'Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak'-Tunç Tatoğlu-
Sevgi Soysal’ın yazdıklarında her zaman çok şey bulabilirsiniz, bir tek şey bulamazsınız, umutsuzluk. Hapishanede, gözaltında, yaşamın tüm güçlükleri karşısında size her zaman gülümseyen Sevgi Soysal satır aralarında kolunuza girer, gözyaşınızı siler, ayağa kalkar yürürsünüz.
İyi bir insan bakıyor kitabın kapağından. Hafif gülümseyerek gözünün içine. Bülent Erkmen herhalde daha fazla bir şeye ihtiyaç yok diye düşünüp Sevgi Soysal’ın okuyucuya bakan, Adnan Kazmaoğlu’nun çektiği bu fotoğrafını koymuş kapağa, aslında bütün kitaplarının kapağına.
Sevgi Soysal bize bakıyor. Kırk yıllık ömrüne sığdırdığı birçok yazı, öykü ve romanlarıyla. 22 Kasım ölüm yıldönümüydü, aklımdaydı, görece az bilinen “Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” anı kitabını, iyiliğin ve samimiyetin ne demek olduğunu hatırlatmak istedim.
Sevgi Soysal’ın yazdıklarında her zaman çok şey bulabilirsiniz, bir tek şey bulamazsınız, umutsuzluk. Hapishanede, gözaltında, yaşamın tüm güçlükleri karşısında size her zaman gülümseyen Sevgi Soysal satır aralarında kolunuza girer, gözyaşınızı siler, ayağa kalkar yürürsünüz.
“Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu” bir gözaltı merkezi, yani tutukevi değil. Mahkum olana kadar “buyur edilen” yer. Bir hayvan barınağından bozma bir yer. Demir kapılı, dikenli teller ve tomsonların gölgesinde, penceresinden görünen Kazıkiçi evleri ile kadın mahkumlar için uydurulmuş bir “buyursunlar” evi.
Çok odası yok. Adi mahkumlar ve siyasi mahkumlar olmak üzere iki odaya ayrılmış, ki daha sonraları bu ayrım da ortadan kalkmış. Behice Boran, Oya Baydar, Sevim Onursal gibi insanların mahkeme öncesi bekleme mekanları. Kışları soğuk, yıkanacak sıcak suyun seyrek ve kısıtlı olduğunu, sıkça tıkanan bir tuvalet ile baş etmeye çalıştıklarını, giysilerin ve her şeyin yatılan yerde bir şekilde istiflendiğini söylemek gereksiz belki de.
12 Mart Faşizminin önce hafif yumuşak sonra gittikçe sertleşen yüzüyle ve kurallarıyla mücadele eden devrimci kadınlar. İdare giderek öyle sıkışıyor ki sonunda tutuklu er diye bir statü uydurup herkesi askeri disiplin ile yönetmeye çalışıyorlar.
1970’ler, devrimci demokrasi içinde ordu ve cephe tartışmalarının, “Şafakçılar”ın sol içinde kendine yer edinmeye çalıştığı, TİP içindeki çalkantıların ve TKP’nin atılım hazırlığının yapıldığı bir dönem. Mahir’lerin peşine düşülmüş, Deniz’ler asılmaya çalışılıyor ve bütün bilinen Ankara evleri karakola çevrilmiş durumda. Devrimcileri saklayan “otelciler”, sevgilisi/kocası Mahir’ler ile saklanan kadınlar, Deniz’in yoldaşları, hepsi tek tek “Yıldırım Bölge Kadın Koğuşu”na getiriliyor. Dışarıdan zor haber alınıyor, bazı kadın gardiyanlar Mamak’tan haber taşıyor ve radyo haberleri dikkatle izleniyor.
Bu büyük gerginliğin ortasında neşelerini ve umutlarını kaybetmeyen devrimciler. Örgü örenlere “İllegal Şiş Örgütü”, erkek mahkum Abdullah’a mektup yazanlara “Abdullah Örgütü”, aralarına karışan hayat kadınlarına DEV-OS adını verecek kadar matraklar.
Türküler de her siyasetin kendi yaşı ve kültürüyle söyleniyor. Gençler “Odam kireçtir benim”, Behice Hanım ranzasının üzerinde oturup “Jandarma biz sosyalistiz” türküsünü söylüyor. Ve tabii ki faşizmin zindanlarının vazgeçilmez tartışması “Açlık Grevi”. O dönemin alışkanlığıyla forum yapılıyor, tartışılıyor uzun uzun sonunda yapılan oylamayla vazgeçiliyor. Benzer pasifist, küçük burjuva vs. yaftaları da eksik olmuyor bu tartışmalarda.
Görüş günleri ve mahkemelerin hengamesi başka oluyor. Bugünler için saklanan bluz ve etekler giyiliyor ve saçlar yapılıyor. Tek kaygıları var dışarıda olanlara “ne kadar iyi ve moralli” olduklarını göstermek.
İçeride sadece örgütlü insanlar yok. Öğrencilerini korumak için sıkıyönetimi arayan bir müdire de var. İçerideki hava onu da içine katıyor, bunca yıllık memuriyetini kaybetmenin derdiyle kavrulmuyor, gelen genç stajyer öğretmenler ile ilgileniyor, nöbetini tutuyor. Kendi tabirleri sosyalist sistemin bir parçası oluyor.
Sonra… sonra önce Mahir’ler katlediliyor sonra da Deniz’ler. Büyük bir acı, büyük bir kavrulma. Sıkıyönetimin bilerek ölüm haberlerinin manşette olduğu gazeteleri koğuşlara dağıtmaları karşısında kimse acısını göstermiyor. Yaslarını tutuyorlar, eğilmiyorlar.
Bitlenmemek için iki askerin nezaretinde saçlarını kesme operasyonunda düzenledikleri moral gecesine, oraletin içine iki damla kolonya damlatıp yaptıkları kokteyle kadar her daim neşelerini koruyorlar. Sıkıyönetimin hizaya sokmaya çalıştığı bu direngen kadınlar her seferinde kendilerince bir yol buluyorlar onurlarını korumak için.
Neyi yazayım da anlatayım bu iyi insanlığı diye debeleniyorum. Şunu da anlatayım, bunu da atlamayayım derken kendimi kaptırmışım. Sevgi Soysal, Edip Cansever’in dizeleriyle bitirmiş kitabı;
“Ben her şeyin bir bir yok olmasına o kadar alıştım ki,
Ve her şeyin yeniden bir bir var olmasına o kadar alışacağım ki.”
Görsel: Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Sevgi Soysal, 220 sf., İletişim Yayınları, 1976(Bilgi Yayınevi'nde İlk basım).
/././
Sol ve Kemalizm -Aydemir Güler-
Türkiye bir Kemalist rönesansın sahnesidir. Konumuz ise sol ve Kemalizmin nasıl ilişkileneceğidir. Solun tarihindeki bazı yaklaşımların reddedilmesi, bazılarının da güncellenmesi gerekiyor.
AKP’nin adım adım iktidarını sağlamlaştırması, Kemalizmin devletten tasfiyesi anlamına geliyordu. Cumhuriyet Devrimi’nin altının oyulması çok daha uzun bir zamana yayılmıştı, ama bu kez iş farklıydı… Değişimin sonuçlarından bir tanesi de, bir “halk Kemalizminin” yükselişi oldu.
Bu bir rönesans, ama bir “hareket” değil. Ortada sınır çizgileri belirgin, sistematik ve bütünlüklü bir düşünce ve eylem değil, çok geniş bir ideolojik, siyasi ve pratik alana yayılan bir “devinim” var. Özellikle 19 Mart sonrasında ve gençlik kitleleri içinde son derece hız ve yaygınlık kazanan bu devinim zaman içinde durulacak ve Kemalizm güncellenmiş olacaktır.
Tam da bu momentte Kemalizm ile solun geçmiş ilişkilerine göz atmak zihin açıklığı sağlayabilir.
Bizim geleneğimizde Yalçın Küçük’ün önemli yeri vardır. Yalçın Hoca, Türkiye Üzerine Tezler 1 ve 2’de Türkiye Marksizminin Kemalizmle temas yüzeyine yeni bir yorum getirmeyi denemişti. Sayfa boş değildi…
TKP 1920’deki kuruluşunda Milli Mücadele ile aynı safta durur, bununla beraber daha ileriye baktığını ilan eder. Kemalist iktidarın solunda bir harekete alan tanımayı reddetmesi, komünistleri cumhuriyetçi bir kimlik edinmekten alıkoymadı. Ancak 1970’lerin sonlarında yani Tezler 1-2’nin kaleme alındığı yıllarda bir “güncelleme” ihtiyacı kendisini hissettiriyordu.
Bu gereklilik arada yapılan bir dizi müdahaleyle bağlantılı olarak ortaya çıktı.
İlki, 1960’ların yeni olgusu “devrimci demokrasi” idi. Doğan Avcıoğlu komünizmin dışından, Mihri Belli içinden, Kemalizmi devrimci bir kalkışma için yeterli gören bir çerçeve çizdiler. Her ikisi Atatürk’ün pratiğine ve mirasına sol bir yorum getiriyorlardı. Dolayısıyla yaklaşımları orijinal Kemalizmi geliştirme ve aşma çabasını içeriyordu. Ama yine de, devrimci demokrasinin ve Milli Demokratik Devrim (MDD) tezinin genel olarak salgıladığı mesaj, bir “Kemalist restorasyon” tınısı bırakmıştır. Belirleyici rolün “asker-sivil aydın zümreye” atfedilmesi, yepyeni bir geleceğin inşasından ziyade “devrimci geçmişe” geri dönüşü çağrıştırıyordu.
İkinci etken, en fazla İdris Küçükömer ile Kemal Tahir’in isimlerinin anılmayı hak ettiği, ama solun karizmatik lideri olarak öne çıkan Mehmet Ali Aybar’ın esinlenmesiyle önemi artan tam tersi bir yönelişti. Burada Osmanlı modernleşme reformlarından Cumhuriyet devrimine kadar ilerici tarih algısı ters yüz edilip “tepeden inmecilikle” mahkûm ediliyordu: Kemalist restorasyon halkın dışlanmasından başka anlama gelemezdi… Sınıf kavramının kovulduğu bu tablo, birinci TİP’in son dönemecinde Aybar tarafından düz bir popülizme dönüştürülmüştür.
Behice Boran ve arkadaşlarının geliştirdiği sosyalist devrim teziyse solun geleneksel konumlanışında bir güncellemedir. Cumhuriyet devrimine sahip çıkmaya devam ediliyordu, ama ilk kez işçi sınıfının öncü rolünü ve hedeflenen devrimin sosyalist karakteri belirginleştiriliyordu. Kemalizm yeniden ihya edilecek bir yapı değildi; Cumhuriyetin sahiplenilerek aşılması gerekiyordu. Sosyalist devrimle…
Bu üçüncü müdahale Kemalizmin sınıf karakterine “burjuva”, politik karakterine ise “devrimci” deme cüretini içermiştir.
Lakin “ikinci kuşak devrimci demokrasi” veya devrimci gençlik kopuşu ne MDD restorasyonculuğa sığacaktı, ne de bu dengeli Marksist formülasyonu kavrama yeteneği gösterecekti. Bu dördüncü etkenin büyük kısmı sonradan “geriye bakarak”, retrospektif olarak yapılandırılmıştır. TKP’nin, Avcıoğlu’nun, Belli’nin toptan Kemalistliğe havale edildiği abartılı radikal bir tarih yazılacaktı. Bu yöndeki belirtiler Mahir Çayan’da elbette vardı; hatta İbrahim Kaypakkaya Cumhuriyeti faşizmle özdeşleştirmeye kadar gitmiştir… Ama 1970’lerde kitleselleşen “hareket geleneği”nin solun Kemalizmle “uzlaştığı” bir dönemi toptan kapattığı iddiası temelsizdir.
Özetlemek her zaman sorunlu bir iştir. Ama teşbihte hata olmaz diye söze girersek; MDD’ciliğin Kemalizme, Tahirciliğin anti-kemalizme büktüğü çubuğu, Borancılar ve genç devrimci demokratlar düzeltmeye çalıştılar. Konumlanışları farklıydı. Boran’ın artık genel başkanı olduğu birinci TİP, 1970’de sol-kemalist bir darbenin başarısızlığa mahkûm olduğunu anlatırken kamuoyunu faşizm tehlikesine karşı uyarıyordu. O sırada gençlerin en az bir gözü Kemalist subayların ne yapacağındaydı…
1970’lerde sosyalist devrimci TİP pratikte etkisizdir.
Sahada güçlenen TKP, yenilenmesi mutlaka gereken tarihsel pozisyonlara geri dönmüş, bunun karşılığında teoride önemsizleşmiştir.
Sol Kemalizmin 1970’lerde varlığını sürdürebilmesi, 12 Mart faşizmiyle hesaplaşma koşuluna sıkı sıkıya bağlıydı. Bu olmayınca sahneden çekildi.
“Hareket geleneği” skolastik tartışmalar girdabında teorisizleşiyordu.
Maocu kollarsa, birkaç yıl önce Çin Kültür Devrimi radikalizminden beslenirken, giderek Pekin’in ABD ittifakına girişini açıklama yüküyle baş başa kaldılar.
Yalçın Küçük işte bu koşullarda, sosyalist devrim tezini temellendirmek üzere –Lenin’den devralarak çok sevdiği tabirle- “çubuğu bükmeye” başladı.
1960’larda devletin içinden yükselen bir dinamik Kemalist rönesansı belirlemişti. Ama artık, başta Ordu olmak üzere bu alan kurtuluş değil huzur ve nizam vaat eden sağın hegemonyası altındaydı; Atatürk referansıyla konuşmaya devam etse de… Bu koşullarda burjuva devrimini sürdürme veya canlandırma iddiası çökmüştü.
Sol bu tablonun altında kalmayacaksa, sahne işçi sınıfına hazırlanmalı, devrimin sosyalist karakterinin altı çizilmeliydi. En azından o dönem, burjuva devriminin değerini tartmaktan bir verim alınamazdı. İleriye doğru büyük bir sıçrama gerekiyordu. Gündem kopuş olmalıydı. Türkiye Üzerine Tezler 1 ve 2, 1970’lerin günbatımında bir devrimci sıçramanın yakın tarihimizden türetilmiş olanaklarına ışık tutma denemesidir. Sol ilginç bir vurdumduymazlıkla kendini tekrar ederken, solun araması gereken “süreklilik” olamazdı. Tezler’in özü ve özeti, Kemalizmin, sınıf karakteri gereği ileri gitmeye, devrime yetmeyeceğidir. Sosyalist bir iktidar perspektifine giden patika buradan geçiyordu.
Sonrası 24 Ocak, sonrası 12 Eylül… Neo-liberal faşizm, Kemalisti oynamaktan sıkıldığını hiç saklamadı. Karşıdevrimci değişim çok uzun zamana, kabaca kırk yıla yayılacaktı. Sağ Kemalizm, Cumhuriyetin tasfiyesini düzenin bekası adına seyretmeyi tercih etti. Bu yapılana, karşı-devrimin suç ortaklığı demek durumundayız.
“Kopuşçu” Yalçın Küçük, daha 80’lerde solun gerisine düşemeyeceği çizginin Cumhuriyet Devrimi olduğunu söylerken yerden göğe haklıydı. Hoca, solun tam da bu yalın çizgi üstünden ayrışacağını tahmin etmiş olmalı. İlerleyen yıllarda her baktığı yerde sol Kemalist görmeye çalışması devrimci iyimserliğine verilmelidir.
O gün için erken hatta hayalci olan, bugün gerçektir. Türkiye bir Kemalist rönesansın sahnesidir. Konumuz ise sol ve Kemalizmin nasıl ilişkileneceğidir. Solun tarihindeki bazı yaklaşımların reddedilmesi, bazılarının da güncellenmesi gerekiyor. Devam edeceğiz…
/././
Cumhuriyetçilerin birliği için kavramlar ailesi: Devrimcilik -Erhan Nalçacı-
1923 Devrimini işaretleyelim şimdi demirin üzerinde. Sonra demir yolculuğuna bükülerek ve yükselerek devam etsin. Şimdi yüzyıl sonra 1923’ün tam hizasında daha yüksek bir noktayı işaretleyelim. İşte bu dönemin devrimcileriyiz.
Cumhuriyetçilerin birliği süreci günümüzde Cumhuriyet’in kaybedilişine bir yanıt olarak gelişiyor.
Doğal olarak Cumhuriyet’in kaybından dolayı Türkiye sermaye sınıfını suçluyoruz.
Cumhuriyet kurulurken milli bir burjuvazi yaratılması amaçlanmıştı. Bu sınıf yaratılmakla kalmadı, büyüdü, büyüdü ve açgözlülükle her şeyi yuttu. Ülkenin bütün zenginliklerini, fabrikalarını, madenlerini, limanlarını… Ülke uluslararası sermaye ile paylaşıldı, bir sömürü cenneti yaratıldı sermaye için.
Bu kadar büyük bir soyguna kılıf bulmak için halkın dini duygularının suistimal edilmesi laiklik ilkesinin ortadan kalkması ile sonlandı.
Halka ait bir şey kalmayınca halka sorulacak bir şey de kalmadı, bir sermaye diktatörlüğü rejimi kuruldu.
Buraya kadar tamam, ama Cumhuriyetin kaybedilmesinde Cumhuriyetçilerin hiç mi suçu yoktu?
Cumhuriyet devrimle kuruldu ancak devrimci olarak savunulabilirdi.
2007’ye gelindiğinde karşı-devrimcilerin niyetleri çoktan belli olmuştu.
Ancak Cumhuriyet eylemleri alev almasıyla söndü gitti.
Bu sönüşün nedenlerine bakmak zorundayız:
Bir kere, devrimci bir programları yoktu. Yıllarca sermaye sınıfıyla barışık olanlar esas karşı devrimci unsuru saptayamadılar. Cumhuriyet’in hangi sınıflara dayanarak kurtarılabileceğini kavrayamadılar.
İkincisi, yaşam tarzları devrimci bir atılıma uygun değildi.
Yıllarca topyekûn bir savaş görmemiş ülke, tüketime alıştırılmış “orta sınıflar”, çocuklarını beşeri sermaye olarak görme alışkanlığı, ülkenin devrimcilerini cellatların elinden almamayı kanıksama hali…
Bütün bu konformizm alanları devrimciliği öldürmüş gözüküyor.
Bugünlerde Cumhuriyetçilerin birliği sürecinde Mustafa Kemal Atatürk’ün adı bir bildiri ve konuşmada geçmiyorsa hemen rahatsızlık yükseliyor.
Haklılar da, adı sıklıkla anılmalı örülen süreçte.
Ama haksızlar, çünkü bu rahatsızlığı dile getirenlerin çoğu devrimin ne olduğunu unutmuş haldeler.
19. yüzyılın başından 1923 Devrimine bu coğrafya çok devrimci yetiştirdi, çoğunun ismini bilmiyoruz. Bir kısmı tamamen unutuldu, bir kısmı daha ayrıntılı bir tarih çalışmasını hak ediyor.
Ama biz devrimciliğin ne olduğunu hatırlamak için Mustafa Kemal’in erken yaşamına bir kez bakalım. Mustafa Kemal’in yaşamı 1923 Devrimi’nin tesadüf olmadığını ve sürecin etliye sütlüye karışmayan iyi bir subayın önüne düşen bir fırsatı değerlendirmesinden çok farklı işlediğini gösteriyor.
Kısa yazı kısa araştırma demektir çoğu kez, muhakkak bu konu ayrıntılı ve titiz bir çalışmayı hak ediyor.
Mustafa Kemal’in, 20’li yaşlarında bugün birçok Cumhuriyetçinin çocuklarına yaptığı tavsiyelerin çok uzağında davrandığı anlaşılıyor. Daha Harbiye’de öğrenciyken arkadaşlarıyla Vatan adında gizli bir yayın çıkarmaktan yakalanıyorlar. Neyse ki hocaları da yurtsever insanlardır ve okuldan atılmaktan kurtuluyorlar.
Mezuniyetten sonra Vatan grubunun evleri Abdülhamit polisince basılıyor ve sorgulanıyorlar. Resmi tarih bu sorgu sürecini anlatmadığı için daha çok biz Mustafa’yı tarlada kargaları kovalarken biliyoruz. Muhtemelen Devlet Başkanı’nın poliste sorgulanmasını örnek bir şey olarak görmedi tarih yazıcıları.
Ama biz onunla ve arkadaşlarıyla gurur duyuyoruz.
Bir şekilde affa uğrayan Mustafa Kemal 1905’te Şam’a subay olarak tayin oluyor.
Devrimcilik ise baştan gitmemiştir. Çünkü ülke emperyalizme iktisadi olarak bağlı ve yarı-sömürge olarak kabul edilen bir duruma düşmüştür. Hanedan bu durumu bir baskı rejimi ile sürdürebilmektedir. Yurtseverler söz söyleme, gazete çıkarma, örgütlenme haklarından tamamen yoksundur.
1906 yılında Şam’da Mustafa Kemal ve iki sürgündeki aydınla birlikte uzun tartışma ve okumalardan sonra Vatan ve Hürriyet Cemiyetini kurarlar. Dikkat edelim, Mustafa Kemal henüz 25 yaşındadır.
Bu dar hücre gizlilikle hareket eder, Yafa, Beyrut ve Kudüs ayakları kurulur örgütün. Gerçi bu Arap kentleri devrimci burjuva hareketlerine sahip de olsalar esas dinamik Balkanlar’da ama özellikle Selanik’tedir. Mustafa Kemal gizlilikle görev yerini terk edip Mısır ve Atina üzerinden Selanik’e geçer. 1906’da Vatan ve Hürriyet’in Selanik kolunu kurar. Ne de olsa memleketi, arkadaşları katılırlar örgüte. Toplantıda şunları söylediği yazılıyor:
“Memlekete yabancı nüfuz ve hâkimiyeti kısmen ve fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her aşağılığı yapabilecek iğrenç bir şahsiyettir. Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan memlekette ölüm ve yok oluş vardır. Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına büyük vazifeler yüklüyor.”
1907’de devrimci örgütler İttihat ve Terakki adı altında birleşirler. Mustafa Kemal de İttihat ve Terakki üyesi olur. Bu kısımlar daha çok araştırma gerektiriyor ancak İttihat ve Terakki’ye hâkim olan Enver Paşa ekibiyle görüş ayrılığı yaşadığı ve geri planda kaldığı düşünülüyor.
1908 Devriminden sonra İstanbul’da başlayan gerici 31 Mart Ayaklanmasını bastırmaya giden Hareket Ordusu’nun oluşturulmasında Mustafa Kemal’in sezgileri ve örgütçülüğünün önemli olduğu söyleniyor. Oysa günümüzde daha çok Hareket Ordusuna yaver olarak İttihat ve Terakki tarafından atandı diye düşünme eğilimindeyiz.
İttihat ve Terakki yönetimiyle görüş ayrılığı nedeniyle Mustafa Kemal’i daha çok cepheden cepheye koşan bir yurtsever ve yetenekli bir subay olarak görüyoruz. Bu bir şans aslında, her burjuva iktidarı gibi İttihat ve Terakki hızla kirleniyor ve yıpranıyor.
İstanbul’un işgalinden sonra yeni bir devrimci sayfa açmak için ileri atılmasına olanak doğuyor. Gizliliği kaldırılan İngiliz İstihbaratı belgelerinden Mustafa Kemal ile ilgili özellikle bilgi toplandığı anlaşılıyor. İngiliz emperyalizminin alçak memurları Mustafa Kemal ve hareketinin “devrimci ve tehlikeli” olduğunu rapor ediyorlar. Karşıtlarının birleştirilmesi ve örgütlenmesi gerekir diye öneride bulunuyorlar.
Sonrasını biliyoruz, İngiliz işbirlikçisi Hanedan iktidardan indiriliyor. Siyasi devrim budur işte, sonra toplumsal devrimler geliyor.
Burjuva programının pekâlâ parçası olabilecek ABD Mandası ise reddediliyor. Bu da çok devrimci bir tavırdır.
Şimdi günümüze gelelim, Cumhuriyetçilik artık devrimciliktir.
Helezonu bilirsiniz. Yatak yayı olarak kullanılan kendi üzerinde kıvrılarak yükselen metal çubuğu kast ediyoruz. Onun başlangıcını tarihin eski dönemleri olarak ve sonra yükselişini tarihsel süreç olarak kabul edelim.
1923 Devrimini işaretleyelim şimdi demirin üzerinde. Sonra demir yolculuğuna bükülerek ve yükselerek devam etsin. Şimdi yüzyıl sonra 1923’ün tam hizasında daha yüksek bir noktayı işaretleyelim. İşte bu dönemin devrimcileriyiz.
Sermaye sınıfından ve diktatörlüğünden kurtularak Cumhuriyeti kuracağız.
/././
Kes, yapıştır, çoğalt (I)- Söyleyecek bir sözünüz mü var: Neydi bu fanzinler?-Yalçın Çuğ-
Biraz makasınız, biraz yapıştırıcınız, biraz da söyleyecek sözünüz varsa işte fanzininiz hazır... “Fotokopiden dijitale: Türkiye’deki punk fanzinlerinin kültürel antropolojisi” isimli çalışmanın yazarı Hüseyin Serbes, fanzin kültürünü ve bu kültürün asıl biçimlenişini sağlayan punk sahnesini soL'a anlattı.
Punk fanzinleri, hazma uğramamış kültürel parçaları içerir, tatlarını yumuşatmak bir yana, keskinlikleriyle var olurlar. Onlar, sistemin filtrelerinden geçmeyi reddeder, sindirilmeye karşı gösterilen estetik ve ideolojik bir inatla kendi varlık koşullarını yaratır. Bir kopi luwak1 gibi ideolojik dolaşıma yeniden sokulmak yerine, o dolaşımın dışında kalmayı göze alırlar. 2
Makaslar, yapıştırıcılar, kağıtlar, fotokopi makineleri ve bolca aykırı ses...
En kaba haliyle kesilerek, yapıştırılarak ve çoğaltılarak dolaşıma sokulan fanzinler, yaratıcısının veya yaratıcılarının sesi oldu. Görünmeyenlerin kendilerini görünür kılma aracı olan bu "dergiler"; bazen bir bardan, bazen bir tanıdığın çantasından, bazen de bir sahafın kitap yığınları arasından çıkarak okuyucularıyla buluştu. Çünkü fanzinler büyük kitapçıların raflarında veya mahallenizdeki marketin kasaya yakın stantlarında satılmıyordu.
Fanzinler bu zamana kadar birçok amaçla ve birçok temayla çıktı ama asıl biçimlenişini punkla kazandı...
'Kaybolma riski yüksek bir kültürel hafızayı görünür kılma arzusu'
Araştırmacı Hüseyin Serbes’in doktora tezi, “Fotokopiden dijitale: Türkiye’deki punk fanzinlerinin kültürel antropolojisi” ismiyle ekim ayında kitap olarak yayımlandı.
Serbes, gençlik alt kültürleri, punk ve post-punk estetiği ile fanzin yayıncılığı üzerine çalışan bir iletişim araştırmacısı. Kendisini çoğu zaman “akademik göçebe” olarak tanımlayan Serbes, çalışma pratiğinin üniversiteyle sahnenin, kitaplarla pasajların, arşivle sokak deneyiminin arasında ilerlediğini belirtiyor.
Fanzinlerle kurduğu bağın, kişisel bir meraktansa hafıza ve kültürel süreklilikle ilgili olduğunu anlatan Serbes, “Nesneler bireysel bir alışkanlık olmaktan çok kolektif hafızanın taşıyıcılarıdır. Punk fanzinleri de benim için tam burada duruyordu” diyor ve şöyle devam ediyor:
Punk fanzinlerinde, bir fotokopi izinin ya da düşük çözünürlüklü bir kolajın içinde gençlik üretiminin ötesine geçen; bir dönemin öfkesi, mizahı, dayanışması ve kendine alan açma çabası görünür hâle geliyordu. Bu nedenle bu çalışmayı yapmak, kaybolma riski yüksek bir kültürel hafızayı görünür kılma arzusundan doğdu.
‘Taksim kazan ben kepçe’ misali kes-yapıştır estetiğinin peşinde
Kurumsal bir çatının altına sığınmadan fotokopi yoluyla çoğaltılan, kaç baskı yapacağı, nereden edinilebileceği ve ne sıklıkta yayınlanacağı yaratıcısının inisiyatifinde olan fanzinlere ulaşmak oldukça meşakkatli bir iş. Özellikle de kimilerinin üzerinden 30 yılı aşkın süre geçtiyse ve akademik bir çalışma için yeterli örneğe ulaşmak gerekiyorsa…
Ancak Serbes bu süreçte 1991 ila 2024 yıllarında çıkmış 99 tekil fanzinin 313 sayısını inceledi, bunun yanı sıra tarihsiz, isimsiz ya da bu alt kültüre ait yan yayınlar olarak nitelendirilebilecek birkaç sayfalık fanzinlere de başvurdu. Ayrıca bu fanzinlerin hazırlayıcıları tarafından üretilen fotokopi afişleri, posterleri ve el ilanlarını da araştırmaya dahil etti. Araştırmanın dijitalleşme bölümünde ise yedi farklı elektronik fanzine (webzine) odaklandı.
Peki, Serbes bu süreçte ne yaşadı, nasıl bir yol izledi?
Serbes, fanzinlere ulaşma sürecinin planlı bir arşiv taramasından çok, mekânların ve rastlantıların açtığı bir yol olduğunu aktarıyor. “Tali yolları” keşfettikten sonra ulaşılabilen yerlere dikkat çekiyor:
Benim için bu yerlerin ilki, lise yıllarında yabancı dil kitapları ararken adım attığım Akmar Pasajı oldu. Türünü bile bilmediğim fotokopi dergilerle karşılaşmam, gençliğin kendine alan açma çabasının en belirgin iziydi ve bu iz beni farkında olmadan bir toplama pratiğine yönlendirdi. Pasajlarla kurduğum ilişki zamanla daha organik bir hâl aldı.
Böylelikle bir fanzinden bir başka fanzine, bir adresten bir başka adrese ulaştığını anlatıyor Serbes.
“Bir punk şarkısında dile geldiği gibi ‘Taksim kazan ben kepçe’ misali, kes-yapıştır estetiğinin peşine düştükçe adımlarım beni sahnenin görünmez damarlarına taşıdı” diyen Serbes’e kimi zaman bir dükkânın köşesine sıkışmış bir sayı, kimi zaman bir posta zarfı, kimi zaman konserden sonra masada unutulmuş bir nüsha yeni yollar açtı. Serbes de buradan hareketle, Alain Badiou’ya atıfla yaşadığı süreci “Karşılaşma/rastlantı sözcüğü esastır: bir aşk, bir ayaklanma, bir şiir” diye özetliyor.
Ve fanzinlere dair sorularıma geçmeden önce sözlerini şöyle noktalıyor:
Fanzinlerin kırılganlığı, onların izini süren araştırmanın da kırılgan mekânlarda ilerlemesine yol açtı. Fanzinlere erişmek, malzeme toplamaktan çok, yeraltı hafızasının tali yollarını takip ederek sahnenin ritmine, mekânların belleğine ve rastlantıların sunduğu imkânlara açık kalmak anlamına geldi.
Hüseyin Serbes’in doktora tezi, “Fotokopiden dijitale: Türkiye’deki punk fanzinlerinin kültürel antropolojisi” ismiyle ekim ayında Plüton Yayın tarafından yayımlandı.'Fanzin estetik bir tercihten çok tavırdır'
“Fanzin nedir?” sorusuna tekil bir yanıt vermenin zor olduğunu söyleyerek sözlerine başlayan Serbes, “Bu çalışmada tanıklık ettiğim şey, fanzinlerin böyle bir tanıma direnen çoğulluğuydu” diyor. Fanzinlerin ortak bir biçim, söylem ya da amaçları varmış gibi görünmesine karşın her bir fanzinin kendi bağlamında farklı bir konum üstlendiğine işaret ediyor. Bourdieu’nün alan kuramına dikkat çeken Serbes, fanzinlerin tam da “var oldukları şekilde var olmalarını haklı çıkaran özgün pozisyonlar yarattığını” söylüyor.
Serbes, “Yine de bir çerçeve çizmek gerekirse” diyor ve şöyle devam ediyor:
Fanzin, ana akımın dışında, kendi imkânlarıyla üretilen, çoğu zaman fotokopiyle çoğaltılan ve kurulu yapılarla mesafesini koruyan bir ifade alanıdır. Ama bundan ibaret değildir. Çünkü fanzinler neyin fanı olduklarını her zaman açıkça söylemez; bazen müziğin, bazen bir fikrin, bazen bir öfkenin, bazen de yalnızca var olma arzusunun fanı olabilirler.
Kendi çalışmasında bu “fan”lığı punk olarak sınırlandırmasının nedenini ise “Çünkü Türkiye’de fanzin üretiminin en tutarlı damarı bu altkültür sahne etrafında şekillendi” diye açıklıyor.
Ayrıca Serbes, fanzinin estetik bir tercihten çok, bir tavır olduğunu vurguluyor:
Kes-yapıştırın, fotokopi izlerinin, dağınık sayfa düzenlerinin ve elden ele dolaşan üretim biçimlerinin yarattığı bir pratik evreni temsil eder. Bir yayın türü olmaktan çok, özgürleşme imkânı sunan bir ifade alanı gibi işler.
Görünmeyenlerin kendini görünür kılma ihtiyacı
Fanzinlerin ifade alanı kalmadığında ortaya çıkan yayınlar olduğuna dikkat çeken Serbes, kitlesel kültürün baskın hâle geldiği, profesyonel mecraların erişilmez olduğu ya da söylemi belirlediği dönemlerde, sözü aracısız kurmak isteyen bireylerin ve toplulukların fanzin üretmeye yöneldiğini belirtiyor.
Serbes, söz konusu ihtiyacın hem kişisel hem de toplumsal bir boşluktan doğduğunu aktarıyor ve profesyonel olmayan üretimin değersiz görüldüğü, marjda kalan seslerin görünmezleştiği noktada fanzinlerin, düşük maliyetli ve hızlı çoğalabilen bir mecra olarak devreye girdiğini anlatıyor:
Siyasal baskının arttığı dönemlerde bir nefes alanı; kültürel ticarileşmenin yoğunlaştığı zamanlarda bir karşı-hafıza; yaratıcı ifade alanlarının daraldığı bağlamlarda ise doğrudan bir yaratım zemini işlevi görür. Kısacası fanzinler, görünmeyenlerin kendini görünür kılma ihtiyacından doğar.
'Fanzin asıl biçimlenişini punkın elinden kazandı'
Peki fanzinler nasıl ortaya çıkmıştı, bu yayınların atası neydi?
Serbes’e göre fanzinlerin kökenini tek bir hatta toplamak kolay değil; çünkü bu yayınlar her dönemde farklı toplulukların elinde biçim değiştiren bir üretim pratiği olarak karşımıza çıkıyor.
Serbes, tarihsel arka plan takip edildiğinde çizgilerin oldukça geçişken olduğunu aktarıyor ve Dadaistler, Sürrealistler ya da Sitüasyonistler gibi avangart akımlarca üretilen el ilanlarının, manifestoların ve deneysel broşürlerin fanzin mantığını çok önceden haber verdiğini ifade ediyor.
Serbes, Martin Luther’in 1517’de yayımladığı “Doksan Beş Tez”e de işaret ederek, "Hatta bazı düşünürlerin belirttiği gibi ‘Doksan Beş Tez’ bile dönemin teknik koşulları içinde yayılma biçimiyle, bugünün bağımsız yayıncılığına şaşırtıcı ölçüde yakındır” diyor.
Yirminci yüzyıla yaklaşıldığında tablo biraz daha belirginleşiyor.
Serbes, “1930’larda bilimkurgu topluluklarının kendi aralarında dolaşıma soktukları amatör dergiler, Beat kuşağının el altından dağıttığı metinler, Sovyetler Birliği’ndeki samizdat geleneği… Hepsi, ana akım mecralardan çok, belirli bir hayranlığın ya da fikrî odağın etrafında oluşan sınırlı ama yoğun bir üretim hattı oluşturur” ifadelerini kullanıyor.
Serbes kendi çalışmasında 1970’lerdeki punk hareketini merkeze alma nedenini ise şöyle açıklıyor:
Bu seçim elbette kişisel ilgi alanlarımla da ilişkili; fakat daha önemlisi, fanzinlerin en belirgin, en tutarlı ve en kolektif kimliklerinden birine punk sahnesi içinde kavuşmuş olması. Punk fanzinleri bir müzik kültürünü belgelemenin ötesine geçerek bir dünya tasavvurunu, bir sokak deneyimini ve kendin-yap estetiğini maddi hâliyle görünür kılıyor. Bu nedenle fanzinin tarihsel atalarını takip etmek mümkün olsa da onun ‘asıl’ biçimlenişini punkın elinde kazandığını düşünüyorum.
1970'li yıllarda İngiltere'de çıkan punk fanzinlerinden bazıları.Ekonomik çöküşün etkisi: Hem sokak deneyimi hem yaratıcı enerji
Serbes, punk fanzinlerinin ortaya çıkışının 1970’lerin ortasında hem ekonomik hem kültürel çalkantıların yoğunlaştığı bir döneme denk geldiğini belirtiyor ve “Bernard Rhodes’un işaret ettiği gibi, 1975’teki işsizlik dalgası ve onun yarattığı huzursuzluk, Birleşik Krallık’taki gençlere yalnızca müzikte değil, kendi üretim biçimlerini kurmada da radikal bir alan açmıştır” diyor.
Kendisi ise bu tarihi biraz daha geriden alıyor ve New York’un Aşağı Doğu Yakası’na işaret ediyor:
Ekonomik çöküşün içinde, CBGB gibi mekânların etrafında biriken gençlik kültürleri hem sokak deneyimini hem de yaratıcı enerjiyi birlikte taşıyordu. The Velvet Underground, Patti Smith, Television ve Ramones gibi gruplar bu ortamda gelişti; bu sahne yalnız müziği değil, ona eşlik eden yayıncılığı da tetikledi.
1973 yılında Manhattan'da açılan CBGB, punk ve new wave akımlarının doğuşunda önemli bir rol oynadı. Ramones, The Dead Boys, Misfits, The Cramps, Talking Heads gibi gruplar, kariyerlerine bu barda başladı. CBGB 2006 yılında kapandı.Serbes’e göre ABD’de yaşanan kırılma bir süre sonra Ada’ya ulaşıyor. Ancak New York’ta sanat eğilimli punk fanzinleri, Londra’da çok daha sert ve yalın bir hâl alıyor:
Bu yayıncılığın en çarpıcı örneği ‘Punk’ dergisidir. John Holmstrom, Ged Dunn ve Legs McNeil’in 1975 yazında Cheshire Apartments’ta kurdukları küçük masa, Paul Curran’ın söylediği gibi ‘Punk adlı dergiyi (ve belki de punk’ın kendisini)’ doğurur. Holmstrom’un çizgi roman kökenli bir estetikle oluşturduğu ilk sayı, 1 Ocak 1976’da Lou Reed’in karikatürize edilmiş bir kapağıyla sokaklara çıkar. İçerikte Ramones üzerine bir yazı ve CBGB’de karşılaştıkları Reed’le yapılmış bir söyleşi vardır. Holmstrom’un rock’n roll ile çizgi roman arasında kurduğu bağlantı, New York sahnesinin görsel ve anlatısal evrenini bir araya getirir. Bu dönem, bağımsız plak dükkânları ve dağıtım ağlarının da önem kazandığı dönemdir; özellikle Rough Trade gibi mekânlar, hem yeni grupların hem de fanzinlerin dolaşıma girmesinde belirleyici rol oynamıştır. Geoff Travis’in Amerika’dan taşıdığı ikinci el plaklarla başlayan bu küçük dükkân, 1978’de bir plak şirketine dönüşerek bağımsız kültürün altyapısını kurdu.

Gerçeklikleri kaydeden tanıklar: Fanzinler
Serbes, punk fanzinlerinin konu yelpazesinin sahnenin kendisi kadar geniş olduğunu aktarıyor. Bu yayınların hem müziğin ritmini hem de gençliğin sokakta karşılaştığı gerçeklikleri kaydeden birer tanıklık niteliği taşıdığını söylüyor.
Birçok fanzinde konser ve albüm eleştirileri, grup söyleşileri, yeni çıkan plaklar ya da sahne içi tartışmalar kendine yer bulurken; aynı zamanda işsizlik, sınıf gerilimi, gündelik yaşamın baskıları, polis şiddeti, ırkçılık, cinsiyetçilik ve homofobi gibi toplumsal meseleler de ele alınıyor.
Punkın kendi kendini örgütleyen yapısı nedeniyle dayanışma pratikleri, kolektif üretim deneyimleri, mekânların nasıl kullanıldığı ve sahnenin kendi iç kültürü de bu fanzinlerde sıklıkla tartışılıyor. Mizah, ironi, abartı ve yer yer sert bir dil bu yazıların ayırt edici özellikleri olarak öne çıkıyor.
Peki ya öne çıkan fanzinler hangileri?
Öncü örneklere baktığımızda Sniffin’ Glue (Londra) punkın hızını ve doğrudanlığını ilk taşıyan yayınlardan biri olarak öne çıkar. Punk (New York), görsel tasarım ve çizgi roman estetiğiyle sahnenin yaratıcılığını genişleten bir hattır. Search & Destroy (San Francisco), hem punk hem de no wave kültürünü bir araya getiren deneysel bir bakış sunar. Daha sonraki dönemde Maximumrocknroll ise hem kapsamı hem de sürekliliğiyle küresel punk sahnesinin bellek arşivlerinden biri hâline gelir. Riot grrrl hareketiyle birlikte Bikini Kill, Girl Germs veya Jigsaw gibi fanzinler feminist perspektifleri merkezine alarak punkın sınırlarını yeniden tanımlar.
Adını ABD'li punk grubu Ramones'un "Now I Wanna Sniff Some Glue" şarkısından alan fanzinin ilk sayısı 1976 yılında İngiltere'de çıktı. İlk sayılarda yaklaşık 50 kopya satıldığı tahmin edilen Sniffin' Glue'nun tirajı kısa sürede 15 bine ulaştı, ancak fanzin 12'nci sayısından sonra yayın hayatına son verdi.Fidye notlarını andıran bir kes-yapıştır estetiği
Serbes, punk fanzinlerindeki estetiğin bir tasarım tercihinden öte, doğrudan bir dünyayı kurma biçimi olduğunu vurguluyor. Bu estetiğin kökeninde Sitüasyonist metinlerin kışkırtıcı dilinin, Dada’nın kopuşçu hamlelerinin ve 1960’ların sonundaki özgürlükçü atmosferle şekillenen görsel stratejilerin yer aldığını aktarıyor.
Jamie Reid’in “Suburban Press” döneminde geliştirdiği kolaj anlayışının, punk fanzinlerinin görsel kimliğini belirleyen en güçlü kaynaklardan biri olduğunu belirten Serbes, “Reid’in gazete ve dergilerden kestiği parçaları, suluboya ve mürekkep çizimlerini, sloganları ve kısa metinleri bir araya getirmesi; dergilerden kesilmiş harf ve kelimelerle oluşturulan gerçek fidye notlarını andıran bir kes-yapıştır estetiği yaratır” diyor.
Fanzinlerin sayfa düzeni de bilinçli bir dağınıklık taşıyor. Serbes’e göre fotokopinin yarattığı taşmalar, mürekkep lekeleri, pürüzlü kenarlar, elle yazılmış notların hızla savrulan çizgileri, punkın hem müzikal hem de toplumsal öfkesinin görsel karşılığına dönüşüyor.
Serbes şöyle devam ediyor:
Malcolm McLaren ve Vivienne Westwood’un moda diliyle, Reid’in grafik stratejilerinin kesiştiği noktada ortaya çıkan bu tavır, tasarımdaki kusursuzluğu yapıbozuma uğratır ve fanzinleri steril kültür üretiminin karşısında konumlandırır. Bu nedenle punk fanzinlerinin üslubu, teknik bir disipline değil, bir tavrın sürekliliğine dayanır. Fanzinler okunmaktan çok hissedilmeyi, kusursuzluktan çok doğrudanlık ve ham bir enerjiyle temas kurmayı amaçlar. Ürettikleri estetik, bir yayın biçiminden ziyade sahnenin politik ve kültürel nabzını tutan bir görsel hafıza olarak düşünülmelidir.
İngiliz punk grubu Sex Pistols, Kraliçe 2'nci Elizabeth'in tahta çıkışının 25'inci yıldönümünde, yani 1977 yılında bir tekli yayınladı: God Save The Queen (Tanrı Kraliçeyi Korusun). Adını doğrudan İngiliz milli marşından alan şarkı, o dönem sözleri kadar plakta yer alan görseliyle de tartışma yarattı. Jamie Reid tarafından hazırlanan mavi tonlu görselde Elizabeth'in gözleri ve ağzı kapatılmıştı. Bu görselin ardından Elizabeth'e yönelik birçok farklı punk görseli üretildi. Teknoloji gelişti, webzineler ortaya çıktı
İlerleyen yıllarda bilgisayarın yaygınlaşmasıyla birlikte fanzinler dijital ortama da giriş yaptı ve webzineler ortaya çıktı.
Ancak Serbes, webzinelerin dijital ortamlara taşınmış bir fanzin formu olarak düşünülse de zamanla bundan daha fazlasına dönüştüğünü belirtiyor. Webzinelerin yalnızca çevrimiçi bir mecra değil, kendi etraflarında bir altkültür dili ve hafızası oluşturan merkezler işlevi gördüğünü söylüyor.
Serbes, webzineleri şöyle tanımlıyor:
Geleneksel fanzinlerde olduğu gibi, burada da ana akım medyaya karşı geliştirilen eleştirel ve zaman zaman çatışmacı tavır belirgindir. Söylenecek söz olduğu sürece her alanın bir ifade aracına dönüşebileceğini hatırlatır. Üreticinin tekil üslubu, bu mecrayı yönlendiren temel güçtür ve sonraki internet fanzinlerine hem biçimsel hem içeriksel olarak yol gösterir. Yazılar, görseller ve alıntılar arasında kurulan keskin geçişler, fotokopiyle çoğaltılmış bir fanzinin dağınık estetiğini dijital ortamda yeniden üretir. Dijital yapının sağladığı olanaklar bu dili daha da zenginleştirir. Metinler arasında beklenmedik sıçramalar okurda bir ‘zapping’ etkisi yaratırken, görsel karşıtlıklar hem mizah hem de politik eleştiri olarak işlev görür. Böylece webzine, internetin sınırsız akışını punk’ın sınırlara direnen üretim mantığıyla buluşturan bir mecraya dönüşür.
Peki ya Türkiye'de fanzinler ne zaman ortaya çıktı, nasıl temalar işledi? Bu soruların cevabını önümüzdeki günlerde öğreneceğiz...
-----
1Dünyanın en pahalı ve en az üretilen kahvesi Kopi Luwak, Endonezya'nın Sumatra adası ile çevresindeki birkaç adada yaşayan palmiye misk kedisinin yediği ve sonrasında dışkıladığı kahve çekirdeklerinden üretilmekte.
2Serbes, H. (2025). Fotokopiden dijitale: Türkiye’deki punk fanzinlerinin kültürel antropolojisi. İstanbul: Plüton Yayın, s. 14.
/././
Açlık sınırının altında, kâr hırsının kıskacında: Asgari ücretlinin kaybı ne?-Emre Alim-
Asgari ücret açlık sınırının altına gerilerken, milli gelirden alınan pay dip seviyeyi gördü. Alım gücündeki erime 22 Cumhuriyet altınına ulaşırken, vergi ve enflasyonun işçiye faturası 1,8 trilyon lirayı aştı. Veriler, yoksullaşmanın asıl nedeninin patronların bitmeyen kâr hırsı olduğunu ortaya koyuyor.
Türkiye ekonomisi, tarihinin en keskin bölüşüm şoklarından birini yaşarken, milyonlarca emekçinin gözü 2026 asgari ücret görüşmelerine çevrildi.
Ancak veriler, meselenin sadece bir "zam oranı" pazarlığı olmadığını, emeğin üretilen zenginlikten aldığı payın tarihsel dip noktalarına gerilediğini, alım gücünün gıda karşısında eridiğini ve vergi yüküyle işçilerin nasıl yoksullaştırıldığını ortaya koyuyor.
Bu tablo, sadece bir ekonomik darboğazla değil, bilinçli bir "emeği ucuzlatma" politikası ve derinleşen sömürüyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Büyüyen pastadan küçülen dilim
Asgari ücretin düzeyini belirleyen en kritik göstergelerden biri, ülkenin yarattığı zenginlikten (GSYH) ne kadar pay aldığı sorusu.
Türkiye ekonomisi büyürken, bu büyümenin işçi sınıfına yansımadığı, aksine işçinin pastadaki diliminin küçüldüğü verilerle sabit.
DİSK-AR raporuna göre, 1974 yılında brüt asgari ücret, Kişi Başına Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın yüzde 80,6’sı düzeyindeydi. Ancak 12 Eylül darbesi ve ardından gelen neoliberal politikalarla başlayan erime, son yıllarda hızlandı. 2025 yılı tahminlerine göre asgari ücretin kişi başına milli gelire oranı yüzde 43,6’ya kadar gerilemiş durumda.
Yani Türkiye ekonomisi büyümüş, şirket kârları katlanmış ancak asgari ücretli bu zenginleşmeden pay almak bir yana, göreli olarak daha da yoksullaşmıştır. Eğer asgari ücret, 1974 yılındaki gibi kişi başına milli gelire paralel bir oranda artsaydı, 2025 yılında brüt asgari ücretin ortalama 48 bin 25 lira olması gerekirdi.
Sofra boş, cüzdanda 22 altın yok
Enflasyonist ortamda paranın değeri hızla kaybolurken, asgari ücretin alım gücündeki çöküş en somut olarak altın ve gıda fiyatları karşısında görülüyor.
Asgari ücretin sefalet ücretine dönüştüğünün en net kanıtı açlık sınırı. Kasım 2025 verilerine göre dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcamasını kapsayan açlık sınırı 26 bin 925 lirayken, net asgari ücret 22 bin 104 lirada kalmış vaziyette. Asgari ücret, açlık sınırının yüzde 18, yoksulluk sınırının ise yüzde 76,2 altında. İşçiler, karınlarını doyurmak için bile borçlanmak zorunda kaldıkları bir düzenin içine hapsedilmiş durumda.
Merkez Bankası verileriyle yapılan hesaplamaya göre, 2003 yılında yıllık net asgari ücretle 25,4 adet, 2005 yılında ise 31,5 adet Cumhuriyet altını alınabiliyordu. Ancak 2025 yılına gelindiğinde, Kasım ayı ortalama fiyatlarıyla bir asgari ücretli yıllık geliriyle sadece 9,5 adet Cumhuriyet altını alabilmektedir. Yani asgari ücretli, 2005 yılından bu yana tam 22 Cumhuriyet altınını kaybetti.

Kayıp 1,8 trilyon lira
İşçilerin belini büken sadece düşük ücretler değil, aynı zamanda vergi sistemi ve yüksek enflasyonun yarattığı "birikimli" kayıplar.
2025 yılında asgari ücretin (ve asgari ücret düzeyindeki diğer ücretlerin) alım gücü kaybı yeni bir boyuta ulaştı. Yılın başında belirlenen ücret, enflasyon karşısında her ay erirken, vergi dilimleri ve kesintilerle net ele geçen tutar kuşa döndü.
DİSK-AR’ın hesaplamasına göre, sigortalı tüm işçilerin 2025 yılının ilk on ayında (Ocak-Ekim) enflasyon ve vergi kaynaklı toplam birikimli kaybı 1 trilyon 789 milyar lirayı buluyor.
Sadece enflasyon kaynaklı erime 994,4 milyar lirayken, vergi kaynaklı kayıp 794,6 milyar lira olarak hesaplandı.
Asgari ücretlinin 2025 yılı boyunca yaşayacağı alım gücü kaybının 50 bin lirayı aşması bekleniyor.
Enflasyonun nedeni ücret artışları değil
İktidar ve sermaye, asgari ücret artışlarının enflasyonu tetiklediği iddiasını gündemden düşürmüyor. Ancak veriler bu iddiayı yalanlıyor. Türkiye'de yaşanan süreç, ücret maliyetlerinden kaynaklı değil, aşırı kâr hırsından kaynaklı bir "kâr itilimli enflasyon" süreci.
TÜİK ve İSO verileri incelendiğinde, sanayi sektöründe işgücü ödemelerinin katma değer içindeki payının dramatik şekilde düştüğü yani sömürü oranının arttığı, buna karşılık sermayenin kâr payının rekor seviyelere ulaştığı görülüyor.
soL yazarı Prof. Dr. Korkut Boratav’ın Ahmet Haşim Köse ve Erinç Yeldan ile yaptığı araştırma enflasyonu işçilerin ücretindeki artıştan çok, patronların kârının beslediğini ortaya koyuyor. Büyük sermayenin maliyetlerden gelen her baskıyı fiyatlara yansıttığını tespit eden iktisatçılar, ücretlerdeki artışın da bu kârı büyütmek için bir fırsat olarak kullanıldığına işaret ediyor.

Enflasyonun Dinamikleri”, İktisat ve Toplum, Aralık 2023, Sayı 158.
Yani üretici fiyatlarının ardındaki dinamik ücret maliyetleri değil, kâr itilimli baskılar. Şirketler maliyet artışlarını fiyatlara yansıtırken, üzerine ekledikleri kâr marjlarını sürekli artırıyor, enflasyonun faturası ise reel ücretleri eriyen emekçilere kesiliyor.
Asgari ücrete yapılan artışlar enflasyonun nedeni değil, enflasyonun yarattığı tahribatın gecikmiş ve yetersiz bir sonucu. Nitekim 2016 ve 2023 gibi asgari ücrete reel artışların yapıldığı yıllarda dahi istihdamda düşüş yaşanmamış, aksine artış gözlendi. Dolayısıyla "zam yaparsak işçi çıkarırız" tehdidi, sömürüyü sürdürmek için uydurulmuş bir yalandan ibaret.
Yaşamın fiyatı olmaz, hakkı olur
2026 asgari ücret süreci, teknik bir "fiyat belirleme" operasyonu değil, milyonlarca emekçinin yaşam hakkı mücadelesi.
Veriler, asgari ücretin bir "ortalama ücret" haline geldiğini ve toplumun yarısından fazlasının bu sefalet ücretine mahkum edildiğini gösteriyor.
Bu noktada, masada konuşulan rakamlardan öte, düzenin kendisine dair bir temel gerçeğin altını çizmek gerekiyor.
Asgari ücretin belirlenmesi, salt bir maliyet hesabı değil, emekçilerin ve ailelerinin yaşamlarını idame ettirme koşullarının yaratılması demek. Bu yüzden işçilerin talebi bir "yardım" veya "lütuf" değil, aksine üretimden doğan ancak sermaye birikimine aktarılan payın geri alınması, insan onuruna yaraşır bir yaşamın pazarlık konusu yapılmaması.
/././
İşçiye 'para yok' diyenler sakladıkları malzemeleri kaçırıyor: Şafak Grubu suçlarını kurşunla mı örtüyor?
Direnişin devam ettiği Özel Okmeydanı Hastanesi gece saatlerinde kurşunlandı. Olaya dair kimi iddialarda hastanenin sahibi Şafak Grubu'na işaret edildi. Hastanenin kimin talimatıyla kurşunlandığı henüz net bir şekilde bilinmiyor, fakat Şafak Grubu'nun sicili oldukça kalabalık: Yenidoğan Çetesi, sistematik kamu zararı, ameliyat masasında ölen hastalar...
İstanbul'da Şafak Grubu'na ait Özel Okmeydanı Hastanesi'nde çalışan 200'ü aşkın işçi, hastane binasının deprem riski gerekçesiyle boşaltılacağı belirtilerek süresiz ücretsiz izne çıkarıldı.
Aylardır maaşlarını alamayan ve iş sözleşmeleri hukuksuz bir şekilde feshedilen işçiler ise direnişe geçti. İşçilerin hak mücadelesi 10 Kasım'dan beri sürüyor.
Bir yandan Şafak Grubu'na tıbbi cihaz kiraladığını iddia eden üçüncü firmalar, kolluk kuvvetleri eşliğinde hastaneye giderek cihazları tahliye etmeye devam ediyor. Diğer bir yandan da Şafak Grubu hastaneden malzemeleri çıkarmak için adımlar atıyor.
Hastaneden malzeme çıkartılmasına tepki gösteren emekçilerin isyanı ise yaşananları özetler nitelikte:
Kamyon kamyon mal saklamışlar. Hemşirelerimize 'İğneyi eldivensiz yapın' diye öğüt veriyorlardı. Bize kısıtlı imkanlarla iş yaptırıyorlardı. Kamyonlarca malı saklamışlar meğer. Şimdi de usulsüz şekilde götürüyorlar. Bu malzemeler esirgendi bizlerden. Bizden peçete saklayan, ‘Para yok’ diyenler, şimdi koli koli malzeme çıkartıyor. https://haber.sol.org.tr/sites/default/files/2025-12/baocl-gwsq9jafr.mp4
Dün hastanede yine benzer bir manzara yaşandı, gayrıresmi şekilde tahliyeye girişildi. Tahliye işleminin ardından gece 03.00 sıralarında hastanenin poliklinik girişine gelen kar maskeli kişiler, binaya ateş açtı. Hastaneye 18 adet kurşun isabet ederken, yaralanan olmadı. Polis ekiplerinin olaya dair soruşturma başlattığı öğrenildi.
Yaşananlara ilişkin açıklama yapan sağlık emekçileri "Şafak Grubu gayriresmi tahliye yaparken, gelen ekiplerden birkaç kişi kamera ile oynadı. Gecesinde hastane kurşunlandı. Bu gece can güvenliğimiz polis ekiplerince sağlandı. Bundan sonraki süreçte başımıza gelebilecek her şeyden Şafak Grubu ve Öztürk ailesi sorumludur" ifadelerini kullandı.
Yenidoğan çetesi, sistematik kamu zararı, ölen hasta...
Hastaneyi kimlerin kurşunladığına ve talimatı kimlerden aldıklarına yönelik soruşturma devam ediyor. Ancak, Şafak Grubu'nun bu zamana kadar henüz karıştığı bir kurşunlama vakası ortaya çıkmasa da oldukça kirli bir sicili var.
Acil durumdaki bebek hastaları önceden anlaştıkları özel hastanelerin yenidoğan ünitelerine sevk edip ölümlerine sebebiyet verildiği iddiasına ilişkin soruşturma nedeniyle 22 Ekim'de İstanbul'daki dokuz özel hastanenin ruhsatları iptal edilmişti. Bu hastanelerden biri de Şafak Grubu'na ait olan Bağcılar Şafak Hastanesi'ydi.
Ayrıca hekimlikten men edilen bir doktorun da yasağa rağmen Bağcılar Şafak Hastanesi’nde çalışmaya devam ettiği ve ameliyat ettiği Semanur Aydın adlı hastanın hayatını kaybettiği ortaya çıkmıştı.
Fakat Şafak Grubu'nun skandalları bu kadarla da sınırlı değildi. "Yenidoğan çetesi"nin ortaya çıkmasının ardından Şafak Grubu'nun kamuyu sistematik şekilde yıllarca zarara uğrattığı öğrenildi.
Zarar 17 yıl boyunca sürdü
DW Türkçe'nin SGK raporlarından aktardığına göre Şafak hastaneleri 2007-2024 yılları arasında yani 17 yıl boyunca "sistemli ve süreklilik içerecek şekilde zincirleme olarak" kamuyu zarara uğrattı.
SGK müfettişlerine göre hastaneler manuel fatura olarak adlandırılan Medula sistemi üstünden fatura kesmeyerek denetimden kaçmayı ve böylelikle gerçeğe aykırı işlemlerin tespit olanağını ortadan kaldırmayı amaçladı.
2004-2007 yılları arasında tarihi geçmiş sağlıksız kalp stentleri kullandığı tespit edilen hastane grubu için yıllar içinde çeşitli branşlarda sayısız usulsüzlük raporu düzenlendi. Bu kapsamda SGK müfettişleri Avrupa Şafak Hastanesine göz muayenesine gelen yaklaşık 16 bin 512 sağlıklı kişinin yani neredeyse her iki hastadan birinin gözlerine gereksiz yere "lazerle delik açıldığını" raporladı. Bu sahte işlemlerin aynı zamanda yine aynı gruba ait İstanbul Şafak Hastanesinde de yapıldığı tespit edildi.
SGK'ya fatura edilen göz ameliyatlarının ise aslında hiç yapılmadığı müfettişlerin hastaları beş farklı hastanede kontrole göndermesiyle ortaya çıktı.
Şafak grubuna ait Avrupa Şafak ve İstanbul Şafak hastanelerinin yanı sıra Özel Ataköy Hastanesi, Özel Şafak Tıp Merkezi ve Özel Göztepe hastaneleri hakkında da çeşitli yıllara dayanan SGK inceleme raporları bulunurken, bazı emekli doktorların diplomaları kullanılarak özellikle göz hastalıkları branşında SGK'nın ciddi zararlara uğratıldığı ortaya çıkarıldı.
Hastanenin müfettişlerin incelemesini fark etmesi üzerine izlediği yol ise SGK raporuna göre gözden vazgeçip usulsüzlüklere kalp ve damar cerrahisi ile devam etmek oldu.
Raporda bu durum "Hastane soruşturmalarında incelenen hastane açısından yaptırımlar caydırıcı olması beklenirken tam tersine Kalp ve Damar cerrahisi branşında işlemler hayatın olağan akışı ile açıklanamayacak şekilde artmıştır" sözleriyle vurgulandı.
İktidarla bağlantı
Şafak grubu hastaneleri geçen yıllarda çeşitli şikayetler nedeniyle diğer özel hastanelerin de dikkatini çekti ve cezalandırılmaları için diğer özel hastaneler tarafından devlete şikayet edildi. Ancak grubun siyasi bağlantıları ve sahiplerinin iktidara yakınlığı nedeniyle yıllar içinde bu şikayetlerden bir sonuç alınamadığı belirtilmişti.
SGK'nın 25 Ekim 2024 tarihli yazısına göre devletin Özel Avrupa Şafak Hastanesinden 4 milyar 942 milyon 129 bin lira alacağı bulunurken, bu miktar tahsil edilemedi. Yazıya göre; hastane "tahsilat imkanını ortadan kaldırmak amacıyla" İstanbul Gaziosmanpaşa'da faaliyette olduğu halde şirket adresini Sakarya'ya taşıyarak konkordato çıkarttı.
Şafak Grubu; sağlıkta özelleştirmenin yol açtığı felaketlerin, patronların yarattığı emek sömürüsünün, düzenin kamuyu uğrattığı zararların tek vücutta toplanmış hali olarak karşımıza çıkıyor.
***
Cennet, Zülfikar ve Özden… ‘Aile Yılı’ çocuk ölümleriyle kapanırken iktidarın ‘suç kaydı’ kabarıyor -Burcu Günüşen-
AKP’nin “Aile Yılı” ülkenin yoksul çocukları için ölümler yılı haline geldi. Bir yıl önce İzmir’de 5 küçük kardeşin ölümüne yol açan koşullar bu kez İstanbul Pendik’te 3 küçük kardeşi hayattan kopardı. Çocuklar sefalet içindeyken ortada görünmeyen devlet, cenazede protokol sıralarındaydı. Bir kez daha hedefe konulansa “15 suç kaydı var” denilen anne oldu.
İzmir'de anneleri topladığı hurdaların parasını almak için evden çıkan 5 çocuğun yangında ölümünden bir yıl sonra bu kez İstanbul Pendik’te anneleri kağıt toplayarak geçinen 3 küçük kardeş evde çıkan yangında can verdi.
İzmir Selçuk'ta 11 Kasım 2024'teki olay büyük tepkiye yol açınca Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı anneye verilen birkaç bin liralık sosyal desteği açıklayarak savunmaya geçmiş, AKP’li Özlem Zengin ise tepkilere “Siz de her şeyi paraya bağlıyorsunuz” şeklinde yanıt verip annenin “yaşam tarzı”nı suçlu ilan etmeye girişmişti.
Pendik’teki ölümlerin ardından bakanlık bu kez savunmaya geçme gereği bile duymadı, aileye sosyal destek verilip verilmediğini dahi açıklamadı. Okula gitmedikleri ortaya çıkan iki çocuğun neden eğitimden koptuklarının hesabını vermesi gereken Milli Eğitim Bakanlığı'ndan da tek bir ses çıkmadı.
Emniyet ise olayın hemen ardından ajanslara annenin 15, eşinin 41 suç kaydı olduğu bilgisini servis etti. Çocukların ölümlerine bir sebep sunar gibi...

İstanbul Pendik’te Fevzi Çakmak Mahallesi Umman Sokak’taki üç katlı bir evin giriş katında 11 Aralık'ta 02.30 sıralarında çıkan yangında 2, 5 ve 9 yaşlarındaki üç çocuk yaşamını yitirdi, 11 yaşındaki bir çocuk ağır yaralandı.
Çocuklar evde yalnızdı.
Dumanı fark eden komşular henüz itfaiye gelmeden çocukları çıkarmak için camları kırdı, 4 çocuğu dışarı çıkardı ancak 3'ü için çok geçti.
Komşuların anlattıklarına göre çocuklar okula gitmiyordu. Kağıt toplayarak geçimini sağlayan anne 6 aylık bebeğini kucağına alıp işe gittiğinde dört çocuk evde yalnız kalıyordu. Şu anda entübe halde yoğun bakımda tedavi gören 11 yaşındaki Muhammed Ali Çelikkol bakıyordu üç kardeşine evde yalnız kaldıklarında.
Üç kardeşin cenazesi dün Pendik Yeni Şeyhli Mezarlığı’nda toprağa verildi.
2 yaşındaki Özden Sepetçi, 5 yaşındaki Zülfikar Sepetçi, 9 yaşındaki Cennet Çelikkol için önce, Adli Tıp Kurumu'ndan getirildikleri Kartal’daki Safa Camisi’nde ikindi vakti tören düzenlendi.

Törene 28 yaşındaki anne Selvi Sepetçi "güvenlik gerekçesiyle" getirilmedi.
Sepetçi’nin eski eşi, çocukların babası Emrah Çelikkol ise cezaevinden izinli olarak çıkarak camideki törene yakınlarıyla birlikte katıldı.

6 aylık bebeğini hastaneye götürmüştü
Olay gecesi açılan soruşturmada anne Sepetçi "kusur" durumundan gözaltına alındı önce. Daha sonra serbest bırakıldığı, 6 aylık bebeğininse devlet korumasına alındığı öğrenildi.
Aynı evde yaşayan, anne Sepetçi’nin eşi Tanju Özcan ise yangın çıktığı gece bir suçtan araması olduğu için karakolda gözaltındaydı.
Çocukları kurtarmaya çalışan komşular telefonla arayıp yangını haber verdiğinde dışarıda olan anne, kısa süre sonra eve ulaştı. Çocuklarını evin önünde yere yatırılmış halde görünce olduğu yere yığılıp kendinden geçti.
Anne kucağındaki 6 aylık bebeği Ela Nur Zurnacı’yı hastaneye götürmek için evden çıktığını söyledi olay yerindeki polislere.
Emniyet anne ve eşinin 'suç kaydı'nı duyurdu
Yangın sonrası Emniyet’in ajanslara geçtiği bilgi notunda anne Sepetçi’nin 15, eşi Tanju Özcan’ın 41 suç kaydı olduğu belirtiliyordu.
Selvi Sepetçi şimdi hastanede yaşam mücadelesi veren ilk çocuğu Muhammed'i doğurduğunda henüz kendisi de 17 yaşında bir çocuktu. Şimdi suç kaydı açıklayarak felaketteki sorumluluklarını gizlemeye çalışanlar ne o zaman annenin yanındaydılar, ne de sonra 4 çocukla birlikte ağır yoksulluk koşullarında kağıt toplayarak hayatta kalma mücadelesi verirken.
Aynı binada yaşayan komşuların soL’a verdiği bilgiye göre aile giriş kattaki daireye henüz 2 ay önce taşınmıştı.
9 ve 11 yaşındaki iki çocuk da okula gitmiyordu
Çocukların okula gitmediğini, annenin kağıt toplamak için evden küçük bebeğini yanına alarak çıktığı zamanlar çocukların evde yalnız kaldığını anlattılar.

Komşulardan Raşit Yoldaş “O çocukları biz çıkardık içeriden. Dört tane can çıkardık, burada müdahale ettik. O çocukların kurtulmasını çok isterdim. Dört tane melike, biri ağır, üçü vefat etti. Bu kadar suç kaydı olan anne babaya devlet niye bıraktı bu çocukları? Çocuklar okula bile gitmiyorlardı” dedi.

Şükran Yeniyayla ise “Gece 2.00-2.30 gibi aşağı geldim. Duman bayağı yükselmişti. Kapıyı tekmeledim, kapıyı açtım, içeri girdim. Duman öyle yükselmişti ki önümü göremiyordum. Telefon ışığını çıkarmayı düşündüm. İkinci kez tekrar girdim, ağzımı bağladım, dumanın içine attım kendimi yine olmadı. Üçüncü sefer koltuk parlayınca bu sefer alevler üstüme doğru gelmeye başladı. Sonra tekrar dışarı çıktık. Ondan sonra camın demirini kırdık, camı kırdık, içeri girdik, içerden çocukları çıkarttık. Üçünü çıkardığımızda zaten ölmüşlerdi, biri yaralıydı. Çocuk o kadar yaralıydı ki, kolları yanık içindeydi, yüzü gözü yanmıştı, ağzından dumanlar geliyordu” diye anlattı o gece yaşananları.
Çocukları aynı odada yerde yatarken bulduklarını söyleyen Yeniyayla şunları söyledi:
“Annesini aradım, 'neredesin' dedim, dedi ki 'Abla çocuklarımı kurtar ne olursun'. Dedim 'çocuklarını kurtaramıyorum'. Ben aradıktan beş dakika sonra annesi geldi. Çocuğunu hastaneye götürdüğünü söyledi annesi. Ama hangi hastaneye götürdüğünü bilmiyorum. Çocuklarını biz buraya yatırmıştık (evin önünü gösteriyor), annesi orada çöpün kenarında yığılakalmış. Kendisini kaybetmiş. Yanına gittim, seslendim, kendinde değildi.
Anne kağıt topluyordu. Çocuklar devamlı evde tek başlarına kalıyordu. Sadece bir altı aylık kızı vardı kucağında onu götürüyordu. Bir iki saat çalışıp geri geliyordu. Deseydi en azından komşu göz kulak ol, hastaneye gideceğim, bakardım, ben de anneyim, benim de beş çocuğum var. Eğer bu binada hepimiz uyumuş olsaydık, hepimiz de giderdik.”
Komşulardan Dursun Yeniyayla yangında ağır yaralanan 11 yaşındaki Muhammed'i kastederek "Büyük oğlan bakıyordu evde kardeşlerine" dedi.Şükran Yeniyayla’nın eşi Dursun Yeniyayla da “Aile buraya taşınalı 2 ay filan oluyor. Büyük oğlan bakıyordu evde kardeşlerine. Kağıt topluyorlardı, ondan sağlıyorlardı geçimlerini. Yangın cereyandan çıkmış diyorlar. Prizden çıkmış. Elektrik sobası vardı ama yangın sırasında soba sağlamdı, ondan olsa herhalde soba da zarar görürdü” diye konuştu.
Çocukların babası cezaevinden izinli çıktı
Camideki cenaze törenine cezaevinden izinli çıkarak gelen baba Emrah Çelikkol, anne Selvi Sepetçi’nin soyadını taşıyan 5 yaşındaki Zülfikar ile 2 yaşındaki Özden’in de kendi çocuğu olduğunu belirtti. Çocuklarını almak için resmi makamlara başvurduğunu ancak bir sonuç alamadığını söyledi baba Çelikkol. Babaanne Nezahat Çelikkol da çocuklara kendisinin bakmak istediğini ancak bu konuda oğlunun başvurularından bir sonuç elde edemediklerini anlattı. Oğlunun Kızılay, kaymakamlık gibi kurumlara başvurarak çocuklarının kaldıkları evdeki koşulların takip edilmesini istediğini de belirten babaanne ancak bu isteklerinin de dikkate alınmadığını söyledi.
Annenin suçlanmasına tepki: 'Hangi anne evladını ateşe atar'
Annenin akrabaları olduğunu söyleyen bir grup genç kadın ve yanlarındaki çocuklarıysa caminin dışından katıldılar cenaze törenine. Anne Selvi Sepetçi’nin polislerin yanında tutulduğunu, güvenlik gerekçesiyle camiye getirilmediğini, polis eşliğinde mezarlığa gideceğini söylediler. Herkesin anneyi suçladığını belirterek tepki gösteren akrabaları “Annenin de bir suçu yok. Hangi anne evladını ateşe atar” dediler.

Camideki polis yoğunluğunun nedeninin hayattan kopan 3 küçük çocuğun annesi ile babasının aileleri arasında bir gerilim olasılığı olduğu söylense de, sıkı güvenlik önleminin bir sebebinin de çocukların koşullarının düzeltilmesi için adım atmayan, sorumluluk almayan yetkililerin cenazedeki varlığı gibi görünüyordu.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı İstanbul İl Müdürü Ömer Turan, İstanbul Vali Yardımcısı Okan Leblebiciler, Kartal Kaymakamı Edip Çakıcı, Pendik Kaymakamı Mehmet Yıldız ve Kartal Belediye Başkanı Gökhan Yüksel cenaze namazında ön saftaydı. AKP Kadın Kolları temsilcilerinin de protokolle birlikte cenazeye katıldığı görülürken Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı sosyal destek ekipleri de alandaydı.
AKP iktidarının “Aile Yılı” ilan ettiği 2025 yılına girerken sömürü ve eşitsizliğin korkunç boyutlarda arttığı Türkiye, İzmir’de beş çocuğun yoksulluk yüzünden ölümünü konuşuyordu.
Hiçbir yetkili 5 küçük kardeşin ölümünün hesabını vermedi.
“Aile Yılı”nın sonuna yaklaştığımız bu günlerde yine tablo aynı. TBMM lokantasında staj adı altında çalıştırılan kız çocuklarına yönelik cinsel istismarı, patronlara ucuz işgücü olarak bizzat Milli Eğitim Bakanlığı tarafından sunulan çocuk emeğini ve bu yıl iş cinayetlerinde ölen 87 çocuğu konuşuyoruz. Ve üstüne eklenen Pendik’teki çocukların acısını...
İktidarın "suç kaydı" kabarıyor.
***
‘Araf’ta gövdeler gezerken…-Asaf Güven Aksel-
Toplumu kendisine uyduran bir sermaye düzeninin balçığına gömülmüş emekçinin bile çürümeden pay alışı… Bir sergi… Bir de Madam Curie’nin balçığı damıtması… Bir de komünistler…
Sohbet, tartışılan bir konuya, bir analize kaymışsa, orada en bilindik, en dile düşmüş, hünersiz kelime bile, kavrama, sıfata dönüşmüş olduğunda, Aziz Nesin derdi ki, “açıp bakalım önce sözlüğe, değil mi?”
Bunu öğrenmiştim ya, Fide Lale Durak’ın “Araf” başlıklı sergisinden döndüğümde de çok sıradan bir kelimeye bakasım geldi. Yok, “araf” değil. Tül!
“Çok ince gözenekli pamuk, ipek veya sentetik dokuma ve bu dokumadan yapılmış perde” demiş, benim eski TDK Sözlüğü, yaygın kullanım alanını anlama dahil ederek. Sonra, “bir de cümle içinde geçirelim…” istemiş: “Bütün pencereler eskisi gibi çiçekli ve tül perdeliydi.”
Örneklemeye takıldım kaldım. Eskisi gibi… Bütün pencerelerde çiçek…. Ve tül. O kelime nasıl huzurlu, sarı ışıklı bir sıcaklığı tamamladı, nasıl o çiçeği eflâtun açtırdı değil mi, cümle içinde geçince? Kendiliğinden hem. Öylece.
Buraya döneceğiz, ama baştan, “hiç de öyle değil, o senin bakışın” da diyebilirsiniz. Nitekim sergi de öyle dedi sanırım…
Neden bu uzamış tül girizgâhı? Figürlerini tamamen tül katmanlarından oluşturmuş Durak çünkü. Söylemek istediği söz, böyle yoğun emek gerektiren bir “materyal”e vardırmış onu. “Şekil verilmesi zor bir malzeme” oluşuyla da içeriğe katkı eklemiş.
Tül dokumanın, tığ işleme, dantel misali çok şeye hısımlığı muhakkak. Tülbentte de var duvakta da, raksta da mesela… Ama ışık kaynağıyla oynaşırken gösterme / gizleme özelliği, perdeliğini öne geçiriyor. Barındırdığı bu çelişki nedeniyle materyal olarak seçilmiş.
Tülün en temel kullanımı da bu çelişkiye dayalı zaten. Bulunduğu yerin arkasını göstermez. Penceredeyse sözgelimi, içeride olanı saklar, dışarıdan bakanlardan. Buna karşın, içeriden dışarıyı görmek mümkündür. Ama bunun şartı, dışarıda ve içeride ışığın dengeli oluşudur. Dışarıda karanlık içeride ışık varsa, tül saydamlaşır. Bu durumda, güneşliklerin, süslü perdelerin örtüsü girer devreye, ama bu ayrı konu… Anlayacağınız, sayısız metafor, “sosyo-politik” gönderme mümkün tül bahsinde…
Aslında örterken de, gösterirken de, her iki yanı, bakanı ve bakılanı flulaştıran bir şey tül, yapısı gereği. Ben bu fluluğu, serginin başlığına yamadım: Tülden Araf...
Sergi, her ne kadar adını Dante’nin “İlahi Komedya”sından bir bölümden alıyor ve oradan bir pasajla, “gövdesiz bir gölgeyle kucaklaşma” sahnesiyle sunuluyorsa da, evet, garip olacak, ama ben bundan biraz kopacağım. Dante’nin “Araf”ı, ilham verici bir epik şiir olarak, güçlü alegorilerle, yazıldığı dönemin panoramasını kendince süzerek verir. Tamam. Ama, “ölümcül günahlardan arınma”daki tasvirlerden “gölgesizliğin”, tül kullanımına rehber olmasıyla, “maksadın hâsıl olduğu”, böyle sınırlamanın yeteceği kanısındayım. Durak’ın “gölgesi düşmezlik” kavramı, ayrıntılarla “gölgelenmemesi” gereken farklı bir “alegori”nin eşiğinden geçiyor çünkü.
“Araf”ın çeşitli dinsel tanımlarından koparak, gündelik dile girmiş hali “arada kalmışlık”lığıyla yetineceğim. Sonuçta, eleştirmen değilim ki! Nalıncı keseriyim sırattaki bir ülkede… Yeri gelmişken, yakında okuyacağımız bir romandaki Seferis şiiri alıntısını da burada mealen kullanmaktan çekinmem.
… senin yurdunum ben; / kim olmamı istersen o olurum / şu anda kimse olmasam bile…
Araftan çekilip çıkarılma çağrısı gibi ürpertici değil mi? Figürler de…
Tüllerle örülmüş bu figürler, sokaktan, eylemden, etkinlikten, toplu taşımadan, “doğal hallerinde” fotoğraflanmış insanları yansıtıyor. Kimi tuvalden bakıyor size, siz ona bakarken; kimi, yukarıdan sarkan gerçek boyutlu bir tülde durup, sizi arkadaki bir başka insana, o insanı da size kendi içinden geçirerek gösteriyor. Birbirinize bakarken, o “gölgesiz üçüncü şahıslar”la da hemhal oluyorsunuz. Hareketinizden doğan hafif bir esinti bile, tülü, figürü dalgalandırıyor! İşte orada gerçekle gerçek bütünleşiyor, Dante’nin “boşluğu kucaklaması”yla yol ayrımına geliniyor.
Sergiyi gezerken, sermaye düzeninin “insanı çürütmesi” başlığı vardı gündemde. “Emekçi sınıfın da azade olmadığı” bu toplumsal gerçeklikle yüzleşme çağrısı yapılmıştı. Kökenine ve çözümüne inilmişti. Çürümeye yüz tutmuş hücrelerin, zihinlerin yeniden ya da ilk kez sağlığına kavuşması, daha doğrusu kavuşturulması mücadelesi, bugünden yarına son bulmayacaktı. Bu durumun “araf”a, hangi yönün galebe çalacağını göreceğimiz bir sürece benzediğini düşündüm. Figürler, bir dokunuş, bir ardını gören bakış açısı bekliyorsa, çürümeyle durağan kabullenişin bağını kurabildiklerindendi bu. Belki, salıncakta uçuşan sarı saçlarda bile sezilen hüzün, bizi harekete geçmeye çağırıyordu.
Böyle dalmışken, durup duran, biraz mahzun ve kabulle bakan “gölgesiz” bir figürün arkasından geçen, kanlı canlı bir arkadaş gördüm. Baksa, o da beni görecekti. Demek, o insanların gölgesi olmuştuk bir an ve onlara kendi gölgeleri için gövde verme uğraşıydı bizi bakıştıracak olan.
Tülden oluşmuş, ilk bakışta ifadesiz insan figürlerine, işte o tülün büyüsüyle dahil olurken, başınızın, gözünüzün hareketleriyle, ışık açısı değişimleriyle, ifadeler farklı içerikler alıyorken, figürler sessiz bir çığlık da atıyor. Ya onu duyuyorsunuz ya da sadece bir uğultu. İçten vuran bir ışık kaynağı doğuruyorsunuz o zaman, anlamak için. Figürü ören tüller saydamlaşıyor katman katman. Uğultu, söz oluyor.
Bu, sizin nasıl ve nereden baktığınıza göre değişen ifade, “materyal”e baktığınızdaki ifadesizliğin sırrını veriyor. Orhan Kemal’in, Sait Faik’in, “İnsan Manzaraları”nın tanıdığınız insanları her biri. Bakarsanız göreceğiniz “gömülü töz”leri, lk görülenin, kabuğun ardı var…
Ben sergiyi gezerken, gündemde “toplumsal çürüme” başlığı vardı… Bakışıyorduk. Her birimiz her birinin gölgesinden geçerken. Flulaşır ve flulaştırırken gövdeleri tül ardında.
Bir ton balçıktan bir miligram radyum damıtmaya adanmışlığı düşüyor akla, Madam Curie’nin. Dünyayı değiştiren, balçığa sevdalanıp cevherini keşfetme iradesi…
Farkındayım, sergiden, tuvalden, “resmedişten” koptum. Ama zaten amacı bu değil mi sanatın?
Gölgesizlere gövde vermek, gölgeye gövde olmak. Dante, realitenin fantastik anlatımıyla epikte büyürken, tüle nakşedilmiş insanlar, şu pazar yerinde, şu metroda, şu statta gerçeğe vararak büyümeye, sahne almaya, destanlaşmaya aday… Tül, dışarıyı gösterir, onlar da bakar ardına, unutmayın. Figürlerdir. “yurdunum ben, kim olmamı istersen, o…”
Bizim çocukluğumuzda, he, Balkan Harbi civarı, çikletlerden o zamanlar “üç buutlu” denilen resimli kartlar çıkardı. Şimdi bu teknoloji curcunasında kalmamıştır sanırım. Bu üzeri tırtıklı kalın plastik karttaki figürde, diyelim Hawaiili bir kız, öylece size bakıyor olurdu. Kartı azıcık arkaya doğru yatırırdınız, aa, göz kırpardı. Az öne, ifadesiz. Az daha öne, hop, gülümserdi… YouTube, Reels, halt etmiş.
Yok yok, o kadar da kopmadım. Diyeceğim o ki, bakış ve görüş, ifadeleri derinleştirir, değiştirir, ama figür hep o olarak kalır. Siz de siz. O tülün cilvelendiği, kâh örtüp kâh gösterdiği gerçekliğe ya da o gerçeklikte göreceğiniz tutamak açısına varmak, edilgenlikten çıkarmalıdır sizi. Zaten uğultuya kulak verince anlarsınız ki, o tutamak, Orhan Kemal’in yoksula, çıplağa, kayırmasız bakışıdır. Ve tıpkı tül gibi, aydınlanan ardını aşikâr ederken, bir de görev yükler omzunuza.
O “üç buutlu” oyuncak, işlevini yerine getirmek için sizin temasınızı beklerdi. Dokunun, tutun, değişik yönlere sevk edin ki, göz mü kırpar, gülümser mi görün. Değişmesi için ataletini yıkın, değiştirin, o bulanık görüntüdeki ifadelerin potansiyelini arayın.
Toplumu kendisine uyduran bir sermaye düzeninin balçığına gömülmüş emekçinin bile çürümeden pay alışı… Bir sergi… Bir de Madam Curie’ye balçığı damıttıran sevda… Bir de komünistler…
Şey de var, çerçevelerde yumruklar da göreceksiniz. Kimlerin kolundan uzandığını, desenlemeyle yorumlayacağınız yumruklar. Müteredditliği tülde ışık yanılsamasından gelen. İneceği nokta arayan. Yönünü, sıkıldığı kola girmekle vermenizi bekleyen. Umut mu, kahır mı, direnç mi, çare mi, siz aralayın tülü. “yurdunum ben… ne istersen…”
Mahzun bir yüz, bir topluluk, o ânın fotoğrafı. Ardını görmek, hayata bakışınızın “büyük hüner”idir. Gölge veren gövdelendirme de, örgütünüzle, partinizle figürlere dokunmakla mümkün. Dante’nin değilse de, Fide Lale Durak’ın “Araf”ında, tülden görülen insanlı hayat, bana bunları düşündürdü: Beğenmediğini değiştir!
Değiştir ki, pencereler tüllü olsun, sarı sıcak ışıklı, eflâtun çiçekli. Sözlükler böyle yazsın hayat maddesinde… “Eskisi gibi” değil, “yeniden, yepyeniden” desin. Bir de etekleri dantel masa örtüsü…
/././
Ahlaksızlık ve komünizm -Berkay Kemal Önoğlu-
Halkımızın komünizm kurbanı olmasına engel oldular. Onlar olmasaydı, komünizm milyonlarca genci zorla iş güç sahibi yapacaktı. Komünizm uyuşturucu bağımlılarını zorla tedaviye gönderecekti.
Ülkedeki toplumsal çürümenin zirve yaptığı ve her gün yeni örnekleriyle su yüzüne çıktığı kirli bir dönemden geçiyoruz. Aslında yalnız Türkiye’de de değil, bütün dünyada paranın hakim olduğu bu ahlaksız düzenin başındakiler için artık yolsuzluklarla, rüşvetle, uyuşturucu ve kumarla, pedofili ile anılmak normal hale geldi. Filistin’de 50 binden fazla çocuğun yıkıntılar altında kalmasına ses çıkaranları döve döve gözaltına alan Batılı ülkelerin dünyaya söyleyeceği bir söz kalmadı. Yakın tarih herkesin bildiği sırlarla dolup taşıyor. Bir yüzükle gelenlerin yolun sonunda ne devasa servetlere sahip oldukları, bütün kirli ilişkilerin merkezine nasıl yerleştikleri gün gibi ortada…
Vatan, millet, Sakarya, hepsi yalan oldu. Tek bir gerçek var: Gücü gücüne yetene…
Tarihin sonunun geldiği iddia edileli neredeyse 35 yıl oluyor. Bu 35 senede yoksulluktan, savaştan, eziyetten, hırsızlıktan, insanlık onurunun ayaklar altına alınmasından başka bir şey görmedik. Evine ekmeğini alın teriyle götürmek aşağılandı, ezildi, hakir görüldü. Kısa yoldan köşeyi dönmek, düşeni tekmelemek, tokatçılık yükseldi, değer gördü, teşvik edildi. İnsanlığın yerini çakallık aldı. Çakallar muteber kılındı…
Sağcılık dünyayı teslim aldı. Onun sonuçlarıyla yüzleşiyoruz.
Din elden gidiyor yaygarası koparanlar din adına insanları kendilerine tabi kıldılar, insan iradesini tarikatlar için zincire vurdular.
Vatan elden gidiyor diyenler türlü yollarla bu ülke üzerinde kurulan emperyalist vesayetin işbirlikçiliğine soyundular.
Millet elden gidiyor diyenler bu halkın yoksulluğa, çaresizliğe ve kimsesizliğe itilmesine omuz verdiler, sömürücüleri, haramileri tepemize çıkarttılar.
Bütün bunlar dünyadaki reel sosyalizm örneği son bulduktan sonra hız kazandı. Piyasanın borusu öttüğünde, başkasının sırtına basarak yükselmek, diğer insanları yok ederek güçlenmek ve bu yolda her yolu mübah görmek bütün topluma yayılmaya başladı.
Sonuçta her insan ayakta kalmak ister. Kuralsızlığın kural olduğu, düşene bir tekme daha vuranın eksik olmadığı bir düzende ise ayakta kalmanın yolu bir biçimde bu çürümeye ortak olmaktan geçiyor. Sistemin tepesindeki saygın ve güçlü insanların böyle yaptığı biliniyor. Hani Rockefeller’e atfedilen bir söz vardır, bana ilk kazandığım milyon doları sormayın ondan sonrasını size kuruşu kuruşuna anlatırım, der. İşte milyonlarca insana da ne şekilde ve bedeli ne olursa olsun o ilk milyon doların peşinden gitmeyi öğütleyen bir sistemden söz ediyoruz. Bu sistemde halk için çare yalnızca bu olabilir. Tabi tarihin sonu gerçekten geldiyse…
Bir yenilginin sonuçlarını yaşıyoruz ama tarih elbette akmaya devam ediyor. Sınıf mücadelesi sürüyor.
Tek tek insanların geleceğe dair güven duygularının telafisi imkansız darbeler aldığı, ağır fırsat eşitsizliklerinin katlanarak arttığı, gençlerin eğitim ve istihdamdan her geçen gün uzaklaştığı, çeteleşme ve suça sürüklenmenin zirve yaptığı bu fotoğrafta komünizmin hiçbir payı yok. Yolsuzluk, rüşvet, bahis, uyuşturucu skandallarının üçüncü sayfa haberlerine dönüşüp sıradanlaşmasından komünizm sorumlu değil. Çocuklara yönelik işlenen suçlarla, kadına yönelik şiddetle, artan depresyon ve intihar vakalarıyla komünizmin uzaktan yakından alakası yok.
Bütün bunlar toplumu esir alan sağcılığın eseri. Komünizmle mücadele edenlerin, sermaye şakşakçılarının, din tüccarlarının, NATO’cu dalkavukların işi!
Onlar halkımızın komünizm kurbanı olmasına engel oldular. Bravo onlara(!)
Onlar olmasaydı, komünizm milyonlarca genci zorla iş güç sahibi yapacaktı. İşçiler sendikalı olacaklardı. Çalışma saatleri düşürülecekti. İnsanlar zorla sporla, sanatla ilgileneceklerdi. Komünizm Türkiye futbolunu zorla sokağa taşıyacaktı. Komünizm uyuşturucu bağımlılarını zorla tedaviye gönderecekti. Herkes aldığı belli verdiği belli, yarın ne halde olacaklarını bilerek yaşamaya zorlanacaktı. İnsanları zorla besleyecekti komünizm. Üstelik aynı malı pazarlayan 50 çeşit ne idüğü belirsiz şirket de olmayacaktı. Pirinç mi alacaksın cinsini söyle, tek marka, devlet güvenceli…
İnsanlar hayatı reklamlar olmadan yaşayacaktı. Zorla!
Komünizm insanların yaşamak için birbirleri ile omuz omuza vermek zorunda kalacağı bir sistem yaratacaktı. Neyse ki izin vermediler de insanlar yaşamak için birbirlerinin başını eziyor. Şimdilik…
Bu tabloyu içine sindirebilenler, bundan fayda sağlamıyorlarsa en hafif tabirle ahmaktırlar.
Sağcılığı eleştirdiği için gazeteci Enver Aysever hakkında verilen tutuklama kararına hukuksal olarak diyecek hiçbir söz yok. Orası sözün bittiği yer. Ama herhalde eleştirmek yerine övmek de suç değildir. Eserinizle gurur duyun!
/././
Avrupa’da işçi isyanı!-Atilla Özsever-
Avrupa’nın sağcı hükümetleri, “reform” adı altında emekçilerin haklarına yönelik saldırıya geçerken işçi sınıfı da genel grevle yanıt verdi. Portekiz’de 11 Aralık’ta, İtalya’da da 12 Aralık’ta genel greve gidildi, yaşam büyük ölçüde aksadı. Belçika ve Yunanistan’da da yoğun işçi eylemleri oldu.
Avrupa’daki sağcı hükümetler, “savaş tehdidi” gibi gerekçelerle işçi hakları ve kamusal harcamalara yönelik saldırılarını artırırken kıtada grev rüzgârları esiyor. Avrupa başkentlerinde neoliberal politikalar, bütçe kanunları yoluyla uygulanmak isterken emekçiler de sosyal ve ekonomik haklarına yönelik saldırılara kitlesel grevlerle yanıt veriyorlar.
Portekiz’de 11 Aralık 2025 günü gerçekleşen 24 saatlik genel grev, ülke çapında büyük etkiye sahip oldu ve hayatın birçok alanında belirgin aksamalara yol açtı. Bu grev, 2013’ten bu yana yapılan ilk genel grev olarak değerlendirildi ve hükümetin önerdiği çalışma reformuna karşı sendikalar tarafından büyük bir tepki niteliği taşıyordu.
Portekiz’in iki büyük işçi konfederasyonu (CGTP ve UGT) tarafından düzenlenen genel grev, sağ görüşlü azınlık hükümetince işten çıkarmaları kolaylaştıracağı, iş güvencesini zayıflatacağı, esnek çalışma saatleri gibi düzenlemeleri içeren “çalışma yasası reformu” tasarısına karşı yapıldı.
Portekiz’deki genel greve katılım yüksekti.Genel grevin etkileri
Portekiz’deki genel grev, metro, tren ve otobüs seferlerinde ciddi kısıtlamalara neden oldu, bazı şehirlerde metro tamamen kapandı. Uçak seferleri aksadı, birçok uçuş iptal edildi ya da minimum düzeyde hizmet verildi, yüzlerce uçuşun iptal edildiği bildirildi.
Okullar kapandı veya sınırlı hizmet verdi. Hastanelerde acil hizmetler açık kalırken, planlı ameliyat ve randevular ertelendi. Belediye ve diğer kamu hizmetlerinde aksama oldu. Çöp toplama, idari işlemler ve diğer hizmetlerde yavaşlama görüldü.
Başkent Lizbon dahil olmak üzere birçok şehirde sendika destekli gösteriler yapıldı. Sendikalar grev katılımının yüksek olduğunu ve protestonun güçlü bir mesaj verdiğini söylerken hükümet ise, “reformdan” vazgeçmeyeceğini belirtti.
Ortak mücadelenin gücü
Portekiz’de iki büyük işçi konfederasyonunun ortak hareket etmesi, işçi sınıfının gücünü bir kez daha ortaya koydu. Sendika liderleri grevi yalnızca çalışma koşullarına karşı değil, demokratik hakların ve kolektif pazarlığın korunması olarak da tanımladı. Portekiz’de sendikal hareketin tekrar güçlü bir aktör olarak toplumdaki yeri sağlamlaşmış oldu.
Portekiz’de hükümet azınlıkta bulunuyor ve parlamentoda güven oylamalarını zor kazanıyor; bu grev hükümetin ömrünü uzatmasını daha da zorlaştırabilir. Grev, 2026’da yapılması planlanan Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde hükümetin gücü ve etkisini de zayıflatmış gözüküyor.
'Etekli Mussolini'
İtalya’da da önceki gün (12 Aralık 2025) yapılan genel grev, ülke genelinde yaygın bir katılımla protesto eylemleri ve hizmet kesintilerine yol açtı. Göstericiler, kadın Başbakan Meloni’yi İtalya’nın eski faşist lideri Mussolini ile eşdeğer görerek “Etekli Mussolini” pankartını taşıdılar.
Pankart: “Meloni hükümetini devirin. Etekli Mussolini”Genel greve ülkenin en büyük işçi sendikası CGIL (İtalyan Genel Emek Konfederasyonu) başta olmak üzere birçok kamu ve özel sektör sendikalarının çalışanları katıldı ve hükümetin 2026 bütçe yasasını protesto etti.
Grev, aşırı sağcı ve faşist eğilimli Başbakan Giorgia Meloni hükümetinin sunduğu 2026 bütçe yasasının çalışanlar, emekliler ve kamu hizmetleri için yetersiz olduğu, sosyal hizmetlerden kesinti yapıldığı ve savunma harcamalarına öncelik verildiği gerekçesiyle yapıldı. Sendikalar daha yüksek ücretler, iş güvencesi, sağlık ve eğitim yatırımlarının artırılması gibi talepleri öne çıkardı.
Ulaşım aksadı, eğitim durdu
İtalya’daki genel grevde, trenler, otobüsler, metro ve kamu taşımacılığı ciddi biçimde etkilendi; birçok hizmet iptal edildi veya büyük gecikmeler yaşandı. Ulusal demiryolu ve yerel hatlarda grev sabahın erken saatlerinden 21.00’e kadar sürdü.
Birçok şehirde okul ve eğitim hizmetleri durdu ya da sınırlı çalıştı. Sağlık ve kamu sektöründe de grev nedeniyle kesintiler ve hizmet sıkıntıları oldu.
Sendikaların verilerine göre kamu ve özel sektör çalışanlarının büyük bir kısmı greve katıldı, on binlerce kişi İtalya’nın başta büyük şehirleri olmak üzere birçok yerde sokaklara çıkarak yürüyüş ve gösteriler yaptı.
Roma, Milano, Floransa gibi şehirlerde kitlesel yürüyüşler ve mitingler düzenlendi; protestolar barışçıl olmakla birlikte bazı noktalarda gerginlikler yaşandı.
Hükümetin tutumu
Meloni hükümeti yetkilileri grevi eleştirerek bunun ekonomik faaliyetleri zorlaştırdığını savundu ve bütçenin orta sınıfa vergi avantajı ve mali sorumluluk getirdiğini dile getirdi.
Bütçe tartışmalarının tam ortasında yapılan böylesine geniş bir grev, Meloni hükümetinin yasada bazı düzeltmeler yapmasına (örneğin bazı kesintilerin yumuşatılmasına) yol açabilir. Ancak hükümet, güçlü bir çoğunluğa sahip olduğu için kısa vadede köklü bir geri adım atılması pek olası gözükmüyor.
Genel grevi örgütleyen CGIL, İtalya’nın radikal sol eğilimli en büyük sendikasıdır. CISL (İtalyan İşçi Sendikaları Konfederasyonu) ise, Hristiyan demokrat, merkez-sağ ve merkez çizgisine yakın bir eğilimdedir. UIL (İtalyan Emek Birliği) de, sosyal demokrat, cumhuriyetçi ve laik eğilimlerin etkili olduğu bir konfederasyondur.
CGIL’ın (İtalyan Genel Emek Konfederasyonu) başını çektiği genel grevBelçika ve Yunanistan’daki eylemler
Avrupa’nın diğer ülkelerinde de son zamanlarda önemli eylemler yapıldı. Belçika’da üç günlük ulusal grev, 24–26 Kasım 2025 tarihlerinde gerçekleştirildi. Grevlerin ilk günü tren seferleri ve kamu hizmetleri aksadı, iş bırakma diğer sektörlere de yayılarak geniş bir eylem dalgası oluşturuldu.
Yunanistan’da ise, son zamanların en yaygın 24 saatlik genel grevi, 1 Ekim 2025 tarihinde yapıldı. Grev, ulaşımı, kamu ve özel sektör hizmetlerini ciddi şekilde etkiledi. Bu eylemler, hükümetin önerdiği çalışma yasası reformlarına ve çalışma saatlerinin uzatılmasına karşı gerçekleştirildi.
Fransa’da da, 18 Eylül’den 2 Aralık 2025 tarihine kadar çok sayıda grev ve protesto eylemi yapıldı. Özellikle sendikalar, hükümetin bütçe ve çalışma reformlarına karşı yaygın grevler ve yürüyüşler düzenledi, yüz binlerce kişinin katıldığı büyük eylemler ortaya kondu.
İspanya’da da, 14 Kasım 2025’te sendikaların çağrısıyla geniş çaplı protestolar ve 24 saatlik grevler yapıldı.
Avrupa’da işçi sınıfı, haklarına yönelik saldırılara karşı genel grev dahil en etkin eylemlere başvururken ülkemizdeki emekçiler ve sendikaları ne yapıyor, aynı tavrı gösterebiliyor mu? Bakalım, izleyip gözlemleyeceğiz…
/././
Çocuklukta Edebiyatın İzleri -Ayşe Şule Süzük-
Sizin kişisel tarihinizde sizde derinden iz bırakan, sizi olduran, büyüten, inciten, olgunlaştıran, kanatan, sevindiren o karşılaşma neydi?
Okuma yolculuğu kimi zaman çatallaşır. Kendinize tarif ettiğiniz güzergâhtan sapar, başka patikalarda kayboluverirsiniz bazen. Merak, heyecan, kaygı, sevinç ile yol boyunca çiçek toplar, yabani böğürtlenleri mideye indirmek ister, elinize batan dikenlerden huylanır, ağaç kabuklarının bin bir şekilli suratlarına şaşırarak bakarsınız. Avarelik etmenin hazzına, yeni tanışıklıkların neşesi karışır. Böyle durumlarda aklıma hep Memduh Şevket Esendal’ın o öyküsü gelir. “Hayat ne tatlı, insanın ömrü olmalı da yaşamalı…” Öykünün sonunda Hafız Nuri Efendi’nin bu sözünü hatırladığım öykü, yıllardır benimle beraberdir. Detayları unutsam bile bende uyandırdığı duyguları, dinginliği, sevinci taşırım içimde. Kâh babamın boncuk gözlerini üzerime diktiği çimleri suladığım o yaz öğleden sonrasını hatırladığımda bitiverir başucumda, kâh güzel bir müzik parçasını dinlerken yudumladığım şarapta. Edebiyat tuhaf bir şey; bizi etkileyen sözcükler, durumlar, çağrışımlar, anı parçaları yazarın sözcükleri ile, yarattığı atmosfer ile buluşarak hepimizi kucaklıyor ve bambaşka bir gerçekliğin parçası hatta yaratıcısı olarak bizi bize öylece iade ediyor.
Edebiyat ne veriyor? Edebiyatta ne arıyoruz?
“Yaşadığımız karanlık günlerin kesif çürük kokusu genzimi yakarken elinde feneri ile insan aramaya çıkan Diyojenlerden biriyim. Gerçek insan, gerçek insanlık nerede? Fenerle arandığında bulunabilecek mi? Yoksa “yeni insan” ancak yeni bir hayattan mı mayalanacak?” Alın size bir büyük soru? Yanıtını kim, hangi disiplin, hangi kuram, hangi öykü parçası verebilir?
Nasıl da birbirine karşıt duygu gelgitleri içindeyim, bir yandan Esendal’ın içimi serinleten öyküsünü her hatırlayışımdaki gibi alçakgönüllü bir iyicillik içinde öykünün özseverlik (narsisizm) çağını alçakgönüllülüğü ile şamarladığını görüp keyifleniyorum ama öte yandan gündelik haber akışının acılı, ağır bombardımanı karşısında öfkeden ve çaresizlikten damla damla eriyorum.
Edebiyat ne işe yarar, sorusunu sormak istiyorum işte tam da bu karışıklık içinde. Edebiyat bizleri iyi insan yapar mı? Edebiyat metinlerinin bizimle; geçmişimiz, bugünümüz ve belki yarınımızla kurduğu bağ bizi olgunlaştırıp derinleştirir mi? Buradan hareketle de olayların görünen yüzünü değil ardındakini, içindekini, özündekini irdelememizi tetikler mi? Bu sorular havada asılı kalmasın, birlikte düşünelim. Sizi siz yapan şeyler arasında okuduklarımız ne kadar yer kaplar?
Okuma güzergâhından sapıp patikalara girmekten çekinmemeli demiştim ya, işte; tarih, cumhuriyet, Millî Mücadele, İttihat ve Terakki… konularında yazılmış hem kuramsal hem kurmaca okurken kimi zaman yandan yandan başka kitaplarla da gönül eğliyorum. Böyle olunca da bir insan nasıl “çakılır”, bir insan nasıl “olunur”, bir insan nasıl “kurulur” sorularını sormak istiyorum. “İnsanlaşmada” paylardan büyüğü karşılaşmalara aittir dersem bilmem karşılığı olur mu? Karşılaşmalardan süzüp çıkarılan özsu ile beslenmek bizi daha insan olmaya yaklaştırır mı? Ama önce belki de en başta “insan olmak” nedir onu tanımlamak gerekmekte: Erdem, dürüstlük, hakkaniyetçilik, paylaşımcılık, kendin için istediğini tüm canlılar için istemek… neler ekleyebiliriz başka?
İşte, edebiyatın kapısından girdiğimizde sözünü ettiğimiz karşılaşmalar dört bir yandan bizi kuşatır. Bir insan teki olarak kırık dökük, renksiz ya da dingin hayatımıza yaşamın yeşili, alı, karası bocalanır. Edebiyat karşılaşmaları iyidir.
“Yıllar önce okuduğunuz bir öykünün anısını sizde yıllar yılı saklayan iz nedir? Dönüp bakıldığında bu iz nereye kadar sürülebilir, derinleştirilebilir. Özellikle çocukluğunuzda, yeniyetmeliğimizde, ilk gençliğimizde okuduklarımızın izi daha derindir ve okuduklarımız niye daha keskin çizgiler, daha berrak imgelerle saklı kalır, hatırlanır?” Bunu soruyor Murathan Mungan. Devam ediyor. "Bazen okuduğunuz bir öykü sizi birkaç yaş birden büyütür. Çoğu kez edebiyat, hayattan daha çabuk büyütür. Yaşama ilişkin birçok şeyi, kendi deneyimlerinize gerek kalmadan edebiyat yoluyla öğrenirsiniz.” diye devam ediyor kitaba yazdığı önsözde. “Büyümenin Türkçe Tarihi” bir öykü seçkisi ve öyküyü seçen yazarın denemesi olarak tasarlanmış. Örneğin Füsun Akatlı “Bir Dil Gurbetinde…” denemesinde henüz yedi, sekiz yaşında iken okuduğu Refik Halit Karay’ın “Eskici” öyküsünü yıllar sonra boğazında yumru ile hatırlayışını, öyküyü ve yazarını arayışını anlatıyor. Meğer o insanın içini delip geçen Hasan’ın öyküsü Refik Halit’in imiş. Duygu ve bize kattığı anlam yerli yerinde olsa da neyin buna yol açtığı hatırlanamıyor kimi zaman. Murathan Mungan titizliği ile oluşturulmuş bu öykü-deneme seçkisini coşkuyla okuyorum. Örneğin Ayfer Tunç, Orhan Kemal’in “Çikolata” öyküsünü seçmiş ve öykünün kendisinde bıraktığı etkiyi yazmış. “Büyümenin, insan oluşun aşamaları bedensel acılarla değil, sarsıcı ruhsal karşılaşmalarla yazıldı bende. Merhametle karşılaşmam gibi. Her çocuk çocukluğunun bir yerinde merhameti öğrenir. İçine tanımadığı bir eziklik veren bu duygudan hem hoşlanır hem tekrarından korkar; tıpkı büyümenin işareti bedensel acılar gibi. Çekilmese iyidir ama çekilmesi halinde büyümeye ulaşılacaktır.”
Okumadığım bir öyküsü “Çikolata” Orhan Kemal’in. Ayfer Tunç devam ediyor: “Çikolata adlı öyküsü, bana sanıldığı gibi, yoksulluğu değil, merhameti ve onuru derin bir iç sızısıyla öğreten büyük öykülerden oldu.”
Yoksul, onurlu, uykuya hasret, oyuna hasret, ağız dolusu gülüşe hasret, ekmeğe, ete, süte, eğitime, ısınmaya, barınmaya, güvenli bir ortama, sevgi dolu ebeveynlere hasret, çikolatanın tadı nedir bilmeyen çocukların öyküsünü anlatır Orhan Kemal. Hakikaten "Çikolata” öyküsü Ayfer Tunç’u sarstığı, ona öğrettiği gibi beni, bugünümde, bu yaşımda tokatladı. İçimi ezdi, utandırdı, acıttı. Hele küçük kız çocuğunun öyküdeki o son vurucu eylemi…
Büyümenin Türkçe Tarihi, Murathan Mungan’ın Seçtikleriyle, Metis Yayınları, 2015.Okuyun. Anımsamaya çalışın. Sizin kişisel tarihinizde sizde derinden iz bırakan, sizi olduran, büyüten, inciten, olgunlaştıran, kanatan, sevindiren o karşılaşma neydi? Sizdeki hangi anıları, duyguları, olayları tetikledi? Siz neyi hatırladınız? Siz kimi hatırladınız?
/././
Manet ile ortaya çıkan 'bakış'-Fide Lale Durak-
Resimlerinde nesneler, figürler ideal ışık altında biçimini görebildiğimiz ya da bilimsel araştırmalarla anatomisine sahip olduğumuz bilgiler ışığında değil, o anın koşullarında kavrayabildiğimiz kadar ele alınır. Görmek, izlemek, deneyimlemek başattır.
Édouard Manet, 1863, Kırda Öğle Yemeği, Orsay Müzesi-ParisManet’nin “Kırda Öğle Yemeği” tablosu, modern sanatın ortaya çıkışında önemli bir kırılım noktasıdır. Şimdiye kadar ele aldığımız 1789-1860 yılları arasındaki toplumsal değişimler ve bunların modern sanatın oluşumu üzerindeki etkileri düşünüldüğünde, sanatsal anlamdaki büyük sıçramalardan birinin Manet ile yapıldığını söyleyebiliriz.
Manet, bu resmiyle dönemin önemli otorite sergisi olan Salon’a (1863) başvurur ve reddedilir. Modern sanata neyin yön verdiğini göstermesi açısından sanat tarihinde önemli bir yeri olan “Reddedilenler Sergisi”nde yer alır. Tabloya yönelik ilk eleştiriler ahlaki değerler üzerinden yapılmış, en çok da kadının çıplaklığı sorgulanmıştır. İki iyi giyimli adamın çıplak bir kadınla çimler üzerinde ne işi vardır? Kadın kesin fahişedir… Beyefendi oldukları su götürmeyen bu iki kişi, çıplak bir kadınla birlikte resmedilerek aşağı gösterilmektedir… Uzatılabilir… Kırda Öğle Yemeği gerçekten de absürt bir pikniği ele alır ancak Manet’nin amacı ne kimseyi aşağı göstermek ne de bir gerçeği açık etmektir; amaç resim yapmaktır.
Öyleyse bu resme yakından bakalım.
Resimde en az dikkat çeken şey, figürlerin önüne yerleştirilen meyvelerdir. Manet, perspektifi kırarak sepeti normalde duramayacağı bir açıda yerleştirir. Bu şekilde hem izleyiciye iyi bir natürmort gösterir hem de resme bir yabancılaşma unsuru eklemiş olur. Benzer şekilde arka plandaki kadın da normalde olması gerektiğinden büyüktür. Büyük ihtimalle öndeki çıplak kadının ressama verdiği bir başka pozdur ve kompozisyonu tamamlama amacıyla yerleştirilmiştir. Diğer taraftan aynı kadının farklı zamanlardaki imgesine tek bir karede yer verilmesi, resimde zamanın ele alınışına da iyi bir örnektir. Tüm bu unsurlar, baktığımız şeyin sanatsal bir imge olduğuna dair farkındalığımızı artırır. Ama asıl önemli ayrıntı kadının cüretli bir şekilde gözlerini seyirciye dikmesidir. Bu bakış, sanat tarihinde şimdiye kadar alışık olduğumuz bakılan kadını, bakan kadına çevirir. Kadının anlamlı bakışıyla seyirciye şu sözler fısıldanır: “Evet buradayım, çıplağım ve sizin farkınızdayım”. Asıl yabancılaşma bu bakışla sağlanır.
Édouard Manet, 1863, Kırda Öğle Yemeği – detay.Manet’de içerik kadar biçimsel yenilikler de önemlidir. Manet, kendisinden önceki pek çok akım gibi (Gerçekçilik, Barbizon, Ön Raffaellocular), gerçeğin gözlemlenerek resmedilmesi üzerinden hareket eder. Ancak modern sanatta diğer akımlardan daha farklı bir yere oturur ve Fransa’nın gerçekçi ressamlarının, özellikle Courbet’nin, açtığı yolda yeni bir devrimci dalganın yaratılmasını sağlar. Peki nedir bu farklılık?
Gerçek hayatta göz, ışık ve gölgeler arasındaki geçişleri görmez. Gölgeler keskin bir şekilde ışıktan ayrılır ve ışık kuvvetli olduğunda hacmi ortadan kaldıracak şekilde patlar. Manet, klasik dönem resminde titizlikle uygulanan ışık, gölge geçişlerini kaldırır ve doğrudan gözlemleri üzerinden çalışır. Bu gözlemlerinden yola çıkarak güneşin altında hacmini yitirerek tek boyutlu hale gelen portreler ve mekanlar yapar. Resimlerinde nesneler, figürler ideal ışık altında biçimini görebildiğimiz ya da bilimsel araştırmalarla anatomisine sahip olduğumuz bilgiler ışığında değil, o anın koşullarında kavrayabildiğimiz kadar ele alınır. Görmek, izlemek, deneyimlemek başattır. Bu da kendisinden sonra gelecek olan izlenimcilik (empresyonizm) akımına kapı aralayacaktır.
Gombrich, Manet için şöyle der:
“Manet, esin kaynağını Ön Raffaellocuların reddettiği fırça ustalarının geleneğinde, yani Giorgione ve Tiziano gibi büyük Venediklilerin başlattığı, İspanya’da Velázquez’in başarıyla sürdürdüğü ve XIX. yüzyıla da Goya’nın ulaştırdığı muhteşem gelenekte aramayı seçmiştir.”1
Böylece Manet, Courbet’nin gerçekçi yaklaşımını içerik olarak koruduğu ve genişlettiği ama biçimsel anlamda çok daha başka bir alana sıçrattığı bir akımın öncüsü, modernizmin köşe taşı olur.

Manet’nin biçimsel devrimini gösteren en iyi resimlerden biri 1869 tarihli “Balkon”dur. Resimde kadınların kafası düz, burunları hacimsiz, neredeyse sadece bir çizgiden ibarettir. Yeşil balkon demirlerinin resmi ortadan ikiye bölecek şekilde yerleştirilmesi ise alışıldık değildir ve iki boyutlu ele alınmasıyla resimdeki yüzeyselliği de artırır. Ancak yine de bu yeşil balkon demirinden, hacimsiz yüzlerden ya da arkadaki iç alanı görmemize imkan vermeyen karanlıktan doğru bir derinlik hissederiz. Çünkü gerçek hayatta gözümüzün görmeye alışık olduğu bir derinliğe bakmaktayızdır. Güneşin şiddetli olduğu bir günde insanın yüzü gerçekten de böyle hacimsiz görünmekte, demirler üç boyut etkisini kaybederek patlamakta ve dışarıdan bir bakış içerisini göremeyecek kadar karanlık algılamaktadır.
Sanat alanındaki bu yeni bakış açısı, ona daha önce olmayan bir serbest alan sağlar. Bakışı, öznel bir deneyim olarak görme eylemine eşitler ve kimin nasıl gördüğüne göre farklı sonuçlar veren bir sanat üretiminin de (empresyonizm) kaynağı olur. Sanatta pozitif bilimlerde olduğu gibi bir “doğru” yoktur. Sanatın doğrusu kendi geleneğindeki temelleri korumaya devam etmesinden gelir. Renk, kompozisyon ve formun kullanılmasına dayanan bu gelenek doğru ve yanlışı değil ama sanat ve sanat olmayanı ayırmaya yarayan bir turnusoldur.

Manet’nin Kırda Öğle Yemeği ile aynı yıl yapmaya başlayıp 1865’te tamamladığı ve bahsedilmezse eksik kalacak olan bir diğer önemli resim Olimpia’dır. Rönesans dönemi ustalarının yeniden yorumlanmasına dayanan eserde Olimpia’nın pozu Titian’ın 1538 tarihli Urbino Venüsü’ne dayanır. Ayrıca, hayranı olduğunu bildiğimiz Francisco Goya’nın 1800 tarihli Çıplak Maja’sını da hatırlatır. Manet 1863’teki meydan okuyuşunun ardından, bu defa doğrudan bir fahişeyi kendinden emin bir şekilde seyirciye bakarken resmeder. Resimdeki tüm detaylar, saçtaki orkide, siyah kedi, çiçekler, yukarıya toplanmış saç dönemin cinsellik imgeleri olarak yer alır. Geleneksel Venüs betimlemelerinde cinsel organı çekingen ve yumuşak bir şekilde kapatan el, Manet’nin Olimpia’sında utanmazca ve kendinden emindir. Resimde alçakgönüllülüğe yer yoktur, tıpkı Kırda Öğle Yemeği tablosundaki gibi Fransa’da fahişelik ve kadınların toplum içindeki rolleri sorgulanır.
Sanatta ortaya çıkan atılımların toplumsal dinamiklerle ve genel olarak yaşanan değişimlerle mutlaka bir ilgisi vardır. 1851 sonrasında Fransa’da, Cumhuriyet yıkılıp yeniden İmparatorluk kurulmuştu. İmparatorluk yoluyla burjuvazinin ticari büyümesi için ülke içinde huzurlu bir ortam oluşturulmaya çalışılmaktaydı. 1860’lar, 1848’de yenilgiye uğramış işçi sınıfının yeni bir kalkışma için öfke biriktirmeye başladığı, sanayinin hızlı büyümeye devam ettiği ve zenginleşen Fransa İmparatorluğu’nun yeni topraklar almak için savaşı tekrar düşünmeye başladığı yıllardı. Bu düşünce sanayisi büyümekte olan diğer Avrupa ülkeleri için de geçerliydi. 1870’te başlayan Fransa-Prusya savaşı, 1871’de Fransa’nın yenilgisiyle sona erecek ve Bonaparte’ın İmparatorluğu kaybetmesinin ardından Fransa Üçüncü Cumhuriyet dönemine girecekti. Ancak tüm bu birikenlerin patlamasına bir on yıl kadar daha vardı. Manet de bu “iç huzurun sağlandığı” dönem Fransa’sında, varsıl bir ailenin oğlu olarak iyi bir sanat eğitimi almıştı. Aldığı eğitimin üzerine Louvre’da geçirdiği azımsanmayacak zamanda ustaları kopyalamış, Avrupa’yı gezebilmesini sağlayan aile imkanlarıyla İtalya ve İspanya’yı da incelemiş ve özellikle Goya’dan çok etkilenmişti. Dolayısıyla ortaya çıkan yenilik buna cesaret bulan kişi kadar imkan veren koşullarla da ilgiliydi.
Modern sanatın köşe taşı Manet’nin bireysel ifadelerden yola çıkarak getirdiği toplumsal eleştiri, sanatsal devrimin en nitelikli örneklerinden biri olarak dönemi içerisinde anlaşılmalı ama bugünün denemelerine de tutamak olmalı.
1E. H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi, 2004, S. 514
soL














Hiç yorum yok:
Yorum Gönder