemeyi daha detaylandıracak olursak, belirli günler ve haftalara Kut’ül Amare eklenmiş, Hayat Bilgisi dersi ile ilişkili derslere Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi eklenmiştir. “…millî gün ve bayramlarda, dinî gün ve bayramlarda, belirli gün ve haftalarda çeşitli etkinliklerle öğrencilerin millî bilinç ve manevi değerleri geliştirilmelidir” ifadesiyle dini gün ve bayramların okullarda kutlanmasının yolu açılmıştır. Bunun yanında da Hayat Bilgisi dersinin tüm kademelerindeki konularda dini gün ve bayramlara zaman ayırılmıştır. 

Mart ayını içine alan dönemde planlanan belirli gün ve haftalarda “Şehitlik Günü” ifadesi kullanılmıştır. Emperyalizme karşı bağımsızlı mücadelesinin sembolü olan günün, şehitlik vurgusuyla anlamından uzaklaştırılması, yine dinselleşmenin başka bir boyutu olarak müfredatta yerini almıştır. 

“Öğrencilerden dinî gün ve bayramların önemini yorumlayabilmeleri (KB2.14) beklenir. Dinî gün ve bayramlara ilişkin deneyimlerini paylaşmaları (a) istenir. Dinî günlerimizin Mevlit Kandili, Regaip Kandili, Miraç Kandili, Berat Kandili, Kadir Gecesi ve Aşure Günü olduğu; Ramazan ve Kurban Bayramı’nın ise dinî bayramlarımız olduğu belirtilir. Konu ile ilgili deneyimlerini anlatmaları veya rol oynama, canlandırma gibi tekniklerle sunmaları sağlanır. Dinî gün ve bayramların önemini ifade etmeleri (b) beklenir. Dinî gün ve bayramların; millî değerlerimiz olduğu ve insanların birbirlerini ziyaret ettikleri, misafirlerine ikramlarda bulundukları (D15.5) önemli ve özel günler olduğu üzerinde durulur. Bu günlerin coşkuyla kutlandığını vurgulayan (D19.2) görsel, video, kısa film, animasyon, hikâye, şiir gibi içeriklere yer verilir. Dinî gün ve bayramların millî ve manevi değerlerimiz olduğu vurgulanarak öğrencilerden bu günlere saygı duymaları beklenir (D14.3). Öğrencilerden dinî gün ve bayramların önemine ilişkin şiir, resim, afiş gibi özgün bir ürün oluşturmaları istenir (OB1.3). Öğrencilerin hazırladıkları ürünler portfolyolarına dâhil edilir.”

'Zihin' gitti 'ruh' geldi

Müfredatta “beden ve ruh” ifadeleri yer almaktadır. Açıklamalarda ruh ifadesini zihin ile bir tutmaya dönük cümleler kurulmuş olsa da bilimsellikten uzaklaşıldığını gizleyememektedir. Zaten Hayat Bilgisi 1. sınıf müfredatında “bilim ile tanışır” ifadesi kullanılmaktadır. 1. sınıf, bilim ile tanışmak için geç kalınmış bir eğitim kademesidir.

“Öğrencilerden yardıma ihtiyacı olan bireylerin yaşamını kolaylaştırmak için fikirlerini eyleme dönüştürebilmeleri (SBAB5, SBAB5.5.SB1, SBAB5.5.SB2) beklenir. Yardıma ihtiyacı olan bireylerin yaşamını kolaylaştırmak için farkındalık projeleri geliştirmeleri (a) istenir. Bunun için öğrencilere yardıma ihtiyacı olan yaşlı, özel gereksinimli bireyler vb. ile ilgili şefkatli olma, sabırlı ve anlayışlı davranmaya (D9.2) yönelik örnek olaylar sunulur. Bu aşamada kavram karikatürleri, düşünme deneyleri gibi teknikler kullanılarak konuya dikkat çekilir. Öğrencilerin canlandırma, rol oynama gibi yöntemlerle yardıma ihtiyacı olan bireylerle empati yapmaları sağlanır (E2.1). Öğrencilere konu ile ilgili grup çalışmaları yaptırılarak sosyal sorumluluk projesi hazırlama görevi verilir. Öğrencilerden görev paylaşımı yapmaları (SDB2.2, SDB2.2.SB1) istenir.”

Örnek bilim insanı: Askeri pilot Alper Gezeravcı

İlkokul Hayat Bilgisi müfredatından alınan yukarıdaki ifadede de muhtaçlığa sebep olan durumları ortadan kaldıran değil de sadaka zihniyetini normal karşılayan bireyler yetiştirme modelinin müfredatı görülmektedir.

İlkokul kademesinde seçilen metinler, örnek olaylar öğrenmede büyük etkiye sahiptir. Bu nedenle ders kitapları en az müfredat kadar önemlidir. Uygulamadan önce sunulması gerekir. Örneğin Türkçe dersi müfredatında, her ünitede bir metin yazarının, birden fazla metni olmamasına dikkat edileceği belirtilmiştir. Önemli kişilerin örnek gösterileceğinden bahsedilmiştir. Fakat bu kişilerin kimler olacağı, hangi bakış açısıyla belirleneceği açıklanmamıştır. Matematik dersinde örnek gösterileceği belirtilen bilim insanları belirtilmemiştir. Hayat Bilgisi dersinde bilim insanları ve eserlerine örnek olarak Alper Gezeravcı yazılmıştır. Adı geçen kişinin bilimsel herhangi bir çalışması ve eseri var mıdır?

Diğer yandan önceki müfredatta sık sık yer alan girişimcilik konusu, bu müfredatta matematik dersinde paralar konusuna getirilen “finansal okuryazarlık” kavramı piyasacı zihniyetin devamlılığını göstermektedir.

Kendi gerçeğine yabancı bir müfredat

Daha öncekilerde de şimdi de müfredatların içeriğinden bağımsız olarak, her seferinde gözden kaçırılan durum, uygulanabilirlik. Müfredat planlanırken tüm okulların, öğretmenlerin, öğrencilerin eksiksiz imkanlara sahip olduğu, okul-sınıf mevcutlarının her yöntemi rahatlıkla uygulayabildiğimiz sayılarda olduğu gibi bir yanılgı mevcut ve bu halkına, ülkesine olan yabancılık değişmiyor, artıyor. Bunu müfredattan seçilen birkaç cümleyle örneklendirebiliriz:

  • “Oyun hamuru ya da kilden gök cisimlerini modellemeleri istenebilir.” Her öğrencinin tüm kırtasiye malzemelerine sorunsuz ulaşabildiğini varsayan bir örnek.
  • “Öğrencilere atık malzemeler verilerek bunları uygun geri dönüşüm kutularına atmaları istenebilir.” Devlet okullarının büyük çoğunluğunda geri dönüşüm kutuları bulunmamaktadır. Yıl sonlarında okul idareleri, okul bütçesine katkı sağlamak üzere satmak için öğrencilerin atık kitap, defter ve kağıtlarını toplamaktadır.
  • “Öz değerlendirme formunda bilim, spor, sanat, müzik, resim, doğa gibi konular ana başlık olarak ele alınır ve öğrencilerden bu alandaki merak, ilgi ve algıladıkları yetenek düzeylerini işaretlemeleri istenir.” Bu ifadede, her okulda öğrencilerin yeteneklerini keşfedebileceği deneyimler oluşturacak alanlar varmış gibi öz değerlendirme yapmaları istenmektedir. Halbuki çoğu okulda öğrencilerin rahatça koşabilecekleri ve oynayabilecekleri kadar bahçeleri dahi bulunmamaktadır.

Bu örneklerden onlarca daha yazılabilir. Her okulda interneti, kesintisiz elektriği, akıllı tahtayı, her sınıfta bilgisayarı, projeksiyon cihazını, fotokopi makinasını, spor ve müzik aletlerini…vb. imkan olarak sağlandığını düşünen bir bakanlık ve ona göre hazırlanan bir müfredat. Bu müfredatla yine öğrenci yetiştirmenin tüm iş yükü öğretmenlere, maddi yükü velilere kalmakla birlikte laik eğitimden söz etmek ise mümkün görünmüyor. 

Gericiliğe kılıf: 'Değerler eğitimi' 

Okul öncesi dönem insan yaşantısındaki en kritik yılları kapsar ve bu dönemde kazanılan davranışlar ilerideki yaşantının mayasını oluşturur. Bu veriden yola çıkıldığında okul öncesi eğitimi tüm eğitim dönemlerinin de temelini oluşturur. AKP’nin yeni eğitim taslağında da bu veri dikkate alınarak ve adeta “çocuklara ne vereceksek bu yaşta verelim” mantığı ile hareket edilmiştir. 

Erdem-değer-eylem modeli bunun bir çıktısı olarak karşımıza çıkıyor ve uzun yıllardır “değerler eğitimi” adı altında laikliği rafa kaldıran, eğitimde gericileşmenin önünü açan uygulamaların taçlanmasına sebep olacak başlıklar olarak yerini alıyor. Söz konusu taslakta ele alınan 20 değer neredeyse tüm gelişim alanlarındaki becerilerle ilişkilendirilsin isteniyor. Okul öncesi dönem çocukların işlem öncesi dönemine denk düşer. Erdem modeline bakıldığında mütevazılık, sabır, vatanseverlik, tasarruf gibi değerlerin eylem alt basamakları bu dönem içerisindeki çocuğun bilişsel gelişimi ile çelişmektedir. Bu eğitim taslağına göre öğretmenin tüm işi AKP’nin gerici emellerine hizmet etmek olacaktır.

Okul öncesi eğitim programının temel ilkelerini incelediğimizde bir önceki eğitim programında sıklıkla değinilen “kapsayıcılık” vurgusunun yerini beceri temelli eğitim vurgusuna bıraktığı görülmekte “temel beceriler, alan becerileri, sosyal duygusal beceriler, okuryazarlık becerilerinin” gelişimine vurgu yapılmakta, beceri gelişimine yönelik fiziksel ortam düzenlemeleri, öğrenme yaşantılarının planlanması, beceri temelli süreç ve sonuç değerlendirmelere dikkat çekilmektedir. Bu durum da doğalında “çocuğun işi oyundur” ilkesiyle ters düşmektedir. Öğretmenlerin beceri edindirme ve öğretme, programı yetiştirme kaygısı nedeniyle, okul öncesi çocukların en temel ihtiyaçları arasında yer alan oyun temelli öğrenme yaşantılarının yerini beceri öğretimine dayalı öğrenme yaşantılarına bırakacağı kesindir. Ayrıca Okul Öncesi Taslak Eğitim Programı içinde tanımlanan tüm öğrenme çıktıları ve alt öğrenme çıktılarının, becerilerin gelişimsel olarak öğrenci düzeylerine uygun ilişkilendirildiği ifade edilmekte ancak öğrencilerin gelişimlerinin üzerinde beklentiler yer aldığı görülmektedir. 

Örneğin Kendini Tanıma (Öz Farkındalık Becerisi) başlığı altında edinmesi gereken beceriler şöyle: Öğreneceği yeni konu/ kavram veya bilgiyi nasıl öğrendiğini belirlemek, öğreneceği konu veya kavramlara ilişkin kendisine en uygun düşünme ve öğrenme stratejisi seçmek. Kendini Düzenleme (Öz Düzenleme Becerisi) başlığı altında sayılan becerilerse şöyle: İhtiyaçlarını karşılamaya yönelik hedef belirlemek, ihtiyaçlarına yönelik hedeflerini tanımlamak, çıktılarına ulaşmayı etkileyen çevresel etmenleri belirlemek, çıktılarına uygun planlama yapar.

Öğretmenler yeni programlara hazır mı?

Taslağa detaylıca baktığımızda bunlar gibi onlarca örnekle karşılaşabiliriz. Matematik Alan Becerisi başlığı altında finans okur yazarlığı, okur yazarlık becerilerinde, dijital okur yazarlık, dijital bilgiye erişim yollarını bilmek gibi, yetişkinlerin dahi kazanmakta güçlük yaşadığı başlıkların olması “çocuğa görelik” ilkesiyle tamamen zıttır. Kaldı ki bu başlıklar çocuğa göre uyarlansa bile öğretmenlerin bunları kazandırmakla ilgili herhangi bir donanımsal süreçten geçmediği bilinmemekle beraber öğretmenlere tüm bu taslağın uygulamasına yönelik nasıl bir hizmet içi eğitim verileceği de henüz belli değildir. Mart ayının başlarında henüz değişen ve programı nasıl uygulayacağını bilemeyen okul öncesi öğretmenlerinin aradan iki ay bile geçmeden yeni programla sınanmaları da trajikomik bir durumdur. 

Söz konusu eğitim içeriği taslağında yer alan “aile katılımının, ebeveynlerin ve diğer aile üyelerinin okulda uygulanan eğitim programına katkıda bulunup yönetim ve karar verme süreçlerine katılarak aktif rol ve sorumluluklar üstlendiği çalışmalar olarak görülmesi ailelerin okulların eğitimsel hedeflere ulaşabilmesinde ve var olan durumlarının iyileştirilebilmesi ile ilgili karar alma süreçlerinde aktif olarak yer alması gerekliliği” ifadesi ise son derece sıkıntılı bir sürecin girdilerini barındırmaktadır. Veli, gördüğü, duyduğu ya da istediği her şeyi öğretmenden talep edebilecek olup, bilimsel bilgiden uzak olan yaşantıları bilim yuvaları olması gereken okullarda uygulaması için öğretmene baskı uygulayabileceği gibi tehlikeleri de beraberinde getirebilir. 

İmkansızlık kayıt dışı para talebini artıracak 

Okul öncesi eğitim programı, UNICEF destekli AB projesi olan ve 30 milyon avro bütçesi olan “Erken Çocukluk Eğitiminde Kalite ve Erişimin Artırılması” projesi ile desteklenmektedir. Bu proje ile pilot okullarda yeni müfredat bir sene boyunca 20 ilde uygulanmıştır. Belli sayıda öğretmene bu deneyim hizmet içi eğitimle aktarılmıştır. Fakat projenin bütçesinin nereye harcandığı ve eğitim ortamına katkısı bilinmemektedir. Okul Öncesi Eğitim Programı’nda öğrenme ortamları olarak bahsedilen okul içi öğrenme ortamları-öğrenme merkezleri için kullanılacak materyaller okulun kendi imkanlarına göre sağlanacağı ifade edilmektedir. Okulun maddi imkanlarının kaynağı velilerin maddi imkanları olması nedeniyle velilerden alınan bağış ve kayıt dışı paraların oranı artacaktır. Nitelikli eğitimin, eğitimde piyasacılıkla mümkün olması anlamına gelmektedir.

Yeni içerik taslağına göre öğretmenlerden detaylı günlük plan yapmaları, sınıfındaki her öğrencisinin ailesine yılda en az bir kere ev ziyareti yapmaları, aile eğitimi vermeleri gibi mesai dışı işler yapması beklenmektedir. Öğretmenlerin mesai saati dışında çalıştırılması karşılığında herhangi bir ücret verilmemektedir. Öğrencilere erdem değeri olarak saygı öğretilmesi hedeflenirken öğretmenlerin saygınlığı gözetilmemektedir.

soL/Özel