2026’ya girerken militarizm ve faşizm
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım. Sistemik riskler artmaya devam ediyordu. Madalyonun öbür yüzünde, ekonomik kırılganlığın giderek siyasal, askeri bir boyut kazandığını görüyoruz.
Batı dünyası, özellikle ABD ve Avrupa, yalnızca ekonomik belirsizlikle değil, derinleşen jeopolitik kaygılarla da karşı karşıya. Bu kaygının merkezinde iki olgu öne çıkıyor: Birincisi, teknoloji elitinin -Silicon Valley’in “apocalypse capitalism” olarak adlandırılan, kısmen teolojik bir çöküş (kıyamet) beklentileri. Bu beklentiye stratejik mineraller, yapay zekâ ve enerji eksenli neokolonyal eğilimler eşlik ediyor. İkincisi ise ABDAvrupa-Rusya üçgeninde dengeler bozulur, ABD hegemonyası altında şekillenmiş küresel güvenlik mimarisi çözülürken savaş teknolojilerinin, bir sermaye birikim alanı olarak yeniden önem kazanıyor.
ABD’de savunma sanayisi yatırımları tarihsel ortalamaların çok üzerinde (2025: 980 milyar dolar) artıyor. Yalnızca Pentagon’un bütçesi genişlemiyor; yapay zekâ, otonom sistemler, hipersonik silahlar, nadir elementler ve veri merkezleri etrafında, adeta yeni bir birikim rejimi şekilleniyor. Ekonominin kırılgan yapısı, sermayeyi daha güvenli, devlet kaynaklarıyla desteklenen bu alana iterken politik elitlerin savaş beklentisi de normalleşiyor.
ASKER DE GEREKİYOR
Ekonomik durgunluk ile Ukrayna savaşının, Trump-Putin ilişkisinin getirdiği güvenlik kaygıları altında Avrupa yeniden silahlanıyor. Askeri kapasiteyi genişletme arzusu, kaçınılmaz olarak askerlik konusunu da gündeme getirdi. Örneğin Almanya’da hükümet, zorunlu askerlik konusunu tartışmaya açıyor; kısa dönemli ulusal hizmet modeliyle genç nüfusun orduda etkinleşmesini planlıyor. Fransa da ordusunu genişletmek istiyor ama zorunlu askerlik popüler değil. Fransa’da Le Pen (faşist hareketin parlamenter lideri) Almanya’da AfD zorunlu askerliğin geri getirilmesini, ulusal disiplinin artırılmasını istiyor.
Vatandaşların savaş istemediği, profesyonel orduların personel bulmakta zorlandığı bir dönemde, bu tartışmalar, yalnızca asker sayısını artırmaya ilişkin değil, aynı zamanda, toplumun savaş fikrine direnişini kırmayı, savunma kültürüne adaptasyonunu, savaş kapasitesini artırmayı da gündeme getiriyor. Tıpkı 19. yüzyıl sonu Avrupa’sında olduğu gibi, “istila ve direniş” (“büyük yer değiştirme”, “göçmen istilası”) temaları kültürel ve politik söylemlerde yükseliyor. Günümüzde faşist ideolojiler de tam bu noktada devreye giriyor: Irkçılığı kültürel kodlarla gizleyen, sözde bir erkeklik krizine hitap eden, antiwoke ve hız/teknoloji kültünü kutsayan faşist eğilimler, özellikle teknoloji sermayesinin ve siyasi elitin ilgisini çekmeye başlıyor.
Günümüzün faşizmi tabii ki 1930’lar faşizminin kopyası değil; günümüzün teknolojik, ekonomik ve kültürel malzemeleriyle yeniden üretilmiş bir faşizm bu. Bu dalga, dün çizgi romanlar, dergiler, filmler ile yaygınlaşırken bu gün, X, TikTok gibi, sosyal medya platformları, bilgisayar oyunları, YouTube yayınları üzerinden üretilen ırkçılık, homofobi, kadın düşmanlığı, erkeklik kültü yansıtan “meme”ler ile hızla yayılıyor.
Bu faşist dalga sermaye birikimi ve militarist eğilimlerle örtüşerek savunma yatırımlarının ve zorunlu askerlik tartışmalarının meşruiyetini güçlendiriyor. Kapitalizmin kriz dönemlerinde tekrarlayan bir örüntü olarak ekonomik daralma ve toplumsal huzursuzluk arttıkça sistem militarizme sığınıyor; ideoloji ise bu dönüşümü kaçınılmaz ve gerekli gösteriyor. ABD ve Avrupa’nın hızlanan savunma harcamaları, yalnızca güvenlik endişesi değil, kırılgan ekonomik düzenin yeni bir çıkış arayışının da göstergesi.
Sermayenin ve teknolojik elitin gereksinimleri ideolojik eğilimleri, militarist dönüşümü hızlandırıyor. Ancak vatandaşların büyük çoğunluğu savaş istemiyor. Bu noktada günümüzün faşizmi, toplumun savaş düşüncesine alıştırmaya yönelik bir kültürel ortamı (özellikle I. ve II. savaşların, faşizmin canavarlıklarının anılarından yoksun genç kuşaklar arasında) besliyor. 2026 yılı, kırılgan ekonomik ve militarist eğilimlerin, faşist senaryoların iç içe geçtiği bir dünya getiriyor.
***
2026’ya girerken: Yeni kapitalizm/ faşizm
Council on Foreign Relations’ın kasım ayında açıklanan “ABD, ekonomik güvenlik yarınların teknolojilerinde yarışı kazanmak” raporunun ardından geçen hafta açıklanan 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi (UGS), ABD açısından, Washington mutabakatının (Wall Street-Hazine-IMF) önceliklerini yansıtan neoliberal küreselleşme yaklaşımını terk ettiğini; bu hegemonik blokun yerini teknoloji sermayesinin öncülük ettiği; devletçi, korumacı, faşizan yeni bir hegemonik blokun aldığını ilan ediyor. UGS 2025, salt Amerikan dış politikası açısından değil, kapitalizmin küresel evrimi açısından da tarihsel bir kopuşa işaret ediyor.
Neoliberal dönem, sermayenin engelsiz dolaşımı, işçi haklarından kaynaklanan engellerin tasfiyesi; ticaretin, finansın ve üretimin ulusal sınırları aşarak tek bir dünya pazarı yaratması demekti. Bu dönemde devlet, piyasanın “etkinliğini” engellemeyecek, sermayenin özgürleşmesini güvence altına alacak bir biçim alıyordu; WTO, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar bu düzenin bekçiliğini yapıyordu. Çin’in dünya ekonomisine entegrasyonu da bu mimarinin sonucuydu.
UGS 2025, bu dönemin esas olarak kapandığını söylüyor. Neoliberal dönemin “dünya ile entegrasyon” fikrinin yerini; “ekonomik güvenlik”, “teknolojik egemenlik”, “ulusal kapasite inşası” kavramları alıyor. Verimlilik adına üretimi Asya’ya kaydıran anlayış terk ediliyor; yeni strateji, üretimi yeniden ulusal sınırlar içine çekmeyi, tedarik zincirlerini jeopolitik risklerden arındırmayı hedefliyor. Devlet, piyasa rasyonalitesini bir kenara bırakarak yeniden kapitalist üretimin baş mimarı konumuna yükseliyor. İşçi haklarını baskılama eğilimi korunuyor.
Bu dönüşümün en kritik boyutu sermaye fraksiyonları arasındaki değişimdir. Neoliberal dönemin serbest dolaşım ve özelleştirme politikaları finans sermayesinin gereksinimlerini karşılarken bugün hegemonya merkezine dijital altyapıları, veri akışlarını ve yapay zekâ ekosistemlerini kontrol eden “teknoloji sermayesi” yerleşiyor. Bu fraksiyon, yalnızca ekonomik bir güç değil, devletin izleme ve disiplin sisteminin de önemli bir aracıdır. Yeni UGS’de yapay zekâ, biyoteknoloji ve siber kapasitenin ulusal güvenliğin temel direkleri sayılması tesadüf değildir.
Devlet ile teknoloji sermayesi arasında tam bir simbiyoz ilişki kuruluyor: Pentagon ve CIA altyapıları Silikon Vadisi’nin bulut sistemlerine yaslanırken Silikon Vadisi de Çin’le rekabetin en kritik kavşağında ulusal çıkarın ayrılmaz bir parçası olarak tanımlanıyor. Bu bakış açısıyla Çin, artık “komünist” olduğu için değil; yapay zekâ ve çip üretimi gibi alanlarda rakip bir teknoloji devleti olduğu için tehdit sayılıyor. Bu durum, klasik jeopolitiğin ötesinde, teknoloji sermayesinin dünya ölçeğindeki hegemonya mücadelesinin ABD güvenlik doktrinini yeniden şekillendirmesi olarak görülebilir.
Teknoloji sermayesinin elindeki gözetim, veri denetimi, davranış manipülasyonu araçları, siyasal iktidarın elinde olağanüstü bir toplumsal disiplin mekanizmasına dönüşüyor. UGS’nin kültürel “yeniden doğuş”, “kültürel bütünlük” gibi göçmen karşıtlığı perspektifleri dış ve iç düşman söylemiyle birleşerek bir faşizm dinamiğini (süreç olarak faşizmi) hızlandırıyor. Ancak bu, klasik faşizmden çok daha derin, teknolojik olarak güçlü bir yönelimdir. Hedef, görünmez gözetim ağları üzerinden işleyen yeni bir disiplin biçimidir.
Gerçi ABD’de ICE (ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Dairesi) daha şimdiden Gestapo’yu andırıyor. Sonuç olarak neoliberal dönemin bireysel özgürlük, çok kültürlülük söyleminin yerini, “güvenlik” ve “egemenlik” adına daralan bir yurttaşlık alanı alıyor. Devlet ve teknoloji sermayesi arasındaki bu simbiyoz, hem ekonomik hem ideolojik düzeyde yeni bir yönetim rasyonalitesi yaratıyor. UGS 2025, neoliberal düzenin çöküşünü, teknoloji sermayesinin yeni hegemonik sınıf olarak yükselişini tescilliyor.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
***
UGS: Emperyalist-faşist moment!
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım. UGS salt bir dış politika metni değil; Amerika’nın özellikle Latin Amerika’ya yönelik tarihsel bakışını radikal biçimde yeniden canlandıran, bir emperyalist/faşist proje: 19. yüzyılın ikinci yarısında ABD emperyalizmi, hegemonyası yükselirken tasarlanan Monroe Doktrini, 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken yeniden gündeme geliyor. UGS yalnızca Latin Amerika’ya dış müdahaleleri engelleme iddiası taşımıyor; Latin Amerika’yı ekonomik, siyasal ve askeri bakımdan ABD’nin doğal hâkimiyet alanı olarak ilan ediyor.
MONROE DOKTRİNİ
UGS’nin Latin Amerika doktrini, klasik emperyalizmin güncellenmiş bir versiyonu. Tekelci kapitalizm aşamasında, kapitalizmin yapısal kriz evrelerinde merkez ülkeler, çevreyi yeniden yapılandırmak, kaynak akışını güvenceye almak için rıza alma (dolaylı kontrol) politikalarını yetersiz bularak şiddet (kinetik şiddet ya da askeri mali şiddet, tehdit) araçlarına başvururlar; emperyalizm hegemonya ilişkisinden uzaklaşarak imparatorluk ilişkisine kaymaya başlar. ABD’nin bugünkü tutumu tam da bu momenti gösteriyor: Latin Amerika’nın limanlarından enerji hatlarına, kritik minerallerden dijital altyapıya kadar “stratejik varlıklarının” yabancı (yani Çin) etkisinden arındırılması ve son tahlilde Amerikan şirketlerine açılması talep ediliyor.
Bu noktada, Project 2025’in UGS’de yankılanan Latin Amerika’ya dair dili, tarihsel Monroe Doktrini’nden bile daha çıplak: “Arka bahçe” metaforundan hareketle ülkelerin iç politikasına müdahale hakkı, tehdidi ve gerekirse zor kullanma opsiyonu açıkça dile getiriliyor. Bu, yalnızca jeopolitik kontrol değil; siyasal öznellik -egemenlik- üzerindeki bir tahakküm iddiası. Bu stratejik yaklaşım, siyasal teori açısından baktığımızda, klasik emperyalizm ile faşist mekân anlayışı arasında dikkat çekici bir kesişme yaratıyor.
LEBENSRAUM
Faşizm, yalnızca totaliter bir yönetim değil, aynı zamanda ulusun “hak ettiği yaşam alanını” (Lebensraum) genişletme iddiasıdır. Nazi Almanya’sının Lebensraum kavramı, etnik, kültürel üstünlük varsayımına dayanarak komşu coğrafyaların siyasal bağımsızlığını geçersizleştiren bir söylem üretmişti.
Project 2025’in etkisiyle UGS’ye giren “kültürel bütünlük”, “medeniyetin korunması” ve “demografik dönüşüm tehdidi” gibi ifadeler, açıkça ırkçı bir etno-nasyonalist perspektife yaslanır. Bu dil, kültürel farklılığı güvenlik riski ilan eden, ulusal kimliği etnik homojenlikle özdeşleştiren klasik faşist söylemin güncel bir uyarlamasıdır. Tarihsel olarak Nazi Almanya’sının Volksgemeinschaft ve Lebensraum kavramlarında gördüğümüz gibi, “kültürel uyum” ve “yaşam alanı” gerekçeleri bugün UGS’de hemisferik hâkimiyet, göçün bastırılması ve Latin Amerika’nın yeniden şekillendirilmesi için kullanılıyor. Hatta “uygarlığı gerilemekte olan” Avrupa’yı da (kurtarma niyetiyle) kapsıyor. Böylece metin, jeopolitik stratejiyi etno-ırksal bir hiyerarşiyle birleştirerek tehlikeli bir yeni-faşist mekân ve nüfus mühendisliği anlayışını meşrulaştırıyor.
UGS, Latin Amerika’yı “bizim hemisferimiz”, “bizim ekonomik ve stratejik alanımız” olarak tarif ederken “kültürel olarak uyumlu” (“coherent” homojen-beyaz Hıristiyan; Volksgemeinschaft) ulus kavramı ile birleştirerek, Avrupa’yı da kapsayan jeopolitik bir Lebensraum mantığını benimsiyor. Stratejik kaynakların “yanlış ellere geçmesi”nin ulusal güvenlik tehdidi sayılması, bölge hükümetlerine açık baskı, şirketlere yönelik “ABD’ye öncelik tanıma” zorunluluğu, hepsi aynı emperyalist-faşist mekânsal tahakküm mantığının güncel biçimleri.
Kısacası, Project 2025 ışığında hazırlanmış UGS (kimi yorumcular “Vance-Miller” belgesi diyor), emperyalizm ile faşist mekân politikasını birleştiren, Latin Amerika üzerinde hak iddia eden, Avrupa’da rejim değişikliği arzulayan, yeni bir stratejik moment yaratıyor.
Ancak Latin Amerika’nın hafızasında, ABD’nin askeri darbelerine, örtülü operasyonlarına, bölge halklarının tepkilerinden kaynaklanan güçlü bir antiemperyalist, Avrupa’da da her şeye rağmen ilerici demokratik bir gelenek var. UGS’nin yeni “hemisferik Lebensraum” vizyonu yeni savaşlar, baskıcı rejimler üretecek.
Ergin Yıldızoğlu
/././
ABD İmamoğlu’nu kurtarabilir mi?
CHP’nin yaşadığı hukuksuzluk nedeniyle Batı merkezlerinden destek arama çizgisinin işe yaramadığı görülmüyor mu? Tersine bu çizginin içeride CHP’nin elini zayıflattığı anlaşılmıyor mu?
Bu kaçıncı?
CHP Genel Başkanı Özgür Özel ve tutuklu cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu defalarca Batı’ya “AKP’nin bize yaptığı hukuksuzluğa karşı çık” mesajı verdiler, sayısız kere “Bizi yalnız bırakmayın” çağrısı yaptılar. Karşılığında “Biz AKP’den daha Batıcıyız, daha Atlantikçiyiz, daha NATO’cuyuz” teminatı bile verdiler.
En acısı, İngiltere Başbakanı Keir Starmer’in ve İngiliz İşçi Partisi’nin vermediği destek nedeniyle, “terk edilmiş hissettiklerini” bile söyleyebildiler!
İMAMOĞLU’NUN ATLANTİKÇİLİĞİ
Batı’dan destek arama çizgisinin işe yaramadığı defalarca görüldüğü halde, İmamoğlu bir kez daha Washington’a sesleniyor; hem de CFR’nin dergisi Foreign Affairs’tan.
Neler söylemiyor ki...
- Türkiye için Avrupa ile daha yakın entegrasyon ve güncellenmiş Gümrük Birliği “çaresi” açıklıyor.
- AKP’nin Rusya’dan S-400 almasını eleştiriyor, “S-400 konusunun yarattığı hasarın onarılmasını” istiyor.
- İktidarın Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğini geciktirmesini eleştiriyor.
- AKP’nin Türkiye’yi AB’den uzaklaştırdığını, ABD’yle ilişkileri gerdiğini ve NATO içindeki güvenilirliğini zayıflattığını savunuyor.
- Asya’ya, Rusya’ya, Çin’e, temel ihtiyaçlar dışında mesafeli olmayı savunuyor.
- Kıbrıs’ta “her iki tarafı” suçlayarak yeni bir çözüm süreci istiyor.
- ABD ve AB’yle Akdeniz’de “uyum” istiyor!
- Türkiye’yi ABD’nin “öngörülebilir” bir ortağı yapmayı vaat ediyor.
CHP ERDOĞAN’I YANLIŞ TAHLİL EDİYOR
İnanılır gibi değil. Şu listeyi kimin önüne koysanız, ABD’nin Ankara büyükelçisinin Türkiye’den talepleri sanar!
Mesele şu: İmamoğlu bu Batıcı çizgiyle tüm engelleri aşıp aday olduğunda seçim kazanabilir mi? İmamoğlu Erdoğan’la Batıcılıkta, Amerikancılıkta, Avrupacılıkta yarışarak onu yenebilir mi?
Hiç mi Kılıçdaroğlu’nun seçime üç gün kala Rusya karşıtlığı yapmasının yanlışlığı anlaşılmadı?
Erdoğan’ın dış politikası hiç mi çözümlenemedi? Erdoğan’ın Rusya ve Çin’le ilişkileri nasıl olur da “Batı karşıtlığı” diye okunabilir? Tersine Erdoğan Rusya ve Çin’le ilişkilerini, ABD’yle ilişkilerine kaldıraç yapmaya çalışıyor.
Erdoğan’ın Neo-Abdülhamitçi dış politikası özetle şudur: Rusya’yla işbirliği yaparak kendisine bölgede alan açmak, bunu ABD’yle ilişkilerinde kaldıraç olarak kullanmak ve bu ilişkileri AB ile dengelemeye çalışmak.
ÇARE WASHİNGTON’DA DEĞİL, SARAÇHANE’DE
Hiç eğip bükmeye gerek yok. İmamoğlu’nun mesajı ABD’ye “Beni kurtar” mesajıdır, “Karşılığında daha Amerikancı bir yönetim kurarım” vaadidir.
Yazık ki İmamoğlu, kendisinin Rahip Brunson gibi Trump tarafından kurtarılabileceğini sanıyor. Yazık ki İmamoğlu Trump’a “Ben Erdoğan’dan daha Atlantikçiyim” mesajı verince Washington tarafından tercih edileceğini sanıyor!
Oysa tersine, ABD, kim ne vaat ederse etsin sahaya yansıması bakımından, işlevi bakımından, yararı bakımından AKP’den daha Atlantikçi bir partinin şu konjonktürde olamayacağını biliyor. CHP “Ben daha Atlantikçiyim” dese bile Washington, pratikte CHP’nin AKP’den daha fazla ve yararlı bir Atlantikçilik yapamayacağını gayet iyi biliyor.
Zira Erdoğan partisini ve tabanını Atlantikçiliğin her türlüsüne ikna edebilir ama Özel-İmamoğlu ikilisi CHP içindeki bağımsızlıkçı, antiemperyalist, yurtsever, Kemalist damarı ikna edemez.
Sonuç olarak İmamoğlu’nu ABD kurtarmaz, kurtaramaz ama Saraçhane cephesi kurtarabilir. Tabii o cepheyi Batıcı çizgisiyle eritmezse!
***
Transatlantik çözülme
ABD’nin Cumhuriyetçi Parti Kongre üyesi Thomas Massie, Temsilciler Meclisi’ne “ABD’nin NATO’dan çekilmesini” isteyen bir yasa teklifi sundu.
Massie, teklifinde NATO’yu “Soğuk Savaş kalıntısı” olarak niteledi ve ittifaka ayrılan bütçenin “ABD’nin kendi savunması için kullanılması gerektiğini” savundu.
NATO’nun genişleyerek “asıl işlevini yitirdiğini” belirten Cumhuriyetçi Kongre üyesi Massie, ittifakın “artık ABD’nin güncel ulusal güvenlik çıkarlarıyla örtüşmediğini” savundu.
NATO TARTIŞMASI DÜNYANIN YARARINA
Yasa teklifinin, ABD’nin Avrupa’yla ilişkilerini “gevşeteceğine” işaret eden yeni Ulusal Güvenlik Strateji belgesiyle eşzamanlı olması anlamlı ancak teklifin yasalaşması mümkün değil. Çünkü ABD’nin NATO’dan vazgeçmesi mümkün değil.
Ancak yine de böyle bir teklifin Kongre’ye gelmiş olması, ABD içinde NATO’nun sorgulanması, işlevinin tartışılması, bütçesinin yük olarak görülmesi önemli ve dünyanın yararına. (Bu arada ABD’de bile Kongre’ye “NATO’dan çekilme” teklifinin gelebildiği şartlarda, TBMM’ye de böyle bir önergenin gelebilmesi gerekmez mi?)
ABD-NATO-AB
Avrupa’da zaten bir süredir NATO tartışması vardı. Fransa “NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiğini” savunuyor. Üstüne Almanya başta birçok ülke, özellikle Trump’ın Ukrayna barış planıyla birlikte NATO’nun geleceğini sorgulamaya başladı.
ABD Ulusal Güvenlik Strateji belgesi açıkça “NATO’nun sürekli genişleyen bir ittifak olarak algılanmasını sona erdirmek ve bunun gerçeğe dönüşmesini engellemek” şeklinde bir “Avrupa genel politikası önceliği” ilan etmiş durumda. Dahası, belge “Bazı Avrupa ülkelerinin güvenilir müttefikler olarak kalmaya yetecek kadar güçlü ekonomilere ve ordulara sahip olup olmayacağı henüz belli değil” diyor.
Haliyle bu durum, zaten “ABD bize sırtını mı dönüyor” diyen bazı Avrupa başkentlerinde tedirginliği artırdı.
MERZ TRUMP’A YALVARDI
“Transatlantik çözülme” işaretleri veren gelişmeler karşısında en tedirgin başkentin Berlin olduğu görülüyor. Almanya Şansölyesi Friedrich Merz, ABD Ulusal Güvenlik Strateji belgesinin “Bazı kısımlarını, Avrupa perspektifinden kabul edilemez” bulduklarını açıkladı.
Bu, Trump’ın ne kadar umurunda, elbette soru işaretli ama Almanya açık açık ABD’ye “bize sırtını dönme” mesajı verdi. Merz Trump’a şöyle seslendi: “‘Önce Amerika’ iyi ama ‘yalnız Amerika’ sizin çıkarınıza olamaz. Dünyada ortaklara da ihtiyacınız var. Bu ortaklardan biri Avrupa olabilir. Avrupa ile anlaşamıyorsanız, en azından Almanya’yı ortağınız yapın.”
Merz’in “Bari Almanya’yı dışlamayın” sözleri, “büyük Alman gururunu” ayaklar altına alıyorsa da mevcut ekonomik, askeri ve siyasi şartlar, Berlin’i hâlâ “Washingtonsuz hareket edemez” pozisyonunda çakılı tutuyor.
AB’NİN BİRLİĞİNİ KORUMA SORUNU
Almanya ve bazı AB ülkeleri, Ukrayna’nın yenilgisini, AB açısından NATO’nun yenilgisi ve buradan hareketle çözülmesinin başlangıcı olarak yorumluyorlar. Trump’ın Rusya’yla masaya oturması ve AB’yi masanın dışında tutması, AB başkentlerinde ABD-AB ilişkilerinin zayıflaması ve “Transatlantik çözülme” işareti olarak yorumlanıyor.
Ve buradan hareketle üzerinde asıl durulması gereken de şu: AB, ABD’siz birliğini koruyabilir mi? Çünkü “Transatlantik çözülme”nin AB içinde farklı çıkarlara göre hareket etme öncelikleri oluşturacağı düşünülüyor. Örneğin Almanya’da “Fransa nükleer füzeleri bizi ne kadar koruyabilir” endişesi oluşacağı, örneğin Polonya’nın Baltık ve Doğu Avrupa ülkeleriyle farklı bir çıkarı savunabileceği, örneğin Akdeniz ülkelerinin bambaşka bir gündemle hareket edebileceği gibi endişeler daha şimdiden tartışılıyor.
Avrupa’da bunlar tartışılırken bizde hâlâ iktidar ve ana muhalefet partileri, dış politikalarının merkezine yerleştirdikleri “AB üyeliği hedefini” pazarlıyorlar!
***
ABD’nin Çin’le mücadele stratejisi
Trump’ın Ulusal Güvenlik Stratejisi, önümüzdeki birkaç on yıl boyunca, ABD’nin çok kutuplu yeni dünyada hangi hedeflere, hangi araçlarla hangi yoldan ilerleyeceğinin planlamasıdır.
Çünkü belge, öncelikle ABD’nin zayıfladığını saptıyor ve buradan hareketle “dünya düzenini ayakta tutma görevinin sona erdiğini” belirterek müttefiklerini “bölgelerinde birincil sorumluluğu üstlenmeye” çağırıyor.
ABD üç temel amaç belirlemiş durumda. ABD’nin birincil önceliği Batı yarım küreyi işbirliği yapan ve yabancı güçlerden arınmış bir bölge yapmak, ikincil önceliği Hint-Pasifik’i ABD’ye açık tutmak (hakimiyet alanı haline getirmek), üçüncül önceliği de Ortadoğu enerji kaynaklarına ve yollarına düşman saydığı güçlerin hâkim olmasını engellemek.
Bu üç öncelik de temelde ABD’nin stratejisini Çin’e karşı oluşturması demektir. Dolayısıyla ABD’nin üç amacı da sonuçları itibarıyla tek bir amaca, Çin’e yöneliktir.
YENİ MONROE DOKTRİNİ
ABD açısından artık birincil önemli bölge Batı yarım küredir; yani Pasifik ve Atlantik’in arasındaki Kuzey ve Güney Amerika’dır. ABD bu bölgede yeni Monroe doktrini uygulayacak. Yani ABD “yarım küre dışındaki rakiplerin, yarım kürede kuvvet veya diğer tehdit edici yetenekler konuşlandırmasını veya stratejik açıdan hayati önem taşıyan varlıklara sahip olmasını veya bunları kontrol etmesini” engellemeyi önüne temel hedef koymuş durumda. Kuşkusuz buradaki “dış kuvvet” Çin’dir. (Orijinal Monroe doktrininin hedefi Avrupa ülkelerinin Güney Amerika’ya sızmasını önlemeye dönüktü. Şimdiki ise Güney Amerika’yı Çin’e karşı cephenin “sıklet alanı” yapmayı amaçlıyor.)
ABD bu amaca ulaşabilmek için birincisi, “Bölgenin, ABD’yle uyumlu hükümetlerini, siyasi partilerini ve hareketlerini ödüllendirecek ve teşvik edecek”, ikincisi de bunun kaldıracı olarak, Batı yarım küredeki askeri varlığını artıracak.
Ulusal Güvenlik Strateji belgesi, ABD’nin Batı yarım küredeki kaynaklara çökmesini formüle etmiş: “Ulusal Güvenlik Konseyi, istihbarat topluluğumuzun analitik biriminin desteğiyle, Batı yarım küredeki stratejik noktaları ve kaynakları tespit etmek ve bunların korunması ve bölgesel ortaklarla birlikte geliştirilmesi amacıyla kurumlara görev vermek üzere güçlü bir kurumlar arası süreç başlatacaktır.”
ASYA-PASİFİK’TE BÜYÜK MÜCADELE
ABD, Asya-Pasifik’te, esas rakibi Çin’le birkaç on yıl sürecek bir büyük mücadele öngörüyor, ama bunu “Amerikan caydırıcılığını” artırarak savaşsız yürütmek istiyor.
Strateji belgesine göre Amerikan caydırıcılığı ekonomik ve askeri caydırıcılık şeklinde uygulanacak.
Ekonomik caydırıcılık için:
- ABD, Çin’le ekonomik ilişkiyi dengelemek istiyor. Bu amaçla, “Çin mallarını dolaylı olarak aracılar ve Meksika dahil olmak üzere bir düzine ülkedeki Çin yapımı fabrikalardan ithal etmeyi azaltacağını” belirtiyor.
- ABD Çin’e karşı “birleşik ekonomik güç” oluşturma amacında. Bu öncelikle Hindistan’ı kazanmayı gerektiriyor.
- ABD, Küresel Güney’i bölmek istiyor. Bunun için de Avrupalı ve Asyalı müttefikleriyle “ihracat koalisyonu” kurmak istiyor.
- ABD, “düşük gelirli ülkelerin sermaye piyasalarını geliştirerek para birimlerini dolara daha sıkı bağlamalarını sağlayıp doların dünya rezerv birimi olmasını sürdürmek” istiyor.
Askeri caydırıcılık için:
- ABD bölgede askeri üstünlük sağlayarak “Tayvan konusunda bir çatışmayı caydırmayı” önceliyor.
- ABD Birinci Ada Zinciri boyunca, müttefikleriyle “kolektif askeri güç” oluşturmayı hedefliyor.
ORTADOĞU VE AFRİKA’DA DA HEDEF ÇİN
Trump’ın Ulusal Güvenlik Stratejisi, “en az yarım yüzyıldır ABD dış politikasının birinci bölgesi olan” Ortadoğu’ya odaklanmanın gerekçelerinin adım adım ortadan kalktığını savunuyor. ABD’nin bu bölgedeki ulus inşası dönemini kapattığını ve reform dayatmayı bırakacağını belirten belge, ABD’nin bölge önceliklerini şöyle sıralamış: “Körfez enerji kaynakları düşmanın eline geçmemeli, Hürmüz Boğazı açık kalmalı, Kızıldeniz seyrüsefere elverişli kalmalı, bölge ABD çıkarlarına karşı terör kuluçka merkezi veya ihracatçısı olmamalı, İsrail’in güvenliği sağlanmalı.”
Aslında burada da ve sonraki bölümde ele alınan Afrika’da da ABD’nin asıl hedefi yine Çin. Dolayısıyla Trump’ın Ulusal Güvenlik Strateji belgesi, özetle ABD’nin Çin’e karşı yürütüceği büyük mücadelenin stratejisidir.
***
Barrack Türkiye’ye tezgâh kuruyor
ABD Büyükelçisi Tom Barrack, sadece Türkiye’nin içişlerine değil, dışişlerine, savunma ve güvenliğine de müdahale ediyor. Bir diplomat değil de adeta bir vasal ülke valisi gibi davranıyor.
Barrack son olarak Abu Dabi’den Türkiye’nin savunma ve güvenlik meseleleri konusunda kabul edilemez nitelikte açıklamar yaptı:
- Barrack, “Türkiye’nin F-35 alımını kilitleyen S-400 engeli dört ila altı ay içinde aşılabilecek” dedi.
- Barrack, “Türkiye Rus yapımı sistemi elden çıkarmaya yaklaştı mı” sorusuna “Evet” yanıtını verdi.
- Barrack “S-400 sistemi kullanılmadığı için işletilebilirlik sorunu çözüldü ancak füzelerin elde tutulması Washington’da rahatsızlık yaratıyor” dedi. (Sözcü, 5.12.2025)
BARRACK’IN HEDEFİNDE ULUS-DEVLET VAR
Barrack, geçen hafta da Yunan Kathimerini gazetesine yaptığı açıklamalarla Türk dış politikasına adeta yön çizmeye kalktı. Ayrıntılı şekilde kendi kişisel YouTube kanalımda inceledim. Barrack o söyleşide ABD’nin Hazar-Akdeniz planını ortaya koydu.
Barrack, “İpek Yolu, Doğu’yu Batı’ya üç veya dört farklı güzergâhtan bağlıyordu. Tekrar olabilir, ancak 1919’dan beri ulus devletler tarafından engelleniyoruz.” dedi.
Daha önce de “İsrail bölgede güçlü ulusdevlet istemiyor” diyen Barrack, 1919 vurgusuyla açıkça Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef alıyor.
Barrack devamında Kathimerini’ye “Akdeniz’e açılan çok sayıda fosil yakıt kaynağının bulunduğu Hazar Denizi’miz var ve Yunanistan ile Türkiye buraya bir kapı” dedi.
Hazar Denizi’nden “denizimiz” diye bahseden Barrack, açık ki Zengezur Koridoru’nun Trump Koridoru’na dönüşmesi kararıyla birlikte artık Güney Kafkasya’yı kendi coğrafyası gibi görmeye başlamış!
Barrack, Kathimerini’nin “Kıbrıs bu sorunların çözümü için önemli mi” sorusuna da, “Evet. Sağlıklı bir vücudun ortasında apse olamaz. Vücudun her bir parçasının iyileştirilmesi gerekir” diyor.
Açıkça Kıbrıs’ı, aslında daha doğrusu KKTC’yi “apse” olarak gören Barrack, ABD’nin önümüzdeki dönemde Kıbrıs için de yeni bir planı devreye sokacağının işaretlerini veriyor.
HAZAR’DAN AKDENİZ’E TÜRKİYE-İSRAİL İŞBİRLİĞİ
Barrack Hazar-Akdeniz planını daha önce de parçalı olarak gündeme getirmişti. Tepkisizliği ölçen Barrack, planlamalarını böyle adım adım ilerleterek ortaya koyuyor.
Barrack, geçen ay, Bahreyn’de yaptığı konuşmada, “Türkiye ile İsrail arasında Hazar Denizi’nden Akdeniz’e kadar işbirliği göreceksiniz” demişti. (AA, 1.11.2025)
Türkiye İsrail ile pek çok cephede karşı karşıya değil mi? Nereden çıkmıştı bu peki? Geriye dönük mesajlarına bakılırsa Barrack’ın bir Amerikan planını ince ince ördüğü görülür.
Örneğin ilk olarak Barrack’ın gündeme getirdiği Zengezur Koridoru’nu 100 yıllığına ABD’li şirketin işletmesi projesi, ne yazık ki bir anlaşmaya dönüştü. ABD Başkanı Trump, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ve Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın Beyaz Saray’da imzaladığı 7 maddelik metnin 3. maddesine göre Zengezur Koridoru, 99 yıllığına Trump Koridoru oldu. ABD’nin paralı askerleriyle birlikte bölgeye yerleşmesi, Güney Kafkasya için kama, Azerbaycan ve Ermenistan için kelepçe anlamına gelmektedir.
Örneğin Barrack birkaç ay önce şöyle demişti: “Türkiye, İsrail, Körfez, Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün, kuzeye çıkın Azerbaycan, Ermenistan… Bunları birleştirdiğinizde dünyanın en güçlü bölgesi ortaya çıkar.” (Habertürk, 30.7.2025). Yani Barrack, İran’ın ve Mısır’ın olmadığı bir harita çizdi ki bu bir nevi Trump’ın yeni BOP haritasıydı.
İKTİDAR NEDEN TEPKİ GÖSTERMİYOR?
Açık ki Barrack, ABD’nin bir bölge valisi gibi davranarak küresel ve bölgesel boyutları olan bir planı hayata geçirmeye çalışıyor. Planın küresel boyutu, Çin’in liderlik ettiği Kuşak ve Yol’u bölgede düğümlemeyi içeriyor. Planın bölgesel boyutu ise İran’a karşı Türkiye-İsrail cephesi inşa etmeyi hedefliyor.
Mesele şu ki ABD’nin bu planı, son tahlilde Türkiye için tezgâh kurulması anlamına geliyor. O nedenle de Barrack’ın hemen her açıklaması, onun “istenmeyen adam” ilan edilmesini gerektiriyor. Ancak iktidar Barrack’a tepki göstermiyor. Peki iktidarın diplomasinin dışına çıkan bu işadamına “had bildirmemesi”, Barrack’ın işaret ettiği bu planın ve politikaların Beyaz Saray’daki Trump-Erdoğan görüşmesinde ele alındığı anlamına mı geliyor?
***
Öcalan’ın CHP ısrarının anlamı
TBMM komisyonunun 24 Kasım’da İmralı’ya gidip Öcalan’la görüşmesinin kritik önemde olduğunu söylediler ama Öcalan’la ne konuştuklarını bırakın kamuoyuna açıklamayı, TBMM komisyonunda bile ele almadılar. Komisyon toplantısını ertelediler, dahası araya DEM’in bir İmralı ziyaretini daha koydular.
Evet, komisyon toplanmadan önce DEM heyeti bir kez daha Öcalan’la görüştü. Heyetin açıklamasına göre Öcalan “darbe mekaniği” riskine dikkat çekti.
Halbuki TBMM komisyonunun ziyareti sonrasında AKP’li Şamil Tayyar da bu yönde bir mesaj olduğunu iddia etmiş, Öcalan’ın “Bahçeli’ye karşı bir darbe uyarısı” olduğunu gündeme getirmiş ama bizzat Bahçeli tarafından yalanlanmıştı.
TBMM komisyonu toplantısının geciktirilmesinden ve araya DEM’in yeni bir İmralı ziyaretinin eklenmesinden anlamamız gereken nedir? Öcalan’ın mesajları, kamuoyu tarafından daha rahat sindirilebilmesi için devletin üst katlarında inceltiliyor mu?
ÖCALAN’IN SİYASAL MUTABAKAT BEKLENTİSİ
Evet, Öcalan’ın TBMM komisyonu heyetine ne söylediğini devlet biliyor, iktidar biliyor, hatta Kandil biliyor ama TBMM komisyonu ve kamuoyu bilmiyor.
Öcalan’ın mesajları, DEM’li heyet üyesi Gülistan Koçyiğit’in ağzından kamuoyuna parça parça aktarıldı sadece. Belli ki parça parça olması da bir çeşit rahat sindirilmesi için. Koçyiğit’in aktardığına göre “Öcalan’ın temel arayışı siyasal mutabakat”.
Hangi siyasal mutabakat bu peki? Öcalan’ın siyasal mutabakattan kastının, CHP’nin AKP, MHP ve DEM’le uyumlu bir “açılım” ortağına dönüşmesi elbette. Nitekim DEM’li Koçyiğit’in İmralı’daki görüşmeden aktardığı şu değerlendirme de buna işaret ediyor: “Öcalan’ın CHP’yi önemsediğine, bu süreçte mutlaka olması gerektiğine dair değerlendirmeleri malum. Bu görüşmede özel olarak CHP’nin gelmemesine dair bir değerlendirmesi oldu ve ‘Keşke CHP de gelseydi’ dedi.”
PKK’NİN İKİ ŞARTI
TBMM komisyonunun İmralı ziyareti, taraflarca süreci ivmelendirecek bir adım olarak pazarlandı. Ama sonuçlarına bakılırsa tersine TBMM komisyonunun İmralı ziyareti, bir nevi “2. Habur” etkisi yaratmış durumda.
O sonuçlardan biri TBMM komisyonunun Öcalan’la görüşmesinin ardından Kandil’den gelen “kırmızı çizgi”ydi: Önce KCK Eş Başkanı Bese Hozat, “İktidarın sürece dönük yaklaşımı çok zayıftır, aslında kararsızdır” dedi, ardından da PKK’li Amed Malazgirt, “Bizden bu kadar, adım atma sırası Türkiye’de. Öcalan serbest bırakılmadıkça başka adım atmayacağız” dedi.
Bahçeli, Bese Hozat’ın “Af istemiyoruz” sözlerine tepki gösterdiyse de bu daha çok Cumhur İttifakı tabanına olumsuz etkisini sönümlendirme amaçlı görünüyor. Zira diğer mesaj, PKK’nin “Öcalan’ın serbest bırakılması” şartı yerinde duruyor.
AÇILIMA ENTEGRASYON DÜĞÜMÜ
“Darbe mekaniği” tartıştırılıyor ama asıl önemli konu olan SDG’nin entegrasyonu ve Öcalan’ın bu konuda nasıl bir tutum alacağı konusu geçiştiriliyor. Hatta şu gelişmelere bakılırsa Ankara ile SDG arasında dolaylı bir müzakere yürütüldüğü bile söylenebilir:
Suriye’deki özerk yapının dış ilişkiler sorumlusu İlham Amed, DEM tarafından İstanbul’daki bir konferansa davet edildi ve DEM, onaylanması için AKP’yle görüşüyor. Diğer yandan İlham Ahmed’in Mazlum Abdi’yle birlikte Barzanilerin Irak’ın kuzeyindeki konferansına katılabilmesinin de Ankara’nın onayıyla mümkün olduğu belirtiliyor.
SDG komutanı Mazlum Abdi’nin açık açık “Öcalan’la görüşmek için Türkiye’ye gelmek istediğini” söylemesi de Ankara-SDG müzakerelerinin bir parçası olarak değerlendirilebilir.
Bahçeli’nin, “SDG, Öcalan’ın 27 Şubat çağrısına ve Şam’la imzaladığı 10 Mart mutabakatına riayet etmeli” mesajı ile onu tamamlayan AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in “SDG, 10 Mart anlaşmasına uyarsa terör örgütü olmaktan çıkar” mesajı ise Ankara’nın SDG’yle müzakereyi nereye evirmek istediğine işaret ediyor.
Özetle Türkiye’deki açılım, Suriye’deki entegrasyona düğümlenmiş durumda.
Mehmet Ali Güller
/././
Cumhuriyet

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder