EVRENSEL "Köşebaşı + Gündem" -14 Aralık 2025 -

Özel üniversite ve patron rektör -M. Serdar Değirmencioğlu- 

İngiltere’deki bir meslektaşın gönderdiği e-postanın altında kocaman bir üniversite reklamı var. Bu reklam otomatik olarak e-postanın altına yerleştiriliyor ve göndericinin bu reklamı silmesi söz konusu değil. Üniversite çalışanlarının hepsi bu uygulamaya uymak zorundalar. Yazışmaların bir pazarlama aracı olarak kullanılması İngiltere’de gayet yaygın. Reklamlardan benim gibi çok rahatsız olanlar, İngiltere’deki üniversitelerden gönderilen e-postaları silmek zorunda kalıyorlar. 

Reklamlı e-postalar çok ciddi bir sorunun parçası. Üniversitelerin pazarlanan bir ürüne dönüştürülmesi, özel üniversitelerin kabul edilebilir kılınması ve yaygınlaştırılmasıyla yakından ilişkili. Üniversitelerin pazarlanması, aslında üniversitelerin işlevleriyle hiçbir ilişkisi olmayan uygulamaların yaygınlaşmasıyla sonuçlanıyor. Üniversitenin bir işletmeye dönüştürülmesi, işletmecilerin devreye girmesi ve üniversitenin bir şirket gibi yönetilmesi demek. Üniversiteyi kâr-zarar tablolarına indirgeyen yöneticiler, kısa sürede her iş ve uygulama için kâr-zarar ölçütünün kullanılmasını kurallaştırıyorlar. Her birimin başına kârlılık güvencesi olacak bir yönetici getiriliyor. Üniversitenin asıl işlevleriyle hiçbir ilişkisi olmayan yönetici kadro büyürken, “gider kapısı” olarak görülen kadro küçültülüyor ve geride kalanların hep daha fazla çalışması isteniyor.

İngiltere’deki uygulamalar, başta ABD olmak üzere başka ülkelerde de yaygın. Üniversitelerin ticarileştirilmesi dünyaya yayılan; her geçen gün daha da kötüye giden ve akademik özgürlüğü yok eden bir tür girdap.

Türkiye’de eğitimin ticarileştirilmesi ve üniversitelerin yozlaştırılması, 12 Eylül darbesiyle başlatılan ve kamu yararını gözeten kuruluşların ortadan kaldırılmasını amaçlayan kapsamlı yıkımın parçasıydı, 1983-1986 yıllarında yapılan düzenlemelerle Kamu İktisadi Teşebbüslerinin özelleştirilmesinin yolu açıldı. Kamu üniversitelerinin özelleştirilmesi içinse vakıflar devreye sokularak, üniversitelerin sahip olduğu tüm olanakların ticarileştirilmesinin ve özelleştirilmesinin yolu açıldı.

Özel üniversitelerin nasıl yaygınlaştırıldığını da anımsayalım. 12 Eylül rejimin kurduğu ilk kurumun YÖK olması, YÖK’ün başına getirilen İhsan Doğramacı’nın özel üniversitelerin kurulması için gerekli düzenlemelerin yapılmasını ve ardından ilk özel üniversitenin kurulmasını sağlayan kişi olması rastlantısal değildi.

Özel üniversitelerin yaygınlaştırılmasında en önemli ikinci aşama, büyük holdinglerin uzantısı olacak üniversitelerin kurulmasıydı. Bilkent Üniversitesi başkent merkezli bir kurgunun ürünüydü ve Ankara’da kurulmuştu. Büyük sermayenin devreye girmesiyle İstanbul’da iki yeni üniversite (Koç Üniversitesi, 1993 ve Sabancı Üniversitesi, 1994) kuruldu. Her iki üniversite de daha en baştan “bir dünya üniversitesi” olarak tanımlandı ve bu sloganla pazarlandı.

Büyük sermayenin üniversite kurması aslında eğitim politikalarına ilişkin söz sahibi olmayı kolaylaştırıyordu. 12 Eylül ile büyük bir saldırıya uğrayan kamu üniversitelerinin geleceği, eğitimin Türk-İslam Sentezci çizgiye getirilmesi ve ticarileştirilmesi gibi konulara ilgi göstermeyen büyük basın kuruluşları, büyük holdinglerin uzantısı üniversitelerin kurulmasının rekabeti ve bu yolla kaliteyi yükselteceğini yıllarca işlediler.

12 Eylül ile toplumda oluşturulmak istenen algı, “kamu kötü, özel iyi” idi. Başta Turgut Özal olmak üzere neoliberal sömürü düzeninin kurucularının “rekabet” ve “kalite” kavramlarının sürekli kullanmaları bundandı. Özel üniversitelerin ilk ve ortaöğretimdeki özel okullardan farklı olmadığı; kamu yararını gözetmeyen kâr amaçlı kuruluşlar olarak milyonlarca genci kolayca sömürecekleri zamanla ortaya çıktı. Özel üniversitelerin diğer özel okullardan çok daha kârlı olduğunu anlayan demir tüccarlığı, müteahhitlik gibi işler yapan girişimciler “yüksek öğretim işine” girdiler ve özel üniversiteler mantar gibi çoğaldı. 

Özel üniversitelerin ortaya çıkışının üzerinden 40 yıl geçti. Bugün özel üniversitelerin “rekabet” ve “kalite” odaklı değil, kâr ve sömürü odaklı olduğu ortada. Siyasi işlevlerinin toplumun suskunlaştırılması, sömürü, güvencesizlik ve muhafazakârlığın gençlere benimsetilmesi olduğu da. Özel üniversite, akademik özgürlüğün ve “kamu yararına bilim” anlayışının sonu demek. Özel üniversiteler sermayenin eğitime dışarıdan değil, içeriden etki etmesi; yani daha güçlü ve daha doğrudan etki sahibi olması demek. 

Bugün gelinen nokta, her açıdan utanç verici. Özel üniversite 2005’e gelindiğinde patronun elleri ceplerinde, koridorlarda gezdiği, rektörün odasında oturduğu bir yere dönüşmüştü. Artık bu da aşıldı. Bugün patronu bizzat rektör olan özel üniversite bile var.

/././

Saray’ın ‘istikrar’ bütçesi: Sermayeye güvence, emekçiye faiz yükü -Damla Kırmızıtaş-

“Genel Kurul’da görüşülen 2026 bütçesi, muhalefete göre sermaye ve finans çevrelerine güvence sağlarken, emekçiler için daha fazla yoksulluk anlamına geliyor.”

TBMM’de Plan ve Bütçe Komisyonu aşamasının tamamlanmasının ardından 2026 yılı merkezi yönetim bütçesi Genel Kurul’da görüşülmeye başlandı. Bir haftayı geride bırakan görüşmeler, iktidar ve muhalefet milletvekilleri arasındaki tartışmalara sahne oldu.

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, bütçeyi “istikrar ve refah bütçesi” olarak tanımlarken, orta vadeli program (OVP) hedefleri doğrultusunda milli gelir artışı, kişi başına gelir ve “yüksek gelirli ülke” vurgusu yaptı. Ancak muhalefet, bu hedeflerin emeğin daha da değersizleştirildiği, gelir dağılımının bozulduğu ve muhalefetin baskılandığı bir ekonomik-siyasal çerçevenin finansmanına işaret ettiğini ifade etti.

Görüşmeler formaliteye dönüştü

Muhalefet milletvekilleri, bütçenin komisyondan Genel Kurul’a hiçbir değişiklik yapılmadan gelmesini “formalitenin ötesine geçmeyen” bir süreç olarak değerlendirdi. Görüşmeler sırasında AKP sıralarının büyük ölçüde boş kalması, yeterli katılım sağlanamadığı için oturumların gecikmesi ve iktidar vekillerinin muhalefet vekillerinin konuşmalarına ilgisizliği eleştirilerin odağı oldu. Muhalefet sıralarından “Bu bütçeyi kim savunacak?” sorusu yükseldi.

Genel Kurul’da tansiyonun yükseldiği anlardan biri, CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın’ın kamuda bazıları için mülakatsız işe alımları eleştirmesiyle yaşandı. Günaydın’ın “Utanmıyor musunuz?” sözlerine AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin “Utanmıyoruz, yaptığımız işten gurur duyuyoruz” yanıtını verdi.

‘Faiz Bakanlığı kurun’ tepkisi

Bütçede en dikkat çekici artış, faiz giderleri ve sermaye transferlerinde yaşandı. Muhalefet, “Oldu olacak bir de Faiz Bakanlığı kurun” sözleriyle tepki gösterdi. Yatırım harcamalarının reel olarak kısılırken, faiz ve cari harcamalara ayrılan payın büyümesinin kamusal hizmetlerde ciddi bir kaynak daralması anlamına geldiği vurgulandı.

Genel Kurul’da bütçe görüşmeleriyle birlikte yargı, demokrasi ve hak ihlalleri de gündeme geldi. Adalet Bakanı “yargıyı güçlendirdik” derken; muhalefet, uygulanmayan AİHM ve AYM kararlarını, tutuklu belediye başkanlarını ve devam eden operasyonları hatırlattı. MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız’ın “gizli tanık” çıkışı ise özellikle İBB iddianamesindeki çelişkileri yeniden gündeme taşıdı.

Bütçe görüşmelerini CHP, EMEP ve DEM Partili milletvekilleri gazetemize değerlendirdi.

‘Sermaye ve rant düzeninin devamını öngören bir bütçe’

CHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın, bütçenin yaklaşık yüzde 20’sinin faize ayrıldığını, gelirlerin ise yüzde 95’inin vergilerden oluştuğunu belirtti. Vergilerin büyük bölümünün dolaylı vergilerden oluştuğuna dikkat çeken Günaydın, “Ne harcamada ne vergilendirmede adalet var” dedi.

Faiz için ayrılan 2 trilyon 740 milyar TL’nin, tarıma ayrılan kaynağın yaklaşık 17 katı olduğunu vurgulayan Günaydın, çocuklara ücretsiz bir öğün yemek, emeklilere ve memura zam, asgari ücretin enflasyon oranında artırılması gibi tüm önerilerin reddedildiğini belirterek, “Bu bütçe AKP’nin sermayeye ve ranta dayalı düzeninin devamını öngörüyor” değerlendirmesini yaptı. Günaydın, vergide adalet ve sosyal devlet ilkesinin yaşama geçirilmesi ve kalkınmacı politikalarla yeni bir düzen yaratmanın mümkün olduğunu söyledi.

‘Tekelci sermayeye eşik atlama garantisi’

EMEP Gaziantep Milletvekili Sevda Karaca, bütçenin yerli-yabancı tekellerin ve saray çevresinin çıkarlarına göre şekillendirildiğini söyledi. OVP doğrultusunda ücretlerin baskılanacağını, vergi yükünün emekçiye yıkılacağını ve işten çıkarmaların artacağını belirten Karaca, “Bu bütçe, emeği değersizleştirerek tekelci sermayeye yeni bir eşik atlama garantisi veriyor” dedi.

Karaca, bütçe açığının büyük bölümünün faiz giderlerinden kaynaklandığını belirterek, “Halkın cebinden çıkan her 100 liranın 11 lirası bankalara gidiyor. Dolaylı vergilerin oranı yüzde 70’in üzerinde. İşçi, memur, emekli her alışverişte patronun faizini finanse ediyor” ifadelerini kullandı.

‘Bu ülkeyi ayakta tutan emekçilerdir’

Emek Partisi’nin bütçe yaklaşımının emekçilerden yana olduğunu belirten Karaca, “Ülkenin yarattığı zenginliği bu ülkenin emekçilerine geri dönmeli. Çünkü bu memleketi onlar ayakta tutuyor” dedi ve atılması gereken adımları şöyle sıraladı: “Yoksulluk sınırının altında geliri olan emekçiden gelir vergisi alınmamalı. KDV, ÖTV gibi dolaylı vergiler kaldırılmalı. Yoksulluk sınırının altında yaşayan her emekçinin elektrik, su, ulaşım gibi temel ihtiyaçları ücretsiz karşılanmalı. Bütçeden bunun için zorunlu bir pay ayrılmalı. Servet vergisi alınmalı. Bakanlık bütçeleri şeffaf olmalı, Saray’ın harcamaları şeffaflaştırılmalı ve bütçesi ciddi biçimde daraltılmalı. Üst düzey bürokrat, bakan, milletvekili, müsteşar ve komuta kademesi maaşları kalifiye işçi ücretlerinin ortalamasını aşmayacak şekilde sınırlandırılmalı. Cumhurbaşkanlığı’nın gizli ödeneği kaldırılmalı.”

‘Halkın değil sermayenin ihtiyaçları gözetiliyor’

DEM Parti Ağrı Milletvekili Heval Bozdağ, bütçenin hazırlanma sürecini antidemokratik olarak niteledi. “Bütçe hakkı halkındır. Vergilerin nasıl harcanacağına toplum karar vermelidir” diyen Bozdağ, mevcut bütçede halkın taleplerinin yer almadığını ifade etti.

Faiz harcamalarına ayrılan yüksek paya karşın sağlık ve eğitimin geri planda bırakıldığını söyleyen Bozdağ, güvenlik ve savunma harcamalarının büyüklüğüne dikkat çekerek, “Bu ülkenin ihtiyacı daha fazla silahlanma değil; barış, demokrasi ve emekten yana bir bütçedir” dedi.

/././

 Trump’ın Rusya’yı Çin’den ayırıp Çin’i tek alma stratejisi -Aras Coşkuntuncel- 

Trump’ın egemen sınıf ve emperyalistler içindeki savaş ve sömürgecilik/yeni-sömürgecilik meselesindeki bölünmede bir kanadın, seçilebilirdik açısından, güvenilir bir temsilcisi olarak sahneye çıkışı 2016 seçimleriydi. Diğer kanadın ve dolayısı ile diğer emperyalist stratejinin temsilcisi ise Hillary Clinton’dı. Peki neydi bu iki emperyalist kamp ve yaklaşım arasındaki fark? Bir tarafta Trump’ın temsil ettiği önce Rusya ile gerilimi düşürüp, Rusya’yı bir şekilde Çin’den ayırıp bu iki rakibi tek tek almak, diğer tarafta ise Clinton sonra da Biden/Harris’in temsil ettiği ve bugün birçok Avrupalı liderin de istediği; hem Rusya hem de Çin ile gerilimi arttırıp, ikisiyle soğuk, sıcak aynı anda savaşmak.

Bugün Trump yönetiminin yayımladığı ulusal güvenlik stratejisi ve bu belgeye içeriden ve Avrupa’dan gelen tepkiler hâlâ egemen sınıflar ve emperyalistler arasındaki bu ayrılıktan besleniyor. Geçtiğimiz hafta sessiz sedasız yayımlanan strateji belgesi “ABD hem Rusya hem Çin ile aynı anda baş edebilir mi?​” sorusuna hala aynı strateji ile cevap veriyor: “Çinle daha iyi baş edebilmek için Rusya ile barış yapılabilir”.[1] Bu yaklaşımla bağlantılı olarak belge Amerikan şirketlerinin kârlarından, bölgesel yatırımlardan, stratejik kaynaklara erişimden, yapay zeka, kuantum bilgisayarları ve daha güçlü bir askeri ve genel endüstriyel üretim/imalat kapasite ve altyapısından bahsediyor. Çünkü son ticaret ve gümrük savaşlarında ABD Çin’e karşı istediğini alamadı.

Ulusal güvenlik stratejileri genelde her başkanlık döneminde yönetimlerin bir defa yayımladığı ve dış politikaya bakış açıları ve öncelikleri ile bu öncelikleri nasıl şekillendireceklerini içeren belgeler. Belgenin yayımlanmasından sonra New York Times’dan Wall Street Journal’a, CNN’den Fox’a Demokratlara ya da Cumhuriyetçilere yakın anaakım medya kuruluşları kabaca aynı noktalara yoğunlaştı: Batı yarıküreye ve ABD’nin Batı yarıküredeki egemenliğini artırmasına gereksiz vurgu var; Orta Doğu ve Afrika yok, Rusya düşman olarak gösterilmemiş, Avrupa’ya acımasız eleştiriler var, terörün yerini kitlesel göç almış. Wall Street Journal belgenin Rusya’nın küresel barışa tehdidini ve Çin’in Rusya’nın savaşını finanse etmesini küçümsediğinden ve Avrupa’yı hedefe koymasından yakınıp Latin Amerika’ya gereğinden fazla yoğunlaşarak ABD’nin Asya ve Avrupa’da zayıflaması ihtimaline vurgu yapıyor. New York Times da açıklanan stratejinin Rusya ve “otoriter liderleri” atladığından yakınıp ve bunlar yerine yatırım ve ticarete yoğunlaştığı eleştirisini getiriyor. The Atlantic dergisi de belgenin Batı yarımküreden gelen tehditlere gereğinden fazla önem verdiğini vurgulayıp “Rusya’nın ABD çıkarlarına yönelik tehdidi hakkında hiçbir şey söylemiyor ve Çin’e neredeyse tamamen ekonomik güvenlik merceğinden bakıyor” diye eleştiriyor.[2] Bunlar genelde bu yeni stratejiye Clinton’ın temsil ettiği ve uzun yıllar egemen olan çizgiden bakan yayınlar. Ancak örneğin Washington’ın etkili ve emperyalist düşünce kuruluşlarından Atlantic Council üst düzey yöneticileri ve analistleri belgeden çoğunlukla övgüyle bahsederken kimisi “çok ihtiyaç duyulan bir düzeltme” diye tanımlıyor.

Trump yönetiminin strateji belgesinin bazı ana hatlarını geçtiğimiz günlerde Venezuela açıklarında konuşlanmış ABD donanmasının Venezuela’dan Küba’ya petrol taşıyan bir tanker gemisine askeri operasyonla düzenleyip petrole de el koyması oldukça iyi özetliyor. ABD Güney Amerika’da askeri varlığını arttıracak; Çin’in Latin Amerika’daki ticaretten diplomasiye ve askeri eğitime giderek artan etkisine karşı koymak için başta Venezuela ve Küba olmak üzere bölgedeki diğer ülkeler zorla, bombalarla, rejim değişiklikleriyle ya da şantaj, ikili anlaşmalar ve kuklalar aracılığı ile ABD etkisine çekilmeye çalışılacak ve bu ülkelerdeki stratejik kaynaklar yağmalanacak; ABD’nin bizzat kendi yarattığı uyuşturucu ticareti ve kitlesel göç meseleleri bu süreçte hem içeride milliyetçiliği kaşıyarak Trump yönetiminin politikalarına destek yaratmada hem de Latin Amerika ülkeleriyle tüm görüşmelerde bir koz olarak kullanılacak. Venezuela’nın Küba’ya giden petrol tankerinin kaçırılması ve içindeki petrolün ABD ordusu tarafından çalınması sonrası Trump açıkça Kolombiya Başkanı Gustavo Petro için “[Maduro’dan sonra] sıra kendisine gelecek” dedi. Belgeye göre Trump askeri kaynakların başkalarının Amerika kıtasında nüfuz kazanmasını engellemek (tercümesi Çin’in etkisini kırmak için Amerika kıtasında girişeceği askeri operasyonlar) için kullanılmasını öngörerek Monroe Doktrini’ne[3] bir ek yapıyor. Bu sırada farklı bir parti oldukları iddiasındaki Demokrat Parti liderleri Trump’ın Venezuela politikasına örtülü ya da açık destek vermeye devam ediyorlar.

Direnişler ve çekişmeler belirleyecek

Avrupa ile ilişkilere gelince; ABD’nin Avrupa’nın her yerinde askeri üsleri var. Dolayısı ile ABD Avrupa ülkelerini istediği savaşa sürükler. Avrupa ülkeleri bu açıdan bağımsız değiller. Avrupalı liderler ABD’de egemen sınıfların iktidarda etkili olan şu ya da bu kanadının stratejilerine öyle ya da böyle uyagediler, bazıları uymakta direndikçe öyle görünüyor ki Trump kendisinden öncekilerin kameralar arkasında yapıp dediklerini kameralar önünde yapıp demeye devam edecek.

Latin Amerika’da ABD askeri varlığının ve darbe ve “rejim değişikliği” girişimlerinin artacağı, ABD’nin stratejik madenlere ve kaynaklara erişim için her türden aracı kullanacağı, diğer yandan içeride askeri sanayi ve genel olarak imalat sanayi kapasitesini genişletmeye çalışacağı, göçmenlerin şeytanlaştırılmaya devam edeceği ve Orta Doğu’da İsrail, Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkelerinin ABD çıkarları için daha çok kullanılacağı bir dönemin habercisi olan bu strateji belgesine Trump yönetiminin ne kadar bağlı kalacağını, kalabileceğini sadece bu yönetimin ve temsil ettiği egemen sınıf ve emperyalistlerin iç çekişmeleri ya da Rusya ve Çin ile olan çekişmeleri değil, Latin Amerika, Orta Doğu ve bizzat ABD’deki toplumsal hareketler ve direnişler de belirleyecek.

[1] “Losurdo: Mundo vive luta contra a nova contra-revolução colonial,” Revista Opera (Mart 2017)

[2] Politico’nun haberine göre belgenin son halinde Çin’e karşı bazı ifadeler yumuşatılmış.

[3] Monroe Doktrini 1823 yılında donemin Başkanı James Monroe’nun ABD’nin bulunduğu Batı yarım küreye Avrupalıların müdahale etmemeleri ve ABD’nin buna müsamaha etmeyeceği uyarısına dayanıyordu.

/././

 Trump Doktrini: Küreselleşmenin krizi ve yeni Amerikan stratejisi -Ümit Akçay- 

 Geçtiğimiz hafta ABD’de açıklanan 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi (UGS), Trump yönetiminin temsil ettiği büyüme koalisyonunun, ABD devletinin jeopolitik çıkarlarını nasıl yeniden tanımladığını açık biçimde ortaya koyuyor. Belge, Soğuk Savaş sonrasında egemen hale gelen liberal uluslararasıcı paradigmayla bilinçli bir kopuşu temsil ediyor. Ancak bu kopuş, yalnızca ideolojik bir yön değişimi ya da Trump’a özgü kişisel bir tercih olarak okunmamalı. Aksine, küreselleşmenin ABD açısından ürettiği ekonomik, sınıfsal ve jeopolitik sonuçların birikimi üzerine inşa edilmiş yapısal bir yön değişimine işaret ediyor. (Dileyen okur, Praksis Güncel’de yazan Mustafa Bayram Mısır’ın benzer yöndeki değerlendirmesine bakabilir.)

Neoliberal küreselleşme dönemi boyunca ABD, finansallaşma, dışa açılma ve üretimin küresel ölçekte yeniden örgütlenmesi üzerinden büyürken bu süreç, ülke içinde sanayisizleşmeyi, bölgesel eşitsizlikleri ve sınıfsal çözülmeleri derinleştirdi. Küreselleşmenin ABD ekonomisi açısından artık net kazanç üretmemeye başlaması, aksine jeopolitik rakipleri güçlendiren bir mekanizmaya dönüşmesi, ABD’yi küreselleşme karşıtı saflara iten temel dinamiklerden biri oldu.

Bu yapısal zeminde Trump yönetimi, finansallaşmış ve küreselci sermaye fraksiyonlarının ağırlıkta olduğu önceki tarihsel bloktan farklı olarak, sanayi, fosil enerji, savunma ve teknoloji sermayesini merkeze alan yeni bir sınıfsal ittifak inşa etmeye yöneldi. 2025 UGS bu açıdan, dağınık politika tercihlerini bir araya getiren teknik bir belge değil; küreselleşme sonrası dönemde ABD kapitalizminin yeniden konumlanma arayışını yansıtan yeni bir tarihsel bloğun devlet aklı düzeyinde kurumsallaştırılması olarak okunmalı.

Bu yazıda, UGS belgesi üzerinden ABD’de şekillenen bu yeni sınıfsal ittifakın dış politika anlayışını ve dünya sistemi tasarımını belirleyen temel unsurları ele alıyorum.

Yeni Merkantilist ittifak

Belgenin ideolojik çekirdeğinde yer alan “ekonomik güvenlik, ulusal güvenliktir” ilkesi (UGS, s. 13), yalnızca bir söylem değişimini değil, küreselleşme döneminde piyasa disiplinine tabi kılınmış devletin yeniden stratejik bir aktör haline getirilmesini ifade ediyor. Bu ilke, neoliberal dönemin temel varsayımını tersine çeviriyor: Ekonomik entegrasyon artık güvenliğin teminatı değil, bizzat güvenlik sorununun kaynağı olarak görülüyor.

Bu çerçeve, hangi sermaye fraksiyonlarının destekleneceğini de açık biçimde ortaya koyuyor. Sanayi üretimi, fosil enerji ve stratejik teknolojiler etrafında şekillenen tercih, küresel değer zincirlerine eklemlenmiş, finansallaşmış büyüme modelinden bilinçli bir kopuş anlamına geliyor. ABD’nin “hiçbir zaman savunması ya da ekonomisi için gerekli temel girdilerde herhangi bir dış güce bağımlı olmaması” gerektiği vurgusu (s. 13), küreselleşmenin yarattığı bağımlılık ilişkilerinin artık sürdürülemez bulunduğunu gösteriyor.

Ortaya çıkan yeni merkantilist yönelim, küresel ticareti bütünüyle reddetmiyor; ancak ticareti, devletin stratejik önceliklerine tabi kılan hiyerarşik bir çerçeveye oturtuyor. Böylece ekonomik milliyetçilik, yalnızca korumacı bir politika seti değil; ABD’nin küresel kapitalizm içindeki konumunu yeniden tanımlama aracı haline geliyor.

Avrupa: İttifaktan ‘al-ver’ci ortaklığa

UGS’nin Avrupa’ya yaklaşımı, ABD’nin küreselleşme sonrası dönemde müttefiklik ilişkilerini de yeniden tanımladığını gösteriyor. Transatlantik ilişki, artık ortak değerler ve serbest ticaret söylemi üzerinden değil, maliyet paylaşımı ve somut ekonomik fayda üzerinden kurgulanıyor.

Belgede Avrupa’dan “ABD malları ve hizmetleri için pazarların açılması” açık biçimde talep ediliyor (s. 27). Bu talep, “ABD çalışanları ve işletmeleri için adil muamele” vurgusuyla tamamlanıyor (s. 27). Bu çerçevede Avrupa, ABD’nin küreselleşmeden geri çekilme sürecinde, sanayi ve tarım başta olmak üzere yeni sınıfsal ittifakın çıkarlarını desteklemesi beklenen bir dış pazar olarak yeniden tanımlanıyor.

Güvenlik alanında ise ABD’nin sağladığı garantiler, NATO müttefiklerinin savunma harcamalarını GSYİH’nin yüzde 5’ine çıkarma yükümlülüğüne bağlanıyor (s. 13). Bu yaklaşım, küreselleşme döneminde ABD’nin üstlendiği askerî ve mali yüklerin artık sürdürülemez görüldüğünü açıkça ortaya koyuyor. Avrupa’dan beklenen, ABD’nin küresel yükünü paylaşması değil, kendi güvenliğini daha fazla finanse etmesi.

Bu dönüşüm, Avrupa’nın ABD açısından artık stratejik bir eşit ortak değil, küresel rekabet koşullarında yeniden işlevselleştirilmesi gereken bir ekonomik ve jeopolitik alan olarak görüldüğünü gösteriyor. Ancak ABD’nin küreselleşme sonrası stratejisinin asıl belirleyici sınaması, müttefikleriyle ilişkilerinden çok, Çin’le kurduğu ilişkide ortaya çıkıyor.

Çin: Küreselleşmenin geri tepmesi

Çin’le yüzleşme, ABD’nin neden küreselleşme karşıtı bir hatta geçtiğini en net biçimde ortaya koyan alan. Çin, ABD açısından yalnızca bir jeopolitik rakip değil, küreselleşmenin ABD aleyhine işlediğinin somut kanıtı olarak ele alınıyor.

Belgede Çin’le ilişkinin “yeniden dengelenmesi” hedefi (s. 19–20), ABD’nin serbest ticaret ve karşılıklı bağımlılık varsayımlarını terk ettiğini gösteriyor. Küreselleşme, Çin’i sisteme entegre ederek dönüştürmemiş, aksine Çin’i, ABD’nin sanayi ve teknoloji üstünlüğünü zorlayan bir rakibe dönüştürmüş durumda.

Bu nedenle ihracat kontrolleri, yatırım denetimleri ve teknoloji kısıtları, yalnızca güvenlik önlemleri değil, küreselleşmenin yarattığı asimetrileri tersine çevirme araçları olarak kullanılıyor. Aynı mantık, Monroe Doktrini’ne eklenen “Trump Eki”nde de görülüyor (s. 15). ABD’nin Batı Yarımküre’de üstünlük kurma hedefi (s. 17), küresel entegrasyonun yerine bölgesel ve hiyerarşik bir düzen inşa etme arayışının parçası.

Trump Doktrini

Kısacası 2025 UGS, ABD’nin küreselleşme sonrası dönemde benimsediği yeni yönelimin bütünlüklü bir ifadesi. Bu yönelim, neoliberal küreselleşmenin krizine verilen sınıfsal ve stratejik bir yanıt olarak şekilleniyor. Sanayi, enerji ve teknoloji sermayesini merkeze alan yeni tarihsel blok, devlet kapasitesini yeniden inşa etmeyi ve küresel entegrasyonu ABD lehine yeniden düzenlemeyi hedefliyor.

Bu nedenle Trump Doktrini, liberal uluslararası düzenin restorasyonu değil, küreselleşmenin sınırlarına gelindiği bir dönemde, ABD hegemonyasını daha dar, daha seçici ve daha hiyerarşik bir dünya düzeni üzerinden sürdürme girişimi olarak okunmalı. Ekonomik güvenliği merkeze alan, al-verci ilişkilerle ilerleyen ve stratejik rekabeti açıkça kabul eden bu doktrin, küresel kapitalizmin geçirdiği dönüşümün en berrak siyasal ifadelerinden biri.

 Erdoğan Türkmenistan dönüşünde konuştu: "Yeni anayasada kararlıyız" 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkmenistan dönüşü uçakta soruları yanıtladı. SDG'ye entegrasyon çağrısı yapan Erdoğan, yeni anayasa tartışmalarına ilişkin ise çalışmalara başladıklarını söyledi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkmenistan'ın başkenti Aşkabat'ta düzenlenen "Uluslararası Barış ve Güven Forumu" sonrası Türkiye'ye dönüşünde uçakta soruları yanıtladı.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif ile ikili görüşmeler gerçekleştirdiğini söyleyen Erdoğan, Ukrayna'da süren savaşa ilişkin ise "Sayın Trump'ın girişimleriyle başlatılan diyaloğu olumlu bulduğumuza işaretle, ülkemizin barış çabalarına yapabileceği katkıları kendisiyle değerlendirdik" dedi.

"Putin'i her an bekliyorum"

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Putin'le görüşmesinin detayına ilişkin soru üzerine ise "Görüşmemizde özellikle kendisini her an beklediğimi ifade ettim. Bunun için de en kısa zamanda bir araya gelmemiz gerektiğini konuştuk. Kendisi de 'sözümü yerine getireceğim' dedi. Ümit ederim ki en yakın zamanda bu ziyareti gerçekleştiririz. Bizim Rusya ile ilişkilerimiz günübirlik çıkar hesaplarıyla yürüyen ilişkiler değildir. Köklü bir tarih, güçlü bir diplomatik zemin ve karşılıklı güven üzerine kuruludur. Ağırlıklı olarak savaşı ve barış çabalarını konuştuk. Türkiye'nin bu meselede nerede durduğunu bütün aktörler gibi Sayın Putin de çok yakından biliyor. Biz bu savaşın çoktan bitmesi gerektiğini düşünüyoruz" dedi.

Ukrayna'daki savaşa ilişkin Trump'ın devrede olduğunu ifade eden Erdoğan, "Trump'ın devrede olmasının yanında bizler de Amerika'yı teşvik ediyoruz. Dışişleri Bakanımız Hakan Bey'in Amerika'daki ilgililerle sürekli irtibatı devam ediyor. (...) Karadeniz'in bir hesaplaşma alanı olarak görülmemesi gerekir. Böyle bir durum Rusya ve Ukrayna'ya sadece zarar verir, hiçbir fayda sağlamaz. Karadeniz'de seyrüsefer güvenliğine herkesin ihtiyacı var. Bu mutlaka sağlanmalıdır" dedi.

Kremlin Sarayı Sözcüsü Dmitriy Peskov dün yaptığı açıklamada Putin’in Türkiye ziyaretinin 'uygun olduğunda' gerçekleşeceğini belirtmişti. 

10 Mart Mutabakatı vurgusu: "Birleşik Suriye"

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye'ye ilişkin ise şunları söyledi: "Suriye'de 10 Mart Mutabakatı'nın hayata geçirilmesi, bölgenin geleceğini yakından ilgilendiren bir süreçtir. Mutabakatın öngördüğü hedeflere ulaşılması, Suriye için en hayırlı netice olacaktır. Mutabakatın uygulanmasıyla Suriye'nin toprak bütünlüğü, birliği, beraberliği, istikrarı ve müreffeh geleceğe yürüyüşü tahkim edilecek. Ayrılıkların, çatışmaların Suriye'ye bir şey kazandırmadığı yakın geçmişte görülmüştür. (...) 10 Mart Mutabakatı'nın uygulanması, kuşkusuz bu iradeyi güçlendirecektir."

Sabah gazetesi yazarı Okan Müderrisoğlu, Yeni Şafak'tan Yahya Bostan ve Hürriyet'ten Abdülkadir Selvi bu hafta köşe yazılarında HTŞ ile SDG arasında “ciddiyet kazanan bir formül” üzerinde uzlaşma ihtimali bulunduğunu öne sürdü.

Gazze'deki ateşkes sonrası oluşması beklenen Barış Konseyinde Türkiye'nin yer alıp almayacağı sorusuna ilişkin Erdoğan, "Henüz bize gelmiş bir teklif, talep yok. Böyle bir toplantının yapılacağı istikametinde dedikoduları duyuyoruz. Yeter ki barış için bu tür toplantılar yapılsın. Adım atalım, biz her an hazırız" diye konuştu.

"AB'ye üyelik sürecinde oyalandık"

Erdoğan, bir basın mensubunun Belçika Savunma Bakanı'nın 'Türkiyesiz güvende olmayız' açıklamasını hatırlatması üzerine, şunları söyledi:

"Avrupa Birliği üyelik sürecinde biliyorsunuz 50 yılı devirdik. Bizi bu tür tekerlemelerle maalesef oyaladılar. Avrupa Birliği'ne daha önce süreçte olmayan ülkeler alındı ama Türkiye, ne yazık ki bugün 86 milyon nüfusuyla, sanayisiyle, kapasitesiyle bu kadar güçlü bir ülke olarak Birliğe güç katacakken maalesef AB'ye hala alınmadı. Oyalama devam ediyor. Dışişleri Bakanıma ısrarla 'Avrupalılarla nerede görüşürsen hep kendilerine bunu hatırlat.' diyorum. Ben de görüştüğüm liderlere hala bunu söylemeye devam ediyorum. NATO'nun en büyük ikinci kara gücüyüz. Savunma sanayiinde son yıllardaki atılımlarımız herkesin malumu. Bu süreçte gizli-açık kısıtlamalarla hatta ambargolarla karşılaştık fakat savunma yeteneklerimizi geliştirmeye devam ettik. Biz, dostluk ve müttefiklik bağlarımızın bulunduğu Avrupa ülkeleri ile kazan kazan temelinde her alanda işbirliğimizi güçlendirmeye hazırız. Avrupa'nın stratejik bir vizyonla ilişkilerimize bakması, onlar açısından da kazanç olacaktır. Avrupa'dan gelecek adımlar ise bundan sonraki süreci inşa edecektir."

Futbolda bahis iddialarına ilişkin sorusu üzerine ise Erdoğan, "Nereden gelirse gelsin, hangi kulüpten gelirse gelsin, A kulübü, B kulübü fark etmez. Burada adalet, bizim için çok çok önemli. Şu anda da bence yargı, bu görevini en ideal şekilde yapmaktadır. Biz, bu mücadeleyi özellikle de tribünlerin sesi, gençlerin hayalleri, bu milletin temiz futbol özlemi adına sonuna kadar sürdüreceğiz" dedi.

Yeni anayasa mesajı

Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeni anayasa çalışmalarına ilişkin soru üzerine de, "Şu an itibarıyla da hem sivil hem özgürlükçü hem kuşatıcı bir anayasayı yapma arzusu içerisindeyiz" ifadelerini kullandı. Yeni anayasa çalışmalarına AKP'nin 'en hazır parti konumunda' olduğunu ifade eden Erdoğan, "Bütün bunların yanında MKYK, MYK ekibimiz içerisinde sadece bu anayasa çalışmalarını yürüten arkadaşlarımız var" dedi.

Erdoğan 'Aile Yılına' ilişkin de yine nüfus artış hızındaki düşüşe dair konuştu.

***

Evrensel

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -14 Aralık 2025-

  'Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak'-Tunç Tatoğlu- Sevgi Soysal’ın yazdıklarında her zaman çok şey bulabilirsiniz, bir ...